ENFAL SÛRESİBu sûrenin 30 ve 36. âyetleri Mekke'de diğerleri Medine'de nâzil olmuştur, 75 âyettir. 1Ey Peygamber! Sana savaşta ganimetlerini soruyorlar. Onlara de ki: “Onun paylaşımına dair hüküm Allah ve Rasûlüne âittir. Allah'ın emirlerini uygulayarak ve yasaklarından kaçınarak Allah tan korkun, ayırımcılıktan uzak kalarak aranızdaki kardeşlik bağlarını zedelemeyin. Eğer gerçekten mü’min kimseler iseniz Allah'ın ve Rasûlü'nün emir ve yasaklarını uygulayarak Allah ve Rasûlü'ne itâat edin. (.......) Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygambere âittir. Nefl: Ganimet, savaşta elde edilen şeylerdir. Çünü bu Allah'ın bir fazlı, ikramıdır ve vergisidir. “Enfal” ise bunun çoğulu olup ganimetler, savaşda elde edilen şeyler demektir. Müslümanlar arasında Bedirde kazanılan savaş ganimetleri ve bunların bölüştürülmesi hakkında farklı görüşler ve ihtilaf ortaya çıkmıştı. Bununla ilgili hükmü Resûlüllahne sorarak, “Bunları hasıl bölüştüreceğiz?” dediler. -Bu ganimetlerin bölüştürülmesi ile; ilgili hüküm yalnızca Mekke'den hicret edenler için mi, yoksa sadece Medine'li Müslümanlar için mi veya her ikisine de mi bu paylaştırma olacak? Sorusunu sordular. İşte bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a şöyle buyuruldu: “O soranlara deki; bununla ilgili hükmü verecek olan Allah Rasûlûdür, hüküm ona âittir. Bunlar hakkında yegane hakim ve karar mercii Allah Rasûlûdür. Bu ganimetler hakkında o, dilediği gibi hüküm verme yetkisine sahiptir. Bu ganimetler hakkında ondan başkasını bir hüküm ileri sürme yetkisi yoktur. Çünkü bu yetki ona Allah tarafından verilmiştir. Öyle ise âyette hem Allah ve Rasûlü'nün birlikte anılmasının ne gibi bir manası vardır? Bunun manası şudur: “Ganimetlere âit hükmü bildirmek Allah ile Rasûlüne âittir. Allah bununla ilgili olarak bunların bölüştürülmesiyle ilgili emri hikmeti gereği Rasûlü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e vermiştir. Dolayısıyla da Resûlüllah bu konuda yalnızca Allah'ın emrine bağlı kalarak o emri uygular. Yoksa emreden olarak Allah ganimetlerin bölüştürülmesini bir tek kimsenin reyine bırakmamıştır. “Allah'tan korkun.” İhtilafa, aynlığa düşmekten, birbirinizle çekişip düşmanlık etmekten sakının. Allah'tan korkun ve Allah için kardeşler oluverin. “Aranızdaki kardeşlik bağlarını zedelemeyin.” Aranızdaki yanlış durumlarınızı düzeltin. Yani aranızda anlaşmazlık konusu yaptığınız şeyleri bahane ederek yanlışa düşmeyin ki bu durumlarınız ülfete, kaynaşmanıza, sevgi ve saygıya, bir araya gelip ittifak ve birliğinize sebep olsun. Zeccâc diyor ki: “Âyette geçen, (.......) kavlinin manası; gerçek birleşmenizi sağlayın, demektir. Çünkü burada geçen, “el-Beyn” kelimesi, vasl yani birleşme ve kaynaşma manasınadır. Yani Allah'tan korkun. Allah ve Rasûlü'nün emrettiği gibi toplu hâlde hareket ederek bir ve beraber olun, sakın ayrılmayın, demektir.” Ubâde İbn Samit bu âyetle ilgili olarak şöyle demiş: “Ey Bedir savaşına kâtiları Bedir ashâbı! Biz kendi aramızda ganimetler konusunda anlaşmazlığa düştüğümüz zaman işte bu âyet bizim için indi. Çünkü o konuda bizim de biraz ahlâkımız yanlışa kaymıştı, hataya sapmıştık. Böylece de Allah onu bizim elimizden çıkarıp aldı ve onunla ilgili hükmü bizzat Allah, Rasûlüne bıraktı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbı arasında de bunun bölüştürülmesini eşit olarak yaptı.” “Eğer gerçekten mü’min kimseler iseniz Allah ve Rasûlüne itâat edin.” Eğer kamil ve gerçek îman sâhibi iseniz ganimetlerin hükmüyle ilgili olarak Allah ve Rasûlü'nün size emrettikleri şeyleri ve daha başka konulardaki hükümleri gerektiği gibi yerine getirin. 2Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, ne zaman ve nerede Allah'ın emir ve yasaklarından söz edilse yürekleri ürperir, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda bu, onların imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine güvenip dayanırlar. “Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen;” Allah'ın emirlerine karşı saygılı olmak ve yasaklarından da kaçınmak için bunlar gündeme getirildiğinde kalpleri ürperir. O'nun Celal, îzzet ve Sultanının/gücünün heybeti karşısında gönülleri titrer. (.......) Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran; Bu ayetlerin okunması, anlatılması karşısında kesin olarak îmanları artar veya bu onların imanlarını artınr ve kalpleri de bundan dolayı huzur bulur. Çünkü artık kendileri de açık olarak bu delillerin en net ve güçlü bir şekilde delalet ettiği ya da gösterdiği gerçeği görebilmiş ve kavrayabilmişlerdir. Ya da onların bu ayetlere olan inançları ayetlerin kendilerine okunup anlatılmasıyla bu, onların îman etmelerini sağlamış ve inançlarını da pekiştirerek artırmıştır. Çünkü bunlar bundan önce bu âyetlerde söz konusu edilen hükümlere îman etmiyorlardı. “Rablerine güvenip dayanıyorlardı.” Evet Allah'a dayanıyorlar, itimat ediyorlar ve işlerini başkalanna, kendilerinden olmayan gayri Müslimlere ve her manada küfre destek ve koltuk çıkan söz de Müslümanlara da değil yalnızca Rablerine havale ediyorlar. O'ndan başkasından korkmuyorlar ve sadece Rablerine kavuşmayı istiyorlar.; 3Onlar namazlarını en mükemmel şekilde vakitleri içerisinde kılarlar ve kendilerine rızık ve mal olarak verdiklerimizden de Allah'a itâat edrek O'nun yolunda harcarlar. (.......) Onlar namazlarını dosdoğru kıları ve kendilerine rızık olarak verdiğimizden (Allah yolunda) harcayan kimselerdir. Böylece Rabbimiz bu ayetlerinde kalplere ya da gönüllere ilişkin amellerden olan ürperrne, ihlas ile samimiyet ve tevekkülü vücut organlarıyle yerine getirilen namaz ve sadaka gibi amelleri beraberce bir arada zikretmiş ve toplamış olmaktadır. 4İşte yukarıda sayıları özelliklere sahip olanlar, gerçekten inanmış ve dürüst olan kimselerdir. Onlar için Rableri katında nice üstün dereceler, bağışlanma ve tarif edilemeyecek sonsuz bir rızık vardır. (.......) İşte onlar gerçek mü'minlerdir. Âyette geçen, (.......) kelimesi mahzûf bir maştan sıfatıdır. Yani bu, (.......) imanen (.......) takdirinde olup, İşte onlar gerçek bir îman ile inanmış dürüst mü’minlerdir” demektir. Veya bu, (.......) cümlesini tekit eden/pekiştiren mastardır. Meselâ; “O, Allah'ın gerçekten birkuludur” gibi ki bu, “O gerçekten Allah'a kul olmayı gerçek olarak hakketmiş bir kişmsedir” takdirindedir. Hasen Basrî (radıyallahü anh) den rivâyete göre: “Adamın biri kendisine: “Sen Mü’min misin?” diye bir soru yöneltir. O da o şahsın bu sorusuna şöyle karşılık verir: “Eğer sen benden Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, cennete, cehenneme, öldükten sonra tekrar dirilmeye ve hesap günündeki hesaba, îman edip etmediğiıni soruyorsan, evet ben bu mana da gerçek ten mü'minim, bunlara îman etmiş bir kimseyim, Ancak sen benden, (.......) diye devam eden ayetten soruyorsan, işte gerçekten ben onlardan mıyım veya değil miyim? Burasını bilemem.” İmâm Sevrî ise şöyle diyor: “Kim gerçekten mü'min olduğunu, gerçek olarak Allah'a îman ettiğini ileri sürer de, sonra da bu kimse kendisinin cennet ehlinden olmayacağına, şehadet etmezse, o kimse sadece âyetin yarısına îman etmiş demektir.” Yani bir kimse gerçekten kendisinin îman eden sevap ehlinden olduğuna kesin gözüyle bakmaması gerektiği gibi, gerçek anlamda bir mü’min olduğu gözüyle de kendisine bakmasın.. İşte böyle bir ifadeyle: “İnşaallah ben de mü’minlerdenimdir” sözüne yapışmak yoluna girmiş olur. İmâm Ebû Hanîfe (rahmetüllahi aleyh) diyor ki: “Böyle demez/dememelidir.-Katâde'ye: “Neden inşaallah imanlıyımdır” diye inancını isitisna ifadesiyle belirtmiyorsun?'- sorusu sorulunca O da, Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm)’in şu sözüne uyarak hareket ediyorum der ve: “Ve kıyamet günü benim hatalarınıı bağışlayacağını umut ettiğim Allah'dır.” (Şuara, 82) mealindeki bu âyeti okur. Bu defa aynı kişi ona: “Sen İbrâhîm'e yüce Allah'ın şu mealdeki âyetini kendine örnek alarak ona üyamaz mıydm? Çünkü Allah şöyle buyuruyor: “Rabbi ona: Yoksa Îman etmedin mi? dedi.” (Bakara, 260) İbrâhîm Teymi de şöyle diyor: “Ben gerçekten îman etmiş bir mü’minim” diye söyle! Eğer bu sözünde gerçekçi işeri bunda sebat et, eğer bu konuda yalan söylüyorsan senin küfrün yalan söylemenden de daha şiddetli ve ağır bir küfürdür. İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre şöyle diyor: “Kim münâfık değilse, o gerçekten mü'min olan bir kimsedir.” Abdullah ibn Mübarek, Ahmed İbn Hanbel’e karşı şöyle bir soruyu delil olarak yöneltir: “Senin adın nedir?” O da: “Ahmed” diye cevaplar. Bu defa: “O hâlde sen, ben gerçekten Ahmed'im veya İnşaallah ben Ahmed'im, diyebilir misin?” sorusunu ona yöneltir. Ahmed İbn Hanbel de onun bü ikinci sorusuna da: “Ben gerçekten Ahmedi'm” der. İşte Ahmed İbn Hanbel'in bu cevabı üzerine Abdullah ibn Mübarek de ona şu karşılığı verir: “Baban sana: nasıl bir isim vermiş, ise, sen onda istisnaya gitmeksizin yâni İnşaallah ben Ahmed'im, demeksizin, direkt olarak, Ben gerçekten Ahmed'im, dediğin hâlde, Allah sana Kur'ân'da Mü'min ismini vermiş, onda istisnaya gidiyorsun, bu hasıl iş?” der. (.......) Onlar için Rableri katında nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır. Kazanç elde etme sıkıntısı olmaksızın, çalışma ve yorulma bulunmaksızın, bir hesap korkusu yaşamaksızın sonsuz bir rızık vardır. 5Şüphesiz sahabenin ganimetlerin bölüştürülmesiyle ilgili hoşnutsuzluk hâli, âdeta Rabbin seni, Bedir savaşı için hak yolunda evinden çıkardığı zamanki hoşnutsuzluk hâli gibidir. Çünkü gerçekten mü’minlerden bir gurubu, sayılarının ve silâhlarının azliğinı bahane ederek bundan hiç hoşnut değillerdi. Halbuki gerçek, her iki hâlde de onların düşündüklerinin tersine gerçekleşmiş olmuştu. (.......) Rabbin seni, Bedir savaşı için hak yolunda evinden çıkardığı zamanki hoşnutsuzluk hâli gibidir.” Bu âyetin başında yer alan, (.......) lafzının başında yer alan, “Kef harfi mukadder bir fiilin mastannm sıfatı olarak mahallen mensûbtur. Bunun mana olarak takdiri şöyledir: “De ki: Ganimetlerin taksimiyle ilgili hüküm Allah ve Resûlüne âittir. Onların arzu ve isteklerine rağmen bu tam olarak sabit olmuştur. Bu, yine onların arzu ve isteklerine rağmen tıpkı Rabbinin ancak seni evinden cihat için çıkarması gibidir.” Burada, (.......) kavliyle demek istenen şey ile Resûlüllahın Medine'deki evi veya bizzat Medine şehrinin kendisi murat olunmaktadır. Çünkü Medine'yi Münevvere Resûlüllah’ın bizzat hicret etmiş olduğu ve mesken edindiği yerdir. Dolayısıyla bu mübarek beldenin Peygambere âit olarak gösterilmesi âdeta evin kendi sahiplerine tahsisi gibi bir ifadedir. Yine (.......) kavliyle de şöyle denilmektedir; hikmete ve hakka dayalı olarak doğru olan bir çıkarılmadır. (.......) Mü'minlerden bir grup kesinlikle istemediği hâlde. Burada, (.......) kavli hâl olarak gelmiştir. Yani: “Onlar isteksiz oldukları, arzu etmedikleri hâlde seni çıkardı” demektir. Bu ise, bilindiği gibi Kureyş'in Ebû Süfyan denetiminde olan oldukça büyük bir ticaret kervanının Şam'dan dönmekte oldukları haberi üzerine bu Kervanın vurulması söz konusu ediliyordu. Bu ticaret kervanında kırk kadar binitli kimse vardı. Hazret-i Cebrâîl bu kervanın dönmekte olduğunu Rasûlüllah'a bildirdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunu ashâbına bildirdi. İşte bunun üzerine oldukça büyük bir menfaat sağlamak ve mal varlığını elde etmek için bu, mü'min lerde baskın yapma isteklerini doğurdu. Çünkü ele geçecek büyük bir mâli imkân var, bir de kervanda sayıca oldukça az olan bir topluluk, kırk kadar bir insan vardı. Haliyle bunu vurmak daha basit ve savaşa göre daha kolay olurdu. İşte kervanı ele geçirmek üzere Müslümanlar harekete geçince, Kureyş kavmi yani Mekke'liler bunu öğrendiler. Bunun üzerine Ebû Cehil bütün Mekke halkını ayaklarıdırarak Mekke'lilerle birlikte harekete geçti. Bu bir genel seferberlik haliydi. Nitekim, “Gün ne kervanı, ne de adamları kurtarma günüdür, gün şerefimizi kurtarma günüdür” manasına gelen bir Arap atasözünde ifadesini buları şekliyle genel seferberlik ilân edilmişti. Fakat bir rivâyete göre Kervan yolunu değiştirmiş ve dönüşünü Sahil yolundan yapmayı kararlaştırmış ve o yolu tutmuş ve böylece yakalanmaktan kurtulmuştu. İşte bunu üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) geri döndü ve yanındakilerle birlikte Bedir denilen yere geldi. Bedir denilen yer, Arapların her yıl, yılda bir kez panayır kurdukları ve toplarııp bir araya geldikleri, fuar kurdukları bir su başı idi. İşte burada Cebrâîl (aleyhisselâm) indi ve: “Ey Resûlüm Muhammed! Yüce Allah size iki guruptan birinin vadetti. Bunlardan bir kervan, diğeri ise Kureyş ile cihat edip savaşmaktır, bu ikisinden hangisi?” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz ashâbıyla istişarede bulundu, danışmalar yaptı ve: “Siz kervanı mı ele geçirmek yoksa Kureyş ile savaşı mı istersiniz? Bu ikisinden hangisini arzu edersiniz?” dedi. Ashap: “Elbette bu, bizim için kervanı ele geçirmek, düşman ile karşılaşmaktan daha iyidir.” İşte bu cevap karşısında Resûlüllah’ın yüz rengi değişti ve sonra yine ashâbına dönerek: “İyi bilin ki kervan çoktan sahil yolundan geçip gitmiş. İşte Ebû Cehil, o size karşı silahlanmış geliyor, hangisi?” diye sorar. Yine ashâbı: “Ey Allah'ın Resûlü! Biz yine de sana kervanı vuralım, düşmanı bırak, deriz.” Cevabını verdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in öfkelenmesi üzerine Hazret-i Abu Bekir ile Hazret-i Ömer -Allah her ikisinden de râzı olsun- ayağa kalkarak: “Biz Kureyş ile savaşmayı uygun buluyoruz” dediler. Bundan sonra da Sa'd İbn Ubade ayağa kalktı ve: “Ey Allah'ın Resûlü, neyi uygun buluyorsan emrini hemen uygula. Allah'a yemin olsun ki sen Aden denilen yere de savaşmak için harekete geçmiş olsan, kesinlikle Ensar'dan hiçbir kimse seni terketmeyecek, hepsi de sana katdacaklardır” dedi. Hemen bunun peşinden de Mikdat İbn Amr kalkıp şöyle konuştu: “Allah'ın sana emrettiğini hemen uygula. Sen hangisini daha yerinde buluyorsan biz seninle beraberiz. İsrâ'il oğullarının yani Yahûdîlerin Hazret-i Mûsa'ya: “Sen ve Rabbin ikiniz gidin savaşırı, biz burada oturup bekleyeceğiz.” (Mâide, 24) dedikleri gibi demeyeceğiz. Ancak biz, “Sen ve Rabbin ikiniz gidin savaşırı, bizler de, bizim tek bir gözümüz de olsun açık olduğu müddetçe sizinle beraber olup yanınızda savaşacağız: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı mutluluk duydu, sevindi, yüzü güldü. Sa'd İbn Muaz da şöyle konuştu: “Ey Allah'ın Resûlü! Ne istersen onu uygula. Seni Hak din ile gönderen Allah adına yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip de oraya dalsan derhal biz de seninle birlikte o denize dalarız. Bizden tek bir adam dahi bu uygulamandan geri kalmayacaktır. Allah'ın izniyle bizi hemen harekete geçir.” Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözleri duyması üzerine sevindi, bundan memnunluk duydu. Sa'd İbn Muaz’ın konuşması da artık kendisine güç kazandırdı. Bunun arkasından şöyle buyurdular: “Allah'ın izni ve bereketiyle bizimle harekete geçin. Size müjdeler olsun. Şüphesiz Allah bana bu iki guruptan birini mülk olarak vâdetmiştir. Allah'a yemin ederim ki şu anda ben sanki kavmin karşılaşacakları yeri ve anı görüyor ve seyrediyor gibiyim.” Bak. ibn Hişam Siyret; 3/31-33 Aslında hoşnutsuzluk ashâbın tümü tarafından değil de, bir kısmın da baş göstermişti. Çünkü âyetin (.......) kısmı işin bu yönüne işaret etmektedir. Ebû Mansûr Maturidî şöyle diyor: “Hoşnutsuzluklarını gösteren kimselerin bü kimselerin itikat bakımından münâfık kimseler olma ihtimalleri vardır. Bununla beraber bu kimselerin samimi olmalarına rağmen de hoşnutsuzluk göstermiş olmaları olasıdır. Çünkü insanlar doğal olarak savaştan rahatsızlık duyarlar. Zira savaşa hazırlıklı olarak çıkmamışlardı. 6Ey Peygamber! Mü’minler doğru ve gerçek görüşün savaşmak olduğunu ve zaferin de kendileri lehine gerçekleşeceğini göre göre, âdeta ölüme sürükleniyorlarınış gibi Allah yolunda cihat konusunda şeninle tartışıyorlardı. (.......) Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarınış gibi (cihad hususunda) seninle tartışıyorlardı. Burada, (.......) kavlinden murat, Bunların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile üzerinde tartıştıkları gerçek dile getirilmektedir, Çünkü Bazı kimseler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e rağmen Kureyş ile cihad etme yerine kervanı vurmayı istiyorlardı, tercihlerini kervanı vurmak yönünde ortaya koyuyorlardı. (.......) Yani Resûlüllahın zaferin kendilerinin olacağını bildirmiş olmasına ve açıklamasına rağmen istiyorlardı. Bunların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışmaları ise: “Biz sadece kervanı vurmak için çıkarız, başka bir şey için değil. Çünkü sen bize hele bir hazırlık yapalım da öyle dememiş miydin?” diye yaptıkları itirazlarıydı. Bu onların savaşmayı iyi: karşılâmamalarından, bundan rahatsızlık duymalarından ileri geliyordu. (.......) kavliyle yani; “....göre göre âdeta ölüme sürükleniyorlarınış gibi” ifadesiyle bunların durundan, aşırı derecede korkmalarına bağlarııyordu. Yani bunların konumları zafere ve ganimete böylece konacakları hâlde durundan tıpkı zorla ölüme götürülen kimsenin durumu ile ölümü küçümseyerek ona doğru koşanın haline benzetilmiştir. Çünkü adam ortada bir savaşırı var olduğunu, savaşırı olduğu yerde de ölümün mutlaka var olacağının sebeplerini görüyor, burada kesin olarak ölümün var olacağım görüyor ve böyle bir sonuçtan da şüphe duymuyor. Bir başka tefsire göre de; Onların korkuları sayılarının azliği yüzünden idi. Çünkü hepsi de piyade idiler, içlerinde binitli olarak iki kişi bulunuyordu. 7Ey mü’minler! Şunu da hatırlayın ki Allah, zayıf olan Kureyş kervanı ile ordusundan oluşan iki guruptan birini size mülk olarak vadediyordu. Siz ise zayıf, silâhsız ve güçsüz olan kervanı elde etmek istiyordunuz. Halbuki Allah, sözleriyle/Resûlüne indirdiği ayetleriyle hakkı gerçekleştirmek/İslamı zafere erdirmek ve Kureyş ordusunu imha ederek böylece bütün müşrik ye kefirlerin kökünü kazımak istiyordu. (.......) Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan ve Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu. Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kavliyle mensûb bulunmaktadır. (.......) kavli ikinci mefuldür. (.......) kavli ise, (.......) kavlinden bedeldir. Bu iki taifeden veya guruptan biri kervan, diğeri ise büyük bir güç ile savaş için gelmekte olan Kureyş ordusu veya gücü idi. Cümlenin manası buna göre şöyle olmaktadır: “Şunu da hatırlayın ki Allah gerçekten iki guruptan birinin size âit olmasını vâdetmiştir.” “Siz, ise zayıf, silahsız ve güçsüz olan kervanı elde etmek istiyordunuz.” Burada istenen şey, mealde de belirttiğimiz gibi, kervandır. (.......) demek, silahlı ve gücü olan demektir. Halbuki bir genel seferberlik ilanında orduda var olan güç, kâtiları kimselerin sayısına ve onların bu sayıyı esas alarak yaptıkları hazırlıklara göre değerlendirilir. Yani siz, kervanın sizin olmasını arzu ediyordunuz. Çünkü kervan bir savaş için yola çıkmadığından elinde bir silahlı gücü ve imkanı yoktur, dolayısıyla bunu vurmak daha kolaydır. Bu bakımdan kervan dışında bir başka gurupla karşı karşıya gelmek istemiyordunuz. “Halbuki Allah sözleriyle hakkı gerçekleştirmek, İslam'ı zafere erdirmek” Yani silahlı ve her bakımdan tam teçhizatlı bir güçlü orduya karşı savaşmakla ilgili olarak indirdiği ayetleriyle, meleklerine zaferde yardımcı olmaları için verdiği emirle İslam'ı sabitleştirip pekiştirmek, yüceltmek ve düşmanın yenilgiye uğratılarak öldürülüp uzaklaştırılmalarına, Bedir kuyularına ayılmalarına hükmetmiş (.......) Kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. Burada geçeri, (.......) kelimesi sonunu getirmek, son vermek mana sında ismi faildir. Kelime kök bakımından, (.......) fiilinden alınmadır ve bir kimsenin arkasını dönüp gittiği zaman söylenen bir ifadedir. (.......) ise bir şeyin kökünü kazımak, ortadan kaldırmak, yok etmek, kökünü söküp atmak manalarına gelir. Yani manalar bu şu demektir: “Siz geçici olan, kalıcıliği uzun süreli olmayan bir faydanın ve yarann peşindesiniz, basit şeyler için hareket ediyor ve onu istiyorsunuz. Halbuki yüce Allah daha kalıcı ve üstün olan şeyleri, hakkın zafer kazanmasını, İslam kelimesinin ya da şerî'atının yücelip hâkim ya da egemen olmasını istiyor. Şüphesiz iki istek arasında kıyaslanamayacak derecede büyük farklar bulunmaktadır. İşte bunun içindir ki yüce Allah sizin karşınıza, sizin daha kalıcı olabilecek olan silahlı gücü seçip çıkardı. Böylece onlar karşısında güçsüz olmanıza, askeri teçhizat bakımından onlardan çok gerilerde olmanıza rağmen, sizin elinizle büyük bir askeri güce sahip bulunan kâfir ve Müşrik Kureyş ordusunu kırdınp imha etmeyi, sizi güçlendirmeyi, üstün kılmayı, onları da zelil kılıp darmadağın etmeyi murad ediyor. Bunu gelecekteki Müslümanlar için bir örnek olmasını diliyor. 8Çünkü Allah, İslam'a karşı suç işleyenler istemeseler de, Hak din olan İslam'ı güçlendirmek, bütün sistemlere egemen kılmak ve batılı/küfür ile şirki de silip ortadan kaldırmak için bunu istiyordu. (.......) (Bunlar), günahkarlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve batılı ortadan kaldırmak içindi. Burada, (.......) kavli, (.......) kavline veya mahzûf olan bir kavle müteallik bulunmaktadır. Bu mahzûf olanın takdiri ise şöyledir: “....Hak din olan İslam'ı güçlendirmek, bütün sistemlere egemen kılmak ve küfür ve şirki ortadan kaldırmak için bunu yaptı.” Mukadder olan kavil ya da ifade sonraya bırakılmıştır ki hususiyet veya aidiyet manası içersin. Yani: “Allah bunu sadece ve sadece bu ikisi için yaptı. Hakkı hâkim kılmak ve batılın da kökünü kazımak için.” Bu ikisinden biri İslam'ın sabitleştirilmesi, kökleştirilmesi ve hakim konuma getirilmesidir. İkincisi de her manadaki inkârcıliğin veya küfrün ortadan kaldırılıp yok edilmesidir. Bu konu esasen burada tekrar edilerek dile getiriliyor değil yani bir tekrar değildir. Çünkü ilki iki istek arasında bir açıklama veya açıklık getirme anlamında bir nahvi kuraldır. Halbuki bu âyette vurgulanmak istenen şey ise, Rabbimizin muradını, neden dolayı bunu istediği gerçeğini açıklamak içindir. Yani diğer kolay ve basit olanların yerine böylene zor ve silahlı bir güce dayananını Müslümanlar için tercih buyurması, Müslümanların güçlü olan düşmanlarına karşı zafer kazanmalarını sağlayacaklarını gerçekleştirmesi bakımındandır. Dolayısıyla, “Suç işleyenler istemeseler de” müşrik ve kâfirler bundan hoşlanmasalar da inananları onlara karşı zafere erdirmekle bunu ortaya koymayı istemektedir. 9Hatırlayın ki, Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diye karşılık verdi. (.......) Hatırlayın ki, Rabbinizden yardım istiyordunuz. Buradaki, (.......) kavli ya, (.......) kavlinden bedeldir ya da, (.......) kavline müteallik bulunmaktadır. İstiğase yani yardım ve medet istemek demek, Müslümanların, artık kesin olarak, müşriklerle savaşacaklarını öğrenmeleri üzerine Allah'a yakarmaya ve dua etmeye başlamaları demektir. Müslümanlar Allah'a şöyle yakanyorlardı: “Ey Rabbimiz! Düşmanına karşı bize zafer ver, bizi üstün kıl, bize yardım eyle! Ey zorda kalanların imdadına yetişen Rabbimiz, bize imdat eyle, yardımını gönder!” İstiğase demek, yukanda da işaret ettiğimiz gibi Yardım istemek, medet beklemek demektir. Yani zor bir durumdan veya arzulanmayan bir sondan kurtuluş istemektir. “Rabbiniz de duanızı kabul edip....” âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) demektir. “Peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim” Âyetteki, (.......) kavli, aslında (.......) dur. Ancak burada cer edatı hazf edilmiş ve, (.......) kavli de, (.......) olarak getirilmiş ve mahallen de mensûb kılınmıştır. Medine kırâat okulundan Nâfi ve Abu Cafer, (.......) kavlini (.......) harfinin fethasiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Bunun dışındakiler ise âyette görüldüğü gibi (.......) harfinin kesresiyle okumuşlardır. Kelimenin esre hareke ile, (.......) olarak okunması hâlinde, meleklerin başkalannı da arkalanna alıp gelmeleri manasınadır. Eğer, fetha yani üstün hareke ile, (.......) olarak okunursa bu takdirde de peşpeşe, art arda manasınadır. Yani bir meleğin ardi sıra bir diğeri geliyordu, demektir. Meselâ, (.......) denilince bu, tabi olmak, uymak manasınadır. Ancak, (.......) ise, birini terkisine almak, peşine takmak gibi manalara gelir. Yani, “Onu terkime aldım, peşime takıp getirdim” demektir. 10Allah bunu size sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Yoksa yardım yalnız Allah tarafındandır. Çünkü Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir. (.......) Allah bunu (meleklerle yardımı) sadece müjde olsun ve onunla kalbiniz yatışsın diye yapmıştı. Âyetteki, (.......) kavliyle, (.......) kavlinin ifade etmiş olduğu imdada ya da yardıma işaret olunmaktadır. Yani işte o yardım var ya,... (.......) işte yalnızca size zaferi bildiren sizin için bir müjdelemedir. (.......) Yani sizler azliğinız sebebiyle Allah'tan imdat dilediniz, O'na niyazda bulundunuz, dolayısıyla yüce Allah'ın melekleri yardımı aracıliğiyla sizin zafere erişeceğiniz bildirmesi sizin için bir zafer müjdesidir, sizin yatışıp huzur bulmanız içindir, bir de gönüllerinizi pekiştirmeye yöneliktir. (.......) “Zaten yardım yalnız Allah tarafındandır.” Yani zafere ermenizi sakın ola ki meleklerden sanmayın. Çünkü size de meleklere de asıl zafer, imkânını veren ve yardımda bulunan Allah'tır. Ya da: “Söz konusu yardım” sebepler arasından bir sebep olan ne melekler tarafından ve ne de başkalan tarafından “değil, yalnızca Allah katındandır.” Asıl yardıma kavuşan, Allah'ın kendilerine yardımda bulunduğu kimselerdir. Bedir savaşı sırasında meleklerin savaşa kâtilması konusunda farklı görüşler ortaya konulmuştur; buna göre ordugahın sağ tarafına Cebrâîl (aleyhisselâm) komutasındaki beş yüz melekle destekte bulunmuş bunlar arasında Hazret-i Ebû Bekir de bulunuyordu. Sol kanatta ise Mikâîl (aleyhisselâm) komutasında beş yüz melek ile takviyede bulunulmuş olup Hazret-i Ali de bunlar arasında idi. Meleklerin hepsi de insan suretinde ve hepsi de beyaz giysiler içerisinde idiler ve başlarında da beyaz sarıklar vardı. Sarıklarının uçlarını da iki omuzları arasında sarkıtmışlardı. İşte bu şekilde savaştılar. Nitekim sırf bu yüzden Ebû Cehil, İbn Mesut'a, “Bize, gelen bu darbeler ve vuruşmalar nereden geliyor? Çünkü ortada darbeleri vuran herhangi bir kimseyi göremiyoruz” demişti İbn Mesut ise: “Meleklerden gelmektedir” diye cevap verince, Ebû Cehil: “Asıl bizi yenenler onlar oldular, siz değilsiniz bizi yenenler” demişti. Bir diğer tefsire göre melekler savaşa kâtilmadılar. Sadece Müslümanların büyük bir güç ve ordu olduklarını, sayılarının kalabalık olduğunu göstermek ve mü’minleri de savaşta sebat etmelerini sağlamak için bulunuyorlardı/Aksi hâlde bütün dünyadakileri helâk etmeye tek bir melek de yeterlidir. (.......) Çünkü Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sâhibidir. 11O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanın pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için üzerinize gökten bir sü indiriyordu. (.......) O zaman katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu. Âyetteki, (.......) kavli, (.......) kavlinden ikinci bedeldir veya (.......) kelimesi ya da varsayıları (.......) ile mensûb kılınmıştır. Kırâat imâmlarından Medine okulu mensubu Nâfi, (.......) uyku manasınadır. Her iki kırâate göre de fâil Allah'tır. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr ise, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) ise mefulün lehtir. Yani; “Çünkü size Allah'tan bir güven olsun için uyutuluyordunuz” demektir. (.......) kelimesi güven ve emniyet anlamınadır. Yani güveniniz ve emniyetiniz için” demektir. Ya da bu kelime mastardır. Dolayısıyla bu, (.......) takdirindedir. Çünkü uyku korku endişesini önler ve ruhu dinlendirir. (.......) da, (.......) kavlinin sıfatıdır. Yani, “Allah tarafından sizin ortaya konulan bir güvence, bir huzur olsun içindir.” “Sizi, temizleyip arındırmak üzere bulutlardan üzerinize yağmur yağdırmıştı.” Kırâat imâmlarından Mekke ve Basra okulu mensupları, şeddeli olan, (.......) fiilini şeddesiz olarak tahfifi ile, (.......) diye okumuşlardır. Bunlar dışındakiler âyette görüldüğü gibi şeddeli olarak kırâat etmişlerdir. Âyette geçen, (.......) su kelimesi, yağmur demektir. “Ve böylece şeytanın endişe uyandıran vesvesesini sizden gidermek,” Şeytanın şu veya bu manada verdiği vesveselerden, onları susuz kalmakla veya ihtilam sebebiyle cünüplükle korkutmasını önlemek için... Çünkü ihtilam vb. gibi şeyler şeytandandır. Şeytan Müslümanlara; “siz böyle cünüp cünüp savaşırsanız, pis pis savaşı sürdürürseniz zafer elde edemezsiniz diye vesvese veriyordu. “Kalplerinizin pekişmesini, sabretmenizi sağlamak ve savaş alanında -su yani yağmur sayesinde- sağlam bir zemin üzerinde savaşmak imkânım vermek için yapıyordu.” Çünkü kumlar üzerinde ayaklar zeminde tam olarak tutunamıyor, zorlukla karşılaşıyorlardı. Yahut, (.......) yani pekiştirme ve bağlama ifadesiyle şu mana denmek isteniyordu: Eğer kalp ya da gönül bir konuda sabretmesini bilir ve bu sabır duygusu orada yerleşip gerçekleşirse, ayak da savaş alanlarında sağlam olarak yere basar ve oradan kaçmak akıllarına gelmez. 12O vakit Rabbin meleklere şu vahyi veriyordu: “Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi îman edenlere destek olun; ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına! Vurun onların bütün parmaklarına!.” (.......) Hani Rabbin meleklere. Yine burada da, (.......) kavli, (.......) kavlinden üçüncü bir bedeldir yahut da, (.......) fiiliyle mensûbtur. “Zafer ve yardımımla Ben sizinle beraberim. Savaşta mü’minlere destek olun ve onlara zafer müjdesini verin.” Melek adam suretinde ordu sıralarının önünde yürüyerek mücahitlere: “Müjdeler olsun, Allah size yardım edecek ve sizi zafere erdirecektir” diye sesleniyordu. (.......) kelimesi, kalbin veya yüreğin korkuyla dolması, korku sebebiyle hep huzursuz kalması demektir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Ali Kisâî, (.......) olarak okumuşlardır. “Vurun boyunlarını” Âyetteki vurma emri ya mü’minleredir veya meleklere yapılmıştır. Âyetin bu kısmı meleklerin de savaşa kâtildıklarının bir delili ve delilidir. (.......) Boyunlarının üzerinden vurmak ifadesiyle, düşmanın kafalarını uçurmak suretiyle savaşırı, acıma hissine kapılmayın, demektir. Veya bizzat bu ifade ile başlarını uçuran manası kasdolunmuştur. Çünkü boyunların üzerinde duran başlardır. Yani bununla şu noktaya dikkat çekilmektedir. Hemen ilk vuruşta öldürücü darbeyi indirin ki, yerlerinden hareket edemesinler, onlara canlanma, palazlanma fırsatını vermeyin ve öldürücü darbeyi öylene indirin ki, bir daha yerlerinden kalkamasmlar. “Ve vurun el ve ayak parmaklarının tamamını!” Âyette geçen, (.......) kelimesi parmaklar manasınadır. Bununla söylenmek istenen silah tutan parmaklardır. Aynı zamanda silah kullanmada hareket kabiliyetlerini ortadan kaldıracak olan el ve ayakların dan vurucu darbeyi indirin gerçeğine burada vurgu yapılmaktadır. Bununla kasdolunan şey, ister savaşan olsun, ister olmasın karşınıza çıkabilecek gücü vurun. Dolayısıyla bu, her iki hususu da bu manada cem etmiş olmaktadır. Allah da onlara bu ikisini de uygulamalarını kendilerine emrediyor. Bir başka ifadeyle darbe kimi zaman öldürücü olabilir, kimi zaman da olamayabilir. Dolayısıyla ister öldürücü olsu, ister olmasın her iki hâlde de darbe indirin, düşmana fırsat vermeyin, demektir. 13Bu söylenenler, onların Allah'a ve Resûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, bilsin ki Allah, azâbı çok şiddetlidir. (.......) Bu söylenenler, onların Allah'a ve Resûlüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Burada, (.......) işaret ismiyle, başlarına gelen darp ve öldürme olaylarına, hemen bu dünyada gördükleri cezâya işaret olunmaktadır. Bu kelime mübtedadır. Bunun haberi de, (.......) kavlidir. Yani onların başlarına gelen bu cezâ ve felâket, onların Allah ve Resûlüne karşı gelmeleri sebebiyledir. Âyette yer alan, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden türemedir. Çünkü her ikisine yani Allah ve Resûlüne olan düşmanlıkta bunlar Resûlüllah ile ona îman edenlerin karşısında yer alarak Allah'a isyan içine girdiler. Nitekim muadat ve muhaseme de bu manayadır. Yani karşılıklı düşmanlık ve çekişme de bu anlamdadır. Çünkü berikisi bir tarafta, ötekisi ise diğer tarafta yer alıyor demektir. “Kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse Allah, azâbı ve cezâlarıdırması şiddetli olandır.” Burada, (.......) işaret isminde yer alan (.......) harfi ile ya sadece Resûlüllahne bir hitaptır veya bu hitap her biri içindir. 14İşte bu gördüğünüz size Allah'ın azâbı! Şimdi onu tadın. Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azâbı vardır. (.......) İşte bu yenilgi size Allah'ın azâbı! Şimdilik onu tadın. Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azâbı vardır. Burada, (.......) işaret isminde yer alan (.......) harfiyle de yapılan hitap, iltifat yoluyla kafirleredir. Bu da ya, (.......) olarak mahailen merfûdur veya, (.......) olarak merfû' bulunmaktadır. (.......) kavlinin baş tarafında bulunan (.......) harfi, “İle, beraber” manalarınadır. Yani ileride kıyamet gününde göreceğiniz azap ile birlikte şimdilik ve hemen bu azâbı tadın” demektir. Burada zamîr yerine açık şekilde isim getirilmiştir. 15Ey îman edenler! Toplu ve güçlü hâlde olan bir kafir ordusuyla karşılaştığınız zaman, onların önünde bozguna uğrayıp, sırtınızı dönerek savaş yerini bırakıp kaçmayın. “Ey îman edenler! Toplu hâlde kafir ordusuyla karşılaştığınız zaman,” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kavlinden hâldir. Zahf kelimesi, fazlaliği ve çokluğu yüzünden oldukça kalabalık olan büyük ordu demektir. Aşırı kalabaliği sebebiyle âdeta sürüklenerek hareket eden bir bebek gibi yürüyüş hâlinde olan oldukça kalabalık sayıdaki bir topluluk ve ordu demektir. Yani nasıl ki bebek arka-arka yavaşça hareket ederse büyük kitleler hâlinde olan ordunun da hareketi buna benzetilmektedir. Dolayısıyla bu ifade mastar olan bu kelime ile adlarıdırılmış oldu. (.......) Onlara arkanızı dönmeyin, (korkup kaçmayın) Bozguna uğramış bir hâlde geri dönüp kaçmayın. Yani kendileriyle savaşmak üzere onlarla karşılaştığınız zaman, bırakın onların sayısına yakın bir asker sayısına sahip olmayı veya onlarınkine denk olmasını, kendi sayınız yanında onların sayılarını oldukça fazla ve üstün olarak görmüş olsanız bile, firar etmeyin, savaş alanını bırakıp kaçmayın. Yahut da (.......) kelimesi, mü'minlerden hâldir veya her iki guruptan da hâl olabilir. Yani; “Büyük bir kitle hâlinde onlarla karşılaştığınızda onlar oldukça kalabalık ve sizler az iseniz sakın arkanızı çevirip kaçmayın.” 16Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arkasını dönerse muhakkak ki o, Allah'ın gazâbını hak etmiş olarak döner. Onun varacağı yer cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir! (.......) Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara arka çevirirse; Burada geçen, (.......) kavli taktik gereği geri çekilerek, kaçar gibi yaparak ani bir hareketle ya da dönüşle yeniden ve daha ağır bir baskınla darbe vurmak demektir. Çünkü böyle bir geri çekilme taktiğiyle düşman karşısındakilerin bozguna uğradıkları kanısına kapılsın isteniyor ki, böylece en zayıf anlarında yeniden dönerek düşmanlarını vurabilsinler. İşte bu harp hilelerinden ya da taktiklerinden bir taktiktir. (.......) Bir başka İslam birliğine kâtilmak, içinde bulunduğu birliğin dışındaki bir birliğe takviye için aynlmak manasınadır. Bunların her ikisi de yani, (.......) ile (.......) kelimeleri (.......) kavlindeki failin zamîrinden hâldirler. “Muhakkak o Allah'ın gazâbını hak etmiş olarak döner. Onun yeri cehennemdir, varılacak yer olarak orası ne kötüdür.” Âyette yer alan, (.......) kelimesinin kalıbı, (.......) dir. Yoksa (.......) (Müteassıb gibi) değildir. Çünkü bu kelime kök itibariyle, (.......) den alınmadır. Ancak Mütefa'il kelimesinin binasından (.......) kelimesi alınmıştır, (.......) kelimesi değil. Mekke ehli savaşta kınlıp öldürüldüklerinde ve kendileri esir edildiklerinde, Müslümanlardan onları öldüren kimse övünerek ve böbürlenerek, “Ben onu öldürdüm, ben onu esir aldım” türünden sözler konuşuyorlardı. İşte bunun üzerine onlara hitaben Rabbimiz tarafından şöyle buyuruldu: 17Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü'minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı) Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (.......) (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; Âyette geçen, (.......) edatının başında bulunan Fe harfi mahzûf olan bir şartın cevâbıdır. Bu takdiri olarak şöyledir: “Eğer onları öldürmekle övünüp duruyorsanız, bilin ki onları siz öldürmediniz.'Fakat onları Allah öldürdü.'“ Çünkü Cebrâîl (aleyhisselâm), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e; “Yerden bir avuç toprak al da, onu müşriklerin üzerine savüruver” demişti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de dediği gibi toprağı alıp onların yüzlerine doğru savurdu. Diyor ki: “Hepsinin yüzleri gözleri toz toprak doldu.” Tek bir müşrik kalmaksızın hepsi de gözlerini temizlemekle ve tozları gidermekle meşgul olmaya başlamışlardı. Böylece hepsi bozguna uğrayıp yenildiler. (.......) Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Bak.-Taberi, Tefsîr; 9/205 406 Yani bizzat senin atıp serpmiş olduğun o toprağı gerçek anlamda sen atmadın. Çünkü onu sen atmış olsaydın, o atış, ancak bir beşerin ya da insanın atış gücü ne idiyse o kadar olur ve o oranda ulaşabildiği yere ulaşırdı ve o nispette etkisi olurdu. Fakat o Allah'ın atışı idi ki bu manada büyük bir etki yaparak onların bozguna uğramalarını sağladı. Bu âyette ayrıca şu gerçeğin de açıklaması bulunmaktadır; kulun fiili, ona kulun kesbi, elde ettiği olarak izafe edilirken, yüce Allah'a bu, Allah'ın yaratması olarak izafe edilmiş olmaktadır. Yoksa mesele Cebbiye ve Mu'tezile mezhebi mensuplarının ileri sürdükleri gibi değildir. Çünkü yüce Allah, “Attığın zaman” ifadesiyle fiilin kuldan olduğunu ifade ve ispat buyururken, daha sonra bunu ret ediyor ve bu işin Allah'a âit olduğunu “Fakat Allah atmıştır” buyurmakla kendisi adına ortaya koymuş oluyor. Kırâat imâmlarından İbri Âmir, Hamza ve Ali Kisâî, âyette geçen her iki (.......) edatını da tahfif ile yani şeddesiz olarak, (.......) ve (.......) olarak okumuşlardır. “Ve bunu üminleri güzel bir imtihan ve büyük nimetlerle denemek için yaptı.” İnananlara büyük ve güzel mükafatlar vermek için yaptı. Mü'minlere ihsanda bulunulması, iyilik yapılması işlenen ve yapılması gereken bir şey idi ki, işte yüce Allah da bunu bunun için yaptı. “Şüphesiz Allah işiten ve bilendir.” 18Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kafirlerin tuzağını bozar. (.......) Bu böyledir. Şüphesiz Allah, kafirlerin tuzağını bozar. Âyette geçen, (.......) işaret ismi ile o güzel nimetlere, denemeye işaret olunmaktadır. Bu mahallen merfûdur. Yani, “Bu şeylerden maksat ya da murat işte bunlardır” demektir. (.......) kavli ise, (.......) işaret ismine ma'tûf bulunmaktadır. Maksat mü’minlerin denenmesi ve kâfirlerin de tuzaklarının boşa çıkanlmasıdır. Hafs dışında Şam ve Kufe kırâat okulu mensupları âyette geçen, (.......) kelimesini, aynen âyette olduğu gibi okumuşlardır. Bunlardan başkalan ise (.......) diye okumuşlardır. 19(Ey kâfirler!) Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi. Ve eğer (inkardan) vazgeçerseniz bu sizin için daha iyidir. Yine (düşmanlığa) dönerseniz, biz de (ona) yardıma döneriz. Topluluğunuz çok bile olsa, sizden hiçbir şeyi savamaz. Çünkü Allah mü'minlerle beraberdir. (.......) (Ey kâfirler!) Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi, (yenelim derken yenildiniz) Eğer amacınız zafer ve fetih kazanmaksa işte bu sizin aleyhinizde olarak Müslümanların lehine gerçekleşmiş oldu. Esasen bu hitap Mekkeli Müşriklere yönelik bir hitaptır. Çünkü Mekke halkı toplu hâlde Resûlüllahne karşı savaşa çıkmaya karar verdikleri zaman, Kâ'be'nin örtüsüne asılarak yüce Allah'a şöyle yakarmışlardı: “Allah'ım! Eğer Muhammed hak yolda ve hak üzere ise ona yardım et, zaferi ona nasip eyle. Eğer Biz hak üzere isek zaferi bize ver, bize yardım eyle!” Bir başka tefsire göre ise, “Eğer zafer ve fetih istiyorsanız” hitabı mü’minler içindir. “Eğer vazgeçerseniz” hitabı da kâfirleredir. “Eğer vazgeçerseniz bu sizin için her iki dünya açısından daha hayırlıdır.” “Eğer yeniden Müslümanlarla savaşmaya kalkışırsanız, biz de onların size karşı zafer kazanmalarını yeniden sağlarız.” Tekrar onlarla savaşırsanız, biz de sizin aleyhinizde sonuçlanmak üzere tekrar onlara yardım ederiz. “Sizin topluluğunuz ve ordunuz -sayıca- ne kadar çok ve ne kadar güçlü de olsa size asla bir şey sağlayamaz. Şüphesiz Allah mü’minlerle beraberdir.” Kırâat imâmlarından Medine ve Şam okulu mensuplarıyla Hafs, (.......)edatını âyette görüldüğü gibi fetha hareke ile okumuşlardır. Yani bu, (.......) demektir ki manası şöyledir: “Çünkü Allah yardımıyla inananlarla beraberdir. Nitekim bu da gerçekleşmiştir.” Bunlar dışındaki kırâat imâmları ise kesre ile yani esreli olarak, (.......) diye okumuşlardır. Abdullah ibn Mes'ud'un, (.......) kırâati bunu teyid etmektedir. 20Ey îman edenler! Allah'a ve Resûlüne itâat edin, işittiğiniz hâlde O'ndan yüz çevirmeyin. (.......) Ey îman edenler! Allah'a ve Resûlü'ne itâat edin, işittiğiniz hâlde O'ndan yüz çevirmeyin. Âyette geçen, (.......) kavli, Resûlüllahnden yüz çevirmeyin demektir. Çünkü bunun manası Allah'ın Resûlüne itâat edin demektir. Bu, âdeta Rabbimizin şu kavlinde geçtiği gibidir. Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Resûlünü râzı etmeleri daha doğrudur.” (Tevbe, 62) Çünkü Allah'a itâat ile Resûlüllahne itâat aynı şeydir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Kim Resûlüllahne itâat ederse gerçekte Allah'a itâat etmiş olur.” (Nisa, 80) Âyetteki zamîr Allah ve Resûlüne birden râci olduğu gibi ikisinden birine râci olması da doğrudur. Meselâ, “İhsan ve icmalin her ikisi de filân kimse için bir yarar sağlamaz” cümlesindeki ifade gibi. Çünkü “İhsan ve İcmal” mana bakımından aynıdır. Yahut zamîr itâat emrine râcidir. Yani, “Bu ve benzeri emirlerden yüz çevirmeyin” demektir. (.......) aslında (.......)demektir. Kelimenin iki (.......) Te harfinden biri tahfif maksadıyla hazfedilmiştir. (.......) kavli, (.......) demektir, yani, “Halbuki siz onu işitiyorsunuz.” Manasınadır. Ya da: “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den'yüz çevirmeyin, onu dinleyip durduğunuz hâlde'onun emrine karşı çıkmayın, ona muhalefet etmeyin” demektir. Yani siz onu tasdik ediyor ve doğruluyorsunuz. Çünkü sizler mü’min kimselersiniz. Yoksa sizler yalancı kâfirlerden olan sağırlar gibi değilsiniz. 21İşitmedikleri hâlde işittik diyenler gibi olmayın. (.......) İşitmedikleri hâlde işittik diyenler gibi olmayın. Yani işittik ve dinledik iddiasında bulunanlar gibi., bunlar da iki yüzlü münâfıklarla kitap ehlidirler. Çünkü bunlar dinlediklerini doğrulamamışlar, kabul etmemişlerdir. Dolayısıyla bunlar da hüküm itibariyle tıpkı dinlememiş olanlar gibidirler. Âyetin manası şöyledir: “Şüphesiz sizler Kur'ân'ı ve peygamberliği tasdik edip doğruluyorsunuz. Ancak ganimetlerin bölüştürülmesi ve daha başka kimi konularda Resûlüllahne itâat etmekten yüz çevirdiğiniz zaman, dolayısıyla sizin işittik veya dinledik demenizin durumu tıpkı hiç dinlememiş veya işitmemiş olan imansızların durumuna daha çok benzemektedir. Yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır: 22Çünkü Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. (.......) Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. Şüphesiz yeryüzünde debelenip duran canlıların en kötüsü hayvanlardır. Hayvanlar içerisinde de en kötüleri hakkı dinlemekten sağırlaşıp onu anlamayan ve akletmeyenlerdir. Yüce Allah böyle kimseleri de hayvan cinsinden olarak değerlendirmektedir ve daha sonra da hayvanlar içerisinde en kötüleri olarak sunmaktadır. Çünkü bunlar gerçeği anladıktan sonra sırf inat olsun diye sırt çevirmişler ve hakikati kavradıktan sonra da büyüklük taslamışlardır. 23Allah onlarda bir ayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi. (.......) Allah onlarda bir ayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Elbette onları, tıpkı doğrulayıp kabul edenlerin dinledikleri gibi dinleyip doğrulayanlardan kılardı. (.......) Fakat işittirseydi bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi. Eğer onlara duyursaydı ve onlar da tasdik edip doğrulasalardı, bundan sonra kesinlikle dinden dönerlerdi, irtidat ederlerdi ve doğru yolda gitmezlerdi, buna rağmen îman etmekten yüz çevirip kaçarlardı. 24Ey mü’minler! Sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne icabet edin. Ve bilin ki, gerçekten Allah kişi ile onun kalbinin arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız. Ey mü’minler! Hayat yerecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Bundan önce nasıl ki zamîr müfret olarak getirilmişse bura da yine müfret olarak getirilmiştir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne icabet etmek demek yüce Allah'ın emirlerine icabet etmek demektir. Burada geçen icabetten ya da kâtilmaktan murat; itâat etmek, emirlerine bağlı kalmak demektir. Davetten murat,ise; teşvik ve özendirme, harekete geçirme demektir. (.......) kavliyle de din ile alâkalı kişiye hayat verecek ilimlere çağrıda bulunmaktır! Çünkü ilim yani bilgi hayattır, dirilmedir. Nitekim cehalet yani bilgisizlik de ölüm demektir. Hatta bu konuda bir şâir şöyle sesleniyor: Sakın yanıltmasın seni câhilin kılık kıyafeti Çünkü o kefenidir kendisi de içinde bir mevta. Yahut hayat verecek olan şey, kâfirlerle cihat etmektir, savaşmaktır.. Çünkü mü’minlerin cihadı bırakmaları hâlinde kesinlikle kâfirler onları yenerler ve öldürürler. Veya şahadete yani şehit olmaya çağırdığı zaman derhal kâtilın dâvetine, demektir. Çünkü yüce Allah bir âyette şöyle buyurmaktadır: “.... Aksine onlar Rableri katında diridirler.” (Al-i İmran,169) “İyi bilin ki Allah, kişiyle kalbinin dilek ve arzuları arasına girer.” Yani kalbini öldürür. Böylece elde etmiş olduğu fırsatları değerlendirmeyip kaçmr. Halbuki bu gibi şeyler ancak insanın “İçten olması, samimi ve ihlas sâhibi olmasıyla sağlanır. Öyleyse bu fırsatları birer ganimet olarak değerlendirin. İçtenlikle ve gönülden Allah ve Resûlüne itaate kalplerinizi açın ve itâat edin. Yani kişiyle gönlünün bü dünya hayatının uzun emelleri arasında istediklerinin arasına girer. Böylece bütün gayretlerini boşa çıkarır. “Ve iyi bilin ki sonunda siz dönüp kıyamet gününde O'nun huzurunda toplanacaksınız.” Biliniz ki Allah'ın huzurunda toplanacaksınız ve Allah sizi kalplerinizin sağlıklı durumuna ve Allah'a olan itaatinizdeki ihlasâ göre değerlendirip ödüllendirecektir. 25Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnızca zulmedenlere dokunmakla kalmaz. Biliniz ki, Allah'ın azâbı şiddetlidir. (.......) Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sâdece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder) Emrin cevabı olan kelimeye tekit nunun gelmesi de câizdir. Çünkü onda nehiy yani yasaklama manası bulunmaktadır. Meselâ; “Hayvandan in ki seni düşürmesin.” Manasında olan, (.......) denmesi uygun olduğu gibi, aynı zamanda, (.......) denmesi de câizdir.. (.......) zamîrinde yer alan, (.......) edatı tab'îz içindir. Yani bir kısmı, bazısı manalarına gelir. “İyi bilin ki şüphesiz Allah’ın azâbı şiddetlidir.” 26Düşünün ki, bir zaman siz yeryüzünde âciz tanınan bir azınlıktınız; insanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz da şükredesiniz diye Allah size yer yurt verdi; yardımıyla sizi destekledi ve size temizlerinden rızıklar verdi. (.......) Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde âciz tanınan az (bir toplum) idiniz; Âyette geçen, (.......) kelimesi zarf değil mefulü bihtir. Yani; “ Yani sizin sayıca az, ezilmiş ve horlanmış olduğunuz vakti bir hatırlayın.” Yine âyette geçen, (.......) kavliyle de hicretten önceki Mekke kast olunmaktadır. Bu dönemde Mekke müşrikleri yani Kureyş sizi aşağılıyor, küçümsüyor ve eziyordu. (.......) İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Çünkü orada insanlar size karşı düşman idiler ve karşınızda yer alıyorlardı. (.......) Şükredesiniz diye Allah size yer yurt verdi; yardımıyla sizi destekledi. Ensar’ın yardımı ve meleklerin de Bedir savaşırıda yardımınıza yetişmesiyle size destek ve güç verdi. (.......) Ve size temizinden rızıklar verdi. 27Ey îman edenler! Allah'a ve Rasûlüne hıyanet etmeyin; bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. (.......) Ey îman edenler! Allah'a ve Peygambere hainlik etmeyin; Allah'ın farz kıldığı hükümleri hiçe sayarak, Resûlünün de uygulamalarına uymayarak hainlik etmeyin. (.......) (Sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. Çünkü aranızdaki bu emanetleri korumakla sorumlu idiniz. Onlara riayetsizlik ederek ihanet içine girmeyin. Zira diğerlerine bağlı olarak bu manada da bir hainlikte bulunmayın, bunun vebali de size âit olur. Ya da (.......) kavli, “Siz hainlik ettiğinizi bile bile” demektir. Yani, böyle bir hainliği herhangi bir yanılgı sonucu değil, bilerek ve kasten işleyerek, manasınadır. Yahut da bunun manası şöyledir: “Siz iyi ve güzelin iyi ve güzel olduğunu, kötü ve çirkinin de kötü ve çirkin olduğunu bilen ilim sâhibi kimseler olduğunuz hâlde hainlikte bulunmayın.” Havn kelimesinin manası, eksiklik demektir. Nitekim, Vefa kelimesi de tam olan, eksik olmayan demektir. Hatta bir şeyin eksik yapılması hâlinde, (.......) denir ki bu, “Sen ona ihanet ettin, o şeyi tam yapmadın, eksik yaptın” anlamındadır. Daha sonra bu kelime emanet ve vefanın karşıtı yani zıddı anlamında kullanıla geldi. Çünkü sen bir kimseye ihanet ettiğin takdirde, o konuda veya o şeyde ona bir eksiklik getirmiş olmaktasın. Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunması sebebiyle meczumdur. 28Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat ise Allah'ın yanındadır. (.......) Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir. Yani fitneye düşmeye bir sebeptir. Bu ise günah demektir, azap demektir. Ya'da sizi imtihan etmesi için Allah tarafından bir deneme olup, acaba Allah'ın koymuş olduğu sınırları hangi ölçülerde koruyup korumadığınızı sınamaktadır. (.......) Ve büyük mükâfat Allah'ın katındadır. O hâlde sizin göreviniz bu büyük ecri istemekte hırslı ve kararlı olmanız gerekmektedir. Bu manada dünyaya değer vermemeniz, kendinizi dünyaya kaptırmamanız icabeder. Dünyalık edineceğim diye kendini buna kaptırmamalısm ve aynı zamanda çocuk sevgisi seni Allah'ın emirlerini çiğnemeye de götürmesin. 29Ey îman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız o, size hak ile batılı ayırtedecek bir anlayış verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sâhibidir. (.......) Ey îman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız o, size iyi ile kötüyü ayırtedecek bir anlayış verir, Âyette geçen, (.......) kelimesi yardım ve ayırdetme demektir. Çünkü insan bu sayede hak ile küfrü birbirinden ayırabilir ve bu sayede küfür taraftarlarının bozguna uğramalarını, zelil kılınmalarını sağlar. Yine bu sayede İslam'ı ve taraftarlarını yani Müslümanları da güçlü, üstün ve Azîz kılar. Onların seslerinin ve eserlerinin ya da tesirlerinin bütün dünyaya yayılmasını, etkisinin görülmesini de sağlar. Meselâ; “Setaa'l-Furkân” denilince yani tan ağardı, gün ışıdı, sabah gözükmeye başladı gibi manalara gelir. Ya da bu, şüphelerden annıp kurtulmak, çıkmak manasınadır. Gönüllerin gerçeğe ve hakikate açılması demektir. Yahut da sizinle diğer din taraftarları arasındaki ayırt edici özelliğin, üstünlüğün ve meziyetin hem bu dünyada ve hem âhirette öne çıkması, açıkça hak olduğunun bilinmesidir. (.......) Suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Sizin küçük günahlarınızı örter, görmezlikten gelir ve büyük günahlarınızı da bağışlar. (.......) Çünkü Allah büyük lütuf sâhibidir. Kullarının günahlarını bağışlar. 30(Ey Peygamber!) Hatırla, hani o kâfirler Mekke'de senin elini kolunu bağlayıp hapsetmek veya seni öldürmek yahut da seni sürgün etmek için aleyhinde çeşitli tuzaklar kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da onların tüm tuzaklarını geçersiz kılıyordu. Çünkü Allah bütün tuzak kuranların tuzaklarını en iyi şekilde boşa çıkarandır. (.......) (Ey Peygamber!) Hatırla, hani o kâfirler Mekke'de senin elini kolunu bağlayıp hapsetmek veya seni öldürmek yahut da seni sürgün etmek için aleyhinde çeşitli tuzaklar kuruyorlardı. Yüce Allah, Resûlü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Mekke'nin fethini nasip kılınca. Kendisine Mekke'de bulunduğu sırada Kureyş'in kendisi için başvurdukları tuzak yollarını hatırlatıyor. Bu şekildeki bir hatırlatma ile, yüce Allah'ın kendisini ve inananları müşrik ve kafirlerin tuzaklarından kurtarıp kolladığı ve onlar üzerine egemen duruma getirdiği için şükretsinler istiyor. Dolayısıyla âyetin manası şöyle olmaktadır: “Sana tuzak kurduklarını bir hatırla hele!” Bunun sebebi ise, Medine'nin yerlileri olan ve Ensar diye adlarıdırıları kimseler İslam dinini kabul edince, Kureyş toplumu bundan böyle işlerinin zorlaşacağından korkup endişe duyar oldular. Bu endişe ve korkuları sebebiyle Dâru'n-Nedve denilen küfür ve nifak meclisinde toplarııp bir araya geldiler. Burada Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in durumu hakkında görüşmeye ve bir sonuç elde etmeye başladılar. Derken tam bu sırada İblîs denen şeytan yaşlı bir kişi suretinde kilık değiştirerek aralânna kâtildı ve söze şöyle başladı: “Ben Necid bölgesinde oturan gün görmüş bir kimseyim. Mekke'ye gelmiştim. Sizin buradaki toplarıtınızı haber aldım, istedim ki ben de aranızda bulunayım. Dileğim o ki herhâlde benim görüşüme ve öğütlerime de başvurmanızı benden esirgemezsiniz.” Bu arada Ebul Buhteri söz aldı ve şöyle konuştu: “Bana göre onu tutuklayıp hapse atmalısınız, bir evde gözetim altında tutmalısınız. Haps edildiği bina içerisinde onu sıkı sıkıya bağlayıp kapısını da üzerine örmelisiniz. Sadece yiyecek ve içeceğini vermek için bir aralık bırakmalısınız. Sonra da onu zamanın felaketlerine uğraması için beklemelisiniz” İblîs bunun üzerine: “Bu ne kötü bir görüş! Yani adamı ölüme terk edeceksiniz. Bunu gören yakınları da onu kurtarmak için gelip sizinle savaşacak ve onu kurtaracaklardır. Bu, görüş yerinde değildir” dedi. Bu defa Hişam İbn Amr söz aldı ve oda şöyle konuştu: “Bana göre onu bir devenin üzerine yükleyip böylece onu aramızdan atıp ülke dışına zorla çıkararak sürgün etmeliyiz. Dolayısıyla yaptığı şey sebebiyle size zarar veremez ve bundan böyle huzura kavuşmuş olursunuz.” İblîs tekrar devreye girdi ve: “Ne kötü görüş, adamı ülke dışına ata-, caksmız, bu defa sizden başka bir toplumu yoldan çıkaracak ve onları arkasına alarak size karşı savaşacak değil mi? Bu kabul olunacak bir görüş değildir” diye karşı çıktı. İşte bu noktada Ebû Cehil (Allah'ın lâneti üzerine olsun) söz aldı ve: “Benim görüşüm şudur. Hemen her kabileden ya_ da boydan birer adam alalım ve ellerine birer kılıç verelim, hepsi birlikte onun üzerine saldmp tek bir adamın darbesi veya vuruşu imiş gibi bir darbeyle öldürelim. Böylece kâtilin diyetini de buna kâtiları kabileler arasında bölüştürelim. Çünkü böyle olması hâlinde Haşim oğulları Kureyş'in bütün kabileleriyle savaşmayı göze alanazlar ve diyet isterler. Biz de bu diyeti aramızda akile olarak toplar ve kendilerine öderiz, sonunda kurtulmuş, oluruz” dedi. Lânet olası İblîs hemen: “Bu genç güzel ve doğru söyler, şüphesiz aranızda en isabetli görüşü o ortaya koydu” deyince, cinayet meclisinde toplarıanlar Ebû Cehil'in görüşü üzerinde karar kıldılar ve birlikte Resûlüllahnü öldürmeye karar verdiler. İşte bu durumu Cebrâîl (aleyhisselâm) Allah'ın emriyle Resûlüllah (sâv)’e bildirdi ve kendisine bu gece yatağında uyumamasını emretti. Allah da Resûlünün hicret etmesine artık izin verdi. Bütün bu gelişen durumlar üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'ye yatağında yatınası için gereken talimatı verdi. Hazret-i Ali de gidip onun yatağında yattı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'ye: “Git benin yatağımda uyu ve benim yorganımı sartl ve böylece yatağıma uzan. Korkma, hoşlanmayacağın hiçbir şey sana onlardan ulaşmayacaktır” dedi. Bütün düşmanlar bir gece boyu onu orada bekleyip durdular. Sabah olunca hemen Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yatağı üzerine abandılar. Bir de ne baksınlar, karşılarındaki Hazret-i Ali. Buna hep şaşırıp kaldılar. Bunun üzerine izini sürmeye başladılar. Böylece yüce Allah onların tüm çabalarını boşa çıkardı. Kurdukları tuzaklarını geçersiz kıldı. (.......) Seni hapsetmeleri ve bağlamaları, tutuklamaları için. “Onlar tuzak kurarlarken Allah da onların tüm tuzaklarını geçersiz kılıyordu.” Pları ve tuzaklarını gizlerlerken Allah da onlar için hazırladıklarını ve ansızın onlara yapacağını yapması için gizliyordu. “Çünkü Allah, bütün tuzak kuranların tuzaklarını en iyi şekilde boşa çıkarandır.” Yani Allah öylene bir tuzak hazırlar ki tüm tuzaklardan daha etkin ve daha sonuç getiricidir. Etki bakımından Allah'ın ortaya koyduğunun üzerinde etkili olanını bulamazsın, göremezsin. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara Kur'ân okuyor, okuduklarıyla onlara geçmiş toplumlara âit haberleri hatırlatıyordu. İşte yine böyle bir sırada Nadr İbn Haris: “Eğer istersen ben de mutlaka senin bu söylediğinin benzerini kesinlikle söylerdim” dedi. Çünkü bu adam İran/Fars bölgesinden geliyordu ve elinde de Rüstem'in ve Arap olmayanlarla alâkalı haberlerin yer aldığı bir takım hikâyeler vardı. İşte aşağıdaki âyet bu olay üzerime nâzil olmuştur. 31O müşriklere âyetlerimiz ulaştırılıp okununca; onlar şöyle dediler: “Biz bu okuduklarını daha önceden de işitmiştik, eğer istesek buna benzer sözler düzmeyi biz de kesinlikle başarabiliriz. Kaldı ki bu (Kur'ân,) geçmiş toplumlara dair efsanelerden başka bir şey değildir.” “O müşriklere âyetlerimiz okununca, onlar şöyle dediler:” Yani Kur'ân okununca,... “Biz bu okuduklarını daha önceden de işitmiştik. Eğer istesek buna benzer sözler düzmeyi biz de kesinlikle başarabiliriz. Kaldı ki bu Kur'ân, geçmiş toplumlara dair efsanelerden başka bir şey değildir.” Aslında onların bu şekilde konuşmaları kibir ve gururları sebebiyle bir bakıma hadlerini aşmaktır, bir hayasızlık ve utanmazlık örneğidir. Çünkü daha önce kendileri bu Kur'ân’ın tek bir suresinin benzerini meydana getirmeye çağmlmışlar ve fakat bunu bile getirememişlerdi. 32(Ey Resûlüm Muhammed!) Yine hatırla! Hani müşrikler demişlerdi ki: “Allah'ım! Eğer bu (Kur'ân), senin katından gönderilen hak bir kitap ise, derhal üstümüze gökten taş yağdır veya bizi bir başka acıklı ve şiddetli azap ile cezâlarıdır.” “(Ey Resûlüm Muhammed!) Yine hatırla! Hani müşrikler demişlerdi ki: “Allah'ım! Eğer bu (Kur'ân), senin katından gönderilen hak bir kitap ise,” Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin ismidir. (.......) kelimesi de fasl zamîridir. (.......) kelimesi de (.......) kelimesinin/fiilinin haberidir. Rivâyete göre Nadr İbn Haris: “Bu Kur'ân, geçmiş toplumlara dair efsanelerden başka bir şey değildir” deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu şöyle tersler: “Yazıklar olsun sana. Bu, Allah'ın kelamıdır.” Bunun üzerine Nadr İbn Haris başırıı göğe doğru kaldırarak şöyle der: “Derhal üstümüze gökten taş yağdır” Yani Kur'ân hak bir kitap ise, bunu inkâr etmemizden dolayı, tıpkı Ashâb-ı Fiil'i cezâlarıdırdığın gibi bizi de pişirilmiş tuğladan taşlarla cezâlarıdır. “Veya bizi bir başka acıklı ve şiddetli azap ile cezâlarıdır.” Yani acıklı azap türlerinden başka bir azap türü ile cezâlarıdır. Dolayısıyla bu şahıs Bedir savaşırıda yakalanıp bu şekilde tutuklarııp öldürüldü. Muâviye'den gelen rivâyete göre; kendisi Sebe'halkından birine, “Senin mensubu bulunduğun toplumun ne kadar da câhil ve bilgisiz bir toplum imiş. Çünkü onlar hükümdar olarak bir kadını, Belkıs'ı başlarına geçirmişlerdi” diye aşağılayınca, adam da Muâviye'ye şu karşılığı vermiştir: “Aslında benim mensubu bulunduğum kavmimden senin mensubu olduğun kavim cehalet ve bilgisizlikte çok daha öndedir. Çünkü Resûlüllah kendilerini Hakka davet ettiği zaman onlar: Allah'ım! Eğer Muhammed'in bize okuduğu bu Kur'ân, senin katından gönderilen hak bir kitap ise, derhal üstümüze gökten taş yağdır veya bizi bir başka şiddetli azapla cezâlarıdır.'“Karşılığım vermişler ve fakat;'Eğer bu Kur'ân hak bir kitap ise bizi ona yönelt'dememişlerdi.” 33Halbuki sen onların içlerinde bulunduğun müddetçe Allah onlara azap edecek değildir. Yine onlar Allah'tan mağfiret diledikleri sürece de Allah onları ortadan kaldıracak bir azap ile cezâlarıdıracak değildir. “Halbuki sen onların içlerin de bulunduğun müddetçe Allah senin kavmini tümüyle yok edecek şekilde azap edecek değildir.” Âyetteki, (.......) kelimesinin başında bulunan Lam harfi manadaki olumsuzluğu daha da pekiştirmek içindir. Bu itibarla bu, şu manaya gelmektedir: “Sen onların aralarında iken Allah'ın onları azaplarıdırması doğru değildir. Çünkü sen âlemlere rahmet olarak gönderildin. Dolayısıyla Allah'ın sünneti gereği, peygamberleri aralarında yaşadığı müddetçe, o peygamberin kavminin kökü kazınacak şekilde bir azap ile cezâlarıdırılmamasıdır.” İşte burada aynı zamanda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların aralarından hicret ederek aynlmasıyla, kavminin bir azap beklentisi içerisinde olduklarına da bir bakıma işaret edilmiş bulunmaktadır. “Yine onlar Allah'tan mağfiret diledikleri sürece de Allah onları ortadan kaldıracak bir azap ile cezâlarıdıracak değildir.” Burada geçen, (.......) kavli hâl olarak gelmiştir. Bunun manası ise, bu kimselerin mağfiret dilemeyeceklerini, onlardan böyle bir durumun olmayacağını belirtmiş olmasıdır. Yani: “Eğer bunlar îman ederek küfürden vazgeçip mağfiret dilemiş olsalardı, kesinlikle Allah onlara azap etmeyecektir” manasınadır. Ya da bunun manası şöyledir: “İçlerinde mağfiret dileyenler bulunduğu müddetçe -ki bunlar Resulullah'ın hicretinden sonra Mekke'de kalan güçsüz ve imkanları olmayan ve müstazaf denilen Müslümanlardır-, Allah kendilerine azap edecek değildir.” 34O müşrikler Mescid-i Harâm'ın gerçek sahipleri olmadıkları hâlde mü’minleri Mescid-i Harâm'a girmekten menederlerken neden onları Allah cezâlarıdırmasın ki? Şüphesiz oranın gerçek sahipleri ancak Allah'tan korkanlardır. Onların çoğu bu gerçeği bilmezler. “O müşrikler Mescid-i Harâm'ın gerçek sâhibi bulunmadıkları hâlde mü’minleri Mescid-i Harâm'a girmekten menederlerken neden onları Allah cezâlarıdırmasın ki?” Yani sen onların arasında iken Allah onları cezâlarıdıracak değildir. Sen onların arasından aynlınca ancak Allah onları azâbıyla cezâlarıdıracaktır. Dolayısıyla onlar, inananları Mescid-i Harâm'dan menettikleri hâlde ne diye Allah onları neden azaplarıdırmasm ki? Nitekim bu müşrikleri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i Hûdeybiye yılında oradan menetmişlerdi. Bunun yanında müşriklerin Resûlüllah ile mü’minleri oradan çıkarıp sürmeleri de bir başka engelleme ve giriş yasağı olayıdır. Çünkü Mekke müşrikleri şöyle diyorlardı: “Beytin ve Harem'in gerçek sahip ve idarecileri bizleriz. Bu itibarla biz buraya giriş için dilediklerimize izin verir, istediklerimizi de sokmayız.” Bir başka tefsire göre, (.......) kavli şu demektir: “Bunlar Allah'a şirk koştukları ve Allah'ın dinine karşı düşmanlıkta bulundukları hâlde, bu kimselerin Hareni ile alâkalı işlere bakma hakları olmadığı gibi bunu üzerinde idareci olma, sahip olma ve yetki kullanma hakları da yoktur.” “Şüphesiz oranın gerçek sahipleri muttakilerdir.” Yani Müslümanların içinden buna ehil olanlardır. Bir tefsire göre her iki zamîr de, Allah'a râcidir. “Fakat onların çoğu bu gerçeği bilmezler.” Sanki burada, (.......) kavliyle az sayıda bilen ye fakat inat edip direnenleri bir aymma tabi tutuyor, istisna ediyor gibidir. Yahut da, nasıl ki azlık yani kıllet ifadesiyle bir şeyin yok hükmünde sayılması murat olunuyorsa burada da (.......).-kavliyle hepsini murat etmektedir, diye de tefsir edilmiştir. Çünkü ekseriyeti demekle, ona çoğunluğun hükmü yüklenmiş olmakta ve bu itibarla da az olanın bir hükmü olmamakta ve yok mesabesinde değerlendirilmektedir. 35(O müşriklerin) Kâ'be yanındaki dua ye ibâdetleri ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey kâfirler!) Öyleyse inkâr edip yalanladığınız şeylerden dolayı tadın azâbı. “(O müşriklerin) Kâ'be yanındaki dua ve ibâdetleri ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değildir.” Âyette geçen, (.......) kelimesi ıslık çalmak manasınadır. Bu âdeta çoban aldatan kuşun sesine/ötüşüne benzer bir sestir. Çünkü Mükka'çoban aldatan kuş demektir. Bu, hoş sesli bir kuştur. Kelime kök itibariyle “kökünden alınmadır. Bu ise ıslık çalmak anlamındadır. (.......) kelimesi (.......) kalıbında gelmiştir. (.......) kelimesi de el çırpmak anlamındadır ve (.......) kalıbında gelmiştir. Kelime kök itibariyle, “es-Sada” kökünden türemedir. Bilindiği gibi bazı müşrikler Beytullah'ı çırılçıplak bir hâlde tavaf ediyorlardı. Bu sırada parmaklarını birbirine birleştirerek böylece bunlarla ıslık çalıyor, parmaklarına üflemek suretiyle sesler çıkan yor ve alkış tutuyorlardı. İşte müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazda Kur'ân okurlarken bu tür davranışlar sergileyerek okumasını zorlaştırıyor, namazda şaşırmasını istiyorlardı. “Öyleyse inkâr edip yalanladığınız şeylerden dolayı tadın azâbı.” Dünyada Bedir savaşırıda görüldüğü gibi öldürülmek ve esir edilmek suretiyle tadın azâbı. Âhirette ise ayrıca cehennem azâbını tadacaksınız. Şimdi aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet, Bedir savaşı sırasında hemen hepsi de Kureyş'ten olan oniki kişinin kendi müşrik ordularına ve adamlarına yemek çıkarmaları ve yedirmeleri üzerine nâzil olmuştur. Bunlardan her biri her gün için on deve kesip yediriyor 1 ardı. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: 36Gerçek şu ki kâfirler insanları, Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcıyorlar. Onlar bu imkanlarını yine de hep harcarlar. Sonunda onlar amaçlarına ulaşamayacaklarından bu harcamaları, onların yüreğinde derin bir acı ve pişmanlık doğuracaktır. En sonunda da hesapları görülecektir. Küfürlerinde ısrar edenler de işlediklerinin cezâsını bulmak için cehennem ateşinde toplanacaklardır. “Gerçek şu ki, kâfirler insanları Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar.” Yani kâfirlerin mal varlıklarını ortaya koyup harcamalarının yegane sebebi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e uyanları, ona uymaktan menetmek ve buna engel olmaktır. Bu ise bizzat Allah'ın yolunu, manasınadır. “ “Onlar bu mallarını hep harcayacaklar, sonunda bu harcamaları, onların yüreğinde derin bir acı ve pişmanlık doğuracaktır, en sonunda hesapları görülecektir.” Yani onların yaptıkları bu harcamaları nihâyetinde kendilerine pişmanlık getirecek ve yüreklerinde derin bir acı bırakacaktır. âdeta bizzat o harcamanın kendisi bir pişmanlık nedenidir ve bu da sonunda bir acıya, derin bir üzüntüye dönüşecektir. Ancak işin sonunda onlar yine de yenilgiyi tadacaklar, onların değişmez akıbeti yenilgi olacaktır. Şüphesiz bu gerçek de peygamberliği gösteren delillerden biridir. Çünkü Hz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz kâfirler yenilgiyi tatmadan önce onların yenileceklerini haber vermektedir. Nitekim olay Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in haber verdiği gibi de gerçekleşmiştir. (.......) Bunlardan kafir olup “Küfürlerinde ısrar edenler de işlediklerinin cezâsını bulmak için cehennem ateşinde toplanacaklardır.” Onlardan küfürlerinde ısrar edenler ifadesiyle daha sonra Müslümanliği kabul eden ve güzel bir şekilde İslam'ı yaşayanlar bunlardan aynlmış bulunmaktadır. 37Allah'ın böyle yapması, murdar olan (kafir) ile temiz olan mü’mini birbirinden ayırsın diyedir. Bir de murdar olan her türden inkârcıların bir kısmını diğer bir kısmıyla yan yana getirip hepsini bir arada üst üste yığarak, bu şekilde cehennem ateşine koysun içindir. İşte gerçekten her şeylerini kaybedip hüsrana uğrayanlar bunlardır. “Yüce Allah'ın böyle yapması, murdar olan kafir ile iyi ve temiz olan mü’mini birbirinden ayırsın, diyedir.” Burada, (.......) kelimesinin başında bulunan Lam cer edatı, (.......) fiiline mütealliktir. Yani kâfirlerden oluşan iğrenç, murdar ve kötüler ile Mü’minlerden meydana gelen temiz, iyi ve güzel olanları bir birinden ayırdetmek içindir. Kırâat imâmlarından, Hamza ve Ali, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. “Bir de murdar olan her türden inkârcıların bir kısmını diğer bir kısmıyla yan yana getirip hepsini bir arada üst üste yığarak,” toplayarak, “Bu şekilde -murdar ve kötü olan inkârcı kesimi- cehennem ateşine koysun içindir.” “İşte gerçekten her şeylerini kaybedip hüsrana uğrayanlar böyleleridir.” Yani işte bu murdar inkârcı kesim var ya, gerçekten hem bizzat kendileri uğrayacaklardır, hem de harcadıkları malları da hep boşa gitmiştir, kendilerine bir yarar getirmekten öteye ateş hazırlamıştır. 38Ey Peygamber! O kafirlere şunu söyle: “Eğer şirkten vazgeçerlerse daha önce işledikleri suçları bağışlanacaktır. Eğer yeniden isyan ederlerse geçmiş inkârcı toplumların başına gelenlerde gelen ilahi kanun geçmişti.” “Ey Peygamber! O kafirlere şunu söyle: “Eğer şirkten vazgeçerlerse daha önce işledikleri suçları bağışlanacaktır.” Yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e karşı sürdürdükleri düşmanlıklarını ve onunla savaşmayı bırakıp İslam dinine girmeyi kabul ederlerse, Allah, onların. İslam'dan önceki düşmanlıkları yüzünden Müslümanlara karşı yaptıklarını bağışlayacaktır. “Eğer yeniden isyan ederlerse geçmiş inkârcı toplumların başına gelenlerde gelen ilahi kanun geçmişti.” Bu da dünyada iken helâk edilmeleri ve âhirette de azap ile cezâlarıdmlmaları olacaktır. Yahut bunun manası şöyledir: “Gerçekten kâfirler inkarlarına son verirler ve Müslüman olmayı da kabul ederlerse, onların geçmişe âit olan küfür halleri ve ma'siyetleri bağışlanır.” İşte İmâm Ebû Hanîfe bu ayete dayanarak, mürtet olan bir kimsenin yeniden Müslüman olması hâlinde terketmiş olduğu namazları kaza etmesi gerekmez, demektedir. 39Dünyada fitne (şirk ve küfür) kalkıncaya, din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşırı! Eğer (küfür ve şirkten) vazgeçerlerse, hiç şüphesiz Allah onların her yaptıklarını görmektedir. “Dünyada fitne (şirk ve küfür) kalkıncaya, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşırı!” Yani şirk koşma diye bir olay kalmaymcaya kadar, bü-'tün bâtıl din, sistem ve rejimler yok olup sadece ve bir tek İslam dini kalıncaya kadar onlarla savaşırı. “Eğer küfür ve şirkten vazgeçerlerse,” böylece Müslüman olurlarsa, (.......)hiç şüphesiz Allah onların her yaptıklarını görüp gözetmektedir.” Müslüman olmaları hâlinde onları ödüllendirecektir. 40Yok vazgeçmezlerse artık iyi bilin ki Allah sizin Mevlânızdır. O ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır. “Eğer îman etmekten yüz çevirirlerse,” Yaptıklarına bir son vermezlerse, - “İyi bilin ki Allah sizin Mevla'nızdır.” Sizin yardımcınız, destekleyeninizdir. Öyleyse O'nun velâyetine, sahipliğine ve sizi zafere erdireceğine güvenin. “O ne güzel Mevla'dır” Ona dayanıp güvenenin güvenini Allah asla boşa çıkarmaz. “Ve ne güzel yardımcıdır.” Allah'ın kendilerine yardımda bulunduğu kimseler asla yenilgiye uğratılamazlar. Burada Mahsusun bil medih mahzûf bulunmaktadır. 41Bilmelisiniz ki ganimet olarak elinize her ne geçirdiyseniz, bunun beşte biri Allah'a, Resûlüne, Resûlünün yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara âittir. Eğer Allah'a ve iki ordunun karşılaştığı gün, hak ile batılın ortaya çıktığı gün kulumuza indirdiklerimize îman ediyorsanız, o hâlde bunu böyle bilin. Allah her şeye kâdirdir. “Bilmelisiniz ki ganimet olarak savaşta elinize her ne geçirdiyseniz,” Burada geçen, (.......) harfi, (.......) manasınadır. Bu itibarla bu (.......) harfi, mevsul/bitişik olarak değil mefsul ayrı olarak yazılır. Çünkü başka türlü yazılması câiz olmaz. Eğer mevsul hâlinde yazılırsa bu, olumsuzluk manasında olan, “Mai” kâffe olur. Kısaca bu (.......)harfi, ismi mevsul olup, (.......) kavli de bunun sılası (yani ilgi veya yan cümleciğidir.) Burada âid yani zamîr mahzûf bulunmaktadır. Takdiri de şöyledir: “Ellezi Ğanimtümu hu” Yine âyette geçen, (.......) kavli de bunu açıklayan bir ifadedir, atfı beyandır. Yani bir tefsire göre ganimet olarak elinize geçirdiğiniz şey bir iplik ve iğne dahi olsa bile!, “Bunun beşte biri Allah'a âittir.” Burada, (.......) edatının başında yer alan, “T” harfi, (.......) kelimesinin taşıdığı cezâ manâsında olması bakımından dahil olmuştur. Yâni şart manasında olan bir cümledeki Mübtedanın haberine “F” harfinin dahil olması gereklidir. Dolayısıyla (.......) edatı ve amel ettiği şey, mübteda ve haber olmaları bakımından ref mahallinde gelmiştir. Bunun takdiri de ise: (.......) yani “Bu konuda ki hüküm beşte biri Allah'a,...” tarzındadır. “Resûlüne, Resûlü'nün yalanlarına, yoksullara ve yolda kalmış olanlara âittir.” Humus denilen ve beşte bir manasına gelen bu ifadenin Resûlüllah zamanındaki uygulaması şöyle idi. Düşmandan elde edilen ganimetler beş hisseye bölüştürülürdü, Bunun payı Resûlüllahne, bir payı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in akrabası olan Haşim oğulları ile Abdulmuttalip oğullarına ayrılırdı. Ancak Abdu Şems oğullarıyla Abdu Nevfel oğullarına herhangi bir hisse aynlmazdı. Hazret-i Osman ile Cubeyr İbn Mut'im kıssasında görüldüğü gibi kazanılan zafer sebebiyle buna hak kazanmışlardı. Geri kalan üç hisse ise yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara dağıtılırdı. ; Ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in vefatı üzerine ona âit olan pay kalkmış oldu. Aynı şekilde akrabasının da payı düşmüş oldu. Ancak bu paydan onların fakir ve yoksullarına veriliyor, zengin olanlarınâ ise verilmiyordu. Bununla beraber yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara bu pay dağıtılmaya devam olunmaktaydı. Abdullah ibn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu pay altıya ayrılmaktaydı. Allah ve Resûlüne iki pay, vefatına kadar akrabalarına bir pay verilmekteydi. Hazret-i Ebû Bekir Sıddik (radıyallahü anh) bu beşte bir uygulamasını üç pay olarak uyguladı. Aynı şekilde ondan sonra gelen Hazret-i Ömer ve ondan sonra gelen diğer halîfeler (Allah hepsinden râzı olsun) hepsi de aynen bu uygulamayı devam ettirdi. “Allah'a ve Resûlüne âittir” ifadesinin manası tıpkı, “Allah ve Resûlünü râzı etmeleri daha doğrudur.” (Tevbe 62) “Eğer Allah'a ve iki ordunun karşılaştığı gün, hak ile batılın ortaya çıktığı Bedir savaşı günü kulumuza indirdiklerime îman ediyorsanız o hâlde bunu böyle bilin.” Yani bununla amel edin ve böyle bir paylaştınlmaya rıza gösterin. Çünkü gerçek îman, verilen hükme râzı olmayı ve bilgiye dayalı olarak amel etmeyi gerektirir. Burada geçen, (.......) kavli, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Yani; “Eğer Allah'a ve indirilene îman ediyorsanız” demektir. (.......) kavli ile Bedir savaşı günü kasdolunmaktadır. (.......) ile de iki taraf orduları kasdolunmaktadır ki, . Müslüman ordusu ile kâfirlerin ordusuna işaret olunmaktadır. Bundan murat ise; Bedir günü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e inen âyetler, melekler ve bunların sonucu gelen fetih ve zafer anlatılmak isteniyor. Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir. “Allah her şeye kâdirdir.” Bu itibarla yüce Allah az sayıdakileri oldukça üstün ve çok sayıda olan ordulara üstün kılar, onlara egemen duruma getirir, zaferi az olana verirken yenilgiyi de çok olan tarafa verir. Tıpkı Bedir gününde size verdiği zafer gibi yapar. 42O vakit ki siz (Bedir'de) vadinin beri yamacında idiniz, onlarsa öte yamacında idiler. Kervan'sa sizden daha aşağıda bulunuyordu. Şayet onlarla önceden sözleşmiş olsaydınız mutlaka buluşma vaktinde ihtilafa düşerdiniz. Fakat Allah, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için yok olacak olan açık açık delil ile yol olsun, yaşayacak olan da açık delil ile yaşasın diye böyle yaptı. Çünkü Allah herşeyi işiten ve herşeyi bilendir. “O vakit ki siz (Bedir'de) vadinin beri yamacında idiniz, onlarsa öte yamacında idiler.” Âyetin başında geçen, (.......) kavli yani buradaki (.......) kelimesi, bundan önce geçen Âyetteki, (.......) kavlinden bedeldir. Ya da bu, (.......) takdirindedir. Yani; (.......) demektir. (.......) kelimesi vadi kenan ya da kıyısı demektir. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Abu Amr bu kelimeyi geçen her iki yerde de ayın harfinin kesresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Yine âyette geçen, (.......) kelimesi, Medine tarafına yakın manasında olup, “Edna” kelimesinin müennesidir. (.......) kavli ise Medine'ye en uzak olan noktada demektir. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin müennesidir. Bu kelimenin her ikisi de, (.......) kalıbında olup kök itibariyle kökleri vav harfli olan kelimelerdendir. Kıyas gereği vav harfleri Y harfine dönüştürülmüştür. Tıpkı, (.......) kelimesinin müennesi olan (.......) kelimesi gibi. Fakat, (.......) kelimesine gelince, kökü itibariyle (.......) kelimesi gibi aslı esas alınarak getirilmiştir. Halbuki burada, nasıl ki, “Dünya” diye getirilmiş ise bunu da “Kusya” diye getirilmesi gerekirdi. Fakat yukarı daki sebepler çerçevesinde öyle gelmiştir. “Halbuki kervan sizden daha aşağıda, bulunuyordu.” Âyette geçen, (.......) kelimesi kervan demektir ve bu kelime mana itibariyle, “Rakib” kelimesinin çoğuludur. (.......) kavlindeki (.......) kelimesi zarf olarak mensûbtur. Yani; “sizin bulunduğunuz yerden daha aşağıda olan bir yerdedir” demektir. Kısaca sizden üç mil uzakta vadi kenarında bulunmaktaydı.” (.......) kavli, mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. “Eğer onlarla sözleşmiş olsaydınız,” Yani siz ve Mekke müşrikleri savaşmak için burada karşılaşmak üzere bir sözleşme yapmış olsaydınız, böyle bir şey gerçekleştirmiş olsaydınız, “Mutlaka burada karşılaşma konusunda anlaşmazlığa düşerdiniz.” Kesinlikle bir kısmınız diğer bir kısmına muhalefet ederdi. Çünkü sizin sayıca az olmanız ve düşmanlarınızın sayıca olan üstünlüğü, sizi sözünüzü yerine getirmekten, sözleşilen yerde bir araya gelmekten alıkoyacağı gibi düşmanlarınızın da Resûlüllahnden ve Müslümanlardan gönüllerinde oluşan korkuları, onları da vaatlerinden alıkoyardı. Her iki tarafta bu manada bir takım korku ve endişeler sebebiyle sözleşilen yere gelmekten kaçınırlardı, sözlerini tutmazlardı. Allah'ın sizi muvaffak kıldığı ve sebep oluşturduğu karşılaşmaya, sizin aranızdaki sözleşme ve buluşma netice getirmezdi. Ancak Allah'ın sizi muvaffak kılmasıyla olmuştur. “Fakat Allah, yapılması gereken bir işi yerine getirmek için.” Herhangi bir sözleşme olmaksızın Allah sizi bir araya getirdi ki, dinin Azîzi kılsın ve Kelimesini-şerî'atını bütün dinlerin üzerine egemen kılsın. Yahut da, (.......) kelimesinin başındaki (.......) harfi, mahzûf olan bir ifadeye taallûk etmektedir, o da şöyledir: “Allah'ın kesin hüküm ye karar verdiği, olmasını istediği bir olayın gerçekleşmesi içindir” Bu şey ise, Allah dostlarının, zaferini sağlaması ve bunun ardından da düşmanlarını perişan ederek kahretmesi. Muhammed Ebû Mansûr Mâturîdî şöyle diyor: “Burada geçen, (.......) kelimesi hüküm manasını taşıma ihtimali olan bir ifadedir. Yani, “Olmasını bildiği şeyin olmasına hüküm vermesi için, uygulamaya koyması için..” Veya, “İstediği bir şeyin tamamlanması, sona erdirilmesi için..” Şüphesiz O bir şeyi, murat ettiyse o şey mutlaka olur. Bu ise îslam dinin güç kazanması, Müslümanların üstünlük elde etmeleri, küfrün ve taraftarlarını ise zelil kılmmalarıdır. Bundan sonra gelen kısım da, (.......) kelimesine müteallik bulunmaktadır. “Allah'ın bunu böyle yapması, küfrü seçenlerin kesin hücceti/delili açıkça gördükten sonra küfrü sebebiyle helâk olsun ve îman edenler de apaçık kanıta dayanarak îmanı seçmekle hayat bulsunlar içindir.” Kırat imâmlarından Nâfi ve Abu Amr, (.......) kelimesini, “Hayiye” olarak izhar ile okumuşlardır. (.......) olarak okunması ise aynı cinsten iki harfin bir araya gelmesi sebebiyle idğam ofunmasındandır. Çünkü ikinci harfin harekesinin okunması pek gerekli değildir. Zira bunun muzari fiilinde, (.......) diye okunmaktadır. Bu kelime daha çok idğamlı olarak okunmaktadır. Âyette geçen helâk ifadesi küfür manasında, hayat kelimesi de İslam anlamında istiâre olarak kullanılmışlardır. Yani küfrü seçenlerin bunu seçmeleri herhangi bir şüphe veya kafa kanşıkliği sebebiyle seçmemiş olsun ve yarın Allah katında O'na karşı bir itirazda bulunmaya kalkışmasın ve elinde herhangi bir delil kalmamış olsun. Aynı şekilde İslam dini seçen bir kimse de kesin bir bilgiye dayanarak bu yolu seçmiş olsun ve kabul ettiği dinin hak din olduğunu ve neden buna girmesinin zorunlu olduğunu bilerek kabul etmiş olsun, buna yapışıp bağlarıabilsin. Nitekim Bedir savaşı olayı da apaçık olan mu'cizelerdendir. Kim bu Bedir olayından sonra hala küfürde ısrar ederse, onun bu ısrarı mutlak manada nefsini beğenmesi/kendini büyük görmesi ve buna aldanması sebebiyledir. İşte bu bakımdan burada her iki tarafın da merkezleri ve yerleri zikredilmiş oldu. Kervan ise onların aşağısında sahil kenannda idi. Kaldı ki hepsi de bu gerçeği bizzat görerek biliyorlardı. Bunun nedeni de insanlar şu gerçeği bilsinler içindi; zafer kazanmak, sayının çokluğuna ve sebeplerle değildir. Aksine bu bizzat yüce Allah'ın yardımıyla sağlanmış olmaktadır. Bunun böyle olması ise, müşriklerin konakladıkları en uzak nokta olan yer, zemin, açısından uygun bir yerdi. Orada su da bulunuyordu. Kısaca pek öyle uygun olmayan bir yer değildi. Savaş için uygun bir konuşlanma yeriydi. Halbuki İslam ordusunun konuşlandığı yer savaş için zemin, bakımın dan uygun bir yer değildi, kumluktu, askerler yürümekte zorlarııyorlardı, ve suları da yoktu. Kervana gelince o da düşman askerlerini arkasında kalıyordu, düşmanın hem sayıca hem de askeri teçhizat bakımından gücü üstün idi. Müslümanlar ise hem sayı bakından az ve hem teçhizat bakımından oldukça zayıf durumda idiler. Fakat sonunda olanlar oldu. Olay Müslüman ların zaferiyle bitti. “Çünkü Allah hakkıyla işiten ve hakkıyla büendir.” Yani kafir olanların küfrünü ve buna göre cezâlarıdırılacaklarını, îman edenlerin de inandıklarını ve alacakları sevabı bilendir. 43O vakit ki Allah sana onları rüyanda az gösteriyordu. Eğer onları sayıca çok olarak göstermiş olsaydı, kesinlikle bundan ötürü çekinecek ve kumanda da tartışmaya girişecektiniz. Ancak Allah selâmete bağladı. Çünkü o bütün kalplerin özünü bilir. “O vakit ki Allah sana onları rüyanda az gösteriyordu.” Âyette geçen, (.......) kavlindeki (.......) kelimesi mukadder bir fiil olan (.......) fiiliyle mensûbtur ya da bu, bundan önce geçen Âyetteki, (.......) kavline müteallik bulunmaktadır. Yani Allah maslahatları, durumları bilir. Çünkü bundan dolayı onların sayılarını senin gözünde azaltmıştır. Âyette geçen ve “uykunda” manasında olan, (.......) kavli rüyanda demektir. Çünkü Allah müşrik ordusunun sayılarını bizzat Resûlüne gördürdüğü rüyada ona sayıca az olduklarını göstermiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de gördüğü bu rüyasını doğal olarak ashâbına bildirdi. İşte bu olay ashâbına düşmanlarının karşısına çıkmaları konusunda büyük bir cesaret sağlamış oldu. “Eğer onları sana sayıca çok olarak göstermiş olsaydı, kesinlikle bundan ötürü çekinecek” korkacak ve saldırıya geçmekten endişeye düşecek (.......) ve konu hakkında mutlaka tartışmaya girişecektiniz.” Yani savaş konusunda tartışacak, sebat edip etmeme de tereddüt gösterecektiniz. “Ancak Allah sizi kurtardı.” Korudu ve dağılmaktan, anlaşmazlığa ve endişeye düşmekten kurtarmak nimetiyle yardım etti. “Çünkü Allah, kalplerden ne geçerse hepsini mutlak olarak en iyi bilendir.” Yani Allah atak davranmak suretiyle cesurca olan bir hareket sebebiyle olabilecekleri bildiği gibi korkaklık sebebiyle olabilecekleri de bilir, sabır göstermede veya ürperip geri çekilmede nelerin doğabileceğini de çok iyi bilendir. 44O vakit ki (müşriklerle) karşılaştığınız zaman Allah düşmanlarınızı sizin gözlerinize az gösterdiği gibi, sizin sayınızı da onların gözlerinde azaltmıştı. Böyle yapmakla Allah, ezeli bilgisinde kesinleştirmiş olduğu olayı gerçekleştirmiş olsun istemiştir. Çünkü sonuçta her şey varıp Allah'a dayamr. “Hatırlayın ki, müşriklerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, Allah düşmanlarınızı gözlerinize az gösterdiği gibi,” Burada geçen, (.......) kavlinde yer alan zamîrlerin her ikisi de mefuldürler. Yani Allah sizi bizzat onlara...gösterdi, demektir. (.......) buluşma anında, karşılaşma zamanında, karşı karşıya gelme vaktinde gibi manalara gelir. (.......) Hâl olarak mensûbtur. Yüce Allah'ın düşmanların sayılarını Müslümanların gözünde az olarak göstermesi, Resûlünün rüyasını doğrulamak ve bir de ashâbına haber olarak verdiği şeyi açık olarak görmeleri içindi. Bu şekilde daha fazla inanacaklar ve güvenleri daha da artmış olacaktı, nitekim öyle de .. oldu. Sebat gösterdiler ve bu işe ciddiyetle, dört elle sarıldılar. Abdullah ibn Mesud şöyle diyor: “Onlar gözlerimizde gerçekten oldukça az sayıda kişiler olarak gözüküyorlardı. Hatta ben yanı başımda bulunan birine dedim ki, görüyor musun yetmiş kişi kadarlar.” O da, “Ben onları yüz kişi kadar olarak görüyorum” demişti. Halbuki sayıları bin kişi kadardı.” “Sizin sayınızı da onların gözlerinde azaltmıştı.” Hatta içlerinden kimi müşrikler şöyle diyordu: “Bunların sayısı bir öğünlük deve eti kadar bir şeydir” diyerek ne kadar az sayıda olduklarını dile getirmek istiyordu. Bir tefsire göre de onlar henüz Müslümanlar ile karşı karşıya gelmeden önce Müslümanlar onların gözlerinde az olarak gösterilmişti. Ancak bu daha sonra çok olarak gösterilmiştir ki Müslümanların sayı bakımından az olduklarını görerek onlara değer vermeden üzerlerine cesaretle saldırmaya kalkışmaları içindi. Daha sonra karşılarında sayıca çok olarak görünce şaşkınlığa kapılıp, korkmaya başlasınlar diyedir. Ayrıca çok sayıda olanları az sayıda göstermek de câiz olabilir. Allah kimilerini bir takım örtücü unsurlarla örtmüş yani göstermemiş olabilir ya da gözlerinde çoğu az olarak gösteren şekilde bir rahatsızlık, hastalık meydana getirmiş olabilir. Meselâ şaş olan kimselerin biri iki olarak görmeleri gibi. Bütün bunların olabilmesi câizdir. Nitekim birine şöyle denilmiştir; “şüphesiz şaşı olan bir kimse, bir tek olan bir şeyi, Meselâ bir horozu iki tane imiş gibi görür.” Halbuki gözlerinin önünde duran tek bir horozdur. Ne oluyor ki ben neden bu iki horozu dört olarak görmüyorum?! Halbuki zaten adamın önünde bir tek horoz var, onu iki olarak görüyor ve kendisinin gözlerinde bir rahatsızlık olmadığını güya belirtmek için, gözlerim eğer rahatsız olsaydı, önümde duran bu iki horozu dört olarak görürdüm, demek istiyor. Halbuki zavallı gözlerinin önünde zaten bir tek horuz olduğunu görmüyor. “Böyle yapmakla Allah, ezeli bilgisinde kesinleştirmiş olduğu olayı gerçekleştirmek istemiştir. Çünkü sonuçta her şey varıp Allah'a dayanır.” Bütün bu şeylerde Allah dilediğini hükmeder. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini, “Terciu” olarak okumuşlardır. 45Ey îman edenler! Bir düşman kümesiyle karşı karşıya geldiğiniz vakit, onlara karşı sebat edin, Allah'a çokça dua edin ki kurtuluşa eresiniz. “Ey îman edenler! bir düşman kümesiyle karşı karşıya geldiğiniz vakit, onlara karşı savaşmakta, direnip sebat edin.” Kâfirlerden oluşan bir toplum ile savaştığınız zaman.. Âyette, (.......) bir toplum diye ifade olunan toplum kâfirlerden oluşan demektir. Burada bu vasfın terkedilmiş olması, böyle bir saldırıya kalkışanların kâfirler olması sebebiyledir. Çünkü Mü’minlerin böyle bir saldırgan durumu ve karşılaşmaları söz konusu değildir. Bu özellik kafirlerindir. (.......) yani karşılaşma ifadesi genel olarak savaş için kullanılan bir isimdir. (.......) yani onlarla savaşmakta sebat edin, dağılmayın, kaçıp gitmeyin. “Zafer ve yardımı için Allah'a çok dua edin ki kurtuluşa eresiniz.” Savaş alanlarında O'nun adına sığınarak açık bir şeklide ye O'ndan yardım ve zafer isteyerek düşmanlarınıza karşı üstün gelmek için Allah'a dua edin. Düşmanlarınızınyenilgisi için de şöyle bedduada bulunun: “Allah'ım onları perişan eyle, Allah'ım onların sonlarını kes, ortadan yok eyle!” diye dua edin. Evet dua edin ki istediğinizi elde edesiniz. Hem size zafer versin, hem de sevap alasınız. İşte burada bu ayetle şu noktaya dikkatimiz çekilmektedir; kul hiçbir zaman Rabbini anmaktan geri durmamalıdır. Hatta kalbinin en meşgul olduğu, en çok yoğun bulunduğu bir şeyde bile asla Râbbini aklından çıkarmamalı ve hep O'na yakarmalı, yardım istemelidir. Bütünüyle gönlünü ve kendini bu noktada yoğunlaştırmalıdır. Hatta bir takım şeylerle kafası dağınık olsa bile bu noktayı asla unutmamalıdır, göz ardı etmemelidir. “ 46Allah ve Resûlüne itâat edin, birbirinizle çekişmeyin. Aksi takdirde korkuya kapılırsınız da gücünüz yok olur. O hâlde (savaşırı sıkıntı ve zorluklarına) sabır göstererek katlanın. Allah sabredenlerle beraberdir. “Allah ve Resûlüne itâat edin,” Cihad emri konusunda olsun, düşmana karşı sebat noktasında olsun ve daha başka hususlarda olsun hiçbir zaman Allah ve Resûlünün emirlerine karşı gelmeyin, yasakları çiğnemeyin. “Aranızda birbirinizle çekişmeyin. Aksi takdirde gücünüz yok olur.” Burada geçen, (.......) kelimesi korkarsınız manasınadır ve gizli olan “En” edatıyla mensûbtur. Çünkü, (.......) kavli buna delalet etmektedir. Bu cümle de, “devletiniz gider, gücünüz yok olur” demektir. Meselâ bir kimsenin işi yolunda gider ve dedikleri de yerine getirilirse onun için, “Adamın rüzgan esiyor, veya adamın dolabı dönüyor, işi” yolunda” gibi manalara gelen, “Hebbetirriyah” özdeyişi söylenir. Burada devletin ya da onu, meydana getirenlerin emirlerinin geçerliliği rüzgara ve onun esişine benzetilmiştir. Nitekim, nerede bir üstünlük, yardım ve zafer olmuş ise mutlaka Allah'ın gönderdiği bir rüzgar sayesinde sağlanmıştır, rüzgarsız hiçbir zafer kazanılmamıştır, diye de, söylenmiştir. Hatta bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Ben saba rüzgarı ile zafere kavuşturuldum. Âd kavmi/toplumu ise debur/batı rüzgarı ile helâk olundular.” “Sabredin.” Düşmana karşı savaşlarda olsun başka hususlarda olsun, mutlak manada sabır ve sebat gösterin. “Çünkü şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” Yani onların yardımcısıdır, koruyanıdır. 47Sakın yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak, çıkanlar ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Halbuki Allah onların bütün amellerini kuşatmıştır. “Sakın yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak, çıkanlar ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın.” Bu âyette söz konusu edilenler müşrik Mekke halkıdır. Bunlar Şam'dan dönmekte olan kervanlarını korumak amacıyla genel seferberlik ilân ederek savaş için yola çıkmışlardı. Ancak Ebû Süfyan’ın öncülüğünü yaptığı Kervanın sağ-salim kurtulduğunu Ebû Süfyan tarafından gönderilen elçisi, yola savaş maksadıyla çıkanlara bildirir ve geri dönmelerini söyler. Ancak Ebû Cehil buna nza göstermez ve: “Biz Bedir'e gidinceye, orada şaraplar içip develer kesip, bizim için şarkıcı kâdirılar tef çalıp oynaymcaya, orada Araplara istedikleri gibi yedirinceye kadar geri dönmeyeceğiz” der. İşte bu, onların şımankliğidır. Halka yemek yedirmeleri ise gösterişleridir. Gerçi sözlerini tuttular ama, şarap yerine ölüm şerbetlerini içtiler. Tef çalıp kadmların oynamasını, danslarını beklerken bunun yerine ağıtların yükselmesini tattılar. İşte yüce Allah, burada mü’minlerin onlar gibi şımarmamalarını, bir bakıma zil takıp oynamamalarını, yaptıklarıyla gösterişe yönelmemelerini kendilerinden istiyor. Mutlaka takva ehli olmalarını Allah korkusu sebebiyle hep hüzün içinde olmalarını diliyor. Yaptıklarında da ihlas sâhibi samimi kimseler olmalarını istiyor. (.......) kelimesi, kişinin nimetlerin bolluğu ve varlık içindeki hâli, onun verdiği şımanklık sebebiyle şükürden alıkoyması, şükretmeyi unutturmasıdır. (.......) Allah'ın dinine girmekten menedenler, İslam'ı kabul etmeye mani olanlar, insanların hidâyetlerine fırsat ve imkan tanımayanlar, demektir. “Allah onları her bakımdan çepeçevre kuşatmıştır.” Kısaca her şeyi bilir. Bu ifade aslında bir tehdittir. 48Yine hatırlayın! Hani şeytan müşriklerin yaptıklarını güzel göstermiş ve onlara: “Artık bugün insanlardan size galip gelecek hiçbir kuvvet yoktur, ben de size arka çıkacağım” demişti. Ancak ne zaman ki, iki ordu karşı karşıya geldiler, şeytan ardına dönüp kaçtı ve: “Ben, sizin yanınızda yer almiyorum. Çünkü ben, sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum ve şüphesiz ben Allah'tan korkuyorum, Allah cezâlarıdırması pek şiddetli olandır” demişti. “Yine hatırlayın! Hani şeytan müşriklerin yaptıklarını güzel göstermiş ve onlara: “Artık bugün insanlardan size galip gelecek hiçbir kuvvet yoktur.” Amellerinin kendilerine süslü ve yerinde gösterilmesi konusu, müşriklerin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e karşı düşmanlıklarını sürdürmeleri ve bu konuda onlara vesvese vermesi durumudur. Çünkü şeytan müşriklerin yenilemeyecekleri vesvesesini onlara fısıldıyordu. Âyette geçen, (.......) kelimesi, tıpkı (.......) ifadesi gibi mebnidir. (.......) ise ref mahallinde (.......) edatının haberidir. Bu, (.......) takdirinde olup, Sizi yenebilecek bir güç var olacak değildir, demektir. “Ben de size arka çıkacağım'demişti.” Yani sizin koruyucunuz ve haminiz olacağım. Ya da onların düşüncelerine göre, şeytana itâat etmenin onlar için bir yardım olacağı kanaati demektir. “Ancak ne zaman ki, iki ordu birbirleriyle karşılaşırıca şeytan ardma dönüp kaçtı” Yani iki taraf karşılaşırıca şeytan arkasına dönüp hemen oradan uzaklaştı: “Ve: ben kesinlikle sizden uzağım.” Yani size verdiğim emandan geri döndüm, sizin için garantilediğim destekten vazgeçtim. Rivâyete göre Şeytan denen İblîs, Süraka İbn Mâlik İbn Cuş'am suretinde şeytanlardan oluşturduğu bir ordu ile gelmişti. Bir de sancakları vardı. Fakat meleklerin inip geldiğini görünce geri döndü: Bunun üzerine Haris İbn Hişam İblîs'e: “Bizi bu hâlde bırakıp perişan mı etmek istiyorsun?” diye sorunca, İblîs de ona: “Çünkü ben, sizin görmediğiniz bir gücü karşınızda görüyorum” yani melekleri görüyorum. Bunun üzerine hepsi de hezimete uğradılar. Mekke'ye döndüklerinde: “Ordumuzu, bozguna uğratan Süraka olmuştur” demeye başladılar. Nihayet bu sözler Süraka'nm kulağına gidince o, “Allah'a yemin ederim ki sizin hezimete, uğramanıza kadar oraya gidiş ve gelişimizden ben haberdar değildim” dedi. Ancak Müslüman olduklarında bunun şeytan olduğunu öğrenmiş oldular. “Ve şüphesiz ben Allah'tan (cezâlarıdırmasından) korkuyorum, Allah, azâbı pek şiddetli olandır, demişti.” 49Hatırlayın, münâfıklarla ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler sizin için şöyle diyorlardı: “Şunları dinleri aldattı.” Onlara de ki: “Bilsin ki Allah daima galip ve hikmet sâhibidir.” “Hatırlayın, münâfıklarla ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler sizin için şöyle diyorlardı” Bu ikinci nitelik de münâfıklara âit olan sıfatlardan bir sıfattır. Ya da bununla İslam'a sebat etmeyip hep tek taraflı düşünen zayıf karakterli kimseler murat olunmuştur. “Şunları dinleri aldattı.” Böylece şunu demek istiyorlar; Müslümanlar dinlerine mağrur kalarak üstün geleceklerini sanıyorlar. Üçyüzonüç kişilik bir ordu ile bin kişiden oluşan bir orduya karşı çıkıyorlar. İşte böyle düşünenlere cevap olarak buyurdu ki: “Kim Allah'a dayanıp güvenirse, (kesinlikle düşmam yener.)” İşini Allah'a havale ederse... “Çünkü Allah, asla yenilmeyen galiptir,” bu itibarla az sayıda ye güçsüz olan bir orduyu çok sayıda ve güçlü olan bir orduya musallat kılarak üstün çıkarır, güçlü ve çok sayıda olan bir orduyu da tarumar eder. “Yaptıklarında ve tedbirinde hikmet sâhibidir.” Bu bakımdan dostu olan ile düşmanı olanı bir tutmaz, elbette dostuna yardım eder. 50Melekler kafirlerin canlarını alırlarken bir görseydin. Melekler onların yüzlerine ve arkalanna canlarını alıyor ve onlara: “Tadın cehennem ateşinin yakıcı azâbını!” diyorlardı. “Melekler kafirlerin canlarını alırlarken bir görseydin.” Burada, (.......) görseydin, müşahede edebilseydin manasınadır. Çünkü (.......) kelimesi muzari olan fiilin manasını maziye/dili geçmiş zamana çevirir. Tıpkı, (.......) edatının mazi olan bir fiilin manasını istikbale/gelecek zamana dönüştürmesi gibi. (.......) edatı da zarf olarak mensûbtur. (.......) kafirlerin ruhlarını kabzederlerken, canlarını alırlarken,” demektir.-.(.......)fâil/öznedir. “Melekler onların yüzlerine ve arkalanna vurarak canlarını alıyor ve onlara: Tadın cehennem ateşinin yakıcı azâbını!'diyorlardı.” Burada geçen, (.......) kelimesi onlardan hâldir. Müşrikler yüzlerini meleklere doğru çevirdiklerinde melekler onların yüzlerine; arkalannı döndüklerinde ise sırtlarına ve yanlarına vuruyorlardı. Ya da müşrikler saldınya geçtikleri zaman yüzlerine, dönüp kaçtıkları zamanda sırtlarına ve yanlarına vuruyorlardı. Bir başka tefsire göre, (.......) kelimesindeki zamîr Allah'a râcidir. (.......) ise mübteda olarak merfûdur. (.......) fiili de haberdir. Ancak ilk ifade edilen açıklama daha yerinde ve uygun olanıdır. Çünkü kafirlerini orada herhangi bir vasıta olmaksızın doğrudan Allah tarafından canlarının alınması doğru değildir. Onlar böyle bir şeye layık değiller. Bunun delili İbn Âmir'in kırâatidir. İbn Âmir, (.......) kelimesini “T” harfiyle, (.......) olarak okumuştur. (.......) yani melekler onlara, “Tadm...” derler. (.......) kelimesi burada, (.......) kelimesi üzerine ma'tûf bulunmaktadır. “Yakıcı azap” tan kasıt cehennem ateşinin öncü azâbı, ilk tadılarıı demektir. Ya da bununla, âhiret azâbını tadın, denilmektedir. Böylece onlara âhiret azâbıyla cezâlarıdırılacakları haberi verilmiş olmaktadır. Yahut da kıyamet gününde onlara, “Tadm” denilecektir. Âyetin başında geçen, (.......) kelimesinin cevabı mahzûf bulunmaktadır. Yani bunun cevabı da: -(.......) mutlaka feci ve dayanılmaz bir durum görecek tin, demektir. 51İşte bu sizin kendi ellerinizle işlediklerinizin yüzündendir. Yoksa Allah asla kullarına zulmeden değildir. “İşte bu şekildeki bir cezâlarıdırma sizin kendi ellerinizle işledikleriniz -kazandığınız- yüzündendir;” Burada Cebriye mezhebine de bir ret cevabı vardır. Bu ya Allah'ın veya meleklerin sözlerindendir. (.......) kelimesi mübteda olarak merfûdur. (.......) kavli de bunun haberidir. (.......) kavli de bunun üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Yani söz konusu bu azap iki sebepten ötürüdür. Bir sizin küfrünüz ve diğeri de sizin karşı gelmeniz sebebiyledir. “Yoksa Allah asla kullarına zulmeden değildir.” Çünkü kafirlere azap edilmesi adaletin bir gereğidir. Bir tefsire göre, (.......) kelimesi, kullar sebebiyle teksir yani çokluk manasını ifade içindir veya zulüm çeşitlerini ortadan kaldırmaya ve çeşit çeşit zulümler uygulamanın olmayacağına dair bir açıklamadır. 52Tıpkı Fir'avun ve taraftarlarıyla onlardan öncekilerin uygulamaları gibi Allah'ın âyetlerinin geçerliliğini inkâr ettiler. Allah da kıskıvrak yakalayıverdi. Çünkü Allah çok güçlü ve cezâsı da pek çetin olandır. “Tıpkı Fir'avun ve taraftarlarıyla onlardan öncekilerin uygulamaları gibidir.” Burada, (.......) kelimesinin başında yer alan, Kef harfi, ref mahallindedir. Yani bu kâfirlerin adeti, durumu, tıpkı Fir'avun ve taraftarlarının durumu gibidir. (.......) de'bi demek, adetleri, işleyegeldikleri sürekli şeyleri yani devam ettikleri, hep üzerinde oldukları şeyleri demektir. Burada geçen, (.......) kavlinden murat Ya Kureyş kavminden öncekiler demektir veya Fir'avun ve taraftarlarından önce geçenler demektir. “Allah'ın âyetlerinin geçerliliğini inkâr ettiler. Allah da onları günahları sebebiyle kıskıvrak yakalayıverdi. Çünkü Allah çok güçlü ve cezâsı da pek çetin olandır.” Burada geçen, (.......) kelimesi, Fir'avun ve taraftarlarının durumlarını açıklamaktadır. Mana şöyledir: “Gerçekleri yalanlamada tıpkı onların davranış ve tutumlarını sergilediler, o yolda yürüdüler. Dolayısıyla yüce Allah bunla-n cezâlarıdırmada da tıpkı onlara uyguladığının aynısını uygulamıştır. .. 53Bu (cezânın sebebi de) şudur: Allah, bir topluma verdiği bir nimeti, o toplumun bizzat kendisi değiştirmediği sürece, asla onu değiştirmez. Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi işiten ve her şeyi en iyi bilendir. “Bu cezânın -azâbın veya intikamın- sebebi de şudur:” “Allah bir topluma verdiği bir nimeti, o toplumun bizzat kendisi değiştirmediği sürece, asla onu değiştirmez.” Şu sebeple ki; Allah'ın hikmeti gereği, bir toplum üzerinde bulündukları hâli değiştirmedikleri müddetçe, onlara verdiği nimeti değiştirmez. Evet Fir'avun ailesi ve taraftarları ile Mekke müşrikleri memnun kalınmayan hallerini gazap getiren bir duruma getirmelerinden değil, ancak memnun kalman iyi ve güzel hallerini gazap uyandıracak bir duruma değiştirmeleri yüzünden, dolayısıyla bu gazap getirecek hale dönüşmeleri yüzünden durumları bundan daha çok gazap getirecek bir hale getirilip değiştirilmiş oldu. Bilindiği gibi Mekke müşrikleri Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz peygamber olarak gönderilmezden önce de kafir ve puta tapan bir toplum idiler. Fakat ne zamanki Resûlüllah kendilerine apaçık mu'cizelerle peygamber olarak gönderilince, hemen onu yalanladılar, kanım akıtmaya, öldürüp ortadan kaldırmaya kalkıştılar. Dolayısıyla kötü olan hallerini ve tutumlarını çok daha kötü tutum ve davranışlar haline getirdiler, iyice azıttılar, işte bunun üzerine yüce Allah, kendilerine hemen azap vermeyip süre tanıma nimetini hemen azâbı acilen gönderme durumuna değiştirmiş oldu. Durum bu, daha önce hemen gönderilmeyen azap durumlarını değiştirmekle geliverdi. “Şüphesiz Allah, her şeyi en iyi işiten ve bilendir.” Yani Hazret-i Peygamberi yalanlayanların her konuştuklarını işiten ve yaptıklarını da bilendir. 54Tıpkı Fir'avun ve taraftarlarıyla onlardan öncekilerin durumları gibi. Onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahları yüzünden yok ettik, Fir'avun ailesini de denizde boğduk. Şüphesiz hepsi gerçekten zalimler idiler. “Tıpkı Fir'avun ve taraftarlarıyla onlardan öncekilerin durumları gibi. Onlar Rablerinin âyetlerini yalanladılar” Burada tekrarlarıan, (.......) kavli tekit sebebiyle tekrar olunmuştur veya ilk geçen bu ibârede, günahları sebebiyle kıskıvrak yakalanmaları konusu hiç açıklık getirilmeden ele alındı. Burada ise buna açıklık getiriliyor ki, bu da bu toplumun helâk edilmeleri, kökünden kazınmalıdır. Yine burada geçen, (.......) kavli bu toplumum nimetlere karşı ne kadar nankör ve hakkı inkâr eden bir toplum olduklarını göstermek maksadıyladır, buna delalet etsin içindir. “Biz de kendilerini işledikleri suçları yüzünden yok ettik, Fir'avun ve taraftarlarını da denizde -deniz suyu ile- boğduk. Şüphesiz bunların hepsi -yani denizde boğuları kıptilerle, Bedir savaşırıda öldürülen Kureyşliler- gerçekten -küfür ve ma'siyetleri sebebiyle kendi kendilerine yazık eden-zalimler idiler.” 55Allah katında yerde debelenen canlıların en şerlisi şu küfredenlerdir. Onlar asla îman etmezler. “Allah katında yerde debelenen canlıların en şerlisi şu küfredenlerdir. Onlar asla îman etmezler.” Yani hep küfürde ısrar edip duran bu gibi kimselerin îman etmeleri beklenemez, onlardan îman etmek gibi bir şey sadır olmaz. 56Onlar kendileriyle antlaşma yaptığın her defasında antlaşmalarını bozarlar ve hiç çekinmezler. “Onlar senin kendileriyle antlaşma yaptığın (Yahûdîlerdir.)” Âyetin bu kısmı, bundan önceki âyette geçen (.......) kavlinden bedeldir. Yani; “Senin kendileriyle antlaşma yaptığın kimseler, küfürlerinde ısrarcı olan o inkârcıların içindendir” demektir. Çünkü Allah onları yeryüzündeki canlıların en bayağısı, en adisi kılmıştır. Bilindiği gibi insanların içerisinde en bayağıları hakkı inkâr eden kafirlerdir. Kâfirlerin de en bayağıları ise küfürlerinde ısrarcı olanlardır. Küfürlerinde ısrarcı olanların içerisinde de bayağının da bayağısı olanlar yaptıkları antlaşmaları bozanlardır. “Sonra her defasında onlar antlaşmalarını bozmuşlardır.” Hemen her tür antlaşmayı bozmuşlar bu bozmanın sonucunda neler geleceğinden de asla korku ve endişe duymamışlardır. Bundan dolayı doğabilecek bir utanç duygusuna ve sonlarının cehennem azâbı olmasına da aldınş etmemişlerdir. 57Eğer savaş alanında onları ele geçirirsen kendilerine, arkalanndan gelecek olanlara ibret olacak öyle bir cezâ uygula ki, belki bunu hatırlarlar da bir daha böyle bir yanlışa düşmezler. “Eğer savaş alanında onları ele geçirirsen,” karşılaşır da onları yakalarsan, üstünlük kazanırsan, “Kendilerine, arkalanndan gelecek olanlara ibret olacak bir cezâ uygula ki,” onlara öyle bir öldürme cezâsı tatbik et ki, seninle savaşmakta ve sana karşı dikilmekten aynlıp uzak dursunlar, öylene örnek bir cezâ uygula ki arkalanndan gelecek olan kafirlerin onlardan ibret alarak bir daha böyle bir hareketin içine girmekten cesaretleri kınlsın, yerlerinden kıpırdayamasmlar. Onların haline bakarak bundan kendileri için bir ders çıkarsınlar. Zeccâc (316/928) diyor ki: “Onlara birliklerini dağıtabilecek bir darbe indir ki bu sayede onların dışındakiler de bunu görüp kaçsınlar, böyle bir şeyden uzak dursunlar.” “Belki bunu hatırlarlar da bir daha böyle bir yanlışa düşmezler.” Ola ki geride kalanlardan kendilerine herkese ibret olabilecek şekilde cezâ uygulanacak olanlar bundan kendileri için bir ders çıkanrlar da böyle bir işe girişmekten uzak dururlar. 58Eğer bir kavmin ihanetlerinden korkarsan, sen de antlaşmayı bozarak kendilerine bildir. Çünkü Allah antlaşmalarını bozan hainleri sevmez. “Bir de eğer -muahede imzaladığın bir toplumun ihanetlerinden korkarsan,” Senin tarafından sezilen bir takım bilgilere dayanarak antlaşmalarını bozarak ihanet edebileceklerine dair emareler görür ve sözleşmelerinden vazgeçip ihanetlerinden korkarsan, “Sen de aynı şekilde yaptığın antlaşmayı bozarak kendilerine bildir ki.” Âyetin, (.......) kavli, “antlaşmalarını, yüzlerine fırlat.” (.......) fırlat ki sen de on lar da taraflar olarak her ikisi de bu antlaşmanın bozulduğunu eşit olarak bilmiş olasınız. Bu son kısım, hem antlaşmayı bozan ve hem kendileri aleyhine antlaşma geçersiz sayıları ifadeden hâldir. Yani tarafların her ikisi de bu hususta bilgi sâhibi olacakları şekilde, demektir. “Çünkü Allah antlaşmaklarını bozan hainleri sevmez.” Muahedelerini bozan hain kimseleri mutlaka cezâlarıdmr. 59Küfredenler ileri gidip kurtulduklarını asla sanmasınlar. Çünkü onlar âciz bırakamazlar. “Küfredenler ileri gidip kurtulduklarını asla sanmasınlar.” Âyetin başında geçen, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza, Ebû Cafer Yezid İbn Ka'kaa've Hafs tarafından (.......) harfi ile ve (.......) harfinin fethiyle, (.......) olarak okunmuştur. Ebû Bekir Şube ise (.......) harfiyle ve (.......) harfinin fethiyle, (.......) olarak okumuştur. Bunların dışındaki imâmlar ise, (.......) harfiyle ve (.......) harfinin de kesriyle, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) kaçanlar, kaçıp kurtulanlar, ele geçirilmekten kendilerini kurtaranlar, manasınadır. “Onlar hiçbir zaman âciz bırakamazlar.” Onlar kaçamazlar. Onlar peşlerinde olanın onları yakalanaktan âciz olduğunu göremeyeceklerdir, böyle bulamayacaklardır. O onları ele geçirecektir ve haklarında gereken de yapılacaktır. İbn Âmir, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur ki bu, (.......) demektir. Çünkü ister (.......) yi meksure olsun, ister (.......) yi meftuhe olsun her ikisi de ta'lil yani sebep bildirmek içindir. Meğerki meksure olan, (.......) edatı cümlenin başında gelmiş olsun, yani istinaf yoluyla gelsin bu, değildir. Ancak, (.......) yi meftuhe açık olarak talil içindir. Kelimeyi (.......) harfiyle yani, (.......) olarak okuyanlara göre, ilk mefûl, (.......) kavlidir, ikinci mefûl de, (.......) kavlidir. Ancak aynı kelimeyi (.......) harfiyle, (.......) olarak okuyanlara göre, . (.......) kavli faildir ve (.......) kavli de mefuldür. Bunun da takdiri, (.......) olup burada (.......) hazf olunmuştur. Buradaki, (.......) edatı şeddeli durumdan hafifletilmiş/şeddesiz hale getirilmiş olandır. Yani bu, (.......) takdirinde olup iki mefûl yerine geçerlidir. Ya da burada fâil gizlidir. Bu da şu demektir: “Muhammed kafirlerin kaçıp kurtulduklarını sanmasın.” Kırâat imâmlarından Hamza'nm bu okuyuşta tek kaldığını kim ileri sürerse sürsün bu şüphe ile karşılanacak bir görüştür. Çünkü onun bu okuyuşta tek olmadığını biz burada açıklamış olduk. Zühri'den gelen rivâyete göre bu âyet müşriklerin uğradığı bozgundan kurtulanlar hakkında nâzil olmuştur. 60Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve cihad için beslenen atlardan hazırlık yapın. Onunla hem Allah düşmanını korkutursunuz, hem sizin düşmanınızı hem de onlardan başka diğerlerini ki, ne masraf ederseniz mükafatı size tamamen ödenir. Hiç de zarar etmezsiniz. “Gücünüz yettiği kadar -antlaşmalarını bozan veya her manadaki inkârcı kafır- düşmanlarınıza karşı cihad için bağlarııp beslenen atlar, silâhlar hazırlayın.” Gücünüze güç katabilecek olan her manadaki savaş gücünü hazırlayın. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Dikkat edin asıl güç attığını tam hedeften vurabilmektir.” Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ifadelerini minberden üç kez üst üste tekrar ederek buna dikkat çekmiştir. Bir tefsire göre de bundan kasıt kalelerdir. (.......) kavlinde yer alan, (.......) kelimesinden murat, Allah yolunda bağlarııp beslenen atlara verilen isimdir. Veya nasıl ki, (.......) kelimesinin çoğulu (.......) ise bu da (.......) kelimesinin çoğuludur. Savaş için yapılması istenen kuvvet hazırliği içinden özellikle atların ele alınmış olması, tıpkı, (Bakara,98) âyetinde geçen (.......) ve (.......)ifadeleri gibidir. “Bu hazırlıkla -bu güç ile Mekke halkından olan- Allah'ın düşmanmı ve sizin düşmanınızı, bir de onlar dışında sizin bilmeyip Allah'ın bildiği her çağdaki başka düşman güçleri - Yani Yahûdîleri, münâfıkları, Fars toplumunu ya da cinlerden olan kâfirleri- korkutup caydınrsınız.” Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Şüphesiz şeytan atı olan kimseye yaklaşamaz ve aynı zamanda içinde yarış atı bulunan bir eve de yaklaşamaz.” Rivâyete göre atın kişnemesi, cinleri korkuturmuş, (.......) Yani sizin bizzat bilemediğniz, tanımadığınız düşmanlarınız, demektir. “Allah yolunda her ne harcarsanız o, hem dünyada ve hem âhirette size eksiksiz olarak ödenecek” bunların karşılığı tastamam ve fazlasıyla size verilecek “ve size asla haksızlık edilmeyecektir.” Yani verilecek olan mükâfat konusunda size haksızlık ölırimayacağı gibi aksine tastamam olarak ödenecektir: 61Eğer barışa yanaşırlarsa sen de ona yanaş ve Allah'a tevekkül et. Çünkü işiten bilen ancak O'dur. “Eğer onlar barıştan yana bir durum sergilerlerse,” meylederlerse, Arapça'da, “Ceneha Lehu ve Ceneha ileyhi” demek, meyletmek, yönelmek manasınadır. Burada geçen, (.......) banş ve sulh anlamındadır. Kırâat imâmlarından Ebû Bekir bu kelimeyi, “Sin” harfinin kesriyle, (.......) olarak okumuştur. Bu kelime zıddı veya karşıtı olan harb kelimesine karşı hiûennes bir kelime olarak getirilmiştir. “sen de barıştan yana tavır koy.” . Sen de banşa yönel. “Allah'a güven, işini O'na havale et.” Yani onların barıştan tarafa gözükerek esas içlerinde kurdukları tuzaklarından korkma. Çünkü mutlak olarak Allah sana yeter ve O seni onların tuzakların koruyup kurtaracaktır. “Çünkü Allah konuşulanları işiten, fiil ve niyetleri de bilendir.” Senin ne konuştuğunu da işitir, durumunu da bilir. 62Eğer sana herhangi bir tuzak kurmak isterlerse, iyi bil ki Allah sana yeter. Allah seni yardımıyla ve mü’minlerle destekledi. “Eğer antlaşmayla sana herhangi bir tuzak kurmak -hileyle gadre uğratmak- isterlerse, iyi bil ki Allah sana yeter. Allah seni yardımıyla ve samimi, dürüst mü’minlerle destekleyip güçlendirecektir.” Ya bütün inananlarla veya Ensar ile destekleyecektir. 63(Allah) o mü’minlerin kalplerini birleştirdi. Eğer sen bu uğurda yeryüzünde var olan her şeyi harcasaydın yine de onların gönüllerini birleştiremezdin. Ancak Allah onların aralarını birleştirdi. Çünkü Allah mutlak galiptir, yaptığında da hikmet sâhibidir. “Allah o mü’minlerin kalplerini birleştirmiştir.” Birbirleriyle tam 120 yıl düşmanlık sürdüren Evs ile Hazrec kabilelerini birbirine ısmdmp beraber olmalarını sağlamıştır. “Eğer sen bu uğurda yeryüzünde var olan her şeyi harcasaydın yine de onların gönüllerini birleştiremezdin.” Yani onlar arasındaki düşmanlık öyle bir noktaya gelip dayanmıştı ki, eğer herhangi bir infakta bulunan kimse bu uğurda yeryüzünde var olan tüm malları ortaya koyup, onların arasını bulmak için harcamaya kalkışmış olsaydı, buna rağmen yine de güç yetiremezdi. “Ancak Allah onların gönüllerini birleştirdi.” Fazlıyla ve rahmetiyle birleştirip kaynaştırdı. Kudretiyle onların birliğini sağladı. Bu sayede aralarında sevgi, muhabbet oluştu. Allah onlardan birbirlerine karşı kin ve nefret beslemeyi, buğzu kaldırdı, yok etti. “Çünkü Allah, mutlak galiptir, yaptığında da hikmet sâhibidir.” Bu itibarla sana tuzak kurmaya kalkışanları yok eder ve sana uyanlara da zafer ihsan eder, yardımda bulunur. 64“Ey Peygamber! Allah sana ve sana uyan mü’minlere yeter.” “Ey Peygamber! Allah sana ve sana uyan mü’minlere yeter.” Âyette yer alan, “vav” harfi, “Mea” manasınadır. Maba'dı (sonrası) ise mensûbtur. Mana şöyledir: “Allah sana da yeter ve mü’minlerden sana uyanlara da yardımcı olarak yeter.” Bir tefsire göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) le beraber olan Müslümanların sayısı 330 erkek ve altı da kadın idi. Daha sonra Hazret-i Ömer Müslüman olmuştur. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. 65Ey Peygamber! Mü’minleri cihada teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, ikiyüz kişiye üstün gelirler. Eğer içinizden yüz kişi çıkarsa, bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar gerçeği kavrayamayan anlayışsız bir topluluktur. “Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et.” Âyette geçen (.......) kelimesi yani, (.......) Bir kimseyi herhangi bir işe aşn teşvik manasınadır. Kelime kök itibariyle, (.......) kökünden alınmadır. Bu ise herhangi bir has talik sebebiyle kişinin aşırı zayıflayıp ölüm derecesine gelmesi demektir. (.......) Eğer sizden sabreden yirmi kişi bulunursa, ikiyüz kişiye üstün gelirler. Eğer içinizden yüz kişi çıkarsa bin kişiye galip gelirler.” İşte bu, eğer mü’minlerden oluşan bir topluluk düşman karşısında dayanıp sabır gösterirlerse, kendilerinin onlarca katı olan kafir düşmanlarını, Allah'ın yardım ve desteğiyle yenebileceklerine dair Allah'tan bir söz vermedir, bir müjde vermedir. “Çünkü onlar anlayışsız bir topluluktur.” Zira kâfirler câhil bir toplumdurlar, hiçbir şeyi hesaplamadan, sevap beklemeden savaşmaya kalkışırlar. Tıpkı hayvanlar gibidirler. Bu itibarla onların sebatları oldukça azdır, cehaletleri ve Allah'ı tanimâmaları, O'nun yardımını unutmaları sebebiyle yok hükmünde olup zaten her şeylerini kaybetmişlerdir. Halbuki basiretle ile hareket edip bu şekilde savaşan mü’min kimseler böyle değildirler. Çünkü bunlar Allah'tan yardım ve zafer beklerler, bunun umuduyla yaşarlar. Bir görüşe göre bir mü'min on kişiyle karşılaşırıca sebat edip firar etmemesi gerekiyordu. Ancak bu hüküm onlara ağır geldi ve neshedildi. Bir mü'minin iki kişiye karşı koyması şeklinde yüce Allah'ın şu sözleriyle hüküm hafifletildi: 66Şimdilik Allah yükünüzü hafifletmiş oldu, çünkü Allah bu kadar büyük bir güce karşı sizde zayıflık olduğunu bildi. Eğer içinizden sabırlı yüz kişi çıkarsa ikiyüz kişiye galip gelir.-Eğer içinizden sabırlı bin kişi çıkarsa Allah'ın izniyle iki bin kişiyi yener. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir, onlara yardım eder. Bu âyette geçen, (.......) kırâat imâmlarından Hamza ve Âsım tarafından dat harfinin fethasıyla (.......) olarak okunmuştur. Yine burada geçen, (.......) kelimesi Kufe okulu kırâat imâmalnna göre “Y” harfiyle okunmuştur. Bunun böyle okunacağına dair ilk âyette Basra okulu mensupları da Kufe okulu mensuplarına kâtilmışlardır. Âyette söz edilen zayıflık, beden zayıfliğidır. Gerek hafifletilmeden önce olsun gerekse hafifletildikten sonra olsun, âyette iki kez az olan bir topluluğun çok olan bir topluluğa karşı mukavemet göstermesi şu gerçeği göstermek içindir. İster az olsun, ister çok olsun bunun durumun değişmesi üzerinde bir etkisinin olmayacağını, herhangi bir durum değişikliğine neden olmayacağını göstermektir. Zira durum yirmi kişinin ikiyüz kişiye mukavemeti ile yüz kişinin bin kişiye mukavemeti arasında değişiklik gösterebilmektedir. Aynı şekilde yüz kişinin ikiyüz kişiye ve bin kişinin iki bin kişiye mukavemeti arasındaki farklılık hâli de yine böyledir. Yani değişen bu sayılardır. Fakat sonuçta bir farklılık söz konusu değildir. 67Hiçbir peygamber için -yeryüzünde ağır başınadıkça- esirleri bulunması doğru değildir. Siz dünya malını istiyorsunuz. Allah ise âhireti kazanmanızı diliyor ve Allah daima galiptir, hüküm ve hikmet sâhibidir. “Hiçbir peygamber için -yeryüzünde ağır başınadıkça- esirleri bulunması doğru değildir.” Doğru ve uygun olmaz. (.......) kavlini Basra okulu “T” harfiyle (.......) olarak okumuşlardır. Âyette geçen, (.......) kelimesi “kalıbında (.......) kelimesinden alınmadır. Bu ise kıyasıya çok kişi öldürmek, öldürmede gerektiği kadar ileri gitmek ve daha çok öldürmek anlamında bir kelimedir. (.......) ise katılık ve yoğunluk, çokluk manasına gelir. Yani kafir olan düşmana karşı öyle bir şekilde davranılmalıdır ki, mümkün olduğunca ve fırsat ele geçince onlara göz açtırmadan çokçasma öldürmektir. Böylece onların bu hezimetleri, ölüleri aileleri üzerinde öyle bir etki bıraksın ki bir daha o düşmanlar bellerini doğrultamasmlar. Bu sayede İslam da öylene güçlenmeli, üstünlük elde etmeli ki, istila ve onlara üstün gelmenin ve onları hezimete uğratıp perişan duruma getirmenin sağladığı zafer ve üstünlükle artık hiçbir güç İslam'a karşı çıkamasın, çıkmaya cesaret edemesin. İşte bütün bu basanlardan sonra esirler alınmalıdır. Rivâyete göre Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) a yetmiş esir getirildi. Bunlar arasında amcası Abbâs ile Hazret-i Ali'nin kardeşi Akil de bulunuyordu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bunlarla ilgili olarak Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer'le istişarede bulundu. Ebubekir (radıyallahü anh) onlarla ilgili görüşünü şöyle açıkladı: “Bunlar senin kavmin ve senin ailendendir. Onları bırak, belki pişmanlık duyarlar, Allah da tevbelerini kabul buyurur. Ashâbını güçlendirebileceğin bir fidyeyi kendilerinden al.” Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ise şöyle söyledi: “Onları getir, boyunlarını vur. Çünkü bunlar seni yalanladılar ve (doğup büyüdüğün yerden) sürüp çıkardılar. Şüphesiz Allah seni bunların fidyesine muhtaç bırakmaz. İzin verin Ali, kardeşi Akil'i, Hamza da Abbâs'ı, ben de yakınım filarıı alalım ve hepsinin de boyunlarını vuralım.” Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ebubekir'e dönerek: “Ey Ebubekir! Senin gibisi Tıpkı İbrâhîm (aleyhisselâm) gibidir. Çünkü o şöyle demişti: Rabbim! ... Kim bana karşı gelirse, artık Sen gerçekten çok bağışlayan, çok merhamet edensin. (İbrâhîm, 36)” dedi. Hazret-i Ömer'e de: “Ey Ömer! Senin gibisi de tıpkı Nûh (aleyhisselâm) gibidir. Çünkü o da şöyle demişti: Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma! (Nûh,26)” diye buyurdu. Daha sonra Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle söyledi: “İsterseniz onları öldürürsünüz, dilerseniz onları fidye karşılığında bırakırsınız. İçinizden onların sayısınca şehit düşecektir.” Onlar da “biz fidye alacağız” dediler, Uhut savaşırıda şehit düştüler. Nihayet fidye almaları üzerine bu âyet nâzil oldu “Halbuki siz dünya malını istiyorsunuz.” Âyette geçen, (.......) Allah ise, savaşta daha katı davranmanızı emretmekle sizin için âhiret sevabını istiyor.” Yani savaşta daha katı hareket etmek suretiyle düşmanı öldürmeyi emir buyurması, İslam güç kazanması, üstünlük elde etmesi ve cennete de giriş sebebi olacağmdandır. “Çünkü Allah, kuvveti her gücün üzerinde olan galiptir -böylece düşmanları hezimete uğratarak yok eder-, işlediğinde ve tedbirinde -dostlarını azarlama işinde- de hüküm ye hikmet sâhibidir.” 68Eğer Allah'ın Levh-i Mahfûz'da verilmiş kesin bir hükmü önceden olmamış olsaydı, almış olduğunuz fidye yüzünden mutlaka size şiddetli bir azap dokunurdu. “Eğer Allah'ın Levh-i Mahfûz'da verilmiş kesin bir hükmü önceden olmamış olsaydı,” Yani Allah'ın, herhangi bir kimsenin içtihada dayanarak amel etmesi hâlinde onu azap etmeyeceğine ilişkin olarak önceden geçen bir hükmü var olmasaydı, demektir. Onların fidye konusunda yaptıkları şey de onların bir içtihadı idi. Çünkü onlar bu konuda şu gerekçeye dayanıyorlardı. Alınan esirlerin öldürülmeyip fidye karşılığında salıverilmeleri belki de onların Müslüman olmalarını sağlar, böyle bir şeye sebep olabilirdi. Ayrıca kendilerin den alınacak olan fidye ile de cihad için daha güçlü bir hazırlık yapılması da mümkündür. Halbuki fidye almayı bu gerekçelere dayandıran o kimseler işin şu yönünü hiç düşünmemişlerdi. Alınan esirlerin öldürülmeleri İslam adına daha büyük bir güç sağlayacak, dolayısıyla öldürülenlerin geride bıraktıkları aileleri ve çevreleri için de oldukça büyük bir korku, dehşet ve etki bırakacak, böylece İslam'a karşı kendilerinde hareket edebilecek bir mecal ve güç bulamayacaklardı. Onlar işin bu yönünü hesaba katınamışlardı. Veya bu, Allah'ın Levh-i Mahfûz'da Bedir ehline azap etmeyeceğim, diye yazdığı hükmüdür ya da bu, beyan ve mazeretten önce onları hesaba çekmeyeceğine dair olan hükmüdür. Diğer taraftan burada Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in söz konusu edilen istişaresi içtihadın câiz delalet eder. Dolayısıyla bu, kıyası inkâr edenlerin aley hine de bir hüccet olmaktadır. Âyette geçen, (.......) kelimesi mübtedadır. (.......) kavli de bunun sıfatıdır. Yani, “Allah tarafından sabit ve var olan bir yazgısı, hükmü olmasaydı, demektir. (.......) ise bunun başka bir sıfatıdır. Mübtedanın haberi de mahzûftur. Yani, “Varlık aleminde bu nitelikte Allah'ın bir kitabı olmasaydı” demektir. (.......) kelimesinin haber olması câiz olmaz. Çünkü (.......) edatının hiçbir zaman haberi ortaya çıkmaz, açık olarak gelmez. “Mutlaka size şiddetli bir azap dokunurdu.” Burada, (.......) mutlaka size ulaşırdı, isabet ederdi, demektir. (.......) ise “esirlerden aldığınız fidyeler” demektir. Rivâyete göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzuruna gittiğinde bir de bakar ki, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebubekir ağlıyorlar. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: “Ey Allah'ın Resûlü! Neden ağladığınızın sebebini bana da söyleyin ki ben de ağlanacak bir durum varsa ağlayayım, yok eğer ağlanacak bir durum yok ise ağlar gibi yaparak size kâtilayım” der. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurur: “Fidye almaları sebebiyle arkadaşlarının haline ağliyorum. Çünkü onların görecekleri azap bana -kendisine yakın olan bir ağacı işaret ederek- bu ağaçtan daha yakın olarak açık şekilde gösterildi” Yine rivâyet olunduğuna göre Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Eğer gökten bir azap indirilmiş olsaydı, Ömer ile Sa'd İbn Muaz dışında hiçbir kimse bu azaptan kurtulamazdı.” Çünkü Muaz da şöyle demişti: “Öldürmede aşırı davran, sağ kalmalarına fırsat tanimâmak benim için daha yerinde bir davranıştır.” 69Artık elde etmiş olduğunuz kazanılan ganimetlerden helâl ve temiz olarak yeyin. Allah'tan korkun. Çünkü Allah bağışlayan, çok merhamet edendir. “Artık elde etmiş olduğunuz kazanılan ganimetlerden helâl ve temiz olarak yeyin.” Rivâyete göre Müslümanlar elde ettikleri ganimetlere dokunmayıp öylece tutarlardı, onlara ellerini uzatmazlardı. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Bir başka tefsire göre de bu hüküm, fidyelerin mubah kılındığına dairdir. Çünkü alınan fidyeler de bir bakıma kazanılan ganimetler cümlesindendir. (.......) kelimesinin başında yer alan, “F” harfi, sebebiyet içindir. Sebep ise mahzûftur. Mana da şöyledir: “Ben kesinlikle size ganimetleri helâl kıldım. O hâlde onlardan yeyin” (.......) mutlak manada helâl olarak, bir azarlama ve cezâlarıdırma söz konusu olmaksızın yeyin, demektir. (.......) kelimesi düğümü çözmek, bağı açmak manasında olan, (.......) ifadesinden alınmadır. Bu kelime alınan ganimetlerden haf olarak mensûbtur ya da mastara âit bir sıfattır. Yani; “helalinden bir yemekle yeyin” demektir. (.......) Yani leziz ve rahat bir şekilde, boğazınıza düğümlenmeden... Ya da; “Şerait bakımından helâl ve doğal olarak, tabiat gereği de temiz ve hoş bir yiyecek olarak yeyin” manasınadır. “Allah'tan korkun.” Size söz vermediğim herhangi bir şey konusunda hemen öne atılmayın. “Şüphesiz Allah mü’min kullarının günahlarını çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” Bundan önce işlediklerinizi mağfiret den, bağışlayan ve ganimet olarak size verdiklerini helâl kılarak merhamet edendir. 70Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: “Eğer Allah sizin kalplerinizde bir hayır bilirse size sizden almandan daha hayırlısını verir ve günahlarınızı bağışlar. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” “Ey Peygamber! elinizdeki esirlere de ki:” Sahip olduğunuz, eliniz altında bulunan esirler... sanki ellerinizle onları tutuyor, kıskıvrak yakalayıp elinde bulunduruyor gibi. Âyette geçen, (.......) kelimesi, “Esir” kelimesinin çoğuludur. Kırâat imâmlarından Ebû Amr ise bunu, (.......) diye okumuştur. Bu (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin çoğuludur. “Eğer Allah sizin kalplerinizde bir hayır bilirse,” îmanınızın halis olduğunu, niyetinizin de sahih olduğunu görürse, “Sizden alınan fidyeye karşılık çok daha hayırlı bir rızık ve âhirette de bol mükâfat vererek sizin günahlarınızı da bağışlayacaktır.” Alınan fidye yerine ya dünyada kat kat onun yerine geçecek şeyler verecek veya sizi âhirette sevap ile ödüllendirecektir. “Çünkü Allah günahları çok çok bağışlayan ve tevbe edenlere de çok çok merhamet edendir.” Rivâyete göre Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Bahreyn'den alınıp getirilen seksen bin mal varlığı ganimet olarak takdim olunmuştu. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) öğle namazı için abdest almıştı. Ancak gelen o malları bütünüyle dağıtmcaya kadar namazını kılmadı. Bu arada amcası Abbâs'a ondan almasını emretti. O da taşıyabileceği kadar mal almıştı. Bu arada kendi kendine şöyle konuşuyordu; Bu, benden almandan çok daha hayırlı ve ondan da fazladır. Ben Allah'tan mağfiret dilerim. Kendisinin yirmi kölesi vardı. Bu yirmi kölenin içinden en düşük seviyede olanları kendi başına ticaret yapabileceği bin dirheme sahip bulunuyordu, (ya da bu yirmi köleden en basiti, işe yaramazı bile bin dirhem eder.) Abbâs (radıyallahü anh) şöyle diyordu: “Allah iki vadinden birini gerçekten yerine getirdi. Ben ötekisini de yerine getireceğine dair kesin güven içindeyim. 71Eğer sana ihanet etmeye kalkışırlarsa, unutmasınlar ki onlar daha önceden de Allah'a ihanet ettiler, Allah da kahredilmelerine imkan verdi. “Eğer esirler fidye konusunda sana ihanet etmeye kalkışırlarsa,” Yani Müslüman olarak seninle üzerinde anlaşıp kabul ettikleri bey'atlerini dinden dönmek suretiyle bozarlarsa veya sana vermeyi garanti ettikleri fidye için engel çıkanrlarsa, “Unutmasınlar ki onlar daha önceden de Allah'a ihanet etmişlerdi.” Allah'ı ve Resûlünü inkara kalkışmışlardı. Ayni şekilde bu sözleşmeye kâtilanlardan her biri verdikleri sözlerinde durmamışlar, antlaşmalarını bozmuşlardı. “İşte bu sebepten Allah sizi onlara karşı üstün kılmış ve onları sizin elinize düşürmüştür.” Yani seni onlara hakim kılmış, onlara karşı sana zafer vermiştir. Nitekim siz bunu Bedir savaşı günüde gördünüz, yaşadınız. Eğer yeniden böyle bir ihanetin içine girecek olurlarsa Allah seni yine onlara karşı üstün kılacaktır. “Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” Gelecekte ne olacağını bildiği gibi şu anda olanlar hakkında verdiği emir konusunda da hikmet sâhibidir. 72Şüphesiz Allah'a ve Peygamber'e îman edenler, hicret edenler, Allah yolunda mallarını ve canlarını ortaya koyarak cihad edenler ve muhacirleri Medine'de barındırıp onlara yardım eden Ensar var ya, işte bunlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Ancak îman ettikleri hâlde küfür diyarmda kalıp hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar sizin onlar üzerinde bir velâyetiniz yoktur, Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, üzerinize bir borçtur. Yeter ki sizden istenen bu yardım, sizinle kendileri arasında bir sözleşme bulunan bir toplum aleyhinde olmamış olsun. Çünkü Allah bütün yapıp ettiklerinizi hakkıyla görendir. “Şüphesiz îman edenler ve hicret edenler,” Allah ve Resûlünün sevgisi uğrana Mekke'yi bırakıp ayrılmak zorunda bırakılanlar, göç etmeye mecbur bırakılanlar, “Allah yolunda mallarını ve canlarını ortaya koyarak cihad edenler” Bu kimseler, inançları uğrunda Mekke'den ayrılmaya mecbur bırakıları mucirler yani göçmenlerdir. “Ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler,” Yani muhacirlere kucak açan, onları ülkelerinde banndıran, düşmanlarına karşı onların yanında yer alıp onlarla birlikte hareket edenler -ki bunlar Medine'nin yerli halkı olan Ensar'dırlar- işte bunlar var ya, “İşte bunlar birbirlerinin dostlarıdırlar.” Yani miras hususunda birbirlerinin velileridirler, biri diğerini himaye etmekle ve ona yardım ile yükümlüdür. Muhacirler ile Ensar yakın akraba dışında ayrıca hicret ve yardım ile birbirine mirasçı kılınmışlardı. Ancak bu hüküm daha sonra gelen şu ayetle neshedilerek yürürlükten kaldırılmıştır: “Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, mirasçılık bakımından birbirlerine öteki mü’minlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar.” (Ahzâb, 6) Bir diğer tefsire göre de burada bununla demek istenen şey, yardım ve karşılıklı iyilik demektir. “Ancak îman ettikleri hâlde hicret etmeyenlere,” Mekke'den aynlmayanlara gelince, “Onlar hicret edinceye kadar sizin onlar üzerinde bir velâyetiniz yoktur. Miras konusunda onlarla herhangi bir velâyetiniz ve alakanız yoktur. Bilindiği gibi îman ettiği hâlde hicret etmeyen bir kimse, îman edip de inancı uğrunda hicret eden kimseye mirasçı olamıyordu. Âyette görüldüğü gibi hicret etmedikleri hâlde kalan imanlı kimselere, îman etmiş kimseler diye ad verilmesi ve bu ismin onlardaki kalıcıliğina bakarak, bu kimseler ancak büyük günah işlemişlerdir, denilir. Çünkü küfür diyanndan hicret etmek farzdır. Bu kimseler de hicreti terk etmekle büyük günah işlemiş bulunmaktadırlar. Dolayısıyla bu âyet, büyük günah işlemiş olanların dinden çıkmayacaklarına ilişkin bir delildir. Âyet bunu göstermektedir. Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. Bir tefsire göre her ikisi de mana itibariyle aynıdır. “Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse,” Yani İslam dinin kabul ettikleri hâlde yerlerinde kalıp hicret etmeyenler sizden yardım isterlerse, “Sizin onlara yardım etmeniz sorumlu bulunduğunuz bir görevinizdir.” Yani o Müslüman olan kimseler ile kâfirler arasında bir savaş meydana gelirse ve Müslümanlar sizden yardım isteğinde bulunurlarsa, kafirlere karşı hemen onlara yardım etmeniz size vacip/farz bir görevdir. “Yeter ki sizden istenen bu yardım, sizinle kendileri arasında bir sözleşme bulunan bir toplum aleyhinde olmamış olsun.” Böyle bir durumda sizin sözleşmeli olduğunuz taraf aleyhine sizden yardım isteyen Müslümanlara yardım etmeniz câiz değildir. Çünkü sizinle sözleşmeli olan bir toplum böyle bir işe ilk kalkışan olmaz. Zira aradaki sözleşme böyle bir şeye engeldir. “Çünkü Allah bütün yapıp ettiklerinizi hakkiyle görendir.” Bu, şerî'at sınırlanın aşanlara bir uyandır. 73Kâfirler de birbirlerinin dostlarıdırlar. Böyle yapmazsanız yer yüzünde bir fitne ve büyük bir azap olur. “Kâfirler de birbirlerinin dost ve yardımcılarıdırlar.” İlk bakışta ayetten kâfirler arasında karşılıklı bir dostluğun var olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Bunun manası şöyledir; Allah, Müslümanları kâfirleri dost edinmekten, onlara velayet yetkisi vermekten menediyor, onlarla mirasçı olmalarından da menediyor. Bunlardan uzak durmanın vucubiyeti üzerinde önemle duruyor. Hatta bunlar akraba dahi olmuş olsalar bile kendileriyle her türlü bağın kopanlması gerekir. Birinin ötekisine mirasçı olmaları da söz konu değildir. Sonra Rabbimiz devamla şöyle buyuruyor: “Eğer siz emirlerimi yerine getirmezseniz,” Yani size, Müslümanların beraber ve birlik içinde hareket etmeleri için verdiği emri yerine getirmez, birbirinizi veli edinmezseniz, hatta bu ilişkilerinizi mirasta bile öne almazsanız -ki burada Allah İslam'a olan mensubiyeti akrabalık mensubiyetinden üstün kılmaktadır, hiçbir zaman kafirlerle olan akrabaliği bir akrabalık olarak kabul etmemektedir-, işte bu ölçülere uymazsanız bu sebeple, . “Bir fitne ve büyük bir karışıklık başgösterir.” Yeryüzünde bir fitne doğar ve büyük bir kargaşa, meydana gelir. Çünkü Müslümanlar, şirk ve küfre karşı eğer kendi aralarında tek bir el haline gelmezlerse, bu durumda şirk ve küfür açıkça varlığını sergiler, kargaşa ve terör alabildiğince artar. 74Îman edip hicret eden ve Allah yolunda cihada gidenlere, onları barındırıp yardıma koşan kimseler, işte bunlar gerçek mü’minlerdir. Bunlara bir bağışlanma ve sınırsız bir rızık vardır. “Allah'a ve Resûlüne îman edenler, hicret edip Allah'ın kelimesinin/dininin yücelip hakim olması için cihad edenler ve muhacirleri Medine'de barındırıp onlara ve İslam'a yardım eden Ensar var ya, işte gerçek mü’min olanlar onlardır.” Çünkü onlar gerçek inananlar olduklarını kanıtladılar, ülkelerini bırakıp hicret etmekle inançlarının gerçekliliğini ortaya koymuş oldular. Ülkesini, ailesini, evini-barkını, mal ve dünyalık olarak neleri varsa hepsini bırakıp sırf dinlerini yaşamak ve anketlerini kazanmak için hepsinden aynldılar, her şeylerini terkettiler. Böylece gerçekten inanmış olduklarını kanıtlamış oldular. “Onlar için Allah tarafından mağfiret ve bol rızık vardır.” Burada bir minnet bir eksiklik ve bir tekrar söz konusu değildir. Çünkü bu âyette mü’minler övülmekte ve kendilerine bol mükâfat vadolunmaktadır. Halbuki bundan önceki âyet beraberliği emretmektedir. Bu âyet onun tekran olan bir âyet değildir. 75Sonradan îman edip hicret eden ve sizinle beraber cihad edenler, işte bunlar da sizdendir. Akrabalar ise Allah'ın kitabına göre birbirine daha yakındır. Şüphe yok ki Allah herşeyi bilir. “Bundan sonra îman edenler,” Bu ifade ile, daha önce dinleri uğruna hicret edenlere daha sonradan katılanlar kasdolunmaktadır. “Hicret edenler ve sizlerle birlikte Allah yolunda cihad edenler var ya, işte onlar velayette mü’min kimseler olarak sizdendir.” Yüce Allah bir üstünlük vermek ve teşvik için sonradan kâtilanları da öncekilere aynen katınaktadır. “Allah'ın hükmüne göre mü’minlerden olan yakın akrabalar birbirlerine varis olmaya ta baştan beri daha layıktırlar.” Yani akraba olanlar birbirlerine mirasçı olmaya daha çok hak sâhibidirler. Bu ifade, hicret etmek ve Ensar'dan olmakla oluşan mirasçıliği neshediyor. Âyette geçen, (.......) kavli, Allah'ın hükmünde, Allah'ın taksiminde, Levh-i Mahfûz'da, Kur'ân'da gibi manalara gelmektedir. Bu da miraslarla ilgili ayettir. Bu, yakın akrabanın mirasçı olabilecekleri hakkında bizim Hanefî mezhebimiz lehinde bir delildir. “Şüphesiz Allah her şeyi en iyi bilendir.” Dolayısıyla Allah kulları arasında dilediği gibi hüküm verir. Allah insanları dört kısma ayırmıştır, şöyle ki: a-Îman edip dinlerini yaşamak için hicret edenler, b- Îman edip hicret edenlere kucak açıp yardım edenler yani Ensar, c- îman ettikleri hâlde hicret etmeyip Mekke'de kalanlar ve d- Küfürde ısrar edip îman etmeyenler. |
﴾ 0 ﴿