A’RÂF SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur; 206 âyettir. 1“Elif, Lâm, Mîm, Sâd.” Ebû İshak Zeccâc (öl.Bağdat,316/928)’in ifadesine göre bu hususta bu harflerin tefsiri için tercih edilen görüş, Abdullah b. Abbâs o şöyle tefsirlamıştır: “Ben her şeyi bilen ve detaylarıyla açıklayıp ortaya koyan Allah'ım.” 2Bu, sana indirilen öyle bir kitaptır ki, onu insanlara tebliğ hususunda gönlünde herhangi bir sıkıntı var olmasın. Ki bu sayede isyan için de olanları korkutasm ve aynı zamanda mü’minlere de Allah'ın fazlıyla öğütte bulunasın. (.......) kelimesi mahzûf mübtedanın haberidir. Bu mahzûf mübteda ise, (.......) zamîridir. Yani, “O bir kitaptır ki,” demektir. “Sana indirilen” ifadesi de bunun sıfatıdır. Burada kitaptan kasıt ise, “Sûre” demektir, “onu insanlara tebliğ hususunda gönlünde herhangi bir sıkıntı var olmasın.” Bu hususta gönlünde bir şüpheye ya da kuşkuya yer vermeyesin. “Sıkıntı” olarak türkçeleştirdiğimiz kelime, (.......) kelimesidir. Bu da, “şüphe” manasınadır. Dolayısıyla Şek yani şüphe manası, “sıkıntı” kelimesiyle burada zikredilmiştir. Çünkü şüpheci bir kimse kalbinde ya da göksünde sıkışma yaşar, dolayısıyla bu da onu sıkıntıya sokar, işte bunun için (.......) kelimesi burada zikredilmiştir. Nitekim kesin bir bilgi ve inanca sahip olan kimsenin gönlü ferahtır ve bu bakımdan da onun gönlünde sıkışma değil genişleme vardır. Bu itibarla mana şöyledir: “Bu kitap ya da sûrenin Allah tarafından indirildiğinden senini bir şüphen olmasın.” Ya da, onu tebliğ konusunda “gönlünde bir sıkıntı var olmasın.” Çünkü Hazret-iPeygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminden korkuyordu, onların kendisini yalanlamalarından, kendisinden yüzçevirmelerinden, eza ve cefada bulunmalarından hep endişe ve korku içindeydi. İşte bütün bu sebeplerden ötürü gönlü sıkışıp daralıyordu. Onların eza ve cefalarını düşünürken neşesi ve huzuru kaçıyordu. Yüce Allah bunun için ona güvence verdi, onların durumlarına ve yapıp edeceklerine hiç önem vermemesini ondan istedi. Buradaki nehiy “harace” yönelik bir yasaklamadır. Yani, “Sen üzülme, gönlünü ferah tut ve onlara da hiç aldırma” manasındadır. Kaldı ki bu ifade içerisinde “Belağat'ın her inceliği gizlidir. (.......) daki (.......) harfi, atıf içindir. Dolayısıyla mana şöyledir: “Sana indirdiğim bu kitap yüzünden, onun indirilmesinden sonra sakın gönlünde bir sıkıntı ve daralma olmasın.” “Ki, bu sayede isyan içinde olanları korkutasm” Buradaki, “Korkutasın, uyarasın” cümlesinde yer alan, “Lam” harfi, (.......) fiiline mütealliktir. Buna göre mana şöyledir: “Bununla sen uyarıda ve korkutmada bulunasın diye bu sana indirildi ya da yasaklama, menetmek maksadıyla...” Çünkü onlardan korkmaymca onları uyanr, tehdit eder. Aynı şekilde indirilenin Allah katından olduğuna kesin ve şüphesiz îmanı olunca,dolayısıyla ondaki bu kesin inanç ve bilgi, kendisine indirilenle toplumunu uyarma cesaretine sahip olur. Çünkü kesin anlamda bir inanca sahip olan kimse aynı zamanda cesur olur, bundan böyle de Rabbine tevekkül ederek O'na güvenip dayanır, “ve aynı zamanda mü’minlere de Allah'ın fazlıyla öğütte bulunasın.” Bu manadaki, (.......) muzmer bir fiil ile mahallen-yeri ve konumu bakımından mensûbtur. Bu fiil de, (.......) dir. Çünkü (.......) kelimesi, (.......) den alımadır. Kaldı ki zaten, (.......) kelimesi, “hatırlatma” manasında bir isimdir. Veya bu cümle, âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi üzerine ma'tûftur, bu açıdan da merfûdur. Buna göre de mana şöyledir: “O bir kitaptır,... ve mü’minlere de bir öğüttür.” Veya bu, mahzûf bir mübtedanın haberidir yahut da, (.......) fiilinin mahalline ma'tûf olarak mecrûrdur. Bu açıdan da mana şöyle olur: “Uyarman ve öğütte bulunman-hatırlatman için.” 3Rabbiniz tarafından size indirilen ilâhî mesaj, Kur'ana uyun! Allah'ın kitabı dışındaki dostların uygulamalarını tanımayın! Rabbinize karşı görevlerinizi ne kadar da az hatırlıyorsunuz! Allah'tan başkasına ilahlık tanımayın ve Allah'ı bırakıp sizi putperestliğe, heva ve heveslerinize, bidatlere götürüp yönlendirecek cin ve insan şeytanlarına yetki ve görev vermeyin,onlara ve sistemlerine dayanmayın. “Rabbinize karşı görevlerinizi ne kadar da az hatırlıyorsunuz.” Çünkü sizler Allah'ın dinini, şerî'atını bırakıp başkalanna âit dinleri uyguluyorsunuz. Burada, (.......) kelimesi, (.......) fiiliyle mensûbtur. Yani, “ne kadar da az olarak hatırlıyorsunuz.” Demektir. Yine burada yer alan, (.......) edatı mezittir ve azliği daha da pekiştirmek için gelmiştir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......)fiilini, iki (.......) harfiyle, (.......) şeklinde okumuştur. 4Biz, hakkı yalanlamaları yüzünden helâkini istediğimiz nice ülkeleri ve halkım gece vakti uyurlarken ve güpegündüz dinlenirlerken apansız gelen azâbımızla yok ettik. Bu âyetteki, “nice” kelimesi mübtedadır. (.......) ise açıklama amaçlıdır. Mübtedanın haberi de, “yok ettik, helâk ettik” cümlesidir. Bu da, “helâkini istediğimiz” manasınadır. Tıpkı şu âyetteki gibi: “.... namaza kalktığınızda,- Yani: namaza kalkmayı istediğiniz zaman, .” (Mâide, 6) (.......) O ülkeler halkına azâbımız geldiğinde-gelince, demektir. (.......) kelimesi, “geceleyenler” anlamında hâl yerinde gelen bir mastardır. Nitekim, (.......) diye söylenince bu, “İyi ve güzel bir uyku çekti” anlamındadır. (.......) cümleside, (.......) kelimesi üzerine atfolumuş bir hâldir. Sanki şöyle denilmektedir: “Bizim azâbımız onlar geceleyin uyurlarken ve gündüz dinlenirlerken apansız geliverdi.” Yine burada, (.......) diye geçen cümlede arada atıf edatı olan vav harfi olmaksızın zikredildi. Nitekim Arapçada, vav harfi olmaksızın, (.......) şeklinde bir ifade kullanılmaz. Çünkü kelime kendisinden önce geçen bir hâl üzerine eğer affolunursa, aynı cümlede iki atıf vavmın bulunması ağır kaçacak olmasından ötürü biri hazf olunur, çünkü hâl manasına gelen vav harfi bizzat atıf vavı olup sırf vâsi için ödünç olarak alınmıştır. Âyette özellikle gece vakti ile gündüzün kuşluk vaktinin zikredimiş olması, bu her iki vaktin de gaflet zamanı oluşundandır. Bu iki vakit içerisinde gelen azap gerçekten çok çetin ve oldukça ağır ve aşağılayıcı bir azaptır. Nitekim Hazret-i Lût'un kavmi geceleyin uykuda iken seher vaktinde helâk olundular. Hazret-i Şuayıb (aleyhisselâm) ın kavmi de kaylule vakti denilen sabahın gaflet vakti olan kuşluk zamanında ortadan kaldırıldılar (.......) demek, gece uyurlarken,demektir. (.......) demek de, “gündüzün dinlenirlerken” demektir. 5Allah'tan başkasına ilâlıhk tanımaları ve peygamberleri inkâr etmeleri sebebiyle azâbımız kendilerine gelince onların imdat ve çağırışları sadece, “Biz kendilerine gerçekten zulmeden kimselerdik” itirafından başka bir sözleri olmamıştır. “Allah'tan başkasına ilahhk tanımaları ve peygamberleri inkâr etmeleri sebebiyle azâbımız kendilerine gelince onların imdat ve çağırışları sadece,” azâbımızın ilk belirtileri ortaya çıkınca onların çağnşıp bağnşmaları ve yakanşları yalnızca: “Biz kendilerine gerçekten zulmeden kimselerdik'itirafından başka bir sözleri olmamıştır.” Kendilerine yapıp ettiklerinin hiçbir yarannın olmadığını anladıkları an, bunun üzerine Kendi kendilerine zulmettiklerini ve Allah'a şirk koştuklarını ister istemez itiraf ettiler. Burada, (.......) ifadesi, (.......) nakıs fiilinin ismi, (.......) cümlesi de haberidir. Ancak bunun aksi de câizdir yani, (.......) haber, (.......) da ismi olabilir. 6Size kesin bir ifade ile belirtmeliyim ki, kendilerine bir şerî'at ve mesaj gönderdiğimiz geçmiş ümmetleri kıyamet gününde mutlaka hesaba çekeceğimiz gibi aynı zamanda kendilerine gönderilen Peygamberleri de tebliği yapıp yapmadıkları konusunda mutlaka hesaba çekeceğiz. Sizden önce geçen ve kendilerine peygamberler gönderilen ümmet leri kıyamette mutlaka hesaba çekeceğimiz gibi “aynı zamanda kendilerine gönderilen peygamberleri de tebliğ yapıp yapmadıkları konusunda hesaba çekeceğiz.” Görevlerini tebliğ esnasın da nasıl bir durumla karşı karşıya kaldıklarını o peygamberlere de kesin olarak soracaktır. 7Ve hem peygamberlere, hem de gönderildikleri toplumlara, onları îmana davet noktasında aralarında olup-biten her şeyi kesin bilgimizle detaylı olarak bir bir anlatacağız. Kaldı ki aralarında olup-biten hiçbir şeyden Biz asla habersiz değildik. Onların açıktan yapıp-ettiklerini ve gizli olarak işlediklerini, söz ve davranışlarını etraflı olarak önlerine sereceğiz. “Kaldı ki, aralarında olup-biten hiçbir şeyden Biz asla habersiz değildik.” Kendileriyle ilgili olsun, kendilerinden meydana gelen şeylerle alâkalı bulunsun biz onların her şeylerinden haberdar idik. Burada sorguya çekilmek ve yaptıklarını önlerine sermek demek, onları bizzat aşağılatmak, kafalarına vurup yüzlerine çarpmak, söylediklerini bizzat onların kendi ağızlarından itiraf ettirip peygamberlerini de kendileri aleyhine tanık olarak getirip onları hesaba çekmektir. 8Ve o kıyamet gününde adalete dayalı dakik ve şaşmaz terazide amellerin tartılması gerçekleşecektir. Artık kimin iyilikleri kötülüklerine ağır basarsa, işte bunlar Allah'ın rızası ve cennetle ödüllendirilip kurtuluşa ereceklerdir. Âyetteki, (.......) demek, amellerin tartılıp değerlendirilmesi demektir. Böylece ameller arasında ağır basıp üstün gelen ile altta kalıp hafif olanını ortaya çıkarmaktır. Aynı zamanda bu kelime mübteda olup, haberi de, (.......) kelimesidir. Bu şu manayadır: “Allah'ın ümmetlere ve onların peygamberlerine soracağı günde,” İşte bu cümle hazfedilmiş, yerine bu manayı da içeren, (.......) kelimesindeki tenvîn getirilmiştir. (.......) burada adaletle demektir.Bu aynı zamanda, (.......) kelimesinin de sıfatıdır. Yine deniliyor ki: Kıyamet gününde içinde amellerin yer aldığı sayfa ve defterler bir dili, tartıda dengeyi sağlayan ibresi ve iki de kefesi bulunan bir terazide tartılacaktır. Bunun da nedeni, onlara insaflı davramldığını açık olarak ortaya koymak, bir mazeret sergilemelerine meydan vermemek içindir. Bir başka tefsire göre eşit manadaki bir yargılama ve adalete dayalı bir hükümle gereken yapılacaktır. Ancak yine de bunun keyfıyetini,nasıl ve nice olduğunu Allah bilir. “Artık kimin iyilikleri kötülüklerine ağır basarsa,” (.......) kelimesi, mizan veya mevzun kelimesinin çoğuludur. Yani, “herhangi bir ağırliği, değerlendirilmesi bulunan ve böylece tartılabilen ameller -ki bunlar kişinin yapıp-ettiği güzel işlerdir- ağır ve baskın gelirse,..” veya “kendisiyle onlara âit güzel iş ve hizmetlerinin tartılıp değerlendirildiği şey.” “İşte bunlar Allah'ın rızası ve cennetle ödüllendirilip kurtuluşa ereceklerdir.” 9Kimin de kötülükleri baskın çıkar ve iyilikleri-sevap yönü hafif kalırsa, âyetlerimizi inkâr etmeleri yüzünden cehennem ateşine ve azâba maruz kalmalarından dolayı hüsrana uğrayacaklardır. “Kimin de kötülükleri baskın çıkar ve iyilikleri-sevap yönü hafif kalırsa,” ki bunlar kâfirlerdir, imansız olduklarından ötürü herhangi bir önemi hâiz, değerlendinlecek amelleri de yoktur. Bunların mizanlarında bir hayır ve iyilik yoktur. Dolayısıyla iyilik ve sevap yönleri de hafif kalacaktır. “Âyetlerimizi inkâr etmeleri yüzünden cehennem ateşine ve azâba maruz kalmalarından dolayı hüsrana uğrayacaklardır.” Burada geçen, “âyetler” den kasıt deliller, hüccet ve kanıtlar demektir. “İnkâr etmeleri” zulüm, bir şeyi konması ve olması gereken yerin dışına koymak, gerekeni yapmamak demektir. Burada da, “delil ve hüccetleri inkâr etmeleri onlara boyun eğmemeleri” demektir. gibi şeylerdir. Diğer taraftan, (.......) kelimesinde (.......) harfinin açık bir şekilde yer alması, bunun kelimenin-aslından olması sebebiyledir. Halbuki (.......) kelimesi böyle değildir. Burada (.......) harfi kelimenin aslından değil, zâiddir. Ancak kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kelimesinin (.......) kelimesine benzerliği sebebiyle bu da hemzeli olarak, (.......) tir. “Hâl böyle iken bu nimetlere ne kadar da az şükrediyorsunuz!” Bu da tıpkı, “…Rabbinize karşı görevlerinizi ne kadar da az hatırhyorsunuz!” (A'raf 3) âyeti gibidir. 10Ey Âdemoğulları! Andolsun ki, sizi yeryüzüne her türlü bolluk ve imkânlarla donatıp yerleştirdik. Ve orada geçiminizi sağlayabileceğiniz şeyler verdik. Hâl böyle iken bu nimetlere ne kadar da az şükrediyorsunuz! Orada size yerleşebileceğiniz, karar kılacağınız bir yer ve mekân verdik. Yine orada her türlü tasarruf konusunda size güç verdik. “Ve orada size geçiminizi sağlayacak şeyleri verdik.” Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bü da insanını kendisiyle ihtiyaçlarını karşıladığı yiyecek ve içecek 11Gerçekten Biz atanız Âdem'i ve sizin aslınızı topraktan yarattık. Sonra beşer olarak size şekil verdik. Hemen bunun ardından da meleklere, “Saygı için Âdem'in önünde secde edin” dedik. Derhal secde ettiler. Ancak İblîs secde edenlerden olmadı. “Gerçekten Biz, atanız Âdem'i ve sizin aslınızı” şekil-sûret ve biçim verilmemiş bir çamurdan “topraktan yarattık. Sonra beşer olarak size şekil verdik.” Atanız Âdem'i şekilsiz bir hâlde önce balçıktan yarattık, daha sonra da biçimlendirip ona şekil verdik. Bunun delili da, Âyetin bundan sonraki şu kısmıdır: “Hemen bunun ardından da meleklere,'saygı için Âdem'in önünde secde edin'dedik. Derhal secde ettiler. O Hazret-i Âdem'e “secde edenlerden olmadı.” 12Allah, “Secde için sana emrettiğim hâlde, Âdem'e secde etmeni önleyen nedir?” diye İblîse sordu. O da: “Ben ondan çok daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın” dedi. Senin secde etmene mani olan şey nedir? Burada, (.......) deki (.......) harfi merfûdur. (.......) deki (.......) da zâiddir. Bunun zait-fazladân olduğunun delili ise, şu ayettir: “Allah, ey İblîs! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni engelleyen nedir?'diye sordu.” (Sâd,75) Dikkat edilirse bu âyette altı çizili kelimenin başında (.......) yoktur. İşte bu ayetten anlıyoruz ki, şu anda tefsirini okumakta olduğumuz bu Âyetteki “La” zâiddir. Nitekim bunun bir benzeri de şu ayettir: “Böylece kitap ehli bilsinler” (Hadid,29) Buradaki (.......) da zâiddir. Eğer böyle olmasaydı, bu takdirde mana, “bilmeşinler” olurdu. Halbuki burada, (.......) ifadesi, (.......) demektir. Bu da, “Bilsinler” manasınadır. Yine tefsirini okumakta olduğumuz Âyetteki, “Sana emrettiğim hâlde” ifadesi ile, söz konusu emrin vücub yani farziyet ifade ettiğinin bir delilidir. Yüce Allah'ın, İblîs ile ilgili durumu bildiği hâlde buna rağmen, onu secde etmekten alıkoyan veya secde etmesine mani olan soruyu yöneltmesindeki kasıt İblîsin foyasını ortaya dökerek onu rezil etmek, aşağılık bir varlık olduğunu, inatçı biri olduğunu, kafirliğini, büyüklük taslamasını, kendi aslı olan ateşle övünç duyduğunu ve Hazret-i Âdem'in -aslinin toprak olmasını hakir ve aşağılık olarak gördüğünü onu bilmeyen ve tanımayanlara göstermek içindir.” O da: Ben ondan çok daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattm,dedi.” Şeytanın açısından güya ateş aydınlatan nuranî bir şeyken, çamur ise karanlığı içerir ve onu temsil eder. Bu rezil ve aşağılık varlık böyle bir yargıya varmada yanılmıştır. Aslında ateşin aksine çamur-balçık ya da toprağın “çok önemli özellikleri vardır. Aksine çamur ya da balçık, kendisinde ciddiyetin, vakarın, sakinliğin ve kendine hakimiyetinin olması sebebiyle çok daha üstündür. Kaldı ki çamurda hilm-yumuşaklık, haya ve sabır vardır. İşte bu özellik, kişiyi tevbe etmeye, mağfiret dilemeye davet eder. Ateşe gelince bunda da, hiddet, sinirlilik, kararsızlık, tutarsızlık, tereddüt etme, düşüncesizlik ve istikrarsızlık ve başkasına karşı üstünlük taslamak gibi özellikler bulunmaktadır. İşte bu özellikler ise o kimseyi büyüklenmeye sevkeder. Kaldı ki toprak ülkelerin ve toplumun varlığı, temelidir, ayakta kalmalarını sağlar. Halbuki ateş ise yok oluşu, toplumların helâkine sebeptir. Ateş, ihanetin ve yok oluşun kaynağı iken, toprak ise emanetin, güvenin ve üreyip çoğalmanın kaynağıdır. Çamur ateşi söndürüp yok eder, yangını ve tehlikelerini ortadan kaldırır. Halbuki ateş çamura bir şey yapamaz, yok edemez. İşte bütün bunlar İblîs denen şeytanın hakkında habersiz olduğu, gâfil bulunduğu toprağa âit gerçeklerdir. İşte bu bozuk ve fasit kıyaslamalarıyla İblîsin ayağı kaymış oldu. Nitekim kıyası red eden ve buna karşı çıkanların gerekçeleri işte buna dayanmaktadır. Bunlar, “kıyası ilk olarak İblîs gündeme getirdiğinden dolayı, kıyas red ediyoruz” demektedirler. Ancak kıyası kabul edenler ise, eğer ortada bir nass sabit ve var ise, buna rağmen kıyasa gitmeyi yanlış sayarlar ve red ederler. Halbuki İblîsin kıyası, ortada nass mevcut olduğu hâlde, inatla direnip kıyasa gitmiş olmasıdır. Diğer bir bakımdan da, “Senin secde etmene engel oluşturan şey nedir?” sorusuna verilecek cevap şöyle olmalıydı: “Beni şu hususlar engelledi” demeliydi. Halbuki İblîs böyle demeyip “Ben ondan daha hayırlıyım, üstünüm” demeye kalkışmıştır. Böylece yeni bir konuya geçmiş bulunuyor. Ele aldığı bu yeni konuda bizzat kendisini söz konusu kılıyor ve Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) den üstün olduğu açıklamasını yapıyor. Dolayısıyla, Âdem'e secde etmeme engeli olarak üstünlüğünü gerekçe olarak ortaya koymaktadır. Bu itibarla da İblîsin bu ifadelerinden de cevabının gerekçesi kendisince ortaya konuluyor. Sanki İblîs şöyle bir cevap veriyor gibidir: “Benim Âdem'e secde etmeme gerekçem, benim ona olan üstünlüğüm, benim ondan daha değerli oluşumdur.” Bu ise emre karşı çıkmak ve o emri reddetmektir. Aynı zamanda kendisi gibi üstün bir varlığın yine kendisi gibi bir varlığın önünde secdeye kapanması öyle kabul olunacak bir durum olamaz, bu yadırganacak bir durumdur. Halbuki üstün olan bir varlığın kendisice değer bakımından daha bir alt seviyede bulunan birine secde etmesi şık olamazdı. Bunlar şeytan denen İblîsin kendisince gerekçesi idi ve haliyle bâtıl bir gerekçedir. Her şeyden önce Allah'a ve emrine karşı çıkmıştır. 13Allah da: “Öyleyse hemen bulunduğun o yerden in! Çünkü orada kurulup büyüklük iddiasına kalkışmak senin haddin değildir. Artık oradan derhal çık ve git! Çünkü sen alçaklardansın” buyurdu. Cennetten veya semadan-gökten derhal in! Çünkü orası mütevazi olanların, alçak gönüllülerin yeridir. (.......) kelimesinde yer alan, (.......) harfi, “Ben ondan daha hayırlıyım” cümlesinin cevâbıdır. Bu bakımdan mana şöyle olmaktadır: “Mademki sen büyüklük taslayıp kibirlenmektesin, defol git, in buradan, ayni.” “Çünkü orada kurulup büyüklük iddiasına kalkışmak senin haddin değildir.” Orada bulunduğun hâlde ve Allah'a karşı isyan içine girdiğin hâlde büyüklük taslaman doğru değildir. “Artık oradan derhal çık ve git! Çünkü sen alçaklardansın, buyurdu.” Artık bundan böyle sen en adi ve alçaklardansın, Allah katında olsun, Onun sevdikleri katında olsun senin hiçbir değerin ve önemin yok. Bundan böyle herkes seni kötüleyip duracak ve yerecektir. Konuşan her bir dil, senin büyüklük taslaman sebebiyle sana hep lânet okuyacaklardır. Nitekim bunun için şöyle bir ata sözü geliştirilmiştir: “Büyüklük peşinde koşup kibirli davrananlar, toplumun hep yüz karası aşağılık varlıklar olarak anılırlar.” 14İblîs: “Rabbim! Bana herkesin yeniden dinlecekleri güne kadar yaşama fırsatı ver” dedi. “İblîs: Rabbim! Bana herkesin yeniden dinlecekleri güne kadar fırsat ver, dedi.” Son nefhanın-surun üfürülmesiyle insanların yeniden dinlecekleri o güne kadar bana mühlet tanı, dedi. 15Allah da: “Haydi öyle olsun, istediğin güne kadar sana zaman tanınmıştır” buyurdu. “Allah da: Haydi öyle olsun, istediğin güne kadar sana zaman tanınmıştır'buyurdu.” Yani birinci sura üfürülene kadar bu fırsat sana tanınmıştır. Burada İblîse böyle istediği gibi cevap verilmesinin nedeni. Bunda bir çok imtihan ve denemelerin yer alması sebebiyledir. Aynı zamanda yüce böylece sevdiklerinin de gönüllerini almış oluyor, onlara olan yakınlığını göstermek istiyor. Yani burada şu gerçeğe yer veriliyor ve âdeta şöyle deniliyor gibidir: “İşte bu, bana karşı çıkanlara, beni tanımayanlara, bana sebbedenlere olan iyiliğimdir. Bir de siz beni sevenlere karşı iyilik ve mükafatımın ne olacağını vann düşünün!” Hemen bunda bir ayak sürçmesinin bir kaymanın var olduğu sezinlenmekle birlikte yine de bu isteği ona bir cesaret verdi. Çünkü Celal sâhibi yüce Allah'ın hilm sâhibi ve yumuşak olduğunu biliyordu. 16İblîs de: “Mademki Sen benim yoldan çıkıp sapıtmamı istedin, ben de çıkıp onların doğru yolunun üzerinde mutlaka pusu kurup yatacağım” dedi. Mademki benim doğru yoldan çıkmamı, sapıtmamı diledin... Yani: Bizzat benim yoldan çıkmam sebebiyle, demektir. Burada, (.......) daki (.......) harfi mahzûf olan sebebiyle “yemin-kasem fiiline mütealliktir. Buna göre de mana şöyledir: “Benim yoldan çıkıp sapmamı istemene and içerim ki, veya burada bizzat (.......) harfinin kendisi yemin manasınadır. Bu durumda mana şöyle olur: “Senin beni yoldan çıkarman sebebiyle yemin ederim ki,” “Ben de çıkıp onların doğru yolunun üzerinde mutlaka pusu kurup yatacağım'dedi.” Ben de bundan böyle onların İslam yoluna çıkıp kendilerine engel olmak için, onların bu yoldan gidiş ve gelişlerini hep gözeteceğim, tuzak kurup fırsat bekleyeceğim. Tıpkı kervanların yolunu kesip onları vurup yağmalanak için düşmanların kendilerini pusuda bekledikleri gibi tuzaklar kurup bekleyeceğim. Burada bunun mensûbluğu ise zarf olması sebebiyledir. Tıpkı Arapçadaki şu cümle gibi: “ Yani (.......) demektir. Türkçe'si ise: Zeyd sırtı vurdu- yani Zeyd onları arkalanndan vurdu, demektir. Tavus'un anlattığına göre, kendisi Mescid-i Harâm'da bulunduğu bir sırada Kaderiye mezhebine mensup biri geldi, bunun üzerine Tavus kendisine: “Buradan kalkıp gider misin yoksa seni biz mi kaldırıp atalım?” deyince, adam da kalkıp ayrıldı. Bu defa oradakilerden biri Tavus'a: “Sen bu şekildeki bir konuşmayı bir fakih ve ilim sâhibi birine karşı mı yapıyorsun?” demesi üzerine, Tavus da ona: “İblîs ondan çok daha bilgiliydi ve fakat o Rabbine karşı: Rabbim! Senin benim yoldan çıkmama sebep olman.... sebebiyle, diye Rabbine karşı çıkmıştı” demesi üzerine, itirazda bulunan kimse de: “Ben nefsime aldandım” dedi. 17“Sonra da onları her yönden, önlerinden, arkalanndan, sağlarından ve sollarından kuşatıp hiç beklemedikleri yollardan sokularak tuzağa düşüreceğim. Sen onların çoğunu nimetlerine şükredenler olarak bulmayacaksın” dedi. “Sonra da onları her yönden, önlerinden” kuşatıp âhiret hayatı hakkında şüpheye düşüreceğim, “arkalanndan” çevirip dünyaya düşkünlüklerini artırmaya gayret edeceğim, “Sağlarından” onların iyilik yapma taraflarından sokularak yapacağımı yapacağım “ve sollarından” yani kötülük işlemeleri tarafından “sokularak tuzağa düşüreceğim, dedi.” Burada, “sollar” kelimesi, “sol” kelimesinin çoğuludur. Yani genelde düşmanların birine saldırmaları için nasıl ki, onları dört bir taraftan kuşatırlarsa, “İşte ben de onları böylece kesin ve mutlak manada her taraftan kuşatarak kendilerini kurduğum tuzağıma düşüreceğim” demektir. Şakik-i Belhî diyor ki: “Hemen her sabah şeytan beni dört bir taraftan gözetlemeye başlar; Önce taraftan bana sokulur ve der ki: “Sakın korkmayasın. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyip merhamet edendir.” Onun bu telkini karşısında ben hemen şu mealdeki âyeti okurum: “Şurası bir gerçektir ki, ben, tevbe eden, îman eden ve sâlih amel işleyen ve böylece doğru yolda giden kimseyi bağışlarını.” (Ta-Ha, 82). Bu ilk hareketinde başaramayınca bu defa ikinci hamleyi yapar,ban arkamdan sokularak,beni gelecek endişesiyle korkutur. Ben de hemen şu mealdeki âyeti okurum: “Yeryüzünde debelenen her canlının rızkı sadece Allah'a âittir.” (Hûd,6) Bu ikinci hamlesinde de başanlı olamayınca bu defa üçüncü bir atağa geçer ve sağımdan girerek, beni övmeye, iyiliklerimi sayıp-dökmeye başlar. İşte ben de bunun üzerine şu âyeti okurum: “Güzel bir son muhakkak sorumluluk bilincinde olan takva sahiplerinindir.” (Â'raf,128) İblîs denen şeytan bu atağında da başanlı olamayınca bu defa solumdan, şehevi duygularını noktasından bana yaklaşır ve neni böylece ayartmaya çalışır. Ben de hemen şu âyeti okurum: “Artık, tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzu duydukları şey arasına set ve perde çekiIir.” (Sebe', 54).” Onların “şu, şu yönlerinden kendilerine sokulurum,” dediği hâlde, “onların üstlerinden ve altlarından girerim-sokulurum” dememiştir. Çünkü bu yerler Rahmet ve secde yerleridir. Bir de ilk iki maddede, “Min” cer edatı kullanılmıştır. Bu edat başlarıgıç noktasını belirleyen bir edattır. Son iki maddede ise, “An” cer edatı kullanılmıştır. Çünkü bu edat, inhirafa, bozulmaya delalet eder. “Sen onların çoğunu nimetlerine şükreden bulmayacaksın, dedi.” İnananlar olarak bulmayacaksın.. İblîs bunu zan ve tahminine dayanarak söylemiş ise de, bu zannında isabet etmiştir. Çünkü bir âyette şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun İblîs, onlar hakkındaki tahminini doğru çıkardı.” (Sebe', 20) Veya bizzat yüce Allah'ın bunu meleklere haber vermesi üzerine o da meleklerden duymuş olabilir. 18Allah, İblîse: “Çık-git oradan rezil! Aşağılanmış ve kovulmuş bir hâlde ayrıl oradan! Andolsun ki, onlardan kim senin ardından gelecek olursa şunu iyice bilmelisiniz ki, mutlaka cehennemi sizinle dolduracağım” diye buyurdu. Cennetten veya gökten, bulunduğun konumdan çık git! Ayıplanmış, Allah'ın rahmet ve merhametinden kovulmuş biri olarak uzaklaş behey rezil ve aşağılık varlık. Arapçada, (.......) ayıp ve noksanlık manasınadır. “Andolsun ki onlardan kim senin ardından gelecek olursa şunu iyice bilmelisin ki, mutlaka cehennemi sizinle dolduracağım',diye buyurdu.” (.......) deki (.......) harfi burada Kasem-yemin manasınadır. Bunun cevabı ise, (.......) cümlesidir. Bu da şartın cevabı yerine geçen bir ifadedir. “sizden” burada “Senden ve onlardan” manasında olup, muhatap zamîrine burada üstünlük tanınmış oldu. 19Ey Âdem! Sen ve eşin cennet'e yerleşin! Ve dilediğiniz yerden yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz. 20Ancak şeytan, her ikisini de çekemeyerek o güne kadar ikisinin farkında olmadığı avret yerlerinin çıplakliğinı kendilerine göstermek için onlara alçak bir sesle fısıldayıp vesvese verdi ve: “Rabbinizin bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi. Vesvese: Bir kimsenin yavaş bir şekilde ve etrafa duyulmayacak tarzda konuşması,demektir. Kısaca kişinin sözlerini yavaş yavaş ve sakin bir şekilde tekrar etmesi halidir. Bu bakımdan vavm fethasıyla müvesves adam, denmez. Ancak vav harfinin kesresiyle olmak üzere müvesvis adam,denir. Yalnız kendi adına vesvese yapılan için, (.......) denir, başkasına bu manada telkinde bulunan kimseye de, “Vesvese yapılan, vesveseye maruz bırakıları” demektir. Yani kendisine fısıldama yoluyla vesvesede bulunulan adam, anlamındadır. Diğer taraftan, (.......) demek, vesveseyi o kimse adına, onun için işledi, vesvesede bulunuldu, denilir. (.......) ise, başkasına vesvese de bulundu, demektir.” .... o güne kadar her ikisinin farkında olmadığı avret yerlerinin çıplakliğinı kendilerine göstermek için,” Her ikisine de avret yerlerinin açık hâlini göstermek için,... İşte âyetin bu kısmından anlıyoruz ki, kişinin avret yerlerini açması gerçekten oldukça büyük bir günah ve ayıptır. Çünkü delil bu ayettir. Kaldı ki, çıplaklık veya avret yerlerini açmak insanın ne doğasına ve ne de aklına uygundur. İnsan aklı ve karakteri böyle adi bir şeyi yadırgar. Eğer, (.......) kelimesindeki (.......) harfine ne diyeceksin? Neden , bu harf “Hemze” harfine dönüştürülmedi? Nitekim “Vâsıl” kelimesinin İsm-i tasğiri-küçültme sıfatı, (.......) olarak gelmiştir, Halbuki bu kelimenin aslı, (.......)dır. Burada iki vav harfinin bir arada hoşnutsuzluk doğuracağı gerekçesiyle ve böyle bir durum oluşmasın için, ilk vav harfi Hemze harfine dönüştürülmüştür.” Şimdi sen buna ne diyeceksin, çünkü (.......) kelimesinde böyle yapılmamıştır, neden diye soracak olursan, buna cevabım şöyle olur: Aslında, buradaki ikinci vav harfi med harfidir. Tıpkı, (.......) kelimesinin elif harfi gibi. Nasıl ki hemze harfinin hazfı, (.......) kelimesinde gerekli görülmemişse, aynı şekilde, (.......) kelimesinde de bu açıdan gerekli görülmemiştir. Bunun da sebebi, eğer bir kelimede iki vav harfi de harekeli olursa, bunda görülecek ağırlık, kendisinde İki vav harfi bulunup da, bunlardan biri sakin olana göre çok daha fazladır İkincisinde dilde fazlaca bir zorluk oluşturmamasına karşılık birincisinde daha fazla bir zorlanma görülecektir. Aslında işin bu yönü de zaten zaruret gereği anlaşılacaktır. Dolayısıyla nerede dilde bir ağırlık oluşturuyorsa, orada vav harfi hemzeye dönüştürülür. Böyle bir zorunluluğun olmadığı yerde de buna gidilmez. Fakat Abdullah b. Mesut, vav harfini hemzeye kalb ederek, (.......) olarak okunmuştur. Ancak Nahhas böyle bir kırâati: tesbit etmemiştir. “Rabbinizin bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı dedi.” İyilikleri ve kötülükleri bilebilen ve gıda alma gereğini duymayan iki melek olmanızı istemediğinden veya ölümsüz olanlardan olup her ikinizin de cennet içinde ebedî olarak kalmanızı dilemediğinden,diyerek onları tuzağa düşürdü. Bir de Âyetteki, “İki melek” kelimesi, (.......).” İki melik” olarak da okunmuştur. Gerekçe olarak da şu âyet gösterilmiştir: “Ey Âdem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi? dedi.” (Tâ Hâ,120) 21“Bir de onlara: Ben, size söylediklerimle ve bu konuda bildiklerimle öğütte bulunuyorum, diye de yemin etti.” Burada dikkat edilecek olunursa, İblîsin yaptığı yemin kipi Mufaale babından kullanılmıştır. Bilindiği gibi Mufaale babının binası müşareket içindir. Her ne kadar yemin yapan sadece İblîs ise de, Hazret-i Âdem ile Hazret-iHavva da onun bu yeminin tasdik ederek bir bakıma doğrulamışlardır. Bu itibarla sanki yemin iki karşılıklı kimseden meydana gelmiş gibidir. 22Bu şekildeki bir tuzakla onları yanılttı. Onlar da kendilerine yasaklanmış ağacm meyvesinden tadınca, edep yerlerinin çıplak olduğunu farkettiler ve cennet ağaçlarının yapraklarıyla edep yerlerini kapatmaya başladılar. Bunun üzerine Rableri kendilerine: “Ben size, o ağaçtan men etmedim mi? diye sizi uyarıp ve şeytan sizin için apaçık bir düşmanınızdır dememiş miydim?” buyurdu. “Bu şekilde bir tuzakla onları yanılttı.” İblîs yaptığı yeminle her ikisini de aldatıp tuzağa düşürdü.Yasaklarıan ağacın meyvesinden yemelerine onları ikna etti. Zaten mü’min kimse, kendisine Allah adına and verilince buna hemen inanır. Nitekim Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah (radıyallahü anh): “Kim bize Allah adın and vererek bizi yanıltıp aldatırsa biz de onun aldatmasına Allah adına aldanırız” der. Bak. Hilyetu’l-Evliya, 1/295. “Onlar da kendilerine yasaklanmış ağacın meyvesinden tadınca,” Yasaklarıan ağacın meyvesinden alıp onu tattıklarında ki bu, buğday veya üzüm olabilir, “hemen o andan itibâren edep yerlerinin çıplak olduğunu farkettiler” kapanık olan üstlerinin, üzerindeki elbise durumundaki giysinin yok olmasıyla avret yerleri hemen açılıp meydana çıkıverdi. Halbuki yasaklı ağacın meyvesinden yemeden önce ne kendileri ne de biri diğerinin avret, yerlerini görmüyordu. Anlatıldığına göre yasaklı ağacın meyvesinden yemeden önce avret yerlerini kapatan giysileri tırnak türünden imiş. Yani âdeta beyazlıkta tıpkı tırnağa benzeyen ve fakat oldukça latif ve yumuşak olup sertlikleri yokmuş. İşte yüce Allah'ın verdiği bu nimeti sırf hatırlasınlar için, bu elbisenin kaldırılmasıyla sadece tırnaklar bırakılmış ki, o gerçeği ansınlar da pişmanlık duysunlar, istenmiştir, “ve cennet ağaçlarının yapraklarıyla edep yerlerini kapatmaya başladılar.” Arapçada, (.......) fiili yardımcı fiil olup, “başladı” anlamındadır. Bu itibarla, (.......) demek, “....kapatmaya başladılar” manasınadır. Böyle Âdem ve Havva, avret ya da edep yerlerini kapatmak için incir ve muz yapraklarıyla yaprakları üst üste koyarak kapatmaya gayret ediyorlardı. Tıpkı ayakkabıyı onanp açık yerlerini kapatmak gibi. “Bunun üzerine Rableri kendilerine: Ben size, o ağaçtan men etmedim mi? diye sizi uyarıp ve” Bu, yüce Allah tarafından onların azarlanması, itâbıdır. Yaptıkları yanlış yüzünden bir uyandır. Anlatıldığına göre, yüce Allah Âdem'e: “Şu ağaç dışındaki tüm cennet ağaçlarından yiyip faydalarıabilirsin, diye sana ikram ve ihsan da bulunmadım mı?” demiş. Âdem de, “Kesinlikle söyledin. Ancak ben, hiçbir kimsenin yalan yere senin yüce ismini kullarıarak birini aldatacağını sanmazdım. Ben işte buna aldandım” dedi. Yüce Allah da: “İzzetim ve zatım adına yemin ederim ki, bundan böyle kesin olarak seni yeryüzüne indireceğim. Artık orada kolay bir şekilde değil, elinin gücü ve alın terinle çalışıp çok ağır şartlarla geçimini sağlayacaksın” buyurdu. Bundan sonra yeryüzüne indirildi, kendisine demircilik sanatı öğretildi. Ekin ekmesi, ziraat yapması emrolundu ve oda böylece toprağı ekip biçmeye, sulamaya, hasadetmeye, harman yapıp dövmeye, danelerini başaklarından aymp un öğütmeye,hamur yoğurmaya ve ekmek pişirmeye başladı.” şeytan sizin için apaçık bir düşmandır, dememiş miydim?'buyurdu.” 23“Her ikisi de: Rabbimiz! Emrine karşı gelip şeytanın sözlerine kanmakla biz kendimize yazık ettik! Eğer bizim kusurumuzu bağışlamaz, rahmet ve merhametinle bizi esirgemezsen, mutlaka hüs rana uğrayanlardan olacağız” dediler,” İşte bu âyet Mu'tezile aleyhine ve bizim lehimize olmak üzere delilimizdir. Çünkü Mu'tezile mezhebi mensupları işlenen küçük günah ve hataların bağışlanmış olduğunu, bunlardan sorumluluk olmayacağını savunuyorlar. 24Allah: “Hepiniz cennetten kiminiz kiminize düşman olarak derhal inin! Yeryüzünde bir süre için karar kılabileceğiniz bir yer ve geçiminizi sağlayabileceğiniz şeyler var” buyurdu. Buradaki hitap Âdem ile Havva'yadır. İki kişi oldukları hâlde âyette çoğul kipi kullanılarak, “Hepiniz” inin buyurulmuştur. Halbuki İblîs daha önce kovulmuş ve bulunduğu yerden inmişti. Ola ki İblîs ilk inişinde bulunduğu konum ve yerden semâya inmiş olabilir. Buradan da hepsi birlikte yeryüzüne inmiş olabilirler. Bunların hepsi ihtimal dahilindedir. “Kiminiz kiminize düşman olarak” (.......) cümlesi burada hâl yerinde gelmiştir. Yani birbirinize karşı düşmanlar olarak, anlamındadır. Çünkü İblîs Âdem ile Havva'ya düşman olduğu gibi o ikisi de ona düşman idiler. “Yeryüzünde bir süre için karar kılabileceğiniz bir yer” bir istikrar ya da kalabileceğiniz yer “ve geçiminizi sağlayabileceğiniz şeyler var'buyurdu.” Ecel vaktiniz gelene kadar, sizin ihtiyaçlarınızı karşılayacağınız şeyler orada var. Sabit el-Bünanî'den rivâyete göre demiştir ki: “Hazret-i Âdem yere indikten sonra ölüm vakti geldiğinde, melekler çevresini kuşattılar. Bu arada Hazret-i Havva da onların etrafında dolanıp durmaya başladı. Bunun üzerine Hazret-i Âdem, eşi ve annemiz Hazret-i Havva'ya, “Rabbimin meleklerini rahat bırak! Benim başıma her ne gelmiş ise, hepsi de senin yüzünden gelmiştir” dedi. Âdem, ölünce, melekler kendisini su ve sidir ya da hünnap ile yıkadılar. Yıkama işini tek yaptılar (bir, üç, beş gibi). Aynı şekilde kendisini tekli pları bir kefen ile sarıp sarmaladılar, mumyaladılar. Ona bir mezar kazdılar ve kendisine bir lahit yapıp onu Hindistan'da Serendip (Seyları Srilarıka adası) denilen: yerde defnettiler ve Âdem'in çocuklarına da: “İşte bu, ondan sonra sizin uygulamanız gereken sünnetiniz, yolunuz ve uygulamanızdır” dediler. 25“Yine Allah: Orada” Yeryüzünde “yaşayacak,orada ölecek ve defnolunacaksmız. Kıyamet gününde de oradan diriltilip çıkarılacaksınız'dedi” Kıyamet gününde ödüllendirilmek veya cezâlarıdırılmak için yeniden diriltilip katımızda hesaba çekileceksiniz, buyurdu. Kırâat imâmlarından Hamza ile Ali Kisâî “çıkarılacaksınız” kelimesini, “çıkacaksınız” şeklinde okumuşlardır. 26Ey Âdemoğulları! Size avret yerlerinizi kapatacak giysiler ve bir de süslenmeniz için elbiseler var ettik. Ancak takva denilen îman ve sâlih amel elbiseleri en üstün ve en hayırlı elbisedir. İşte bu, Allah'ın kudret ve rahmetini gösteren mu'cizelerindendir ki belki de onlar bu gerçekleri düşünüp ders çıkarırlar. “Ey Âdemoğulları! Size avrat yerlerinizi kapatacak giysiler” Gökten yere indirilenden şeylerden size edep yerlerinizi örtecek şeyler “ve bir de süslenmeniz için elbiseler var ettik.” Bilindiği gibi her şeyin aslının su olması itibariyle, edep yerlerinin örtülmesi için indirilen ya da var edilen şeyler de sudandır, “süslenmek için elbiseler...” ifadesi, kuş tüyünden yani diye geçen ifadeden alınmadır. Zira kulların süsü onların tüyleridir, süsleridir. Yani yüce Allah şöyle buyuruyor: “Biz, size iki tür elbise indirdik. Bunlardan: biri ile, kapanması gereken edep yerlerinizi örtersiniz. Biri ile de süslenirsiniz.” : “Ancak takva denilen îman ve sâlih amel elbisesi en üstün ve en hayırlı elbisedir.” İnsanı cezâdan koruyan vera ya da takva giysisi çok daha üstündür. Burada, “Takva elbisesi” ifadesi mübtedadır. Bunu haberi de, “en üstün...” cümlesidir. Sanki burada şöyle denir gibidir: “Takva elbisesi, işte o en hayırlıdır.” Çünkü işaret isimleri söz konusu edilen şeye râci olduğu takdirde zamîrlerle ifadesi daha bir yerinde görülmektedir. Ya da burada, (.......) işaret ismi, mübtedanın sıfatıdır. (.......) ise mübtedanın haberidir. Burada âdeta şöyle denmektedir: “Söz konusu olunan,'takva elbisesi'en hayırlısıdır.” Veya “Takva elbisesi” mahzûf mübtedanın haberidir. Yani: “O'dur takva elbisesi.” Kısaca, edep yerlerini kapatmak, aslında Îman sâhibi ve sâlih amel işleyen kimselerin elbisesidir. Daha sonra ise, “İşte bu elbise çok daha hayırlıdır” buyurdu. Söylendiğine göre takva ehli denilen îman sâhibi ve sâlih amel işleyen, kısaca Allah'ın emirlerine bağlı ve yasaklarından da uzak duran kimselerin giysileri yünden, sert ve kaba olan şeylerdendir. Bir de, (.......) ifadesini kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer, İbn Âmir ve Ali Kisâî, (.......) kelimeleri üzerine atfederek mensûb olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Yani: “Size takva elbisesini de indirdik.” “İşte bu, Allah'ın kudret ve rahmetini gösteren mu'cizelerdir ki belki de onlar bu gerçekleri düşünüp kendilerine bir deriş çıkarırlar.” İşte bu, yüce Allah'ı kullarına karşı merhametinin ve fazlının bir delili ve delilidir. Belki bu sayede kullar da Allah'ın nimetini azametini ve büyüklüğünü böylece görüp takdir ederler. İşte bu âyet, kişinin edep yerlerinin açılmasından sonra, açıları bu yerleri kapatmak maksadıyla toplarııları yaprakların hemen sonrasında bu giysilerden bahsedilmiş olması âdeta sırf bunu anlatmak için zikredilmiş gibidir. Böylece yüce Allah tarafından kendileri için var edilen ve kendilerine bahşedilen bu elbiselere karşılık minnet duygularını açığa vurmaktır. Çünkü açıklık ve çıplaklıkta rezalet vardır. Dolayısıyla tesettürde yani edep yerlerini açmayıp kapatmakta ise Allah korkusu vardır ve bu da takva ile anlatılmaya çalışılmaktadır. 27Ey Âdemoğulları! Şeytan, babanız Âdem ile Havva'yı ayartıp tuzağa düşürüp nasd her ikisini de çirkin yerlerini kendilerine göstermek için cennetten çıkarmaya sebep olmuş ise, sizi de Allah'a îman etmekten ve taattan saptırmasın. Şüphesiz şeytan, ordusu ve yardımcıları sizin kendilerini göremediğiniz ve beklemediğiniz yerlerden sizi görür, bekler ve tuzaklarına düşürürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık. Nasıl ki ebeveynleriniz olan Âdem ile Havva'nın- cennetten çıkanlmasma sebep olmuş ise, sizin de oraya girmemeniz için sizi saptırmasın ve aldatmasın. Her ikisinin de edep yerlerini kapatan elbiselerini soymaya sebep olarak böylece cennetten atılmalarına yol açtı. Çünkü buna asıl sebep olan şeytandır. Buradaki yasaklama görünürde her ne kadar şeytana ise de, mana itibariyle yasaklama aslında Âdemoğullarınadır. Yani: Ey Âdemoğulları! Sakın şeytanın izinden gidip de onun dediklerini uygulamayın. Aksi takdirde sizi tuzağa düşürür, saptınr.” (.......) ifadesi burada hâldir. Yani giysilerini üzerlerinden soyarak onları oradan çıkardı.” “Şüphesiz Şeytan, ordusu ve yardımcıları sizin kendilerini göremediğiniz ve beklemediğiniz yerlerden sizi görür, bekler ve tuzağına düşürürler.” Burada, (.......) şan ve dikkat çekme zamîridir. “Bizzat kendisi sizi görür” ifadesi, yasaklamanın asıl nedenine dikkat çekiliyor. Çünkü şeytan âdeta kendisine mudarada bulunulan-yalâkalık yapılan düşman konumunda olduğundan, onun tuzağına düşmemek,fitnesine kapılmamak bakımından bir uyandır. Çünkü sizler hiç farkında bile olmaksızın nereden ve hangi şekilde sizi avladığını, tuzağına düşürdüğünü bile sezemezsiniz. (.......) Şeytanın soyundan gelenler veya şeytanlardan oluşmuş İblîs orduları manasınadır. Bu, ayrı, zamanda (.......) daki zamîr üzerine atfolunmuştu, ki bu zamîr aynı zamanda, (.......) zamîri ile tekit olunan bir zamîrdir. Ancak, (.......) bü zamîr üzerine ma'tûf değildir. Çünkü fiilin mamulü, meydanda olanın-bariz olanın dışında gizlidir. Dolayısıyla bu da fiilin mamulü olan, (.......) cümlesine ma'tûftur. Zünnun Mısri (Öİ.248/862) der ki: “Mademki senin onu göremeyeceğin yerlerden o seni görüp tuzağına düşürmek istiyor. O takdir de sen de, kendisin, her an ve her yerden gören ve fakat Şeytanın kendisini görmediği zattan yardım iste! Ki O da, ikramı bol olan kerem sâhibi, hataların üzerlerini fazlasıyla örtüp gizleyen, çok merhamet sâhibi olup merhamet eden ve işlenen hataları ve kusurları çok çok fazlasıyla bağışlayan, affeden yüce Allah'tır.” “Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.” İşte âyetin bu kısmı aynı zamanda yüce Allah'ın kullarının fiillerini de yarattığına ilişkin bir delildir. 28Her türden putperestler, Ka'benin çevresini çıplak olarak tavaf etmek, ilahi mesajı reddetmek gibi büyük ma'siyetlerden herhangi birini işlediklerinde hemen: “Atalarınıızı da bu yol üzere bulduk ve kaldı ki bizzat bu kötülükleri işlememizi de bize Allah emr etti” derler. De ki: “Allah asla kötülüklerin işlenmesini emretmez. Yoksa siz doğruluğu hakkında hiçbir bilgi sâhibi olmadığınız bir konuda Allah adma mı konuşuyorsunuz?” Günahlardan en çirkin olanını işledikleri zaman, Meselâ Beytullah'ı çırılçıplak hâlde tavaf etmek ve Allah'a ortak koşmak gibi bir fiili işlediklerinde hemen: “Atalarınıızı da bu yol üzere bulduk ve kaldı ki bizzat bu kötülükleri işlememizi de bize Allah emretti, derler.” Bu tip kimseler böyle bir büyük ve iğrenç fiili işlediklerinde, hemen, “daha önce geçen atalarınıız da böyle yaparlardı” mazeretine sığınırlar ve onların yolunu izleyip onları model olarak alırlar. Bir de bu gibi şeyleri yapmamızı bize aslında Allah kendisi emretti ve bizim bu şeylerde kararlıliğimızı sürdürmemizi bizden O istedi, eğer Allah bizim bu yaptıklarınıızdan hoşlanmasaydı ve buna nzası olmasaydı, kesinlikle bizi bundan bir başka şeye taşır ve yönlendirirdi, gibisinden bahanelere yapışırlardı. Ancak her iki bahaneleri de bâtıl, geçersiz ve anlamsızdır. Çünkü ilk gerekçeleri, yani atalarını üzerinde buldukları yolu devam ettirdiklerini öne sürmeleri sadece câhilleri körü körüne taklitten -başka bir şey değildir. İkinci bahaneleri yani, bize bunları yapmamızı emreden tarzındaki bahaneleri Celal ve Azamet sâhibi, yüce Allah'a karşı uydurulan bir iftiradan başka bir şey değildir. “De ki: Allah asla kötülüklerin işlenmesini emretmez.” Çünkü emrolunan şeyin mutlaka iyi ve güzel olması gerekir, Gerçi bunlar arasında da dereceler Ve mertebeler açısından farklılıklar olsa bile yine de emredilen şeylerin iyi ve güzel olması icabeder. Kaldı ki işin bu yönü Fıkıh Usulünde de zaten ele alınıp etraflıca anlatılmıştır, oradan da öğrenilebilir. “Yoksa siz doğruluğu hakkında hiçbir bilgi sâhibi olmadığınız bir konuda Allah adına mı konuşuyorsunuz?” Âyetteki soru edatı, inkâr anlamında olup onları da azarlayıp kötü niyetlerini göstermektedir. Yani siz öylene iğrenç varlıklarsınız ki, kötülüklerinize Allah'ı bile alet ediyorsunuz, ne iğrenç mahlûklarsınız, demektir. 29De ki: Rabbim, sadece adaleti ve doğruluğu emretmiştir. Her namazınız ve kulluğunuzda yönünüzü ve yüzünüzü sadece ve sadece Beytullah'a çevirin. Dua,taat ve ibâdet ya da kulluğunuzda samimi olarak, içtenlikle yalnızca O'na yaslanın. Kaldı ki sizi Uk olarak nasıl ki yokluktan var edip yaratmış ise, sizi yeniden diriltecek olmakla da katına gideceğiniz de O'dur. “De ki: Rabbim, sadece adaleti ve doğruluğu emretmiştir.” Adaleti ve her akıllı kimse tarafından kabul göreceği iyi ve güzel olan şeyleri emreder. O bunları emrederken nasıl olur da, kötülükleri emreder? Böyle bir şey Allah için asla vaki değildir. “Her namazınız ve kulluğunuzda yönünüzü ve yüzünüzü sadece ve sadece Beytullah'a çevirin. Dua, taat ve ibâdet ya da kulluğunuzda samimi olarak, içtenlikle yalnızca O'na yaslanın.” Ve “De ki: yüzünüzü ve yönünüzü yalnızca O'ndan yana koyun. İbadet ya da kulluk görevlerinizde dürüst olarak sadece Allah'a yönelin ve Ona yaslanın. Her secde, ibâdet ve kulluk anında Ondan yana dönün, Onu bırakıp başkalanna yönelmeyin. Yahut da başka yerleri ve şeyleri mabet ve ma'bût haline sokmayın, onlara yönelip değer vermeyin. Böylece Allah'ın rızasını, yapacağınız iyi ve güzel şeylerle, ibâdet ve taatle istemeye ve aramaya çalışın. “Kaldı ki sizi ilk olarak nasıl ki yoktan var edip yaratmış ise, sizi yeniden diriltecek olmakla katına gideceğiniz de O'dur.” Nasıl sizi hiç yoktan yaratmış ise, yeniden de diriltip huzurunda hesaba çekecektir. Yüce burada, “İnsanların hiç yoktan ilk yaratılışlarını,yeniden dirilip hesap gününe inanmayanlar aleyhine delil olsun için bu noktaya işaret buyuruyor. İşte bu itibarla mana şöyle olmaktadır: “Yüce Allah kesin olarak sizi yeniden diriltecek ve yapıp ettiklerinizin hesabım vermek üzere de sizi hesaba çekecektir. O hâlde ibâdet ve kulluk görevlerinizde Allah'a karşı ihlas ve samimiyetle davranın.” 30Kiminiz müslüman olarak doğru yolu seçtiniz. Kiminizin de sapıkliği tercih etmeniz sebebiyle artık dalalette kalmaları kaçınılmaz oldu. Çünkü bunlar Allah'ı bırakıp kesin olarak şeytanları veli edinirler. Bir de kesinlikle doğru yolda olduklarını sanacaktırlar. Birinci guruptakiler müslüman olanlardır. İkiciler ise kâfirlerdir. “Çünkü bunlar” kendileri için dalalette kalmaları kaçınılmaz olanlar “Allah'ı bırakıp kesin olarak şeytanlara-şeytanları veli edinirler. Bir de kendilerinin doğru yolda olduklarını sanacaktırlar.” İşte bu âyet hidâyete, doğru yola erdirme ve dalalette bırakma konusunda Mu'tezile mezhebinin aleyhine, bizim lehimize delildir. 31Ey Âdemoğulları! Her namazınızda olsun, tavafınızda olsun, giyinip süslenin ve avret yerlerinizi de kapatın! Yiyin, için, ancak israf ve etmeyin. Şüphesiz Allah israf edenleri sevmez. Her namaz kılışınızda süs ve ziynet giysilerinizi giyin. Burada ziynetten kasıt, tarak, güzel koku-esans manalarınadır. Sünnete-uygulamaya göre olması gereken şudur: Bir müslüman namaz kılması için güzel ve temizlik bakımından en güzeli ne ve nasıl olması gerekiyorsa onları yerine getirmeye gayret etsin. Çünkü namaz kulun Rabbine karşı yakan şı ve müriacatı dernektir. Bu itibarla da süslenip temizlenmek güzel kokular sürünmek müstahap-yerinde bir davranıştır. Nitekim tesettür yani örtünmek de farzdır. İster et olsun, ister içyağı olsun “Yiyin, için, ancak” haram olan şeylere kaçarak veya oburca yiyerek “İsraf etmeyin. Şüphesiz Allah israf edenleri sevmez.” Abdullah b. Abbâs -Allah her ikisinden de râzı olsun- diyor ki: “Dilediğini ye, istediğini iç ve arzu ettiğini de giyin. Sakın iki haslet-özellik seni yanlışa ve hataya düşürmesin. Biri israf denilen aşırı manadaki savurganlık, diğeri ise büyüklenip kendini beğenmektir, kibirdir.” Harun Reşidin, alanında oldukça uzman ve fakat Hıristiyan dinine mensup bir hekimi vardı. İşte bu hekim Ali b. Hüseyin b. Vakid'de: “Sizin Kitabınız Kur'ân'da tıp ilmi ile alâkalı hiçbir şey yok..Halbuki ilim-bilimler bedenlerle ilgili olanlar ve dinlerle alâkalı olanlar diye iki gurupta incelenirler” demesi üzerine, Ali b. Hüseyin b. Vakid de ona: “Yüce Allah, tıp bilimiyle alâkalı olan tüm bilgileri yüce Kitabı'nm bir tek yanın âyetinde toplayıp formüle etmiştir: “Yiyin, için ve fakat israf etmeyin” diye bu ayetle cevap vermiştir. Bu defa Hıristiyan hekim, “tıp konusunda sizin peygamberinizden herhangi bir rivâyet yapılmamıştır. Buna ne dersin?” sorusu üzerine de Ali şu cevabı verir: “Peygamberimiz çok kısa ve özlü ifadeleriyle bunları bir araya getirmiştir. Nitekim şu ifade Resûlüllahnden (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuya örnektir; “Mide, her hastaliğin evi-merkezidir.” “Her devanın, iyileşmenin başı-temeli perhiz ve diyettir.” , “Her bedene, neye alıştırmış isen, sadece onu ver.” Hıristiyan doktor Ali b. Hüseyin b. Vakid'den bu cevapları alınca der ki: “Ne sizin Kitabınız Kur'ân ve ne de sizin peygamberiniz büyük hekim Calinus'a tıp alanında bir şey bırakmamışlar.” (Rivâyetler için bak. İbn Hacer, “Ben bunu bulamadım” diyor. Haşiyetu'l-Keşşaf;2/100. Makasıd, s:389'da şöyle diyor: Bu sun ifadenin Resûlüllah'a ref'i yani vardırılması sahih-doğru değildi): Aksine bu ifade, bir Arap doktor olan Haris b. Kelde'nin veya bir başkasının sözü olabilir. Bunun için bak, Keşfu'l-Hafa,2/297-298. Bk. Bağdadî, Tıbbu'n-Nebevî, s:69ve262. Thk. Yûsuf Budeyvî.) 32De ki: Allah'ın kulları için var ettiği her tür güzelliği-süsü, rızkın iyi, temiz ve helâl olanını kim haram kıldı? De ki: Bütün bunlar dünyada iken öncelikle îman edenlere âittir. Kıyamet gününde ise özellikle îman edenler içindir. İşte bilen bir toplum için Biz, helâl, haram, din gibi ilahi mesajla ilgili her konuyu böyle etraflı bir şekilde açıklayıp gözler önüne sereriz. İster giysiler olsun, ister güzelleşmeyi sağlayan şeylerin tamamı olsun, hepsinin aslını topraktan var eden Allah olduğuna göre bunları kim haram kılabilir? Çünkü topraktan pamuğu, ipek böceğinden de ipeği yaratan O'dur. Nitekim yiyecek ve içecek türünden olan şeyleri de yasaklayan kim?Anlatıldığına göre inkârcılar ve müşrikler bir şeyi haram kıldıklarında, koyunu ve ondan elde olunan et, yağ ve sütünden elde olunan şeyleri haram kılarlarınış. “De ki: Bütün bunlar dünyada iken öncelikle îman edenlere âittir.” Sadece iman edenlere değil, aksine bu gibi şeylerde Allah'a ortak koşan müşrikler de mü’minlerle ortaktırlar. Ancak “Kıyamet gününde ise özellikle îman edenler içindir,” Çünkü kıyamet gününde müşrikler artık bu şeylerde mü’minlerle ortak değiller. Eğer ayete iyice dikkat edilirse Rabbimiz burada, “Îman edenlerle onlardan başkalan için” buyurmadı. Yüce Allah îman edenler ve başkalan için” demedi. Bunların asıl olarak îman edenler için yaratıldığını tembih etmek için. Kâfirler ise bu konuda mü’minler tâbidir. Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kelimesini merfû' olarak okumuştur. Bu manada mübtedadır. (.......) ise haberidir. (.......) cümlesi de haberin zarfıdır. Ya da, (.......) kelimesi, ikinci haberdir veya mahzûf bir mübtedanın haberidir ki o da, “Hiye” zamîridir. Bu cümle, (.......)olur. Diğerinin mensûb oluşu ise, zarftaki zamîr -ki bu haberdir- den hâl olması cihetiyledir. Bu bakımdan mana şöyle olur: “O şeyler kıyamet gününde bizzat inanlara âit olmakla birlikte aynı zamanda dünya hayatında da mü’minler için var olmuştur.” “İşte” yüce Allah'ın şerikinin olmadığını “bilen bir toplum için Biz, helâl, haram, din gibi ilahî mesajla ilgili her konuyu böyle etraflı bir şekilde açıklayıp gözler önüne sereriz.” 33De ki:Şüphesiz Rabbim, açığı olsun, gizlisi olsun iğrenç ve utandırıcı olan her kötülüğü, büyük ve küçük günah ve ma'siyetlerin her çeşidini, haksız yere insanlara tecavüz edilip zulmedilmesini, kendisinden başkasına tapımhnası hakkında herhangi bir delil indirmediği kimseye veya güçlere ilahlık tanınmasını ve bilmediğiniz konular hakkında Allah adına olmayacak şeyler uydurmanızı, Allah haram kılmıştır. Kırâat imâmlarından Hamza b. Habib (Ebû Amare) “Ye” harfinin sükûnu ile, (.......) ifadesini, (.......) olarak okumuş, diğerleri ise, (.......) okumuşlardır. (.......) cümlesi nasb mahallindedir. (.......) fiilini şeddesiz olarak İbn Kesîr Mekki, Ebû Amr ve Ya'kûb (.......) şeklinde okumuşlardır. Sanki şöyle denir gibidir: “İğrenç ve kötü olan her şeyi haram kıldığı gibi ve Allah'a ortak koşulmasını da haram kılmıştır.” Diğer taraftan bir de bu ifade içerisinde onlarla alay ve dalga geçmek, aşağılamak manası da vardır. Çünkü yüce Allah'ın kendisine başka bir kimsenin veya gücün ortak koşulması için bir delil ya da delil göndermez ve indirmez. Çünkü bu, câiz olan bir şey değildir. Bir de Allah adına yalan uydurmak, iftira atmak, helâli haram ve haramı da helâl kılmak gibi şeyleri ileri sürmeniz de kesin olarak haram ve yasaktır. 34Her toplum ve insan için hayatta belirli bir süre tanınmıştır. İçinde ölecekleri süreleri dolunca ne bir an geriye erteleyebilirler ne de bir an öne alabilirler. Herkes ye her toplum; için belirli bir vakit var ki, îman etmemeleri hâlinde o vaktin gelmesiyle onların kökünü kazıyacak azap kendilerine gelecektir. Aslında bu tehdit Mekke'li müşrikleredir. Allah katında süresi bilinen azap, Mekkelilerin inanmaması durumunda, eski ümmetlerin başına gelen azap gelip kendilerini yakalayacaktır. “İçinde ölecekleri süreleri dolunca ne bir an geriye erteleyebilirler ne de bir an öne alabilirler.” Âyette bu süre “bir saat” kelimesiyle anlatılıyor ki, bu, herhangi bir durumda birine bir mühlet verildiğinde verilecek en az süre manasındadır. 35Ey Âdemoğulları! Sizin içinizden, size ilahî yasa olarak koymuş olduğum hükümleri anlatacak elçiler geldiği zaman, hemen onları doğrulayıp kendilerine itâat edin! Her kim de elçilere ve getirdikleri mesajlara uyar, Allah'ın emirleri ve yasakları doğrultusunda gayret eder, amelini ve durumunu düzeltirse, artık bundan böyle onlara hiç bir korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de. Size kitaplarınıı ve içindeki hükümleri okuyup anlatacak peygamberler... Bu âyette geçen, (.......) aslında (.......) dır. Şart manasını daha da pekiştirmek için (.......) edatına bir de, (.......) harfi eklenmiş bulunuyor.. Çünkü (.......) harfi de şart içindir. İşte böyle bir durumda bunlardan sonra gelen fiile şeddeli nun-Nunu sakile şeddesiz nun- Nunu hafife gelmesi gereği vardır. Nitekim burada da, (.......) dan sonra gelen, (.......) fiilin deki nun şeddeli-sakiledir. (.......) cümlesi, (.......) kelimesinin sıfatı olarak ref mahallindedir. Şartın cevabı ise, bundan sonraki, (.......) cümlesidir. “Her kim de elçilere ve getirdikleri mesajlara uyar, Allah'ın emirleri ve yasakları doğrultusunda gayret eder,” Allah'a ortak koşmaktan uzak durur, “amelini ve durumunu düzeltirse, artık bundan böyle onlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler de.” Kırâat imâmlarından Ya'kûb, üstünlü olarak, (.......) şeklinde okumuştur. 36Peygamberlere indirilen, içinde hüküm ve şerî'atleri taşıyan âyetlerimizi yalan sayanlar ve kibirleri sebebiyle onları kabule yanaşmayıp üstten bakarak îman etmeyenlere gelince, işte onlar cehennem ateşinde yanacakların ta kendileridir. Kaldı ki onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. 37Allah'a karşı oğul isnadında bulunarak, ortak koşarak veya şerî'at olarak göndermediği bir şeyi Allah adına yalan uydurarak iftirada bulunandan daha zâlim kim olabilir? Artık hayır ve şer, rızık ve ömür olarak kendilerine ne takdir edilmişse gelip onları bulacaktır. Nihayet ölüm melekleri olan elçilerimiz onların canlarını almak üzere kendilerine geldiklerinde onlara: “Allah'tan başka ma'bût edinip çağırdıklarınız ve kulluğunda bulunduğunuz tanrıla-rınız nerede hani?!” derler. Onlar da: “Bizi ortada bırakıp kaybolup gittiler, şu anda yerlerini de büemiyoruz” diyecekler. Ve böylece kendi aleyhlerine olmak üzere kâfir olduklarına ilişkin şâhitlikte bulunacaklardır. Yüce Allah'ın asla söylemediği bir şeyi Allah söyledi diye iftirada bulunandan veya Allah'ın söylediklerini yalanlayanlardan zulüm bakımın dan kim daha zâlim, gaddar ve şeni olabilir ki? “Artık hayır ve şer, rızık ve ömür olarak kendilerine ne takdir edilmişse gelip onları bulacaktır. Nihayet ölüm melekleri olan elçilerimiz” ölüm meleği ve onun yardımcıları olan elçilerimiz “onların canlarını almak üzere kendilerine geldiklerinde onlara: Allah'tan başka ma'bût edinip çağırdıklarınız ve kulluğunda bulunduğunuz tanrılarınız nerede hani?!'derler.” Âyette geçen (.......) edatı, gaye içindir. Yani: Onlar dünyada kendilerine takdir olunan şeyleri elde ettiklerinde ve hepsini yerine getirdikten sonra,... demektir. Ki bu (.......) edati, kendisinden sonra yeni bir konu içeren bir cümlenin geldiği bir edattır. İşte bu kelam veya cümle de, bir şart cümlesi olan, “elçilerimiz onlara geldiğinde” cümlesidir. “onların canlarını alırlar” ifadesi de, “elçiler” kelimesinden hâldir. Yani: “Onların canlarını alırken-alacakları bir sırada” “Nerede.... çağırdıklarınız” cümlesindeki (.......) edatı Mushaf hattmda-yazısında (.......) ile bitişik olarak-Mevsul hâlde yazılmıştır. Halbuki (.......) nın bitişik değil ayrı olarak yazılmaları gerekir. Çünkü (.......) burada ilgi zamîridir, mâ-i mavsuledir. Mana da şöyledir: “Nerede kendilerine kullukta bulunup ibâdet ettiğiniz ilâhlarınız?!” “Onlar da: Bizi ortada bırakıp kaybolup gittiler, şuanda yerlerini bilemiyoruz,” onları göremiyoruz,” diyecekler ve böylece kendi aleyhlerine olmak üzere kâfir olduklarına ilişkin şâhitlikte bulunacaklardır.” Kafirliklerini şâhitlik sözleriyle itiraf edecekler. Çünkü bir olayın gerçekliliği ancak şâhitlerle ve şâhitlikle gerçekleşebilir. 38Allah -veya melekler yoluyla Allah- âhirette kendilerine: “Gelin, ister cinlerden olun, ister insanlardan olun daha önce gelip geçmiş toplumların aralarına kâtilarak girin siz de cehenneme!” buyuracaktır. Cehenneme giren her bir gurup kendi yoldaşına lânet okur. Ne zamanki hepsi bir araya toplarııp cehenneme doluştuklarında, en son girenler kendilerinden önce oraya girmiş olanları göstererek onlar için diyecekler ki: “Rabbimiz! Şunlar var ya, işte asıl bizi yoldan çıkaranlar, saptıranlar onlardır. Bu bakımdan onların ateşteki azâbını fazlasıyla kat kat olarak ver!” Allah da: “Her biriniz için çok daha fazlasıyla kat kat azap olacaktır. Fakat siz bunu bilmiyorsunuz” diye buyuracaktır. Kıyamet gününde yüce Allah işte o kâfirlere. “Gelin, ister cinlerden olun, ister insanlardan olun daha önce gelip geçmiş toplumların aralarına kâtilarak girin siz de cehenneme! Buyuracaktır.” Yüce Allah cin ve insan kafirlerine böyle buyuracak. Âyetteki, “girin” hâl konumundadır. Manası da şöyle olur: “Kendileriyle arkadaşlık ve dostluk kurduğunuz kimselerin arasına kâtilmış olarak,..” (.......) burada, (.......) fiiline mütealliktir. “Cehenneme giren her bir gurup kendi yoldaşına” aynı inancı ve dini paylaşan kimselere, yoldan çıkanlara öncülükte bulunup kendilerine örneklik edenlere “lânet okur. Ne zamanki hepsi bir araya toplarııp cehenneme doluştuklarında, en son girenler” yer ve konum itibariyle en sön gelenler, lider ve baş kabul ettiklerine takılıp geriden gelen ayak takımları, “kendilerinden önce oraya girmiş olanları göstererek onlar için diyecekler ki:” Yani konum itibariyle kendilerinden öncekiler için -ki bunlar lider ve elebaşı takımıdırlar- şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Şunlar var ya, işte asıl bizi yoldan çıkaranlar, saptıranlar onlardır. Bu bakımdan onların ateşteki azâbını fazlasıyla kat kat olarak ver.'Allah da: Her biriniz için çok daha fazlasıyla kat kat azap olacaktır.'“ Yani öncülük eden, elebaşılılık yapanlar için o insanları azdmp saptırmaları için, onların peşinden gidenlerin de, onları örnek edinmeleri, bundan ötürü küfrü seçerek onların izinden gitmeleri yüzünden çok daha fazlasıyla azap olacaktır. “Fakat siz bunu bilmiyorsunuz'diye buyuraçaktır.” (.......) kelimesinin aslı, (.......) dur. Manası da: “Cehennemde onlara kâtilıp toplandıklarında, bir araya geldiklerinde, hep bir arada buluştuklarında” demektir. Bu kelimede, (.......) harfi, (.......) harfine idğam olundu ve bu idğam sebebiyle sakin hale getirildi. Sonrada başına bir vasl hemzesi getirildi. Ayrıca, (.......) kelimesi de hâldir. (.......) demek, “Elebaşılık, öncülük ettikleri için” demektir. Çünkü en son cehenneme girenler, kendilerine elebaşılılık yapanlara değil, yüce Allah'a sesleniyorlar. Dolayısıyla mananın da buna uygun tefsirlanması gerekir. Bir de guruplardan hiçbirisi kendilerine azap olarak neler hazırlandığını bilmiyorlar.Bunun için: “Sizden her bir gurup için ne tür bir azap olduğunu bilmiyorsunuz” buyurulmuştur. Kırâat imâmlarından Ebû Bekir Şu'be b. Ayyaş b. Salim, (öl: 194/809), (.......) kelimesini, “Ye” harfiyle, (.......)olarak kırâat etmiştir. Buna göre mana şöyle olur: “Guruplardan hiçbiri ötekinin ne tür ve miktarda bir azap ile cezâlarıdıracağını bilmezler.” 39Lider konumunda olan öncekiler kendilerine uyan sonrakilere şöyle derler: “Sizin cezânızı hafifletebilecek bizden üstün bir yanınız, bir üstünlüpnüz ve meziyetiniz yok ki böyle konuşuyorsunuz. Siz de tıpkı bizim sapıttığımız gibi sapıttınız. Öyleyse hepiniz sebep olduğunuz küfür ve dalaletleriniz yüzünden tadın azâbı!” Bu cümle daha önce “A'raf, 38” de geçen, yüce Allah'ın ayak takımına karşı söylediği (.......) ibâresi üzerine atfolunmuştur. Yani şöyle deniliyor: “Sizin de bizden fazla bir üstünlüğünüzün olmadığı artık ortadadır, kanıtlanmıştır. Hepimiz de kat kat azap ile cezâlarıdırılmayı hak etmişizdir.” “Öyleyse hepiniz sebep olduğunuz küfür ve dalaletleriniz yüzünden tadın azâbı!” yapıp ettikleriniz ve küfrünüz sebebiyle... Bu ifade elebaşı ve öncü “konumundakilerin kendilerine uyanlara karşı söyledikleri ifadelerdir. Âyetteki, (.......) kelimesi üzerinde vakf yapılmaz. Ya da; Yüce Allah'ın onlara olan (.......) sözü üzeride vakf yapılmaz. Yapılacak vakf-durma işi (.......) kelimesi üzerinde olur. 40Âyetlerimizi yalanlamaya kalkışanlara, büyüklenerek onlara tepeden bakanlara, göğün kapıları açılmayacaktır. Bir de, deve -halat- iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir. İşte Biz küfür suçlularını böyle cezâlarıdırırız. Onların cennete girmeleri için semâya yükselmelerine, göğe çıkmalarına izin verilmeyecektir. Çünkü cennet semadadır. Bir diğer tefsire göre de, onlara âit işledikleri güzel bir işte oraya çıkmaz, çıkamaz. Bunların üzerlerine bereket inmez veya öldükleri zaman ruhları semâya yükselmez. Halbuki mü’minlerin ruhları göğe yükselir. Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) şeddeli olan bu kelimeyi şeddesiz olarak, (.......) şeklinde okumuştur. Hamza ve Ali Ebû Amr gibi okumaları yanında bir de, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. “Bir de, deve -halat- iğne deliğinden geçmedikçe onlar da cennete giremeyeceklerdir.” Ne zaman deve iğne deliğinden geçerse, onlar da o zaman cennete girebilirler. Yani bu demektir ki onlar, ebedî olarak cennet yüzü görmeyecekler, göremeyeceklerdir. Çünkü onların cennete girmeleri şartı hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir şeye, devenin iğne deliğinden geçmesine bağlanmıştır ki bu, asla mümkün değildir. (.......) Kendisiyle dikiş dikilen şeydir ki bu da iğnedir. “İşte Biz küfür suçlularını böyle cezâlarıdırırız.” İşte özelliğini belirttiğimiz bu oldukça feci ve ağır cezâ gibi bir cezâ ile kâfirlik suçunu işlemiş olanları cezâlarıdmnz. Çünkü bunlar Allah'ın âyetlerini yalanlamışlar ve bir de büyüklenip kibirlenmeleri durumu göz önünde bulundurularak gereken cezâ ile cezâlarıdıracaklardır. 41“Onlar için cehennem ateşinde döşekler, üstlerinden de kendilerini örten yine ateşten örtüler var. İşte bu şekilde hem kendilerine ve hem halka yazık eden kâfirleri Biz böyle cezâlarıdırırız.” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur ve örtü manasınadır. 42Allah'a, Allah'ın tüm elçilerine îman ederek, emirlere bağlılık gösterip yasaklarından kaçmak suretiyle güzel ve iyi davranışlarda bulunanlara gelince -ki Biz hiçbir kimseye gücünün üzerinde yük yüklemeyiz- işte cennetlik olanlar bir tek bunlardır, oradan bir daha çıkmamak üzere ebedî olarak kalacaklardır. Âyette geçen, (.......) kelimesi güç ve takat manasınadır. Teklif: Kendisinde, külfet, meşakkat, sıkıntı ve zorluk bulunan bir şeyi yapmaya kişiyi zorlamak manasınadır. (.......) burada mübtedadır. Haberi de, (.......) dir. Cümlenin kendisi de, baştaki, (.......) nin haberidir. (.......) kısmı ise mübteda ile haber arasında muterize cümlesidir. “Oradan bir daha çıkmamak üzere ebedî olarak kalacaklardır.” 43Cennete giren bu kimselerin dünyada iken sinelerinde kin türünden saklı ve gizli olarak her ne bulunuyorsa hepsini çıkarıp atmışızdır. Önlerinden-Ayaklarının altından cennet nehirleri akacak ve diyecekler ki: “Bize, dünyada iken îman ve sâlih amel işleme yolunu gösterip bizi buna muvaffak kılmak suretiyle şu muazzam nimetleri elde etme imkÂnını bağışlayan Allah'a hamd ve şükürler olsun. Eğer Allah bize doğru yolu gösterip bizi buna muvaffak kılmasaydı, biz asla kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Kaldı ki Rahibimizin elçileri de kesinlikle bize doğruyu bildirmişlerdir.” Melekler de yankılayan sesleriyle onlara şöyle seslenecekler: “İşte size cennet! İşlediğiniz güzel amellerinize karşılık yüce Allah tarafından siz ona varis kılındınız.” Dünyada iken aralarında var olan kinden hiç eser kalmayacak, cennette aralarında, sevgi ve şefkat, mahabbet var olacaktır. : Hazret-i Ali diyor ki: “Ben öyle umut ediyorum ki Ben, Osman, Talha ve Zübeyr onlardan oluruz.” “Önlerinden-ayaklarının altından cennet nehirleri akacak ve diyecekler ki: Bize, dünyada iken îman ve sâlih amel işleme yolunu gösterip bizi buna muvaffak kılmak suretiyle şu muazzam nimetleri elde etme imkânını bağışlayan Allah'a hamd ve şükürler olsun.” Bu büyük başarıyı elde etmemize vesile olarak bizim îman etmemizi, doğru yolu bulmamızı sağlayan Allah'a hamd olsun. Bu âyette geçen, (.......) cümlesi, (.......) deki, (.......) zamîrinden hâldir. Burada amil de, izafet manasıdır. “Eğer Allah bize doğru yolu gösterip bizi buna muvaffak kılmasaydı, biz asla kendiliğimizden doğru yolu bulacak depdik.” Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) yı “vav” harfi olmaksızın, (.......) olarak okumuştur. Bunu da, bundan önce geçen ilk cümleyi açıklayıcı bir cümle olarak kabul ettiğinden,atıf-bağlaç edatı olan “vav” harfini bu açıdan okumamıştır. Diğer taraftan, (.......) deki “lam” , yani (.......)deki “lam” harfi nefyi-olumsuzluğu pekiştirmek içindir. Yani mana şöyle olur: “Eğer Allah'ın hidâyeti olmamış olsaydı, bizim doğru yolu bulmamız gerçekleşmezdi.” .Burada, (.......) nm cevabı da mahzûftur. Ancak kendisinden önceki ifade bunu göstermektedir; “Kaldı ki, Rabbimizin elçileri de kesinlikle bize doğruyu bildirmişlerdir.” Bu, Rabbimizin bize bir lütfudur, doğru yolu bulma konusunda da bir dikkat çekmedir. Dolayısıyla biz de böylece doğru1 yolu bulmuş olduk. Cennettekiler bu ifadelerini, elde ettikleri basanlar sebebiyle mutlulûklarından, sevinçlerinden ve bir de itikat ve inançlarını açıkça ortaya koymalarından ötürü söyleyeceklerdir. “Melekler de yankılayan sesleriyle onlara şöyle seslenecekler: İşte size cennet!” Burada, (.......) daki (.......) edatı, şeddeli olan, (.......) edatının hafifletilmiş şeklidir. İsmi de mahzûftur. Kendisinden sonra gelen cümle ise onun haberidir.Cümlenin takdiri şöyledir: “Dikkat! işte size cennet! Diye seslenilir” . Burada (.......) daki (.......) zamîri dikkat çekme-Şan zamîridir.” Ya da: “ey” manasınadır. Sanki onlara şöyle denilir gibi: “İşte size cennet!” “İşlediğiniz güzel amellerinize karşılık yüce Allah tarafından siz ona varis kılındınız.” Yapıp ettiğiniz güzel şeylere karşılık orası size verildi. (.......) ifadesi, (.......) den hâldir. Buradaki amil, işaret manasına olan (.......) deki amildir. Âyette cenneti, yüce Allah miras olarak isimlendiriyor. Çünkü cennete amel sayesinde hak kazanılmaz. Cennet aksine ancak yüce Rabbimizin bir fazlı ve ikramı olup, kendisi yapılan taatlere karşı bunu vermeye söz ve vaat vermiştir. Tıpkı ölüden kalan ve herhangi bir şeye karşılık olarak verilmeyen mîras gibi. Aksine ölüden geriye kalan miras sadece varis olanların onunla olan yakınlık bağları sebebiyledir. İşte cennetin verilmesi de kulu ile Rabbi arasındaki bağa, îman ve taate dayanır. Ebû Mansûr Muhammed Mâturîdî derki: “Mu'tezile yüce Allah'ın, Hazret-i Nûh'un,Cennet ve Cehennem ehlinin ve İblîsin verdikleri haberlere muhalefet etmişlerdir. Çünkü yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah dilediğim sapıklıkta bırakır, dilediğini de doğru yola eriştirir.” (Müddessir, 31), Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) da diyor ki: “Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa, ben size nasihatte bulunmak istesem de, nasihatim size yarar getirmez.” (Hûd, 34), Cennet ehli de şöyle diyecekler: “Eğer Allah bize doğru yolu gösterip bizi buna muvaffak kılmasaydı, biz asla kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik.” (A'raf,43), Cehennem ehli de şöyle diyecekler: “Allah bizi doğru yola erdirseydi biz de sizi doğru yola iletirdik.” (İbrâhîm,21) ve İblîs de şöyle diyor: “Mademki Sen benim yoldan çıkıp sapıtmamı istedin,...” (A'raf,16)” 44İki taraftan her biri yerlerini aldıktan sonra Cennetlikler, cehennem ateşindekilere şöyle seslenecekler: “Rabbimizin peygamberlerinin dilinden bize bildirip va'dettiği nimet ve ikramını tamamen gerçekleşmiş olarak bulduk. Peki ya siz de Rabbinizin size va'dettiği cezâyı ve acıklı azâbı gerçekleşmiş olarak buldunuz mu?” Onlar da: “Evet hepsini gerçekleşmiş olarak bulduk” diye karşılık verecekler. İki gurup arasından bir dellal şöyle seslenecek: “Allah'ın lâneti zâlim kâfirlerin üzerine olsun.” Burada, (.......) daki (.......) edatı şeddeli olan “Enne” edatının hafifletilmiş halidir veya tefsîr mahiyetinde açıklamak için olup buna, müfessire denir. Nitekim, (.......) deki (.......) edatı da böyledir. (.......) kelimesi de hâldir. Yani diyorlar ki Rabbimizin bize va'dettiği sevabı gerçekleşmiş bulduk. “Peki ya sizde Rabbinizin size va'dettiği cezâyı ve acıklı azâbı gerçekleşmiş olarak buldunuz mu?” Bunun takdiri-değerlendirilmesi de şöyledir: “Sizin Rabbinizin size vadettiğini,..” İşte burada, (.......) den (.......) zamîri hazf olunmuştur. Çünkü bunun delili, “Bizim Rabbimizin bize va'dettiğini,...” cümlesidir. Cennet ehlinin cehennem ehline böyle seslenmeleri, bir bakıma onlar ile alay etmektir ve Allah'ın nimetlerini itirafta bulunmak içindir. “Onlar da: Evet, hepsini gerçekleşmiş olarak bulduk'diye karşılık verecekler.” Bu Âyetteki, “Evet” kelimesini, kırâat imâmlarından Ali Kisâî, (.......) şeklinde okumuştur. Hangisi olursa olsun mana aynıdır. “İki gurup arasından bir dellal şöyle seslenecek:” Seslenecek olan bu kimsenin, sesini hem cennetliklere ve hem cehennemliklere duyurabilecek durumunda olan bir melektir. “Allah'ın la'neti zâlim kafirlerin üzerine olsun.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, İbn Âmir, Hamza ve Ali Kisâî, (.......) yu, (.......) olarak şeddeli şeklinde okumuşlardır. Diğer imâmlar ise Mushaf'ta görüldüğü gibi okumuşlardır. 45Ki onlar da insanları Allah'ın yolundan,İslam'dan meneden, onun doğru olmayan dolambaçlı bir yol olduğunu göstermek isteyen, kıyamet gününü ret ve inkâr ederek Allah'a kavuşmayı kabul etmeyenlerdir. Burada, (.......) kelimesi, (.......) fiilinin ikinci mefulüdür. 46Cennetlikler ile cehennemlikler arasında bir engel,bir sur bulunacak. A'raf - en yüksek surlar üzerinde de iyi ve kötü işleri eşit olan kimseler duracaklar. Bunlar cennetliklerle cehennemlikleri yüzlerindeki işaretlerinden tanıyacaklar. Ancak kendileri henüz cennete giremeyip de Oraya girmek için can atan bu kimseler, cennetlikleri gördüklerinde onlara: “(.......) Selâm ve ikram size!” diyecekler. Veya cennet ile cehennem arasında “bir engel, bir sur bulunacak.” Burada “engel ve sur” olarak verdiğimiz kelime, “Hicab-perde” kelimesidir. Ancak kelime bütün bu manalara gelir. Nitekim manasını sunacağımız âyette de görüleceği gibi, bü, “sur” manasında tefsir edilmiştir. “Nihayet aralarına bir duvar çekilir.” (Hadid,13) “A'raf-en yüksek surlar üzerinde de iyi ve kötü işleri eşit olan kimseler duracaklar.” Surların en yüksek yerleri üzerinde,... A'raf: Cennet ile cehennem arasına dikilen sur ve bu surların da en yüksek noktaları demektir. A'raf kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da, atın yelesinden veya Horozun ibiğinden istiâre yoluyla alınmıştın “Rical, adamlar, kimseler” : Müslümanların faziletlilerinden veya iyi amelleri ile kötü amelleri eşit seviyede olanlardan olup cennete en son girecek olanlardan, yahut anneveya babasından her hangi birinin kendilerinden memnun kalmadıkları kimseler yahut da müşriklerin küçük yaşta ölen çocukları duracaklar. “Bunlar cennetlikler ile cehennemlikleri yüzlerindeki işaretlerinden tanıyacaklar.” Yani kimler mutlu olanlar arasında, kimler de mutsuz kalanlar arasında ise, onları yüzlerindeki alâmetlerinden bilip tanıyacaklardır. Nitekim anlatıldığına göre mü’minlerin yüz simaları-belirtileri beyaz ve parlak, kâfirlerin yüz simaları siyah ve gözleri de mavi olacakmış.” Ancak kendileri henüz cennete girriıeyip oraya girmek için can atan bü kimseler” Surların en yüksek yerleri denilen A'raf taki bu kimseler, “cennetlikleri gördüklerinde onlara: Selâm ve ikram size!, diyecekler.” Yani orası selâmet yurdudur veya Esenlikler size diye sesleneceklerdir. Çünkü bu, A'raf ta bekleyenlerin cennet ehlini elde ettikleri makamları sebebiyle tebrikleridir. “henüz oraya, cennete girmemiş olanlar, A'raf takiler” cümlesinin i'rabtan mahalli yoktur. Bu bir ilk cümle, giriş cümlesidir. Sanki birileri, “A'raf takiler ne durumdalar?” diye bir soru soruyor da, kendisine bu soru yöneltilen kimse de: “Onlar henüz cennete giremediler ama, oraya girmek için de sabırsızlarııp can atıyorlar” manasındadır. Ya da bu cümlenin de i'rabtan mahalli vardır ve bu, “adamlar” kelimesinin sıfatıdır. 47A'rafta beklemekte olanların gözleri cehennem ateşindekiler tarafına döndürüldüpnde, onların azap içinde kıvranışlarını görünce: “Rabbimiz! Kendi kendilerine zulüm yoluyla yazık eden bu toplumun içine katına bizi!” diye yakaracaklar. Bu ifade içerisinde, “Sanki bunların gözleri birileri tarafından cehennemdekilerin nasıl bir azap içinde olduklarını görmeleri ve bundan hemen Allah'a sığınmaları için gözleri-yüzleri o tarafa döndürülüyor” manası var gibidir. “taraf” kelimesi burada zarftır. “Rabbimiz! Kendi kendilerine zulüm yoluyla yazık eden bu toplumun içine katına bizi!, diye yakaracaklar.” Kâfirlerin cehennem ateşi içerisindeki azaptan kıvrandıklarını görmeleri üzerine hemen bundan dolayı Allah'a sığınırlar ve kendilerinin de onların arasına sokulmamaları için Allah'ın rahmet ve merhametinden imdat beklerler. 48Üzerlerindeki işaretlerinden ayırdederek tanıdıkları cehennem ateşindeki bir takım kimselere A'râf'ta beklemekte olanlar şöyle seslenecekler: “İşte gördünüz, toplayıp biriktirdiğiniz mallarınız, hak dini önlemek için güçlerinizi bir araya getirmeniz ve kibirlenerek îman etme meselesine tepeden bakmanız, evet hiçbir şeyiniz size bir menfaat sağlamadı, sizi kurtarmadı.” Yani ne mal varlığınız, ne sayı çokluğunuz ve ne de hepinizin İslama karşı bir araya gelip cephe oluşturmanız, hiçbir şeyiniz işe yaramadı. Çünkü hakka karşı büyüklendiniz, hakka ve insanlara hep tepeden baktınız, kendinizi hep üstün ve haklı gördünüz. (.......) daki, (.......) harfi burada olumsuzluk içindir. Daha sonra A'raf denilen yerde beklemekte olanlar cehennemdeki elebaşı durumunda bulunanlara şöyle seslenecekler: 49Yine A'râf'ta beklemekte olanlar kafirlerin elebaşılarına seslenerek cennetlikleri gösterip:” Şu basit, fakir ve zavallı kimseleri Allah asla rahmetine erdirmeyecek” diye yemin edip aşağıladığınız, itip kaktığınız cennetteki şu insanlar değil mi?” Sonra da cennetliklere dönerek:” Girin cennete! Artık size korku ve endişe yoktur, bundan böyle siz asla üzüntü ve hüzün de görmeyeceksiniz” diye sesleneceklerdir. Burada, “şunlar değil mi?” işaret ismi mübtedadır. (.......) ise gizli bir mübtedanın haberidir, bunun da takdiri-değerlendirilmesi şöyledir: “humullezine-şunlar onlar değil mi?” Burada işaret edilip gösterilenler Suhayb-i Rumi ve Selman-ı Fârisî gibi mü’minlerin fakir ve yoksul kesimidirler. “Allah onları asla rahmetine erdirmeyecek” cümlesi, “Yemin ettiniz” kelimesinin cevâbıdır. Bu fiil de, (.......) ilgi cümleciği içerisine dahildir. Bu itibarla değerlendirilmesi ya da takdiri şöyledir: “Allah'ın kendilerini asla rahmetine erdirmeyeceğine dair aleyhlerine yemin ettiğiniz,...” Yani Allah onları hiçbir zaman cennetine koymayacaktır, diye.... Çünkü müşrik ve kâfirler mü’minleri, özellikle de fakir ve yoksul olanlarını hep aşağılayıp duruyorlardı. “Sonra da cennettekilere dönerek: Girin cennete! Artık size korku ve endişe yoktur, bundan böyle siz asla üzüntü ve hüzün de görmeyeceksiniz! diye sesleneceklerdir.” Tefsirde âyetin, bu kısminin tefsiru şöyledir: A'raf takiler, cennet ve cehennemdekilerin her ikisine bakıp onların durumlarını gördükten, onları üzerlerindeki alâmetlerinden tanıyıp teşhis ettikten ve bu arada onlara karşı söylediklerini ifâde ettikten sonra bizzat A'raf takilere denilecek ki: “Girin cennete! Artık size korku ve endişe yoktur ve bundan böyle siz asla üzüntü ve hüzün de görmeyeceksiniz.” 50Cehennem ateşindekiler cennet ehline şöyle seslenecekler: “Ne olur suyunuzdan biraz gönderin veya Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden olsun biraz da bize verin!” Cennetlikler de: “Allah bunların her ikisini de kafirlere verilmesini yasak-haram kılmıştır” diyeceklerdir. “Ne olur suyunuzdan biraz gönderin” suyunuzdan biraz üzerimize dökün. Bu Âyetteki, (.......) edatı müfessi redir. Ayrıca bu âyetin, cennetin cehennemin üstünde-yukansında yer aldığının delili olduğunu görüyoruz. Çünkü, “üzerimize su dökün” ifadesinden bu anlaşılır. Bir şey ancak üstten aşağıya doğru dökülebilir, aşağıdan yukanya değil, “veya Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden olsun biraz da bize verin!” Ya da içecek dışında şeyler gönderin, dökün. Çünkü bu da, (.......) yani atma, göçürme, dökme ve taşırma hükmü içinde yer almaktadır. Veya burada, “veya” ile demek istenen şey, “Allah'ın rızık olarak size verdiği yiyeceklerden, meyvelerden bize de atın” manasınadır. Bu ifade tıpkı şâirin şu ifadesine benzer: “O hayvanın önüne yem ve soğuk su koyup yedirdim” derken aslında şunu söylemek istiyor: “O hayvanın önüne saman koydum, yemini yedirdim ve bir de soğuk su içirdim ona.” Dolayısıyla cehennemlikler bir şey isterken, bize üstümüzden su dökün, derlerken su ve yiyecek ne varsa biraz da bize yollayın, demek manasınadır. Cehennemdekilerin bu şekilde bir istekte bulunmaları, aslında umutsuzlularının ve çaresizliklerinin bir göstergesidir. Çünkü kendilerine hiçbir şeyin verilmeyeceğini biliyorlar ve zaten umutları da yoktur. Ancak bilindiği gibi şaşkın olan kimseler faydalı faydasız hep konuşur dururlar, kısaca saçmalarlar. “Cennettekiler de: Allah bunların her ikisini de kâfirlere verilmesini yasak-harâm kılmıştır'diyeceklerdir.” Buradaki haramdan kasıt, yasaklamadır. Tıpkı şu âyetteki gibi: “Biz daha önceden annesine kavuşana kadar onun süt analarının sütünü emmesini haram kıldık.” (Kasas, 12) Buradaki haramlık, süt annelerinin” sütünün emilmesinin haramliği değildir. Aslında bu şu demektir: “Mûsa'nın süt annelerin sütünü emmesine izin vermedik.” Yani buradaki haramlık din noktasından olan bir haramlık değil, belki sadece bir yasaklamadır. Eğer merfû' olarak kabul edersen, (.......) da durur, vakfedersin. Eğer bundan sonraki ifadeyi kâfirleri zem-yerme olarak değerlendirirsen mensûb kabul edersin. Eğer kafirlere vasıf olarak değerlendirip mecrûr kabul edersen bu olmaz. 51Ki o kâfirler, dinlerini alay,eğlence,oyun ve boş şeylermiş konusu yaptılar. Dünya hayatı da süsü ve şehvetleriyle onları aldattı. Onlar bu günün geleceğini nasıl unutup gözardı etmişler ve âyetlerimizi de nasıl inkâr etmişlerse işte biz de onları bugün unutup kendilerine dönüp bakmayacağız. “Ki o kâfirler dinlerini eğlence ve boş şeylermiş konusu yaptılar.” Diledikleri şeyleri helâl ve dilediklerini de haram saydılar veya bayramlarını, din kabul ettiler. “Dünya hayatı da onları aldattı.” Uzun süre hayat sürmekle buna aldandılar. “Onlar bugünün geleceğini nasıl unutup göz ardı etmişler ve âyetlerimizi de nasıl inkâr etmişlerse işte biz de onları bugün unutup kendilerine dönüp bakmayacağız.” Onların bizi unutmaları ve inkâr etmeleri gibi Biz de kendilerini azap içinde bırakacağız. 52Gerçekten onlara, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik. İçindeki hükürrilerin keyfiyetini tüm incelikleriyle ortaya koyan, helalini,harammı, öğütlerini ve kıssalarını etraflıca açıkladığımız “bir kitap-Kur'ân onlara gönderdik.” Burada (.......) ifadesi, (.......) kelimesinin mensûb kıldığı mefulden hâldir. Nitekim, (.......) ibâresi de, onun failinden hâldir. 53(Fakat onlar), Onun te'vilinden başka bir şey eklemiyorlar. Te'vili geldiği (haber verdiği şeyler otaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Şüphesiz Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Şimdi bizim şefâatçilerimiz var mı ki bize şefâat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitti. (Fakat onlar), Onun te'vilinden başka bir şey eklemiyorlar. Nihâyetinde bu işin sonu nereye varacak, peygamberin söylediği şeylerin açıklandığı, ve gerek vaad ve gerekse tehdit ve korkutma ile ilgili konuştuklarının doğruluğu ortaya çıkınca bu işin sonu nereye gidecek? Te'vili geldiği (haber verdiği şeyler otaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: O Kitabı hiçe sayıp bırakanlar, ondan yüz çevirip kaçanlar şöyle diyecekler: “Gerçekten Rabbimizin elçileri bize hakkı ve gerçekleri bildirmişlerdir. Durum tamamen ortaya çıkıp her şey açıklanınca, gerçekten onların hakkı ve gerçeği getirip tebliğ ettiklerinin doğruluğu anlaşılmış bulunmaktadır. Ancak bütün bunları öğrenmenin ve orada îman edip kabullenmenin de kendilerine herhangi bir yarar sağlamayacağını ikrar ederek diyecekler ki: Şimdi bizim şefâatçilerimiz var mı ki bize şefâat etsinler veya (dünyaya) geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım? Âyetteki, (.......) istiftıamın-sorunun cevabıdır. Aynı zamanda, (.......) kelimesi de kendisinden önceki cümle üzerine atfedilen bir cümledir. Bu itibarla bu da o cümle ile birlikte soru hükmündedir. Sanki şöyle denilir gibidir: “Bizim için şefâatçılar var mı? veya Bizi yeniden geldiğimiz yere döndürecek var mı?” Burada bu fiili ref eden amil, bunun isim olmaya uygun bir konumda gelmiş olmasıdır. Bu, tıpkı senin bir söze ilk başlamadaki şu ifadene benzer; Zeyd mi dövüyor (.......) Ya da, “Bizim için şefâat edecek bir şefâatçi var mı” takdiri üzerine ma'tûftur. Ya da, “Bizi geldiğimiz yere döndürecek bir, “(.......) cümlesi de aynı şekilde sorunun cevâbıdır. Onlar cidden kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler (putlar) da kendilerinden kaybolup gitti. 54Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Alemlerin Rabbi Allah ne yücedir. Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan; Burada gökler,yer ve ikisi arasındaki her şey demek isteniyor. Nitekim Rabbimiz bunu “Secde” sûresinde etraflıca anlatmıştır. Yani Pazar gününden itibâren Cuma gününe kadar açıklamıştır. Buna da meleklerin ders çıkarmaları ve bir de yapılacak işlerde aceleye yer verilmemesi, teennili davranılmasmı bildirmek ve öğretmek içindir. Çünkü her bir iş için bir gün olmalıdır. Zira bir şeyin yapılması bitmeden başka şeye başlarıılmaz. Her şey sırasîyladır. İşte burada da bunun böyle olması ve gösterilmesi gerçekten, her şeyi bilen, düzenleyen, murad eden, istediği gibi tasarrufta bulunan ve kendi dilemesi doğrultusunda götüren bir zatın varlığına işte bu durum en büyük delildir, “sonra da Arş'a istiva eden-kurularıdır.” “İstiva” kelimesi, “İstila” manasında tefsir edilmiştir. Her şeyden ve eksiklikten beri, uzak ve münezzeh olan yüce Allah gerçi tüm yarattıklarını istila etmiş olmakla birlikte burada, “İstila” ifadesi, “Arş'a izafe olunmuştur. Bunun da nedeni, Arş’ın tüm yaratılanlardan daha yüce, daha üstün ve muazzam olmasındandır. Bir de, “Arş” ın Karyola diye tefsirlanması, “İstiva” kelimesinin de “karar kılmak” manasında tefsirlanması müşebbihe mezhebinin ileri sürdüğü gibi değildir, çünkü bu, bâtıl bir tefsirdur. Kaldı ki yüce Allah, henüz Arş da, mekân da var değilken bunlardan önce de var idi. Zira Allah ezeli ve ebedidir. Halbuki değişim ancak şu kainatta var olan şeylerin özelliğidir, yüce Allah'ın değil. Nitekim Cafer Sâdık, Hasen-ı Basrî, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe ve İmâm Mâlik (Allah hepsine rahmetiyle muamele buyursun) den naklolunduğuna göre bunlar, “İstiva” kelimesini şöyle tefsirlamışlardır: “Aslında İstiva bilinen bir gerçektir. Ancak bunun nasılliği bilinmez. Bunu bu şekilde kabul edip böylece buna îman etmek de farzdır, İnkâr etmek ise küfürdür. Bununla ilgili soru sormak ise bid'attır.” İşte bu görüş, tevili kabul etmeyen selef mezhebinin görüşüdür ki, en sağlam ve sağlıklı görüştür. Geceyi hiç durmaksızın kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örtendir.” Burada, bürüyüp örten” kelimesini,kırâat imâmlarından Hamza, Ali ve Ebû Bekir, (.......) olarak okumuşlardır. “ Yani gece gündüze, gündüz de geceye eklenerek artarda,...” (.......) ifadesi, “gece” kelimesinden hâldir. (.......) hızlıca, süratlice manasınadır. “Talip-isteyen, kovalayan” da gecedir. Gecenin hızlıca gidip kaybolması, sanki gündüz onu kovalıyormuş anlamı çıkıyor gibidir. “Güneşi, ayı, yıldız ve gezegenleri emrine boyun eğer bir hâlde var edip yaratandır.” Güneşi de, ayı ve yıldızları da emrine amade kılarak yaratan, var eden O'dur. Burada, “emre amade” kelimesi hâldir. Boyun eğmiş, zelil oldukları hâlde,... Kırâat imâmlarından İbn Âmir de, (.......) şeklinde merfû' olarak okumuştur. Burada, “güneş” kelimesi öznedir Diğerleri de bunun üzerine atılıdırlar. Yüklem ise (.......) kelimesidir. (.......) Buradaki emir, tekvini manasındaki emirdir yani “ol” emridir. Burada mademki, Allah, “onların hepsini emrine boyun eğer olarak yarattı” cümlesini buyurdu, dolayısıyla hemen buna bağlı olarak da şöyle ferman etti: “İyice düşünüp bilmelisiniz ki,yaratıp var etmek de, yalızca ve yalnızca Allah'a âittir.” Yani eşyayı var edip yaratan da O'dur, emir ve hüküm koymak sadece O'nun yetkisidir, bir başka gücün asla değildir. “Şüphesiz alemlerin Rabbi olan Allah ne mübarektir ve ne yücedir.” Hayn ve yardımı boldur. İyiliği hep devam eden, sürekli olandır. (.......) kelimesi “Bereket” kelimesinden türeme olup, üreme, çoğalma, nemalanma demektir. Veya, (.......) kelimesinden alınma olup bu da sebat manasınadır. Nitekim “Bereket” kelimesi de bundandır. 55Rabbinize yalvara ve için için gizlice dua edin. Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez. (.......) Rabbinize yalvara yalvara ve gizlice dua edin. Burada, (.......) kelimeleri hâl olmaları sebebiyle mensûbturlar. Yani tazarru, alçak gönüllük sâhibi olarak, sessiz bir şekilde, demektir. (.......) Tedarru'kelimesi, Tefe'ul babındandır. Bu da Daraat'tan türemiştir ki, boyun bükmek, yalvarmak, yakarmak manalarınadır. Nitekim Hazret-i Peygamber (s.av.) şöyle buyurmuşlardır: “Şüphesiz siz sağır ve sizden uzakta olan birine çağırıp dua etmiyorsunuz. Aslında siz, size oldukça yakın ve her söylediğinizi duyup işiten bir zata dua edip çağırıyorsunuz. Siz nerede olursanız olun, O Allah sizinle beraberdir.” Hasen Basrî demiştir ki: “Yapılan gizli dua ile açıktan yapılan arasında yetmiş kat fark vardır.” “Şüphesiz O, haddi aşanları asla sevmez.” İster dua etmekle ilgili olsun, ister başka bir hususla alâkalı bulunsun yüce Allah, kişilerin emrolundukları şeyler konusunda -haddi aşmaları durumunda asla onları sevmez. İbn Curayc’ den rivâyete göre demiştir ki: “Haddi aşmak,çizgiyi geçmek demek, dua ederken seslerini yükseltenler, demektir.” Yine İbn Curayc der ki: “Dua ederken bağırarak duada bulunmak mekruhtur, bid'attır. “Başka bir tefsire göre de, haddi aşmak demek, duayı uzatarak bıkkınlık ve usanç verecek şekilde teferruata girmektir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Pek yakın bîr gelecekte dua ederlerken haddi aşan bir toplum gelecektir. Halbuki duada sadece şöyle demek yeterlidir: Allah'ım! Senden cennetini ve beni ona yaklaştıracak söz ye ameli isterim. Cehennem ateşinden ve ona yaklaştıran söz ve davranışlardan da Sana sığınırım.'Resûlüllah; böyle buyurduktan sonra, “Şüphesiz O, haddi aşanları asla sevmez” mealin deki bu âyeti okudu.” (Ebû Dâvud,1480.K.Vitr; 23. K.Tahare, 45; İbn Mâce, K. Dua,12; Ahmed b. Hanbel, Müsned,1/172,183) 56Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allaha hem korkarak ve hem de (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara çok yakındır. Taatten sonra ma'siyete, tevhid inancından sonra şirke, adaletten sonra zulme yönelerek Allah’a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Burada, (.......) kelimelerinin her ikisi de hâldir. Mana şöyle olmaktadır: “Duanızın geri çevrilmesinden korkarak ve bu arada kabul olunabilir umudunu da yitirmeden, veya cehennem ateşinden endişede bulunarak ve cennete girme umudunu yitirmeyerek, ya da; ayrı düşme korkusu içinde ve kavuşa umuduyla, yahut; sonun, akıbetin nasıl olabileceği endişesini taşıyarak, görünürdeki hidâyet umudunu her an içinde bulundurarak veya Allah'ın adaletini icra etme korkusunu unutmaksızm, fazlından ve rahmetinden de ümitvâr olarak dua ve yakanşta bulun. “Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır.” Burada, .-(.......) kelimesi müennes olduğu hâlde, (.......) kelimesi müzekker getirilmiştir. Bunun dayanağı da, (.......) kelimesinin, “Rahm veya Terahhum” ile tefsirlanması sebebiyledir. Yahut da bu (.......) kelimesi, mahzûf bir mevsüfun sıfatıdır. Bu mahzûf olan mevsûf ise, “Şey'un” kelimesidir. “Allah'ın rahmet....... ihsan sâhibi iyilik severlere oldukça yakın bir şeydir.” Veya (.......) kelimesi, (.......) kipine benzeyen ve mef'ûl-makrub manasındadır. Yahut da, “Rahmet” kelimesinin dişilliği hakiki olmayan bir müenneslik olması sebebiyledir veya, müzekker olan bir kelimeye izafeti sebebiyledir. 57Rüzgarları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda bunlar o ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü ürünler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız ki, düşünüp ibret alasınız. “Rüzgarları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır.. Hamza ve Ali, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmişlerdir ki bu da, (.......) fiilinin mastandır. Bunun mensûb olması ise, (.......)fiili ile (.......) fiilinin mana açısından birbirine yakın olmaları sebebiyledir. Sanki, “onu yayıp dağıtmak suretiyle yaydı.” denmiş gibidir. Ya da, hâl olarak mensûbtur. Yani, “dağıtıp yayarak” Kırâat imâmlarından Âsım, (.......) kelimesinin tahfifi olarak, (.......) şeklinde okumuştur. (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin çoğuludur. Çünkü rüzgarlar, yağmuru müjdelerler. İbn Âmir de, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuştur. Bu ise, (.......) kelimesinin hafifletilmiş şeklidir. Tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. Bu şekildeki bir kırat da diğer kırâat imâmlarının okuyuşudur. (.......) Nüşur kelimesi de, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu ise, yağmuru yayıp dağıtan demektir. “Rahmet yağmurunun öncesinden,...” yani göndereceği nimeti öncesinden, demektir ki bu da yüce Allah'ın en büyük nimetlerinden olan bol bereketli rahmet yağmurudur, fırtına değil. Âyette yer alan, (.......) kelimesi, yüklendiğinde ve kaldmp yükseldiğinde manalarınadır. (.......) kelimesi, (.......) kökünden türeme olup bu da azlık manasındaki (.......) ten türemedir. Çünkü gerçekten çok güçlü olan bir kaldıncmın kâldmp taşımakta olduğu şey kendisine oldukça az ve hafif gelir basit görünür. Rüzgann önüne kattığı bulutlar ne kadar su yüklü olarak ağır olsalar da, bu, rüzgann gücü karşısında oldukça basit bir şey olarak kalır. “Su ile yüklü ağır bulutlar” (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. “Onu şevkettik, ederiz” manasındaki bu kelimedeki “hu-onu” zamîri, “Bulutlar” kelimesinin manası üzerine değil, bizzat kelimenin lafzına yani (.......) kendisine râcidir. Meselâ eğer, “ağır” gibi mana üzerine râci olsaydı, zamîr müzekker olarak (.......) şeklinde değil de, müennes olarak, (.......) şeklinde gelirdi. Nitekim eğer vasıf lafız üzerine hamledilmiş olsaydı, bu takdirde, (.......) yerine, (.......) denirdi. (.......) yağmur yüzü görmeyen bir ölü belde için ve rayı sulamak için. Kırâat imâmlarından Nâfi', Ebû Cafer, Hamza, Ali ve Hafs (.......) şeklinde okurlarken, diğerleri de şeddesiz olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. Yani bulutlarla veya sevk yoluyla. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her hâlde bundan ibret alırsınız. Böyle bir hatırlatma sizi öldükten sonra tekrar dirilmeye îman etmeye götürür. Çünkü her iki çıkarma arasında yani meyve ve ürünlerle ölüleri tekrar çıkarma arasında aslında herhangi bir fark yoktur. Çünkü her ikisi de var olduktan sonra yeniden hayata dönüşü göstermektedir. 58Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi çıkar; kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz. Rabbinin izniyle güzel memleketin bitkisi (güzel) çıkar; Bu hâl mevkiindedir. Sanki şöyle denilmektedir: “Onun bitkileri güzel ve oldukça olgun bir şekilde çıkar, gelişir.” Çünkü bu ifade, (.......) kelimesine yani verimsiz, bereketi ve hayrı olmayan ifadesine karşılık olarak zikredilmiştir. Kötü olandan ise faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. Bu Âyetteki, (.......) ibâresi, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Yani, “Çorak, verimsiz ve tuzlu toprağa sahip bitek olmayan belde” demektir. Âyette sadece, “Çıkmaz” denirken, yani böyle bir yerde bitki bitmez, ürün çıkmaz demek istenmiştir. Mana kendiliğinden böyle anlaşılacağından, sadece “çıkmaz” ifadesiyle yetinilmiştir. (.......) ise, kendisinden verim alınamayan işe yaramayan, hayrı olmayan demektir. Bu tıpkı, vaaz ve öğütlerden yararlanan kimse ile -ki bu mü’min kimsedir-, bunlardan öğüt almayan kimse -ki bu da kafir olandır- gibi. İşte bu manadaki temsil, yağmur örneği ile ve bu yağmurun ölü bir ülke toprağına düşmesi- yağmasıyla buradan bol ürünlerin çıkarılması istitrad yoluyla yani yeri gelmişken bu arada buna da işaret edilmiş bulunulmuştur. İşte biz, şükreden bir kavim için âyetleri böyle açıklıyoruz. İşte tıpkı rüzgar, yağmur, verimli ve verimsiz ülke topraklarının, ölü arazinin durumlarını etraflıca anlattığımız gibi, mü’minler için de Allah'ın nimetlerine karşı nankörlüğe düşmemeleri ve şükretmeleri için böyle farklı şekilde ve teferruatlı olarak âyetlerimizi açıklarız. 59Andolsun ki Nûh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Cidden ben, üzerinize gelecek bütün bir günün azâbından korkuyorum. “Ğayruhu” yu, (.......) olarak esreli okumuştur. Ancak merfû' okunması ise mahalline itibârendir. Sanki şöyle denilir gibidir: “Sizin için O'ndan başka bir ilâh yoktur. O hâlde O'nunla birlikte O'ndan başkasına kullukta bulunup ibâdet etmeyin.” (.......) kelimesinin mecrûr-esreli okunması ise lafız üzerine itibar olunacaktır. Şüphesiz ben, üstünüze gelecek bütün bir günün azâbından korkuyorum. Kıyamet gününün şiddet ve dehşetli azâbından veya azâbın kendilerine ineceği büyük günden -ki bu da Tufan günüdür- korku ve endişe duymaktayım. 60Kavminden ileri gelenler: Biz seni gerçekten apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz! dediler. Mele': Önde gelenler kimseler. İşte bunlar Nûh peygamberin açık bir şekilde doğru yoldan saptığını, yanlış yolda olduğunu söylüyorlar. Buradaki görmek ifadesi de, kalp gözü, uzağı görebilme yetisi demektir. Dolayısıyla bu inkârcılar, Hazret-i Nûh'a kendilerince uyanda bulunurlarken uzağı görebildiklerini zanneden zavallılardır. 61(Nûh) Dedi ki: “Ey kavmim! Bende hiç bir sapıklık yoktur. Ancak ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. “Nûh dedi ki: Ey kavmim! Bende haktan ayrılmak, doğru yolu terketmek gibi bir sapıklık türü yoktur.” Eğer dikkat edilirse burada o inkârcıların söyledikleri gibi, “Sapıklık” kelimesi değil, “herhangi birsapıklık türü” seçilmiştir. Çünkü, (.......) kelimesi, (.......) kelimesine göre daha bir özel anlam taşır. Bu, kişinin kendisiyle alâkalı bir yanlışı ve iftirayı ortadan kaldırmak için çok daha etkilidir. Dolayısıyla, “Bende sapıklık yok” demekten daha etkin olanı,” ben de sapıklık türünden hiçbir şey aramayın” demektir Daha sonraki gelen ifade ile de yeniden böyle bir rahatsızliğinın asla olmadığını ve onların söylediklerini reddetmek için hemen şöyle devam ediyor: Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. O'nun Allah'ın mesajını tebliğ etmek ve bildirmek üzere Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğuna vurgu yapması, “Kendisinin dosdoğru yolda olduğunu ve bu manasıyla da hidâyetin, doğru yolda olmanın son noktasına kadar vardığının inkârcılara açıkça ilarıı” manasınadır. 62Size Rabbimin gönderdiklerini duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan bılıyorum. “Size, asıl tevhide çağırmam,davette bulunmam konusunda Rabbimin mesajlarını” Uzun zamanlar içerisinde bana vahyedilen şeyleri, emir ve yasakları içeren değişik konulan, hususları, mevizaları, müjde içeren şeyleri ve benzeri meseleleri size öğüt veriyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah'tan (gelen vahiy ile) bılıyorum. İhlas ve samimiyetle sizin düzelmenizi amaçliyorum. Nitekim, “ona öğüt verdim-öğütte bulundum” ve “Onun için öğüt verdim,onun yaranna olsun için nasihat ettim” denir. Dolayısıyla burada bir (.......) harfinin ilave olunması yani, (.......) yerine (.......) denmesi mana ve ifade de bir mübalağa içindir Bir de nasihat ya da öğüdün mahza ve sırf onlara yapılması esasına da bir delalet bulunmaktadır.Aslında gerçek manasıyla nasihat: Başta kendi adma istediğin bir iyiliği, hayn aynen kendinden başkalan için de istemektir. Veya koyulduğu hayır işinde dürüst ve titizlikle işi sonuna kadar vardırmaktır. Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) cümlesini, (.......) olarak okumuştur ki bu, yeni bir cümledir ve Hazret-i Nûh'un alemlerin Rabbi Allah'ın Resûlü olduğunu açıklamaktadır. Allah'ın sıfatlarını,... Yani O'nun kesin kudretini, düşmanlarını onmayacakları şekilde şiddetli azaplar ile ansızın yakalayıp cezâlarıdıracağını ve suçluların O'nun azâbından kurtulamayacaklarını, azâbı geldiğinde de onlardan geri çevrilmeyeceğim ben çok iyi bılıyorum. 63Rabbinizden sakınıp da rahmete nail olmanız için içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir (kitap) gelmesine şaşıyor musunuz?” (.......) (Allah'ın azâbından) sakınıp da rahmete nail olmanız için içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı?” Bu âyetin başında yer alan, (.......) kelimesinde yer alan, (.......) soru edatı, inkâr manasınadır, (.......) ise bağlarıgıçtır yani atıf edatıdır. Burada ma'tûfun aleyh denilen ve üzerine atıf yapılan şey ise mahzûftur. Sanki şöyle denilir gibidir: “yalanlıyor ve şaşkınlık içinde karşılıyor değil misiniz?” (.......) de, (.......) demektir ki, “gönderilmesinden,...” manasınadır. Yani sizden, sizin cinsinizden olan birinin ağzından bunları duymaktan şaşkınlık duyuyor ve yalanlıyorsunuz değil mi? Çünkü Hazret-iNûh'un kavmi ona peygamberlik verilmesine hayret edip şaşkınlık geçiriyorlar ve dolayısıyla da onu yalanlıyorlardı. Hatta yüce Allah'ın insanlardan peygamber göndermesi meselesini yadırgayarak diyorlardı ki: “Biz daha önce geçen- aralarınıızdan böyle bir şey duymadık.” (23, Mü'minûn, 24) ve yine diyorlardı ki: “Eğer Allah bir peygamber göndermek isteseydi, mutlaka melekler gönderirdi. “23, Mü'minûn, 24) Sizi küfrün ve inkârcıliğin akıbetinden sakmdınp uyarmak için ve bir de takva sâhibi olmanız yani uyan sonucunda Allah'ın emirlerine sanlıp yasaklarından uzak durmanız için... Ve takva sayesinde, eğer siz bunu kazanırsanız merhamet olunasmız diye,... 64Bunun üzerine onu yalanladılar. Biz de onu onunla beraber îman edenleri gemide kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler. Onu yalanladdar, biz de onu onunla beraber gemide bulunanları kurtardık. Onu yalancılıkla suçladılar. Hazret-i Nûh'a îman edenlerin sayısı kırk erkek ve kırk da kadın olmak üzere seksen kişi idiler. Bir diğer görüşe göre de bu sayı, Hazret-i Nûh'un oğullarıyla birlikte dokuz idi. Îman eden oğulları Sam, Ham, Yafes ve bu üçü dışında altı îman eden kişi. (.......) cümlesi, “ya taallûk etmektedir. Sanki şöyle denilmektedir: “Gemide ona arkadaşlık edenler,...” Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar kör bir kavim idiler. Yani Hakkı görmüyorlardı. Nitekim, “baş gözü görmediği gibi adamın kalp-gönül gözü, basireti de kapanmış” diye de söylerler. İşte Nûh'un kavmi böyle idiler. 65Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik.) O “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin! Çünkü O'ndan başka ilahınız yoktur. Hala sakınmayacak mısınız?” dedi ki: (.......) Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u (gönderdik.) Burada, “kardeşleri” ifadesi, onlardan, içlerinden veya aralarından biri manasınadır. “Onlardan biri” olarak tanıtılmasının sebebi, çünkü Hazret-i Hûd, onların içinden olup aralarından en anlayışlı, kavrayışı kıvrak zekalı birine karşı direniyorlar. Bu itibarla da, aleyhlerine gösterilecek veya sunulacak olan kanıtın da onları daha çok ilzam edici ve susturucu olması gerekir. “Onlardan biri” ifadesi tıpkı senin, “Ahal arap” demene benzer. Yani bu da araplardan biri demektir. (.......) ibâresi, önceki “59.” Âyette geçen (.......) üzerine atfolunmuştur. Bu âyette geçen, (.......) ismi de, (.......) ifadesinin açıklayıcı mahiyette bir atıftır. Zaten “kardeşleri-kendilerinden biri” ifadesinden belirtilmek istenen kimse de Hazret-i Hûd (aleyhisselâm) dır. Hazret-i Hûd'un soy kütüğü: Nûh oğlu Sam, Sam oğlu Erfahşez, Erfahşez oğlu Şaleh ve Şâleh'in oğlu Hûd (aleyhisselâm) (.......) O dedi ki: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin! Çünkü O'ndan başka bir ilahınız yoktur, hala sakınmayacak mısınız?” Bu âyette, daha önce Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) ile ilgili âyette geçtiği gibi, (.......) demeyip yalnızca, “dedi ki” diye başlaması, soruyu soran kişinin soru tipine göre cevap sunulması sebebiyledir. Bu açıdan da, “Hûd onlara öyle demedi.” Nitekim, (.......) de böyledir, diye zikredilmiştir. Aynı şekilde bundan sonra ele alacağımız âyet de böyledir. 66Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki:” Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten biz seni yalancılardan biri sanıyoruz” (.......) Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki; Bu âyette, “önde gelen ekabir takımından yetkili yani (.......) kelimesi, “Kâfirler, kafir olanlar” ifadesiyle vasıflarııp tanıtıldı. Halbuki daha önce Hazret-i Nûh ile ilgili geçen âyette, (.......) kelimesi, “kâfirler kâfir olanlar” olarak nitelendirilmedi. Bunun sebebi şudur; Hazret-i Hûd'un kavminin önde gelenleri arasında îman etmiş olanlar vardı. Bu bakımından böyle bir ayrıntıya dikkat çekilmiş oluyor. Halbuki Hazret-i Nûh'un kavminin önde gelenleri arasında ona îman eden hiçbir kimse bulunmuyordu. Bu bakımdan orada böyle bir ayrıntıya gidilmedi. Nitekim Hazret-iHûd'un kavmi içinden olup önde gelenlerden Mersed b. Sa'd bu îman edenlerden sadece biridir. İşte sırf bu ayrıntıya dikkat çekmek için, “kafir olanlar” kaydı konmuş oldu. Hazret-i Nûh'un kavminin önde gelenleri arasında böyle îman eden hiçbir kimse olmadığından orada bu manada bir ayrıntıya gerek yoktu. “Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz.” Senin aklından bir zorun var, sen bunamışsın. Çünkü sen halkının dinini bırakıyor, yerine başka bir din-inanç sistemi getiriyorsun. Bu âyette, “Beyinsizlik, akılsızlık ve bunamışlık” ifadesi mecâzî anlamda zarf olarak zikredilmiş oldu. Yani, “Sen hep böyle bunak olarak ve bunu bırakmadan devam edip duracaksın” anlamında söylenmiştir. “Gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz.” 67(Hûd) “Ey kavmim! Bende hiçbir çılgınlık yok, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir elçiyim.” 68Size Rabbimin gönderdiklerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim. Çünkü ben sizi davet ettiğim din konusunda size hiçbir zaman ve asla yalan söylemem, Zira ben, size söylediklerim konusunda “Emin” güvenilir biriyim. Bu âyette, “Ben size öğüt veren güvenilir bir kimseyim” , diye buyurulması, isme karşı yine isim cümlesiyle karşılık verilsin içindir. Çünkü önceki bir âyette, “Ve biz seni yalancılardan biri olduğunu sanıyoruz” deniliyordu. İşte bu isim cümlesine, cevap yine isim cümlesiyle verilsin di yedir. Peygamberlerin- Allah'ın salat ve selâmı üzerlerine olsun- kavimlerinden kendilerini dalalet, sapıklık, beyinsizlik gibi vasıflarla nitelemelerine rağmen, onların bu kimselere aynı şekilde karşılık vermemeleri, Halbuki kavimleri toplumun en sapıkları oldukları hâlde, ayniyle mukabeleden uzak durmaları, çok uysal ifadelerle karşılık, vermeleri güzel edebin gereğini yerine getirmelerindendir. Halbuki kendileri de kavimlerinin halkın en sapıkları olduğunu çok iyi olarak ve yakinen bilmektedirler. Hasımlarını ya da düşmanlarının halkın arasından en sapıkları olduğu onlar tarafından da bilinen bir gerçektir. Beyinsizliklerine, sapıklıklarına ve onların rezaletlerine rağmen peygamberler hep güzel ahlâk yolunu, edebi öne almışlardır. Yüce Allah'ın bu gerçekleri haber vermesi, kullarını eğitmeye yöneliktir. Samimi kullar, sapıklar tarafından bu gibi durumlarla karşılaşmaları hâlinde, onlara nasıl hitapta bulunmalılar, neden onları önemsememeleri gerektiği gerçeğini öğretmeyi amaçlamaktadır! Onları bulundukları konumda kendi durumlarıyla nasıl başbaşa bırakmaları gereğini öğretiyor. 69Sizi uyarmak içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine hayret mi ediyorsunuz? Düşünün ki o sizi, Nûh kavminden sonra olanların yerine getirdi ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı. O hâlde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz. Yani Nûh “as” kavminden sonra sizi onlara halef kılmıştır veya onların meskenlerine,bannaklarına sizi onların yerine yerleştirmiştir. Burada geçen, “İz” edatı, zarf değil, mefulu bihtir. Bu ise şu manayadır: “Sizi onların yerine geçirdiğimiz,halîfe kıldığımız anı ve zamanı bir hatırlayın hele!” “Ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldı.” Yani hem boyca ve hem ence üstün kılmıştır. Çünkü bunların em kısa boyluları, altmış zira-arşm imiş.En uzunları da yüz zira-arşm imiş. Bir zira'68 cm. olduğuna göre en uzun boylusu “6 mt, 800 cm.” ve en kısa boylusu da, “4 mt, 80 cm” uzunluğunda oluyor. Âyette geçen “Bestaten” kelimesini Mekke ve Medine kırâat okulu yani Hicaz ekolü ki bunlar Nâfi', Ebû Cafer, İbn Kesîr, Âsım ve Ali Kisâîdirler. İşte bu zatlar, ismi geçen (.......) kelimeşindeki (.......) harfini (.......) harfi olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. O hâlde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz. Sizi Nûh kavminin yerine geçirmesi, boy-bos ve güç bakımından üstün yaratması ve daha bu manada nice imkanlara sizi sahip kılmasını hatırlayın ve anın ki kurtuluşa eresiniz. Burada geçen, “nimetler” kelimesi, tıpkı (.......) kelimesinin, (.......) kelimesinin, (.......) kelimesinin çoğulu olması gibi bu da, (.......) kelimesinin çoğuludur. Tıpkı, (.......) gibidir. 70Dediler ki: “Sen bize yalnız Allah'a tapmamız ve atalarınıızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğru söyleyenlerden isen, bizi edip durduğun azâbı başımıza getir. “Dediler ki: “Sen bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarınıızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin?” Bu Âyetteki, “....için mi geldin?” cümlesinde yer alan, “Gelme” ifadesinin manası, bizzat Hazret-i Hûd (aleyhisselâm) a bir hitaptır. Kavmi ona sesleniyor. Çünkü bundan anlaşılıyor ki, Hûd peygamber de, tıpkı bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) gibi halkından aynlır ve gider tek başına bir yerde ibâdet ederdi. Nitekim Resûlüllah (aleyhisselâm) da, henüz kendisine peygamberlik görevi verilmezden önce bu şekilde Hıra mağarasına tek başına çekilir ve orada görevini yapardı. Hûd (aleyhisselâm) de böyle imiş. İşte böyle gittiği ve Rabbiyle başbaşa olduğu o yerde kendisine vahiy gelmesi üzerine, Hazret-i Hûd, tebliğ amacıyla hemen kavmine gelir. Kavmi de yukanda belirttiğimiz gibi kendisine itirazda bulunur ve, “Bu amaçla mı gittiğin yeri bırakıp bize geldin” gibisinden karşı çıkarlar. Onu red ve inkâr ederler. Bir tek Allah'a ibâdet ve kulluğun tahsisini de yadırgarlar. Atalarının putları ve putlaştırdıkları dini terketmeyeceklerini ileri sürerler. Çünkü o inanç ve sistem üzere ve onun sevgisiyle yetişip büyümüşler, bunun için de onu bırakmak istemiyorlar ve itirazlarını da şu şekilde sürdürüyorlar: (.......) Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğini (azâbı) bize getir. Söylediğin gibi bize azap gelecek mi acaba? 71Hûd:” İşte üzerinize rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiştir. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” dedi. Âyette, ileride başlarına inecek olan azâbın sanki hemen inmiş, gönderilmiş gibi zikredilmesi, bunun artık kesin olduğu gerçeğini bildirmek maksadıyladır. Her ne kadar azap istedikleri anda inmese de artık bu, kesinleşmiştir. Bunun için de, (.......) ifadesi zikredilmiştir. Bu tıpkı birilerinin senden bir takım isteklerde bulunması ve seninde ona, “Sen onu şimdiden oldu bil, elinde bil” manasında bir ifadedir. (.......) azap manasınadır (.......) kelimesi de, Rabbin öfkesi ve cezâlarıdırması manasınadır. Haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bir takım hayali ve varsayıma dayalı, esasta varlıkları olmayan sembolleri, şeyleri ele alarak, bu putlarınızı sizler ilâhlar olarak isimlendirip değerlendiriyorsunuz. Gerçekte öyle bir şey aslında yoktur. Çünkü hepsi de uluhiyet manasından uzaktırlar, yakından ve uzaktan bunların hiç birisinin uluhiyetle ilgi ve alakalan yoktur. Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” 72Bunun üzerine onu ve onunla beraber rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da îman etmeyenlerin kökünü kestik. Bu âyette geçen, (.......) kelimesi/bir şeyin, aslı ya da kökü manasınadır. Veya bir şeyin arkasında olan şey, dayanak, destek anlamınadır. Dolayısıyla, (.......) cümlesi; “Onların köklerini kesti, kazıdı ve en son fertlerine varana kadar hiçbir kimse kalmaksızın hepsini silip süpürdü, yok etti.” Manasınadır. “Çünkü onlar peygamberleri yalanlayan imansız kimseler idiler.” ÂD KAVMİ KISSASI Âd kavmi, Amman ile Hadramavt denilen bölge içerisinde varlıklarını sürdürüyorlardı. Bunların tapınmakta oldukları bir takım putları bulunuyordu. Bu putları da şu şekilde adlarıdırmışlardı, Sada'Samudve Heba. Yüce Allah Hûd'u kendilerine Hazret-i peygamber olarak gönderdi. Ancak onlar kendisinin tanımayıp yalanladılar. Bunun üzerine üç yıl Allah kıtlık verip yağmurlarını kesti. Başlarına herhangi bir bela ve sıkıntı gelince, yüce Allah'ın Beyti Haraminin yanında o sıkıntı gelince, yüce Allah’ın Beyti haraminin yanında o sıkıntı ve felaketten kurtulmaları için yakarırlardı. İşte Âd kavmi bu amaçla, Mekke'ye girip Beytullah'ta Allaha yalvarmaları ve yağmur yağdırması için üç kişiyi heyet olarak kendi adlarına gönderdiler. Bu kişiler de, Anz oğlu Kayl, Hezal oğlu Lukaym ve bir de Sa'd oğlu Mersed idiler. Ancak Mersed Hazret-i Hûd'a îman etmiş ve fakat imanını gizleyenlerdendi. O günkü Mekke toplumu Amelika soyundan idiler. Soy kütükleri de şöyledir: Hazret-i Nûh'un oğlu Şam'ın oğlu Lavez'in oğlu Amlik soyundan gelme idiler. O gün Mekke toplumunun lideri de, Muâviye bin Bekir idi Bekrin oğlu Muâviye. Gelen heyet Mekke dışında Muâviye'ye konuk oldular. Hazret-i Hûd'a îman etmiş olan ve fakat imanını gizleyen Mersed, orada onlara dedi ki, “Siz Hûd peygambere îman etmedikçe Allah size yağmur venneyecek sizi sulamayacaktır” bunun üzerine heyet, îman etmiş olan Mersed'i geride bıraktılar ve kendileri çıkıp dua için gittiler. Kayl şöyle yakardı: “Allah'im! Âd kavmine daha önce onları suladığın gibi sula, yağmur yağdır.” İşte bunun üzerine yüce Allah üç bulut gönderdi. Bunlardan biri beyaz, biri kırmızı, biri de simsiyah idi. Derken bu sırada gökten bir ses şöyle sesleniyordu: “Ey Kayl kendin ve kavmin adına bu üç buluttan birini seç” Kayl da, en fazla yağmur olsa olsa şu siyah bulutta daha fazladır, düşüncesiyle hemen siyah bulutu tercih ettiğini söyledi. Hemen kavmi olan Âd toplumuna koştu gitti, onlara âit olan bir vadide, onlara yağmur müjdesini verdi, onlar da “İşte şu gelen siyah bulut size yağmur yağdıracak” deyip sevindiler. Fakat gelen bulut onların umdukları gibi çıkmadı. Bu rüzgar ile Allah onları helâk etti. Böylece Hazret-i Hûd ve ona îman'edenler kurtulup hepsi Mekke'ye geldiler. Orada ölene kadar bir tek Allaha ibâdet ve kulluklarını sürdürdüler. Bak. İbni İshak'tan naklen Taberi Tarihi, 1/219-220 ve bk. Keşşaf 2/88 73Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Dedi ki :” Ey Kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir. O da size bir mu'cize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin (içsin). Ona kötülük etmeyin; sonra sizi acıklı bir azap yakalar. Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Burada, (.......) ifadesi, (.......) olarak da kırâat olunmuştur. Bu şekilde ki kırâat ya da okuyuş A'meş ile Hasen-ı Basrî'ye âittir. Semûd kelimesinin (.......) şeklinde tenvinli olarak okunmasının gerekçesi, bunun “kabile” manasına tefsirlanması açısındandır. Ya da bunun kökü dikkate alındığından olmuştur. Çünkü Semûd ismi onların büyük babalarının adıdır. Dolayısıyla kabileye tevili açısından gayn Munsarıf hale getirilmiştir yani cer ve tenvîn kabul etmeyen bir kelime olarak kabul edilmiştir. Diğer bir tefsire göre de, (.......) adının verilmesi, bölgenin suyunun az olması sebebiyledir. Çünkü “Semûd” kelimesi, (.......) kökünden alınmadır ki bu da, “az su” demektir. Semûd kavminin meskenleri, kayalıkların yontulmasından oluşuyordu. Çünkü bunlar Hicaz ile Şam-Suriye arasında Hicr denilen bölge içinde yaşıyorlardı. Burası Medine'nin kuzeyinde Tebuk yakmlarında olan bir yerdir. Dedi ki :” Ey Kavmim! Allah'a kulluk edin. O'ndan başka ilahınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil gelmiştir.” Benim peygamberliğimin doğruluğuna tanıklık edecek çok bir âyet ve mu'cize gelmiştir. İşte işin bu noktasında sanki Hazret-i Sâlih'e şöyle bir soru yöneltilmiş gibi: “Peki nedir bu açık mu'cize?” Hazret-i Sâlih dedi ki: O da size bir mu'cize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin (içsin). Burada, “İşte Allah'ın şu devesi” tabiri içindeki “şu” işaret ismi izafet ve tazim anlamında bir tahsistir. Çünkü o deve herhangi bir başka devenin doğurması sonucu olarak değil, bizzat yüce Allah'ın onu bir mu'cize olarak yaratması sebebiyledir. Yani “İşte bizzat Allah tarafından anasız-babasız yaratıları şu deve, başkası değil şu deve” diyerek işin azametini ve önemini belirtiyor. Âyetteki, (.......) ifadesi de, “dişi deve” den hâldir. Bunun amili de, (.......) işaret isminde var olan işaret manasıdır. âdeta şöyle denilir gibidir: “Ben size bir mu'cize olarak şu dişi deveyi işaret edip gösteriyorum.” Yine burada, (.......) kendilerine bir âyet-mu'cize gönderilen kesimin hangileri olduğunu açıklamak içindir. Bunlar da, Semûd toplumudurlar ki, bizzat o deveyi baş gözleriyle gören kimselerdir. Onu bırakın, Allah'ın arzında yesin (içsin), ayetiyle işaret olunan arz, zaten Allah'ın arzıdır ve deve de Allah'ın devesidir. Öyleyse bırakın onu da o hayvancağız Rabbinin arzında Rabbinin yetiştirip büyüttüğü bitkilerinden yesin. Çünkü onun size bir sıkıntı ve zaran da yoktur, üzerinizde bir yük değildir. Ona kötülük etmeyin; sonra sizi elem verici bir azap yakalar. Allah'ın bu âyetine ve mu'cizesine saygılı davranarak sakın ha onu dövmeyin, taşlayıp uzaklaştırmayın, ürkütmeyin, yaralayıp boğazlamaya da kalkışmayın. Saygılı olun. Sizi elem verici bir azap yakalar. Buradaki, “sizi yakalar” cümlesi, yasağın cevâbıdır. 74Düşünün ki (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi; onun düzlüklerinde saraylar yapıyor, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın. Hicaz ile Şam-Suriye arasında bulunan ve Medine'nin kuzeyinde Tebuk yakınlarında yer alan Hicr topraklarında yerleştirdi, O bölgede size barınacağınız imkanlar sağladı, onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, yazlıklar inşa ediyor “ve” kışlık için dağlarında evler yontuyorsunuz Burada, “evler” kelimesi mukadder hâldir. Bu tıpkı şu ifadeye benzer bir ifadedir: “Şu giysiyi-kumaşı gömlek olarak çizdi-dikti” gibi. Bilindiği gibi dağın oyulması veya yontulması ile dağ ev haline gelmeyeceği gibi, dikiş veya kesim esnasında da kumaş gömlek haine gelmez. “Allah'ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılık ve karışıklık çıkarmayın.” SEMUD KAVMİ Anlatıldığına göre Semûd kavmi, Hazret-i Nûh'un kavmi olan Âd toplumu helâk edilince, gelip onların yerine geçmişler ve onların harab olan ülkelerini yeniden yaşanır duruma getirmişlerdir. Orada uzun bir süre hayat sürmüşler, çok uzun bir ömürle varlıklarını devam ettirmişlerdir. Ancak ölmeden önce evlerimiz yıkılabilir ve biz altında kalabilir endişesiyle dağları oyarak, oralarda kendilerine ev ve barınak yapmışlardır. Oldukça büyük bir refah ve bolluk içinde idiler. Bunun sonucu olarak Allah'a karşı isyan ettiler. Allah'ı ve kanunlarını tanimâmaya başladılar. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya ve anarşi doğunnaya başladılar putlara ve putlaştırdıkları şeylere tapınmaya kalkıştılar. İşte bunun üzerine yüce Allah, kendilerine Hazret-i Sâlih'i peygamber olarak gönderdi. Semûd kavmi arap idiler. Sâlih ise onların içinden nesep bakımından orta bir soya-nesebe mensup bulunuyordu. Hazret-i Sâlih onları Allah'ın birliğine tevhid inancına davet etti. Fakat Sâlih'in davetine pek az sayıda kimseler uymuşlardı ki bunlarda müstad'af denilen, toplum tarafından dışlarııp aşağılarıan güçsüz kimselerdi. Sâlih peygamber onları uyardı kavmi de kendisinden bir kayanın içerisin den henüz on aylık gebe olan bir dişi devenin meydana çıkarmasını istediler. O da hemen namaza durdu ve Rabbine duada bulundu. Derken kaya tıpkı gebe bir hayvanın doğurması sırasındaki haraketi gibi hareket ederek, kavminin Sâlih peygamberden istedikleri gibi bir dişi deve ondan meydana geliverdi. İşte bu olay karşısında Semûd kavminden önde gelen Cündu b. Amr kavminden bir gurupla birlikte Hazret-i. Sâlih'e îman ettiler. 75Kavmin ileri gelenlerinden büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen mü’minlere dediler ki: “Siz Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? Onlarda; şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona mü’min kimseleriz, dediler. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, âyetin baş tarafında bulunan, “dedi” fiilinin başına bir vav harfi ekleyerek, (.......) şeklinde okumuştur. Ayrıca, (.......) cümlesi, cer edatının tekrarı ile, (.......) dan bedeldir. Çünkü, (.......) derken her ikisinde de, (.......) cer edatı vardır. Burada, Bedel olan bir kelimenin amilin iadesinin takdiri hâlinde gelebileceğinin de bir delil ve kanıtını görmüş oluyoruz. Bir de, (.......) daki (.......) zamîri, (.......) ye râcidir. Bu ise şu gerçeğe işaret ediyor; kafirlerin aşağıladıkları, güçsüz kabul ettikleri kimseler yalnızca inanlardan olanlardır. Yoksa inanmayanlardan güçsüzler var olsalar da kâfirler öyle kabul etmiyorlar. Bu, eğer zamîr (.......) üzerine ma'tûf olursa bir delildir. Eğer zamîr, (.......) üzerine değil de, (.......) üzerine ma'tûf ise, bu takdirde müstad'aflar mü’min de kafir de olabilirler, her iki kesim içinden de böyleleri bulunabilir, manası ortaya çıkar. Âyette kafirlerin önde gelen azılılarının aşağılayıp küçümsedikleri kişilere seslenişlerini ve onlara karşı takmdıkları tavırlarını görüyoruz. “Siz Sâlih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? Onlarda şüphesiz biz onunla ne gönderilmişse ona inananlarız, dediler. Halbuki lider konumundaki azılı kâfirler, zayıf ve güçsüzlere alaylı bir şekilde soru yöneltiyorlardı. İşte onların verdikleri yukandaki ifade onlar için bir cevap idi. Çünkü onlar, müstad'af olan güçsüz kesime, Hazret-i Sâlih'in elçi olarak gönderildiğini bilebildiklerinden soruyorlardı. Böylece Hazret-i Sâlih'in bir elçi olarak gönderildiğinin teslim edilen manada bilinen bir gerçek olduğunu ortaya koyuyorlardı. Sanki onlar diyorlardı ki: “Onun bir elçi olarak gönderildiğine ilişkin bilgileri yanında hangi görevle ve nelerle gönderildiğine dair de bilgilerinin olduğunu net bir şekilde ifade ediyorlardı. Çünkü asıl üzerinde durulması gereken konu, Hazret-i Sâlih'e îman etmenin farz olduğu gerçeğidir. İşte biz de bu gerçekten hareketle size bildiriyoruz ki: Bizler aynı zamanda ona îman etmiş kimseleriz de. “ 76Büyüklük taslayanlar dediler ki: “Biz de sizin inandığınızı inkâr edicileriz.” Bu âyette yer alan, “sizin îman ettiğiniz,..” cümlesi, “görevli olarak gönderildiği şeyleri de..” yerinde zikredilmiş bir ifadedir. Böylece mü’minler tarafından bilinen ve doğruluğu teslim edilen şeyi onlar red ediyor ve inkâr ettiklerini bildiriyorlardı. 77Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler ve Rablerinin emrinden dışarı çıktılar da: “Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peyamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir” dediler. Âyette deveyi kesip öldürmeleri eylemi o toplumun tamamına teşmil edildi. Halbuki deveyi öldüren tek kişidir. O da, Kudar veya Kuzar b. Salif adındaki kişidir. Ancak devenin öldürülmesini hepsi istediklerinden ve bu öldürme işinden hepsinin memnun kalmalarından ötürü sanki hepsi de öldürme işine fiilen kâtilmış gibi zikredilmiş oldu. Deveyi öldüren Kudâr adındaki şahıs, kısa boylu, kızıl tenli, mavi gözlü idi. Nitekim Rablığmı ilân eden Fir'avun da böyle biri idi. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Ey Alî, önceki geçen topluların en acımasız ve kalbi kararmış kişisi, gözü dönmüş olanı Hazret-i Sâlih'e mu'cize olarak verilen deveyi acımasız bir şekilde öldürendir. En sonuncuları da, seni öldürecek olandır.” Bak. Ebû Nuaym, Hilye:4/307 ve Mecmauzzevaid:7/14,299. “Bu şekilde Rableri'nin emirlerini hiçe sayıp tanımadıklarını sergilediler.” Sâlih'ten yüz çevirdiler, büyüklenerek Rablerini ve emrini tanımadıklarını gösterdiler. Rableri onlara, Hazret-i Sâlih peygamberin dilinden emir buyurduğu şey ile, şu ifadeyle emretti: “Dokunmayın ona, bırakın onu, istediği gibi Allah'ın arzında otlayıp yesin” (A'raf,73) emrine karşı gelerek azıttılar veya Rablerinden ötürü ki bu Rabbinin dininden ötürü karşı gelip tanımadılar manasınadır. “Hemen bunun peşinden de alaylı bir tarzda: “Eğer sen gerçekten peyamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı bize getir” dediler. 78Bunun üzerine onları o sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü dona kaldüar. Bunun üzerine onları o (gürültü) sarsıntı yakaladı da Bir ses,bir sayha ve çığlı ki bundan dolayı yer sarsılmaya, deprem olmaya başladı, bundan dolayı rahatsızlarıarak kendilerini kaybettiler de yurtlarında diz üstü dona kaldılar. Meselâ araplar, “Ennasu cesseme” derler ki bunun anlamı, “oturdukları yerde ve hiç konuşmaksızın hareketsiz bir hâlde kalakaldılar” demektir. 79(Sâlih) o zaman onlardan yüz çevirerek şöyle dedi. “Ey kavmim! Andolsun ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.” Siz heva ve hevesin yolunu seçtiğinizden dolayı size hidâyet yolunu gösterip Allah'ım emirlerini iletenleri sevmiyor ve istemiyorsunuz. Nasihat, fazihatı, rezaleti ortadan kaldıran Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır. Ancak nasihat buna rağmen insana ağır gelir ve sonu da kin ve öfkeyi doğurur. Anlatıldığına göre, Semûd kavminin deveyi boğazlayıp öldürmeleri bir Çarşamba günü imiş. Bunun üzerine Hazret-i Sâlih toplumuna şöyle seslenir: “Siz bundan sonra üç gün daha yaşayacaksınız. İlk günde yüzünüz sararacak, ikincisinde kızaracak ve üçüncü günde ise kararacaktır. Dördüncü günde de Allah'ın azâbı gelip sizi bulacaktır.” Nitekim durum dediği gibi olmuştur. Yine anlatılır ki; Hazret-i Sâlih kendisine îman eden yüz on müslüman ile birlikte ağlar bir vaziyette çıkıp ayrıldı. Ne zaman ki kavminin helâk olduğunu ve tamamen yok olup ortadan kaldırıldıklarını öğrendi. Beraberindekilerle tekrar döndü ve onların yerlerine yerleşti. 80Lût'u da peygamber olarak gönderdik. Kavmine şöyle dedi: “Sizden önceki milletlerden hiçbirinin yapmadığı alçakhğı siz mi yapıyorsunuz?” Burada, (.......) ifadesi, “ve Lût'u da hatırlayın” demektir, (.......) kelimesi de Lût'tan bedeldir. (.......) yani çirkinlik ve iğrençlikte devamlılık gösteren bir kötü işi mi yapıyorsunuz?! (.......) Yani sizden önceki toplumlardan hiçbirisi sizin işlediğiniz bu fiili, homoseksüelliği işlemiş, önceliği almış değildir. Bunun ilk Meselâi ve hem de örneklerin en iğrencini veren sizsiniz. Sizden öncekilerde bunun benzeri bir örnek yoktur.Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu hadisi de mana açısından Âyettekine benzer. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuş ki: (.......) Bu konuda Ukkaşe seni geçti, bu ilk kez ona nasiptir. (Bak: Ahmed b. Hanbel, Müsned: 1/403,454) (.......) de yer alan, (.......) cer edatı zâidedir ve nefyi-olumsuzluğu tekit yani pekiştirmek içindir. Bir de istiğrak içindir yani zamanların ve dönemlerin tamamını kapsamına almak manasınadır. (.......) deki (.......) edat, Teb'îz (Teb'id) içindir, yani kimisi,bazısı veya bir kısmı gibi manalara gelir Aslında bu,yeni bir cümledir. Önce “Bir kötülüğü mü, fuhuşu mu işliyorsunuz?” diye onları yadırgayan, onlardan iğrenen ifadeyi zikretti, sonra da onları azarlayarak, nefretini dile getirerek de şöyle söyledi: “Şüphesiz dünyada bu iğrenç fiili ilk işleyen, Meselâi ortaya koyan sizlersiniz.” 81Hakikaten siz, kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz. Şüphesiz siz haddi aşmış bir milletsiniz. Yüce Allah'ın, (.......) kavli, (.......) demek olup, “Siz, erkeklerle mi beraber oluyorsunuz?” anlamındadır ve bu ayni zamanda bir önceki, âyette geçen, (.......) kavlini de açıklamak içindir. Buradaki hemze yani (.......) soru edatı, tıpkı (.......) de yer alan (.......) soru edatı gibi inkâr içindir. Buradaki, (.......) ifadesini kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Cafer ve Hafs haber cümlesi olarak değerlendirdiklerinden dolayı bir tek hemze ile, (.......) şeklinde okumuşlardır. Ancak ismi geçenler dışındaki kırâat imâmları ise bir soru cümlesi olarak değerlendirdiklerinden bunu iki hemzeli olarak, (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir. Meselâ Arapçada, (.......) denilince, bununla “kâdirıla cinsel ilişkiye geçtiğinde” manası anlaşılır. Yine Âyetteki, (.......) kelimesi de Mefulü Lehtir. Yani sırf şehevi duygularınızı tatmin için. Yoksa sizi bu duygunun ötesinde ona götüren mücerret manada şehvetin dışında bir başka şey yoktur. Kaldı ki bundan daha ağır bir yerme ve hakaret de olamaz. Çünkü bu sadece behimi-hayvani bir vasıftan, aşağılıktan öteye gidemez. (.......) demek yani kâdirılardan tatmini değil, erkeklerden,... “Hayır hayır! Siz isyanda sınır çizgilerini çiğneyen ve normal haddin dışına çıkan dışına çıkan bir toplumsunuz.” Rabbim burada bunlardan söz ederken, inkardan ihbara varan, yani onların durumlarını yadırgayan bir hâlden, yine onlar hakkında bilgi ve haber veren bir giriş yaptı. Çünkü onların işlemekte oldukları bu iğrenç halleri böyle bir ifadeyi gerekli kılıyordu. Söz konusu bilgi de, onların adetleri gereği hadlerini aşarı bir toplum oldukları gerçeğidir. Çünkü bunlar hemen her hususta ve her şeyde hadlerini aşmışlardır. İşte bunun içindir ki bu toplum şehevî arzularını tatmin için de sının aşmışlar ve normal yoldan giderilmesi gereken ihtiyaçlarını anormal yollardan gidermeye, erkeklerle beraber olmaya gitmişlerdir. 82Kavminin cevabı: Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; çünkü onlar eteklerini çok temiz tutan insanlarınış! Demelerinden başka bir şey olmadı. Kavminin cevabı: Onları (Lût'u ve taraftarlarını) memleketinizden çıkarın; Hazret-i Lût'un, onların işlemekte oldukları kötü ve iğrenç amel ile ilgili olarak onları yermesi, ağır uyanlarda bulunması üzerine cevap vermeleri yerine başka yollara başvurmaya kalkıştılar. Çünkü Hazret-i Lût, onları hadlerini aşmakla nitelemişti ki bu, her kötülüğün anası ve temelidir. Fakat onlar Hazret-i Lût'un kendilerine ikazda bulunduğu şeylerle hiç de alakası olmayan, verdiği öğütle ilgili bulunmayan şeylere başvuruyorlardı. Lût'un kavmi yandaşlarına emirler vererek Lût'un ve ona îman edenlerin birlikte yurtlarından çıkanlıp atılmalarını istemek oldu. Çünkü onlar fazla temizlenen insahlarınış! demelerinden başka bir şey olmadı. Çünkü bu kimselerin kendileri tahareti, temizliği bırakmışlar da, bizim yaptığımız işi de fuhuş ve iğrençlikle değerlendiriyorlar. Nitekim İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre demiştir ki: “Hazret-i Lût, onların övüne geldiği şeyden dolayı onları ayıplıyordu.” 83Biz de onu ve karısından başka aile efradını kurtardık; çünkü karısı geride kalıp yere geçenlerden oldu. Yakın çevresinden olan ehlini ya da mü’minlerden olanlarını,... azaptan kurtardık. Çünkü kansı geride kalanlardan (kâfirlerden) idi. O da azapta ebedî kalanlardan oldu. Burada Hazret-i Lût'un inanmamış olan hanımından söz edilirken, âyette dişi ifadesi yerine, eril ifadesine yer verilmiştir. Bunun da sebebi, erkeklerin sayıca kâdirılardan fazla olmasıdır. Hazret-i Lût'un kansı Sedom-Sodom'un kâfir toplumuna destek veren, onları himayesiyle destekleyen bir kadın idi. Rivâyete göre, bu kadın Lût ile beraber çıkıp giderken, dönüp arkasına bakar, derken bu sırada kendisine bir taş isabet etmesiyle ölür.' 84Ve üzerlerine (azap) yağmuru yağdırdık. Bak ki günahkarların sonu nasıl oldu. Biz de üzerlerine azap olsun için bir tür dehşet saçan bir yağmur saldık. Dediklerine göre Allah üzerlerine kükürt ve ateş yağmuru yağdırmış. Bir diğer rivâyete göre de, onlardan orada ikamet etmekte olanlar oldukları gibi yerin dibine geçirildiler. Fakat orada yolcu olarak gelen misafirlerin ise üzerlerine Allah taşlar yağdırmıştır. Ebû Ubeyde diyor ki eğer bir yerde azap söz konusu ise, orada, (.......) Azap, cezâ vb. gibi şeyleri yağdırmak” manasınadır. Rahmet eğer söz konusu ise, orada da, (.......) fiili kullanılır. Bak ki günahkarların sonu nasıl oldu. Kafirlerin akıbeti nice olurmuş gör hele... 85Medyene kardeşleri Şuayb'ı (peygamber olarak gönderdik) Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size rabbinizden açık bir delil ile gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın, insanların eşyalanna haksızlık etmeyin. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. Medyene kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik) Medyen bir kabile adıdır. Hazret-i Şuayb peygambere, peygamberlerin hatibi, güzel konuşanı denir. Çünkü kendisi, kavmiyle olan ilişkilerinde ve görüşmelerinde hep güzel üslup ile yaklaşmıştır. Halbuki onun halkı ölçü ve tartıda haksızlık eden bir toplum idiler. Alırken kendileri için ağır,başkalanna bir şey satarlarken de eksik tartarlardı. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size rabbinizden açık bir delil gelmiştir; “Her ne kadar bu hüccetten Kur'ân'da zikredilmemişse de, bu bir mu'cizedir. Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın. Ölçü ve tartının her ikisini de eksiksiz yerine getirin. Yani bir şeyi ölçekle alıp satıyorsunuz, ölçeklerinizde kendi lehinize fazlalık, müşteri aleyhine de eksiklik etmeyin. Tartarken de, terazide ayını şekilde bir yanlışlığa gitmeyin. Burada, (.......) kelimesi tıpkı (.......) kelimesi gibi olup mastar manasınadır. İnsanların eşyalarını eksik vermeyin. Ölçekleri eksik ve tartıları da noksan tutarak halkı ezip sömürmeyin. Hazret-i Şuayb’ın kavmi tüm alış-verişlerinde hep halkı aldatırlardı. (.......) fiili, iki mefûl alan bir kelimedir. Bunlardan ilk mefûl, “İnsanlar” kelimesidir. İkincisi de, “Şeylerini, eşyasını” kelimesidir. Meselâ: (.......) denir ki, bu, “Ben onun hakkını eksilterek bizzat onu zarara soktum” demektir. Düzeltilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Yani ülkede üzenin sağlanmasından sonra,... Çünkü Peygamber ve velilerin, Allah'ın şerî'atına tam bağlılık gösteren sâlih kimselerin o ülkelerde düzeni sağlamalarının ardından sizler anarşi çıkarmak ve hakkı tanimâmak yoluyla huzuru ortadan kaldırmayın. Buradaki izafet tıpkı, (Sebe'33) âyeti gibidir. Yani: (.......) gibi olup bu da, (.......) takdirindedir. “Hayır, durum sizin söylediğiniz gibi değil. Aksine işiniz gece olsun gündüz olsun bize tuzak kurmaktan ibâret bulunuyordu.” (Sebe'33) Yani ölçek ve tartı konusunda emredilenleri gerektiği gibi yerine getirmeniz, eksik ölçü ve tartılardan uzak durmanız ve bir de yeryüzünde huzursuzluk doğurmaktan kaçınmanız, Eğer inananlar iseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. Eğer doğru söylediğim hususunda bana inanıp güveniyorsanız bu, insanlık açısından olsun, karşılıklı görüşme ve diyalog noktasından olsun sizin adınıza daha iyidir. 86Hem öyle tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz ve O sizi çoğalttı, bakın ki, bozguncuların sonu nasıl oldu. Köşe başlarını ele geçirmek suretiyle Hazret-i Şuayb'a inananlara azap ve işkencede bulunmayın. Anlatıldığına göre Şuayb’ın kavmi halkı yolannı keserlermiş. Yine denildiğine göre, bunlar öşür toplamakla görevli kimselermiş. Halkın yollarını kesip, Allah'ın dininin doğru bir inanç sistemi olmadığını, eğri ve yanlış bir yol olduğunu söyleyerek insanların kafalarını karıştırıyor ve insanlar üzerinde baskı kuruyorlardı. Böylece Halkın hak dine girmelerine engel oluyorlardı. “Tehdit,ediyorsunuz” fiili ve buna affolunan şeyler hâl olmak itibariyle mahallen mensûbturlar. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “Halkı tehdit eder, Allah'ın dininin ve şerî'atının yaşanmasına mani olur ve dini halka yanlış anlatarak eğri olarak gösterir bir hâlde yolları ve köşe başlarını tutmayın. “Bir de sayınız oldukça az iken O'nun sayınızı arttırıp çoğalttığım da hatırlayın!” Âyetin bu kısmında yer alan, (.......) edatı, zarf değil,mefulübihtir. Bu itibarla mana şöyle oluyor: Düşünün ki siz az idiniz ve O sizi çoğalttı. Anlatıldığına göre İbrâhîm oğlu Medyen, Hazret-i Lût'un kızıyla evlenir ve yüce Allah da bunların soylarını bereketli kılar, Nesillerinin çoğalarak artmasını sağlar. Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur. Hazret-i Nûh'un, Hazret-iHûd'un, Hazret-i Sâlih'in ve Hazret-i Lût'un-Allah’ın selâmı hepsinin üzerlerine olsun- kavimleri gibi dama önce geçen toplumların başına gelenlerden kendinize ders çıkarın ve onlardan ibret alın! 87Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene îman eder, bir grup da inanmazsa artık, Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. O hakimlerin en iyisidir. Eğer içinizden bir grup benimle gönderilene inanır, bir grup da inanmazsa, Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. Yani bâtıl olanlara karşı Allah haklı olanlara yardım ederek her iki gurup arasındaki ihtilafı çözüme kavuşturana ve haklı olan tarafı üstün kılarıa kadar bekleye durun! İşte bu, Allah'ın kendilerinden intikam ya da öç alması konusunda kafirlere karşı bir tehdidi ve uyansıdır. Bu, aynı zamanda mü'minleri sabretmelerine ve dayanıklılık göstermelerine de bir teşviktir. Bu “arada müşrikler tarafından gelebilecek baskı, zulüm gibi durumlar karşısında da Allah aralarında hükmünü icra edip o müşriklerden intikam alana kadar gereken hassasiyeti gösterip acele etmeden beklemeleri gereğini de hatırlatmaktır. Veya taraflardan her ikisine de bir hitap olup şu hususa dikkat çekmek içindir; Allah aralarında hükmünü ortaya koyana ve iyi ile kötü, zâlim ile mazlum ve kâfir ile mü’min tam olarak belirinceye kadar, mü’minler kâfirlerden kendilerine yapılan eza ve cefaya karşı sabır göstersinler, acele bir hareketin içine girmesinler. Kafirlerin de îman eden kimselere karşı yapageldikleri kötülük ve ezaları iyice anlaşılarıa kadar sabretsinler. O hakimlerin en iyisidir. Çünkü Allah'ın hükmü adildir, hak ve gerçektir. O'nun hükmünde herhangi bir korku ve zulüm endişesine hiçbir zaman yer yoktur. 88Kavminden ileri gelen kibirliler: “Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz” dediler. (Şuayb) dedi ki: İstemesek de mi? Yani sizin önünüzde iki seçeneğiniz, iki yolunuz var Bu ikisinden birini mutlaka tercih etmek zorundasınız. Bunlardan biri ya sürgüne gitmeniz,: bu ülkeyi terkedip sınırlanınız dışına çıkmanız veya yeniden küfre, bizim sistem ve inancımıza dönmenizdir. (Şuayb): İstemesek de mi? dedi. Âyetin bu son cümleleri içinde yer alan, (.......) da bulunan, (.......) yani hemze istifham-sorgulama içindir. (.......) harfi de hâl manasınadır. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “Biz istemediğimiz hâlde buna rağmen siz yine de böyle bir durumda olarak bizi dininizi, kabule mi zorlayacaksınız. Halbuki biz zaten bunu istemiyor ve buna karşı duruyoruz.” Onlar ise, “evet, öyle yapacağız” dediler. 89Şüphesiz Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah'ın dilemiş olması başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allaha dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın. Bu Âyetteki, (.......) daki (.......) bir (.......) harfinin hazfedildiği varsayımıyla yemin manasınadır. Yani buna göre mana şöyledir: “Allah'a andolsun ki,...dininize tekrar dönersek “ Halbuki Allah bizi kurtarmıştı. Eğer, “Şuayb peygamber, “Şayet dininize dönersek, demiştir. Halbuki peygamberler için küfür muhâldir, olamazdır. Durum böyle olduğu hâlde Şuayb peygamber böyle bir sözü nasıl söylemiş olabilir ki?” diye bir soru yöneltirsen, benim buna cevabım şudur; burada Şuayb, söz konusu olan konuşmasıyla değil, kendisine îman etmiş olan kavmini demek istemiştir. Ancak kendisini de söz gelimi, ifade açısından onlarla birlikte zikretmiştir. Yoksa kendisi için böyle bir durum asla söz konusu değildir. Belirttiğimiz gibi, lafın gelişi olarak söylenmiştir. Kaldı ki kendisi böyle bir durumdan beridir, uzaktır. Sadece çoğunluğun durumu göz önünde tutularak söylenmiştir. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Bize yakışmaz ve bizim için sizin dininize dönmemiz de doğru olmaz.Meğerki Rabbinizin ezeli muradında, dilemesinde bunu istemiş olması söz konusu olsun. Çünkü kainatta iyilik olsunu, kötülük olsun yüce Allah'ın meşieti yani dilemesi olmadıkça hiçbir şey gerçekleşmez. Rabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. “İlmen” kelimesi burada temyizdir. Yani O her şeyi bileridir. Çünkü O, kullarının durumlarının nasıl değiştiğini ve kalplerinin ne şekilde döndüğünü her yönüyle bilendir. Biz sadece Allaha dayanırız. Bizim imanımızda sebat etmemiz ve yakin manasında inancımızın artmasına bizi muvaffak kılmasında tek dayanağımız ve güvencemiz Allah'tır. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırhsısın. Yani bu husustaki hükmünü sen ver. (.......) kelimesi hükümet etmek manasınadır. Çünkü hakka dayalı olarak yapılacak olan bir yargılama, muğlak ve içinden çıkılamaz gibi olan şeyleri açar,sonuca bağlar, İşte bunun için buna, “açma, açığa kavuşturma” ismi verilmiş oldu. Nitekim Umman halkı, kadıya-hakim ya da yargıca, (.......) ismini verililer ki bu, işleri ve olayları açıklığa kavuşturup sonuçlarıdıran demektir. Sen hükmedenlerin en hayırhsısın. Nitekim daha önce bu surede yer alan, 87. Âyetinde şöyle buyurulmuştu: “O, hakimlerin en iyisidir.” İşte yukarıdaki âyetin son kısmı da aynen böyledir. 90Kavminden ileri gelen kâfirler: Eğer Şuayb'a uyarsanız o taktirde siz mutlaka hüsrana düşeceksiniz, dediler. Yani Şuayb’ın ardından giderek ona uymanız hâlinde eksik ölçüp biçmenin ve tartmanın size sağlayacağı fırsatları elden kaçırmış olursunuz. Çünkü Şuayb sizi hem eksik ölçüp biçmekten ve hem eksik tartıp vermekten menediyor. Bu hususta size yasaklama getiriyor. Sizi her şeyi tam ve eksiksiz yapmaya, eşit davranmaya zorluyor. (.......) daki (.......) harfinin gündeme getirdiği yeminin ve bir de şartın cevabı, (.......) cümlesidir ve bu cümle iki cevap yerine geçen bir cümledir. . 91Derken onları şiddetli bir deprem yakalayıverdi de vatanlarında diz üstü çökekalddar. Öylece oldukları yerde ölüp kaldılar. 92Şuayb'ı yalanlayanlar sanki orada hiç oturmamış gibiydiler. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb'ı yalanlayanların kendileri olmuştu. Bu âyetin, “Sanki orada...” cümlesidir. Asıl ziyana uğrayanlar Şuayb'ı yalanlayanların kendileridir. Yine burada da, (.......) mübtedadır. (.......) cümlesi de haberi-yüklemidir. Yoksa iki âyet öncesinde geçen, “İyi bilin ki sizler büyük kayıplara,...” kısmı değildir. Burada böyle bir giriş-başlarıgıç yapılmasının içinde ihtisas, aidiyet ve özellik manası yatıyor. Sanki şöyle denilir gibi bir ifade var burada: “Ki Şuayb peygamberi yalanlayan o kimselerin kendileri bizzat helâk olunmayı hakketmiş olanlardır. Sanki hiç evlerinde ve yurtlarında kalıp ikamet etmemiş gibi olanlar onlardır. Çünkü Şuayb peygambere tabi olanları Allah kesin olarak kurtuluşa erdirmiştir. Ki Şuayb peygamberi yalanlayan o kimseler bizzat hüsrana uğrayan,zarar edip kaybedenlerdir. Yoksa Hazret-i Şuayb'a uyanlar değil. Çünkü onlar kârlı ve kazançlı çıkanlardır.” İşte burada bu şekilde üst üste yapılan tekrarda bir mübalağaya yer veriliyor, Şuayb’ın kavminin onu yalanlamaları olayı gerçekten büyük bir durum ve felaket olarak bildiriliyor ve aynı zamanda başlarına gelenler de öylece aktarılıyor. 93(Şuayb) onlardan yüz çevirdi ve: “Ey kavmim! Ben size Rabbimin gönderdiklerini tebliğ ettim ve size nasihat de ettim. Şimdi kâfir bir kavme nasıl acırım” dedi. Hazret-i Şuayb önce kavminin durumu yüzünden büyük bir hüzne kapılıyor ve hemen bunun ardından da kendi kendini kınayarak diyor ki: “Kendileri için üzüntü duyulmasına layık olmayan bir topluma karşı benim üzüntüm neden ve nasıl artsın ki! Çünkü onlar kafirlik yolunu seçtiler ve böylece de başlarına inen azâbı da zaten böylece hakkettiler. Neden üzüleyim ki?” Veya bu şu manayadır: “Başırııza gelen bu hususları, yaptığım tebliğ ve uyarılarınıla size karşı bir mazeretim kalmadı, sizi savunacak durumda değilim. Çünkü beni doğrulayıp onaylamadınız. Şimdi ben nasıl size üzülebilirim ki?” 94Hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını, (peygamberi yalanlamalarından dolayı) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır. Denir ki her bir şehrin ya da idari birimin bir kasabası, beldesi vardır. Bu âyette bir hazif bulunuyor. O da, “Onu yalanladılar” cümlesi olup zaten biz bunu meal içerisinde, “.... yalanlamışlardır” diye verdik. Burada, (.......) umutsuzluk, fakirlik ve yoksulluk vb. gibi manalara gelir. (.......) ise, sıkıntı, darlık, hastalık vb. gibi şeyler demektir. Bilindiği üzere söz konusu kavimler; Hazret-i Nûh, Hz, Hûd, Hazret-i Sâlih, Hazret-i Lût ve Hazret-i Şuayb’ın kavimleri idiler. İşte bu beş kavim peygamberlerine karşı büyüklük gösterdiler, onları tanımadılar ve onlara uymaktan geri durdular. Dolayısıyla Allah da âyette belirtildiği felaketlerle onları ortadan kaldırdı veya onların can ve mallarını telef ederek onları cezâlarıdırdı. Yani üzerlerindeki kibir, gurur ve büyüklük taslama elbiselerini çıkarıp atsınlar da, zelil ve hakir olduklarını bilip îman etsinler için kendilerini mal ve can ile denedik. 95Sonra kötülüp (darliği) değiştirip yerine iyilik (bolluk) verdik. Nihayet sayıları çoğaldı ve: “Atalarınıız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı” dediler. Biz de onları, kendileri farkına varmadan ansızın yakalayıverdik. Sonra kötülüp (darliği) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Yani onların içinde yaşamakta oldukları imtihanın ve sıkıntının yerine kendilerine bolluk, genişlik, huzur ve sağlık verdik. “Taki sayıları çoğalıp arttılar,” Çoğaldılar. Hem insan sayısı olarak, hem de kal ve servet olarak gelişip büyüdüler. Nitekim Araplar, (.......) derler ki bu, “Bitki çoğaldı, uzadı, arttı” gibi manalarda kullanılır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Ve sakalları da uzatın.” Bak. Tirmizî, 2763 ve Nesai, 1/16,8/129 ve 182 Demek oluyor ki, (.......) kelimesi uzatmak, çoğalmak, artmak vb. gibi manalara gelmektedir. Sonra kötülüp (darliği) değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik. Nihayet çoğaldılar ve: “Atalarınıız da böyle sıkıntı ve sevinç yaşamışlardı” dediler. Dediler ki aslında insanların ve toplumların dönemler içerisinde kimi zaman darlık,kıtlık gibi olaylarla karşı karşıya kalmaları ve kimi zaman ise huzur ve bolluk içerisinde bulunmaları dünyanın olağan bir kanunudur. Nitekim bizim atalarınıız da bizden önce bu durumdan yaşamışlardır. Dolayısıyla meydana gelen olayların, günah ile, kötü bir hayat sürmekle alakası yoktur ki bundan dolayı bir cezâlarıdırma ve azap olabilsin. Öyleyse atalarınız nasıl bir hayat sürmüş ve geçirmişlerse, siz de aynen o hayatı ve yaşantıyı devam ettirin! “Bizde onları, kendileri farkına varmadan ansızın yakaladık.” 96O (kendilerine peygamber gönderilen) ülkelerin halkı îman etseler ve (pnahtan) sakmsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık, dakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakaladık (cezâlarıdırdık). Şimdi âyetin bu kısmını ele alalım. Âyetin başındaki (.......) de yer alan, “Lam” harfi, daha önce geçen, (.......) (A'raf 94) âyetindeki “Karyelere, şehir ve kasabalara” işaret etmektedir. Sanki şöyle diyor gibidir: “Eğer peygamberlerini yalanlamaları yüzünden helâk edilen şu kasaba halkları, küfür yerine îman etmiş olsalardı, Allah'a ortak koşacaklarına, şirkten uzak kalarak sakınsalardı, Biz muhakkak gökten yağmur sebebiyle bereket ve bolluk, yerden de her çeşit imkanlar verirdik. Hayrın, iyiliğin, bereket ve bolluğun her türünü tattmrdık. İbn Âmir, (.......) okumuştur. Fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik. İnkarları, kafirlikleri ve kötü kazanç ve amelleri yüzünden onları yakaladık. Diğer taraftan ismi geçen (.......) harfinin cins manasında olması da câizdir. 97Yoksa o ülke halkı geceleyin uyurlarken kendilerine azâbımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? 98Ya da o ülkelerin halkı kuşluk vakti eğlenirlerken kendilerine azâbımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular? Âyette geçen, (.......) kelimesi gündüz manasınadır. Esasen, (.......) kelimesi, güneşin doğması esnasındaki ışığı, ziyası demektir. Ayrıca, (.......) deki (.......) ve (.......) deki (.......) harflerinin ikisi de atıf-bağ edatıdırlar. Her ikisinin de başlarına inkâr ve ret manasını içeren soru edatı olan “hemze” gelmiştir. “onları ansızın yakaladık” cümlesi ma'tûfun aleyh-üzerine atıf yapılan cümledir. Ancak, (.......) diye başlayan 96. âyet sonuna kadar ma'tûf-atfedilen ile ma'tûfun aleyh-üzerine atıf yapılan arasında itiraz-parantez cümlesidir. İlk âyetin, (.......) atıf-bağ edatıyla affedilmesinin sebebi, mananın, “Onlar bunu işlediler ve yaptılar da, biz de kendilerini ansızın yakalayıverdik. Şimdi bu gerçek durumdan sonra o kasabaların halklarına geceleyin azâbımızın gelip onları kuşatmasından mı emin oldular ve aynı şekilde azâbımızın gündüz vaktinde kendilerini yakalanasından mı güvencede oldular” demektir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, Nâfi, Ebû Cafer ve İbn Kesîr, “E ve Emine” cümlesini cezmli olarak, (.......) okumuşlardır. Dolayısıyla bu imâmlar bu atıf edatını (.......) olarak değerlendirmişler. Halbuki diğer kırâat imâmları ise, (.......) yi soru edatı olarak ayrı, (.......) harfini de atıf edatı olarak değerlendirmişlerdir. Kırâat farkı bundandır. Bu takdirde mana her iki değerlendirme yönüyle de olsa, burada, “azâbın gece veya gündüz vakti gelmesinde onlar için bir güvence ve emniyet asla yoktur.” Yani buradaki soru tarzı inkan kapsamakla, o toplumların hiçbir zaman bir güven ve emniyetlerini bulunmadığının dikkatini çekmektedir. Eğer, “Nasıl oluyor da, atıf-bağ edatı olan harflerin başına bir soru edatı olan hemze gelebilir? Ki bu sorgulama kurallarına dilbilgisi açısından aykırıdır” diye bir soru yöneltirsen, benim buna cevabım şöyle olur: “Aykınlık müfret-tekil olan kelimelerin birbiri üzerine atfedilmesindedir. Yoksa bir cümlenin diğeri üzerine bu şekildeki soru edatıyla atfedilmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bu, yeni bir cümlenin kendisinden sonra gelen yeni bir cümle ile bağlarıtısını kurmak içindir, “eğlenirlerken” yani olmayacak ve hiç de kendilerine uygun düşmeyecek fiillerle eğlenip dururlarken, demektir. 99Allah'ın azâbından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın mühlet vermesinden emin olamaz. Bu, “Yoksa,... emin mi oldular?” cümlesi, aslında, “Yoksa kasabalar halkı emin mi oldular?” ifadesinin bir tekrandır. “Allah'ın Mekri-tuzağı, acı son” demek, kulunun hiç farkına varmaksızın yüce Allah'ın kendilerini kuşatıp ansızın yakalayıvermesidir. İmâm Şibli (radıyallahü anh) bu hususta şöyle'diyor: “Allah'ın mekri ya da tuzağı demek, yüce Allah'ın o toplumu veya kimseleri tapıp etmekte oldukları, uygulaya geldikleri iş, durum ve sistem üzere terketmesidir.” Rebi'bin Hasyem'in kızı da babasına şunu sorar: “Babacığım bakiyorum de halk hep uyuyup dururlarken seni hiç uyur görmüyorum neden?” Babasının kızına cevabı şöyle olur: “Kızcağızım! Senin baban geceleyin uyurken Rabbinden ansızın gelebilecek azaptan korkuyor da ondan gecelerini uykusuz geçiriyor.” Rebi'bin Hasyem yukarıdaki sözleriyle, “geceleyin azâbımızın ansızın onları yakalanası.,... “âyetini hatırlatıyor ve insanın her an tetikte hazır olması ye Rabbine böyle bir hazırlıkla gitmesi gereğine dikkat çekiyor. Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz. Ancak kendilerini zarara sokarak böylece canlarına kıyan kâfirler cehennemi boylayana kadar kendilerini hep emniyette ve güvencede sayarlar,yoksa mü’minler değil. Onlar umut ile korku arasında olurlar hep. 100Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hala şu gerçek ortaya çıkmadı mı ki: eğer biz dileseydik onların da günahlarını başlarına çarpardık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar hakkı işitmezler. Bu Âyetteki, (.......) cümlesi, (.......) fiilinin faili-öznesi olması itibariyle merfûdur. (.......) ise, şeddeli (.......) edatının hafifletilmiş halidir. Yani bu şu demektir: “Kendilerinden önce gelip geçenlerin yer ve yurtlarına konarak yerleşen ve bu durumdaki onlara âit topraklara mirasçı olarak yerleşenler hala gerçek kendileri için aydınlanmadı mı? Eğer Biz isteseydik onlardan öncekileri helâk suretiyle ortadan kaldırdığımız gibi, onların yerlerine mirasçı olarak geçenleri de yapıp işledikleri günahları yüzünden felakete uğratır ve böylece miras bırakanları helâk ettiğimiz gibi onların varislerini de aynen helâk ederdik.” Yine burada, “Hidayet” kelimesi, (.......) cer edatıyla müteaddi-geçişli fiil olmuştur. Bu da “Tebyin-ortaya çıkarmak, ilân etmek” gibi manalara gelir. “Biz onların kalplerini mühürleriz onlar gerçekleri işitmezler.” Burada, (.......) cümlesi bir yeni cümledir. Manası da, “Biz mühürleriz, damgalarız” demektir. Haliyle mühürlü ve damgalı olan bir kimse de vaaz ve öğütten anlamaz. 101İşte o ülkeler ki Onların başına gelenlerden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun ki, onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Öyle iken îman etmek istemediler. Çünkü onlardan önce inkâr etmeyi âdet edinmişlerdi. Allah kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler. Bu âyette, (.......) kavli tıpkı, (.......) kavli gibidir.” Benim şu kocam da yüz yaşma gelmiş yaşlı bir ihtiyar iken,...” (Hûd,72) Mübteda, haber ve hâl olması itibariyle onun gibidir. Ya da, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır. (.......) fiili de bunu haberi olur. İşte bu durumda âyetin manası şöyle olur: “Nûh (aleyhisselâm) un kavminden tutun da Şuayb (aleyhisselâm)’in kavmine gelene kadar ismi geçen peygamberlerin kavmine âit Biz sana bir takım bilgiler, haberler vereceğiz. Ancak yine bu kavimlere âit kimi haberler olmuş olmasına rağmen onları da sana bildirmeyeceğiz. Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıktan gerçeklere îman edecek değillerdi. Peygamberleri onlara apaçık mu'cizelerle gelmelerine rağmen, onların kavimleri elçilerin mu'cizelerle gelmiş olmalarına da inanmadılar. Çünkü daha peygamberler gelmeden önce de bunlar âyetler, mu'cizeleri yalanlamışlardı. Ya da, Peygamberlerin kendilerine geldiği ilk zamanlarda, onları yalanlamaları sebebiyle artık bundan böyle bu yalanlama ve inkâr etme işini hayatları boyunca ölene kadar sürdürdüler ve öylece ölüp gittiler. Halbuki hayatları boyunca yeni yeni mu'cizelerin gelmesine rağmen onlar inatlarını hep sürdürdüler. Bu inat üzere de öldüler. Bir de, (.......) daki (.......) harfi de nefyi, olumsuzluğu tekit yani pekiştirmek içindir. İşte kâfirlerin kalplerini Allah böyle mühürler. Çünkü Allah, onların küfürde sebatı seçtiklerini ve tercihlerini biliyor ve bundan ötürü de kalplerini mühürlemiştir. 102Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu itaatten çıkan fâsıklar gördük.. Âyetin, (.......) deki (.......)zamîri mutlak manada insanları ele almaktadır. Yani âyette şöyle denilmek isteniyor: “Şüphesiz insanların çoğu îman konusunda Allah'a verdikleri sözlerini, ahitlerini ve sözleşmelerini bozdular.” Âyet burada, bir muterize-pârântez cümlesidir. Yani zamîr mutlak manada “İnsanları” kapsıyorsa bu bir parantez cümlesidir. Eğer, “Ekserihim” deki zamîr ismi geçen toplundan söz konusu ediyorsa bu takdirde, âyet bir parantez-muterize cümlesi değil, önceki kelamı,âyet ya da cümleyi tamamlar mahiyettedir.” Çünkü önceki ümmetler herhangi bir zarar veya bir korkunun söz konusu olması hâlinde Allah'a söz verirlerken, “Şayet şen bizi kurtarırsan biz de kesin olarak sana îman edeceğiz” diye söz- verirler, sonra da Allah onları “kurtarınca, Allah'a verdikleri misak ve ahitlerini bozarlar. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk. Burada, (.......) aslında, (.......)takdirindedir. Yani durum ve mesele,olay bu iken, onların çoğunu Allah'a itaatten çıkmış olduklarını bulduk,demektir. Buradaki, (.......) yani (.......) fiili, ilim-bilmek manasınadır. Bunun ilim yani bilmek manasında olduğunu da, başına, şeddeli (.......) den hafifletilmiş, (.......) edatının ve bir de (.......) daki (.......) lami farikanın gelmiş olmasından anlayıp çıkanyoruz. Bu ise ancak mübteda-haber yani isim cümleleriyle mübteda ve haberin başına dahil olan-gelen fiillerde câizdir. İşte bundan da bunun bilmek manasında olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla mana şöyledir: “Yalnız ...fâsıklar olarak bilmişizdir.” 103Sonra onların arkasından Mûsa'yı mu'cizelerimizle Fir'avun ve kavmine gönderdik de o mu'cizeleri inkâr ettiler de bak ki, o bozguncuların sonu ne oldu. Bu âyetin baş tarafında, (.......) kavimdeki (.......) zamîri, yine bu surede yer alan ve biraz önce geçen, “101.” Âyet olan, (.......) kavlindeki, “peygamberler, elçiler” kelimesine âittir, râcidir. Ya da, geçen ümmetlere râcidir. O mu'cizeleri inkâr ettiler. (.......) demek yani âyetlerimizi inkâr ettiler, demektir. Dikkat edilirse âyette geçen, “Zulüm” kelimesi burada küfür manasında inkârcılık olarak kullanılmıştır. Çünkü ister küfür yani inkârcılık olsun, ister zulüm olsun her ikisi de aynı noktada buluşmaktadır ki, bu da küfür ya da inkâr anlamındadır. Nitekim Yüce Rabbimiz bir âyetinde şöyle buyuruyor:” Şüphesiz şirk-Allah'a ortak koşmak büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13)” İşte bu âyette de zulmün küfür yani inkâr anlamında olduğu gerçeği gözler önüne serilmiş bulunmaktadır. Ya da burada geçen “Zulüm” ifadesi, “İnsanlar gelen mu'cizeler sebebiyle Mûsa'ya îman edince, bu yüzden Fir'avun ve adamîan halka zulmetmeye başladılar, eziyette bulundular” anlamındadır. Veya bunun anlamı ya da tefsiru şöyle olabilir: “Gelen mu'cizeler sebebiyle o mu'cizelere îman etmeleri vacip-farz olduğu hâlde, onlar îman yerine küfrü alıp seçtiler. Dolayısıyla onların küfürleri yani inkara kalkışmaları bu manada bir zulümdür, haksızlıktır. Çünkü bunlar küfrü konmaması, yerleştirilmemesi gereken yere koydular ki bu yer imanın olması ve bulunması gereken yerdir, ama bak ki, fesatçıların sonu ne oldu. Sonunda denizde boğulup helâk oldular. 104Mûsa dedi ki: “Ey Fir'avun! Ben âlemlerin Rabbi tarafmdan gönderilmiş bir peygamberim.” O çağlarda tıpkı İran krallarına “Kisra” unvanı verildiği gibi, Mısır krallarına da “Fir'avun” unvanı veriliyordu. Sanki “Ey Mısır kralı!” diye hitap ediliyor gibi, bir sesleniş. Asıl ismi Kabus ya da Velid bin Mûsab bin Reyyan'dır. “Masa, ben âlemlerin Rabbi tarafından sana gönderilen elçisiyim “deyince Fir'avun da: “Sen yalan söylüyorsun, sana inanmiyorum” dedi. İşte bunun üzerine Hazret-i Masada dedi ki: 105Birinci vazifem Allah hakkında gerçekten başkasını söylememek benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık bir delil ile geldim. Artık İsrâ'iloğullarını benimle bırak.” Yani asıl doğru söylemesi ve konuşması gereken benim,sen ne demek istiyorsun!? Kısaca, bir sözün söyleyeni ben isem, mutlaka hak ve gerçek olanı söylememi,dile getirmem bana vacip-fârzdır. Ben hiç yalan söyleyebilir miyim? Onu gerçek anlamda yerine getirmesi gereken kişi de benim! Kırâat imâmlarından İmâm Nâfi', (.......) kavlini, (.......) olarak kırâat etmiştir. Yani, “Yüce Allah hakkında yanlış bir şey konuşmamak ve yalnıza doğru olanı söyleyip konuşmak benim üzerime farz olan bir görevimdir. Sadece doğruyu ve doğru olanı söylerim.” İşte bu kırâate göre, (.......) kavli üzerinde vakf olunur. Birinci okuyuşa yani, (.......) kırâatine göre, (.......) kelimesini bir önceki âyette geçen, (.......) kelimesine vasfı olması itibariyle vasletmek-birleştirmek câiz olur. Übeyy kırâatinde olduğu gibi, (.......) edatı burada (.......) cer edatı manasınadır. Yani: “Ben yanlış söylememeye gerçekten layık olanım” demek olur. Ya da, (.......) edat, (.......) kelimesindeki fiil manası üzerine taallûk ediyor olabilir. Buna göre de mana şöyle olur: “Şüphesiz gerçekten risâlet görevine layık ve buna hak kazanan bir elçiyim ben. Ben Allah aleyhinde yanlış bir şey söylememek ve sadece hak-gerçek ve doğru olanı söyleyip aktarmakla görevli olarak gönderildim.” Size Rabbinizden açık bir delil getirdim; artık İsrâ'iloğullarını benimle bırak.” Görevlendirilmiş bir, elçi olduğumu açıkça sergileyen,... Artık İsrâ'il oğullarını benimle bırak.” Çekil bunların önünden, benimle birlikte öz yurtları olan mukaddes toraklarına dönebilsinler. Bilindiği gibi Mısır'da görev yapan Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) un ölümü üzerine Fir'avun hanedanı Esbat-İsrâ'il oğulları soyuna baskın geldi, onları kendi egemenliğine aldı ve kendilerini köleleştirdi. Yüce Allah bunları Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) sayesinde kurtardı. Hazret-i Yûsuf'un Mısır'a girişiyle Hazret-i Mûsa'nın gelip ortaya girmesi arasında tam dört yüz bin yıllık bir süre geçmiştir. Kırâat imâmlarından Hafs, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur. 106(Fir'avun) dedi ki: eğer bir mu'cize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım. (Fir'avun) dedi ki: eğer bir mu'cize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan seni bize elçi olarak gönderen tarafından bir delil getirmiş isen, göster de görelim!” Davanı ve iddianı doğrulaman için öyleyse getir onu ve bu konudaki doğruluğunu kanıtla! 107Bunun üzerine Mûsa asasını yere attı. O hemen apaçık bir ejderha kesiliverdi. Âyette geçen, (.......) edatı ansızın anlamını meydana getirmek içindir. Bu, mekân-yer zarfı olup, Arapçadaki, (.......) ve (.......) manalarınadır. Bu, türkçedeki işte, “İşte orada, orada” ifadelerinin karşılığıdır. (.......) yıları türünden bir azman, ejderha demektir. “Anlatıldığına göre bu ejderha erkek imiş ve ağzı da tamamen acıkmış. İki çenesi arasındaki açıklık mesafesi de seksen zira-arşın (68x80=5.440cm.) imiş. Bu ejderha alt çenesini yere, üst çenesini -de sarayın suru üzerine koymuş. Ejderha daha sonra Fir'avundan yana döner, bunun üzerine Fir'avun da hemen kaçmaya başlar ve ilk kez kokusundan yellenir. Halbuki daha önceleri hiç yellenmemiş. Ejderha halkın üzerine doğru yürür. Bundan dolayı halktan on beş bin kişi oluverir. Kimisi kimisini kargaşada öldürür. İşte kaçmakta olan Fir'avun bu sırada, “Ey Mûsa! Onu tut, bırakma! Ben sana îman ediyorum” diye korkusundan bağırır. Hazret-i Mûsa da, onu tutar-alır ve o da eski haline, asaya dönüşür.” 108Ve elini (cebinden) çıkardı. Birden bire o da seyredenlere bembeyaz görünüverdi. Elini cebinden, yeninden çıkarınca, bir de ne görsünler bakanları şaşırtıcı şekilde hayret ve şaşkınlık içerisinde bırakan bembeyaz bir el. “Bakanlar için beyaz gözüken bir şey öyle hemen dikkat çekmez. Eğer sözü edilen beyazlık olağan durumun dışında ve gerçekten hayret ve şaşkınlık uyandıracak türden ise ancak dikkat çeker ve bakanları o yöne yöneltir.Halkm toplarııp o tarafa doğru yönelmelerini sağlar. İşte Hazret-i Mûsa'nın da elinin beyazliği böyle idi. Rivâyet olunduğuna göre, Hazret-i Mûsa başta henüz mu'cizeye dönüşmeden elini olağan haliyle Fir'avuna gösterir ve: “Bu nedir?” diye sorar. O da: “Senin elindir” der. Daha sonra Hazret-i Mûsa elini cebine-yenine sokup tekrar çıkarınca, bir de ne görsün eli ışıl ışıl panldıyor. Öyle ki elinin ışınları güneşin ışmlarını bastmyor. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)’in teni olağan üstü bir esmerliğe sahipti,o tümüyle esmer idi. 109Fir'avunun kavminden ileri gelenler dediler ki: “Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Büyü ya da büyünün her çeşidini bilen ve bu alarıda uzman olan maharet sâhibi bir kimsedir. Hazret-i Mûsa'nın elinde bulunan asa halka yıları olarak hayallerinde şekillenip görülürken, esmer olan teni de beyaz olarak yansıyordu. Aslında bu söz “Şuâra” sûresinde Fir'avun'a nisbet edilirken burada ise Fir'avun'un adamlarına nisbet ediliyor. Çünkü Şuara sûresinde, “Fir'avun önde gelen adamlarına dedi ki:” şeklinde gelmiştir. Ya da ihtimaldir ki, bizzat bu sözü Fir'avunun kendisi söylemiştir de, peşinden de adamları da aynı sözü tekrarlayıp söylemiş olabilirler. Diğer taraftan Fir'avunun sözü (.......) kelimesiyle, adamlarının ifadesi de, (.......) ile hikâye edilmiş olabilir. Yahut da bu sözü ilk söyleyen Fir'avun olmuş olabilir, adamları da aynı ifadeyi ondan alarak onlar da kendilerini izleyen adamlarına bunu söylemiş olabilirler. 110Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne emredersiniz? Bu, (.......) ifadesinden alımadır ki, onunla istişarede bulundum, manasınadır. , (.......) bana şöyle bir yol gösterdi, demektir. Yani biriyle bir konuda danıştığın ve o da sana görüşünü belirtince, işte o ifade için bu cümle kullanılır. Aslında bu, Fir'avuna âit bir sözdür. Fir'avunun önde gelen ekabir takımından adamları, “Bu çok bilgili bir sihir bilginidir. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” demeleri üzerine Fir'avun da, “ne buyurursunuz?” diye adamlarına soruyordu. 111(Onlar) Dediler ki: Onu da kardeşini de beklet, şehirlere toplayıcdar (memurlar) yolla. 112Bütün bilgili sihirbazları getirsinler. Kırâat imâmlarından İmâm Âsım ve Hamza (.......) kelimesindeki “He-el-hau” harfini sakin yani harekesiz olarak cezimli-tutarlı okumuştur. Manası da, “Tehir et, ertele, tüt, beklet, hapset” demektir. Yani,” onu bu hususta biraz oyala, geciktir, onun hakkında aceleci davranma” demektir. Ya da “Sanki Fir'avun, hemen Hazret-i Mûsa'yı öldürmeye niyetlendi de, çevresindekiler ona, “hemen öldürme, onun öldürülmesini biraz ertele, bir süre beklet. Halk tarafından onun sihir konusundaki durumu tam olarak aydmlarıanadek beklet, hemen öldürme” demektir. Şehirlere toplayıcılar (memurlar) yolla. Burada, el-Haşirin” kelimesi,” toplayıcılar, bulmaya çalışanlar” manasınadır. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuşlardır. Bu durumda mana şöyle olur: “Maharet ve uzmanlıkta hiç olmazsa en az onun kadar sihrin her çeşidini bilen veya ondan çok daha iyi bilen sihirbazları bulup sana getirsinler.” 113Bütün sihirbazlar Fir'avuna geldiler ve: “Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?” dediler. Burada, tek elif ile, (.......) kısmı haber cümlesi olarak, “Büyük ve çok önemli bir ödülün kesinliği” manasında olmak üzere kırâat imâmlarından Hicaz ekolü ve Hafs bu şekilde okumuşlardır. Eğer bir okuyuş üzerinde Mekke ile Medine ekolü ittifak ederlerse bunlara Hicaz ekolü denir. Yani Medine ekolünden Nâfi've Ebû Cafer ile Mekke ekolünden İbn Kesîr ve Âsım rivâyetiyle Hafs böyle okumuşlardır, demektir. Bunlar dışındaki kırâat imâmları ise iki hemzeli olarak, (.......) olarak okumuşlardır. Burada, (.......) diye (.......) harfiyle getirmedi. Çünkü bu, bir kimsenin soru sormasının takdir edilmesi üzerine söylenmiş bir ifadedir. Yani: “Sihirbazlar Fir'avuna geldiklerinde ona ne dediler?” sorusuna bir karşılıktır. Dolayısıyla cevap da şöyle olmuştur: “Dediler ki: Bize önemli bir ödül var değil mi?” Yani üstün gelmeleri durumunda mutlaka bunun bir karşılığı olacaktır. (.......) kelimesindeki tenvîn ise tazim yani ödülün büyük olmasını belirtmek içindir. Sanki sihirbazlar şöyle der gibiler, “Eğer sihir ve büyümüzle Mûsa'yı yenersek, mutlaka ve kesin olarak bizim bu hizmetimize karşılık bize önemli bir ödül olacaktır, dediler.” 114Fir'avun: Evet hem o vakit siz mutlaka yakınlarınıdan olacaksınız, dedi. Huzuruma ilk girenler siz olacağınız gibi yanımdan en son aynlacaklar da siz olacaksınız. Büyücülerin sayıları yetmiş bin veya seksen bin yahut da üçyüz binin üzerinde idiler. 115Sihirbazlar: Ey Mûsa! Sen mi (hünerini) ortaya atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım? dediler. Bildiklerimizi önce bizler mi sergileyelim? Buradaki bu ifadelerden öyle anlaşılıyor ki, büyücüler, önceliğin kendilerine tanınmasını istemekte oldukça fazla arzulu bulunuyorlar. İstiyorlar ki, bu hususta öncelik kendilerine verilsin. Çünkü muttasıl-bitişik zamîrle birlikte munfasıl-ayrık zamîr bunu pekiştirdiği gibi, haberi de ma'rife-belirli kılmıştır. 116(Mûsa) “Siz atın” dedi. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) onlara dedi ki, önce siz atm bakalım! dedi. Hazret-i Mûsa böylece bizzat sırayı onlara vererek ilk tercihin onların olmasını söylemiş olması, aslında güzel bir davranıştır. Böylece Hazret-i Mûsa karşıtlarına böyle bir öncelik fırsatını vererek iyi bir örnek sergilemiş oluyor. Nitekim karşılıklı bir münazaraya-tartışmaya girişen tarafların konuya başlamadan önce birbirlerine karşı bu türden bazı jestler sergilerler. İşte bu da ona benzer bir durumdur. Özellikle Hazret-i Mûsa, onların canla-başla arzuladıkları önceliği onlara verdi. Çünkü Hazret-i Mûsa hem onları önemsemiyor. Hatta küçümsüyordu. Zira Hazret-i Mûsa, hiçbir sihrin ya da büyünün hiçbir zaman bir mu'cizeye üstün gelmeyeceği ve- yenmeyeceği gerçeğine dayanıp güveniyordu. Onlar atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular. Türlü yollarla hünerlerini, hile ve dümenlerini sergilediler. Gerçek olmayan şeyleri gerçek imiş gibi hayal ettirdiler. Anlatıldığına göre sihirbazlar ya da büyücüler ellerindeki kalınca halatvari ipler, uzun tahta ya da odunlar ortaya attılar. Bir de ne görsünler, ortadaki ipler ve tahta ya da odunlar yılanlar misali alanları dolduruvermişler Ve bir biri üzerine binip duruyorlar, “onları korkuttular.” Onları büyük bir korku ve dehşet içinde bıraktılar. Sihirbazlar yaptıkları bu büyülerle sanki hile ve tuzaklarla halkın korku ve dehşete kapılmasını arzular gibiydiler. “Ve büyük bir sihir gösterdiler.” Sihir alanında veya onu görenlerin gözünde büyük bir sihir ortaya koymuş oldular. 117Biz de Mûsa'ya “Asanı bırakıver” diye vahyettik. Bir de baktılar ki, onların bütün uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Âyette geçen, (.......) kelimesini kırâat imâmlarından imâm Hafs (.......) harfinin sükunu ve (.......) harfinin de fethasıyla (.......) babından yani dördüncü baptan (.......) şeklinde okumuştur. Diğer kırâat imâmları ise, (.......) şeklinde ziyade baptan Okumuşlardır. Kelime, “hızlıca yakalayıp yutmak” manasınadır. (.......) fiilindeki (.......) edatı mevsûledir-ilgi zamîridir veya mastar anlamındaki “Ma” dır. Yani, (.......) demektir. Yani onu haktan bâtıla döndürürler ve onu iftira ile uydururlar. Veya onların uydurmaları, “uydura geldikleri şeyi” uydurma, yalan ve iftira olarak adlarıdırmaları sebebiyledir. Rivâyete göre Hazret-i Mûsa'nın asası vadi dolusu odunları ve ipleri hemen yutup yok edince, Mûsa asasını kaldırdı ve asa da hemen eski haline dönüşüverdi. Yüce Allah da kudretiyle o oldukça büyük ve iri cisimleri yok edip ortadan kaldırdı veya yüce onları, inkârcıların göremeyecekleri şekilde un ufak eyleyip latif parçalar haline soktu. Bu durum karşısında büyücüler dediler ki: “Şayet bu, bir sihir ya da büyü olmuş olsaydı kesin olarak bizim meydana attığımız iplerimiz ve asalarınıız yerlerinde kalırlardı.” 118Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların bütün yaptıkları yok olup gitti. Hak meydana çıktı ve sabitleşti. 119İşte Fir'avun ve kavmi, orada mağlup oldu ve küçük düşerek geri döndüler. (.......) Yani Fir'avun, ordusu, takımı ve büyücüleri zelil olarak, şaşkın bir hâlde geri döünüp gittiler. 120Sihirbazlar ise hep birden secdeye kapandılar. (.......) Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. Allah için yere, secdeye kapandılar. Kendilerine öylene yere attılar ki, sanki o büyücüler birileri yarafmdan öylene savurulmuş gibi yere kapanıp secde ettiler. Ya da gördükleri dehşet veren mucşize sebebiyle kendilerine hakim olamadılar. Sanki bir güç tarafından savurulup atılmış gibiydiler. Hepsi günün başında birre kafir büyüler iken, günün sonunda tertemiz şehitler olarak Rablerine kavuşmuşlardı. 121“Âlemlerin Rabbine inandık” dediler. 122“Mûsa ve Harun'un Rabbine. (.......) Dediler ki: “âlemlerin Rabbine inandık” dediler. “Mûsa ve Harun'un Rabbine.” 123Fir'avun dedi ki: “Ben size izin vermeden ona îman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz bir hile. Siz bu hileyi şehirde kurmuşsunuz. Yerli halkı oradan çıkarmak istiyorsunuz. Ama yakında (bazınıza gelecekleri) anlarsınız. “Fir'avun dedi ki: “Ben size izin vermeden ona îman mı ettiniz?” Haber üzere kırâat imâmlarından Hafs okumuştur. Bu, Fir'avun tarafından büyücülere bir uyan ve yermedir. Ancak Hafs dışındaki Kufe kırâat okulu (.......) kelimesini iki hemze ile okumuşlardır. Birinci hemze istifham yani soru edatı olarak değerlendirilmiştir Bunun da anlamı, böyle bir durumu kabullenmemek, inkâr etmek ve uzak bir ihtimal olarak görmektir, demektir. Çünkü sihirbazlar ondan izin almadan gördükleri karşısında hemen îman etmişlerdi. (.......) Bu, hiç şüphesiz şehirde, halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Bu yaptığınız iş, siz onu Mûsa ile birlikte, henüz bu alana çıkmazdan önce kararlaştırdığınız bir hiledir, dolaptır. Bu istediğniz amacı elde edebilmek için bir oyundur. Bu ise kıptileri Mısır'dan çıkarıp onların yerşine İsrâ'il oğul 1 an nı yerleştirme çabanızdır. (.......) Ama yakında (başırııza gelecekleri) göreceksiniz! İşte bu ifade bütün söylenilmesi gerekenleri içeren bir tehdittir, kısca yapacaklarını ima etmektedir ve fakat bundan sonraki âyet ile de ne yapacağını detaylarıdırmaktadır. 124Mutlaka ellerinizi ve ayaklarını çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi birden asacağım!” (.......) Mutlaka ellerinizi ve ayaklarını çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım!” Herbir tarafınızdan bir organınızı çaprazlamasına keseceğim. İlk defa yeryüzünde böyle bir zulmü işleyen, yani çaprazlama el ve ayakları keserek sonra da insanları asan kiş kişi Fir'avundur. 125Onlarda: biz şüphesiz Rabbimize döneceğiz. 126Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inan dığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey bizim Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al. “Onlar biz zaten Rabbimize döneceğiz.” Biz artık ölüme, öldürülmeye aldırmıyoruz, bunu önemsemiyoruz. Çünkü biz Rabbimize kavuşmaya yönelmişiz. Onun rahmetine dönmüşüz. Ya da bunun hem kendilerini ve hem Fir'avunu kasdetmekteler ve: “Hepimiz Allah'a döneceğiz ve aramızdaki hükmü Allah verecektir. (.......) Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al, dediler. Senin bizi kınamaya ve ayıplamaya kalkışman bizim Allah'ın ayetlerine îman ermiş olmamızdandır. Büyücüler böyle demekle aslında şunu söylemek istiyorlardı: “Senin bizi ayıplamış olman, esasen bu bir övgü, şeref ve liyakat sebebidir. Bizi ayıplaman bundan başka bir anlam ifade etmez. Nitekim Şâir ne güzel söylemiş: Vuruşmadan dolayı Kahraman kınanmaz Savaşırken körelen kılıç ayıp sayılmaz. “Rabbimiz! Bize sabır ver, Müslümanlar olarak ruhumuzu al!” Bize bol rahmet ver. Mana şöyledir: “Bize geniş bir sabır ver, onu öylene çoğalt ve artır ki, bizim üzerimize taşsın ve bizi bütünüyle sarsın, bürüsün, kuşatsın. Tıpkı bol olan bir yağmurun dökülüp toprağı doyurması gibi ve bizi İslama üzere sabit kılarak canımızı al, bizi Müslüman olduğumuz bir hâlde vefat ettir. 127Fir'avun'un kavminden ileri gelenler: “Mûsa'yı ve kavmini, seni ve ilâhlarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi serbest bırakacaksın?” dediler. Fir'avun onlara: “Biz onların oğullarını öldürüp kâdirılarını sağ bırakacağız. Elbette biz onların tepelerinde mutlak kahrımızı yürütürüz, dedi. (.......) Fir'avun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Mûsa'yı ve kavmini, seni ve ilâhlarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi serbest bırakacaksın?” Yani Mısır toprakları üzerinde egemen olsunlar ve oradaki toplumlarında sürdürdükleri halka âit dîni inançlarını değiştirsinler diye mi izin vereceksin? Çünkü sihirbazlardan tam 600 bin kişi îman etmeye muvafakat etti, inandı. Âyette geçen, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Rivâyete göre Fir'avun, kavmi için putlar yaptırtmış ve halka, kendisine yakın olabilmeleri için onlara, tıpkı puta tapanların yaptıkları gibi bu putlara tapmmalarını emretmişti. Çünkü putperestler de; “Bunlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar” diye tapıyoruz diyorlardı. Bunun içindir ki Fir'avun kavmine: “Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” (Nâziât,24) diyordu. Fir'avun adamlarına seslenerek şöyle diyordu: (.......) Fir'avun: “Biz onların oğullarını öldürüp kâdirılarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz” dedi. Kırâat imâmlarından Hicaz Okulu mensupları, (.......) kavlim, (.......) olarak okumuşlardır. Pek yakında onların oğullarını öldürüp kendilerine iade edeceğiz ki, bizim gücümüzün onları ezmek ve onlara üstün gelip egemen olmak düzeyinde olduğunu görmüş olsunlar, öğrenmiş olsunlar. Çünkü önceden de olduğu gibi onlar bizim elimizde ve ezici çoğunluğumuz altında varlıklarını devam ettireceklerdir. Böylece halkın geneli arasında yaygınlık kazanan ve astrologlar tarafından, “doğacak olan bir çocuk Fir'avun'un saltanatına sonverecektir, ona olan itaatin önüne geçecek ve halkı kendisine tabi kılacaktır” söylentilerine de sonverilmiş olacaktır. 128Mûsa kavmine dedi ki: “Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar. Sonuç ise Allah'tan korkanlarındır. “Mûsa ise kavmine şöyle dedi:” Allah'tan yardım isteyin ve sabredin.” Halka, Fir'avun tarafından söylenen, “Onların oğullarını öldüreceğiz” tehdidine karşı bir teselli olması için böyle buyurulmuş ve onlara zafer vaadi verilmiştir. “Hiç şüphesiz yeryüzü Allah'adır. Kullarından dilediklerini ona varis kılar.” Burada yer alan, (.......) kelimesinin başında bulunan “Lam” harfi, bir görüşe göre ahd içindir, yani özel bir manayı işaret etmektedir. Bununla Mısır toprakları kasdolunmaktadır.Yahut da bu lam harfi cins manasınadır. Dolayısıyla bütün yeryüzü, bütün dünya demek olup, bunun içerisinde de öncelikli olarak da Mısır topraklarını içine almaktadır. Buradan aynı zamanda, İsrâ'il oğullarının Mısır'da kalma arzularının ve temennilerinin bulunduğu manasını da çıkarabilmekteyiz. (.......) Sonuç (Allahtan korkup günahtan) sakınanlarındır.” Bu soiı kısımla, en iyi sonun İsrâ'il oğullarından Allah'ın emir ve yâsaklarına bağlı olarak hareket eden takva sahipleriyle, Fir'avun kavmi, içerisinde Allah'a îman edenlere âit olduğu müjdesi verilmiş bulunmaktadır. Çünkü en iyi son bunlar içindir. Burada, (.......) diye devam eden âyetin bu kısminin başında “vav” harfinin yer almamış olması, bunun yeni bir cümle, İstinaf (.......) kavli, böyle değildir. Çünkü bu, kendisnden önce geçmiş olan, (.......) kavline ma'tûf bulunmaktadır. 129Onlar da, sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence edildi, dediler. (Mûsa) “umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edipde sizi onların yerine yeryüzünde hakim kılacak da sizin nasıl hareket edeceğinize bakacaktır” dedi. (.......) Onlar da, sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence edildi, dediler. Bununla, henüz Hazret-i Mûsa doğmadan önce ve doğduktan sonra da peygamber olana kadar, uygularıan öldürme olayından ve peygamber olduktan sonra yeniden onlara dönüşüne kadar olan dönemden ve durumdan söz etmektedir. Bu olay, bu kimselerin Fir'avun'dan şikâyet ve yakınmalarını ve zaferin, yardımın gecikmesini göstermektedir. (.......) (Mûsa) Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılar da” Burada, daha ömce vaat edilen müjdenin gerçekleşeceğine ve bu sıkıntının kalkacağına gayet net olarak işaret olunmaktadır. Bu da Fir'avun'un helâk edileceği ve onun ortadan kaldmlmasıyla Mısır topraklarında bunların onun yerine geçeceklerine dair olan gerçektir. “Nasıl hareket edeceğinize bakar” dedi. Bu şekilde bunlardan iyilik işleyenler, işledikleri iyiliklerinin, kötülük yapanlar da yaptıkları kötülüklerin karşılıklarını bulacaklardır. Nimete karşı şükürlerinin de nankörlüklerinin de karşılığını görecekler. Bütün bunlar sizin tarafınızdan yapılanların karşılığını görmeniz içindir. Amr İbn Ubeyd'ten rivâyete göre, Mansûr henüz halîfe olmazdan önce Amr onun huzuruna girmiş ve bu sırada da sofrasında bir veya iki ekmek varmış. Mansûr, Amr'dan ekmeği artırmasını istemiş ve fakat bulunamamış. Bunun üzerine Amr bu âyeti okumuştur. Ancak halîfe olduktan sonra tekrar yanma vardığı zaman, bu durumu ona anlatmış, Mansûr da, geriye sadece; “Bu şekilde nasıl davranacağınıza bakar” kavlinin ifade ettiği gerçek kalmıştır, dedi. 130Gerçekten, Biz de Fir'avun'a uyanları ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsûl kıtliği ile cezâlarıdırdık. (.......) Andolsun ki, biz de Fir'avun'a uyanları ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsûl kıtliği ile cezâlarıdırdık. Âyette geçen, (.......) kelimesinden kasıt, kıtlık yılları demektir. Bunlar da yıl itibariyle yedi yıldır. (.......) tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi çok sık kullanılan isimlerdendir. Bir tefsire göre, (.......) yani yıllar ifadesi kırda yaşayan toplumlar içindir, “Ürün kıtliği, eksikliği” ifadesi de şehir toplundan içindir. Bunların bu şekilde imtihan edilmeleri kendilerine ders çıkarsınlar, akıllarını başlarına alsınlar da, küfürde ısrar etmesinler di yedir. Çünkü insanlar sıkıntı çektikleri zaman daha bir yumuşak ve kalpleri de daha bir hassas olmaktadır. Söylendiğine göre Fir'avun dört yüz yıl ömür sürmüş, bu zaman zarfında ömrünün 320 yılı içöerisinde hiçbir dert ve sıkıntı, hastalık görmemiştir. Eğer yaşadığı o süreler içerisinde bir baş ağrısı, bir sızı çekseydi veya bir açlık hissetseydi ya da yaşasaydı, yahut da bir hastalığa yakalansaydı, Rablık ve ilahlık iddiasına kalkışamazdı. 131Onlara bir iyilik gelince,” Bu bizini hakkımızdır” diyorlar, eğer kendilerine bir fenalık gelirse Mûsa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk ancak Allah katındadır, fakat onların çoğu bunu bilmezler. (.......) Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, “Bu bizim hakkımızdır” derler, eğer kendilerine bir fenalık gelirse Mûsa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Yani bu olanlardan ötürü Hazret-i Mûsa ve Onunla beraber olanlara yüklerlerdi. “Eğer onların bu tür durümları olmasaydı, başımıza bunlar gelmezdi, bütün bu olanlar onların uğursuzluklarındaır” derlerdi. Burada geçen, (.......) kelimesi aslında, (.......) idi. Kelimede bulunan “T” harfi “Ti” harfine idğam olunmuştur. Çünkü bu harf mahreç itibariyle dil ucundan ve ön dişlere temas ile çıkar. Diğer taraftan, (.......) edatı, (.......) kelimesinin başına gelmiş ve bu kelimeyi ma'rife yani belirli kılmıştır. (.......) edatı ise, (.......) kelimesinin başına gelmiş ve bu kelimeyi nekire yani belirsiz kılmıştır. Çünkü (.......) Yani iyilik yapma, Allah'ın ihsanının olma durumu geneli itibiryle çok olduğundan sanki olmuş gibi ifade edilmiştir. (.......) yani kötülük ise, pek az görülebilir, bundan oldukça az bir şey meydana gelir, demektir. Yani Allah çok fazla sıkıntı vermez manasınadır. (.......) Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk Allah katındadır. Onların iyiliklerinin sebebi de kötülüklerinin sebebi de Allah katındandır. Onun hikmeti ve dilemesi gereğidir. Çünkü iyilik olsun kötülük olsun insanların başlarına gelen her şeyi takdir buyuran yüce Allah'tır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Ey Resûlüm Muhammed! Onlara de ki: Hepsi de Allah tarafındandır.” (Nisa,78) “Ancak onların çoğu bu gerçeği bilmezler.” 132Ve Mûsa'ya: “Bizi büyülemek için her ne mu'cize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz” dediler. “Ve dediler ki: “Bizi sihirlemek için ne mu'cize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz.” Âyette geçen, (.......) aslında, (.......) idi. Bunlardan ilk (.......) cezâ içindir, buna cezâyı tekit eden ya da pekiştiren ikinci (.......) yani mezîde olan bu harf eklenmiştir. Bu tıpkı, (.......) kavli gibidir. Keza (Bakara, 148) (.......) kavli gibi ve yine, (Zuhruf,41) (.......) kavli gibi. Ancak burada bu harflerin sonlarındaki elif harfleri, aynı cinsten harflerin tekrarının hoş karşılanmaması, ağır gelmesi sebebiyle “He” harfine kalbedilmiştir. Bu görüş Basra okulunun doğru kabul edilen görüşüdür. Bu, aynı zamanda, (.......) kavliyle nasb yerinde gelmiştir. Yani, “Siz bize ne sunarsanız, biz de karşınıza onu çıkarırız, getiririz” demektir. (.......) kavli ise, (.......) kavlini açıklamaktadır. (.......) ve (.......) kavllerindeki zamîrler ise (.......) kavline râcidirler. Ancak birincisinde lafız esas alındığından zamîr müzekker yani eril olarak getirilmiş, ikincisinde ise mana değerlendirildiğinden müennes yani dişi olarak gelmiştir. Çünkü bu, (.......) manasındadır, bu da müennestir. Buna âyet olarak isim verilmesi de, Hazret-i Mûsa'nın bunu âyet olarak isimlendirmesi esas alındığından ötürüdür veya bununla istihza yani alay edilme kast olunmuştur. 133Biz de kudretimizin ayrı ayrı mu'cizeleri olarak onların üzerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar, ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve çok suçlu bir kavim oldular. “çekirge,” Bu hayvanlar bunların ekinlerini, meyve ve ürünlerini yiyip bitiliyorlardı. Hatta evlerinin tavanlarını, giysilerini bile yiyorlardı. Fakat bu hayvanlar kıptilerin evlerine girdiği hâlde îsrailoğullarına âit evlere girip zarar vermiyorlardı. “haşere,” Henüz kanatları olgunlaşmamış olan çekirge yavrulan, pireler, bitler veya keneler, “kurbağa” Bu hayvanlar kiptilere âit yiyecek ve içeceklere giriyor, hatta bir kimse konuşmamış olsun ki, hemen onun ağzına giriveriyorlardı. “ve kan gönderdik.” Burun kanamasına yakalattık. Bir tefsire göre de bunların içme suları kana dönüşüyordu. Hatta bir İsrâ'illi ile bir kıptı eğer aynı kaptan beraberce su içerlerse, İsrâ'illiden tarafa olanı suya, kabın kıptiden tarafı olanı ise kana dönüşüyordu. Yine bir tefsire göre Nil nehri kan olarak akıyordu. Âyette geçen, (.......) kelimesi bütün bu sayıları şeylerden hâldir. (.......) kelimesi de apaçık, aleni, aşikare, meydanda olarak, hiçbir akıl sâhibi kimse tarafından ret edilemeyecek netlikte açık ve seçik mu'cizeler. Bütün bunların Allah tarafından olduğunu akıl asâhibi herkes kanul eder. Ya da ayrı ayrı zamanlarda bu mu'cizeleri gösterdik, demektir. Her bir mu'cize ile diğeri arasında birer aylık bir süre ile devam ettirdik. “Yine de büyüklük tasladılar ve günahkar bir kavim oldular.” 134Azap üzerlerine çökünce, “Ey Mûsa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et; eğer bizden'azâbı kaldınrsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrâ'il oğullarını seninle göndereceğiz” dediler. (.......) Azap üzerlerine çökünce dediler ki:” Son azap ki bu kan ile cezâlarıdmlmaları idi. Ya da âyette söz konusu edilen azapların birbiri ardınca gelmesi.. “Ey Mûsa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et.” Burada, (.......) daki (.......) harfi mastaririyedir. Yani onun senin katındaki ahdi hürmetine, demektir. Bu da nübüvvet ya da peygamberliktir. (.......) daki “B” harfi, (.......) kelimesine mütealliktir. Yani “Bizim adımıza, Allah katındaki nübüvveti ni buna vesile kılarak dua et” demektir. “Eğer bizden azâbı kaldınrsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrâ'il oğullarını seninle göndereceğiz” dediler. 135Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azâbı kaldırınca hemen sözlerinden dönüverdiler. (.......) Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azâbı kaldırınca... Belli bir zamana kadar azaplarını ne zaman kaldırdıysak, onlar o zamana mutlaka erişecekler ve o zamanın bitiminde orada azap olunacaklardır. Onlara önceden verilmiş olan mühlet ve süre tanınması da fayda sağlamaz. Azâbın belli bir müddete kadar kaldırılmış olmasının da bir yaran yoktur. Çünkü onlar bu zamanı değerlendirmezler. “Hemen sözlerinden dönüverdiler.” Bu, (.......) edatının cevâbıdır. Yani biz onlardan ne zaman azâbı kaldırmış isek de onlar hiç zaman kaybetmeden derhal yaptıklaır yeminlerini, verdikleri sözlerini bozdular. Onu ertelemediler: 136Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onlara kulak asmadıkları için kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk. “Onlardan intikam aldık” Nasılla sevap ya da ödüllendirme cezâlarıdırmanın zıddı ise, aynen bunun gibi, intikam damamın yani nimet vermenin zıddıdır, “Âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gâfil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.” Âyette geçen, (.......) kelimesi oldukça fazla olan derinliği yüzünden dibi hiç gözükmeyen, dibine, ulaşılamayan deniz, derya demektir. Ya da denizin derinliği, okyanus, suyu çok olması bakımından derya ya da okyanus demektir. Kelime türev olarak, “Teyemmüm” kelimesinden alınmadır. Çünkü ondan faydalarıanlar hep ona yönelirler ve omu gaye edinirler, onu ister. Bizim bunları boğmamızın sebebi, onların âyetleri ya da mu'cizeleri inkâr etmeleri yüzündendir. Onu anlamamaları, aymazlıktan sebebiyledir ve konuda fazla düşünemedikleri, fikirsizliklerinden ötürüdür. 137Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (Yahûdîleri) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Sabretmeleri sebebiyle Rabbinin İsrâ'iloğullarına verdiği güzelf söz yerine geldi. Fir'avun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri yerlere serdik. (.......) Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (Yahûdîleri) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Burada kendilerinden söz edilenler İsrâ'il oğullarıdır. Çünkü Fir'avun ve kavmi onları aşağılamışlar, öldürmekle hep ezmişlerdi, kendilerine hizmet ettirmişlerdi. Âyette geçen, (.......) yani “dünyanın doğuları ve batıları” mealde dünyanın dört bir tarafı” diye verdiğimiz bu ifade ile Mısır ve Şam yani Suriye kasdolunmaktadır. Buraların çevresini bolluk kıldık, nzkını geniş olarak verdik, nehirlerini ve ağaçlarının çokluğuyla farklı kıldık. “Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrâ'iloğullarına verdiği güzel söz yerine geldi.” Çünkü yüce Allah verdiği bu sözünü başka ayetlerle şöyle belirtiyor: “Umut edilir ki, Rabbiniz düşmanlarınızı ortadan kaldırır ve sizleri onların yerine hakim kılar..” (A'raf,129) ve bir de: “Biz ise, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları mukaddes topraklara varis kılmak istiyorduk. Ve o yerde onları hakim kılmak; Fir'avun ile Haman'a ve ordularına, onlardan/İsrâ'il oğullarından gelecek diye korktukları şeyi göstermek istiyorduk.” (Kasas, 5-6) ayetiyle bu vadini dile getiryor. , Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin müennesi yani dişilidir ve (.......) lafzının da sıfatıdır. (.......) edatı da, (.......) kelimesinin sılasıdır. Yani “onlar adına geçmiş oldu, devam etmiş oldu” gibi.' Yani bir şeyin yerine getirilmesi hâlinde, “Temme Alel emri” denmesi gibi bir ifadedir bu. Bir şeyin gerçekleşmesinde söylenen bir ifade tarzıdır. (.......) mealde de belirttiğimiz gibi, “Sabretmelerine karşılık, sabretmeleri sebebiyle” manalarınadm Yani, onları sabra teşvik etmen sana yeter. Burada bu cümle şunu da göstermektedir. Herhangi bir kimsenin bela ve imtihanlara karşı, isyan hâlini takınması durumunda, karşı çıkması hâlinde yüce Allah o kimseyi o şeye havale eder, onunla yüzyüze bırakır, yardım etmez. Fakat kim de bu gibi bel al an sabır ile savmaya, karşılamaya çalışırsa, yüce Allah o kimseyi o beladan kurtarmaya garanti verir. (.......) Fir'avun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik. Burada geçen, (.......) kelimesi yerle bir ettik, helâk ettik, ortadan kaldırdık gibi manalara gelir. Yani Fir'avun ve takıminin yatpıkları imar işlerini, saraylarını, bağ ve bahçelerini, Hâmân ve benzerlerinin yaptıkları yüksek binalar/gök delenler misali yaptıkları kendilerince: sağlami yıkılmaz ve güçlü olan tüm binalarını ve yapılannı alt-üst ettik, yok edip ortadan kaldırdık. Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Ebû Bekir Şube, (.......) kelimesini (.......) harfini dammesiyle (.......) olarak okumuşlardır. İşte bununla Fir'avun ve kıptilere âit kıssa bitiyor, onların Allah'ın âyetlerini yalanlamaları ile alâkalı bilgiler burada sonbuluyor. Peşinden de Îsrailoğullarına âit kıssayı ve onlarla ilgili olarak olup bitenleri anlattı, özellikle de pnları Fir'avun'nun şerrinden kurtardıktan, önemli mu'cizeleri kendilerine gösterdikten ve onları kızık denizden geçirip kurtardıktan son ra olan bitenleri zikretti.Meselâ buzağıya tapmmaları ve benzeri şeyler... Yüce Allah'ın burada bunları yermesinin nedeni, Medine'de Yahûdîlerin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne karşı yaptıkları küstahça davranışları yüzünden kendisini teselli etmek içindir. 138îsrailoğullarına denizi atlattık. Orada kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: “Ey Mûsa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! Dediler. (Mûsa): “gerçekten siz câhil bir toplumsunuz” dedi. “İsrâ'il oğullarını denizden geçirdik.” Söylendiğine göre Yüce Allah'ın Fir'avun ve kavmini helâk etmesinden sonra, Hazret-i Mûsa İsrâ'il oğullarını Aşura günü denizden geçirip kurtardı. Onlar da buna şükür olarak Allah için o gün oruç tuutular. “Orada kendilerine âit bir takım putlara tapman bir kavme rastladılar.” Denizi geçip ulaştıkları yerde, kendilerine âit bir takım putları, heykel ve timsalleri bulunan ve bunlara tapıp kulluk eden bir toplumun bulunduğu bir yere geldiler. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini, (.......) harfinin esresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) Bunun üzerine: Ey Mûsa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap! Dediler. Bir put yap ki, onların kendi ilâhlarına taptıkları gibi biz de kendi ilâhlarınıız olacak putlara tapalım, dediler. (.......) edatı “Kef'için mai kaffedir. İşte bu bakımdan kendisinden sonra bir cümle gelmiştir. Yahûdînin biri Hazret-i Ali'ye dedi ki: “Henüz peygamberinizin suyu bile kurumadan siz, onun ölümünden hemen sonra anlaşmazlığa düştünüz.” Hazret-i Ali'nin de ona cevabı şöyle olmuştur: “Siz de henüz, ayaklarınızın ıslakliği geçmeden, Hazret-i Mûsa'ya: “Bizim için bir ilâh yap” demiştiniz” diye karşılık verdi.” (.......) Mûsa: gerçekten siz câhil bir toplumsunuz, dedi. Hazret-i Mûsa, kavminin gördükleri o muazzam mu'cizelere rağmen, böyle bir isteğe kalkışmalarından dolayı şaşkınlık geçitdi, hayret etti ve onları mutlak bir ifadeyle câhil diye niteledi ve bunu pekiştirerek söyledi. 139Çünkü o gördüklerinizin içinde bulundukları din yok olmaya mahkumdur. Ve bütün yaptıkları da batıldır. (.......) Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır, yapmakta oldukları da batıldır. Burada geçen, (.......) kelimesi, “Tebbar” kelimesinden türemedir ve helâk olmak, yok olmak demektir. Yani Allah onların inançlarını, sahip buluhdukları dini bizzat benim elimle ortadan kaldıracaktır, yıkacak ve helâk edecektir. (.......) kelimesinin, (.......) edatına isim olarak gelmesi, buna haber olarak gelen cümlenin mübtedasmm bunun mukaddem haberi olmasına gelince, bunun putperestler, Hak mabudu ve onun yasalarını kabul etmeyenlerin aynlmaz bir damgalarının varlığına işaret içindir. Bu damga da, bu türden bâtıl inanç sistemlerinin ve rejimlerin er ya da geç yok olmaya, silinmeye mahkum ve maruz kalacaklarını belirtmektir. Onlar kesinlikle hükümran olamayacaklar ve bir varlıkları da olmayacaktır. Kaldı ki bu putperestlerin yapıp ettikleri her şey batıldır, geçersizdir, putlar adma ortaya koydukları her şeyleri tarumar olacaktır. 140Mûsa dedi ki: “Allah sizi alemlere üstün kılmışken ben size Allah'tan başka bir tanrı mı arayayım.” (.......) Mûsa dedi ki: “Allah sizi alemlere üstün kılmışken ben size Allah'tan başka bir ilâh mı arayayım.” Yani ibâdet ve kulluk edilmeye layık olmayan bir şeyi mi size ma'bût edineyim öyle mi? Halbuki Allah, sizi, kendi dönemiz insanlarına üstün kılmıştı. 141Hem düşünseniz ya sizi Fir'avun hanedamnmdan kurtardığı mız (o günleri) hatırlayın ki, size işkencenin en kötüsünü yapan Fir'avun'un adamlarından sizi kurtardık. Onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kâdirılarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır. (.......) Hatırlayın ki, size işkencenin en kötüsünü yapan Fir'avun'un adamlarından sizi kurtardık. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kavlini (.......) olarak okumuştur. Sizin için en ağır azâbın peşinde koşturan ve tattıran.. (.......) fiili, (.......) fiilinden alınmadır. Bu da, “bir şeye talebin artması” manasınadır. Bu istinaf cümlesidir yani yeni -bir cümle konumundadır ve i'rabtan da mahalli yoktur. Ya da muhataplardan hâldir veya Fir'avun ve takımından, kavminden hâldir. (.......) Onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kâdirılarınızı sağ bırakıyorlardı. Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmiştir. (.......) İşte bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır. 142Bir de Mûsa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik; böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Mûsa, kardeşi Harun'a şöyle dedi: “Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna uyma.” (.......) (Bana ibâdet etmesi için) Mûsa'ya otuz gece vade verdik ve ona on gece daha ilâve ettik. Anlatıldığına göre Hazret-i Mûsa henüz Mısır'da iken, İsrâ'il oğullarına, Allah'ın, onların düşmanlarını helâk edeceğini ve kendisine de katından bir kitap vereceğinin sözünü vermişti. Fir'avun helâk olup ortadan kaldmlınca, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) Rabbinden vaad edilen kitabın kendisine verilmesini istedi. Bunun üzerine yüce Allah, otuz gün oruç tutması için kendisine emir buyurdu. Aylardan da zilkaade ayı idi. Otuz günlük orucu tamamlatılınca, ağız kokusunun değiştiğini, bunun rahatsızlık verici olduğunu gördü. Bundan dolayı misvak ile ağzını temizlemeyi rahatsız edici kokuyu yok etmeye çalıştı. İşte bunun üzerine yüce Allah, “Benim katımda oruçlunun ağız kokusu miskten daha değerli olduğunu bilmez misin” diye kendisne vahyetti. Bu yüzden zilhicce ayından da on gün daha oruç tutumasmı kendisine emretti. (.......) Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk geceyi buldu. Onun için belirlemiş olduğu süre kırk gün ile sonbuldu. (.......) kavli hâl olarak mensûbtur. Yani bu sayı kırka ulaşarak nihayet bulud, demektir. Bakara sûresinde bu kırk gün ile ilgili bilgiyi Rabbimiz kısa geçmişti bu surede ise bunu detaylarıdırdı. (.......) Mûsa, kardeşi Harun'a dedi ki: “Kavmimin içinde benim yerime geç.” Yani benim adıma, onlar arasında sen görev yap. Burada, “Harun” ismi, Kardeşi kelimesinin atfı beyanıdır. “Onları ıslah et” İsrâ'il oğullarıyla düzeltilmesi gereken şeyleri düzelt, yamlışla meydan verne, verdirtme. “Bozguncuların yoluna uyma.” Onların içinden seni fesâda, yanlış bir işe çağırırsa, ona uyma ve itâat etme! 143Mûsa tayin ettiğimiz vakitte (Tûra) gelip de Rabbi onunla konuşunca “Rabbim! Bana kendini göster; Seni göreyim” dedi. (Rabbi buyurdu ki): “Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin” Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti, Mûsa da baygın düştü. Ayılmca dedi ki: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ile döndüm ve ben inananların ilkiyim,” (.......) Mûsa tayin ettiğimiz vakitte (Tûra) gelip de Rabbi onunla konuşunca, dedi. Bizim kendisine verdiğimiz zaman süresi içinde, belirlediğimiz vakitte... demektir. (.......) kavlinde yer alan, “Lam” harfi tahsis içindir, aidiyet bildirir. Yani Mûsa'nın gelişi, bizim onun için ayırdığımız zaman dilimi içerisinde idi. Rivâyete göre Hazret-i Mûsa yüce Allah'ın sözünü her taraftan ve her yönden işitiyordu. Ebû Mansûr Muhammed Matüridi, “et-Te'vilatü'l-Kur'ân” adlı eserinde'şunları zikrediyor: “Mûsa (aleyhisselâm), Allah'ın sözü olduğundan asla şüphe olunmayacak şekilde bir ses işitiyordu. Bu sesin yüce Allah'a âit olduğu ise, yüce Allah'ın ona, yaratmasını üstlendiği bir sesi duyurması sayesinde olmasına göre idi. Öyle bir ses ki, bu sesin Allah'ın yaratmış olduğu öteki varlıklardan birine âit olmadığı, onlardan kazanılmadığr açıklık ve kesinliğiyle duyurmuştu. Onun dışmdakisi ise, kullardan elde edilen bir sesi duyar. İşte bundan da, bu sesin yüce Allah'tan başkasın âit olmadığı gerçeği anlaşılmış olur. Hazret-i Mûsa yüce Allah'ın kelamını duyunca, bundan ötürü kendisinde doğan aşırı bir özlem ve arzu ile Rabbini görmeyi istedi. Bunun için de Rabbi şöyle dedi: “Rabbim! Bana kendini göster; seni göreyim” dedi. Bu cümledeki, (.......) kavli, (.......) fiilinin ikinci mefulüdür. İlk mefulü ise mahzûftur. Yani bu, “Bana zâtını göster de göreyim seni” demektir.” Yani, “Bana tecelli etmek/görünmek suretiyle seni görmem için öyle bir imkân ver ki, seni görebileyim.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr (45-12-/665-737) (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmiştir. İhtilas ile ve “R” harfinin kesresiyle Ebû Amr kırâat etmiştir. “R” harfini kesriyle muşabbaa olarak yani tam bir kesre harekesiyle bu ikisi dışındaki imâmlar kırâat etmişlerdir. Bu âyet Ehl-i sünnet lehinde rü'yetin yani yüce Allah'ın görülebilirliğinin cevazının delilidir. Çünkü Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) yüce Allah'ın görülebileceğine îman ediyordu ki, onu görmeyi istedi. Zira yüce Allah hakkında câiz olması doğru olmayan bir şeye îman etmek veya itikatta bulun mak küfürdür. Hazret-i Mûsa'dan ise haşa böyle bir şeyin olması mümükün değildir. (.......) Sen beni asla göremezsin. Yani böyle fani bir gözle istekte bulunmakla beni görmen mümkün değildir, göremezsin. Ancak bâkî ve kalıcı olan bir gözle, Allah'ın lütuf ve ihsanı sayesinde bu, olabilir. Yine âyetin bu kısmı da bizim lehimizde yani biz ehli sünnet inancına sahip olanların lehinde bir delildir. Çünkü yüce Allah burada, “Ben asla ve hiçbir zaman görülemeyeceğim” diye rü'yetin cevazını ortadan kaldınr şekilde buyurmamıştır. Eğer yüce Allah, görülebilir olmamış olsaydı, mutlaka görülemez olduğunu bildirirdi. Çünkü bu, gerçekten açıklanması gereken ve ihtiyaç duyuları bit konudur. “Fakat şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de Beni göreceksin, buyurdu.” Yine bu da bizm lehimize bir delildir. Çünkü yüce Allah'ın görülmesini dağın yerinde kalıp kalanayacağına bağlamaktadır. Bu da mümkündür. Bir şeyin mümkün olan yani olabilir durumda olan bir şeye taallûk etmesi, onun imkanına yani mümkün olacağına bir delildir. Nitekim mümteni olan yani oalanayacak, imkan dışı olan bir şeye taallûk ise o da mümkün değildir, mümtenidir. Bunun mümkün olabileceğini delili de Rabbimizin, (.......) yani “o dağı darmadağın ediverdi” kavlidir. Çünkü yüce Allah, (.......) buyurmuş, (.......) yani, “Ezildi” diye buyurmamıştır. Yüce Allah'ın var etmesini câiz gördüğü bir şeyi, var etmeyi istemediği zaman var etmemesi de câizdir. Çünkü yüce Allah fiilinde muhtardır, dilediğini yapar. Kaldı ki yüce Allah Hazret-i Mûsa'nın böyle bir şeyi istemekten umudunu kesmedi, bundan dolayı onu azar da etmedi. Eğer böyle bir şey muhal olsaydı, olamayacak bir şey olmuş olsaydı, yüce Allah mutlaka Hazret-i Mûsa'yı azarlar ve ona itapta bulunurdu. Nitekim yüce Allah Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) u zarlamış, ona itapta bulunmuştu. Bunun için şöyle buyurmuştu: “Ben sâna câhillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hûd,46) Bilindiği gibi Hazret-i Nûh, oğlunun boğulmaktan kurtarılrnasmı istemişti, çünkü onun imansız olduğunu bilmiyordu. “Derken Rabbi dağa tecelli eder etmez” Yani zuhur edince, görününce, yüce Allah keyfiyeti anlatılamayacak ve bilinemeyecek bir şekilde zuhur edip çıkınca. .Ebû Mansûr Muhammed Matüridi (r.h) diyor ki: “Yüce Allah'ın dağa tecelli etmesi, İmâm Eş'ari'nin dediği gibidir. “Yüce Allah dağda hayat, bilgi ve görme özelliğiniş yarattı. Nihayet o da bunlar sayesinde Rabbini gördü.” İşte bu da Allah'ın görülebileceğini ispatına ilişkin bir nasstır. İşte bütün bu açıklarıan yönlerle rü'yeti yani yüce Allah'ın görümesini inkâr edenlerin cehaletini, bilgisizliklerini ortaya koymaktadır. Diğer taraftan bu inkârcıların ileri sürdükleri: “Mûsa (aleyhisselâm) aslında yüce Allah'ın görülemeyeceğini biliyordu. Ancak kavmi ondan Rabbbini kendilerine göstermesini istemişlerdi. Nitekim Kur'ân'da da şöyle buyurulmaktadır: “Ey Mûsa! Biz Allah'ı açık bir şekilde görmedikçe asla sana îman etmeyeceğiz.” (Bakara, 55) İşte böyle bir istek karşısında, yüce Allah'ın görülemez bir varlık olduğunu onlara açıklamak için bu istekte bulunmuştur” tarzındaki gerekçeleri de bâtıl, geçersiz ve anlamsız dır. Çünkü eğer durum onların ileri sürdükleri ve idda ettikleri gibi olsaydı, bu takdirde Hazret-i Mûsa: “Onlara görün ki, sana baksınlar, seni görsünler” derdi. Sonra ona: “Beni asla göremeyeceksiniz” diye buyururdu. Çünkü eğer rü'yet olayı câiz olan bir şey olmasaydı, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) onlara vereceği cevabı ertelemezdi. Aksine hemen onlar, kulaklarının zannm patlatırcasma durmadan istedikleri o şey sebebiyle gereken cevabı ve karşılığı verirdi. Çünkü böyle bir istekte direnmek demek, küfürde direnmek demektir. Halbuki Hazret-i Mûsa'nın peygamber olarak gönderilme amacı bunu değiştirmektir, yoksa o küfrü onaylamak ve pekiştirmek değildir. Görmez misin ki bu Yahûdîler Hazret-i Mûsa'dan: “Ey Mûsa! Onların nasıl ki tanrıları var ise, sen de bize öyle bir tanrı yap” (A'raf, 138) diye istekte bulundukları zaman hemen hiç ara verilmeden, anında kendilerine Hazret-i Mûsa tarafından: “Gerçekten siz câhillik eden bir toplumsunuz!” diye tepki ve karşılık verilmiştir. (.......) Onu darmadağın ediverdi.” Yani un ufak eyledi. Buradaki, (.......) kelimesi, “Medkuk” ismi mefûl manasında mastardır. Meselâ, (.......) gibi ki, “Emirin vuruşu” anlamındadır. (.......) ve (.......) sonu ister kaf harfiyle olsun, ister kef harfiyle olsun mana bakımından aynıdırlar. Darmadağın olmak, un ufak hale gelmek demektir. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuşlardır. Yani yerle dümdüz kılmak demektir, hiç tümseği olmamak, tümsek bırakmamak manasındadır. Nitekim hörgüçsüz olan, sırt dümdüz bulunan deveye de, (.......) denilir. (.......) kelimesi de hâldir. Yani düşüp bayıldı, demektir. (.......) Ayılmca dedi ki: “Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, sana tevbe ettim. Ben inananların ilkiyim.” Senin azamet ve geline ilk inananlardanım. Dünyada câiz olmakla beraber bu rü'yet durumunu dünyada göstermeyeceğine ilişkin olarak ilk îman edenlerdenim. Ka'bi ile Asamm şöyle demektedirler: “Göster zâtını, göreyim seni” demenin manası, bana bir mu'cize, bir âyet göster ki, bu âyet sayesinde gayet sorunlu olarak seni âdeta görmüşcesine bileyimi îman edeyim, demektir. “Beni asla göremezsin” kavli ise, “Sen bu özellikle ve bu nitelikte beni göremezsin, göremeyeceksin” . demektir. “Göster zâtını, Seni göreyim” demiştir. “Onu/âyeti, mu'cizeyi göreyim” dememiştir. Yüce Allah da, “Beni asla göremezsin” buyurmuş ve: “Benim ayetimi göremeyeceksin” buyurmamıştır. Böyle bir şey yok iken nasıl'olur da bunun manası: “Benim ayetimi asla göremeyeceksin” olsun? Çünkü yüce Allah Hazret-i Mûsa'ya en büyük mu'cizeleri gösterdi, dağı yerinden kaldırıp darmadağın hale getirdi. 144Allah buyurdu ki: “Ey Mûsa! Ben peygamberliğimle ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükr edenlerden ol.” (.......) Allah “Ey Mûsa! dedi, ben risâletimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni insanların başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.” Bu hususta verilen nimete, ki bu en büyük nimetlerdendir, bunlara şükret. Rivâyete göre Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) Arefe günü baygınlık geçirdi, Tevrât ise kendisine Kurban kesimi günü, Bayram günü yani Nahr günü verildi. Bu zilhicce ayının onuncu günü idi. Hazret-i Harun (aleyhisselâm) vezir ve Hazret-i Mûsa'ya tabi bir durumunda olunca, seçilme görevi Hazret-i Mûsa'ya tahsis kılınmış oldu. 145Nasihat ve hükümlerin açıklamasına dair ne varsa hepsini levhalarda yazdık. (Ve dedik ki) bunları kuvvetle tut, kavmine de onun en güzelini almalarını emret. İleride size, o fâsıkların yurdunu göstereceğim. Nasihat ve herşeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini Mûsa için levhalarda yazdık. Burada geçen (.......) kelimesinden kasıt Tevrât'tır. Bu da, “Levh” kelimesinin çoğuludur. Bunlar on levha, bir tefsire göre yedi levha idiler. Levhalar zümrütten idi, bir tefsire göre de tahtadan idi. İçlerinde.Tevrât yer aldığı hâlde bunlar gökten inmişlerdi. (.......) kavli, (.......) fiilinin mefulü olarak mahallen mensûbtur. (.......) Kavli de bundan bedeldir. Mana buna göre şöyledir: “İsrâ'il oğullarının dinleriyle ilgili olarak ister vaaz, ister hükümlerin detaylı olarak anlatılması olsun ihtiyaç duydukları her konuya ilişkin her bilgi ve açıklamayı yazdık.” Bir tefsire göre de yetmiş deve yükü idi. Bunların tamamnmı dört kişi dışında kimse okuyamamıştır. Bu okuyanlar da Hazret-i Mûsa, Hazret-i Yuşa, Hazret-i Uzeyir ve Hazret-i Îsa idiler. “Bunları kuvvetle tut” Ona dedik ki: onu, al, ona dört elle sanl... (.......) kavli, (.......)üzerine ma'tûftur. Buradaki zamîr de ya (.......) kavline veya (.......) kavline âittir. Çünkü bu, “şeyler” manasındadır. (.......) sağlam bir şekilde, ciddiyetle ve kararlılıkla, azimetle al. Yani Ulül Azm olan peygamberlerin alışıyla al, o dikkatle sarıl, demektir. (.......) Kavmine de onun en güzelini almalarını emret. Yani onda bulunan şeylerin güzeli ve en güzeliyle amel etmelerini emret. Meselâ kısas gibi, affetmek gibi, yardımda bulunmak/intikam almak gibi, sabretmek gibi...Onlar, güzel ifadesi veya hükmü içerisinde yer alan şeyleri almalarını emret ve daha çok sevap getirecek olan şeye satnlmalarını söyle. Meselâ şu âyette ifade edildiği gibi; “Rabbinizden size indirlenin en güzeline uyun!” (39, Zümer, 55) (.......) Yakında size, yoldan çıkmışların yurdunu göstereceğim. Fir'avun'un ve kavminin yurdunu., ki burası de Mısır'dır. ad ve Semûd kavimlerinin topraklarıdır, o helâk edilen toplara âit yurtlar ve yaşadıkları çağlar... Nasıl onları ortadan kaldırmış ve nasıl helâk etmiş, baraları görsünler de, bunlardan ibret alsınlar için. Dolayısıyla onlar gibi fâsıklığa, haksızlığa, şirke ve zulma bulanmasmlar için.. Aksi takdirde bunlar tıpkı onların köklerinin helâk edilmeleri suretiyle kazındıkları gibi helâk edilip yok olmasınlar. Yahut bu yurttan maksat, cehennem olabilir. 146Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzak laştıracağım ki onlar bütün mu'cizeleri görseler de îman etmezler. Doğru yolu görseler onu yol tutmazlar. Ve eğer sapıklık yolunu görürlerse, hemen onu ya tutarlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmektedir. (.......) Yer yüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım. Zinnun Mısri -Allah ruhunu kutsasın- şöylediyor: “Kur'ân'ın gizli hikmeti sebebiyle yüce Allah, köksüzlerin ve bâtıla yönelmiş aşırıların gönüllerine ikramda bulunmaktan geri durmuştur, uzak kalmıştır.” Çünkü bu tür kimseler insanlara karşı büyüklük taslamaktalar, hakkı kabul etmekten yüksünüyorlar, büyüklük gösteriyorlar. Bu gerçekte şu manaya gelir; büyüklenmek yalnızca yüce zâtına has olan bir konuda kibirlenmeye ye böbürlenmeye kalkışmak dernektir. Bu, kudreti yüce olan Allah'a karşı saygısızlık ve en büyük gühantır. (.......) kavli hâldir. Yani hakketmedikleri hâlde büyüklenirler. Çünkü gerçek manada büyüklenme bir tek Allah'a âittir. “Onlar bütün mu'cizeleri görseler de îman etmezler.” Kendilerine indirilen ayetlere ve mu'cizelere inanmazlar. “Doğru, yolu görseler onu kendilerine yol edinmezler.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Gerçi (.......) Ve (.......) kelimeleri tıpkı, “Sukm ve Sekam” kelimeleri gibidirler. “Fakat azgınlık yolunu görürlerse hemen ona saparlar.” Yani sapıklık ve dalalet yolunu.. (.......) Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmektedir. Yani âyet ve mu'cizeleri yalanlamaları sebebiyle, inat yüzünden gaflete düşmeleri ve aymazlıkları sebebiyledir. Yoksa onların aymazlığı yanılgıya ve bilgisizliğe, cehalete dayanan bir gaflet ya da aymazlık değildir. Burada, (.......) mahallen merfûdur. 147Halbuki âyetlerimizi ve âhirete kavuşacakları yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır, çekecekleri sırf kendi amellerinin cezâsıdır. (.......) Halbuki âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa çıkmıştır. Burada, (.......) kavli, mastarın mefulü bihe izafeti kabilindendir. Yani onu, “Onların âhirete kavuşmaları ve oradaki durumları müşahede edip görmeleri anında., demektir. Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlinin haberidir. (.......) Onlar, yapmakta oldukları amellerden başka bir şey için mi cezâlarıdırılırlar. Bu, peygamberlerin gönderilmesini yalanlayanların durumlarını yalanlayan, hallerini ortaya koyan bir ifadedir. 148Mûsa'nın kavmi onun ardından ziynet ve süs eşyalanndan böğürebilen bir buzağı heykeli yapıp ilâh edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşabiliyor ve ne de onlara yol gösterebiliyor? Buna rağmen onu ilâh edinerek zalimler oldular. (.......) (Tûr'a giden) Mûsa'nın arkasından kavmi, zinet takımlarından, böğürülebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Burada görüldüğü gibi, bu durum îsrailoğullarına nizpet olunmaktadır. Halbuki İsrâ'iloğullari onlar arasında avare dolaşan, aylak ve varlıksız kimselerdi. Bununla beraber Fir'avun ve kavminin yaptıklarından” etkilenmişlerdi. Onlara nispet edilen şey bu açıdan bunlara nispet olunmuştur. Çünkü en basit bir şey sebebiyle de olsun ona izafetle bu olabilmektedir. Ayrıca bu, sununda delilidir; herhangi bir kimse bir eve girmemek üzere yemin etse ve istiâre ilke yanbi ödünç ve benzeri bir yol ile oraya girmiş olsa, yeminini bozmuş olur. Çünkü bunlar helâk olanların evlerine ve varlıklarına sahip olmuşlar ve onların üzerine konmuşlardır. Nitekim bu şeyler dışında da onlara âit mallara sahip olmuşlardır. İşte bu, aynı zamanda şunun için de bir delil teşkil etmektedir: îstila yoluyla kafirlere âit mallara sahip olmak, aynı zamanda onların mülklerinin de ellerinden gideceğini gerektirir. Evet putu yapan ve put edinen kimse Sâmiri adında bir Yahûdîdir. Fakat ötekiler de onun bu yaptığına nza göstermişler ve ses çıkarmamışlardır. Dolayısıyla bu fiil bunlara isnat olunmuş oldu. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu kendisiyle süslenilen altın ve gümüşten elde edilen süs eşyası demektir. Kırâat imâm larından Hamza ile Ali Kisâî bu kelimeyi, (.......)tarzında, öncesiyle uyum sağlasın için okumuşlardır. (.......) kelimesi, (.......) fiilinin mefulüdür. (.......) ise bundan bedeldir. Yani diğer bedenler gibi eti, kanı olan bir varlık, buzağı yaptı. Âyette geçen (.......) kelimesi sığır böğürmesi manamadır. (.......) kavli de, (.......) fiilinin ikinci mefulüdür. Yani böğüren bir ilâh, bir put edindiler, demektir. Daha sonra onların çok aşağılık ve basit olan akıllarına hayret ederek şöyle buyurdu: “Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşabiliyor ve ne de onlara yol gösterebiliyor?” Bir söz söylemeye kâdir olmadığı gibi, doğru bir yol göstermeye de kâdir değildir. Bunlar hangi akla hizmet ederek Allah'ı bırakıp bir buzağıyı, bir sığın ilâh edinyorlar. Halbuki yüce Allah'ın sözlerini yazmak için okyanuslar mürekkep olsa, yüce Allah'ın sözleri bitmeden kesinlikle okyanuslar mutlaka bitip tükenir. Çünkü insanların akıllarında yerleştirdiği deliller sayesinde onları hakka, doğru yola ileten ve yönlendiren ve kitaplarında indirdi lideriyle de yol gösteren bizzat yüce Allah'ın kendisidir. Bundan sonra söze şöyle başlayarak diyor ki: “Ve onu ilâh tanrı olarak benimsediler ve zalimler oldular.” Yani bütün gerçeklere ve mu'cizelere rağmen onlar buzağıyı ilâh edindiler, hoş karşaılanmayan ve red edilen, kabul olunmayan bu iğrenç yola giriştiler. Çünkü bunlar zâlim yani kâfirler idiler. 149Ne zaman ki başları elleri arasına düşüp pişmanlık duydular da kesin olarak saptıklarını gördüler. Dediler ki: “Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, kesin olarak herşeyimizi kaybedenlerden olacağız.” “Ne zamanki başları elleri arasına düşüp pişmanlık duydular da” buzağıya tapınmaları yüzünden pişmanlıkları artınca.. Bunun esası şöyledir: Aşırı derecede pişmanlık duyan bir kimse bunun şiddetinden ve üzüntüsünden ötürü parmağını ısırır, sanki eli onun değilmiş, ondan düşmüş gibi olur. Çünkü eli ağzına girmiş olmaktadır. Burada (.......) fiili, (.......) kavlime isnat olunmuştur. Bu da bir tür kinayedir. Zeccâc diyor ki bunun manası şöyledir: “Pişmanlıkları ellerine düştü” Yani gönülleri ve özleri yandı, yakıldı, demektir. Nitekim, “elinde kötü bir iş meydana geldi” ifadesine benzer bir tabirdir. Her ne kadar o kötüğ şeyin elin içinde olması mümkün değilse de, tabir ve deyim olarak böyle denir. Bununla gönülde ya da kalpte meydana gelen şeyin, sanki kişinin elinde meydana gelmiş ve göz ile görülen bir şey imiş gibi bir benzetme ile anlatılmaktdır. (.......) Kesin olarak saptıklarını gördüler.” Sapıklıkları kendilerine apaçık ve ayan-beyan bir şekilde ortaya çıktı, âdeta onu elle tutulur ve gözle görülür gibi bir açıklık ve netlikte görür oldular. “Dediler ki: Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa'“Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, “Eğer Rabbimiz! Bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsan” manasında, (.......)tarzındaokumuşlardır. “Rabbena” kavlini de nida üzere mensûb kılmışlardır. “Mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız.” Hem bu dünyada ve hem âhirette aldanmış ve her şeyimizi kaybetmiş olanlardan olacağız. 150Mûsa dönünce kavmine karşı öfkeli ve üzüntülü bir hâlde dedi ki: “Benden sonra arkamda ne fena işler işlemişsiniz! Rabbinizin emrine beklemeksizin acele mi ettiniz?” Elindeki Tevrât levhalarını yere bıraktı ve hemen kardeşinin başından tutup onu kendine çekti. Kardeşi de dedi ki: “Anamın oğlu! Bu toplum gerçekten beni güçsüz gördüler ve neredeyse beni öldüre yazdılar. Ne olur düşmanlarınıı bana güldürme ve beni bu zâlim toplumla bir tutma.” (.......) Mûsa, kızgın ve üzgün bir hâlde kavmine dönünce dedi: Âyetteki, (.......) kelimesi, Mûsa'dan hâldir. Nitekim, (.......) kelimesi de hâldir ve mahzun, üzüntülü, kederli manalarınadır. (.......) Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız? Benim yerimde durdunuz ve halîfelerim oldunuz, fakat benden sonra ne iğrenç ve kötü işler yapmışsınız! Buradaki uyan ve sesleniş buzağıyı ilâh edinen Samiri ve taraftarlarınadır. Ya da bu söz Hazret-i Harun (aleyhisselâm) ile îman edenlere karşı söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Mûsa, kardeşi Hazret-i Harun'a demişti ki: (A'raf,142) “Yokluğumda kavmim arasında benim yerime geç!” Mana şöyle olmaktadır: “Benden sonra arkamdan ne fena işler işlemisiniz,” çünkü siz Allah'a ibâdet ve kulluk edeceğiniz yerde gidip buzağıya tapınışsınız., demektir. Ya da; siz Allah'a kullukta bulunmayanlara engel olmamışsınız, demektir. (.......) kelimesinin faili muzmerdır. Çünkü bunu, (.......) kavli tefsîr ediyor. Mahsusun bizzem burada mazuf bulunmaktadır. Bu cümle: “Benden sonra benim yerime sizin üstlenmiş olduğunu hilâfet görevi sizin tarafınızdan ne kötü bir hilafet olmuştur” takdirindedir. (.......) kavlinden sonra gelen,(.......) kavlinin manası şöyledir: “Benden görüp öğrendiğiniz Allah'ın birliği ve Onun şerikinin, ortağının olmadığı gerçeğinden sonra, demektir veya İsrâ'il oğullarını Tevhit inancına yönlendirmemden ve onları ineğe tapmaktan men ettikten sonra, demektir. Çünkü İsrâ'il oğulları: “Ey Mûsa onların nasıl ki ilâhları var ise, sen de bize öyle bir ilâh yap, dediler.” (A'raf,138) Halbuki başkalannın yerine vekalet eden halîfelerin asıl görevi, adına hilafette bulundukları zatın yolunda ve gösterdiği doğrultuda hareket etmeleri gerekir, görevleri budur. “Rabbinizin emrini beklemeksizin acele mi ettiniz?” Buzağıya tapınmak suretiyle Rabbinizin size gelecek emrini beklemeyip aceleci mi davrandınız? Çünkü Kırk gün sonra size Tevrât'ı alıp getirdim. Acele etmek demek; bir şey konusunda henüz vakti gelmeden önce erken davranmaktır. Bir tefsire göre de, “Acele ettiniz” kelimesi, terkettiniz manasınadır. “Elindeki Tevrât levhalarını yere bıraktı” Buzağıya tapınma olayını duyar duymaz, Hazret-i Muşa Allah adına olan öfkesinden ötürü elindeki Tevrât levhalarını yere atı verdi. Zaten Hazret-i Mûsa öfkeli bir kimse idi. Kardeşi Hazret-i Harun ise ona göre daha yumuşak idi. Bu bakımdan da İsrâ'il oğulları onu Hazret-i Mûsa'dan daha çık seviyorlardı. Bu kızgınlık sırasında üzerinde Tevrât'ın yazılı bulunduğu levhalarla tabeler yere atılınca kmlıp hasar görmüştüler. Bunun üzerine yediden altısı yükseğe çekildi, kaldmldı. Geride sadece yedide bir kaldı. Tevrâtın kaldmları levhalarında her şeye âit detay bilgiker bulunuyordu, kalanında ise hidâyet ve rahmet konulan bulunuyordu. (.......) Ve kardeşinin (Harunun) başım tutup kendine doğru çekmeye başladı. Kardeşine öfkelenerek öfkesinden onun başındaki saçlarına yapıştı. Çünkü Hazret-i Harun (aleyhisselâm) İsrâ'il oğullarının buzağıya tapmalarına engel olamamıştı. Kızgınliğindan saçından yakaladığı kardeşini azarlamak maksadıyla kendine doğru çekmeye başladı. Fakat bu çekiş, kardeşi Harun'u küçümsediğinden veya aşağıladığından değildi. Bu, (.......) kavli Mûsa'dan hâldir. “Kardeşi de dedi ki: Anamın oğlu!” Bu ifadede, (.......) kelimesi, (.......) kelimesiyle birlikte tıpkı, “Hamsete Aşere” gibi feth üzere mebni kılınmıştır. Ancak Kırâat imâmlarından Hamza, Ali Kisâî ve İbn Âmir, “mim” harfinin kesriyle, (.......) olarak okumuşlardır. Çünkü bunun aslı, (.......) idi. Sadece kesre ile yetinildiğinden, ayrıca “Y” harfine gerek kalmadığı için hazfedilmiştir. Bundan farklı bir değerlendirmeye gidilmemelidir. Çünkü gerek Hazret-i Mûsa ve gerekse Hazret-i Harun ana ve babaları bir kardeştirler, aralarında üveylik yoktur. Fakat âyette anneye yer verilmesinin nedeni, annesinin mü'mine yani inanmış bir kadın olması sebebiyledir. Bir de anneye yer verilmesi, acıma ve şefkat duygularını harekete geçirmede daha etkin olduğu içindir. “Bu toplum beni cidden zayıf gördüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi.” Yani öğüt vermemle olsun, uyarmamla olsun ne kadar gayret gösterdiysem de, son gücüme kadar engel olmaya çalıştığım hâlde onlara mani olamadım. Çünkü beni aralarında güçsüz biri olarak görüyorlardı ve neredeyse beni öldürmeye bile kalkıştılar. “Sende düşmanlarınıı bana güldürme” Buzağıya tapmakta olan düşmanlarınıı bana güldürüp sevindirme. Onların beni aşağılayıp küçümseyecekleri bir şey yapma, bana kötülük etmelerine neden olabilecek bir davranış içine girme. “ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!” Bana kızman sebebiyle beni onlarla aynı kefeye koyma, onlara yakın görme. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) kardeşinin mazeretini anlayınca bunun üzerine Rabbine şöyle yakardı: 151Mûsa da şöyle yakardı: “Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla ve bizi de rahmetine katarak cennetine koy. Çünkü sen merhametli olanların en merhametlisisin.” (.......) Mûsa da: Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Hazret-i Mûsa kardeşi Harun'u memnun etmek için, kardeşinin de onlarla beraber böyle bir işe kâtilmadığına dair onun lehine dua etti, aleyhte bir şey yapmayı bıraktı. Bu durumda mana şöyledir: Rabbim! Kardeşimle ilgili olarak onun hakkında bendeki raşkmlık sebebiyle beni bağışla, eğer aldığı görevi güzel bir şekilde yerine getirmekten bir yanılgıya ve aşırılığa gitmişse onu da bağışla! (.......) Bizi rahmetine kabul et. Dünyada kendi koruman altına al ve âhirette de cennetine koy. (.......)Zira sen merhametlilerin en merhametlisisin! dedi. 152Buzağıyı ilâh edinenler var ya işte onlara Rableri tarafından dünya hayatında muhakkak olarak bir gazap ve bir zillet erişecektir. Ve: (.......) Buzağıyı (tann) edinenler varya, işte onlara mutlaka rablerinden bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Ülkelerinden çıkarolmâları, sürgün edilmeleri idi. Çünkü gariplik ve kimsesizlik, şnsana boyum eğdirtir. Ya da kendilerine cizye ödeme mahkumiyetinin verilmesi demektir. (.......) Biz iftiracıları böyle cezâlarıdırırız. Yani Allah adına yalan nyere iftira uyduranları. Çünkü Samiri adındaki Yahûdî şöyle diyordu: “İşete sizin de ilahınız ve Mûsa'nın da ilahı bu buzağıdır.” (Taha, 88) 153Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de îman edenlere gelince, şüphesiz ki o tevbe ve îmandan sonra, Rabbin elbette bağışlayan ve merhamet edendir. (.......) Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de îman edenlere gelince; (.......) Şüphesiz ki o tevbe ve îmandan sonra, Rabbin elbette bağışlayan ve merhamet edendir. Yani kötülüklerinden dönmelerinden ve tevbe edip îman etmelerinden sonra, yüce Allah kendilerini kesinlikle bağışlayıp günahlarını da örtendir. Daha önceden yaptıklarını da silendir. Bu manasıyla yüce Allah Gafurdur. Rahîmdir. Çünkü cennet ile kullarını nimetlendirip mükafatlarıdırmaktadır. Buradaki bu hüküm genel bir hüküm olup, ister buzağıya tapanlar olsun ve ister başkalan olsunlar, yaptıklarından vazgeçip îman etmeleri hâlinde hepsi de bağışlarıabileceklerdir. İşledikleri günahın veya suçun, cinâyetin büyüklüğü ne olursa olsun tevbe edilmesi durumunda bağışlanacakları bildirilmiş olmaktadır. Çünkü burada yüce Allah İsrâ'il oğullarını işledikleri suçun ya da cinâyetin büyüklüğüne yer vermiş, önce bunu ele almış, bunun da hemen peşinden Rahmetinin yüceliğinden söz etmiştir. Rabbimiz böyle buyurmakla şu gerçek bilinsin şstemiştir: “Günahlar ne kadar büyük olursa olsun, Allah'ın affı ve bağışlaması bunların hepsinden daha büyüktür. (.......) edatı ise, isim ve haberiyle beraber, (.......) nin haberidir. 154Mûsa'nın kızgınliği yatışınca levhaları yerden aldı.O levhaların birinde, “Rablerinden korkanlar için hidâyet ve rahmet vardır” bilgisi yer alıyordu. (.......) Mûsa'nın öfkesi dinince levhaları aldı. Zeccâc diyor ki, (.......) kelimesinin manası sükûnet bulunca demektir. Yani (.......) manasındadır. Nitekim âyet Sekene olarak da okunmuştur. (.......) Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için hidâyet ve rahmet (haberi) vardı. Bu levhalarından birinden yazılıp alman, istinsah edilen ve yazılarıa göre .... Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) ölçüsünde bir kelime olup mefûl manasındadır yani yazılı olan demektir, ve tıpkı “Hutbe” kelimesi kalıbında bir kelimedir. (.......) kavline (.......) harfinin dahil olması, mefulün takaddümü sebebiyledir. Bu bakımdan fiilin bu gibi kelimelerde amel etmesi zayıftır. Yani eğer fiil mamulünden sonraya kalırsa bu takdirde mamulü üzerinde amel etmesi zayıflaşır. 155Mûsa belirlediğimiz süre içinde kavminden yetmiş kişi seçip ayırdı. Ancak sözleşme yerinde onları müthiş bir deprem sarsıntısının sarsması üzerine Mûsa şöyle dedi: “Rabbim! Dilemiş olsaydın daha önceden onları da beni de helâk ederdin. Şu anda içimizdeki bir takım kendini bilmezlerin yüzünden bizleri helâk mı edeceksin? Bu, yalnızca senin bir denemehdir. Bu deneme sayesinde dilediklerini saptırır ve dilediklerini de doğru-hak olan yola yönlendirirsin. Sensin bizim yardımcımız! Öyleyse bağışla bizi, merhamet eyle bize! Zaten Sen bağışlayıp mağfiret buyuranların en hayırhsısın! (.......) kavli, (.......) demektir. Burada cer edatı olan (.......) edatı hazfolunmuştur. Fiil buna vasledilmiştir. Bir tefsire göre Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) oniki boydan ya da kabilenin her birinden altışar kişi seçmişti. Böylece sayıları 72 kişiye ulaştı. Ancak içinizden iki kişi geride kalıp otursun, dedi. Bunun üzerine Kaleb ile Yuşa oturdular. Yani buzağıya tapmaktan uzak duranlar içerisinden belirlediğimiz vakitte.... (.......) Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsa dedi ki: “Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin.” Onlardan buzağıya tapmanlarıh olması ve benim de bir kiptiyi öldürmem sebebiyle helâk edebilirdin. (.......) Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir. İçimizde bir takım câhillerin ve kendini bilmez takıminin, yani buzağıya tapanların işledikleri yüzünden bizi helâk mi edeceksin? (.......) Bu senin imtihanından başka bir şey değildir. Bu, senin bir imtihanındır, sinamandır. Bu ifade, şu ayete dayanmaktadır: “Senden sonra biz, kavmini imtihan ettik.” (Taha, 85) İşte bunun üzerine Mûsa (aleyhisselâm) demişti ki: “Bu imtihan var ya işte bu, setlin daha önce bana bildirdiğin imtihandır.” Ya da bu, yüce Allah in kullarını dilediği gibi dilediği şey ile imtihan etmesi ve denemesidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz, bir imtihan olarak sizi hayır ile de, şer ile de deneriz.” Enbiyâ', 35 (.......)Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Bu imtihan ile kullarından dilediklrini, içlerinden dalalet ve sapıkliği tercih edeceklerini bildiğin kimseleri saptarsın, bu yoldan hidâyeti tercih edeceklerini bildiğin kimseleri de doğru yola iletirsin. (.......) Sen bizim sâhibimizsin Bizim işlerimiz üzerin de güce sahip olan ve idare eden sensin. (.......) Bizi bağışla ve bizi acı! Sen bağışlayanların en iyisisin. 156Bize hem bu dünyada ve hem âhirette iyilik yaz. Muhakkak biz Senin yoluna yöneldik.” Allah da şöyle buyurdu: “Azâbımı kimi dilersem ona isabet ettiririm; Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu emir ve yasaklara bağlı olarak hareket eden takva sahiplerine, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım. (.......) Bize, bu dünyada da iyilik yaz âhirette de. Rabbimiz! Bize bu dünyada sağlık, afiyet, güzel bir hayat ver, sana itaatta muvaffakiyet sağla ve bizi imanda sebat ettir, bize paylaşımda bu güzelliği ihsan eyle. Âhirette ise cennetini, ver. “Şüphesiz biz sana döndük” Tevbe edip sana döndük, sana yöneldik. Meselâ “Hade ileyhi, YeHûdu” denir ki bu, bir şeyden dönüldüğünde denir. Yani dönmek, tevbe etmek manalarınadır. (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu ise tevbe eden ve dönen demektir. (.......) Allah buyurdu ki: “Kimi dilersem onu azâbıma uğratırım.” Yani durum ve vaziyeti bu olanlardan kimi dilersen onlara azap ederim. Onları bağışlayacak değilim. “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.” Rahmetimin durumuna gelince o öylene geniştir ki, herkesi ve her şeyi kuşatır, herkese ve her şeye ulaşır. Bir Müslüman ya da bir kafir yoktur ki, dünyada üzerlerinde rahmetimin eseri ve izi görülmemiş olsun. (.......) Onu emir ve yasaklara bağlı olarak hareket eden takva sahiplerine, zekâtı verenlere ve âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” O rahmeti, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ümmetinden olup şirkten sakınıp uzak duranlara, farz kılman zekâtı verenlere ve bizim gönderdiğimiz bütün kitaplara îman edip bunlardan hiç birini ye hiçbir şeyi inkâr etmeyenlere yazacağım. 157Ki onlar yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de niteliklerini yazılı buldukları ümmi -okuması ve yazması olmayan- Peygamber pları Rasûle uyarlar. O onlara iyilikleri emreder ve kötülüklerden de onları meneder. Temiz, güzel ve hoş olan şeyleri onlara helâl-mubah, pis ve murdar olan şeyleri de haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları ve omuzlarındaki zincirleri kaldırır. Bü itibârla ona îman eden, ona destek veren, yardım eden ve onunla beraber indirilen nur'a uyanlar var ya, işte gerçekten kurtuluşa erenler onlardır.” (.......) Yanlarındaki Tevrât ve İncîl'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygambere uyanlar (var ya) işte o peygamber; Kendisine âit olarak bir kitap yani Kur'ân vah yettiğimiz ve mu'cizeler sâhibi olan, okuma ve yazması da bulunmayan peygambere âit özellikleri yanlarında bulanlar, Yani İsrâ'il oğullarından olup da ona uyanlar, Tevrât ve İncîl'de de onun nitelikleri görmüş, okumuş ve öğrenmişlerdi. — “O onlara iyilikleri emreder” Yani Allah eş ve denk edinmekten onları uzaklaştırarak, kullara da acıyarak iyilik yollarını gösterip emreder. “Ve kötülüklerden de onları meneder.” Yani putlara tapmaktan ve akraba ile olan bağları koparmaktan meneder, buna engel olur. (.......) Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Meselâ iç yağı ve benzer şeyler gibi temiz olan ve bunların haram kıldıkları bu türden şeyleri helâl kılar. Ya da üzerine Allah'ın ismi anılarak kesilmiş olan ve böylece şerî'at açısından haram olmayan temiz şeyleri, aynı zamanda haramdan kazanılmayıp mubah olan yollardan kazanılan şeyleri de helâl kılar. Diğer taraftan kötü ve iğrenç şeyleri Meselâ kan, leş, domuz eti ve Allah'tan başkası adına boğazlanmış olan murdar şeyleri de haram kılar veya hüküm itibariyle iğrenç ve murdar kabul edilen, kötü sayıları faiz, rüşvet ve benzeri mubah olmayan yollardan kazanılanları da haram kılar. (.......) Üzerlerindeki ağırlıkları, yani kendilerine hareket ve davranma fırsatı bırakmayan, âdeta onu hapsedip tutuklayan ağır yükleri, Meselâ altından kalkılamayacak ağırlıktaki sorumlulukları, tevbe etmeleri için kendilerini öldürmeleri, hayatlarına son vermeleri, kendisiyle günah işlenilen organların kesilip atılması gibi zor ve ağır gelecek şeyleri kaldırır. (.......) kelimesi, (.......) kavline müteallik bulunmaktadır. Yani mana şöyledir: “Peygambere ve onun sünetine uymakla beraber, ona indirilen Kur'ân'a uyanlar var ya “İşte gerçekten kurtuluşa erenler onlardır.” Her hayra ve her başarıya ulaşmışlar ve her türlü kötülükten de kurtulmuşlardır. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kelimesini çoğul olarak, (.......) diye okumuştur. “Ve omuzlarındaki zincirleri kaldırır.” Burada sözü edilen hususlar da oldukça zor ve ağır olan hükümler demektir. Meselâ; diyet sözkonusu olmaksızın ister kasten yani bile bile olsun, ister hata yoluyla olmuş olsun mutlak manada kısas hükmünün uygulanması gerektiğidir. Aynı şekilde ister insan bedeni üzerinde olsun, ister üzerindeki giyside olsun bir necasetin bulaşması durumunda o kısmın kesilip atılması kesin hükmü gibi. Elde edilen ganimetlerin yakılması kesin hükmü gibi. Kişinin işlediği günahların evlerin kapıları üzerinde ortaya çıkanlması, teşhiri hükmü gibi. İşte bütün bu hükümler kesin olarak İsrâ'il oğullarında uygulanması kesin olan hükümlerdi. İslam ile bunlar hafifletilmiş oldu. Bütün bu anlatıları şeyler laleye yani zincire benzetildi ki, benzerlikte bir farkının olmadığı, mutlak manada yerine getirilmesi gereken hükümler olduğu gerçeğini bildirmek ve açıklamak içindir. “O peygambere inanıp saygı gösteren” Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e îman eden, ona tazimde bulunup saygı gösteren ya da ona karşı koyan düşmanlarının güçlerini kırarak, onun düşmanlarınâ mani olan, Azr, kelimesi esasen menetmek manasınadır. Nitekim tazir tabiri de bü kökten türemedir. Çünkü bu da çirkin ve kötü olan Meselâ had uygulaması gibi şeylerden menetmek anlamındadır. Bu manada mani olmak, engel olmak demektir. (.......) Ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nur'a (Kur'ana) uyanlar varya, işte kurtuluşa erenler onlardır. 158De ki: Ey insanlar! Ben gerçekten sizin hepinize Allah'ın peygamber olarak gönderdiği Rasûlüyüm. Ki göklerin ve yerin hükümranlığı yegane olarak Onundur. Ondan başka bir ilâh da yoktur. Dirilten de öldüren de Odur. O hâlde Allah'a ve Onun kelimelerine-kitaplarına îman eden ümmi -okuma ve yazması olmayan bir- peygamber olan Rasûlüne îman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız. “De ki: Ey insanlar! Ben gerçekten sizin hepinize Allah'ın Rasûlüyüm.” Her peygamber özellikle kendi yoplumuna has peygamber olarak gönderilmişlerdir. Halbuki Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bütün insanlara ve aynı zamanda cinlere de peygamber olarak gönderilmiştir. (.......) kelimesi, (.......) kavlinden hâldir “Ki göklerin ve yerin sâhibi.” Bu cümle, muzmer olan, (.......) fiiliyle mahallen mensûbtur. Bu da medh üzere mensûb bulunmaktadır. “Ondan başka bir ilâh da yoktur.” Bu ifade sıladan yani ilgi cümleciğinden bedeldir. Bu cümle de, (.......) yan cümleciğidir. Nitekim bundan sonra gelen, (.......) Dirilten de öldüren de O'dur.” Cümlesi de böyledir. (.......) kavli, kendisinden önce geçen cümleyi açıklamaktadır. Çünkü aleme mâlik olan bir zât, gerçekte ve hakikatte de ilâh olan ancak Odur, başkası değil. (.......) kavlinde de gerçekten ilâh olmaya layık olan ve ilahlığm kendisine has olması gereken de yüce Allah olduğunu açıklama manası vardır. Çünkü Allah'tan başkası diriltmeye ve öldürmeye asla kâdir değildir, olamaz. (.......) Öyle ise Allah'a ve Ümmî peygamber olan Resûlüne -ki o, Allah'a ve onun sözlerine inanır- îman edin. Burada geçen, (.......) ifadesinden kasıt, Allah tarafından indirilmiş olan kitaplar demektir. “Ben Allah tarafından size gönderilen peygamberiyim” kavlinden sonra, “Allah'a îman edin ve bana da îman edin” diye söylemedi. Bunun nedeni, yüce Allah hakkında câri ve geçerli olan sıfatların aynen kendisi içinde geçerli olacağı manası çıkarılmasın içindir. Böyle bir yanlış amlaşılmaya meydan verilmemesi istendiğindendir. Kaldı ki iltifatta bir de belâgat üstünlüğü ve inceliği vardır. Böylece kişi bilsin ki; Kendisine îman edilmesi farz olan bu kişi ya da zât şu özellikleri taşıyan kimsedir; Ümmidir yani anadan doğma olarak aynen kalmış, herhangi bir yere gidip öğrenim görmemiş ve bu manada annesinden doğduğu gibi kalan ve hiç okuma yazması olmayan kişi. İşte bu zât Allah'a îman ediyor, ne tür olursa olsun Allah'tan gelen kitaplara îman etmiştir. İster benim kendime indirilen olsun, ister benden başkalanna indirilmiş olanlar olsun, hepsine îman eden bir kimse. Böylece insaflı davranışını sergileyip ortaya koymuş ve kendisi açısından bir asabiyete sapmadığını göstermek için böylece açıklık getirmiştir. 159Mûsa'nın kavminden de hak ile insanlara doğru yolu gösteren ve bunun sayesinde adalet ile davranan bir topluluk vardır. (.......) Mûsa'nın kavmin den hak ile doğru yolu buları ve onun sayesinde âdil davranan bir topluluk vardır. Hâl sebebiyle aralarında hükmü adaletle uygulayan bir topluluk bulunmaktdır. Bir tefsire göre de, Çin'in uzak doğunun ötelerinde Mi'râc gecesinde Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e îman eden bir kavim veya bunlar, Abdullah ibn Selâm ve arkadaşlarından oluşan toluluktur. 160Biz İsrâ'il oğullarını oymaklar olarak on iki boya-kabileye ayırdık. Kavmi kendisinden su istediklerinde Mûsa'ya, “Asan ile taşa vur” diye vahyettik. Derken hemen ondan oniki pınar fışkırdı. Her bir boy su içecekleri yeri kesin olarak belledi. Üzerlerini bulutla gölgelendirdik, kendilerine kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik. Dedik ki: “Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yeyin.” Ancak onlar emirlerimizi tanımamakla yalnızca kendilerine zulmediyorlardı. (.......) Biz İsrâ'il oğullarını oymaklar olarak on iki kabileye ayırdık Yani onları ayrı ayrı guruplara ayırdık. Yani fırkalara, guruplara.. Her birini de diğerinden farklı özellik ve meziyete sahip kıldık. (.......) kavli âdeta, (.......) gibidir. Esbat kelimesi, kişinin çocuğunun çocuğu yani torunu manasınadır. Bu kelime, “Sıbt” kelimesinin de çoğuludur. İsrâ'il oğulları Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm) soyundan gelen on iki çocuğundan oluşan ayrı ayrı on iki kabile ya da boydan meydana gelmişlerdi. Evet bilindiği üzere nahiv yani dilbilgisi kuralı olarak On sayısının üzerinde olan cümlelerin mümeyyezi müfret yani tekildir. Dolayısıyla, “İsney Aşere Sıbtan” olması gerekirdi. Ancak burada asıl gaye, “Onları on iki kabileye ayırdık” yani (.......) demektir. Dolayısıyla her bir kabile bir tek torundan değil, birçok torunlardan meydana geldiğinden böyle zikredilmiştir. Buna göre de, kabile yerine ve o manada, çoğul olan (.......) kelimesi getirilmiştir. (.......) kelimesi de, (.......) kavlinden bedeldir. Yani biz onları ümmetler, oymak ve kabileler olarak guruplara ayırdık, demektir. Çünkü bir çok torunlardan oluşan sıbtlar, gerçekten her biri kendi içlerinde oldukça büyük bir topluluk oluşturmuşlardı. Her bir ümmet, ötekisinin aksi bir hedefi amaçlıyordu “Kavmi kendisinden su istediklerinde Mûsa'ya, “Asan ile taşa vur” diye vahyettik.” Taşa vur, diye bildirdik. “Derken hemen ondan oniki pınar fışkırdı.” Hemen akmaya başladı. “Her bir boy su içecekleri yeri kesin olarak belledi.” Âyetteki (.......) mükesser olmayan ismi cemidir. Yani kınk çoğul değildir. Çoğul manasını taşıyan bir isimdir. “Üzerlerini bulutla gölgelendirdik, kendilerine kudret helvası ile bıldırcın eti indirdik. -Ve onlara- Dedik ki:” “Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yeyin.” (.......) Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) bize değil kendilerine zulmediyorlardı. Yani onlar verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle sebep oldukları zulmün zaran bize değil, onların kendilerine dönecektir. Çünkü bunlar kendi kendilerine zarar veriyorlar, bu itibarla da zulüm ve haksızlıklarının, nankörlüklerinin cezâsı ve vebali onlara dönecektir. 161Çünkü onlara denilmişti ki: “Şu kasabaya-Kudüs'e yerleşin, oradaki ürünlerden dilediğiniz gibi yeyin ve “HİTTA- bağışlanmamızı diliyoruz” deyin ve giriş kapısından eğilerek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. Biz iyilik ederek ihsanda bulunanlara pek yakın bir gelecekte daha da artıracağız.” (.......) Onlara denildiki: Şu şehirde (Kuduste) yerleşin. Onlara şu kasabaya yani Kudüs'e ya da Beytu'l-Makdis'e girin, ondan (nimetlerinden) dilediğiniz gibi yeyin, “bağışlanmak istiyoruz” deyin ve kapıdan eğilerek girin ki hatalarınızı bağışlayalım. Denildiği zamanı bir hatırlayın. Kırâat imâmlarından Nâfi ve İbn Âmir, (.......) kavlini (.......) olarak okumuşlardır ki, bu, “hatalarınız bağışlanmış olsun” demektir. Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) diye kırâat ederken, Ebû Amr ise, “Hatayaküm” polarak kırâat etmiştir. İbn Âmir ise, (.......) tarzında okumuştur. (.......) İyilik yapanlara ileri de ihsanımızı daha da artıracağız. 162Fakat onların içlerinde bulunan bir takım zalimler, kendilerine söylenen asıl sözü, bir başka söze dönüştürdüler. İşte Biz de zulmetmelerinden dolayı gökten üzerlerine aşağılatan ezici bir azap gönderdik! (.......) Fakat onlardan zâlim olanlar, sözü kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de zulm etmelerinden ötürü üzerlerine gökten bir azap gönderdik. Burada bu surede geçen, “Şu kasabaya yerleşin ve oradaki ürünlerden dilediğiniz gibi yeyin” kavliyle, (Bakara, 58) de geçen “Şu kasabaya girin ve dilediğiniz gibi yeyin.” Arasında bir fark yoktur. Yani birinde “Yerleşin” diğerinde de “girin” ifadelerinin yer almış olması arasında mana bakımından herhangi bir fark yoktur. Bu âyetlerde, (.......) kelimesinin kapıdan girişten önce yer verilmiş olsun, ister bundan sonra getirilmiş olsun, fark etmez. Neticede her iki durumda da bunların arasını cemetmektedir. Birinde, “bolluk” manasına gelen kelimeye yer verilip diğer âyette yer verilmemiş olması da bir tenakuz veya bir çelişki değildir. Bir de, (.......) kavli iki şeyi vaat buyurmaktadır: Biri Allah tarafından bağışlanmaları ve diğeri de daha fazlasının verileceği, arttınlacağı sözü. Bu iki vaat arasında (.......) harfinin yer almaması yani, şu “ve” şu denmemiş olmasının bir zaran da yoktur. Buna bir halel getirmez. Çünkü bu yeni bir cümledir. Sözü söyleyenin söyleyişi esasına göre cümle bina olunmuştur. Bu da, “Peki ya bağışlanmaktan sonra ne var?” sorusuna bir cevap niteliğinde olmak üzere ona: (.......) denilerek karşılık verilmiştir, ayrıca bir “Ve” ifadesine gerek görülmemiştir. Aynı şekilde, (.......) kavlinin ilavesi de, açıklıma getirme bakımından getirilen bir artı ifadedir. Bir de, (.......) ile (.......) arasında ve keza (.......) ile (.......) arasında mana bakımından pek bir fark yoktur. Hepsi de birbiri yerine kullanılabilen kelimelerdendir. 163Onlara, deniz kenarında bulunan kasaba halkının hâlini de sor: Hani onlar Cumartesi günü için konulan yasağı saygısızlıkla çiğniyorlardı. Çünkü yasak konulan Cumartesi gününde balıklar ortaya çıkarak akın akın onlara gelirlerdi. Halbuki Cumartesi dışındaki günlerde ise balıklar açıktan su yüzüne çıkıp onlara gelmezlerdi. İşte yasakları çiğnemeleri sebebiyle onları böylece imtihan ediyorduk.(.......) Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Âyette bulunan, (.......) kavli, deniz kenannda, denize yakın yerde bulunan demektir. Aslında bu soru bir bakıma onları azarlama ve paylama mâhiyetinde olan bir sorudur. Böylece onlara küfürde oldukça eskiye dayanan bir geçmişlerinin olduğu uyansında bulunuluyor. (.......) Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. O Yahûdîler yüce Allah'ın Cumartesi yasağı konusundaki hükmü ve koyduğu sınırlamayı tanımıyor, o sının aşıyorlardı. Yani Cumartesi günü avlanmaları yasaklandığı hâlde avlarııyorlardı. Halbuki o gün avlanmaları yasaklanmıştı. (.......) kavli, (.......) kelimesinden bedel olduğu için mahallen mecrûrudur. Burada geçen “Kasabadan” kasıt o kasaba halkındın sor, demektir. Sanki şöyle denilmektedir: “O Yahûdîlere, Cumartesi günü yasağını hiçe saydı kları zamanı o kasba halkından sor.” Bu, Bedeli istimal türündendir. (.......) Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi. Burada, (.......) kavli, (.......) kelimesiyle mensûb kılınmıştır veya bu, bedelden sonra bir ikinci bedeldir. Yine âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Burada vav harfi sakin yani harekesiz olduğundan ve makabli yani kendisinden önce gelen harf de kesreli olduğundan “Y” harfine dönüştürülmüştür. (.......) su yüzeyine, su üstüne çıkarak, demektir. Kelime, “Sâri” kelimesinin çoğuludur ve “el-Hiytan” kelimesinden hâldir. Sebt (.......) kelimesi, (.......) fiilinden mastardır. Bu da Yahûdîlerin Cumartesi günü yasağına değer verip onu çiğnememek, o gün balık avlamamak ve yalnızca ibâdetle meşgul bulunmak anlamında, (.......) ifadesinin karşılığıdır. Mana şöyledir: “Çünkü onlar bu günün saygınliğinı tammayıp hadlerini aştılar.” Nitekim, (.......) kavli de bu manayadır. Yani, “Avlanmamaları gereken o güne saygı gösterdiklerinde” demektir. Kaldı ki bundan sonra gelen kısım da bunu göstermektedir: (.......) Halbuki Cumartesi dışındaki günlerde ise balıklar açıktan su yüzüne çıkıp onlara gelmezlerdi.” (.......) kelimesi, (.......) kavlinin zarfıdır. (.......) İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk. İşte tıpkı bu büyük imtihan gibi biz onları fasılıkları sebebiyle deneriz. 164İçlerinden bir topluluk da demişti ki: “Allah'ın kendilerini helâk edeceği veya şiddetli olarak azapta bulunacağı bir kavme neden dolayı öğüt veriyorsunuz?” Onlar ise şöyle cevap verdiler: “Rabbimize karşı bir mazeret gösterelim için! Bir de belki bu sayede sakınıp gerçeği kavrarlar ümidiyle bunu yapıyoruz.” “İçlerinden bir topluluk da demişti ki:” (.......) kavli, bundan önce geçen, (.......) kavli üzerine atf olunmuştur. İrab bakımından aynen onun hükmüne tâbıdır. (.......) O kasaba halkından sâlih olan bir topluluk olup, içinde bulundukları toplumun günahta ileri gitmiş olmaları, kendilerine hep sıkıntı ve zorluk çıkarmaları sebebiyle onlara vazetmekten, öğüt vermekten artık umutlarını kesmiş olanlardır. İşte bunlar vaaz ve öğütlerinden ders almayanlara diyordu ki: “Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dedi. Bu kimselerin böyle konuşmalarının sebebi, vaaz ve öğüdün bunlara hiç kar etmeyeceğini bilmelerindendir. (.......) (Öğüt verenler) dediler ki: “Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz.)” Bizim beklentimiz belki sakınırlar diyedir. Ayrıca onlara öğütte bulunmamız, yarın Allah'ın huzurunda bir mazeretimiz olsun diyedir. Allah tarafından münkerden nehyetme görevini yapmayanlara nispet olunacak şeylerle biz de karşı karşıya kalmayalım içindir. Kırâat imâmlarından Hafs tarafından, (.......) olarak okunmuştur ki, mefulü leh kabul edildiği içindir. Yani bu konuda bizim onlara öğütte bulunmamız bir mazeretimiz olsun içindir. 165Onlar kendilerine hatırlatılanları unutup umursamaz olunca, Biz de kötülüklerden menedenleri kurtardık, zulmedenleri de işleye geldikleri kötülükleri yüzünden şiddetli bir azap ile yakalayıp cezâlarıdırdık. (.......) Onlar kendilerine yapılan uyarıları unutunca; Yani kasaba halkı, sâlihler tarafından kendilerinin terkettikleri hükümler hatırlatılınca, tpkı unutanın bir şeyi bıraktığı gibi onlar da hakkı öylene unutup tefkettiler. : (.......) Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülükten ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık. Çünkü bunlar; kurtulmuş olanlara; neden dolayı öğüt verip duruyorsunuz? Diyorlardı, itirazda bulunuyorlardı. Hasen Basrî'den rivâyete göre demiştir ki: “Bunlardan iki fırka kurtuldu, biri ise helâk oldu. Bu helâk olanlar da, yasaklanan Cumartesi gününde balık avlayanlardır. (.......) şiddetli azap demektir. Bir şey şiddetlendiğinde, bu fiil ile söylenir. Meselâ, (.......) gibi. Kırâat imâmlarından İbn Âmir bu kelimeyi, (.......) olarak kırâat ederken, Nafî ise, (.......) olarak kırâat etmiştir. Hammad dışında Ebû Bekir Şube ise, (.......) kalıbında, (.......) olarak okumuştur. 166İşte böylece onlar yasaklandıkları şeylerden vazgeçmeyip serkeşlik ederek durumlarında ısrar edince, Biz de kendilerine: “aşağılık maymunlar olun” dedik. (.......) Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara; (.......) Aşağılık maymunlar olun! dedik. Yani biz onları zelil ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşmış maymunlar kıldık. Bir tefsire göre, (.......) kavli, (.......) kavlinin tekrarıdır. Âyette geçen, (.......) ile kasıt, başka bir varlığa dönüştürülme cezâsıdır. Bir rivâyete göre bunların gençleri maymuna, yaşlıları da domuza dönüştürülmüşlerdir. Bunlar bu halleriyle yakmlarını tanıyor ve bundan ötürü ağlıyorlardı ve fakat konuşamıyorlardı. Cumhûr'un görüşüne göre bu toplum dönüştürüldükleri bu hallerinden üç gün sonra ölmüşlerdir. Bir rivâyete göre de, yaşamışlar ve üreyip varlıklarını sürdürmüşlerdir. 167İşte Rabbin ta kıyamete kadar mutlaka onlara en şiddetli ve ağır azâbı tattıracak kimseler göndereceğini haber verdi. Şüphesiz Rabbin kesin olarak cezâyı çarçabuk görendir. Ve O çok bağışlayan ve pek merhamet edendir. (.......) Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimseler göndereceğini ilân etti. (.......) fiili, (.......) manasınadır ve yemin fiili yerine geçen bir fiil olarak getirilmiştir. Bu bakımdan tıpkı Kasem yani yemin ifade eden bir kelimeye verilen cevap ile cevaplanmıştır. Bu da, (.......) kavlidir: Yani yüce Allah, kendi zâtına, Yahûdîlere mutlaka kimi insanları musallat kılacağım yazdı, demektir. (.......) Onlara tattıracak kavli, onlara karşı yapılması gerekeni uygulayacak olanlar, demektir. Yahûdîler, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilene kadar mecusilere yani ateşe tapanlara cizye yani vergi ödüyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara cizye vergisi yükledi, bu vergi cezâsı ta kıyamete kadar onlar üzerinde sürüp gidecektir, hep cizye ödeyeceklerdir, “Şüphesiz Rabbin cezâyı çabuk verendir. Ve O çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” 168Onları parçalanmış topluluklar hâlinde dünyanın dört bir tarafına dağıttık. İçlerinden sâlih- iyi kimseler olduğu kadar yine onlardan bundan aşağı durumda olanlar da vardır. Hatalarından dönerler diye onları kimi zaman iyiliklerle ve kimi vakit de kötülüklerle denedik. (.......) Onları (Yahûdîleri) grup grup yeryüzüne dağıttık. O Yahûdîleri parçalayıp dünyanın dört bir canına dağıttık. Onların yer almadığı hiçbir ülke yoktur. Mutlaka herbir ülkede onlardan bir gurup bulunmaktadır. (.......) Onlardan iyi kimseler vardır, Meselâ onlardan olup da Medine'de îman edenler gibi veya ta Çin'in, uzak doğunun en uç noktalarında îman edenlerin var olması gibi, (.......) Yine onlardan bundan aşağı da olanları da vardır. Bir de nitelik ve özellik bakımından öyle bir takım insanlar da vardır ki seviyece bunlardan düşüktürler. İşte bunlar fâsık olan ve yoldan çıkmış bulunan kimselerdir, (.......) mahallen merfûdur. Bu da mahzûf bulunan bir mevsûfun sıfatıdır. Yani; “Onların arasından salah bakımından oldukça aşağı olan bir kesim de vardır” demektir. (.......) (kötülüklerinden) belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik. Bazen nimetlerle, bazen de intikam almakla, kimi vakit bollukla ve kimi vakit de kuraklıkla denedik ki uyanabilsinler de sevap kazansınlar. 169Onlardan sonra da Kitaba -Tevrât'a varis olan kötü bir nesil geldi. Onlar Tevrât'ı tahrif etme-bozma karşılığında şu bayağı dünyaliği aldılar da: “Nasıl olsa bağışlarıacağız” dediler. Eğer onlara buna benzer değersiz bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Halbuki Allah hakkında haktan başka bir şey söylemeyeceklerine ve kitapta var pları hükümleri okuyup uygulayacaklarına dair kendilerinden kesin söz alınmış değil miydi? Fakat âhiret yurdu kitaba göre hareket edip sakınanlar için elbette daha hayırlıdır. Hala aklınızı başırııza almıyor musunuz? (.......) Onların ardından da (âyetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlarıacağız, diyerek Kitab'a varis olan bir takım kötü kimseler geldi. Sözü edilen bu kimseler, Resülullah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında olanlardır. Half (.......) kelimesi, kötü ifadesi yerinde kullanılan bir kelimedir. Ancak “Halef kelimesi bunun aksidir. Bu, sâlih ve iyi manalarına gelir. Kitaptam kasıt da mealde de belirttiğimiz gibi Tevrât demektir. Bu sözü edilen kimseler, Tevrât'ta yer alan emir ve yasaklardan haberdar idiler, bunlara vakıftılar, burada sözü edilen helâl ve haramları öğrenmişlerdi ve fakat bunlara göre amel etmiyorlardı. (.......) Onlar Tevrât'ı tahrif etme karşılığında şu bayağı dünyaliği aldılar da:” Bu cümle, (.......) fiilinin zamîrinden hâldir. Âyette geçen, “Araz” ise, meta, eşya ve mal anlamlarına gelir. Yani şu aşağılık dünyanın varlığını, çer-çöpünü, demektir. (.......) kelimesiyle belirtilmek istenen şey, dünya ve dünyada kendisinden yararlarııları şeyler demektir. Kelime, “Dünüvv” kelimesinden türemedir ve bu da yakınlık manasınadır. Çünkü dünya ve içindekiler yakındır, şu anda içinde hayat geçirdiğimiz fani varlık alemidir ve hemen de gelip geçicidir. Bundan maksat ise, ilahi hükümleri değiştirmek ve kelimeleri yerlerinden değiştirip tahrif etmek suretiyle elde olunan dünyalıklar ve alınan rüşvetlerdir. Nitekim (.......) kavli ile denmek istenen şey, “şu basit, aşağılık, hakir ve önemsiz alem için mi bütün bu çabalar?” uyansıdır. “Nasıl olsa bağışlarıacağız dediler.” Yani bunlar, “bizim bu yanlışlarınıız ve tahriflerimiz karşılığında aldıklarınıızdan dolayı Allah bizi hesaba çekmeyecek ve bizi bağışlayacaktır” derler. Fiil, (.......) yani almak fiiline veya car ile mecrûra müteâlliktir. Yani, (.......) demektir. (.......) Eğer onlara buna benzer değersiz bir menfaat daha gelse onu da alırlar.” Bu cümlenin başında bulunan vav harfi hâl içindir. Yani Bunlar bağışlanmalarını umarlar, bunu ummakla birlikte ayptıkları kötülüklerde de ısrar ederleri, aynen işlemeyi sürdürürler ve yaptıklarından ötürü pişmanlık duyup tevbe de etmezler. (.......) Peki, Kitap'ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz alınmamışmıydı ve onlar Kitap'takini okumamışlar mıydı? Âyette geçen, (.......) kavli, (.......) kavlinin atfı beyanıdır yani açıklayıcı atıftır. (.......) kavli de, (.......) kavline ma'tûf bulunmaktadır. Çünkü bu, bir belirleme ve karar vermedir, tesbittir. Sanki şöyle denmektedir: “Onlardan kitaplarında yazdı olan sözler alındı ve zaten bunlar da orada var olan şeyleri okuyup öğrenmişlerdi.” (.......) Âhiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâla aklınız ermiyor mu? (.......) ve (.......) her ikisi de aynıdır. Kırâat imâmlarından Nâfi ve Hafs bu kelimeyi “T” harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. 170Kitaba dört elle sarılıp ve bir de namazlarını gereğince kılanlar var ya, işte Biz bu şekilde güzel amel ve davranışlarda bulunanların yaptıklarını boşa çıkarmayız. (.......) Kitaba sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya; Kırâat imâmlarından Ebû Bekir Şube, (.......) kelimesini, (.......)olarak okumuştur. İmsak, Temsik ve Temessük kelimeleri, bağlanmak, tutunmak, sanlmak, bir şeye bağlı kalmak ve bağlanmak, asılmak manalarına gelir. Bu âyette geçen “Kaitaba sanlmak” ifadesiyle gerçi her tür ibâdete sanlmak manası olmakla birlikte, ayrıca namaz ibâdetinin zikredilmiş olması, namazın dinin direği olması sebebiyledir. (.......) kavli mübtedaır. Haberi de, (.......) üzerine atf edilerek mecrûr olması da câizdir. (.......) kavli de itiraz yani parantez cümlesidir. 171Bir zamanlar dağı İsrâ'il oğullarının üzerine bir gölgelik gibi kaldırdık da, o dağı üzerlerine düşecekmiş sandılar. Dedik ki: “Size verdiğimiz kitaba ciddi olarak sarılın ve içindeki hükümleri hep hatırlayıp uygulayın ki felaketlerden korunasınız.” (.......) Bir zamanlar dağı İsrâ'il oğullarının üzerine gölge gibi kaldırdık da; Onu kaldırdığmızı bir hatırla, yerinden kopanp kaldırdığımızı bir an hele... Bu ifade âdeta (Nisa,154) (.......) kavli gibidir. (.......) tavan ve bulut gibi insanı gölgeleyen her şey demektir. “O dağı üzerlerine düşecekmiş sandılar.” O dağın üzerlerine düşeğini bildiler, anladılar. Bu olayın oluşu, Yahûdîler Tevrât'ta yer alan hükümlerin kendilerine ağır geldiğinin ve o hükümleri kâdiramayacaklarını gördüklerinde, kabul etmekten kaçındıklar. Yüce Allah da Tûr dağım onların kapladığı alan kadar üzerlerine kaldmp yükseltti. Yani bu alan bir Fersaha bir fersah çapında idi. Bir fersah ise üç mil uzunluğunda bir ölçü birimidir yani bu alan, 3¼ X 3¼ demektir. Tûr üzerlerine kaldırılmca kendilerine: “Ya Tevrât'ta yer alan hükümleri kabul edersiniz veya bu dağ üzerinize düşer.” Başlarını yukan kaldmp dağın üzerlerine düşecek hâlini gördüklerinde hepsi hemen sol kaşı üzerine yatıp secdeye kapandılar. Çünkü sağ gözüyle de dağa dikkat ediyor, korkularından üzerlerine düşüp düşmeyeceğini gözetliyorlardı. İşte bütün gördüğün Yahûdîler secde ederlerken hep sol gözleri üzere secdeye vanrlar ve bu secdeye de: “bizden muhakkak olan dağın düşmesi cezâsını önleyen secde” ismini verirler. Biz de onlara şöyle söyledik: (.......) Size verdiğimi (kitabı) kuvvetle tutun. Kitapta, Tevrât'ta yer alan hükümlere sağlam ve ciddi manada bağlanın. Bunun için ondaki hükümlere kararlılıkla sanlın, sıkıntı ve zorluklara katlanın, sorumlulukları da yüklenin. (.......) Ve içinde olanı hatırlayın ki korunasınız” dedik. Halen üzerinde bulunduğunuz kötülüklerden kurtulasınız, korunasınız. 172Ve yine hatırlayın ki Rabbin Âdem oğullarından misak-söz almıştı. Ve onjarm bellerinden zürriyetlerini alarak onları kendi haklarında tanık tuttu ve şöyle buyurdu: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” Onlar da: “Elbette! Buna şâhit olduk” dediler. Bu, kıyamet günü, “biz bundan habersiz idik” dememeniz içindir. “Rabbin Âdem oğullarından söz almıştı.” Âyetteki, (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir. Bu cümlenin takdiri şöyledir: “Rabbin atalarının bellerinden onların nesillerini çıkararak...” Çünkü Âyetteki, “Onların nesillerini alarak” cümlesinin manası, onları babalarının veya atalarının bellerinden çıkararak” demektir. (.......) Onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şâhit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da) Evet (buna) şâhit olduk, dediler. Bu, bir tür temsildir, örneklemedir. Bunun manası şu demektir: “Yüce Allah, onlara Rab olduğuna ve vahdaniyetine yani birliğine ilişkin tüm delillerini ortaya koyup kendilerine gösterdi. Onlara verdiği akılları da, bu deliller çerçevesinde buna tanık kıldı. Bunun sayesinde doğru olan yol ile sapık olan yolu birbirinden ayırt eder oldular. Sanki böyle yapmakla onları kendi kendileri üzerinde tanık konumuna getirdi ve bunu böylece tespit etmiş oldu. Bundan sonra da onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye buyurdu. Böyle bir soru karşısında sanki onlar da cevap olarak şöyle karşdık verdiler: “Elbette! Sen bizim Rabbimizsin. Biz bu konuda kendi adımıza tanıklıkta bulunuyoruz ve Senin vahdaniyetini, bir tek ilâh olduğunu da kesin kabul ediyoruz.” “Bu, kıyamet günü,'biz bundan habersiz idik'dememeniz içindir.” Buradaki, (.......) kavli mefulü lehtir. Yani; “Biz, doğruluğuna delillerin tanıklık ettiği bu şeyleri yaptık ki yarın kıyamet gününde, bizim bunlardan haberimiz yoktu, biz uyarılmamıştık” gibisinden bir itiraza kalkışmamaları sebebiyledir. 173Ya da: “daha önce babalarınıız Allah'a ortak koşmuşlardı. Biz ise onlardan sonra gelip onları izleyen bir nesildik. O hâlde o bâtıl yolu başlatanların yüzünden bizi mi helâk edeceksin” diye itirazda bulunmamanız içindir. (.......) Yahut “daha önce babalarınıız Allah'a ortak koştuk, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden geldik) Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?” dememeniz için (böyle yaptık.) Bu şekilde hoş olmayacak bir itirazınız olmasın yani biz atalarınııza uyduk dememeniz içindir. Çünkü ortaya delillerin konulmuş olması ve yapılam uyanlar zaten onlarla beraber varlığını sürdürmektedir.. Aynen o deliller mevcut bulunmaktadır. Dolayısıyla bunlardan yüzçevirmek için herhangi bir mazeretleri de kalmamıştır. Atalarına uymak onlar için bir mazeret olmaz. Nitekim onların atalarının Allah'a şirk koşmaları konusunda uyanlmalarında ve tevhide ilişkin delillerin gösterilmesi ile nasıl ki bir mazeretleri kalmamış ise bunların da durumu aynen öyledir ve bir mazerete sığınmaları mümkün değildir. Dolayısıyla sonradan gelenlerin, “Atalarınıız bizler için şirk yolunu açmışlar, böyle bir yolu bize bırakmışlar, şimdi onların bıraktıkları yoldan bizim yürümemiz sebebiyle bizi helâk mı edeceksin, Halbuki biz bu çığın açmadık ki bunun suçlusu olalım?” türünden hiçbir özürleri geçerli olmayacaktır. 174İşte Biz âyetleri bu şekilde gayet etraflı olarak açıklıyoruz. Ola ki, yanlışlarından dönüş yaparlar. (.......) Belki inkârdan dönerler diye âyetleri böyle ayrıntılı bir şekilde açıklıyoruz. İşte muhakkik tefsîr alimlerinden olanlar bu görüşe sahiptirler. Ebû Mansûr Muhammed Matüridi, Zeccâc ve Zemahşeri de bunlardandır. Müfesirlerin çoğunluğuna göre yüce Allah Hazret-i Âdem'in neslini Hazret-i Âdem'in belinden tıpkı zerre misali çıkardı ve onlardan; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” kavliyle onların Rabbi olduğuna dair kesin söz aldı. Çünkü onlar da: “Evet, elbette sen bizim Rabbimizsin” diye cevap vermişlerdi. Bu âlimler demişlerdir ki: “Bu, yüce Allah'ın onları üzerinde yarattığı fıtratın kendisidir.” Abdullah ibn Abbâs -Allah her ikisinden de râzı olsun- şöyle demiştir: “Allah, Âdem'in belinden onun zürriyetini, neslini çıkardı ve onları ona tıpkı gözle görülemeyecek derecedeki küçük kanncalar misali gösterdi. Onlara akıl verdi ve: “İşte bunlar senin çocuklarındır, Ben onlardan, bana kullukta bulunmaları ve ibâdet etmeleri için kesin söz aliyorum” diye buyurdu.” Söylendiğine göre bu, Hazret-i Âdem henüz cennete girmezden önce, Mekke ile Taif arasında olmuştur. Bir tefsire göre de, cennetten indikten sonra olmuştur. Bir diğer tefsir ise, henüz cennette iken bu olay gerçekleşmiştir. Ancak bütün bu tefsirler içerisinde hüccet ya da delil birinci görüş lehindedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Âdem oğullarından, onların bellerinden.” Dikkat edilirse burada, “Âdemin Belinden” diye buyurulmamıştır, yüce Allah böyle buyurmamıştır. Çünkü biz bunu hatırlamıyoruz. O hâlde nasıl olur ki bu hüccet sayılabilsin! 175Onlara, (Yahûdîlere) kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin durumunu anlat. Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı, derken şeytan da onu kendisine uydurmuş ve sonunda o azgınlardan olmuştu. “Onlara -Yahûdîlere-, kendisine âyetlerimizi verdiğimiz kimsenin durumunu anlat.” Burada sözü edilen kişi İsrâ'il oğullarından olan alimlerden biridir, denilmiş, bir tefsire göre de bu kişi Bel'am Bin Baura adındaki kişidir. Yüce Allah tarafından kimi kitaplarıyla ilgili bilgiler verilmişti. “Fakat o bunlardan sıynhp çıkmıştı,” Bu âyetleri inkâr ederek hak yoldan çıkıp kafir olmuştu. O İlmi arkasına atıp terketmiş, dönüp onlara bakmamıştı. “Derken şeytan da onu kendisine uydurmuş” Şeytan ona yaklaşmış, onu yakalayıp yoldan azıtmış ve böylece şeytanın yakını ve yandaşı olmuştu. “Ve sonunda o azgınlardan olmuştu.” Nihâyetinde sapıtan kâfirlerden oluvermişti. Rivâyete göre, mensubu bulunduğu toplumu, kendisinden Hz: Mûsa ile ona îman edip onunla birlikte hareket edenlere lânet etmesi için istekte bulunmuşlardı. Fakat Bel'am önce böyle bir isteği kabul etmedi. Ancak kavmi ısrarlarını sürdürdüler ve sonunda istediklerini elde ettiler. O da onların dediğini yaptı ve rahmetten kovuldu. Anlatıldığına göre bu kişi yüce Allah'ın İsmi Âzamını biliyormuş. 176Eğer dilemiş olsaydık onu, o âyetler sayesinde mertebece mutlaka yükseltirdik. Ancak o dünyaya saplarııp kaldı ve heva ve hevesinin ardına takıldı. Onun bu hâli âdeta köpeğin durumuna benzer. Üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur. İşte âyetlerimizi yalan sayanların hâli aynen böyledir. O hâlde hikâyeleri aynen aktar, ola ki böylece düşünürler de ibret alırlar. (.......) Dileseydik elbette onu bu âyetler sayesin de yükseltirdik. Yani o âyetler sayesinde onu dürüst, imanlı ilim adamlarının ulâştıkları üstün mertebe ve derecelere yüceltirdik. “Fakat o, dünyaya saplandı” Dünyaya meyletti ve onu arzuladı, ona sanldı durdu. Böylece “Ve hevesinin peşine düştü..” Dünyayı ve lezzetlerini ahişrete ve nimetlerine tercih etti. (.......) Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer; üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Buna göre mana şöyledir: Bu kimseler bu özellikleri itibariyle âdeta aşağılıkta, rezalette, alçaklıkta tıpkı köpekteki özelliklere sahiptirler. Alçaklık ve aşağılıkta, bayağılıkta ondan farksızdırlar. Bu da köpeklerin sürekli olarak dillerini çıkarıp soluyup durmaları halidir, ister ona karşı bir şiddet kullanışın, üzerine gidilsin, kovulsun, ister herhangi bir saldın da, kovalana girişiminde bulunulmasın köpeğin hâli hep aynıdır. Bu ise, bilindiği gibi köpekler dışındaki diğer hayvanlar, tahrik edilmedikleri sürece herhangi bir şekilde dillerini çıkarmaz, dişlerini göstermezler. Fakat köpekler her iki durumda da hep dillerini Çikanp solur dururlar. Sözün gelimi bu şu demektir: “ “Fakat o dünyaya çakılıp kaldı, biz de onu aşağıladık, seviyesiz konuma düşürdük, yerini ve mertebesini alçaktık, bayağılattık.” Böylece bu örneklendirmeyi, “Onu değer itibariyle alçalttıkça alçaltıp bayağı ve rezil bir konuma düşürdük” yerinde bir ifade olarak getirdik. Şart cümlesinin durumu ise, hâl olarak mahallen mensûb olmasıdır. âdeta şöyle denir gibidir: Zelil ve alçaklıkta tıpkı köpek gibidir, hep sürekli aşağılanmada, bayağılıktadır. Kendisine karşı bir şey yapsan da yapmasan da köpek gibi hep dilini çikanp solur. Anlatıldığına göre Bel'am Bin Baura adındaki bu kafir Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ya bedduada bulununca bundan böyle dili ağzından dışan sarkmış hale geldi, öyleki dili ta göksünün üzerine düşüyordu. Artık tıpkı köpek gibi solup duruyordu. Yine bir deyişe göre de, o sapıtandır, ister kendisine öğüt verilsin, ister verilmesin hâli hep aynıdır. Âta diyor ki: “Bir kimse bilir de, bildiği ile amel etmezse o âdeta köpek gibidir. Kovsan da kovmasan da hep havlar durur. “İşte âyetlerimizi yalan sayanların hâli aynen böyledir” Yani Yahûdîlerden olanların durumu aynen böyledir. Çünkü bunlar, Tevrât'ta Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in özellikleri görüp okudukları hâlde, Kur'ân'ın ve onda var olan mu'cizelerin durumunu oradan öğrenmelerine ve halka da o peygamberin gelişi yakındır diye müjdelemelerine rağmen inkara ve redde yöneldiler. (.......) Kıssayı anlat; Yani Bel'am ile ilgili hikâyeyi anlat, çünkü bu Yahuilerin ondan bir farkı yoktur ve bu farkın olmadığını onlara bildir. “Belki düşünürler.” Belki bu gerçekleri hatırlarlar da onun davranışı gibi davranmalarından sakınırlar. 177Âyetlerimizi yalan sayan ve böylece zulmederek kendilerine yazık eden toplumun durumu ne kötüdür. (.......) Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür. Yani şu toplum gibidir. Çünkü, (.......) kavlinde muzaf hazf olunmuştur. (.......) fiilinin faili muzmerdır. Yani (.......) demektir. (.......) kelimesi de temyiz olması bakımından mensûb bulunmaktadır. (.......) kavli ise, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Bu da sıla mesabesindedir. Yani Allah'ın âyetlerini yalanlama ile kendilerine zulmetmek suretiyle yazık etme özelliklerini kendilerinde toplamış olanlar, demektir. Ya da sıla ile yani yan cümlecikle ilgisi yoktur. Buna göre de mana şöyle olur: “Onlar, Allah'ın âyetlerini yalanlamakla sadece kendilerine zulmettiler, yazık ettiler.” Mefulü bihin takdimi yani öne geçmiş olması da ihtisas yani aidiyet içindir. Yani: “Bunlar, zulmü sadece kendderine yaparlar, yalnızca kendilerine yazık etmiş olurlar, başkalanna değil. 178Allah kimi doğru yola yönlendirir de hidâyete erdirirse, işte asıl doğru yolu buları o kimsedir. Kimi de şaşırtıp dalalette kılarsa, işte asıl zarara uğrayanlar onlardır. (.......) Allah kimi hidâyete erdirirse, doğru yolu buları odur. Burada, (.......) kavli lafız üzerine hamledilmiştir. Bunun için müfret olarak gelmiştir. (.......) Kimi de şaşırtırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlardır. Burada da, (.......) kavli de mana üzerine hamledilmiştir. Bunun için de çoğul getirilmiştir. (.......) kavli de (.......) demektir. Eğer Mu'tezilenin ileri sürdüğü gibi hidâyet için Allah'tan beyan yani açıklama yeterlidir, olmuş olsaydı, mutlaka kâfir ile mü'min bu durumda eşit olurlardı. Çünkü beyan yani açıklama her iki gurup için de sabittir. İşte bu da gösteriyor ki sadece beyan yani açıklama yetmez. Ayrıca Allah'ın buna kişiyi muvaffak kılması, koruması ve yardım etmesi söz konusudur. Bunun da delili işte bu ayettir. Eğer bu, kâfirler için olmuş olsaydı, tepki mü’minlerin hidâyete erdikleri gibi onlara da hidâyete ererlerdi. 179Yemin olsun Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öylelerini var ettik ki, onların kalpleri vardır ama onlarla hakkı kavramazlar, onların gözleri vardır, fakat bunlarla gerçeği görmezler, onların kulakları vardır ama, bunlarla öğütleri dinlemezler. Kısaca bunlar hayvanlar gibidirler; hatta onlardan daha da sapıktırlar. İşte asıl gaflette olup da aymayanlar bunlardır. “Yemin olsun Biz cehennem için cinlerden ve insanlardan öylelerini var ettik ki,” Burada sözü edilenler insan ve cin kafirleridir. Bunlar Allah'ın âyetleri üzerinde gereği gibi düşünmekten yüzçevirirler. Kaldı ki yüce Allah onların içlerinden kimlerin kâfirliği tercih edeceklerini kesin bilmektedir. Bu itibarla da onlardan küfrü dileyenler bulunacaktır ve içlerinden bunun için de cinlerden ve insanlardan kimseler yaratmıştır. Bu bakımdan bunların da varacakları yerleri cehennem olacaktır. Diğer taraftan Rabbimizin bu âyeti ile, (Zariyat, 56) “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Manasındaki bu âyeti arasında hiçbir tezat ve çelişki yoktur. Çünkü yüce kullarından kimisini ibâdet yani kullukta bulunmaları için yaratmıştır ve zaten o, bunların kendisine ibâdet yani kulluk edeceklerini önceden biliyordu. Bunda bir çelişki yoktur. Bir de kendisini inkâr edecek olanlahn, kullukta bulunmaktan kaçacak olanların olacağını bilmesi ve bunları da bildiği o inkâr için yaratmış olduğu konusu da çelişki içermez. Çünkü o kafirlerin de tercihi bu olmuştur. Özetle söylemek gerekirse, Allah'ın ezeli bilgisinde kimin ibâdet edeceğini bilmiş olması ve bunları da yaratması bu gerçeğe dayandığı gibi, yine ezeli bilgisi gereği kimin kafir olacağını bilmesi ve buna göre yaratması da yine bu gerçeğe dayanır. Nice Amm yani genel mana ifade eden, umum belirten ifadeler vardır ki, bununla husus murat olunur! Bu biline. Mu'tezilenin, (.......) kelimesinin başında bulunan “lam” harfi, akıbet lamıdır yani sonuç ve netice içindir görüşlerine gelince yani; “Mademki bunlar sonuçta cehenneme gireceklerine göre, sanki başka şey için değil de bu kimseler yalnızca cehennem için yaratılmışlardır” tarzındaki yaklaşımlarına gelince, bu sadece ma'siyetleri muradetmekten kaçış için bir bahanedir, âyetin zahirini değerlendirmekten kaçıştır. “Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar” bunlarla hakkı kavrayıp anlamak istemezler, o hak üzerinde düşünmezler ve düşünmek de istemezler. (.......) Gözleri vardır, onlarla göremezler, doğruyu görmezler. “Onların kulakları vardır, onlarla işitmezler.” Nasihatlere kulak vermezler. “Basaca bunlar hayvanlar gibidirler; hatta onlardan daha da şaşkınlardır.” Çünkü bunlar hep kendilerini, akıllarını beğenip durmuşlar, Resûlüllahne karşı inatla durmuşlar, hep yaramaz işlerle uğraşıp durmuşlardır. Bilindiği gibi hayvanlar kendileri için neler faydalı neler zararlı bilirler ve faydalı olandan yararlanırlar, zararlı olanlardan da kaçarlar. Halbuki bunlar cehennem ateşini seçmekle kendilerine zarar verecek şeyleri bilmiyorlar. Bu takdirde bir sorumluluğu bulunan ve bundan dolayı kendisi bir şeyle memur kılman ile başıboş ve âvâre olan hiç eşit sayılırlar mı? Âdem oğlunun ruhani, şehevî, semavi ve dünyevi olmak üzere dört 344 yönü bulunmaktadır. Eğer ruhi ve manevi yönü şehevi ve maddi olan yönüne galebe çalar, baskın gelirse, mertebece gökteki meleklerin üzerine çıkar. Eğer heva ve maddi yönü ağır basarsa, bu defa yeryüzündeki hayvanlardan da aşağı bir derekeye yuvarlanır. Hayvanlar ondan üste çıkarlar. -İşte asıl gaflette olup da aymayanlar bunlardır.” Gerçekten aymazlıklarına doymayan gerçek aptallar ve bunaklar bunlardır. 180“Esma'ul-Hüsna” denilen En güzel isimler Allah'ındır. O hâlde Allah'a bu isimlerle dua edin. O'nun isimleri hususunda inkârcılık yolunu seçenleri bırakın-yaklaşmayın. O inkârcılar yapıp ettiklerinin cezâsmı çekeceklerdir. (.......) En güzel isimler (el-esmâü'l-Hüsna) Allah'ındır. Çünkü Bu isimler, isimlerin en güzelidirler. Hepsi de çok güzel ve çok anlamlı manalar taşırlar. Bu isimlerden bütün gerçeklik yönleriyle Ona layık olanlardan bir kaçı; Meselâ “Kadim” ismi gibi, O her şeyden önce ve hiçbir şey yok iken bu ismin sâhibiydi. Bâkî ismi gibi her şey yok olduktan sonra O yine Bâkîdir. O her şeye kâdirdir, her şeyi en iyi bilendir. O hiçbir şeyin kendisine benzemediği yegane ve tek varlıktır. Yine etkileri bakımından insanın güzel bulduğu şu isimler de Ona âittir; Ğafûr yani pek çok bağışlayani, mağfirt eden, Rahîm'dir yani sonsuz merhamet sâhibidir. Şekûr'dur, kendisine şükredenlere karşılığını fazlasıyla verendir. Halîm'dir. Cezâlarıdırmada ve azap vermede mühlet veren, süre tanıyandır, acele etmeyendir. Bu isimlerden kimileri de var ki, insanın onlarla bezenmesi, onları kendisi için huy ve ahlâk haline getirmesi gerekir. Meselâ fazilet sâhibi olması, Affeden olması gibi. Kimi isimleri de var ki, hâl ve durumları inbcelemeyi, kontrolü gerektirir. Meselâ İşitmek, Görmek ve gücü yetmek gibi Yani Semi', Basir ve Muktedir isimleri gibi. Rabbimizin kimi isimleri vardır ki azameti, celadeti ve celâli gerektirir. Meselâ el-Aziym, el-Cebbar ve el-Mütekebbir isimleri gibi. (.......) O hâlde Allah'a bu isimlerle dua edin.” Yüce Allah'ı bu isimlerle adlarıdırın, onlarla çağırın, onları yâd ederek dua edin ve yakann. (.......) O'nun isimleri hususunda inkârcılık yolunu seçenleri bırakın.” Bu isimler konusunda haktan sapanların ve doğrudan aynlanların yoluna meyletmeyin. Çünkü onlar yüce Allah'a layık olmayan ve en güzel isimler denmesi mümkün olmayan adlarla anıyorlar. Bunlardan uzak dururn ve onlara yaklaşmayın. Çünkü bunlar Allah hakkında câiz ve uygun olmayan isimlerle Onu isimlediriyorlar. Meselâ: Ey Sahi yani cömert, ey Refik yani arkadaş gibi. Çünkü yüce Allah zatım bu tür isimlerle isimlendirmemiştir. Bir de inkârcılık ve dinsizlik manasına gelen şeylerle onu anmak gibi. Meselâ O'nu bir cisim, bir cevher, bir akıl ve bir sebep/illet olarak adlarıdırmak da yanlıştır, ilhaddır, dinsizliktir. Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmiştir. İster (.......) olsun, ister (.......) olsun her ikisi de meyletmek ve yönelmek manalarına gelir. (.......) Onlar yapmakta olduklarının cezâsma çarptırdacaklardır. 181Yarattıklarınıız içinde öyle bir ümmet-topluluk da vardır ki hep doğru yolu gösterirler ve bununla adaleti sağlarlar. “Yarattıklarınıız içinde topluluk da vardır ki” Bu ifade, (.......) kavline karşılıktır. (Bak. âyet:179) “Hep doğru yolu gösterirler ve bununla adaleti sağlarlar.” Hükümlerinde hep.... Bu topluluğun âlimlerle din davetCinleri olduğu söylenmiştir. Bu âyetle, her çağda oluşan icmanın hüccet olduğuna ilişkin delalet bulunmaktadır. 182Âyetlerimizi yalan sayanları hiç farkına varamayacakları bir şekilde yavaş yavaş helake sürükleriz. (.......) Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helake götüreceğiz. Yani hiç ummadıkları, hiç beklemedikleri bir yerden azar azar onları helake sürükleyecek şeye yaklaştırınz. Bu ise şu şekilde meydana gelir. Bu kimseler her halleriyle azgınliğin ve batakliğin içerisine girmiş olmalarıyla beraber, yüce Allah bunlara daha fazla ve daha çok nimetler verir. Allah'ın onlara verdiği her yeni bir nimete karşılık bunlar daha şımanrlar ve daha fazla sapıtıp azarlar. Bunlar da verilen yeni nimetlere karşılık yeni yeni mâsiyetler, günah işleme yollarını bulurlar. Nimetlerin artması sebebiyle de basamak basamak ma'siyet yollarında ilerlerler. Çünkü kötülük işlemelerine rağmen kendilerine verilen nimetlerini gördüklerinde, bunun yüce Allah tarafından kendileri için bir tercih ve Ona bir yakınlaşma olduğu manasında tefsirlerlar. Halbuki onların bı davranıştan sebebiyle verilenler, onların ileride rezil ve rüsvay olmaları, zelil duruma düşmeleri, Allah'tan daha da uzaklaşmaları içindir. (.......) kelimesi İstif al kalıbında bir kelime olup, (.......) kelimesinden türemedir ve yükselme, tırmanmak manalarına gelir. Ya da geriye doğru iniş anlamında derece derece aşağılara sürüklenmek, inmek demektir. Bütün bu şeyler onların hiç de bilemedikleri, farkına varamadıkları, anlayamadıkları yerlerden gelecektir. 183Ben onlara süre taniyorum. Ancak zamanı geldiğinde bunlar için kuracağım tuzak pek şiddetli olacaktır. (.......) Onlara mühlet veririm, (ama) benim cezâm çetindir. Burada (.......) kavli, (.......) kavline ma'tûftur. Ancak buradaki cümle Sin harfinin hükmüne dahil değildir. Kelime, mühlet verilirim, süre tanırım, demektir. Âyette süre tanınması, (.......) yani tuzak kelimesiyle ifade olundu. Çünkü bu, bir bakıma onlar adına bir tuzağa benzemektedir. Zira görünürde nimet gibi gözüken şey, gerçekte bir tuzak olmaktadır, bir rezalettir, ezilmedir, zelil olmadır. Düşmanları tarafından Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne delilik nispet edilince, bunun üzerine şimdi okuyacağımız âyet nâzil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor: 184Bunlar hiç düşünmediler mi ki arkadaşları Muhammed'de (sallallahü aleyhi ve sellem) asla bir delilik eseri yoktur. O yalnızca gelecekle ilgili olarak apaçık bir uyarıcıdır. (.......) Düşünmediler mi ki, arkadaşların da (Muhammed'de sallallahü aleyhi ve sellem) delilik yoktur? Burada yer alan, edatı nvakıftan sonra nefiy yani olumsuzluk içindir. Yani onlar, o kimselerin söylemiş oldukları sözler hakkında hiç mi düşünmediler? Bundan sonra da bunu reddetmek için, “Arkadaşları Muhammed'de asla bir delilik yoktur.” İfadesini buyurmuştur. (.......) O, ancak apaçık bir uyarıcıdır. Allah tarafından gönderilen bir uyarıcı, uyarısını dâ açıklayıcı bir zattan başkası değildir. 185Bunlar göklerin ve yerin Melekutuna-hükümranlığına, Allah'ın yarattığı her şeye ve eceüerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı? O hâlde bundan sonra daha hangi söze inanacaklar? (.......) Göklerin ve yerin hükümranlığma...bakmadılar mı?” Âyette geçen (.......) büyük ve azametli olan mülk demektir. (.......) Allah'ın yarattığı her şeye. Yani Allah'ın yarattığı ve adına şey denilen, sayılarla ifade edilemeyecek olan her şeye ve her varlığa; “Ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı?” Bu kısımda geçen, (.......) edatı sakileden yani şeddeli hâlden hafifletilmiştir. Aslı de, (.......) demektir. zamîr ise şan yani dikkat çekme zamîridir. (.......) üzerine atfedildiği için de mahallen mecrûrdur. Mana da şöyledir: “Onlar durum ve olayın şöyle olduğuna bakarak ecellerinin yaklaşmış olabileceğini görmediler mi?” Belki de pek yakın bir gelecekte öleceklerdir, o hâlde hemen şöyle ne yaptıklarına bir bakıp ders çıkarsınlar, hakkı arasınlar, ansızın ecelleri gelmeden, ölüm baskın yapmadan ve cezâ zamanı çatmadan kendilerini kurtaracak şeye baksınlar. (.......) O hâlde bundan sonra daha hangi söze inanacaklar?” Eğer ona Îman etmeyeceklerse neye îman edecekler? Bu, (.......) kavline müteallik tir. Sanki şöyle denilmektedir: “Belki de ecelleri gerçekten pek yaklaşmıştır. O hâlde neden bir an önce, henüz ölüm kendilerini yakalanadan Kur'ân'a inanmakta acele davranmıyorlar? Hakkın apaçık ortaya çıkmasından sonra neden ders çıkarmıyorlar? Öyleyse bundan daha gerçek ve inanmaya layık olan hangi söz var ki, onu inanmaya değer buluyorlar?!” 186Allah kimi dalalette kılıp şaşırtırsa, artık onun için doğru yolu gösteren yoktur. Ve Allah kendilerini azgınlıkları içinde bocalayıp durmaya bırakır. “Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için doğru yolu gösteren yoktur.” Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......)demektir. (.......) Ve Allah onları azgınlıkları içinde bocalayıp durmaya bırakır.” Şaşkın bir durumda bırakır. Kırâat imâmlarından Irak Okulu mensupları bu âyette geçen, (.......) kelimesini GAİP sigasıyla olarak “Y” harfiyle burada görüldüğü gibi kırâat etmişlerdir. Hamza ile Ali Kisâî ise bu kelimeyi (.......) kavlinin mahalline atfettiklerinden cezm ile kırâat etmişlerdir. Sanki şöyle denir gibidir: “Allah kimi dalalette kılıp şaşırtırsa artık onu hidâyete erdirecek biri yoktur.” Cümle istinaf olarak kabul edildiğinde de, “R” harfinin ref'iyle (.......) okunmuştur. Yani O onları terkeder, demek olur. Diğer kırâat imâmları ise (.......) harfiyle (.......)olarak okumuşlardır. 187Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: “Onunla ilgili bilgi ancak Rabbimin katındadır.Onun vaktiyle ilgili açıklamayı O'ndan başkası yapamaz. O göklerde ve yerde var olan her varlığa ağır gelmiştir. O size ancak apansızın gelecektir.” Sanki sen onun zamanım biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: “Kıyametle ilgili asıl bilgi sadece Allah'ın katındadır; ama insanların çoğu bunu bilmezler. (.......) Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. Burada geçen ve kıyamet olarak çevirdiğimiz kelime, (.......) kelimesidir. Bu kelime de tıpkı gök cisimlerinden Süreyyaya genel ifadeyle yıldız ismi verildiği gibi, bu kelime de genel anlamda kıyamet manasında kullanıldığından bu isimle zikredilmiştir. Kıyamete saat adının verilmesi, ansızın gelivermesi veya hesabın çarçabuk görülmesi yahut da bunun Allah katındaki süresi âdeta insanlara göre bir saatlik zaman veya bir anlık zaman ne ise bu da Allah katında öyledir ve bu nedenlerle bu isim verilmiştir. Âyette geçen, (.......) kelimesi de ne zaman yani (.......) manasmadır. Bu, (.......) kelimesinden türemedir (.......) kalıbında olarak bu kökten gelmiştir. Çünkü bunun manası ne zaman, hangi vakit demektir. (.......) kelimesi, (.......) demek olup mastardır. Tıpkı (.......) kelimesi gibi ki bu da idhal yani sokmak, girdirmek manalarınadır. Ya da kıyametin ispat vakti, meydana geliş zamanı demektir. Mana şöyledir: “Allah o kıyameti ne zaman getirecektir?” (.......) De ki: “Onunla ilgili bilgi ancak Rabbimin katındadır.” Yani kıyametin geliş zamanına âit bilgi Allah katındadır, O, kıyametin bilgisini “din gününe kıyamete” bırakmıştır. O bilgiyi hiçbir kimseye, ne kendine en yakın olan bir meleğe, ne de gönderdiği bir peygambere bildirmemiştir. Bildirmeme nedeni de bunun itâat konusunda çok daha etkili olması bakımındandır. İnsanları günah işlemekten menetmede çok daha tesirli olduğu içindir. Tıpkı insanlara âit özel ecel müddetlerini gizlemesi gibi. İşte bunun içindir ki, “Onun vaktiyle ilgili açıklamayı O'ndan başkası yapamaz.” Onun durumunu kimse ortaya çıkaramaz ve onun bilgisine âit gizlilik emrini kimse açamaz, açıklayamaz, deşifre edemez. Ancak ve bizzat tek olan Allah yapar. (.......) O göklerde ve yerde var olan her varlığa ağır gelmiştir.” Yani göklerde ölsurı yerde olsun bu ikisinde var olan herkese, meleklere, cin ve insanlara kıyametin durumu ve önemi hepsi için oldukça ağır gelmiştir. Hepsi de onun zamanının açıklanmasını, ona âit bilginin ortaya çıkmasını arzulamaktadırlar. Hepsine de onun gizliliği oldukça zor gelmiştir ve oldukça ağır bir olaydır. Ya da onda olabilecek şeyler ağır gelmiştir. Çünkü göklerde olsun, yerlerde olsun buralarda bulunan tüm varlıklar hep kıyametin şiddetinden ve korkularından ürperip endişe etmişler ve korkmuşlardır. “O size ancak apansızın gelecektir.” Sizin gaflette bulunduğunuz bir sırada sizi apansızın yakalayacaktır. “Sanki sen onun zamanını biliyormuşsun gibi sana soruyorlar.” Sanki sen onu biliyormusun gibi... Bunun asıl manası şöyledir: Sanki sen bu konuda yetkin ve gerçekten söz sâhibi birimisin gibi gelip sana soruyorlar. Yani herhangi bir şey konusunda detay bilgiye ve,araştırmaya sahip olan bir kimse için, o şey hakkında olan bilgisi de o araştırması ve incelemesi çapında sağlam olur. Bu cümle esasen abartılı bir mana taşımaktadır. Nitekim bıyıkları uzatmak kelimesi de bu, (.......) kökündendir yani Ihfa... Ya da, ,(.......) ifadesi, (.......) kavline mütealliktir. Yani: “Sana o kıyamet gününün saatinden soruyorlar, sanki senin onun hakkında bilgin varmış gibi” demektir. “De ki: “Kıyametle ilgili asıl bilgi sadece Allah'ın katındadır;” Bu âyette, (.......) kavli İle (.......) kavilleri ikişer defa tekrar edilmiş oldu, bunun nedeni tekit içindir. Ve bir de (.......) kavlinin ziyadeliği vardır ki, işte bütün bu tekrar ve ziyadelikler açısından ilim adamlarinın eserlerinde bu türden tekrarlara yer vermeleri faydadan hâli değildir, anlamsız sayılmaz. Nitekim îmam-ı Muhammed İbn Hasen eş-Şeybâni (189/804) bunu savunanlardandır. “Ama ihsanların çoğu bunu bilmezler.” Özellikle buna âit bilgiye sahip oldukları söylenenlerin çoğu bunu bilmezler. 188De ki: “Ben kendi adıma da olsa asla hiçbir güce mâlik değilim. Allah dilemedikçe kendime ne bir yarar ve ne de bir zarar sağlayabilirim. Eğer ğaybı-bilinemezi bilseydim elbette çok imkanlara sahip olurdum, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı. Fakat ben yalnızca inanan bir toplumu uyaran ve müjdeleyen bir kimseyim. (.......) De ki: “Ben, Allah'ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim.” İşte bu, ubudiyeti, kul olduğunu bilmek, ortaya koymak ve gayb ile alâkalı Allah'a âit olan yani Rububiyeti ilgilendiren şeylerle uzaktan ve yakından bir ilgisinin bulunmadığını itiraftır. Yani ben güçsüz bir kulum. Ben kendi adıma, kendim için bir yarar sağlayabilecek kendimden bir zaran önleyebilecek değilim, kralların sahip olduğu gibi bir güce sahip bulunmuyorum. Ancak benim Mâlik ve sâhibim dilerse bana fayda sağlar ve zaran da benden önler. Ben kendim böyle bir güce sahip değilim. “Eğer ğaybi bilseydim; elbette çok imkânlara sahip olurdum, bana hiçbir kötülük de dokunmazdı.” Yani benim durumum şu an üzerinde bulunduğum halin aksi olurdu, imkanların fazla olur, bana da kötülük erişmezdi, dokunmazdı, herhangi bir zarara uğramazdım. Evet eğer gaybı bilmiş olsaydım bu şeylerden başıma hiçbir kötülük gelmez ve ben de varlık içinda hayat çeirirdim. Bu takdir savaşların kimisinde galip kimisinde de mağlup olmazdım. Hepsinde de yenen ben olurdum.. Bir tefsire göre burada geçen (.......) ifadesinden kasıt, eceldir, Hayırdan kasıt da ameldir. “Su” kelimesi de korku demektir. Aynı şekilde, (.......) kavli de; “Mutlaka kuraklıktan kurtulmak için bolluğu ve bolluk yolunu hazırlardım” demektir. “Su” ise fakirlik ve yoksulluk manasınadır. Ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap yermiştir: “Fakat ben yalnızca inanan bir toplumu uyaran ve müjdeleyen bir kimseyim.” Lakin ben, uyarmak ve müjdelemekle görevli olarak gönderilen bir kuldan başkası değilim. Bu itibarla gaybı bilmek de benim işim değildir. (.......) kelimesindeki “Lam” harfi, (.......) kavline mütealliktir. Çünkü uyarmak ve müjdelemek bu konuda onlara yarar verecek iki şeydir. Ya da bu, sadece (.......) kelimesine müteallik bulunmaktadır, (.......) kelimesine taallûk eden ise mahzûftur. Yani: “Ancak kâfirler için uyaran, inanan bir toplum için de müjdeleyen bir kimseyim” demektir. 189Sizi bir tek candan-Âdem'den yaratan ve; ondan da yanında huzur bulsun diye eşini yaratan O'dur. Eşiyle birleşince, eşi hafif bir yük yüklenip hamile kaldı. Bir müddet onu taşıdı. Gebeliği ağırlaşmca-doğum vakti yaklaşmca, her ikisi de birlikte Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: “Eğer bize sağlıklı ve sâlih bir çocuk verirsen muhakkak sana şükreden kullar oluruz.” “Sizi bir tek candan-Âdem'den yaratan ve ondan da yanında huzur bulsun diye eşini yaratan O'dur.” Burada sözkonusu edilen tek nefis veya tek can, mealde de yer verdiğimiz gibi Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) dir. Eşinden kasıt ise Hazret-i Havva'dır. Allah onu Hazret-i Âdem'in cesedinden yani bedeninden yaratmıştır. Onu Hazret-i Âdem'in kaburga kemiklerinden birinden yaratmıştır. Bunun nedeni, Hazret-i Âdem onunla birlikte huzur bulsun ve ona meyletsin diyedir. Cinsi karşı cinsler birbirlerine meylederler. Özellikle de eğer o, kendisinden bir parça ise daha bir yakın olur. Tıpkı insanın kendi çocuğuna karşı olan yakınlığı gibi. Dolayısıyla onu severken kendi canı gibi sever. Zira çocuk onun bir parçasıdır. Âyette geçen, (.......) kelimesi müzekker yani, eril kelime olarak getirilmiş, Halbuki bundan önce geçen kelimeleri de, Meselâ, (.......) kavlinde görüldüğü gibi müennes yani dişi olarak zikretmiştir. Burada nefs kelimesinin manası kasdolunmuştur ki bundan maksadın da Hazret-i Âdem olduğu açıklarısın içindir. “Eşiyle birleşince,” cinsel ilişkiye girince, “eşi hafif bir yük yüklenip hamile kaldı.” Gebeliği ona hafif geldi, kimi gebe kalan kadınların çektiği zorluk ve sıkıntıları, rahatsızlıkları gebeliği müddetince hissetmedi, gebeliği hafif geçti. Gebelik başka kâdirılara ağırlık verdiği, gibi Hz, Havva'ya bu ağırlığ hissettirmedi. “Bir müddet onu taşıdı.” Hiçbir eksiklik olmaksızın onu doğum anma kadar götürdü.Sağlıklı bir doğum yaptı. Ya da (.......) kavli nutfe manasınadır. (.......) kavli de onunla kalkıp onunla oturdu, demektir. “Gebeliği ağırlaşmca-doğum vakti yaklaşırıca,” Doğumun yaklaşıp ağirlık belirtileri görülünce, “Her ikisi de birlikte Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler:” Yani Âdem ile Havva Rablerine, işlerinin Mâliki ve Sâhibi olan Allah'a yalvarıp yakardılar, dua ettiler. Ki O, kendisine dua edilmeye ve sığınılmaya en layık olan zâttır. Dualarında dediler ki: (.......) “Eğer bize sağlıklı ve sâlih bir çocuk verirsen muhakkak sana şükreden kullar oluruz.” Burada (.......) ve (.......) kelimelerindeki zamîr Âdem ile Havva'ya ve bu ikisinden üreyip çoğaları, herkese âittir. 190Fakat Allah kendilerine sağlıklı bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk sebebiyle insanlar Allah'a ortak koştular. Halbuki Allah onların ortak koştukları şeylerden yücedir. “Fakat Allah onlara kusursuz bir çocuk verince,” Ne zamanki yüce Allah Âdem ile Havva'ya sağlıklı, eli-ayağı düzgün bir çocuk verince, “Kendilerine verdiği bu çocuk sebebiyle insanlar Allah'a ortak koştular.” Yani insanlar çocuklarını Allah'a ortak kıldılar. Burada muzaf hazfedilmiş ve muzâfun ileyh bunun yerine kâim olmuştur. Nitekim, (.......) kavlide böyledir. Yani her ikisine, baba ve anneye çocuklarını verdiğinde,.. Bunun delili de Rabbimizin bundan sonra gelen şu kavlidir: “Halbuki Allah onların ortak koştukları şeylerden yücedir.” Bu son kısımda görüldüğü gibi zamîr çoğul olarak getirilmiştir. Dolayısıyla Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havva Allah'a şirk koşmaktan beridirler, uzaktırlar. “Allah'ın her ikisine verdiği çocuğu Allah'a ortak kıldılar” ibâresinin manası şöyledir; Mekke halkı yani Kureyş ve benzerleri çocuklarına Abdullah, Abdurrahmân ve Abdurrahîm adlarını koyacakları yerde, Abdul Uzza, Abdu Menaf, Abdu Şems gibi isimler veriyorlardı. Ya da buradaki hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki Kureyş toplumuna yapılmaktadır. Bunlar da Kusayy ailesindendirler. Yani yüce Allah sizi bir tek candan, yani Kusay'dan meydana getirdi ve onların eşlerini de onların cinsinden yani Arap ve Kureyş kabilesinden kıldı ki, onunla huzur bulasın, ona yönelesin. Ne zamanki yüce Allah bunlara istedikleri eli ayağı düzgün ve sağlıklı bir çocuk verdi, her ikisi de Allah'ın kendilerine verdiği bu çocuğu Allah'a ortak kıldılar. Çünkü bunlar Allah'ın kendilerine verdiği dört çocuklarına da Abdu Menaf, Abdul Uzza, Abdu Kusayy ve Abduddar ismini verdiler. İşte, (.......) kavlindeki zamîr bu iki anne ve babaya ve daha sonra onlardan sonra gelip de onların izi süre gidenler, şirk koşmada onları takip edenler bu hükme dahildirler. Kırâat imâmalarından Nafî ve Ebû Bekir Şube (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Yani şirk sahipleri demektir ki, bunlar da ortak koşuları şeylerdir. 191Kendileri yaratıldıkları hâlde hiçbir şeyi yaratmaya muktedir olmayan varlıkları mı Allah'a ortak koşuyorlar? (.......) Kendileri yaratıldığı hâlde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah'a) ortak mı koşuyorlar? Dikkat edilirse putlar, müşriklerin inanç esasları çerçevesinde âdeta ilim sâhibi akıllı varlıklar gibi değerlendirilmiştir. Nitekim ilâh diye müşrikler tarafından adlarıdırılmaları da bü manayadır. Mana ise şöyledir: “Hiçbir şey yaratmaya kâdir olmayan, gücü yetmeyen şeyleri mi Allah'a ortak koşuyorlar? Halbuki o şirk koştukları şeylerin kendileri yaratıktırlar. Zira onların yaratıcısı yüce Allah'tır. Onlar ise Allah tarafından yaratıları yanıklardır. Bir de, (.......) kavlindeki zamîr onlara ibâdet eden, kullukta bulunanlara âit olabilir. Yani: “Hiçbir şey yaratmayan ve kendileri Allah tarafından yaratılmış olan şeyleri mi Allah'a ortak koşuyorlar? O hâlde onları asıl yaratan Allah'a kullukta bulunsunlar, ibâdet etsinler. Ya da bu zamîr hem kullukta bulunan ahitlerine ve hem de tapınılan ma'bûtlarına râci olabilir. Bunun, tıpkı ilim sâhibi imişler manasında cemi' yani çoğul olarak gelmiş olması da onlara tapanlar esas alınmasına göredir. (.......) Onları çağırsanız da, sükût etseniz de sizin için birdir. Çünkü artık onlarda kurtuluş umudu yoktur, size icabet edecek değildirler.. Fiil cümlesinden isim cümlesine geçiş ise, âyet başları olması hasebiyledir. ...... 192Halbuki o varlıkların onlara bir yardımları olmayacağı gibi kendi kendilerine de asla yardım edemezler. (.......) Halbuki (putlar) ne onlara bir yardım edebilirler ne de kendilerine bir yardımları olur. Yani başlarına gelebilecek herhangi bir olayı Meselâ bir yerlerinin kınlmasını vb. gibi şeyleri de önleyemezler. Aksine belki de kendileri o taptıklarını savunur durumda olurlar. 193Eğer siz onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar. Onları ister çağırın, ister susun size karşı tavırları hep bu olacaktır. (.......) Onları doğru yola çağırırsanız size uymazlar; Yani doğru yola, sağlıklı olan yola veya sizi doğruya yönlendirecekleri yola çağırsanız, tıpkı Allah'tan hayra ve doğruya iletilmenizi istediğiniz gibi bunlardan isteseniz, size cevap yermezler, davetinize icabet etmezler. Sizin istediğiniz ve dilediğiniz şeye karşılık vermezler. Yüce Allah'ın isteklerinize karşılık verdiği gibi bunlar vermezler. Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kavlini (.......) olarak okumuştur. 194Şüphesiz Allah'ı bırakıp da kendilerine dua ve kullukta bulunduklarınız da tıpkı sizin gibi kullardır. Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz, onları çağırın,da size cevap versinler. (.......).(Ey kâfirler) Allah'ı bırakıp da taptıklarınız sizler gibi kullardır. Yani kendilerine ibâdet ve kulluk ettiğiniz ve kendilerine ilâhlar diye adlar verdiğiniz şeyler de tıpkı sizin gibi yaratıklardır, sizin gibi başkasına, Allah'a âit varlıklardır. (.......) (Onların tannliği hakkında iddianızda) doğru iseniz, onları çağırın da size cevap versinler! Size bir yarar sağlamaları veya sizden bir zaran önlemeleri için onlara yakann da size cevap verecekler mi bir görelim? Eğer bunların gerçekten ilâhlar olduğu iddianızda samimi ve dürüst kimseler iseniz çağırın bakalım onları... Daha sonra da aşağıdaki âyette yüce Allah bunların ilâh olmadıklarını, böyle bir iddianın yanlışliğinı ve geçersizliğini ortaya kormak için şöyle buyurmaktadır: 195Onların kendisiyle yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa kendisiyle tutacakları elleri mi var, yoksa kendisiyle görecekleri gözleri mi var ya da kendisiyle işitecekleri kulakları mı var? De ki: “Ortaklarınızı çağmn, sonra da bana dilediğiniz tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın. “Onların kendisiyle yürüyecekleri ayakları mı var, yoksa tutacakları elleri mi var,” tutup alacakları veya yakalayacakları elleri mi? “De ki: “Ortaklarınızı çağırın,” Bana düşmanlık etme hususunda onlardan yardım ve destek isteyin. “Sonra da bana dilediğiniz tuzağı kurun” Siz ve ortak koştuklarınız bana dilediğiniz tuzağı kurun. Kırâat imâmlarından Ya'kûb, (.......) kelimesini “Y” harfiyle, (.......) olarak kırâat etmiştir. Ebû Amr da sadece vasl yani geçiş hâlinde Ya'kûba muvafakat etmiştir. “Ve bana göz bile açtırmayın.” Yani ben sizi önemsemiyor ve size aldırmiyorum. Çünkü müşrikler Resûlüllahnü kendi ilâhlarıyla korkutup tehdit ediyorlardı. Allah da onlar bu şekilde cevap vermesini kendisine emir buyurdu. Kırâat imâmlarından Ya'kûb, (.......) kelimesini “Y” ile (.......) olarak okumuştur. 196Muhakkak benim koruyanım Kitab'ı indiren Allah'tır. Ve O tüm sâlih kullarının da velisi ve gözetenidir. (.......) Şüphesiz ki, benim koruyanım Kitab'ı indiren Allah'tır. “Ve o bütün sâlih kullarını görüp gözetir.” Onun sünnetinin ve kanununun gereği olarak o hep kullarından sâlih olanlarına yardık etmiştir ve edecektir. Onları hiçbir zaman ezdirmeyecek, çiğnetmeyecektir. 197Allah'tan başka kullukta bulunarak çağırdiklarınız, ne size yardıma güçleri yetebilir ve ne de kendi kendilerine yardım edebilirler. (.......) Allah'ın dışında taptıklarınızın ne size yardıma güçleri yeter ne de kendilerine yardım edebilirler. 198Şayet onları doğru yola çağırırsanız, sizi işitmezler. Onları sana bakar gibi görürüsün Halbuki onlar görmezler. (.......) Onları doğru yola çağırmış olsanız işitmezler. Ve onları sana bakar görürsün, Halbuki onlar görmezler. Putlarını herhangi bir şeye dikkatlice ve gözünün içine bakıyor tarzında yaparlar. Halbuki onlar görmezler. 199Sen af ve bağışlama yolunu tut, iyiliği emret, câhillere aldırış etme. “Sen af ve bağışlama yolunu tut,” Bu cehdin, sert ve bağışlamaz olmanın zıddı olan bir ifadedir. Yani insanlara âit olan güzel ahlâktan ve fiillerden sen bağışlama yolunu seç, onlara karşı sert ve bağışlamaz olma, onlardan zoru isteme, kendileri için ağır gelecek şeylere onları koşma ki senden kaçmasınlar. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin., “İyiliği emret,” İyi ve güzel fiilleri emret, onları iste. Maruf: Aklin memnun kaldığı ve dinin de uygun bulduğu şeylerdir. “Câhillere aldırış, etme.” Basit ve ayak takıminin konumuna düşerek sen de onlar gibi olma. Onlara karşı kaba davranma, kendilerine karşı yumuşak ol. Cebrâîl (aleyhisselâm) bunu şu ifadelerle açıklamışlardır: “Seninle bağlarını kesenlerle sen bağını koparma, seni mahrum bırakanı sen mahrum bırakma, ona istediğni ver. Sana zulmedene, haksızlıkta bulunana da sen zulmetme, haksızlıkta bulunma. “Taberi, Tefsîr:9/155 Cafer Sâdık da diyor ki: “Yüce Allah Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, güzel ahlâkı emretmiştir. Kur'ân'da güzel ahlâkı bütün yönleriyle, anlatan bundan başka âyet yoktur.” 200Her ne zaman şeytandan sana bir fitleme gelirse, derhal Allah'a sığın. Çünkü O hakkıyla işiten ve hakkıyla bilendir. “Her ne zaman şeytandan sana bir fitleme gelirse,” Şeytandan sana bir dürtü, bir tahrik sözkonusu olursa, emrolunduğun şeyin aksi bir vesvesede bulunursa, “Derhal Allah'a sığın.” Sakın ona itâat etme. Nezğ: Dürtü, tahrik, kışkırtma ve vesvese gibi manalara gelir. Yani insanları ma'siyetlere sokarken adetaonu o yönde kışkırtır, tahrik eder. Esasen Nezğ kelimesi iğne ve benzeri şeyleri vücûda batırmak manasınadır. Şeytanın tahrik ve vesvesesi de buna benzetilmiştir. Burada Nezğ kelimesi, dürtü olayım yapan şey olarak görülmektedir. Tıpkı “Cedde ciduhu” yani adamın tamamen ciddiyeti tuttu ifadesine benze bir ifade. Ya da, Şeytanın dürtüsünden kasıt, öfke ve gazâbın her yönüyle kişiyi kuşatması demektir. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk şöyle demiştir: “Beni öfkeye sevkeden bir şeytanım vardır.” 201Şüphesiz Allah'ın emir ve yasakları çerçevesinde hareket eden takva sahiplerine gelince, onlara şeytan tarafından bir vesvese geldiğinde derhal düşünüp akıllarını başlarına devşirirler ve bir de bakarsın ki gerçeğin farkına varıp görmüşler bile. (.......) Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda; Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Ebû Amr ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini “Tayfun” olarak kırâat etmişlerdir. Bu da vesvese, hayal ve dürtü gibi manalara gelir. Kelime “Tafe” fiilinden mastardır, “Yatiyfu tayfen” kökünden alınmadır. Yani hayal etmek, rüyada görmek gibi bir tkım manalar taşır. Ebû Amr'a göre ister” (.......) kelimesi olsun, ister (.......) kelimesi olsun her ikisi de mana bakımından aynıdırlar ve vesvese manasmadırlar. Bu da daha önce geçenleri pekşitirmekte, tekit etmektedir ki, herhangi bir şekilde şeytan tarafından bir dürtü, bir vesvese meydana gelince, hemen bundan dolayı Allah'a sığmmanın vacip ve gerektiği gerçeğinin bilinmesidir. Çünkü gerçekten Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket eden takva sahipleri, şeytan tarafından kendilerine herhangi bir dürtü, bir vesvese gelirse, “hemen düşünürler.” Yani Allah'ın kendilerine emrettiği şeyler ile, kendilerini menettiği şeyleri düşünürler, buna göre dikkatli davranırlar. “Bir de bakarsın ki gerçeğin farkına varıp görmüşler bile.” Doğrunun farkına varmışlar ve yanlışı hemen defetmişler bile. Bunun gerçek manası ise, şeytan Allah'a kaçıp sığınmaktır. Böylece yüce Allah da kendisinden bir ihsan olarak onların uzağı görmelerini sağlayacak nimetini arttmr. 202Şeytanların yoldaşlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da ellerini onların yakalanndan çekmezler. (.......) (Şeytanların) dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra da yakalannı bırakmazlar. Sonra da onların arkalannı bırakmazlar, hep peşlerine takılıp onları kötülüklerde ısrarcı durumuna getirip dönmeyecek konumuna sokana kadar onlardan aynlmazlar. Burada geçen, (.......) ifadesinden kasıt, şeytanların olması da câizdir. Buna taallûk eden zamîr de câhillere râci olabilir. Ancak birinci tefsir en uygun olanıdır. Çünkü burada, “Kardeşlerinden kasıt” takva sahiplerinin karşısında yer alanlar demektir. Ancak, (.......) ifadesinde zamîrin çoğul, “Şeytanın” ise müfret yani tekil olarak zikredilmesine gelince burada bununla cins manası kasdolunmuştur. Yani Şeytan işi yapan her kimse demektir. 203Onlara herhangi bir mu'cize getirmediğin zaman, “Diğerleri gibi kendin onu uyduruverseydin ya!” derler. De ki: “Ben ancak Rabbim-den bana vahyedilene üyanın. Bu Kur'ân Rabbinizden gelen kalp gözlerini açan belgelerdir. Îman edecek kimseler için bir hidâyet ve bir rahmettir. “Onlara herhangi bir mu'cize getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) onu da derleyip getirseydm ya! derler. Yani bundan önceki mu'cizeleri nasıl uydurduysan yine onlar gibi uydursan ya... (.......) De ki: ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım.” Ben mu'cize uyduran biri değilim. (.......) Bu (Kur'ân) Rabbinizden gelen basiretlerdir, (kalp gözlerini açan beyanlardır) Bu Kur'ân öylene belgelerdir ki bunun sayesinde hakkın gerçek yönlerini görebilirsiniz. Gözünüzü açacak ve hakkı gösterecek belgeler bu Kur'ân'dadırlar. (.......) İnanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir, 204Kur'ân okuduğu zaman derhal onu dinleyin ve susun ki merhamete eresiniz. (.......) Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin. Âyetin zahirine bakıldığında ister namaz içinde olsun, ister namaz dışında olsun Kur'ân okunduğu zaman susup dinlemek vacip yani farzdır. Bir rivâyete göre de denilmiştir ki bunun manası şu demektir: “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) inişi sırasında size Kur'ân okuyup anlattığı zaman susup onu dinleyin.” Sahabenin çoğunluğuna göre bu, imâmın kırâatini dinlemeye ilişkindir. Cemaat hâlinde imâma uyanlar onu susup dinleyeceklerdir. Bir rivâyete göre bu, hutbeyi dinlemekle ilgilidir, bir başka rivâyete göre de her ikisinde de durum böyledir. Sahih olanı da budur. 205Kendi kendine, yalvararak, korkup ürpererek, yüksek olmayan ve kendin duyabileceğin bir sesle Rabbini sabah-akşam an. Aymaz gafillerden olma! (.......).” Kendi kendine an” Bu, bütün zikirleri çin geçerlidir. İster Kur'ân okumak olsun, ister teşbih yani (.......) demek olsun, ister tehlil yani (.......) demek olsun, ister başka zikirler olsun hepsi için geçerli olanı budur, “Yalvararak, korkup ürpererek,” Tazarru hâlinde olsun, korku durumunda olsun hep Ona yakar. “Yüksek olmayan ve kendin duyabileceğin bir sesle” Fazla bağırıp çağırmadan ve normal olan bir ses ile.. Çünkü sessiz olarak yapılan dua ihlaş ve samimiyet açısından daha geçerlidir, riya ve gösterişten uzaktır. Daha güzel düşünme ve tefekkür imkânını sağlar, buna daha yakındır. “Rabbini sabah-akşam zikret-an.” Çünkü bu iki vakit en önemli vakitlerdendir, en faziletli iki vakittir. Bir rivâyete göre ise; bundan murat düşüncede doğru olmak kaydıyla zikirde devamlılıktır. (.......) demek gündüz ya da sabah vakitlerinde demektir. Yani “gündüz ve sabah vakitleri” .... (.......) kelimesi, “el-Usul” kelimesinin çoğuludur, “el-Usul” kelimesi de, “el-Asiyl” kelimesinin çoğuludur. Bu da akşam demektir. “Gafillerden olma!” Allah'ı zikretmekten, anmaktan gâfil ve habersiz olanlardan, aymazlardan olma. Aklı ve kafası başka yerlerde olanlardan olma. 206Hiç şüphesiz Rabbinin katındakiler Ona kulluk ve ibâdet etmekten kibirlilik göstererek kaçmmazlar. Onu takdis ve teşbihle tenzih ederler ve yalnız Ona secde ederler. “Hiç şüphesiz Rabbinin katındakiler” Yani Rabbin katında bir değeri, bir önemi, bir derece ve mevkii bulunanlar ki bunlar meleklerdir. Yoksa bu bir mekânı, bir yeri olan anlamında değildir. “Ona kulluk ve ibâdet etmekten kibirlenmezler.” Ona karşı büyüklenmeye, azametlilik göstermeye kalkışmazlar, hadlerini bilirler. “Onu teşbih ederler” Allah'a yaraşmayan ve yakışmayan şeylerle Onu anmazlar, Onu tenzih ederler, eksikliklerden beri kılarlar. “Ve yalnız Ona secde ederler.” ibâdet ve kulluklarını yalnızca Ona yaparlar. Hiçbir şeyi Allah'a şerik ve ortak koşmazlar. En iyisini ancak Allah bilir. |
﴾ 0 ﴿