TEVBE SÛRESİBu sûre Medine'de, nâzil olmuştur; 129 âyettir. Bu surenin bir çok isimleri vardır. İşte bunlardan bazdan; Berae, et-Tevbe, el- Mukaşkişe, el-Muba'sira, el-Muşarride, el-Faziha, el-Müsire, el-Hafire, el-Münekkile, el-Müdemdime. Bu surede mü’minlerin tevbelerinin kabulü yer aldığından Tevbe sûresi denmiştir. Nifaktan ve münâfıklıktan kişiyi kurtarması, uzaklaştırması sebebiyle de, el-Mukaşkişe ismi verilmiştir. Münâfıkların ve iki yüzlülerin durumlarını, sırlarını açığa vurduğu için de el-Müba'sire denmiştir. Çünkü münâfıkların hâl ve tavırlarını sergiliyor, açığa çıkanyor, inceliyor, rezil rüsvay ediyor, cezâlandınyor, kovup uzaklaştırıyor, perişan ediyor ve onları helâk ediyor, kahrediyor. Bu surenin başında Besmelenin yer almaması hakkında farklı görüşler bulunmaktadır. Şöyle ki; Hazret-i Ali ve İbn Abbâs'tan -Allah her ikisinden de râzı olsun- rivâyete göre, “Bismillah” demekte eman vardır, beraat vardır, güvence ve teminat vardır. Bu sûre ise emanı verilen güvenceyi kaldırmak için nâzil olmuştur. Hazret-i Osman (radıyallahü anh) dan gelen rivâyet ise şöyledir: “Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir sûre veya âyet nâzil olunca, bunu şu ve şu konulann yer aldığı yere koyun/yazm diye buyururdu. Ancak Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) öldü gitti ve fakat bize bu sûreyi nereye koyacağımızı/yazacağımızı açıklamadı. Bu surenin kıssaları Enfal süresindeki kıssalara benzemektedir. Çünkü orada antlaşma ve sözleşmelerden söz edilmektedir. Berae sûresinde (yani bu surede) ise sözleşmelerin ve antlaşmaların terki, uygulanmaması yer almaktadır. İşte bu bakımdan bu iki sûre arasında bir yakınlık bulunmaktadır. Her iki sûre de iki karineyi çağnştırıyor ve her ikisi de yedi uzun sureden yedincisi sayılmaktadır.” Bir başka tefsire göre bu sûre ile ilgili olarak Resulullah’ın sahabesi arasında farklı görüşler ortaya atılmıştır. Kimisi Enfal sûresi ile Berae sûresi bir tek suredir ve savaş ile alâkalı olarak inmiştir, demişler. Kimisi de bunun her ikisi de ayrı ayrı birer suredir, ancak bu ikisi ayrı iki suredir diyenlerin olması sebebiyle iki sûre arasına bir fasıla konmuştur. Tek süredir diyenler olduğu için de Besmele terkedilmiştir, demişlerdir. 1Allah'tan ve Resûlünden, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır/ültimatomdur bu. “Allah ve Resûlünden, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır/ültimatomdur bu.” Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi mahzûf bir mübtedanın haberidir. Bu da, (.......) demektir. (.......) edatı ise iptidai gaye içindir. Yani başlarıgıç noktasını bildiren bir edattır. Mahzûf olan bir ifadeye müteallik bulunmaktadır, sıla değildir. Bu tıpkı, (.......) cümlesine benzer bir ifadedir. Yani: “Bu, Allah'tan ve O'nun Resûlünden sizin kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere ulaşması gereken bir ültimatomdur” demektir. Yine bu da âdeta; “Filân kimseden faları kimseye ulaştırılması istenen bir mektup” ifadesine benzer bir ifadedir. Ya da bu, kendi sıfatıyla tahsis edilmiş olması sebebiyle mübtedadır, haberi de; (.......) kavlidir. Meselâ bu; “Temîm oğullarından bir adam evde bulunmaktadır” kavli gibidir. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Gerçekten Allah ve Resûlü, sizin kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz müşriklerin sözleşmelerinden kesinlikle beridirler, bununla olan tüm bağlarını koparmışlardır. O antlaşma onlara iade olunmuştur, hiçbir geçerliliği yoktur.” 2Bundan böyle yeryüzünde serbestçe ve özgür olarak sadece dört ay daha dolaşırı. Ancak iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. Şüphesiz Allah, inkarda ısrar eden kâfirleri rezil edecektir. “Bundan böyle yeryüzünde serbestçe ve özgür olarak sadece dört ay daha dolaşırı.” Yeryüzünde dilediğiniz gibi gezip özgürce dolaşırı. Âyette yer alan, (.......) kelimesi yavaş yavaş, istediği gibi yürümek demektir. Rivâyete göre Müslümanlar Mekke halkı ve bunlar dışında başka Araplar ile antlaşmalar yapmışlardı. Bu antlaşmayı daha sonra bazıları bozdular, antlaşmanın şartlarına uymadılar. Antlaşmalarını bozmayanlar ise Damre oğulları ile Kinane oğulları idiler. Böylece antlaşma, onu bozanlara fırlatıldı, artık herhangi bir antlaşmaya gidilmedi. Bunun üzerine kendilerine dört ay bir süre tanındı, bu zaman zarfında diledikleri gibi istedikleri yerlere özgürce ve güvence içerisinde gidip gelebilecekleri hususu emrolundu. Bu zaman zarfında kendilerine herhangi bir saldın ve taarruzda bulunulmayacağı gerçeği aktanldı. Bu dört aylık süre ise bu surede beşinci olarak gelen âyette söz konusu edilen dört aylık zaman dilimidir. Bu âyette yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Haram aylar çıkınca/tanınan dört aylık serbest dolaşım süresi bitince müşrikleri bulup yakaladığınız yerde hemen öldürün.” (Tevbe, 5) Bunun gerekçesi de, haram aylarının saygınliği sebebiyledir ki bu aylarda herhangi bir öldürme ve savaş olmasın istenmiştir. Berae ya da Tevbe suresinin nâzil olması, hicretin dokuzuncu yılında olmuştur. Mekke'nin fethi ise hicretin sekizinci yılında meydana gelmiştir. Hicretin sekizinci yılında Emir, Attab İbn Esiyd idi. Ancak Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), hicretin dokuzunca yılında hac mevsimin de hac emiri olarak Hazret-i Abu Bekir'i atamıştı. Daha sonra onun peşinden Hazret-i Ali'yi, Adba adındaki devesiyle bu surede geçen ültimatomu, hac mevsiminde hacca gelenlere okumak ve duyurmak üzere görevlendirip gönderdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, “İnen âyetleri, Hazret-i Abu Bekir'e göndereydin ya?” diye sorulması üzerine, şöyle buyurmuşlardır: “Benim tarafımdan yerine getirilmesi gereken bir hükmü, ancak benden olan bir yakınım icra eder.” Hazret-i Ebubekir'e Hazret-i Ali'nin yaklaşması üzerine, Hazret-i Ebubekir devenin sesini işitti ve hemen durarak: “Bu ses Resûlüllahın devesinin sesidir” dedi. Hazret-i Ali gelip Hazret-i Ebubekir'e yetişince Hazret-i Ebubekir kendisine. “Sen emir olarak mı yoksa memur olarak mı gönderildin?” diye sorar. Hazret-i Ali de, memur olarak gönderildiğini söyler. Hazret-i Ebubekir Terviye Terviye:Zilhiccenin sekizinci günü, arefeden önceki gün gününden önce yani zilhiccenin yedinci gününde hac ibâdetiyle ilgili olarak hacılara hitap edip gereken konuşmayı yaptıktan sonra, Hazret-i Ali de Kurban bayramı gününde Akabe cemresinin yanında ayağa kalkıp: “Ey insanlar! Ben Allah'ın Resûlü tarafından size gönderilen elçisiyim” diye söze başladı. Halk da: “Nelerle, hangi konularda elçisisin?” diye sordu. O da halka, bu sureden indirilen otuz veya kırk âyeti okudu. Daha sonra konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ben dört şeyi ilân etmekle emrolundum. Şöyle ki; a-Artık bundan böyle bu yıldan itibâren hiçbir müşrik Beytullah'a yakl aşmayacaktır. b- Hiçbir kimse Beytullah'ı çırılçıplak tavaf etmeyecektir. c- Mü’min olan kimseden başkası asla cennete giremeyecektir. d- Artık bundan böyle her antlaşmalı kimsenin antlaşması süresinin bitimine kadar devam edecektir.” İşte bu konuşma üzerine müşrikler tepkilerini şu şekilde ortaya koydular: “Ey Ali! Amcan oğlu Muhammed'e şunu bildir. Artık bundan böyle biz hiçbir antlaşmayı tanımıyor, hepsini bozuyoruz, onları arkamıza attık. Bundan sonra aramızda oklarla savaş başlamıştır, kılıçlarla vuruşma gündeme gelmiştir.” İbn Hacer şöyle diyor; bu bilgiler farklı konuşmalardan toplarııp bir araya getirilmiş bilgilerdendir, bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 2/243 Söz konusu edilen dört yasak ay ise, Şevval, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Ya da bu aylar; Zilhicce ayından yirmi gün, Muharrem, Safer, Rebiulevvel ve on günde Rebiulahir ayından olmak üzere dört aydır. Bu aylar haram/yasaklı aylar olarak ilân edildi. Çünkü bu aylarda herkese güven içerisinde gezip dolaşma hakkı verilmiş, dolayısıyla bu aylarda adam öldürmek de savaş yapmak da yasaklanmıştı. Ya da genel anlayışa dayalı olarak bu aylara haram ay ismi verilmiş oldu. Çünkü yasak sayıları ve içinde dokunulmazlığın ilân edildiği bu aylar içerisinde zaten daha önce haram aylardan sayıları Zilhicce ayı ile Muharrem ayı da yer aldığından ötürü bu ismin baskın gelmesi sebebiyle kullanılan bir ifadedir. Cumhûrun kanaatine göre haram aylarda savaşmak haram değildir, mubahtır. Çünkü bu yasakla hükmü neshedilmiş yani yürürlükten kaldırılmıştır. “İyi bilin ki siz, Allah'ı âciz bırakacak azâbından kurtulacak değilsiniz.” Size süre tanınmış olsa, hemen başırııza bir azap göndermemiş olsa da O sizi bırakacak değildir, mutlaka size gereken azâbı gönderecektir. “Şüphesiz Allah inkarda ısrar eden kâfirleri -dünyada öldürülmekle, âhirette de azaplarıdırmakla- rezil ve perişan edecektir.” 3Bir de Allah ve Resûlünden haccı ekber günü insanlara bir ilân ki Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Derhal tevbe ederseniz, o hakkınızda hayırdır; yok eğer aldırmazsanız, biliniz ki siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz; ve Allah'ı ye peygamberi tanımayanlara acı verici bir azâbı müjdele. “Haccı Ekber/büyük hac gününde bu, Allah'tan ve Resûlünden bütün insanlara yapılmış olan bir duyuru/bir genelgedir.” Bu âyetin başında yer alan, (.......) kelimesinin merfû' olmuş ulaması iki veçhe göre de tıpkı (.......) kelimesi gibidir. İşte bu bağlamda olmak üzere cümle aynen misli üzerine ma'tûf kılınmıştır. (.......) kelimesi, “İyzan” manasınadır. Bu da bildirmek, duyurmak ve ilân etmek demektir. Tıpkı Eman ve Ata kelimeleri gibi. Bunlardan ilki Îman manasında inanmak demektir, ikincisi de İta manasında vermek demektir. İlk cümle ile ikincisi arasındaki farka gelince bu da şöyledir: Çünkü ilk cümle beraetin yani ihtarın varlığının kesinliğini bildirmektedir. İkinci cümle ise kesinleştiği şekliyle bildirim yapmanın ya da gerekli olduğunu, haber vermektedir. Bu manada her iki cümle de haber cümlesidir. Birincisinde beraet ya da (ültimatom) kendileriyle antlaşma yapılmış olan müşriklerle ilişkilendirilmiştir. İkincisinde ise duyuru halk ile ilişkilendirilmiştir. Çünkü ilkinde ültimatom kendileriyle antlaşma yapılmış olanlar ile bunlardan antlaşmalarını bozanları ilgilendirmektedir. Duyuru ise tüm insanları ilgilendirmektedir. Yani ister kendileriyle antlaşma yapılanlar olsun, ister olmasın, ister antlaşmalarını bozanlar olsun, ister olmasın herkesi bağlamaktadır. “Haccı Ekber günü” bu günden kasıt ya Arefe gönüdür. Çünkü Arefe günü A'râfat'ta vakfeye durmak haccm en büyük ve en önemli fiillerinden biridir. Ya da Nahr günü denilen Kurban Bayramı günüdür ki, bu günde hac ibâdetiyle ilgili tüm görevler yapılır. Meselâ Tavaf ibâdetinden tutun da, kurban kesilmesi, tıraş olunması, şeytan taşlama hep bu günde yapılır. Hac ibâdetinin, “Ekber-En büyük” vasfıyla nitelenmiş olması, Umre haccının Küçük hac diye isimlendirilmesinden ileri gelmektedir. “Allah da peygamberi de mü'minlerden kesinlikle uzaktır.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) demektir. Burada, (.......) kavlinin sılası (ilgi cümleciği) tahfif için hazf olunmuştur. (.......) kavli, (.......) kelimesindeki tenvîn üzerine yani bu çerçevede yapılan i'rab değerlendirmesi bakımından ma'tûf bulunmaktadır. Ya da mübteda olarak merfûdur; naberi de mahzûftur. Yanı, (.......) demektir. Aynı zamanda, (.......) edatının ismi üzerine atfedilmek suretiyle de mensûb olarak okunmuştur. Komşuluk veya yakınlık sebebiyle mecrûr olarak da okunmuştur. Ya da yemin/kasem üzere de mecrûr olarak okunmuş olabilir. Meselâ, “Le umrike” gibi. Anlatıldığına göre bir bedevi, adamın birisinin bu âyeti okuduğunu duyar ve bunun üzerine: “Mademki Allah, Resûlünden beridir, uzaktır, bende ondan beriyim, uzağım” der. Bu âyeti okumakta olan kişi, yukandaki ifadeyi kullarıan adamın yakasına tutup onu alır Hazret-i Ömer'e getirir. Bedevi onun okuyuşunu Hazret-i Ömer'e aktannca, Hazret-i Ömer de ona Arapça'yı öğrenmesini emreder. “Eğer tevbe ederseniz,” gadirlik yapıp arkadan vurmaya kalkışmazsanız “Bu -tevbe etmeniz-, sizin için daha hayırlı olacaktır.” “Eğer aldırmazsanız,” Tevbe etmekten kaçınırsanız ya da İslam'dan yüz çevirerek hakka dönmeyi kabul etmekten, bu anlamda tevbe etmekten geri durursanız, “İyi bilin ki siz, kesinlikle Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz.” Allah'ın önüne hâşâ geçemeyeceksiniz, onun sizi yakalanasından ve cezâlarıdırmasından da kurtulacak değilsiniz. “Ey Peygamber! Küfürde ısrar edenleri şiddetli bir azâbı müjdele!” İnananlar için ebedî nimetlerin var olduğunun müjdesi yerine bu kafirlere acıklı bir azâbın olduğu haberini müjdele! 4Ancak (antlaşma) yapmış olduğunuz müşriklerden sonradan size sözlerinde hiçbir eksiklik yapmamış ve sizin aleyhinizde hiçbir kimseye arka çıkmamış, bulunanlar müstesna! Bunlarla antlaşmalarını sonuna kadar tamamlayın. Şüphesiz ki Allah sakınanları sever.: “Ancak antlaşma yaptığınız, Müşriklerden olup da antlaşmalarını bozmayıp buna eksiksiz olarak uyan ve sizin aleyhinizde düşmanlarınızdan hiçbir kimseye arka çıkmayanlar.” Bu âyetin, (.......) kavli, bundan önce geçen ikinci Âyetteki (.......) kavlinden istisna edilmiş, dışta bırakılmıştır. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Allah'tan ve Resûlünden, kendileriyle antlaşma yapmış olduğu nuz müşriklere antlaşmalarını bozmaları sebebiyle bir ihtardır/ültimatomdur bu. Öyleyse onlara de ki: Yeryüzünde dilediğiniz gibi dört ay özgürce dolaşırı, ancak bunlardan sözleşmelerine sâdık olarak bağlı kalanlar dışta tutulmuştur. Sonra da bu şartlara eksiksiz olarak uyan, şartlardan herhangi birini çiğnemeyen ya da antlaşmaya uyup onu bozmamış olanlar,” (.......) kavli aynı zamanda, (.......) olarak da okunmuştur. Yani antlaşmanızı bozmamış olanlar, demektir. Layık olanı da budur. Ancak daha yerinde olanı, en beliğ olanı budur. Çünkü bu, tam olanın, eksik olmayanın karşılığında kullanılmıştır. (.......) Sizin aleyhinize olarak hiçbir düşmanla anlaşmayan, arka çıkıp yardımcı olmayan demektir. “İşte bunlarla olan antlaşmalarınızı sürelerinin bitimine kadar sürdürün.” Bu imkanı onlara tam ve eksiksiz olarak kamil anlamda sürelerinin bitimine kadar tanıyın. İstisna burada istidrak yani bir düzeltme, doğrultma anlamındadır. Sanki burada antlaşmalarını bozanlara yönelik gereken emir ve ültimatom verildikten sonra şöyle denilir gibidir: “Fakat antlaşmalarını bozmamış olanlara gelince, onlarla olan bu antlaşmayı süresinin bitimine kadar devam ettirin. Bunlara da ötekilerine uygulamakta olduğunuz ve olacağınız karan uygulamayın, bunları onlarla aynı şekilde değerlendirmeyin. Antlaşmalarına uyanları da tıpkı uymayanlara göre değerlendirmeye kalkışmayın. “Şüphesiz Allah antlaşmalarına bağlılık gösteren ve Allah'ın emir ye yasakları doğrultusunda hareket edenleri sever.” Yani takvanın gereğÇ Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket etmenin gereği her iki gurubu aynı şekilde eşit olarak değerlendirmemektir. Öyleyse bu konuda Allah'ın emir ve yasaklarını çiğnemekten sakının. 5O haram olan aylar çıktı mı, artık diğer müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun. Eğer tevbe ederler ve namaz kılar, zekâtı verirlerse artık yollarını serbest bırakm. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır çok merhametlidir. “O haram olan aylar çıktı mı, artık diğer müşrikleri nerede bulursanız öldürün.” Âyetin başında yer alan, (.......) kavli, geçince, çıkınca, bitince, sona erince gibi manalara gelir. (.......) kavli de, antlaşmalarını, ve yeminlerini bozmuş olanlar için özgürce seyahat etmenin, gezip dolaşmanın tanındığı ve savaşırı yasaklandığı aylar demektir. (.......) kavli ise, “size karşı antlaşmalarını bozmuş olanları, sizin aleyhinizde olarak düşrnanlarınıza arka çıkıp yardım edenleri derhal öldürün” demektir. (.......) Onları yakaladığınız her yerde, ister harem sınırları içerisinde olsun, ister harem sınırları dışında olsun, herhangi bir yasak sözkonusu olmaksızın yakalayın. “Onları yakalayıp hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun.” (.......) Onları esir alın, tutuklayım “el-Ahz” : Esir almak demektır. (.......) Onları bağlayın, kendilerine fırsat tanımayın, ülke içerisinde faaliyet yapmalarına engel olun, hiçbir çalışmalarına göz yummayın. (.......)Onların gezip dolaşabilecekleri, gidip gelebilecekleri tüm yolları, geçitleri tutun, onlara göz açtırmayın. Kendilerini en donanımlı bir şekilde kontrol altında bulundurun ki, herhangi bir hareket imkanı bulamasmlar. Burada geçen, (.......) kelimesi zarf olarak” mensûbtur. “Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekâtı verirlerse artık yollarını serbest bırakın.” Esir almmalarından, yakalanıp kuşatma altında tutulmalarından sonra Müslüman olmaları durumunda artık onları salıverin, serbest bırakın veya onlardan elinizi çekin, artık onlara taarruzda bulunmayın, saldırmayın. “Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” Küfürlerini örtmek ve İslam'a karşı vefasızlıklarını bağışlayan, gereği yerine getirilmezden önce onlardan öldürülmelerini önlemekle de merhamet edendir. 6Ve eğer müşriklerden biri aman ile yakınma gelmek isterse, ona aman ver; ta ki Allah'ın” kelamını dinlesin. Sonra da onu güven içinde bulunacağı yere kadar gönder; çünkü bunlar gerçeği bilmez bir kavimdirler. “Ve eğer müşriklerden biri aman ile yalanma gelmek isterse, ona aman ver.” Âyette geçen, (.......) kelimesi muzmer olan bir şart fiiliyle merfû' kılınmıştır ki bunun var sayıldığını görünürdeki bir fiil tefsîr ediyor. Yani bu, (.......) demektir. Buna göre mana şöyledir: “Seninle kendileri arasında herhangi bir antlaşma bulunmayan müşriklerden birisi söz konusu dört ayın bitiminde sana gelir ve senden, davette bulunduğun tevhit inancı ve Kur'ân hakkında, bilgi edinmek üzere güvence istemeye gelse, sende hemen ona bu güvenceyi ver.” “Ta ki bu sayede Allah'ın kelamını Kur'ân-ı dinleyip anlayabilsin.” Onun üzerinde düşünebilsin, bu işin gerçek mahiyeti nedir ne değildir bunu öğrenebilsin. “Sonra da onu, tam anlamıyla kendisini güvencede kabul edeceği bir yere kadar ulaştır.” Yani İslam'ı kabul etmemesi hâlinde onu, kendisini tümüyle güven içerisinde kabul edebileceği yurduna, evine ulaştır. İşte bu noktadan sonra istersen onu öldürebilirsin. Bu durum aynı zamanda, himaye isteğinde bulunan bir kimsenin eziyet olunamayacağının da bir delilidir. Keza bu gibi bir kimsenin İslam diyarında ikameti söz konusu değildir. Ona kendi ülkesine dönüş hakkını da tanımamız gerekmektedir. Çünkü âyet bütün bu hususlarda bir delildir. “Sözkonusu bu himaye olayı,” Yani, (.......) kavliyle emredilen bu koruma, güvence verme emri ya da işi, “Onların Allah'ın dinini gerçekten bilmeyen bir toplum olmaları sebebiyledir.” Yani onların câhil bir toplum olmaları ve İslam'ın ne olduğunu bilmemeleri, daveti yapılan dinin hakikatinin ne olduğunu kavramamaları sebebiyledir. Dolayısıyla bu gibi kimselere mutlak manada eman verilmeli ki İslam hakkında bilgi edinsinler, ne olduğunu dinleyip kavrasınlar veya hakkı gerçek manasıyla idrak edebilsinler. 7O müşriklerin Allah yanında, Resûlü yanında bir sözü nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Harâm yanında (antlaşma) yaptıklarınız var ki bunlar size doğru durdukça, siz de onlara doğru bulunun. Allah hainlikten sakınanları elbette sever. “O müşriklerin Allah yanında, Resûlü yanında bir sözü nasıl olabilir?” Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi ret anlamında bir soru edatıdır. Yani, Bu kimselerin antlaşmalarına bağlı kalmaları, mümkün değildir. Öyleyse onlar hakkında böyle bir beklenti içinde olmayın. Çünkü onlar konuşmaya bile değmez. Onların öldürülüp öldürülmemeleri konusunda da fazla düşünmeye gerek yoktur onların ne lazım gelecekse onu yapın. Daha sonra bu konuya şu açıklama getirilmektedir: “Ancak Mescid-i Harâm’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız bunların dışında tutulmuşlardır.” Yani bunların içerisinden Kendileriyle Mescid-i Harâm’ın yanında antlaşma yaptığınız ve antlaşmalarına sadakatle bağlı kalarak bozma cihetine gitmemiş olan Kinane ve Damre oğulları gibilerine gelince onların durumlarını gözetin. Onlarla savaşmaya kalkışmayın. “Bunlar antlaşmalarına bağlı kaldıkları müddetçe siz de onların bu antlaşmalarına uyun.” Onlardan antlaşmalarını bozmak gibi bir tutum olmadıkça, antlaşma vefa gösterdikleri sürece, siz de aynen onlara karşı vefakar olun. Âyette geçen, (.......) harfi şart içindir. Yani; “Bunlar size karşı antlaşmalarına bağlı kaldıkları müddetçe siz de onların bu antlaşmalarına uyun” demektir. “Çünkü Allah, (hainlikten sakınan) takva sahiplerini sever.” Yani bu durumda bulunanların haklarına riayet etmek, şüphesiz Allah'ın emir ve yasaklarına göre hareket edenlerin işidir. 8Evet, nasıl olabilir ki size galip gelseler, hakkınızda ne bir zimmet gözetirler ne de bir yemin? Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışırlar, kalpleri ise karşı durur (iba eder); zaten ekserisi insanlıktan çıkmış fâsıklardır. “Nasıl bir antlaşmaları olsun ki!? Eğer sizi yenip ele geçirmiş olsalardı,” Bu, müşriklerin söz ve antlaşmalarında durmayacaklarını, bunun oldukça uzak bir ihtimal olduğu hususunda bir tekrardır. Ancak burada fiili hazf olunmuştur. Çünkü ne denmek istendiği zaten anlaşılmaktadır. Yani; “Onların nasıl bir antlaşmaları olabilir ki? Onlar antlaşmalarına bağlı bir toplum mu ki? Halbuki onlar geçmişte îman ettik demelerine ve kesin söz vermelerine rağmen size üstün gelir ve sizi yenecek olurlarsa” demektir. “Onlar sizin için herhangi bir yemini ya dabir yakınlığı,” bir andı ve akrabaliği, “bir antlaşmayı asla gözetmezlerdi.” Bir antlaşmayı önemsemezlerdi. “Onlar ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çakşırlar.” îman edeceğiz vaatleriyle, antlaşmalarına sadakat göstereceklerine ilişkin sözde ifadeleriyle size yalâkalık ederler. Buradaki (.......) kavli bu kimselerin iç hallerini yansıtan ve dışları ile içlerinin aynı olmadığını gösteren bir mübteda/giriş cümlesidir. Bunların antlaşmalarına uymaktan uzak bir toplum olduklarını tespit eden bir cümledir. “Halbuki onların kalpleri antlaşmalara bağlı kalmaya -ve îman etmeye- engel oluyor. Çünkü onların çoğu insanlıktan çıkmış kimselerdir.” Antlaşmalarını bozan veya küfür de inat ederek ısrar edip direnen kimseler olup, kendilerini yalandan menedecek mertlik ve insanlıkları da yoktur, antlaşmalarını bozmaya mani olabilecek bir ahlâki karaktere de sahip değillerdir. Çünkü kimi kâfirler vardır ki onlar antlaşmalarına karşı vefakarlık gösterirler. 9Allah'ın âyetlerini az bir pahaya sattdar da Allah yolundan men ettiler. Gerçekten bunlar ne kötü şeyler yapmaktalar. “Onlar Allah'ın âyetlerini az bir değere karşılık sattılar” değiştirdiler. Çok basit bir dünyalık karşılığında... Bu ise heva ve heveslerinin peşinden koşturmak, şehevi arzularını tatmin etmekten başka bir şey değildir. “Halkı islam'a girmekten menettiler.” Kendileri onu kabul etmedikleri gibi, başkalannı da kabul etmekten menettiler. “Gerçekten onların yaptıkları bu şeyler ne kötüdür!” Yaptıkları iş ve giriştikleri hareket ne kadar iğrenç bir iş ve harekettir. 10Bir mü'min hakkında ne bir yemin gözetirler, ne bir zimmet. Bunlar öyle saldırgandırlar. “Onlar hiçbir mü’minin yemin veya yakınlığını tanımazlar.” Âyetin başında bulunan (.......) burada tekrar mahiyetindedir. Çünkü bundan önceki âyette özel olarak, (.......) yani, “sizin için, sizin hakkınızda” kavli yer aldığı hâlde özel bir durum arz ederken bu ikinci âyette daha genel bir ifadeye yer verilmiştir. Çünkü burada, “Hiçbir mü’minin” ifadesine yer verilmiştir. “İşte onlar hadlerini aşan kimselerdir.” Yani onlar zulmetmede, ezmede, işkence ve baskı yöntemlerini kullanmakta asla bir sakınca görmez, bu alarıda her bakımdan hadlerini aşmış kimselerdir. 11Bundan böyle eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekâtı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Bilecek bir kavim için biz âyetlerimizi uzun uzun açıklarız. “Eğer -küfürden- tevbe ederler, namazı kılar ve zekâtı verirlerse artık bundan böyle onlar da -nesepte değil- dinde sizin kardeşlerinizdirler.” Burada, (.......) kavlinde mübteda mahzûf bulunmaktadır. Bu, (.......) demektir. “Bilen bir topluma biz, âyetleri böyle açıklarız.” Onları anlayan ve onlar üzerinde düşünenlere işte bu şekilde açıklarız. Bu bir itiraz (parantez) cümlesidir. Sanki şöyle denilir gibidir: “Gerçekten bu ayetlerin detayları üzerinde düşünenler var ya, işte bunlar, antlaşmalı müşriklere ilişkin hükümlerin ve bunları korumanın, bunlara uymanın açıklaması üzerinde düşünülmesini teşvikte bulunan bilgin kimselerdir. 12Ve eğer verdikleri sözden sonra yeminlerini bozar ve dininze saldırıya kalkarlarsa, o küfür öncülerini hemen öldürün -çünkü onların yeminleri yoktur- umulur ki vazgeçerler. “Eğer sizinle yaptıkları antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize herhangi bir şekilde saldırır ya da dil uzatırlarsa,” Yani yemin etmek suretiyle kesin bir şekilde antlaşma yaptıktan sonra bozarlarsa ve dininizi de ayıplayıp dillerine ve yazıların hedef edinirlerse, “Böyle küfür önderlerini hemen öldürün!” Onlarla savaşırı! Çünkü, (.......) kavli, (.......)demektir. Âyette geçen, (.......) kavli burada, (.......) zamîri yerine konulmuştur. Çünkü bu kimseler şirkin önderleridirler. Ya da bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i Mekke'den çıkarmaya karar vermiş olan Kureyş toplumun önderleridirler. Kimi İslam âlimleri şöyle demektedirler: “Bir zimmi yani gayri Müslim bir vatandaş açık olarak İslam dinine sataşırsa bu kimsenin öldürülmesi câizdir. Çünkü kendisi hakkında geçerli olan antlaşma, İslam dinine saldırmama esasına dayalıdır. Buna rağmen bu kimse dinimize herhangi bir şekilde saldmda bulunurlarsa, dil uzatırlarsa o kimse veya antlaşmalarını bozmuş demektir. Böylece zimmetten yani dokunulmazlık çıkmış olur. Kırâat imâmlarından Kufe okulu imâmları ve İbn Âmir, (.......) kelimesini âyette görüldüğü gibi iki hemze ile, “E imme” olarak okumuşlardır. Bunlar dışındaki kırâat imâmları ise bu kelimeyi bir tek hemze ile medsiz olarak ve sonrasında da esre harekeli bir “Y” harfi olduğu hâlde, (.......) şeklinde okumuşlardır.” Bu kelimenin aslı ise, (.......) olup tıpkı “Ef'ile ve A'mide” gibi. Kelime, imâm kelimesinin çoğuludur. İmad ve A'mide kelimeleri gibi. Birinci mim harfinin harekesi, sakin olan hemzeye verildi ve birinci mim harfi, ikinci mim harfine idğam olundu. Her iki hemzeyi de okuyan kırâat imâmları, bu durumda kelimenin aslına dayanarak hemzeleri ortaya çıkanyorlar. İkinci hemzeyi “Y” harfi olarak okuyanlar ise, bu harfin harekesinin kesre olması sebebiyledir. “Çünkü onların yeminleri yoktur.” Burada âyetin başında geçen, (.......) kavliyle bu kimselerin yeminlerinin varlığı kabul edilmektedir. Çünkü yüce Allah, onların ortaya koydukları, yeminlerini muradetmektedir. Sonra da, (.......) diyerek bu kavliyle de gerçekte onların yeminlerinin ne ifade ettiğini açıklamış oldu. İşte bu hüküm Hanefîlerin lehinde bir delildir. Çünkü bize göre kâfirlerin ettikleri yemin yemin olarak sayılmaz. Ancak İmâm-ı Şâfiî merhuma göre bunun manası, “O kâfirler yeminlerine bağlılık göstermezler, vefalı olmazlar” demektir. Çünkü İmâm-ı Şâfiî'ye göre kâfirlerin yeminleri de yemindir. Zira âyette, “Yeminlerini bozarlarsa” ifadesiyle onların da yeminlerinin var olduğu belirtmiş olmaktadır. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur. Yani onların İslam'ı yoktur, demektir. “Umulur ki (bu tutum ve davranışlarından) vazgeçerler.” Bu cümle, (.......) kavline müteallik bulunmaktadır. Bu ikisi arasında yer alan cümle ise mutarıza cümlesidir. Yani mana şöyledir: “Sizin bu kimselere karşı savaşma amacınız, onlarda görülen küfür ve benzeri kötülüklerden vazgeçirilmeleri esasına yönelik olsun.” Şüphesiz bu ifade, yüce Allah'ın kötülük işleyenlere karşı ne kadar fırsat tanındığının bir göstergesidir. 13Ey mü’minler! Yeminlerini bozarak dininize saldıran, Peygamber'i yurdundan çıkarmaya kalkışan ve her seferinde size karşı ilk defa savaş başlatarak saldırıya geçen bir topluma karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçekten mü'minseniz, asıl korkup çekinmeniz gereken Allah'tır. “Ey Mü’minler! -Sizinle olan antlaşmalarında yemin ettikleri hâlde- Yeminlerini bozarak dininize saldıran, peygamber'i yurdundan -Mekke'den- çıkarmaya kalkışan ve her seferinde size karşı ilk defa savaş başlatarak saldırıya geçen bir topluma karşı savaşmayacak mısınız?” Çünkü savaşı ilk başlatanlar elbette daha zalimdirler. O hâlde durum bu iken sizin onlarla savaşmanıza mani hâl nedir? Yüce Allah, savaşı terketmeleri ya da yavaştan almaları sebebiyle mü’minleri kınamakta ve kendilerini savaşmaya teşvik etmektedir. Daha sonra da niçin savaşmaları gerektiği konusundaki gerekçeleri Müslümanlara saymaktadır. Bunları da şöylece açıklıyor: a- Bu müşrikler antlaşma, ve yeminlerini bozmuşlardır, b- Resûlüllahnü Mekke'den çıkarmaya karar vermiş ye bunu için girişimlerde bulunmuşlardır. c- Ortada savaşmayı gerektiren herhangi bir durum yok iken bu savaşı ilk başlatan taraf olmuşlardır. “Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz?” Kafir ve müşriklerden çekinmeleri sebebiyle bu, kendileri için bir kınamadır. “Eğer gerçekten Allah Allah'ın vadettikleriyle uyarılarına inanıyorsanız, asıl korkup çekinmeniz gereken Allah'tır.” Öyleyse Allah'tan korkuyorsanız, hemen O'nun düşmanlarıyla savaşırı. Çünkü korkulması gereken Allah'tır. Yani kamil manada var olan bir imanın gereği, mü’min kimsenin Rabbinden başkasından korkmamasını ona sağlar. O'ndan başkalanna asla değer vermez ve onları hiç önemsemez. Yüce Allah bu ayetle savaşı bırakanları kınadıktan sonra, şimdi ele alacağımız âyette mü'minleri savaşa teşvik ederek şöyle buyuruyor: 14Onlarla savaşırı ki Allah sizin ellerinizle onlara azâb etsin, onları rezil etsin, yardımıyla sizi üzerlerine galip kılsın ve mü'min bir kavinin yüreklerine su serpsin. “Düşmanlarınızla savaşırı” Yüce Allah devamında da Müslümanlara zafer ve yardım vadediyor ki gönülleri buna yatışsın, böylece sebatları sağlanmış olsun, bununla ilgili olarak doğru ve sağlıklı niyet ve gaye sâhibi olsunlar. Allah bu konuda buyuruyor ki: “Allah, onları sizin ellerinizle cezâlarıdırsın, elinize esir düşürmekle rezil kılsın, onlara karşı zafere erdirmekle üstün konuma getirsin” Sizi onlara galip kılsın. “Ve inanmış bir toplumun kalbini yatıştırsın.” Bu toplum da Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in antlaşmalıları ve bir bakıma sırdaşları olan Huzaa kabilesidir. 15(Onlarla savaşırı ki) kalplerindeki gayzı (kini) gidersin. Hem Allah dilediğine tevbe de nasip eder! Allah bilendir, hikmet sâhibidir. “Ve gönüllerindeki kini yok etsin.” Çünkü Huzaa kabilesi müşriklerden çok çekmişlerdi. Yüce Allah tüm bu vadettiklerini yerine getirdi. Bunlar da Resûlüllah’ın peygamberliğinin sıhhatine, hak olduğuna delilidirler. “Allah dilediklerinin tevbelerini kabul eder.” Bu ifade bir cümle başlarıgıcıdır. Aynı zamanda bu âyet bazı Mekke kâfirlerinin tevbe ederek küfürlerinden döndüklerini de haber vermektedir. Yine aynı şekilde bu âyet Mekke müşriklerinden bazı kimselerin de Müslüman olduklarını belirtmektedir. Meselâ Ebû Süfyan, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Amr oğlu Süheyl gibileri. Bu âyet aynı zamanda Mu'tezile aleyhinde onlara bir cevaptır. Çünkü Mu'tezile mezhebi mensupları, Allah dilerse bütün kafirlerin de tevbelerini kabul buyurur, ancak kâfirler kendi istekleriyle tevbe yolunu seçmiyorlar, görüşünü savunuyorlar. “Allah herşeyi en iyi bilendir,” Allah önceden olmuş olanları bildiği gibi ileride olabilecek şeyleri de bilir. “fiillerinde -bu gibi kullarının tevbelerini kabul etmede- de hüküm ve hikmet sâhibidir.” 16Yoksa siz zannettiniz mi ki hâlinize bırakıhvereceksiniz de Allah içinizden cihad edenleri ve Allah'tan, Resûlünden ve mü'minlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri hiç de bilip görmeyecek? Halbuki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. “Yoksa siz ey mü’minler! Allah içinizden cihad edenleri meydana çıkarmadan salıverileceğinizi mi sandınız?” Âyetin başında yer alan, (.......) edatı, munkatiadır. Başındaki hemze ise zanları sebebiyle bu gibilerini uyarmadır, yermedir. Yani bunun manası şöyledir: “Sizin üzerinde bulunduğunuz gerçek, asıl inancınızın ne olduğu açık -seçik ortaya konuncaya kadar, sizden kim samimi, kim değil anlaşılarıa kadar bırakılacağınızı mı sandınız. Söz konusu samimi ve ihlas sâhibi olanlar Allah rızasını gözeterek Allah yolunda cihad edenlerdir. “Allah, Resûlü ve mü’minlerden başkalannı kendilerine sırdaş edinmeyenleri .... “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mü’minlere karşı olanlarla olmayanlar belirinceye, kimlerin sırdaş edinildiğini kimlerin edinilmediğini ortaya çıkanncaya kadar. (.......) edatının manası her an beklenilen, her an olabilecek olan demektir. Dolayısıyla bu, şu gerçeği ifade etmektedir: “Bu gibilerin durumları her an ortaya çıkabilir, bu beklenilmektedir. Böylece kimler Allah'ın dinine îman etmede daha samimi ve ihlas sâhibidir, kimler değildir, bu iki kesimin durumu açıklığa çıksın için ki, bu da zaten her an ortaya çıkacak durumdadır, bu beklenmektedir.” (.......) kavli, (.......) kavline ma'tûftur. Bu da sıla/ilgi ya da yan cümlecik içerisinde yer almaktadır. Sanki şöyle denilir gibidir: “Sizin içinizden gerçekten cihad edenlerle ihlas sâhibi olanlar, Allah'tan başkasını sırdaş edinmeyen bilininceye, ortaya çıkıncaya kadar...” Burada sanki bilmiyormuş gibi bir ifade yer almakta ve, “Allah bilinceye kadar” denmektedir ki bu, malumu yani aslında Allah tarafından bilinen bir gerçeğin Müslümanlarca da bilinmesi gerçeğini dile getiriyor. Meselâ; “Benim için demlerini Allah benden bilmedi” kavli gibi ki, bununla şöyle denilmek isteniyor: “Bende böyle bir şey var olmadı.” Bu itibarla mana şöyledir: “Siz hiç cihad yapmaksızın ve müşriklerle olan bağları koparmaksızm bırakılacağınızı mı sandınız?” “Allah bütün yapıp ettiklerinizden haberdardır.” İster iyilik olsun, ister kötülük olsun her ne işlemişseniz Allah buna göre size muamelede bulunacaktır, ya mükâfat veya cezâlarıdırma... 17Müşrikler vicdanlarına karşı kendi küfürlerine kendileri şâhit olup dururlarken, Allah'ın mescidlerini imar etmeleri kabul edilemez. Onların hayır namına bütün yaptıkları heder olmuştur ve onlar ateş içinde ebedî kalacaklardır. “Allah'a ortak/şirk koşanlar, kendilerinin bu durumlarına tanıklık edip durdukları hâlde Allah'ın mescitlerini onarmaları doğru değildir.” (.......) doğru değildir, uygun olmaz, yakışık almaz gibi manalarına gelir. (.......) kelimesi, Mekke ve Basra kırâat imâmlarınca (.......) şeklinde okunmuştur. Bundan maksat da Mescid-i Harâm'dır. Ancak bu, Kur'ân'da kırâat cem'i olarak zikredildi. Çünkü Mescid-i Harâm bütün mescitlerin kıblesi ve imâmıdır. Bu itibarla onu imar eden, âdeta tüm mescitleri imar etmiş gibidir. Çünkü bu Mescidin her bir parçası ve her bir noktası bir mescittir. Ya da bu ifade ile yeryüzündeki tüm mescitler murat olunmuştur. Cins manasında değerlendirilmiştir. Çünkü Mescid-i Harâm cinsinden kabul edilen veya o manada değerlendinlen diğer mescitleri bile imar etmeleri uygun değilken, bütün mescitlerim anası olan Asıl Mescidin yani Mescid-i Harâm’ın imannm da bunlarca yapılması uygun değildir. Çünkü Mescid-i Harâm tüm mescitlerin temelidir. Bu açıdan bu yasaklama daha bir etkin ifade ile dile getirilmiştir. Zira burada kinaye yolu ile bir anlatım izlenmiştir. Meselâ: “Filân kimse Allah'ın kitaplarını okumaz” denince, bununla “o kimsenin ashnda Kur'ân-ı hiç okumadığı” manası daha açık ve net bir şekilde ortaya konulmuş olmaktadır. Zaten, (.......) kavli de bunu açıklamaktadır. Yani bu kimseler bizzat kendileri açıkça putlara taptıklarını itiraf ettikleri hâlde böyle bir imar onlar için söz konusu değildir. Ayrıca, (.......) kavli, (.......) kelimesindeki vav harfinden hâldir. Mana ise şöyledir: “Bunlar için, birbirine zıt iki işi bir arada götürmeleri, doğru değildir. Bunlardan biri Allah'a ibâdet olunan mabetleri imar etmek, diğeri de Allah'ı ve O'na ibâdet ve kulluğu inkardır. “İşte bu kimselerin tüm yaptıkları boşa gitmiştir. Onlar ebedî olarak cehennem ateşinde kalacaklardır.” Daimi olarak kalıcıdırlar. 18Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, namaza devam eden, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte bunların doğru yola ermiş olmaları umulur. “Allah'ın mescitlerinin -imar edecek- olanlar, ancak Allah'a ve âhiret gününe îman edenler,” Yani onanlması gereken yerlerini onaracak, süpürüp temizleyecek, ışıklarıdıracak, mescitleri yapılış amaçlarına uygun olarak kullanacak olanlar.... Çünkü mescitlerin yapılış gayesi dünya çıkarlarının konuşulacağı yerler değildir. Buraları Allah'a kulluk edilsin ve zikredilsin için yapılmıştır. Burada zikirden kasıt ilim öğrenimi demektir. Âyette, “Allah'a ve âhiret gününe îman edenler” denilmiş, Resûlüllahne'îman ifadesine yer verilmemesi başka bir şeyin akla getirilmesine işi vardırmasın. Çünkü nerede Allah'a îmandan söz edilirse, mutlak manada o ifadenin içerisinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne de îman var kabul edilir. Çünkü Ezan ve Kamette, şahadet kelimesinde ve daha başka yerlerde Allah'a îman ve şahadetin yanı başında mutla Resûlüne de îman ve şahadet beraberce zikredilmiştir. Ya da bu hüküm; “Namazlarını kılanlar, zekâtı verenler” “Ve asla Allah'tan başkasından korkmayanlardır.” Bu cümle zamanda ihlaslı olma konusunda da bir uyardır. Esasen Allah'tan korkmaktan kasıt, dini konularda dikkatli davranmak, herhangi bir kimseden gelebilecek korku ve endişe sebebiyle onların rızasını Allah'ın rızasından üstün tutmamaktır. Mü’min olan kimse aslın da sakınılması gereken şeylerden kimi zaman sakınmak suretiyle dikkatli davranır. Ancak zamanda kendisine hakim olamayarak korkabilir. Bir başka tefsire göre de, onlar putlardan korkuyorlardı ve onlar dan umut ediyorlardı. İşte burada onlardan korkulmaması istenmiştir. “İşte gerçekten doğru yola ermiş olanlardan olmaları beklenilenler bu kimselerdir.” Burada müşriklerin hidâyete erme yerlerinden oldukça uzakta bulundukları noktasına dikkat çekiliyor. Onların amellerinden yararlanmalarının ve böyle bir beklenti içinde olmalarının kesinlikle olmayacağını belirtiyor. Çünkü âyette geçen, (.......) kelimesi, ummak, beklenti içinde olmak anlamındadır. Mana şöyledir: “Ancak bu özelliktekilerin mescitleri imar etmeleri doğrudur. Ancak bu kimseler bu yaptıkları şeylerden ötürü Allah katında bir beklentiye sahip olabilirler. Bunların dışında kalan kafir ve müşrikler değil.” 19Ya siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Harâm'ı onarmayı, Allaha ve âhiret gününe îman edip de Allah yolunda cihad etmekte bulunan gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah zalimler topluluğunu hidâyet vermez. “Ya siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Harâm'ı onarmayı, Allaha ve âhiret gününe îman edip de Allah yolunda cihad etmekte bulunan gibi mi tuttunuz? Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah zalimler topluluğunu hidâyet vermez.” Âyette geçen (.......) ve (.......) kelimeleri tıpkı “Sıyanet ve Vikayet” kelimeleri gibi iki mastardır. Biri, “Seka” kökünden, diğeri de, “Amure” kökünden türemedir. Burada mutlaka mahzûf bir muzaf bulunmaktadır. Bunun takdiri ise: (.......) şeklindedir. Bir başka tefsire göre de bu, fâil manasında bir mastardır. Çünkü İbn Zübeyr'in kırâati bunu doğrulamaktadır. O bunu şöyle okumuştur: “Sükate'l-Hâcci ve Amerete'l-Mescid-i'l-Harami” Burada asıl üzerinde durulması gereken mana, müşriklerin mü’minlere benzetilmesinin inkâr edilmesi ve müşriklerin boşa giden amallerinin mü’minlerin müspet amellerine benzetilmemesi, bunların aynı şekilde eşit olarak kabul edilip değerlendirilmemesi gerektiği huzurudur. Yüce Allah küfrün zulüm olduğunu belirttikten sonra, mü’minin îmanı ve ameliyle müşrik kafirlerin amellerinin eşit olarak değerlendirilmesini de zulüm olarak belirtmiştir. Çünkü müşrikler medih ve iftihan konulmaması gereken yerlerde kullandılar. Bu âyet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in amcası Abbâs esir alındığı zaman onun ileri sürdüğü bir iddia üzerine nâzil olmuştur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) amcasını, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile savaşmak ve akraba ile olan bağlarını kesip koparmakla suçlayarak kınamaya başladığında, amcası Abbâs da buna cevap olarak şöyle demişti: “Sen hep bizim kötü yanlarınıızı çıkarıp ileri sürüyor, bizim iyiliklerimizi ise hiçe sayıyorsun?” Bunun Hazret-i Ali, “Sizin iyilikleriniz mi varmış ki?” diye konuşunca Abbâs da: “Biz Mescid-i Harâm'ı imar eder, hacılara su dağıtır ve esirleri de esaretten kurtarınz” cevabını vermişti. İşte bu âyet bununla ilgili olarak nâzil olmuştu. Bir başka tefsire göre de, Abbâs hacılara su dağıtma işiyle övünürken, Şeybe de Kâ'be'yi İmar ile övünüyordu. Bunlara karşı Hazret-i Ali de İslam ve Cihad ile övünmüştü. İşte bu âyet Hazret-i Ali'yi doğrulamak üzere nâzil olmuştu: Yüce Allah bu ayetle Hazret-i Ali'yi doğrulamaktaydı. 20Îman edip, hicret etmiş ve mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmekte bulunmuş olan kimseler, Allah katında rütbe bakımından daha büyüktür ve bunlar işte o asıl kurtuluşa erenlerdir. “Hicret eden ve Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler Allah katında -hacılara su dağıtan ve Mescidi imar edenlerden derece ve mertebe bakımından- en yüksek mertebededirler. Ve işte onlar gerçekten kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler.” Yoksa siz ey müşrikler! Mü’minler bırakılıp da kurtuluş size âit kılınmış değildir. 21Onların rabbi kendilerini katından bir rahmet, bir hoşnutluk ve içlerinde tükenmez nimetler olan cennetler ile müjdeler. “Onların rabbi kendilerini katından bir rahmet, bir hoşnutluk ve içlerinde tükenmez nimetler olan cennetler ile müjdeler.” Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. Yine bu âyette müjde olarak sunulan şeylerin nekre olarak zikredilmesi, bu şeylerin onu anlatmaya çalışanların anlatımlarının ötesinde, tanıtmaya çalışanların da tanıtıminin ötesinde olduklarını belirtmek içindir. (.......) Yam “onlar için cennetler içinde” demektir. (.......) ise, daimi ve sürekli manasınadır. 22Onlar ebedî kalmak üzere oradadırlar. Çünkü en büyük mükâfat Allah katındadır. “Onlar ebedî kalmak üzere oradadırlar. Çünkü en büyük mükâfat Allah katındadır.” Yüce Allah Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize hicret emrini verince, Müslümanlardan kimi oğluna, kardeşine ve yakınlarına: “Bize hicret etmemiz olundu” dedikler zaman, kimisi derhal buna hazırlığa başladı ve bu hoşuna gitti. Kimisinin de hanımı veya çocuğu peşine bakarak: “Bizi böyle hiç bir şeysiz ve perişan hâlde kime bırakıp gideceksin, bizi kaybetmek mi istiyorsun?” demeleri üzerine onlarda çoluk ve çocuklarıyla beraber kalma yolunu seçtiler de Allah için hicreti terkettiler. (Şimdi okuyacağımız) âyet bununla ilgili olarak nâzil oldu. 23Ey îman edenler! Babalarınız ve kardeşleriniz eğer îmana karşı küfrü tercih ediyorlarsa onları dost etmeyiniz, sizden her kim onları veli tanıyacak olursa, işte onlar nefislerine zulmedenlerdir. “Ey îman edenler! Babalarınız ve kardeşleriniz eğer îmana karşı küfrü tercih ediyorlarsa onları dost etmeyiniz, sizden her kim onları veli tanıyacak olursa, işte onlar nefislerine zulmedenlerdir.” 24(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kar deşleriniz, oğullarınız, kardeşleriniz, kâdirılarınız, hısımınız, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, zarara uğramasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler; size Allah ve Resûlünden ve O'nun yolunda cihaddan daha sevgili ise artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar topluluğunu, hidâyete erdirmez.” “(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, oğullarınız, kardeşleriniz, kâdirılarınız, hısımınız, kabileniz,” Kırâat imâmlarından Ebubekir, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur. “zorluklarla kazandığınız mallar,” binbir sıkıntıyla kazandığınız mallar, “Kötüye gitmesinden kaygı duyduğunuz ticaret,” değerlendirmek istediğinizde değerinden az bir edere gideceğinden endişe duyduğunuz alışveriş,- hoşunuza giden evleriniz” “Size Allah ve Resûlünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, o hâlde Allah azâbını gönderinceye kadar bekleyin.” Bu ya hemen gönderilecek bir azaptır veya ileride gönderilecek olan bir azaptır. Ya da Mekke'nin fethidir. “Çünkü Allah fâsıklar güruhunu hidâete erdirmez.” Bu âyet şu gerçeği seslendirmektedir. İnsanlar dini inanç bakımından bir umursamazlık, gevşeklik ve rehavet içindedirler. Yakiyn ve kesin anlamda dine bağlılıktan sarsıntı içerisindedir Hepsinde ayrı bir huzursuzluk bulunmaktadır. Çünkü insanların içinden en takva sâhibi, dini bakımdan en hassas kimse diye bilinenler bile babaları, çocukları, malları ve arzu ve istekleri gündeme geldiğinde bunları dinlerine, akidelerine tercih ediyorlar. Kısaca bunlar içinde dinlerine bu anlatılanlara tercih edenini göremezsin. 25İnkara mecal yoktur ki Allah size birçok yerde yardım etti. Huneyn günü de... O lâhzada (sırada) ki çokluğunuz sizi güvendirmişti de bir faydası olmamıştı, yeryüzü o genişliğiyle başırııza dar gelmişti. Sonra da bozularak arkamza dönmüştünüz. “Andolsun ki Allah birçok yerde size yardım etti.” Meselâ Bedir savaşı gibi, iki Yahûdî kabilesi olan Kurayza ve Nadiyr oğulları ile çıkan olaylar gibi. Hûdeybiye, Hayber savaşları ve Mekke'nin fethi olayı gibi. Bir tefsire göre burada söz konusu olan, (.......) kelimesinden kasıt, Yüce Allah'ın Resûlü ile mü’min kullarına yardım ettiği yerler demektir. Bu yerler seksen kadar yerdir. Mevatınu'harb denilen savaş alanları ise; savaş için ordunun konuşlandığı yerler ve alanlar demektir. “Nitekim Huneyn gününde de öyle olmuştu.” Yani Huneyn gününde bir hatırlayın, demektir. Huneyn, Mekke ile Taif arasında ve Taife üç mil uzaklıkta bir vadidir. İşte burada Müslümanlar ile Hevazin ve Sakif kabileleri arasında bir savaş cereyan etmişti. Müslümanların asker sayısı oniki bin kişi idi. Düşmanın asker sayısı dört bin kişi idi. Bu esnada İslam ordusu içinden biri şöyle konuştu: “Artık bugün azlığınıız söz konusu olmaz biz yenilgiye uğratılacak değiliz. Çünkü biz sayıca üstünüz. Siz ise azınlıktasınız.” İşte adamın bu konuşması Resûlüllahın hoşuna gitmemiş ve bunu yadırgamıştı. “Hani sayıca üstünlüğünüz sizin başırıızı döndürmüştü.” Burada geçen, (.......) edatı, (.......) kelimesinden bedeldir. Müslümanlar sayılarının çokluğu ile böbürlenmeye başladılar. Bu, başlarını döndürmüştü de bir an asıl yardım edenin Allah olduğunu, ordunun sayısal üstünlüğü olmadığını akıllarından çıkarmışlardı. Bunun üzerine de hezimete uğradılar. Hatta dağıları askeri gurubun bir kısmı ta Mekke'ye kadar gidebilmişlerdi. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) tek başına kalmıştı, o bulunduğu noktada kalıp oradan aynlmamıştı. Yanında da sadece amcası Abbâs bulunuyor ve o da Resulullah’ın bineğinin gemini tutuyordu, amcası oğlu Ebû Süfyan İbn Haris de üzengiyi tutmuştu. Bu esnada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), sesi oldukça gür olduğundan amcası Abbâs'a: “Şu insanlara seslen!” diye buyurdu. O da: “Ağacın altında Resulullah ile Bey'atta bulunanlar! Dönün ve bir araya toplanın!” diye onlara doğru seslendi. Onlar da hemen kendisine: “Buyur, buyur, derhal toplarııyoruz” diyerek geri dönüp bir araya geldiler. Melekler, üzerlerinde beyaz giysiler içinde alacalı atlara binmiş olarak indiler. Bu arada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yerden bir miktar toprak alıp, bunu düşmanın üzerine doğru savurdu ve ardından da şöyle buyurdu: “Ka'be'in Rabbi Allah'a yemin olsun ki hepsi bozguna uğradılar. Hezimete uğradılar.” Müslim, 1775/77. O gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dua ediyordu: “Allah'ım! Sana hamd olsun Şikayetimi sana yapıyor, derdimi sana açiyorum., Çünkü yardım edecek olan Sensin Sen!” Nitekim bu duayı Hazret-i Mûsa da denizin varıldığı günde yapmıştı. “Yine de bu, sizin bozguna uğramanıza engel olamamıştı. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmişti.” Burada geçen, (.......) daki (.......) edatı mastar manasındadır. Başında yer alan, “B” harfi de (.......) manasınadir. Yani bu, (.......) demek olup “Genişliğiyle beraber, geniş olmakla birlikte” manasınadır. Esasen bu, “Yeryüzü her haliyle geniş iken, bir zorluk yok iken” demektir. Burada car ye mecrûr hâl olarak gelmişlerdir. Meselâ, “Onun huzuruna sefer giysileriyle girdim” cümlesi gibi ki bu, “Üzerimde yolculuk emareleri olduğu hâlde huzuruna girdim, öylece içeri daldım” demektir. İşte burada da benzer bir mana vardır. Buna göre âyetin bu kısminin manası şöyle olmaktadır: “Düşmanlarınızdan kaçabilecek bir delik bulamadınız, sanki dünya başırııza dar geldi.” “Sonra da mü'min gurupla baş başa bırakıp hezimete uğrayarak savaş alanından geri dönüp çekilmiştiniz.” Sonra da hezimete uğramıştınız. 26Sonra Allah, Resûlünün üzerine ve mü'minlerin üzerine sekinetini indirdi ve görmediğiniz ordular indirdi de kendisini tanımayanları (küfredenleri) azâba uğrattı ve bu, işte kâfirlerin cezâsıdır. “Sonra Allah, katından Resûlüne ve mü’minlerin gönüllerine cesaret veren güvenini -onları sakinleştiren rahmetini ve emniyetini- indirip, onların yeniden savaş alanına dönmelerini ve kalplerinin sebatım sağlamıştı. Sizin moralinizi düzeltmek için görmediğiniz ordular indirmiş” bu meleklerin sayıları sekiz bin, beş bin veonbeş bin olarak farklı şekilde tefsir edilmiştir. “Ve kâfirleri de bozguna uğratarak azâb etmişti.” Kimini öldürerek, kimini de esir edinerek, kadın ve çbcuklarını da esir alarak cezâlarıdırmıştı. “İşte bu, Allah ve Resûlünü inkâr edenlerin cezâsıdır.” 27Sonra Allah bunun arkasından dilediğine tevbe nasib eder ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. “Sonra Allah bunun arkasından dilediğine tevbe nasib eder ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” 28Ey îman edenler! Müşrikler bir pislikten ibârettirler. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Harâma yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah sizi lütfundan zenginleştirecektir. Şüphe yok ki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir, hikmet sâhibidir. “Ey îman edenler! Müşrikler bir pislikten ibârettir.” Yani müşrikler pislik taşıyan, necaset bulunduran varlıklardır, iğrençtirler. Âyette geçen, (.......) kelimesi mastardır. Meselâ, (.......) ve (.......) gibi. Çünkü bu adamlar şirk inancına sahiptirler. Allah'tan başkasına da ilahlık tanımaktadırlar. Bu da bir bakıma necis ve murdarlık durumundadır.. Zira müşrikler yıkanması gereken yerde yıkanmazlar. Pis, murdar ye iğrenç olan şeylerden çekinip sakınmazlar. Kısaca pislik onların doğal halidir. Farklı bir tefsire göre de bunlar âdeta bizzat pisliğin kendisidir. Bununla onların durumlarının ne kadar kötü olduğunu sergilemek için bu aşırı ifade ile tanımlanmışlardır. “Artık bu yıldan sonra onlar herhangi bir maksatla Mescid-i Harâm'a yaklaşmasınlar.” Yani câhiliye döneminde yaptıkları gibi haccetmesinler, Umre yapmasınlar. Sözkonusu olan yıl ise, hicretin dokuzuncu yılıdır. Bu yıl, hac emiri olarak Hazret-i Ebubekir Hac Emiri atanmıştı. Burada yaklaşmama yasağından gaye, yani bundan böyle haccetmesinler, umre yapmasınlar. Bü görüş bizim yani Hanefî mezhebinin görüşüdür. Bizim mezhebimize göre bu kimseler Mescid-i Harâm'a girmekten men edilmezler. Ancak İmâm-ı Şâfiî merhuma göre sadece ve özellikle bu kimseler Mescid-i Harâm'a girmekten menedilirler, fakat diğer mescitlere girmelerine engel olunmaz. Fakat İmâm Mâlik'e göre ise, müşrikler hem Mescid-i Harâm'a girmekten ve hem dünyadaki diğer mescitlere girmekten menedilirler. Bir diğer tefsire göre, müşriklerin ya da kâfirlerin Mescid-i Harâm'a yaklaşmalarının engellenmesi, Müslümanların bunların, burada mekân tutmamaları için yasaklamaları, ikamet etmemeleri gerçeğine dayanmaktadır. Müslümanlar, müşriklere bu manada bir fırsat tanimâmak durumundadırlar. “Eğer fakirlikten korkuyorsanız,” Yani müşrikleri haccetmekten yasaklamakla fakirleşeceğinizden, onların oraya gelmekle size sağlayacakları menfaatlerin kesileceğinden, yok olacağından korkup endişe ediyorsanız, “Şunu iyi bilin ki Allah, sizin için zenginlik dilerse kendi lütfü ve insanıyla sizi zengin kılacaktır.” Ganimetlerle, yağmur ve bol ürünlerle veya hac ziyareti için gelecek olan Müslüman hacılarla size bol imkânlar verecektir. Âyette yer alan (.......) yani “dilerse” kavli, yapılan ve yapılacak şeylerde işleri Allah'a havale etmeyi öğretmeye yönelik bir öğretim metodudur. Ki sonuçta her şeyin Allah'ın dilemesine bağlı olduğu gerçeği kullar tarafından bilinsin ve başkalanndan bir umut ve beklenti içinde olmasınlar. “Şüphesiz Allah, hüküm ve hikmet sâhibidir.” Bu itibarla Allah sizin durumlarınızı çok iyi bilmektedir ve vermiş olduğu hükümlerde, muradettiği şeylerde de hikmet sâhibidir. Şimdi tefsirini okuyacağımız âyet kendilerine kitap gönderilmiş olan Yahûdî ve Hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 29O kendilerine kitap verilenlerden oldukları hâlde ne Allah'a he âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram ettiğini haram tanımayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle küçülmüş oldukları hâlde elden cizye verecekleri hale kadar savaşırı.” “Ey îman edenler! ….. Allah'a ve âhiret gününe îman etmeyen,... savaşırı;” bilindiği gibi Yahûdîler iki ilâh inancına, Hıristiyanlar ise üç ilâh inancına sahiptirler. Âhirete olan inançları ise inanılması gerekenin tam aksinedir. Çünkü bunlar cennette yeme ve içmenim sözkonusu olmadığım savunuyorlar, iddiaları böyledir. “Allah ve Resûlü'nün yasaklayıp haram kıldığını haram saymayan” Yahûdî ve Hıristiyanlar Allah’ın kitabı Kur'ân'da ve Resûlü'nün de Sünnetinde haram kılman şeyleri haram kabul etmemektedirler. Bir başka tefsire göre de bunlar Tevrât ve İncîl'de haram kılman şeylerin haramliğinı saymıyorlar, haram olarak tanımıyorlar. “Filân kimse şöyle bir inanca sahip bulunuyor” denir. “Kendilerine kitap verilenlerden” işte bu ifade veya cümle kendisinden önce geçen ifadelerin kimler hakkında olduğunu açıklamaktadır. Kısaca bu, biraz önce geçen, (.......) kavlini açıklamaktadır. Mecusilere gelince bunlar da hüküm bakımından kendilerinden cizye alınma hükmü açısından aynen kitap ehline uygularıan hükme tâbidirler. Nitekim Türkler, Hintliler ve bunlar dışında kalan diğer milletlerin de imansızları bu hükme tâbıdırler. Sadece Arap kavminden olup müşrik olanlar bu hükmün dışmdadırlar. Bunların dışta tutulma nedenleri de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den gelen bir uygulamaya dayanmaktadır. Zühri'nin belirttiğine göre, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Müşrik Araplar dışında kalan diğer putperest toplumlarla cizye vermeleri kaydıyla barış antlaşması yapmışlardır. İbn Hacer şöyle diyor: Bunu Abdurrezzak Tefsirinde tahricetmiştir. Bak. Haşiyetu'l Keşşaf, 2/263. “Ta ki bu yoldan kendilerine boyun eğdirilip kendi elleriyle İslam devletine cizye ödemeye ve aşağılanmaya mecbur kalsınlar da bir daha bellerini doğrultamasmlar.” Yani cizye denen vergiyi ve yenilgiyi kabul edene kadar. Böylelerinden alınan bu vergiye cizye denmesinin sebebi, bu durumda olanların vermek ve ödemek zorunda kaldıkları bir mali görev olması bakımındandır. Yahut da bunun zillet içerisinde yaşama fırsatı ve mühleti tanınan bu kimselerin küfürleri sebebiyle ödemek zorunda oldukları bir vergidir. (.......) Yani hemen elden vermek suretiyle, hiç bekletmeden, herhangi bir geciktirme ve ödememe taktiğine başvurmadan, demektir. Çünkü bundan kaçman, vermek istemeyen, itâatkâr olup ödemesini yapanların aksine ödememezlik eden, engel çıkaran kimse dolayısıyla bu yöndeki yükümlülüğünü hemen yerine getirmemiş kabul edilir. Bu bakımdan, bir kimse boyum eğip de kendisinden istenenleri yerine getirince, bunun gibileri için, “derhal ödemesini yaptı, hemen elden ödedi” gibisinden sözler söylenir. Bunu yapmayanlar için de, “İtaat etmekten, boyun eğmekten elini çekti” ifadesi söylenir. Ya da, o cizyeyi hiç geciktirmeksizin derhal elden teslim edene kadar, herhangi birinin eliyle göndermemek şartıyla ve yalnızca verenin elinden alacak olanın eline teslim edilmek kaydıyla hemen aynı anda gerçekleştirilmelidir. (.......) Yanı aşağılanmış, zelil bir duruma getirilmiş, belleri bükülmüş bir hale gelene kadar. Onlardan alınacak olan cizye işte bu maksatla alınır. Meselâ bu kimseler vermek zorunda oldukları cizyelerini bizzat kendi elleriyle teslim edecekleri yere veya kimseye ulaşmak için yürüyerek getirip teslim edeceklerdir. Teslimi yaparken kendisi ayakta, teslim alan ise oturmuş hâlde olacak, uygulama bu şekilde yapılacaktır. Kendisinden cizye alınırken bu kimsenin yakasına yapışılmalı ve kendisi sarsarak, aşağılayarak ve ite kaka ondan hakaretlerle cizyesi alınmalıdır. Kendisine; “ey Zimmi! Cizyeni öde” aşağılanmalıdır. Ödemiş olsa bile, buna rağmen ödeyen zimmi itilip kakılarak dışan atılmalıdır. Ancak bunların Müslüman olmaları hâlinde kendilerinden cizye düşer. Artık sorumlulukları kalkar. 30Yahûdîler, Uzeyir Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesih Îsa Allah'ın oğludur, dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri bir sözden ibârettir. Onlar söyledikleri bu sözlerle daha önce geçen putperest kafirlerin söyledikleri (küfür) sözlerine benzetiyorlar. Allah kendilerini kahretsin! Nasıl da haktan bâtıla döndürülüyorlar. “Yahûdîler -tamamı veya bir kısmı-, Uzeyir Allah'ın oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesih Îsa Allah’ın oğludur, dediler.” Burada, (.......) mübteda ve haberdir. Nitekim, (.......) kavli de böyledir. Uzeyir (.......) ismi yabancı Arapça olmayan bir başka dilden bir isimdir ve özel isimdir. Bu iki özelliği itibariyle bu gayrı munsarif olan bir kelimedir. Ancak kırâat imâmlarından Âsım ile Ali Kisâî bunu Arapça bir isim olarak kabul ettiklerinden tenvinli olarak okumuşlardır. “Bu, onların ağızlarında geveledikleri bir sözden ibârettir.” Bu, herhangi bir delil tarafından desteklenmeyen, herhangi bir beyana dayanmayan desteksiz bir sözden başka bir şey değildir. Bunlar sadece ağızlarında geveleyip durdukları boş sözlerdir, herhangi bir anlam taşımayan manasız şeylerdir. Tıpkı anlamsız olan boş lafızlar gibi. “Onlar söyledikleri bu sözlerle daha önce geçen kafirlerin söyledikleri küfür sözlerine benzetiyorlar.” Bu cümlede kesin olarak bir muzâfun hazfi vardır. Bunun takdiri de şöyledir: “Bu berikilerin söyledikleri öncekilerin söyledikleriyle benzeşiyor.” Daha sonra muzaf hazfedilmiş ve bunu yerine muzâfun ileyhin zamîri geçirilmiştir. Böylece merfû' hale dönmüştür. Yani bunun manası şöyledir: “Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bulunan Yahûdî ve Hıristiyanların söyledikleri sözler aynen kendilerinden önce geçen eski adamlarının söyledikleriyle benzeştiriliyor.” Yani onlardaki bu küfür ve inkârcılık yeni bir durum değildir, bu, onların eski atalarında da var olan bir durumdur. Yahut buradaki zamîr Hıristiyanlara âittir. Yani bunların, “Mesih Îsa Allah'ın oğludur” sözleri, Yahûdîlerin, “Uzeyir Allah'ın oğludur” sözlerine benzemektedir. Çünkü Yahûdîler, Hıristiyanlardan öncedirler. Bu âyette geçen, (.......) kavlini, Âsım aynen burada görüldüğü gibi okumuştur. Mudahat kelimesi müşabehet yani benzeme manasınadır. Çoğu kırâat imâmları bu kelimede hemze harfini terk ederek, (.......) olarak okumaktadırlar.. Bu türev olarak Arapların, “Allah kendilerini kahretsin!” Yani bunlar gerçekten kendilerine bu şekilde lânet olunmasını haketmişlerdir. “Nasıl da haktan bâtıla döndürülüyorlar.” Bütün delillerin ortaya konmasından sonra nasıl da haktan dönüp bâtıla doğru uzaklaşıp gidiyorlar. 31Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih Îsa'yı rabler edindiler. Halbuki onlara bir tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, beridir. “Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih Îsa'yı rabler edindiler.” Âyette geçen (.......) kelimesi Yahûdî din bilginleri, hahamlar demektir. (.......) kelimesi de, kendisini ibâdete adayan, manastıra kapatan Hıristiyan abitler ve din adamları demektir. Bilindiği gibi, ister Yahûdîler, ister Hıristiyanlar olsunlar, her iki din Erbâbı da helali haram ve haramı da helâl kılma noktasında kendi din adamlarının söylediklerine ve sunduklarına itâat ediyorlardı. Tıpkı emir ve yasakları konusunda tapınılan ilâhlar gibi bunlar da kendi bilginlerinin çarpıtma ve saptırmalarina itâat ediyorlardı. (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. Yani Îsa'yı Rab/ilâh edindiler. Çünkü Hıristiyanlar, Hazret-i Îsa'yı Allah'ın oğlu olarak kabul etmektedirler. “Halbuki onlara bir tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu.” Âyetin bu kısminin sonunda vakfetmek yani durmak caizidir. Çünkü bundan sonra gelen cümle başlı başına bağımsız bir cümle olarak değerlendirilmeye uygun olabildiği gibi, bu cümlenin aynı zamanda, (.......) kelimesinin sıfatı olması da câizdir. “Ondan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir, beridir.” Allah kendisine şirk koşulmaktan ve ortaklıktan uzaktır, Ona hiçbir eksiklik izafe edilemez. 32Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat Allah, nurunu tamamlayacak, dinini mutlak olarak üstün kılacaktır. Kâfirler/inkârcı güçler bunu istemeseler bile. “Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat Allah, nurunu tamamlayacak, dinini mutlak olarak üstün kılacaktır. Kâfirler/inkârcı güçler bunu istemeseler bile.” Yüce Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini geçersiz kılmak isteyenlerin onu yalanlamadaki tutum ve davranışlarını, tüm ufukları aydınlatan ve ışık saçıp her tarafa yayıları büyük bir nuru üflemek suretiyle söndürmek isteyenlerin tutum ve dâvranışlarına benzeterek örneklendiriyor. Allah da bu nuru daha çok artırmak ve aydınlatmada en uzak ve en uç noktalara kadar ulaştırmak diliyor ki, onların üflemelerini yok etsin. Yine âyette geçen, (.......) kavli, “Allah murad etmez” yerine kullanılan bir ifadedir. Bu bakımdan bu, (.......) kavline karşılık olarak gelmiştir. Yoksa (.......) denmez. 33O Allah ki, Resûlünü sağlam delillere dayalı olan hidâyetle ve hak din ile gönderdi. Müşrikler hoşlanmayıp engel olsalar bile onu, İslam dinini bütün dinlere üstün kılmakla görevli kıldı. “O Allah ki, Resûlünü -Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i- sağlam delillere dayalı olarak hidâyetle -Kur'ân ile- ve hak din olan İslam ile gönderdi. Müşrikler hoşlanmayıp engel olsalar bile Resûlünü, İslam dinini bütün dinlere üstün kılmakla görevli kıldı.” İslam dışındaki bütün inanç sahiplerinin inançlarına üstün kılmak ya da Hak olan İslam dinin öteki dinlerin ve inançların tamamına üstün kılıp egemen hale getirmek için. 34Ey îman edenler! Şüphesiz Yahûdî ve Hıristiyan din bilginlerinden bir çoğu insanlara âit malları haksız yollardan alıp yerler, insanların Allah yoluna (İslam dinine) girmelerine mani olurlar. Altın ve gümüşü biriktirip de kasalarına doldurarak Allah yolun da harcamayanlar var ya, işte onlara acıklı bir azâbın hazırlandığının müjdesini ver! “Ey îman edenler! Şüphesiz Yahûdî ve Hıristiyan din bilginlerinden bir çoğu insanlara âit malları haksız yollardan alıp yerler. İnsanların -basit ve sıradan kimselerin, aşağılık takıminin- İslam dinine girmelerine mani olurlar.” Âyette yer alan, (.......) yani yeme işi, (.......) yani almak manasında olup istiâre olarak “Eki” kelimesi alınmıştır. (.......) demek yani haksız yollardan yemenin manası, rüşvet yoluyla hükümleri değiştirmek ve bu şekilde haksız mal edinmek demektir. (.......) kavlinde yer alan zamîr, manaya râcidir. Çünkü bunların her ikisi: de yani altın ve gümüşün her ikisi de dirhem ve dinar anlamında paradırlar. İşte bu tıpkı: (.......) kavli gibidir. Yahut bu zamîrle kasdolunan “Kenzler/hazinelerdir” veya mallardır yahut da bunun manasıdır. Yani onlar, o malları, biriktirdiklerini ve altını harcamazlar” demektir. Nitekim bu, aşağıdaki şiirin manası gibidir: (.......) demektir. Özellikle diğer mallar arasında altın ile gümüşün söz konusu edilme nedeni, bu ikisinin ticari ya da ekonomik ilişkilerde asıl ve temel tedavül aracı olmalarındandır. Eşyanın değerlendirilmesinde bu ikisi ölçü kabul edilir. Bu iki maddenin biriktirilip kasalara doldurulmasının burada zikredilmesi, diğer malların da bu manada biriktirilmelerinin delilidirler. 35İşte kasalarına doldurdukları bu altın ve gümüşlerin cehennem ateşinde kızdırılarak bunlarla alınlarının, yanlarının ve sırtlarının dağlarıacağı gün kendilerine: “İşte bu, kendi adınıza biriktirdiğiniz mallarınızdır. O hâlde kendiniz için toplayıp biriktirdiğiniz şeylerin azâbını/cezâsını tadın!” denilir. “İşte kasalarına doldurdukları bu altın ve gümüşlerin cehennem ateşinde kızdırılarak bunlarla alınlarının, yanlarının ve sırtlarının dağlarıacağı gün kendilerine:” Burada âyetin başında yer alan, (.......) kavlinin manası, cehennem ateşinin bunlar üzerinde yakılıp tutuşturulacağıdır. (.......) burada, (.......) manasında tutuşturulur, yakılır, demektir. Fakat kelimenin müzekker olarak gelmesi ise, bunun car ile mecrûra isnad olunmasındandır. Bunun aslı da, (.......) dır. Cümlede, (.......) kelimesi hazf olununca, bunun üzerine (.......) denilmiş, oldu. Çünkü durum, (.......) kelimesinden, (.......) kavline isnad olundu. Meselâ; “Kıssa/Olay Emire yükseltildi/iletildi” Yani, “Rufiati’l-kıssatu ile'l-Emiri” gibi. Şayet “Kıssa” kelimesi zikrolunmazsa bu takdirde, “Rufia ilel Emiri” denir. Âyette özellikle bazı organlara yer verilmesine gelince, bu şu sebeptendir. Bu tür kimseler fakir ve yoksul kimseleri gördüklerinde onlara karşı suratlarını buruşturup yüzlerini ekşitirler. Kendilerinin bulundukları herhangi bir mecliste fakir ve yoksulların da yanlarında yer almaları veya bulunmaları hâlinde rahatsızlık duyarlar, onlara yüz vermezler, suratlarını asarlar. Tüm adamlarıyla birlikte onlara sırtlarını dönerler. Yahut bunun manası dört bir yönden cezâya çarptırılırlar; Önlerinden, arkalanndan ve yanlarından... “İşte bu, kendi adınıza biriktirdiğiniz mallarınızdır.” Onlara şöyle denir: “İşte bunlar, kendisinden yararlanmak için kendiniz için biriktirmiş olduğunuz şeylerdir. Sizin bunları biriktirmekle, kendinize zarar vereceğinizi bildiğiniz şeylerdir.” Aslında bu, onlar için bir kötüleme ve aşağılama ifadesidir. “O hâlde kendiniz için toplayıp biriktirdiğiniz şeylerin azâbını tadm'denilir.” Yani biriktirdiğiniz mallarınızın vebalini tadın bakalım! Ya da sizin depolamakta olduğunuz yükün cezâsını çekin şimdi, demektir. 36Gerçek şu ki, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın hükmü ve takdirine Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu, işte ne doğru dindir. O hâlde o haram aylar içinde yasağı çiğneyerek kendinize yazık etmeyin. Müşrikler nasıl topyekün bir hâlde sizinle savaşıyorlarsa siz de onlara karşı aynen topyekün bir hâlde savaşırı. Ve bilin ki Allah, emir ve yasakları doğrultusunda hareket edenlerle beraberdir. “Gerçek şu ki, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında ayların sayısı on ikidir.” Bu aylar üzerine herhangi bir ilave olmaksızın böyledir. Burada asıl maksat şu gerçeğin açıklanmasıdır: Şerî'at ile ilgili hükümler, hilal esasına göre hesaplarıan kameri aylara göre değerlendirilir. Yoksa güneş yılma göre değil. (.......) kavliyle “hikmeti gereği tespit ettiği ve gerekli kıldığı esasa göre” demektir. Ya da “Levh-i Mahfûz'da tespit ettiği gibi” manasınadır. “Bunlardan dördü haram aylardır. Bu, işte en doğru dindir.” Bu dört aydan üçü peş peşe gelirler. İlki Zilkade olup, savaştan geri durma, bekleme ayıdır. İkincisi bunun peşinden gelen ve hac görevinin yerine getirildiği ay olan Zilhicce ayıdır. Üçüncüsü de kendisinde savaşılması haram/yasak kabul edilen ve bu manada olan Muharrem ayıdır. Bu aylardan birde tek olan Recep ayıdır. Araplar bu aya da bir ayrıcalık tanıyıp değer verdiklerinden ötürü bu isim verilmiştir. Ayların bu şekildeki hesaplanmasının en doğru yol olması ise, câhiliye toplumunun yaptığı hesaplama olmamasındandır. Yani sözkonusu dört ayın haramliği/saygmliği, bunun en doğru dini hesaplama olmasındandır, ilahi ölçüye dayanması sebebiyledir. Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm)’in uygulaması olsun, Hazret-i İsmâîl (aleyhisselâm)’in uygulaması olsun hep böyle idi. Dolayısıyla Araplar da bu ölçüye bağlı idiler ve bu aylara hürmet anlamında önem veriyorlardı, bu aylarda savaş yapılmasını da haram olarak kabul ediyorlardı. Bu uygulama, ta ayların yerlerini farklı amaçlar için değiştirene kadar devam etmiştir. Nesie denilen erteleme, yani ayların yerlerini değiştirme olayı ile artık değiştirmeye başlamışlardır. “O hâlde o haram aylar içinde yasağı çiğneyerek kendinize yazık etmeyin.” Günah ve ma'siyet işleyerek bu haram aylarda veya her on iki ayda da kendinize yazık etmeyin. “Müşrikler nasıl topyekün hâlde sizinle savaşıyorlarsa siz de onlara karşı aynen topyekün hâlde savaşırı!” Burada geçen, (.......) kelimesi failden hâldir veya Mefuldür. Bu kelime, hepsi, tamamı, topyekün gibi manalara gelir. “Ve bilin ki Allah, emir ve yasakları doğrultusunda hareket edenlerle beraberdir.” Yani onların yardımcısıdır. Burada Yüce Allah, takvaya yani emir ve yasaklarına bağlı kalarak hareket eden mü’min kullarına yardım ve zafer garantisi teşvikinde bulunuyor. 37O Nesie denilen erteleme/sıvış âdeti sadece kafirlikte daha da ileri gitmektir. Çünkü bu yoldan kâfirler tamamen saptırılırlar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına denk düşsün diye onu bir yıl helâl/yasak uygulanmaz sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Bu şekilde Allah'ın haram kıldığını helâl kılarlar. Bu kötü uygulamaları kendilerine süslü gösterildi. Allah küfürde ısrar edenleri doğruya muvaffak kılmaz. “Haram ayların yerlerini değiştirmek suretiyle ertelemek/nesie sadece küfürde daha da ileri gitmektir.” Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi, Hemze ile “Nes'ee” kökünden türemedir. Bu da bir şeyi tehir etmek, ertelemek ve geciktirmek manasınadır. Burada haram olan bir ayın yasakliğinı ya da hürmet ve saygınliğinı bir başka aya ertelemek ve geciktirmek demektir. Bunu böyle yapmalarının nedeni de, genelde Arap toplumunun savaş ve baskın yapma toplumu olmalarından ileri geliyordu. Eğer bir başka toplum ile savaş hâlinde iseler, bu sırada da içinde savaşılması haram olan ay girerse, savaşı bırakmak işlerine gelmiyordu. İşte kendilerince buna bir formül buldular. Böylece o savaşılması haram olan ayı hemen içinde savaş yapılması uygun bir ay olarak değerlendirirler ve bunun yerine de bir başka ayda savaşmayı haram kılarlar, bir başka aya bu hürmet değerini verirler. Öyle ki sonuçta asıl haram aylara haramliği tahsis etmeyi bıraktılar. Bunun üzerine yılın ayları arasında kendilerince dört başka ayı haram ay olarak kabul eder oldular. Halbuki böyle bir hareket küfürde çok daha ileri gitmek, demektir. Çünkü Allah ve Resûlünü inkara bir de ayların yerlerini değiştirme işini ekleyerek bir diğer küfre girdiler. İşte onların bu tarzdaki bir girişimleri de onlardan küfürde çok daha ilerilere gitmektir, küfür üzerine küfür eklemektir. Kısaca katınerli bir küfürdür. “Çünkü bu yoldan -yani erteleme, geciktirme yoluyla- kâfirler tamamen saptırılırlar.” Kırâat imâmlarından Ebubekir dışında Kufe kırâat okulu, (.......) kelimesini burada olduğu gibi okumuşlardır. “Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına denk düşsün diye onu bir yıl helâl uygulanmaz Sayarlar, bir yıl da haram sayarlar.” Câhiliye müşrik Arap Toplumu haram olan aylardan birini helâl kıldıklarında yani yasak uygulanmaz kıldiklarında, onu gelecek yıl içinde haram yani yasak uygulanır ay kabul ederlerdi. Burada, (.......) ile, (.......) kelimelerinde bulunan zamîr, Nesieye yani ertelemeye râcidirler. (.......) kelimesi “uygun düşsün için, ayların sayısı Allah'ın koyduğu sayıya uygun olsun, ona aykın olmasın için” demektir. Burada müşrikler iki taraftan birine bunu tahsis etme ölçüsüne aykın davrandılar. Yani yine dört ay olarak kabul ettiler ama, o ayları aynen sürdürmeyi bıraktılar, başka aylara sarkıttılar. Yani tahsisi gereken iki görevden birine uydular, birini ise uygulamadılar. Burada, (.......) kelimesinin başında bulunan lam harfi (.......) ile (.......) kelimelerine müteallik bulunmaktadır. Yahut da sadece (.......) kelimesine mütealliktir, uygun olanı da budur. “Bu şekilde Allah'ın haram kıldığını, helâl kılarlar.” Yani sadece Allah'ın haram kıldığı ayların sayısını esas alarak ve gerçekte içinde savaşılması haram/yasak olan ayları hiç gözetmeksizin bir uygulama getirirler. Yahut da bizzat bu ayların kendisine âit olan haramliği terk ederler. “Bu kötü uygulamaları kendilerine süslü olarak gösterildi.” Yani şeytan bunu onlara uygun ve olabilir olarak gösterdi. Böylece çirkin olan işlerini iyi ve güzel işler ve davranışlar zan nettiler. “Allah küfürde ısrar edenleri doğru yola muvaffak kdmaz.” Yani onların kendi tercihleri olan batılda sebatı Allah zorla değiştirmez. 38Ey îman edenler! Size ne oldu ki:” Allah yolunda savaşa çıkın!” diye emredilince, hemen bulunduğunuz yere çakılıp kaldınız. Yoksa dünyayı âhirete mi tercih ettiniz? Ancak dünya nimetleri âhiret nimetleri yanında çok bir şeydir. “Ey îman edenler! Size ne oldu ki; “Allah yolunda savaşa çıkın!” diye emredilince, hemen bulunduğunuz yere çakılıp kaldınız,” Âyetteki, (.......) kelimesi, çıkın manasındadır. (.......) kelimesi de aslında “Tesakaltüm” idi. Ancak “T” harfi “Se” harfine idğam olundu. Böylece sakin/harekesiz bir “Se” hâlini almış oldu. Başına bir vasıl/ulama hemzesi getirildi ki, okunabilmesi sağlanmış olsun. Çünkü sakin bir harfle okumaya başlama imkanı yoktur. Bu kelimenin manası ise, “ağırdan aldınız, yere çakılıp kaldınız, harekete geçmediniz,” demektir. (.......) kavli ile söz konusu kelime (dünyaya) meyletme, yönelme ve sürekli kalıcılık manasını tazmin etmektedir. (.......) kelimesi, (.......) cer edatıyla müteaddi yani geçişli olmuştur. Yani “siz dünyaya ve onun şehevi isteklerine yöneldiniz, meylettiniz ve seferin zorluk ve sıkıntılarından, vereceği yorgunluklardan rahatsızlık duydunuz” demektir. Ya da: “Siz kendi topraklarınızda ve yurdunuzda kalmaya yöneldiniz, meylettiniz” demektir. Bu durumlar Tebük seferi sırasında olmuştu. Tebük seferine çıkıldığı dönem, oldukça zor ve sıkıntılı bir zamana rastlamıştı. Çünkü bir taraftan kıtlık baş göstermiş, bir taraftan aşırı sıcaklıklar ve bir taraftan da mesafenin oldukça uzak olması sebebiyle meydâna gelen zorluklar, düşman sayısının çokluğu vb., gibi nedenlerden dolaı savaşa çıkmak onlara zor geliyordu. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir gazveye, bir savaşa çıkacağı zaman onu genelde gizili tutardı. Hep gideceği yerin aksi istikametini işaret ederdi. Fakat bundan sadece Tebük seferi müstesnadır. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sefere çıkılacağını ve istikâmetini hiç kimseden gizlemedi, açık olarak ilân etti ki, bu şekilde sefer için oldukça iyi hazırlanmalarını istedi. “Yoksa dünyanın geçici nimet ve zevklerini âhirete ve onun daimi olan nimetlerine mi tercih ettiniz?” Âhiret yurdu yerine dünyayı mı seçtiniz? “Ancak dünya nimetleri âhiret nimetleri yanmda çok az bir şeydir.” 39Eğer cihada çıkmazsanız Allah sizi çok acıklı ve aşağılayıcı bir azap ile cezâlandım ve sizin yerinize, başka bir toplum getirir. Siz bu şekilde davranmakla Allah'a asla zarar veremezsiniz. Allah her şeye kâdirdir. “Eğer cihada -savaşa- çıkmazsamz, Allah sizi çok acıklı bir azap ile cezâlarıdırır ve sizin yerinize başka bir toplum getirir. Siz bu şekilde davranmakla Allah'a asla zarar veremezsiniz.” İşte burada savaştan geri kalanlar, yavaş hareket edenler, işi alttan alıp umursamayanlar, gitmemek için ayak oyunlarına başvuranlar için büyük bir öfke ve tehdit yer almaktadır. Çünkü bu gibilere mutlak manada acıklı bir azap tehdidinden, söz edilmektedir. Bu her iki dünyayı da kapsayacak türden bir azaptır. Zira Allah bu kimseleri helâk edeceğini, bunların yerine onlardan daha hayırlı ve daha itâatkâr bir başka toplum getireceği uyansında bulunuyor. Dolayısıyla dinine yardım etmeleri konusunda yüce Allah'ın ayak direyenlere muhtaç olmadığını, onların işi ağırdan almalarının bu davaya bir leke ve eksiklik getirmeyeceğini belirtiyor. Bir tefsire göre, (.......) kavlinde bulunan zamîr, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) a râcidir. Çünkü yüce Allah, onu insanların her türlü tuzaklarından koruyacağına ve ona yardımda bulunacağına dair söz vermiştir, bu konuda vadi vardır. Şüphesiz Allah'ın vadettiği de mutlak olarak gerçekleşir. “Allah her şeye kâdirdir.” Yani değiştirmeye de, azâb etmeye de ve daha başka şeylere de kâdirdir. 40Eğer siz Allah'ın peygamberine yardım etmezseniz, Allah daha önce de o inkâr edenler onu çıkardığı zaman kendisine yardım ettiği gibi yine yardım eder. O iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına şöyle diyordu: “Sakın üzülme! Çünkü Allah bizimle beraberdir.” Nihayet Resûlüllahın gönlüne veren sekinetini indirdi, ve onu sizin görmediğiniz bir melekler destekledi de kafirlerin aşağılık kelimelerini sistemleriyle ilgili planlarını alaşağı etti. Allah'ın kelimesi ise hep yücedir. Çünkü Allah mülkünde hep güçlü ve yaptıklarında da hüküm ve hikmet sâhibidir. “Eğer siz Allah'ın peygamberine yardım etmezseniz,” Yanında sadece bir tek kişi olduğu zaman ona yardım edenlere yardım ettiği gibi yine de yardım edecektir. Çünkü bundan sonraki cümle zaten bu gerçeğe işaret etmekte, buna delalet etmektedir. İşte bu gerçek göz ardı edilmesin. “Allah daha önce de kendisine yardım ettiği gibi yine yardım eder.” Şimdi yani bu zamanda ona yardım ettiği gibi ileride, gelecekte de kendisine yardım edecektir. “Hani -kâfirler onu arkadaşı ile birlikte (Mekke) den çıkardıklarında o, iki kişiden biri olarak mağarada iken arkadaşına şöyle diyordu: Sakın üzülme! Çünkü Allah bizimle beraberdir.'“ Dikkat edilirse, âyette, Resûlüllahın Mekke'den çıkarılması işi kafirlere isnad olunmakta, onlara yüklenilmektedir. Çünkü Mekke müşrikleri onu Mekke'den çıkarmaya yeltendiklerinde yüce Allah da bu hususta, onun oradan çıkıp ayrılmasına izin vermişti. Sanki bu sebepten onu Mekke'den çıkaranlar onlar imiş gibi gösterilmektedir: Bu âyette geçen, “İkinin ikincisi veya iki kişiden biri” ifadesi, âdeta, (.......) (Mâide,73) “üçün üçüncüsü veya üçten biri” ifadesine benzemektedir. Âyette söz konusu edilen iki kişiden bir Allah'ın Resûlü, bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), diğeri de onun en yakın dostu, ilk halîfesi ve aynı zamanda kayınpederi Hazret-i Ebû Bekir'dir. Bu kavlin/ifadenin mensûb olması ise hâl olmasındandır. (.......) da, (.......) kavlinden bedeldir. (.......) Mağara, in anlamına gelen bu kelime, burada Sevr dağının tepesinde oyuk hâlinde saklanmaya elverişli olan in, mağara, delil demektir. Bu dağ, Mekke'nin sağ tarafına düşen bir saatlik bir uzaklıktadır. Reşulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebû Bekir bu mağara üç gün kaldılar. Yine “Allah bizimle beraberdir” derken de, Allah yardımı ve himayesiyle, korumasıyla bizimledir, demektir. Bir rivâyete göre müşrikler mağaranın kapısına kadar gelip dayandılar. Bu durum karşısında Hazret-i Ebû Bekir, Reşulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) a bir şey olmasından dolayı endişe duymaya başladı da şöyle konuştu: “Eğer bugün başına bir şey gelirse, Allah'ın dini ortadan kalkar.” Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise buna karşılık şöyle buyurdu: “Üçüncüleri Allah olan iki kişinin durumu hakkında nasıl böyle düşünebilirsin ki?” İbn Hacer diyor ki, “Ben bu ifadeyi bu şekliyle bulamadım. Ancak Buhârî ve Müslim'de Hazret-i Ebû Bekir'den şu şekilde rivâyet olunmuştur, demiştir ki: “Baktım ki, müşriklerin ayak sesleri bizim tepemizdedir. Biz de mağaranın içinde bulunuyorduk. Bunun üzerine Resûlüllahne dedim ki; “ey Allah'ın Resûlü! Eğer onlardan biri şöyle bir ayaklarının ucuna bakıverse, mutlaka bizi görecektir.” Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ey Ebû Bekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında nasıl böyle düşünebilirsin ki?” (Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; -2/272) Yine bir rivâyete göre Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) arkadaşıyla birlikte mağaraya girince yüce Allah iki güvercin gönderdi. Güvercinler mağaranın ağzında ya da aşağısında yuva kurup yumurtladılar. Bir örümcek de mağaranın ağzında ağını ördü.” Bezzâr rivâyet etmiştir. Nitekim Keşfu'l-Esrâr'da (1741) da böyledir. Taberânî de Mecmeuzzevaid'te (6/53) olduğu gibi rivâyet etmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle yakanyordu: “Allah'ım! Gözlerini kör et!” İbn Hacer bunu bulamadım, diyor. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf;2/272 Müşrikler mağaranın çevresinde dolanıp durdular ve fakat içine bakmayı akıl edemediler. Çünkü Allah onların gözlerini görmez kılmıştı, onu göremiyorlardı. İlim sahipleri bu ayete dayanarak şöyle demişlerdir: “kim Ebû Bekir'in sohbetini yani sahabeliğini inkâr eder, kabul etmezse, o kimse küfre girmiş olur. Çünkü onu inkâr etmekle Allah'ın bu kelamını inkâr etmiş olmaktadır. Ancak durum diğer sahâbe için böyle değildir.” “Nihayet Allah, Resûlünün gönlüne sekinetini indirdi,” Âyetteki, (.......) kelimesi, Allah'ın peygamberinin kalbine huzur ve güven veren, moralini yükselten ve onu sakinleştiren ilham duygusudur ki, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hâli yaşamaya başladığı an, artık kafirlerin ve müşriklerin kendilerine ulaşamayacaklarını anlamış ve kavramış bulunuyordu. (.......) kelimesindeki zamîr ile ya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in gönlüne sekinet indirdi, güven verdi, demektir veya Hazret-i Ebû Bekir'in gönlüne güven verdi, manasınadır. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir korku ve endişe içinde bulunuyordu. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise zaten kalben sakindi ve huzurluydu, tam bir güven içinde idi. “Ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi” Âyet mealinde de belirttiğimiz gibi ordudan kasıt meleklerdir. Melekler kafirlerin yüzlerini ve gözlerini onu görmekten menettiler, başka yönlere çevirip görmelerini engellediler. Yahut Allah onu Bedir gününde, Ahzâb gününde ve Huneyn gününde meleklerle destekledi, demektir. “Kafirlerin egemen kılmak istedikleri aşağılık kelimeleri/sistemleriyle ilgili planlarını -ve küfre davetlerini- alaşağı etti.” “Allah'ın kelimesi/davası ise hep yücedir ve öyle de kaldı.” Allah'ın İslam dinine davette bulunması ise, en yüce davettir ve bu davet kıyamete kadar hep öyle devam edecektir. Burada geçen, (.......) zamîri, fasl zamîridir. Kırâat imâmlarından Ya'kûb, (.......) sözcüğünü bundan öncekine atfetmek suretiyle mensûb olarak, (.......) olarak okumuştur. Ancak bunu yeni bir giriş cümle olarak mübteda hâlinde okumak daha uygundur. Nitekim Allah'ın kelimesi hep yücedir ve yüce olmakta da hep daimdir. “Çünkü Allah mülkünde hep güçlü ve yaptıklarında da hüküm ve hikmet sâhibidir.” O, kelimesine yani İslam davasına sahip çıkanları yardımıyla zafere erdirip üstün kılarıdır, hikmeti gereği müşrik ve kâfirleri de zelil ve perişan edendir. 41Ey Mü'minler! Topyekün bir hâlde, piyade ve süvari olarak savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla gerektiği gibi cihad edin. Eğer bilirseniz bu (genel seferberlik ve Allah yolunda cihad emri hem dünyanız ve hem âhiretiniz bakımından) sizin için daha hayırlıdır. “Ey Mü'minler! Topyekün bir hâlde, piyade ve süvari olarak savaşa çıkın.” Âyette geçen, (.......) ve (.......) kelimeleri “ağırlıksız ve ağırlıklı” manalarına gelmekle birlikte burada daha geniş bir mana ifade etmektedirler. Şimdi bunları ele alalım. Savaşa istekli olduğunuz, gönüllü bulunduğunuz hâlde çıkın, size ağır ve zor gelse de çıkın. Ya da ister aile bireylerinizin sayısının azliği itibariyle yükünüz hafif olsun, ister aile bireylerinizin sayılarının çok olması sebebiyle yükünüz ağırlaşmış olsun bunlara rağmen yine savaşa çıkın. İster silah gücünüz basit anlamda olsun, ister silah gücünüz fazla olsun bütün bunlara rağmen cihada çıkın. İster piyade/yaya olun, ister binitli olun, ister genç olun, ister yaşlı, ister cılız olun ister şişman, ister sağlıklı olun, ister hasta... bütün bunlara rağmen savaşa cihada çıkın. “Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla gerektiği gibi cihad edin.” Âyetin bu kısmıyla şayet imkan varsa hem mal ve hem de can ile veya duruma göre bu ikisinden biriyle ve ihtiyaç duyulduğu zaman Allah yolunda savaşmanın farz olduğu belirtilmektedir. “Eğer bilirseniz bu (genel seferberlik ve Allah yolunda cihad emri, hem dünyanız ve hem âhiretiniz bakımından) sizin için -onu terketmekten- daha hayırlıdır.” O hâlde bunun sizin için daha hayırlı olduğunu biliyorsanız hemen ona koşun. Şimdi tefsirini okuyacağımız âyet Tebük seferine kâtilmayıp geride kalan münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 42Ey Peygamber! (Senin davet ettiğin şey) kolayca elde edilebilecek bir dünya malı ve basit anlamda bir yolculuk/sefer olmuş olsaydı, (sefere kâtilmaktan geri kalan o münâfıklar) mutlaka seninle birlikte gelirlerdi. Ancak (Tebük seferine katılmak) onlara uzun ve yorucu bir yolculuk olarak göründü. Bununla beraber kendilerini yalan yeminlerle helâk edercesine Allah adına şöyle yemin edecekler: “Eğer düşmana karşı savaşma gücümüz ve imkanımız olsaydı kesinlikle sizinle birlikte çıkardık.” Halbuki Allah onların yalancılar olduklarını kesinlikle biliyor. “Ey Peygamber! (Senin davet ettiğin şey,) kolayca elde edilebilecek bir dünya malı ve basit anlamda bir yolculuk/sefer olmuş olsaydı, (sefere kâtilmaktan geri kalan o münâfıklar,) mutlaka seninle birlikte gelirlerdi.” Burada geçen, (.......) kavlinden kasıt, karşına çıkan dünya çıkardan demektir. Meselâ, “dünya hayatı hemen ortada ve meydanda olan bir arazdır, geçici bir menfaattir. Bundan iyi olan kimse de kötü olan kimse de yer, yararlanır” ifadesi gibi. Yani davet olunan şey eğer hemen elde olunabilecek, kolayca kazanılacak ganimet türü bir şey olsaydı ve uzun sürmeyecek kolay ve basit bir yolculuk durumu sözkonusu olsaydı, bu durumda seninle birlikte o yolculuğa çıkmaya mutlaka muvafakat ederlerdi. Âyette geçen (.......) kelimesi, orta, yakın, mutedil, normal gibi manalara gelir. “Ancak (Tebük seferine katılmak) onlara uzun ve yorucu bir yolculuk olarak göründü.” Bilindiği gibi savaş için hedeflenen yer oldukça meşakkatli ve zorlu, uzun bir yolculuğu gerektiriyordu. “Bununla beraber kendilerini yalan yeminlerle helâk edercesine Allah adına şöyle yemin edecekler: Eğer düşmana karşı savaşma gücümüz ve imkanımız olsaydı kesinlikle sizinle birlikte çıkardık.'“ Şüphesiz bunlar peygamberlikle ilgili delillerdendir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük seferi dönüşünden sonra olabilecekleri önceden haber vermişti Nitekim bu durum kendisinin bildirdiği şekilde meydana geldiğinde gelip olanı biteni söylediler. (.......) kavli, (.......) kavline müteallik bulunmaktadır veya bu ifade onların ifadeleri cümlesindendir, her iki şekilde de tefsire uygundur. Yani, “Yemin edecekler” ifadesiyle, “Sen Tebük seferinden geri dönüp Medine'ye geldiğin zaman o geride kalıp da savaşa kâtilmayanlar özür dilemek ve mazeret uydurmak için gelip sana şöyle diyeceklerdir: “Eğer düşmana karşı savaşma gücümüz ve imkanımız olsaydı kesinlikle sizinle birlikte çıkardık.” Veya, “Allah adına şöyle yemin edeceklerdi” ve “Eğer... gücümüz olsaydı...” diyeceklerdi. (.......) kavli iki yeminin cevabı ve (.......) kelimesinin de şartının cevabı yerine geçmiştir. Âyette geçen, “İstitaa” kelimesinin manası, savaş için gerekli olan hazırlık ve donanım manasında değerlendirildiği gibi, aynı zamanda bedence olan güç ve kuvvet manasına da tefsir edilmiştir. Sanki bu davranışlarıyla bir hastalık belirtisi içine giriyor ve hastalık numarası yapıyorlar gibi. Yine burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir veya bundan hâldir. Yani “helâk edercesine” demektir. Kısaca “Bunlar yalan yeminlerle kendilerini tehlikeye sokarcasma” anlammadır. Yahut da (.......) kavlinden hâldir. Yani; “canımızı tehlikeye sokmuş olsak da, bu zor ve sıkıntılı yolculuk sırasında yükleneceğimiz meşakkatlere rağmen, canımızı tehlikeye atmış olsak bile mutlaka sizinle beraber çıkardık” demektir. “Halbuki Allah onların yalancılar olduklarını kesinlikle biliyor.” Yani konuşup gündeme getirdikleri sözlerinde ve konuşmalarında yalan söylediklerini muhakkak biliyor. 43(Ey Peygamber!) Allah seni bağışlasın. Mazeret ileri sürenlerden kim doğru söylüyor ve kim yalan konuşuyor, durumlarını iyice ortaya çıkarmadan niçin kendilerine izin verdin? “(Ey Peygamber!) Allah seni bağışlasın!” Bu ifade aslında bir zelle ya da dil sürçmesi sebebiyle bir kinayeli ifadedir. Çünkü af kelimesi bunun müradifidir, bir bakıma eş anlamlısıdır. Bu da karşısındakini kırmadan tatlı bir şekilde uyarmak ve ikaz etmek demektir. Çünkü yüce Allah önce yanlışı belirtmeden doğrudan ve direkt olarak peygamberini affettiğini belirterek söze başlıyor. Böyle bir hitapta ise, Hazret-i Peygamber (sa.v)’in diğer peygamberlere olan üstünlüğü ve fazileti, değeri vurgulanmış, bu gerçek dile getirilmiş bulunuyor. Çünkü yüce Rabbimizin bu manadaki bir hitabı başka peygamberler için -Allah'ın salat ve selâmı hepsinin üzerine olsun.- sözkonusu edilmemiştir. “Mazeret ileri sürenlerden kim doğru söylüyor, kim yalan konuşuyor, durumlarını iyice ortaya çıkarmadan niçin kendilerine izin verdin?” Âyetin, “niçin kendilerine izin verdin?” kısmı, af ile alâkalı söylenen kinayeli ifadeyi açıklamaktadır. Bunun asıl manası da şöyledir: “O münâfıklar savaştan geri kalmak ve evlerinde oturup durmak için senden izin istedikleri ve sana bir çok bahaneler uydurdukları zaman, sen neden onlara izin verdin, onları oyalayıp izin vermeseydin olmaz mıydı?!” Çünkü bu sayede kim doğru söylüyor ve kim yalan konuşuyor, bu gerçek de senin tarafından meydana çıkanlmış olurdu: Bir başka tefsire göre, Reşulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) yapmakla emrolunmadığı hâlde iki şey yaptı. Bunlardan birisi münâfıklara burada görüldüğü gibi savaştan geri kalmaları için izin vermesi, diğeri de, esir olarak aldığı kimselerden serbest kaimalarına karşılık fidye almış olmasıydı. İşte bu yüzden yüce Allah kendisini uyarmıştı. Bu, aynı zamanda peygamberlerin kimi konularda içtihatta bulunmalarının câiz olduğuna dair bir delildir. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu karan kendi içtihadına dayanarak vermişti. Ancak bundan dolayı uyarılmasının sebebi, içtihatta bulunabilme yetkisi olmakla birlikte en önemli olan hususu, en efdal uygulamayı terketmiş olmasından dolayıdır. Dolayısıyla peygamberler en efdal olanı terkettiklerinden ötürü yüce Allah'tan azar ve uyan işitmişlerdir. 44Allah'a ve âhiret gününe îman edenler mallarıyla ve canlarıyla cihada kâtilmaktan geri kalmak için senden izin istemezler. Allah, kendisinden korkup emir ve yasaklarına bağlı olarak hareket edenlerin bütün durumlarına vakıftır. “Allah'a ve âhiret gününe îman edenler, cihada kâtilmaktan geri kalmak için senden izin istemezler. Allah kendisinden korkup emir ve yasaklarına bağlı olarak hareket edenlerin bütün durumlarına vakıftır.” Çünkü gerçekten inanmış olanlar, doğal olarak, cihada kâtilıp kâtilmama konusunda senden izin gereğini duymazlar, onlar hemen bu göreve kâtilırlar. Dolayısıyla bunlar için en büyük sevap ve mükâfat vardır. 45Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan ve kalpleri şüphe içinde olan münâfıklar cihada kâtilmamak için senden izin isterler. Zaten bunlar şüpheleri yüzünden bocalayıp dururlar. “Ancak Allah'a ve âhiret gününe inanmayan ve kalpleri şüphe içinde olan münâfıklar cihada katdmamak için senden izin isterler.” Bu münâfıklar sayıca 39 kişi idiler. Bunlar dinlerinde şüphe ve şüphe taşıyan, akideleri bozuk olan kimselerdi. Hep huzursuz idiler. “Zaten bunlar şüpheleri yüzünden bocalayıp dururlar.” Çünkü tereddüt hâli şaşkın olanların durmadan hep dile getirdikleri şeydir. Sebat durumu ise, uzağı görebilen basiret Erbâbı kimselerin hep konuştukları, gündemlerine taşıdıkları bir şeydir. 46Eğer o münâfıklar gerçekten seninle birlikte cihada çıkmak isteselerdi, her türlü teçhizat ve donanım hazırliğina mutlaka girişirlerdi. Ancak Allah, onların seninle beraber savaşa çıkmalarını uygun bulmadı. Bu yüzdende onları sizinle savaşa kâtilmaktan geri bıraktı da kendilerine: “Oturun oturanlarla beraber” denildi. “Eğer o münâfıklar gerçekten seninle birlikte cihada- ve savaşa- çıkmak isteselerdi, her türlü teçhizat ve donanım hazırliğina mutlaka girişirlerdi.” Çünkü bunlar varlıklı idiler ve varlıklı hâlleri aynen devam ediyordu. Burada âyetin bu, (.......) kavline olumsuzluk manası yüklenilmiştir. Yani “o münâfıklar çıkmak istemediler, bunların savaşma kabiliyetleri de yoktur” demektir. “Ancak Allah, onların seninle beraber savaşa çıkmalarını uygun bulmadı.” Savaş için harekete geçmelerine... Sanki burada şöyle deniliyor: “Onlar çıkmadılar. Fakat çıkmaktan geri adım attılar, yerlerine çakılıp kaldılar. Çünkü Allah onların savaş için kalkıp harekete geçmelerini doğru bulmadı.” “Bu sebepten dolayı onları sizinle savaşa kâtilmaktan geri bıraktı da kendilerine:” Onları tembelleştirdi, savaşa karşı olan hareket duygularıni zaafa uğrattı, isteksiz duruma getirdi. Âyette geçen, “Tesbiyt” kelimesi, “bir işten uzak durmak, el çektirip dokundurmamak kaydıyla onu işlememek ve yapmamak” demektir. 47Eğer (münâfıklar) sizinle birlikte cihada çıkmış olsalardı, size kötülükten ve bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı. Olan bitenler-sebebiyle fitne çıkarmaya kalkışarak ve söz taşıyarak sizin aranızı bozmaya, (birliğinizi sarsmaya) koşuştururlardı. (Hatta) içinizden onların uyduracakları yalanlara kulak asacak kimseler de vardı. Allah zalimlerin açık ve gizli her şeylerini en iyi bilendir. “Eğer (münâfıklar) sizinle birlikte cihada çıkmış olsalardı, size kötülükten ve bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı.” Buradaki istisna muttasıl istisnadır. Çünkü bunun anlamı: “Onlar size zarar, kötülük, bozgunculuk ötesinde bir yarar getirmezlerdi” demektir. Halbuki munkatı istisnada kural, müstesnanın yani dışta tutulanın, müstesna minhin yani kendisinden dışta bırakılanın cinsinden olmamasıdır. Meselâ; (.......) yani “size hayır değil, sadece zarar ve sıkıntı getirdi” gibi. Bu cümlede ise, müstesna minh yani kendisinden dışta tutulan zikredilmemiştir. İşte bu gibi durumlarda, istisna yani dışta bırakma olayı “Şey” kelimesinden olur ki, bu manada bir istisna da muttasıl istisna olur. Çünkü burada geçen (.......) kelimesi de bunun bazısıdır. “Olan bitenler sebebiyle fitne çıkarmaya kalkışarak ve söz taşıyarak kesinlikle sizin aranızı bozmaya, (birliğinizi sarsmaya) koşuştururlardı.” Yani münâfıklar eğer sizinle beraber savaşa kâtilmış olsalardı, mutlaka aranızda bozgunculuğu yayma gayretine düşerler, lâf götürüp getirirlerdi. Bu şekilde aranızdaki birlik ve uyumu bozarlardı. Nitekim deve hızlı hareket edince bunun için, Araplar, “Vedaa'l-Baiyru vad'an” ifadesini kullanırlar ve, “Evda'tuhu ene” onu ben hızlarıdırdım, harekete geçirdim, denir. Asıl mana şu demektir; “münâfıklar aranızda bineklerine hız kazandınrlar/kötü niyetlerini hızlıca yayarlar” . Bunun anlamı, onlar çok hızlı bir şekilde aranızda lâf götürüp getirirler, söz taşırlar, demektir. Çünkü binek üzerinde hareket eden elbette yaya yürüyenden daha hızlı hareket eder. Bu kelimenin Mushaf'ta yani Kur'ân'da yazılışı, bir elif harfi ziyadesi yani ilavesiyle, (.......) şeklindedir. Çünkü fetha harekesi, Arap yazısından/hattından önce elif harfiyle yazılırdı. “Arap Hattı, yazısı ise Kur'ân'ın nüzulüne yakın bir dönemde icat olunmuştu. Dolayısıyla sözkonusu elif harfi burada da varlığını sürdürmüştür. Bu durumda hemze şeklini elif olarak ve fetha harekesini de bir başka elif şeklinde yazarak devam ettirdiler. Nitekim bunun benzeri bir başka yazılış da, (Neml,21) âyetindeki: (.......) kelimesidir. (.......) kavli, (.......) kavlinden hâldir. (.......) yani, “İçinize fitne sokarak bu şekilde aranızda bir anlaşmazlığın meydana çıkmasını, savaşa çıkma niyetinizi ve amacınızı bozmayı isterler, bu yola başvururular.” “(Hatta) içinizden onların uyduracakları yalanlara kulak asacak kimseler de vardı.” Yani aranızda sizi dinleyen, konuştuklarınızdan haberdar olan söz taşıyan adamları olacağı gibi, onlar bu sözleri alıp diğerlerine götürüp ileteceklerdir. “Allah zalimlerin açık ve gizli her şeylerini en iyi bilendir.” 48Ey Peygamber! Aslında bu münâfıklar (Tebük savaşırıdan önce de) sana karşı bir çok zorluklar ve ihtilaflar çıkarmışlar ve senin aleyhinde nice yollara başvurmuşlardı. Nihayet sana hak/ilahi destek geldi ve onlar istemedikleri hâlde, Allah emrini/din ve şerî'atını onlara rağmen yüceltip hakim kıldı. “Ey Peygamber! Aslında bu münâfıklar daha Tebük seferinden önce de sana karşı büyük zorluklar, ihtilaflar çıkarmışlar ve senin aleyhinde nice yollara başvurmuşlardı.” Kimi zaman insanların îman etmelerini engellemişler, kimi zaman Akabe gecesinde olduğu gibi ansızın baskın ile öldürme girişiminde bulunmuşlardı. Uhut savaşırıdaki bozgun yoluyla da yine böyle bir denemeye girişmişlerdi. Senin davanı geçersiz ve anlamsız kılmak için her türlü tuzağa, hile ve desiseye başvurmuşlar, inananların senin hakkındaki olumlu kanaatlerini değiştirme çabalarına girişmişler, her yol ve hileyi denemişlerdi. “Nihayet sana hak/ilahi destek geldi.” Yardımı ve takviyesi yetişti. “Ve onlar istemedikleri hâlde, Allah emrini/din ve şerî'atını onlara rağmen yüceltip hakim kıldı.” Dinini galip kıldı, şerî'atını yüceltti, hem de onlara rağmen bunu gerçekleştirdi. 49(Ey Peygamber!) O münâfıklardan kimileri de senden: “Savaşa kâtilmamam için bana izin ver de, başımı belaya sokma, diye istekte bulunurlar. İyi bilin ki, böyle bir girişimde bulunmakla, zaten günaha girmişlerdir. Şüphesiz cehennem bütün kâfirleri kuşatmıştır. “(Ey Peygamber!) O münâfıklardan kimileri de senden: savaşa kâtilmamam için bana izin ver de, başımı belaya sokma,” diye istekte bulunuyorlar.” Âyetteki, (.......) kavli, beni fitneye düşürme demektir ki, bununla şöyle denmek isteniyor: “Bana günah işletme, izin vermemekle beni günah işlemeye zorlama. Çünkü ben, eğer senden izinsiz olarak savaşa kâtilmayacak olursam, günah işlemiş olurum. İzin ver ki, böyle bir günaha bulaşmayayım.” Ya da bunun anlamı şudur: “Beni helâk olabileceğim bir şeye zorlama. Çünkü seninle birlikte eğer savaşa kâtilacak olursam, varlığım, her şeyim, ailem helâk olur, yok olup gider.” Bir rivâyete göre münâfıklardan biri olan Cedd İbn Kays gelip şöyle dedi: “Kesinlikle Ensar da bilir ki ben kâdirılara, uçkuruna düşkün biriyim. Beni sarışın Rum dilberleriyle yoldan çıkarma. Ancak ben sana mal vereyim, sen de beni kendime bırak.” “İyi bilin ki böyle bir girişimde bulunmakla, zaten fitneye düşmüşlerdir.” Yani asıl fitne zaten onların şu anda içine girdikleri durumdur ki bu da savaştan geri kalma ve cihada kâtilmama fitnesidir. “Şüphesiz cehennem bütün kâfirleri kuşatmıştır.” Yani şu anda. Çünkü cehennemin onları kuşatma sebeplerinin tümü kendilerinde var olmuştur. Ya da kıyamet gününde cehennem onları tamamen kuşatacaktır. 50(Ey Resûlüm Muhammed!) Eğer sana zafer ve ganimet türünden bir iyilik erişirse, bundan dolayı münâfıklar üzülürler. Eğer sana herhangi bir musibet, bir sıkıntı erişirse, bu defa: “İyi ki biz önceden tedbirlerimizi almışız, (çünkü kendimizi tehlikeye atmaktan kurtardık” ) diyerek senin ve mü’minlerin başına gelen felaketten ötürü sevine sevine dönüp giderler. (.......) (Ey Resûlüm Muhammed!) Eğer sana zafer ve ganimet türünden bir iyilik erişirse, bundan dolayı münâfıklar üzülürler.” Yani kimi gazvelerde zafer ve ganimet elde edecek olursan münâfıklar bu yüzden üzülürler. “Eğer sana herhangi bir musibet, bir sıkıntı erişirse,” Yani kimi savaşlarda, Meselâ Uhut savaşırıda görüldüğü gibi bir bozulma, bir şiddet ve bir sıkıntı ortaya çıkarsa, bu takdirde de, “İyi ki biz önceden tedbirimizi almışız, (çünkü kendimizi tehlikeye atmaktan kurtardık,) diyerek” Yani iyi ki biz oldukça dikkatli hareket etmişiz, uyanık davranmışız, şu anda almış olduğumuz tedbirle gerçekten ihtiyatlı olduğumuzu gösterdik demek suretiyle, “Senin ve mü’minlerin başına gelen felaketten ötürü sevine sevine dönüp giderler.” Yani münâfıklar toplumlarıyla ya da aileleriyle birlikte konuşmalarını sürdürdükleri yerden aynlıp giderlerken bu şekilde şımara şımara giderler. 51(Ey Peygamber! Onlara) de ki: “Bizim için Allah'ın takdir ettiğinden başkası asla başımıza gelmez. O Allah, bizim yardımcımız ve işlerimizi düzene koyan yegane sâhibimizdir. Öyleyse mü’minler sadece Allah'a güvenip dayansınlar.” “Ey Peygamber! Onlara de ki: Bizim için Allah'ın takdir ettiğinden başkası asla başımıza gelmez.” Yani Allah bizim adımıza hayır veya şer olarak neyi murad etmişse başımıza gelecek olan da odur, başkası değil. “O Allah, bizim yardımcımız ve işlerimizi düzene koyan sâhibimizdir.” Yani bizi yöneten, idare eden, bizim üzerimizde hükümran olan ve bizim de kendisinin hükümranlığını kabullendiğimiz yüceler yücesi efendimiz ve Mevla'mızdır. “Öyleyse mü’minler sadece Allah'a güvenip dayansınlar.” Burada mü'minlere düşen görev, başkalanna ve başkalannın sistemlerine değil, Allah'a ve O'nun dinine dayanıp güvenmeleridir. 52(Ey Resûlüm Muhammed! O münâfıklara) de ki: “Sizin bizim hakkımızda düşündüğünüz iki iyilikten biri olan ya zafer kazanmak veya Allah yolunda şehit düşmekten başka bir şey mi? Bizim de sizin için beklentimiz (iki kötülükten biridir,) Allah'ın kendi katından size; ya gökten bir azap/cezâ indirmesi veya bizim elimizle (size ölüm ve esareti tattırmasıdır.) O hâlde siz (bizim akıbetimizi) bekleye durun, biz de (sizin akıbetinizi) bekleyip duracağız.” “Ey Resûlüm Muhammed! O münâfıklara de ki: Sizin, bizim hakkımızda düşündüpnüz, iki iyilikten biri olan ya zafer kazanmak veya Allah yolunda şehit düşmekten başka bir şey mi?'“Bizim için, beklentide bulunduğunuz iki güzel şeyden biri vardır, bunlar da ya zafer kazanmamız veya Allah'ın dinini hakim kılmak uğruna şehit düşmemizdir. Her ikisi de sonuçta bizim için mutluluktur. “Bizim de sizin için beklentimiz (iki kötülükten biridir,) Allah'ın kendi katından size; ya gökten bir azap indirmesi veya bizim elimizle (size ölüm ve esareti tattırmasıdır.)” Gökten bir azap indirmesi, Meselâ ad ve Semûd toplumlarına gökten indirdiği bir azap ile onları cezâlarıdırdığı gibi cezâlarıdırmasıdır. Bizim elimizle olacak olan azap ya da cezâlarıdırma ise, mealde de belirttiğimiz gibi ya bunların bizim ellerimizle öldürülmeleri veya esir edilmeleridir. “O hâlde siz (bizim akıbetimizi) bekleyedurun, biz de (sizin akıbetinizi) bekleyip duracağız.” Yuka-nda işaret edip zikrettiğimiz hususları siz bizim için bekleyip görün, biz de sizin sonunuzun ne olacağını bekleyip göreceğiz. 53(Ey Resûlüm! O münâfıklara) de ki: “Allah yolunda ister gönüllü, ister gönülsüz olarak harcayın, bu, sizden asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz, Allah'a itaatten uzaklaşmış, inatçı bir toplumsunuz.” “Ey Resûlüm! O münâfıklara de ki: Allah yolunda ister gönüllü, ister gönülsüz olarak harcayın,” İyiliğin her çeşidini ve her yardımı Allah uğruna ismi altında, ister kendi isteğinizle, herhangi bir baskı olmaksızın yapın, ister şu veya bu manada bir baskı altında yapın, her ne ad ve unvan ile yaparsanız yapın, (.......) ve (.......) kelimeleri hâl olarak mensûbturlar. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini ötreli olarak, “Kürhen” okumuşlardır. Bu da haber manasında bir emirdir. Bunun manası da şöyledir: “İster kendi isteğinizle harcamada bulunup yardım edin, ister herhangi bir baskı yoluyla bunu yapın, bu, asla sizden kabul edilmeyecektir.” Bu, âdeta, (Tevbe,80) âyeti gibidir. Yüce Allah burada şöyle buyurmuştur: (.......) Yani. “Onlar için ister af dile, ister af dileme;.... Allah onları asla affetmeyecek.” Ya da şâirin şu kavli gibi: (.......) Burada şöyle denmek isteniyor: “İster bizi kötüle, ister bize iyi davran, her nasû davranırsan davran, biz seni ne kınar ve ne de sana buğzederiz..” Nitekim, (.......) kavlinde görüldüğü gibi bunun aksi de câizdir. Bunun kabul edilmemesi demek, şu demektir: “Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların vermek istediği yardımı ya da nafakayı onlara geri iade etti, onu onlardan kabul etmedi.” Yahut da bunun anlamı, “yaptıkları yardımları sebebiyle onlara bunun için bir sevap öngörmedi, bir sevap vermedi” demektir. Âyette geçen, (.......) kelimesinin manası, “Allah ve Resûlünden bunlara herhangi bir zorlama yapılmaksızın, mecbur bırakılmaksızın” demektir. (.......)ise mecbur bırakılarak, zorunda tutularak demektir. Burada ilzam yani mecbur bırakılma meselesinin, ikrah diye adlarıdırılmış olması, bu kimselerin münâfık kimseler olmaları yüzündendir. Çünkü münâfık olanların bir şeyi infak etme mecburiyetinde kalmış olmaları, bir bakıma onlar için infakta bulunmak gayet zor ve ağır geldiğinden ötürü buna ikrah denmiştir. Münâfıklar açısından, sanki bu yardım zor kullanılarak alınıyormuş gibidir. “Çünkü siz, Allah'a itaatten uzaklaşmış, inatçı bir toplumsunuz.” Burada, “Çünkü sız, muhakkak siz” kavliyle, onların yardımlarının neden kabul edilmediğinin gerekçesi açıklanmaktadır. Çünkü bu toplum fâsık, isyankar, dik kafalı, inatçı bir toplumdur. 54Münâfıkların bu yardımlarının kabul edilmeme nedeni şudur: Bunların gerçekten Allah'a ve Resûlüne inanmamaları (herhangi bir sevap beklentisi ve azap endişesi taşımaksızın sırf gösteriş için) ve üşene üşene namaza kâtilmaları, (cihad ve benzeri konularda) yardımda bulunurlarken de bunu istemeye istemeye yapmalarıdır. “Münâfıkların bu yardımlarının kabul edilmeme nedeni şudur:” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini (.......) harfiyle (.......) olarak okumuşlardır. (.......) ise, (.......) kelimesinin failidir. (.......) zamîri ile, (.......) kavli de onun iki mefulüdürler. Yani: “Onların yardımlarının kabul edilmesinin reddi, sadece onların inkarları yüzün dendir.” demektir. “Bunların gerçekten Allah ve Resûlüne inanmamaları, (herhangi bir sevap beklentisi ve azap endişesi taşımaksızın sırf gösteriş için ve) üşene üşene namaza kâtilmaları, (cihad ve benzeri konularda) yardımda bulunurlarken bunu istemeye istemeye yapmaları.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. “İstemeye istemeye, mecbur kalarak” kavline gelince, bu münâfıkların kildıkları namaz ve yaptıkları yardımlar ile hiçbir zaman Allah'ın nzasmı amaçlamadıkları gerçeğini belirtmek içindir. Ancak, bundan önceki âyette, (.......) yani isteyerek, gönüllü olarak kavli ile nitelenirlerken burada ise onların bu niteliklerine yer verilmemiş, bunun onlardan alınmış olmasının nedeni şudur; Bu kimselerin “İsteyerek veya gönüllü olarak yardım etmeleri” demek, bu münâfık kimselerin, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından bir baskıya maruz kalmaksızın veya onların liderlerinden bir baskı sözkonusu olmaksızın kendiliklerinden getirip harcamalarıdır. Fakat onları böyle bir duruma getiren sebep ise, bunu arzulamaları veya böyle bir şeyi tercih etmeleri değil, kendib lerini böyle bir yardımda bulunmak mecburiyetinde hissetmeleri, moral açıdan böyle bir durumda kalmalarıdır. 55(Ey Habibim! O münâfıkların) mallarının ve çocuklarının çokluğu seni imrendirmesin. Çünkü Allah dünya hayatında o mal ve çocuklar sebebiyle ancak onların azaplarını, (huzursuzluklarını ve cezâlarını artırmayı) ve canlarının da kafir olarak çıkmasını istiyor. “Ey Habibim! O münâfıkların) mallarının ve çocuklarının çokluğu seni imrendirmesin. Çünkü Allah dünya hayatında o mal ve çocuklar sebebiyle ancak onların azaplarını, (huzursuzluklarını ve cezâlarını artırmayı...) istiyor.” Bu âyette, “İmrenme” diye mana verdiğimiz “İ'cab” kelimesi, bir şeyden memnun kalmak ve ondan dolayı hoşnut olmak anlamında aşırı sevinç, mutluluk ve hoşnutluk demektir. O şeyin güzelliği sebebiyle sonsuz bir haz duymak demektir. Dolayısıyla mana şöyle olmaktadır: “Onlara verilmiş olan dünya ziyneti ve süsü seni onlara özenti içine sokmasın, onu güzel bulmayasın, ona imrenmeyesin. Çünkü yüce Allah onlara her ne vermiş ise, onları dünyada sırf bu yüzden birçok musibetlerle cezâlarıdırmak ve azap çektirmek için vermiştir. Yahut da o verdiklerini tüm hayır yollarına harcamak için verdiği hâlde, onlar bunu vermeyi istememektedirler, bundan memnunluk duymamaktadırlar, buna nza göstermemektedirler ve istemeye istemeye zoraki harcama ile azap olunuyorlar. Veya bunların mallarını yağmalanakla, çocuklarını esir düşürmekle azap edecektir. Ya da o malları biriktirmek, depolayıp kasalara doldurarak korumaya çalışmak, aşırı sevgi bağlayıp ondan harcamayıp cimrilik etmekle ve sırf bu yüzden o servetinin yok olma korkusunu taşımakla azaplarıdıracaktır.” Evet, işte bütün bunlar insan için birer azap ve işkencedir. “Ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını istiyor.” Yani ruhlarının da kafir olarak sıkıntı ve ızdırap çeke çeke çıkmasını, alınmasını diliyor. Çünkü, “Zühûk” kelimesi aslında “bir şeyin zorla çıkması” demektir. Bu âyet, “Allah aslâh/en iyi, en yararlı olanı yaratır” görüşünün geçersizliğine delildir. Çünkü bu âyet ile: “Böyle kimselere servetin verilmesi, çok çocuk sâhibi olmaları bu kimseler için bir azap ve cezâlarıdırma sebebi, kafir olarak hayatlarını sonlarıdırma nedeni olduğu bidirilmiş olmaktadır. Bununla beraber yüce Allah'ın ma'siyet olacak şeyleri de murad ettiğini haber veriyor. Çünkü yüce Allah'ın azap etmeyi murad etmesi demek, bu, aynı zamanda yüce Allah'ın, kendisiyle azap olunacak şeyleri de dilemesi anlamındadır. Nitekim küfür üzere, yani kâfir olarak ölmelerini murad etmesi de bu nevidendir.” 56(O münâfıklar yalan yere) Allah adına yemin ederek sizin gibi mü’min kimselerden olduklarını ileri sürerler. Halbuki onlar gerçekte mü'mih değiller, (sadece inanmış gibi gözükmektedirler. Halbuki kalplerinde îmandan eser yoktur.) Fakat onlar (tıpkı kâfirler gibi bir uygulamaya tabi tutulacaklarından) korkan bir toplumdurlar. (.......) (O münâfıklar yalan yere) Allah adına yemin ederek sizin gibi mü’min kimselerden olduklarını ileri sürerler. Halbuki onlar gerçekte mü'min değiller, (sadece inanmış gibi gözükmektedirler. Halbuki kalplerinde îmandan eser yoktur.) Fakat onlar (tıpkı kâfirler gibi bir uygulamaya tabi tutulacaklarından) korkan bir toplumdurlar. Yani bu münâfıklar da kendilerinin Müslüman kimselerden olduklarını savunurlar. Fakat onlar aslında, öldürülmekten, müşriklere ve kafirlere uygularıan cezâlardan korktukları için böyle bir davranış sergiliyorlar. Esasen inanmadıkları hâlde takiyye yaparak müslüman olduklarını söylüyorlar. 57Eğer (o münâfıklar) korunmak için sığınabilecekleri bir yer veya kapanacakları mağaralar ya da gizlenecekleri bir delik bulabilselerdi, (savaşa kâtilmamak için tıpkı yularından boşanmış yabani kısrak misali) derhal o tarafa dönüp hızlıca koşarak oraya doğru giderlerdi. “Eğer (o münâfıklar) korunmak için sığınabilecekleri bir yer,” Meselâ bir dağın tepesinde veya bir kalede yahut bir adada her bakımdan sağlam, korunan bir sığmak, “veya kapanacakları mağaralar” inler “ya da gizlenecekleri bir delik bulabilselerdi,” saklanacakları bir gedik bulabilselerdi; “(Savaşa kâtilmamak için tıpkı yularından boşanmış yabani kısrak misali), derhal o tarafa dönüp hızlıca koşarak oraya doğru giderlerdi.” Burada geçen, (.......) kelimesi, “Duhul” kelimesinden türemedir ve iftial babmdandır. (.......) kavli, ona doğru mutlaka yönelirlerdi, demektir. (.......) kavli ise, hiçbir şeyin kendilerini geri çeviremeyeceği şekilde son hızla koşup gitmek demektir. Bu “Cumuh/Cemuh” kelimesi, yulardan boşanmış yabani kısrak/at anlamındadır. 58(Ey Resûlüm Muhammed! O münâfıklardan) kimileri de sadakalann-(yardımların) bölüştürülmesi ve dağıtımı konusunda seni ayıplayıp sana dil uzatırlar. Eğer o yardım ve sadakalardan (istenildiğHcadar) kendilerine verilirse bundan memnun kalırlar. Eğer kendilerine verilmezse hemen kızarlar. “Ey Resûlüm Muhammed! O münâfıklardan kinlileri de sadakalann-yafdımların bölüştürülmesi ve dağıtımı konusunda sem ayıplayıp dil uzatırlar.” Sadakalann ya da yardımların bölüştürülmesinde seni kusurlu bularak ayıplarlar ve sana dil uzatırlar. “Eğer o yardım ve sadakalardan (istenildiği kadar) kendilerine verilirse, bundan memnun kalırlar. Eğer kendilerine verilmezse, hemen kızarlar.” Âyette yer alan, (.......) kelimesi, müfacee içindir, yani “ansızın, hemen” gibi manalara gelen bir kelimedir. Yani; “Eğer sadakalardan kendilerine bir şey verilmezse hemen aniden değişiverip kızarlar.” Burada münâfıkla tanıtıldığı gibi, bunların din adına değil de hep kendi adlarına ve çıkarlarına göre memnuniyet veya hoşnutsuzluk gösterdikleri anlatılmaktadır. Kendilerinin ve ailelerinin çıkarları sözkonusu olduğunda hoşnutluk veya hoşnutsuzluklarını gösteriyorlar. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke halkına ganimetleri veya sadakalan dağıttığı o gün, ganimetlerden daha fazla pay dağıtmak suretiyle onları kazanmak istiyordu, münâfıklar ise bundan sıkıntı duymaya ve rahatsız olmaya başlamışlardı. 59Eğer (bu münâfıklar) Allah ve Resûlünün kendilerine verdiği ganimet ve yardımlara rıza gösterselerdi ve: “Allah bize yeter, Allah yakın gelecekte bize fazlından ve kereminden daha fazlasını da verecektir, Resûlü de (bize önceki verdiklerinden daha fazlasını sağlayacaktır.) Biz sadece Allah'ın rızasına ve hoşnutluğuna talibiz” deselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. (.......) Eğer (bu münâfıklar) Allah ve Resûlünün kendilerine verdiği ganimet ve yardımlara rıza gösterselerdi ve: “Allah bize yeter, Allah yakın gelecekte bize fazlından ve kereminden daha fazlasını da verecektir, Resûlü de (bize önceki verdiklerinden daha fazlasını sağlayacaktır.) Biz sadece Allah'ın rızasına ve hoşnutluğuna talibiz” deselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Bu âyette geçen, (.......) kelimesinin cevabı mahzûf bulunmaktadır. Bu şu şekilde takdir olunmaktadır: (.......) Manası da şöyledir: “Eğer onlar, Resûlüllah tarafından yapılan dağıtımda kendilerine isabet eden ganimet payına rıza gösterselerdi, az da olsa verilen bu pay ile gönülleri hoş olsaydı ve: “Allah'ın fazlı ve istediği şey bize yeter” deselerdi... “Bize Allah'ın bizim için belirlediği pay yeter, O bizi bir başka ganimetle de rızıklarıdıracaktır. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de bize bugün verdiğinden çok daha fazlasını da başka bir zaman verecektir. Çünkü biz, “Allah'ın fazlından bizi zengin kılmasına talibiz” demiş olsalardı, bu, onlar için daha iyi olurdu. Bundan sonra yüce Allah sadakalann yani zekâtın kimlere verileceğini aşağıdaki âyette şöyle açıklamaktadır: 60Sadakalar Allah tarafından emredilen kesin bir farz ve bir hüküm olarak; (hiçbir varlıktan bulunmayan) fakirlere, (kıt- kanaat geçimlerini sürdürebilen yoksullara/miskinlere, zekât toplamakla görevli kılınan yetkililere, kalpleri İslam'a ısındırılmak istenen kimselere, (özgürlüklerim elde etmeye çalışan) esir ve kölelere, borç yükü altında kalıp da ödeyemeyecek durumda olanlara, Allah yolunda cihad edenlere ve (kendi ülkesinde zengin bile olsa) yolda kalmış kimselere âittir. Çünkü Allah yarattığı kullarının durumlarını en iyi bilen ve hikmeti gereği işlerini düzenleyendir. “Sadakalar/zekâtlar; (hiçbir varlıkları bulunmayan) fakirlere, (kıt-kanaat geçimlerini sürdürebilen) yoksullara/miskinlere,.... âittir.” Bu âyette, eğer dikkat edilirse, sadakalar ya da zekâtlar cins itibariyle birkaç sınıfla sınırlarıdırılmış bulunmaktadır. Zekât sadece bu sınıflara âittir. Bunlardan başkalanna verilemez. Sanki burada, “Sadakalar ancak onlar içindir, başkalan için değil” denir gibidir. Meselâ, “hilafet hakkı sadece Kureyş'e âittir” cümlesi gibi. Sen böyle bir ifade ile, “hilafetin Kureyş kabilesinden başkasına verilemeyeceğini” dile getirmiş olmaktasın ve bu hakkın yalnızca bunlara âit olduğunu söylemektesin. İşte âyetin ifade ettiği mana buna benzer bir ifadedir. Bunun yanında zekâtın bütün sınıflara verilebilme ihtimali olduğu gibi, sadece bunlardan bir kısmına verilme ihtimali de vardır. Nitekim bizim Hanefî mezhebimizin görüşü bu merkezdedir. Huzeyfe, İbn Abbâs ve ayrıca sahabeden ve tabiinden de bazılarından gelen rivâyete göre şöyle demişler: “Bu sınıflardan hangisine vermek istersen, bu, senin için yeterlidir.” Ancak İmâm-ı Şâfiî'ye göre mutlaka burada ismi geçen sınıfların tamamına verilmelidir. Bu da İkrime'nin rivâyetidir. Fakir: Az buçuk imkanı olup da dilenmeyen ihtiyaç sâhibi kimse demektir. Çünkü şöyle ya da böyle günlük ihtiyacını karşılayandır. Miskin: Dilenmek suretiyle geçimini kazanan kimsedir. Çünkü dilenmediği gün açtır. Zira hiçbir mal varlığı bulunmayandır. Fakire göre maddî durumu çok daha zayıf olan kimse demektir. Ancak İmâm-ı Şâfiî'ye göre bunlar tam tersidir. Yani miskin için yapılan tarif fakir için geçerlidir. Çünkü asıl hiçbir şeyi olmayan odur. Fakir için yapılan tarif ise miskin için geçerlidir. Çünkü bu kimse günlük ihtiyacını az-çok karşılayabilen kimsedir. İmâm-ı Şâfiî de bunu bu şekilde tefsirlamaktadır. “Zekât toplamakla görevli kılınan yetkililere,” Yani halktan zekât toplamaları için İslam Devleti tarafından görevlendinlen zekât memurlarına, “Kalpleri İslam'a ısındırılmak istenen kimselere,” Bunlar Arap Toplumu arasında bir takım hatırı sayılır kimselerdir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu gibileri İslam'a kazanmak için, onlara maddî imkanlarına rağmen zekât vermiştir. Nitekim onlardan kimileri Müslüman olmuşlardır. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların İslam'da sebat etmeleri, dönüş yapmamaları için onlara bu fondan yardım ederdi. Yine bu fondan Müslüman olmaları ihtimali bulunan kafirlere, sırf onları İslam'a ısındırmak ve kazanmak için yardım yapılabilir. Ya da Müslümanliği kabul etmişlerdir ama, pamuk ipliğiyle bağlı bulunmaktalar, işte onları da kazanmak için bu madde işletilerek yardım yapılabilir. “(Özgürlüklerini elde etmeye çalışan) esir ve kölelere,” Bir takım köleleri satın alıp özgürlüklerine kavuşturmada veya anlaşmalı köle olup da özgürlükleri için çalışan Mükatep kölelere de verilir. “Borç yükü altında kalıp da ödeyemeyecek olanlara,” Borç yükü altında beli bükülmüş, borç kendilerini dize getirmiş olanlara, “Allah yolunda cihad edenlere” savaşçı askerlerin fakir ve yoksul olanlarına, hac görevinden dönüş imkanını kaybeden hacılara “Ve (kendi ülkesinde zengin bile olsa) yolda kalmış kimselere âittir.” Elinde mali herhangi bir gücü olamayan yolcuya. İşte zekât bu sekiz sınıfa âittir. Dikkat edilirse ilk dört maddenin başında, (.......) cer edatı olduğu hâlde, son dört madde ise, (.......) cer edatıyla devam etmektedir. Yani (.......) harfinden (.......) harfine geçilmiştir. Bunun nedeni, bu son dört sınıfın ilk dört sınıfa göre daha çok öncelikli olduklarını ve zekâtta bunlara mutlaka öncelik tanınması gerektiğini bildirmek içindir. Çünkü, (.......) edatı bir şeyi içine almak, ona kap vazifesini görmek, manasınadır. Dolayısıyla bu edat ile, sadakalann ya da zekâtların öncelikle bu dört sımfa verilmesi bunlar içinden de son iki sınıfa verilmesi daha önceliklidir ve önemlidir. İşte bu noktaya dikkat çekilmesi için bu edat getirilmiştir. Bu kimselere sadaka verilmesi düşüncesi, hakim kılınmak istenmiştir. Ayrıca, (.......) kavlinde, (.......) edatının tekrarı ise, bu iki sınıfın, yani “Allah yolunda cihad edenlerle, yolda kalmış olanlar” bundan önce geçen iki sınıfa yani köle ve borçlulara göre öncelikli olmalarına dikkat çekmek içindir. Zekâtın bu iki sınıfa verilmesin de fazilet ve tercih bakımlarından öncelik vardır. Bu âyetin münâfıkların geniş bir şekilde ele alındığı ayetlerle bir araya gelmiş olması, şu gerçeğe dikkat çekmek maksadıyladır: Sadakalann ya da zekâtların verileceği yerlerin burada ismi geçen sınıflar olduğunu göstermek ve bu sınıflar dışında başkalanna verilemeyeceğini göstermek içindir. Böylece ismi geçen sınıflardan başkalannın kesin olarak bu harcama kalemine göz dikmemelerini net olarak göstermektir. Aynı zamanda münâfıkların böyle bir şeyden pay almalarının mümkün olmadığını ve bu harcama kaleminden kendilerine bir pay verilmeyeceğini de onlara kesin bir dille bildirmektir. O münâfıkların bunda hakları yoktur ve bu zekâttan onlara herhangi bir pay mümkün değildir. O hâlde bu münâfıklar neden zekât hakkında durmaksızın ileri geri konuşup bunu dillerine dolayıp duruyorlar ve neden bunun dağıtımını yapan kimseyi, Resûlüllahnü dillerine hedef seçiyor, onu kınayıp üzüyorlar? Müellefe-i Kulüp diye geçen ve kalpleri İslam'a ısındırılmak istenenler diye Türkçeleştirdiğimiz bu madde, Hazret-i Ebû Bekir'in -Allah kendisinden râzı olsun- halîfeliği döneminde sahabenin icmaîyle, kaldırılmıştır. Çünkü artık yüce Allah, İslam'ı hakim ve güçlü kılmıştır, o türden kimselere ihtiyacı kalmamıştır. Hüküm, özel bir durum sebebiyle makul bir gerekçeye dayanılarak sabit olması durumunda, yeniden uygularıabilir ve sözkonusu makul durumun ortadan kalkmasıyla da sona erer. “....Allah tarafından emredilen kesin bir farz ve bir hüküm olarak;....” Bu ifade müekked mastar manasındadır. Çünkü, “Sadaklar... fakirlere... âittir.” Kavlinin manası şöyledir: “Allah zekâtı onlara has kıldı.” “Çünkü Allah, yarattığı kullarının durumlarını -maslahatını- en iyi bilen ve hikmeti gereği işlerini -nasıl bölüştürme yapılacağını- düzene koyandır.” 61Yine (o münâfıklardan) kimileri Resûlüllahnü üzmek için: “O her söyleneni dinler bir kulak” diyorlar. De ki: “Evet, o sizin için hayırlı olanı dinleyen dikkatli bir kulaktır. Allah'a îman eder ve mü'minlere de güvenir. İçinizden îman edenler için de bir rahmettir.” (Söz ve davranışlarıyla) Resûlüllahne eza edip incitenler var ya, işte onlar için (cehennem ateşinde) acıklı ve elem veren bir azap vardır. (.......) kelimesi ile, her duyduğunu ve dinlediğini doğrulayan, tasdik eden, kim ne söylerse, söylediğini kabul edip ona inanan kimse kasdedilmektedir, çünkü kelime bu manada dır. Kendisine işitme organı olan kulak adının verilmesi, sanki o “tamamen bir dinleme, işitme organı veya aracı gibidir” , anlamı yüklenmektedir. Bununla Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Muhammed'i üzmek amacını gütmüşlerdir. Çünkü Hazret-i Peygamberi üzme ifadeleri, münâfıkların ona: “O herkesi dinleyen kulaktır” demeleridir. Onların böyle söylemekten asıl amaçları, bununla Resûlüllahnü kötülemek ve üzmek istemeleridir. Halbuki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçekten selim ve temiz kalpli, izzet ve şeref sâhibi, olan zatlardan bir zâttır. Yüce Allah buna, onun için bir övgü olan şu açıklama ile açıklık getirerek şöyle buyurmuştur: “De ki: Evet, o sizin için hayırlı olanı dinleyen dikkatli bir kulaktır.” Bu, âdeta şu ifade gibidir: “O hep dürüst bir adamdır, ondan sadece doğruluk sadır olur” gibi. Böyle söylemekle o kişinin mükemmel ve sâlih, çok değerli bir kimse olduğu belirtilmek istenir. âdeta şöyle denmektedir: “Evet, o bir kulaktır, ancak o ne güzel bir kulak.” Aynı zamanda bununla şu ifade de kasdedilmiş olabilir: “Evet, o hayırda, iyilikte ve hakkı dinlemede, hakkın uygulanmasında, dinlenmesi gerekli olan ve kabul edilmesi lazım geleni dinleyen bir kulaktır. Yoksa o, bunlar dışında olan bir kulak değildir.” Yüce Allah, daha sonra onun hayn dinleyen ve duyan bir kulak olduğunu âyetin devamındaki şu ifadelerle tefsîr edip tefsirluyor: “Allah'a îman eder” Yani elindeki delillere dayalı olarak o, Allah'ı doğrular “ve mü’minlere de güvenir;” İster Muhacirlerden olsun, ister Ensar'dan olsun, bunların samimi ve ihlas sâhibi olanlarını dinler ve onların söylediklerini de kabul eder. Burada, (.......) kavlindeki, (.......) fiili “b” cer edatıyla müteaddi hale getirilmiştir. Çünkü bununla Allah'ı tasdik etmek, onu doğrulamak manası kasdolunmuştur ki, bu, küfrün yani inkann zıddı karşıtıdır. Ancak, (.......) kavlinde ise, (.......) kelimesi, “lam” cer edatıyla müteaddi olmuştur. Çünkü burada istenen şey, mü'minlerin dinlenmesi, onlara kulak verilmesi ve güvenilmesidir. Onların Resûlüllahne söylediklerinin hakkının teslim edilmesidir. Hazret-i Peygamberin onları doğru kabul etmesi ise; mü’minlerin Resûlüllah yanında dürüst insanlar olarak kabul edilmeleridir. Meselâ şu ifadeyi bir incelemez misin? Bak burada ne buyuruluyor: “Sen bize inanmazsın.” (Yûsuf,17) Nasıl da “B” harfinden uzaktır? “İçinizden îman edenler için de bir rahmettir.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesi üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini, kelimesi üzerine atfederek, “rahmetin” olarak okumuştur. Yani, “O hayırlı bir kulaktır, dinleyicidir ve o aynı zamanda rahmet ve merhamet kulağıdır da, ondan bu ikisi dışında başka bir şey duyulmaz ve dinlenmez” ve o, “İçinizden îman edenlerden” onu kabul eder. Yani “ve O, içinizden îman edenler için bir rahmettir.” Ey münâfıklar! İçinizden inandıklarını açıklayanlar için de bir rahmettir. Çünkü o, sizin görünürde inanmış hâlinizi îman etmiş gibi kabul etmekte, sırlarınızı açığa vurmamaktadır. O, müşriklere uyguladığını size uygulamamaktadır. Ya da o, mü'minler için de rahmettir. Çünkü onları küfürden, inkârcılıktan kurtarıp îmana kavuşturmuştur. Dünyada îman etmiş olmaları sebebiyle de kıyamet gününde bu samimi mü'minlere şefâat edecektir. “(Söz ve davranışlarıyla) Resûlüllahne eza edip incitenler var ya, işte onlar için- hem bu dünyada ve hem de âhirette- (cehennem ateşinde) acıklı ve elem verici bir azap vardır.” 62Yine (o münâfıklar) yanınıza geldiklerinde, sırf sizi memnun etmek için, (daha önce Peygamber hakkında sarfettikleri sözleri, yalan yere) yemin ederek (inkâr ederler.) Halbuki eğer onlar gerçekten îman etmiş olsalardı, her şeyden önce Allah'ı ve Resûlünü memnun etmeleri gerekirdi. “Yine (o münâfıklar) yanınıza geldiklerinde, sırf sizi memnun etmek için, (daha önce Peygamber hakkında sarfettikleri sözleri yalan yere) yemin ederek (inkâr ederler.)” Hitap burada mü’min kimseleredir. Münâfıklar Hazret-i Peygamber hakkında hep iğneleyici ve dokundurucu laflar edip duruyorlardı ve onlar cihaddan geri kalmak için bir takım bahanelere başvuruyorlardı. Bütün bu yaptıklarından sonra gelip özür diliyorlardı ve mazeretlerini de ettikleri yalan yeminlerle pekiştirmek yoluna giderek, böylece mazeretlerinin kabulünü istiyorlardı. Bir de böylece mü'minleri de hoşnut etmek yolunu tutuyorlardı. İşte bu sebepten ötürü o münâfıklara şöyle denildi: “Halbuki eğer onlar gerçekten îman etmiş olsalardı, her şeyden önce Allah'ı ve Resûlünü memnun etmeleri gerekirdi.” Yani, ileri sürdükleri gibi eğer gerçekten mü’min kimseler idiyseler, o hâlde her şeyden önce itâat etmek ve emirlerine karşı uygun davranmak suretiyle Allah'ı ve onun elçisini memnun etmeleri, gerekirdi. Burada, (.......) kelimesindeki zamîr müfret/tekil olarak getirilmiştir. Bununla sadece Allah'ı memnun etmeleri gerekirdi, gibi bir manaya gidip Resûlünü bunun dışında tutmak sözkonusu değildir. Çünkü Allah'ın rızası ile Resûlünün nzası arasında herhangi bir fark, bir ayrıcalık bahis konusu değildir. Her ikisi de tek şey hükmünde değerlendirilmektedir ve öyle değerlendirilir. Yani birinin nzası ötekinin nzası demektir. Meselâ bu, şu ifadeye benzer: “İhsanu Zeydin ve İcmaluhu Neaşani” Yani “Zeydin yaptığı iyilik ve güzelliği, bana hayat verdi, beni yüceltti.” Ya da âyetin bu kısminin manası şöyledir: “Allah'ı memnun etmeleri gerekirdi, nitekim Resûlünü de aynı şekilde memnun etmeleri icab ederdi.” 63(Münâfıklar) hâlâ bilmiyorlar mı ki, Kim Allah'a ve Resûlüne karşı çıkıp düşmanlık ederse, elbette onun için, içinde ebedî olarak kalacağı cehennem ateşi vardır. En büyük rezalet ve en büyük zillet de budur. “(Münâfıklar) hala bilmiyorlar mı ki,” Münâfıklar, durumun, ve vaziyetin nasıl olduğunu hala kavrayıp anlamadılar mı? “Kim Allah'a ve Resûlüne karşı çıkıp düşmanlık ederse,” Kim ihtilaf çıkararak Allah ve Resûlüne karşı haddini aşarsa, (.......) kelimesi mufaale babından olup, “el-Hadd” kelimesinden alınmadır. Tıpkı, “el-Meşakkatu” kelimesi gibi. Bu kelime de, “el-Şakk” kelimesinden türemedir. “elbette onun için, içinde ebedî olarak kalacağı cehennem azâbı vardır. En büyük rezalet ve en büyük zillet de budur.” Âyetin bu kısmında yer alan, (.......) kavlinde haber mahzûftur. Yani bu, “Fe hakkun enne lehu” demektir. “Onun asıl hakkı/layık olduğu şey/cezâ.... dır.” 64Münâfıklar, kalplerinde (gizledikleri nifakı mü'minlere) bildiren bir sûrenin indirilmesinden, hep çekinip korkarlar. (Ey Peygamber bir tehdit olarak onlara) de ki: “Siz istediğiniz gibi alay edin bakalım! Sizin o endişe duyduğunuz şeyleri Allah muhakkak meydana çıkaracaktır.” “Münâfıklar, kalplerinde (gizledikleri nifakı mü’minlere) bildiren bir sûrenin indirilmesinden hep çekinip korkarlar.” Âyetin başında yer alan (.......) kelimesi haber manasında emirdir. Yani, (.......) olup manası: “Münâfıklar çekinip korksunlar” demektir. Bir de kırâat imâmlarından Mekke ve Basra okulu imâmları, (.......) kelimesini, (.......) olarak şeddesiz okumuşlardır, (.......) kavli, “kalplerinde gizledikleri küfür ve nifakı” manasınadır. zamîrler ise münâfıklara âittir. Çünkü sûre onların hâlini ortaya koymak için indiğine göre, onların aleyhlerinde nâzil olmuş demektir. Bunun delili, “( Ey Peygamber! Bir tehdit olarak onlara) de ki: Siz istediğiniz gibi alay edin bakalım!'“kavlidir. Veya ilk ikisi mü'minler hakkında, üçüncüsü ise, münâfıklar hakkındadır. Uygun olanı da budur. Çünkü mana ona doğru yönelmektedir. (.......) kavli, mealde de işaret ettiğimiz gibi bir tehdit emrini içermektedir. “Sizin o endişe duyduğunuz şeyleri Allah, muhakkak meydana çıkaracaktır.” Korktuğunuz ve endişe duyduğunuz şeyi Allah mutlaka ortaya çıkaracaktır. Yani, “Siz nifakınızın, ikili oynamanızın ortaya çıkmasından rahatsızlık duyuyorsunuz.” Bilindiği gibi münâfıklar, yüce Allah'ın vahiy yoluyla haklarında indireceği ayetlerle kendilerini rezil rüsvay edeceğinden, İslam ye Müslümanlar ile alay etmelerini açıklamasından hep korkup durmuşlardır. Hatta içlerinden kimisi de, “Ben, hakkımızda herhangi bir âyetin, bir sûrenin indirilip bizi rezil etmesindense, meydana çıkanlıp yüz sopa atılarak dövülmemi isterim” demiştir. 65(Ey Peygamber!) Eğer (o münâfıklara) sorarsan (özür baha nesiyle) şöyle derler: “Biz yalnızca yol boyunca teselli bulalım ve yorgunluk hissetmeyelim diye aramızda şakalaşıyorduk.” Onlara de ki: (“Başka bir konu bulmayıp da) Allah'ın dini, âyetleri ve onun peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?” “Ey Peygamber! Eğer (münâfıklara) sorarsan, (özür bahanesiyle) şöyle derler: “Biz yalnızca aramızda şakalaşıyorduk,” Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük seferi için hareket hâlinde iken önünde de münâfıklardan bir grup hareket hâlindeydiler. Bunlar aralarında şöyle konuşuyorlardı: “Şu zavallı adama bakın hele! Haline bakmıyor da, Şam'ın/Suriye'nin saraylarını ve kalelerini fethetmeye soyunmuş. Bu, hiç başanlacak bir şey mi ki? Şüphesiz bunun gerçekleşebilmesi oldukça uzak bir ihtimaldir.” İşte yüce Allah, peygamberini bu konuşmadan haberdar etti de bunun üzerine, ilerisinde hareket hâlinde bulunan bu kimselere: “Ey önümde yürümekte olan topluluk! Bana doğru gelin, bana” diye seslendi. Hepsi de ona geldiler.. Geldiklerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle konuştu: “Şöyle şöyle konuşanlar, sizler değil misiniz?” Onların Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sorusuna verdikleri karşılık şöyle idi: “Ey Allah'ın Peygamberi! Hayır, vallahi öyle değil. Biz senin ve ashâbın hakkında herhangi bir şey konuşuyor değildik. Bizim kendi aramızda, konuşmamız yolculuğumuzda yol yorgunluğunu hissetmememiz şakalaşmamızdı.” Yani, “Onlara soracak olursan” ve kendilerine: “neden bunları konuştunuz?” diyecek olursan, mutlaka şöyle derlerdi: “Biz sadece yol esnasında öylene lafa dalmıştık ve aramızda şakalaşıyorduk. “Bak. İbn Kesîr, Tefsîr: 2/455. (.......) (Ey Resûlüm Muhammed! “Onlara) de ki: (Başka bir konu bulmayıp da) Allah'ın dini, âyetleri ve onun peygamberi ile mi alay ediyorsunuz?” Sakın onların mazeretlerine, özür dilemelerine bakma, çünkü onlar bu konuda yalan söylemektedirler. Dolayısıyla buradaki ifade ile sanki bu münâfıklar, alay ettiklerini, böyle bir durumun kendilerinde var olduğunu itirafta bulunmuş gibi gündeme getiriliyor. Çünkü hataları, alay etme olarak kabul edildiğinden bu sebeple kınanmışlardır. Öyle ki, alay edilenler hemen kesinlik ifade eden bir harfin ya da edatın peşinden getirilmiştir ki, böyle bir şey ancak alay edildiğinin kesinleşmesinden sonra söz konusudur. 66(Ey Münâfıklar!) Artık özür için bahaneler uydurmayın, (sizin özrünüz bundan böyle kabul edilmeyecektir.) Çünkü siz îman ettiğinizi açıkladıktan sonra, (islam ile alay ederek) tekrar küfre girdiniz. Sizden bir kısmınızı, (tevbe etmeleri ve nifakı bırakmaları sebebiyle) bağışlasak bile, bir kısmınızı işledikleri suçlar ve küfürlerinde ısrarcı olmaları yüzünden azap edip cezâlarıdıracağız. (.......) (“Ey münâfıklar!) Artık özür için bahaneler uydurmayın, (özrünüz bundan böyle kabul edilmeyecektir.” ) Yalan yere uydurduğunuz özürlerle (bundan böyle) meşgul olmayınız. Çünkü sıranız ortaya çıktıktan sonra o özür dilemeleriniz ya da mazeretleriniz size herhangi bir yarar sağlamayacaktır. “Çünkü siz, îman ettiğinizi açıkladıktan sonra, (İslam ile alay ederek) tekrar küfre girdiniz.” Yeniden kafir olduğunuzu açıklamış oldunuz. “Sizden bir kısmınızı (tevbe etmeleri ve nifakı bırakmaları sebebiyle) bağışlasak bile,” Yani nifaklarından sonra tevbe ederek samimi manada ve ihlas ile îman etmeleri sebebiyle kendilerini bağışlasak da, “Bir kısmınızı işledikleri suçlar ve küfürlerinde ısrarcı olmaları yüzünden azap edip cezâlarıdıracağız.” Yani tevbe etmeyip, yaptıklarından pişmanlık duymayarak nifaklarında hala ısrarcı olanlarınızı ise cezâlarıdıracağız. Kırâat İmâmlarından Âsım dışında kalan imâmlar, (.......) ve (.......) olarak okumuşlardır. 67Münâfık erkekler ile münâfık kâdirılar birbirlerine benzerler. Münkeri/Kötülüp, (Allah'ın yasakladıklarını) emredip, marufu, (Allah'ın emrettiklerini de) yasaklarlar. (Allah yolunda cihad ve yardımlaşmada) cimrilik edip harcamada bulunmazlar. Onlar Allah'a itaati unutup terkettiler, Allah da onları terkedip (rahmetinden ve sevaptan mahrum kıldı.) Şüphesiz münâfıklar (Allah'a itaatin dışma çıkan ve tevbe etmeyen) yoldan çıkmışların ta kendileridir. “Münâfık erkekler ile münâfık kâdirılar birbirlerine benzerler.” Erkek münâfıkların sayıları 300 kişi idi, münâfık kâdirıların sayısı da 170 idi. Âyetin, (.......) kavliyle ifade edilmek istenen mana: “Her iki tarafta münâfıklıkta tek bir vücut gibidirler, taraflar birbirine benzerler” manasıdır. Burada bunların mü'min kimseler yani inanmış insanlar olmadıkları gerçeğine dikkat çekiliyor. Kaldı ki bu âyet, onların daha önce geçen, “(O münâfıklar yalan yere) Allah adına yemin ederek, mutlaka sizin gibi mü’min kimselerden olduklarını ileri sürerler.” Kavlini yalanlamakta ve (.......) Halbuki onlar gerçekten mü'min değiller, sadece inanmış gibi gözükmektedirler. Halbuki kalplerinde îmandan eser yoktur.” Kavlinin de doğruluğunu kanıtlamaktadır. (Tevbe, 56) Tefsirini okuduğumuz bu âyet, munafıkların durumlarını mü’min durumuyla şu şekilde çelişkili olduğunu belirtiyor. “Münkeri, (Allah'ın yasakladıklarını -küftü ve isyanı-) emredip, marufu, Allah'ın emrettiklerini -itaati ve îman etmeyi- de yasaklarlar. (Allah yolunda cihad ve yardımlaşmada) cimrilik edip harcamada bulunmazlar.” İyilik konulannda olsun, sadaka ve zekât vermede olsun, Allah yolunda harcama işinde olsun hepsinde cimrilik ederler, yardımda bulunmazlar. “Onlar Allah'a itaati unutup terkettiler,” Emirlerini bıraktılar, Allah'ı anmaktan gaflete düştüler. “Allah da onları terkedip (rahmetinden ve sevaptan mahrum kıldı.” ) Allah da onlara rahmetiyle muamelede bulunmayı ve fazlıyla yaklaşmayı terketti. “Şüphesiz münâfıklar (Allah'a itaatin dışına çıkan ve tevbe etmeyen) yoldan çıkmışların ta kendileridir.” Fâsıklıkta ve Allah'a itaatsizlikte onların üzerine kimse yoktur. Çünkü fâsıklık, küfürde inatlaşmak, isyanda aşmya gitmek ve baş kaldırmaktır, haynn hiçbirinde yer almamak, iyiliklerden tümüyle alakayı kesmektir. Bir Müslüman için, böyle aşağılayıcı bir isimden uzak kalınması, böyle bir vasıfla çağınlmaması, yeter. Kendine böyle kötü bir ad takılma ması, elbette bunun, kaçınmayı gerektiren bir vasıf olduğuna kafi gelir. Çünkü münâfıklar, mü’minleri aşırı bir şekilde yermeye koyulduklarında onlara bu isim uygun görülür ve verilir. 68Allah, münâfık erkeklerle münâfık kâdirılara, ve kafirlerin tamamına içinde ebedî olarak kalacakları cehennem ateşini vadetmiştir. İşte bu, (azap ve cezâ olarak) onlara yeter. Allah onları larıetlemiştir ve onlar için (ardı arkası kesilmeyecek olan) sürekli bir azap vardır. “Allah münâfık erkeklerle münâfık kâdirılara ve kafirlerin tamamına içinde ebedî olarak kalacaktan cehennem ateşini vadetmiştir.” Cehennem ateşinde ebedî olarak kalmaları takdir edilmiş olarak... “İşte bu (-ateş- azap ve cezâ olarak) onlara yeter.” Burada bunlara uygulanacak olan azâbın ne denli büyük olduğu gösterilmektedir. Çünkü bunun üzerine bir başka azap eklenmeyeceğine göre, bu, en büyük azap olmaktadır. “Ve onlar için (ardı arkası kesilmeyecek olan) sürekli bir azap vardır.” Dünyada da her an onlarla beraber olacak ve hiç aynlmayacak olan bir azap vardır. Dünyadaki sıkıntıları, çekmiş oldukları yorgunluklar ve içleriyle dışlarının aynı olmaması sebebiyle Müslümanlar karşısında içine düştükleri ruh haletidir, bu korkuyu her an yaşamalarıdır. Ebedî olarak kendilerini rezil ve rüsvay edecek olan o endişe içeren, içlerini kemiren nifak hastalıklarının açığa çıkması olayı... sırlarına muttali olunması, sırlarının öğrenilmesi hâlinde başlarına gelecek olan azap korkusu. 69(Ey münâfıklar!) Sizin durumunuz tıpkı sizden önce geçen kafir ve münâfık toplumların durumu gibidir. Onlar güç ve kuvvet bakımından sizden daha üstün idiler. Mal ve evlat bakımından da sizden daha fazlasına sahiptiler. Onlar dünyalıktan paylarına düşenden gerektiği kadar yararlandılar. Sizden öncekiler paylarına düşenden nasıl faydalandılarsa, siz de tıpkı onlar gibi dünyalıktan sizin için takdir olunan payınızdan yararlandınız. Bâtıla dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların yaptıktan işler dünyada ve âhirette boşa gitmiştir, (onlara sevap da yoktur.) İşte asıl hüsrana uğrayanlar ta kendileridir. “(Ey Münâfıklar!) Sizin durumunuz tıpkı sizden önce geçen kafir ve münâfık toplumların durumu gibidir. Onlar güç ve kuvvet bakımından sizden daha üstün idiler. Mal ve evlat bakımından da sizden daha fazlasma sahiptiler. Onlar dünyalıktan paylarına düşenden gerektiği kadar yararlandılar. Sizden öncekiler paylarına düşenden nasıl faydalandılarsa, siz de tıpkı onlar gibi dünyalıktan sizin için takdir olunan payınızdan yararlandınız.” Bu âyetin baş tarafında bulunan (.......) harfi, mahallen merfûdur. Yani; “Siz de tıpkı sizden önce geçen toplumlar gibisiniz” demektir. Veya bu, (.......) yani, “İşlediniz, yaptınız” kavliyle mensûb bulunmaktadır. Yani bu, şu manaya göre mensûb bulunmaktadır: “Siz de, sizden öncekilerin işledikleri ve yapıp ettikleri gibi işlediniz, yapıp eylediniz.” Bu da, “Onlar paylarına düşen dünya lezzetlerinden ne kadar yararlandılarsa, siz de bu dünya lezzetlerinden payınıza düşenden yararlandınız” demektir. Yani, “Dünyalık lezzetlerden yararlandılar” anlamındadır. Âyette geçen (.......) kelimesi, nasip, pay ve hisse manalarına gelir. Kelime “Halk” kelimesinden türemedir. Bu ise, takdir etmek demektir. Yani, “İnsan için takdir olunan şey, yaratıları şey” demek olur, hayır olarak takdir edilenden, anlamındadır.. “Bâtıla dalanlar -(gruplar, toplumlar gibi veya bâtıla dalanların dalışı) gibi siz de daldınız.” Âyette geçen, “el-Havd” kelimesi, bâtıla, oyun ve eğlenceye dalmak, oyalanmak demektir. Ancak burada, (.......) Onlar dünyalıktan paylarına düşenden gerektiği kadar yararlandılar” kavlinin başta zikredilmesi, bununla birlikte ayrıca bundan bağımsız olarak; “Sizden öncekiler paylarına düşenden nasıl faydalandılarsa,” kavlinin de getirilmesi, öncekilere verilen dünyalıklardan yararlanmaları, dünyevi amaçla kullanmaları sebebiyle yerildiklerini, sonlarının ne olacağını düşünmeksizin geçioi'dünya çıkarlarını öne aldıklarından, şehevi arzuları doğrultusunda eğlenip durduklarından ve âhiret hayatı için kurtuluşu dilemekten tamamen uzak kaldıklarını gözler önüne serip göstermek içindir. İşte bundan sonra buna muhatap olan kimselerin durumunu bundan önce dürumlarını açıkladığı kimselerin haline benzetmiş bulunuyor. “İşte onların yaptıkları işler hem bu dünyada ve hem de âhirette boşa gitmiştir.” Kavli, “Ona/İbrâhîm'e dünyada mükafatını verdik, şüphesiz o, âhirette de sâlihlerdendir.” (Ankebut, 27) kavlinin karşıtı olarak zikrolunmuştur. Çünkü burada kafir ve münâfıklardan söz edilirken, Ankebut sûresi âyetinde sâlihlerin durumu buna mukabil olarak belirtiliyor. “İşte asıl hüsrana uğrayanla kaybedenler de bunların ta kendileridir.” Şimdi bu gerçeği Rabbimiz bize bildirdikten sonra bu defa bize, bunlardan önce geçip gitmiş olan toplumlara âit bilgiler ve haberleri aşağıdaki âyette açıklamaktadır: 70(O münâfıklara) kendilerinden önce gelip geçmiş olan toplumlarla ilgili haber ve bilgiler gelip ulaşmadı mı? (Meselâ) Nûh toplumunun, ad ve Semûd toplumlarının, İbrâhîm toplumunun, Medyen halkının ve şehirleri yerle bir edilen toplumların başlarına gelenlere âit bilgiler ulaşmadı mı? Peygamberleri onlara apaçık mu'cizeler, (Allah'ın birliğini gösteren deliller) getirdiler (de, bunlar onları yalanladılar.) Allah onlara (suçsuz yere) zulmedecek değildir. Fakat onlar (suç işlemekle, Allah'ı inkâr edip peygamberleri yalanlamakla) kendi kendilerine zulmediyorlardı. “(O münâfıklara) kendilerinden önce gelip geçmiş olan toplumlarla ilgili haber ve bügiler gelip ulaşmadı mı? Nûh toplumunun, ad ve Semûd toplumlarının, İbrâhîm toplumunun, Medyen halkının ve şehirleri yerle bir edilen toplumların başlarına gelenlere âit bilgiler ulaşmadı mı?” Âyetteki, (.......) kavli, (.......) ism-i işaretinden bedeldir. Yine, (.......) kavli, yani Medyen ashâbı, Medyen halkı demektir. Bunlar, Hazret-i Şuayp (aleyhisselâm) ın kavmidirler. (.......) ise, Hazret-i Lût (aleyhisselâm) un kavminin bulunduğu şehirler demektir. Bunların İ'tikafları demek; iyi hallerinin kötüye değiştirilmesi, dönüştürülmesi demektir. “Peygamberleri onlara apaçık mu'cizeler, (Allah'ın birliğim gösteren deliller) getirdiler de, (bunlar onları yalanladılar.) Allah onlara (suçsuz yere) zulmedecek değildir.” Yani ortada hiçbir neden yok iken, onların helâk edilmeleri suretiyle zulme uğramaları uygun değildir. Çünkü Allah Hakîm'dir ve Hakîm olması itibariyle de hikmete bağlı hüküm verir. Onları herhangi bir suç işlemeden cezâlarıdırmaz. “Fakat onlar (suç işlemekle, Allah'ı inkâr edip peygamberleri yalanlamakla) kendi kendilerine zulm ediyorlardı.” Yani küfür denen inkârcılıkla ve peygamberleri yalanlamakla ki, biz mealde buna yer verdik. 71Mü’min erkekler ile mü’min kâdirılara gelince, bunlar da birbirlerinin velileri ve destekleyenleridirler. Marufu/iyiliği, (şerî'at tarafından istenen her şeyi) emrederler, münkeri/kötülüğü, (şerî'atın karşı çıktığı her şeyi de) yasaklarlar. Namazı tam ve eksiksiz olarak eda ederler, zekâtı verirler. Allah'a ve Resûlüne itâat ederler. İşte Allah'ın rahmetiyle ödüllendireceği kimseler bunlardır. Şüphesiz Allah Azîz'dir (âciz düşürülmeyecek olan yegane galiptir) ve Hakîm'dir (her şeyi yerli yerince işleyen hikmet sâhibidir.) “Mü’min erkeklerle mü'min kadınlara gelince, bunlar da birbirlerinin velileri ve destekleyenleridirler.” Birbirleriyle karşılıklı yardımlaşmak, birbirlerine destek çıkmak ve birbirlerine merhamet duyguları içerisinde muamelede bulunmak gibi hususlarda birbirlerinin velileridirler. Mü'minlerden başkalannm kendileri üzerinde egemen olmasına ne fırsat ve ne de yetki verirler. “Marufu/iyiliği, (şerî'at tarafından istenen her şeyi) emrederler,” Allah'a itaati ve îmanı emrederler. “Münkeri/kötülüğü, (şerî'atın karşı çıktığı herşeyi) yasaklarlar,” Allah'a şirk koşulmasını, isyan ederek karşı çıkılmasını da yasaklarlar. “Namazı tam ve eksiksiz olarak kılarlar, zekâtı verirler. Allah'a ve Resûlüne itâat ederler. İşte Allah'ın rahmetiyle ödüllendireceği kimseler bunlardır.” (.......) kelimesinin başında yer alan, “Sin” harfi, şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde Allah'ın rahmetinin var olduğunu ifade etmektedir. Aynı zamanda bu, vadi de ayrıca te'kit ve teyid etmektedir. Nitekim, “Yakın bir gelecekte ben senden öç alacağım” cümlesi nasıl ki, bir tehdidi te'kit ve teyid ediyorsa bu da aynen böyledir. Yani, Allah'ın rahmet ve merhametini pekiştiren bir ifadedir. “Şüphesiz Allah Azîz'dir, âciz düşürülmeyecek olan yegane galiptir” Allah her şeye galiptir, her şeye kâdirdir. Bu itibarla O sevap vermeye de, cezâlarıdırmaya da kâdirdir. “Ve Hakîm'dir (her şeyi yerli yerince işleyen hikmet sâhibidir.)” Her şeyi yerli yerince koyar, yerleştirir. 72Allah mü’min erkeklere ve mü’min kâdirılara altından ırmaklar akan cennetler vadetmiştir. Onlar o cennetler içinde ebedî olarak kalacaklardır. Adn cennetleri içinde onlar için hoş ve güzel meskenler var. Bütün bunlardan daha üstünü ve en büyüğü de Allah'ın rızasına ermeleridir. İşte bu, en büyük kurtuluş ve mutluluktur. “Allah mü’min erkeklere ve, mü’min kâdirılara altından ırmaklar akan cennetler vadetmiştir. Onlar o cen netler içinde ebedî olarak kalacaklardır. Adn cennetleri içinde onlar için hoş ve güzel meskenler var.” İçinde hoş vakitlerin geçirileceği güzel meskenler. Hasen-ı Basrî'den gelen rivâyete göre demiştir ki: “İnciden inşa edilmiş, kırmızı yakuttan ve zebercet taşırıdan bina edilmiş saraylar vardır.” Yine âyette yer alan, “Adn” özel isimdir. Çünkü şu ayekbunun delilidir. “Evet, onlar Rahmân olan Allah'ın kullarına gıyaben vadettiği, (dünyada iken görmeksizin inandıkları) Adn cennetlerine gireceklerdir.” (Meryem, 61) Senin de bildiğin gibi, Arapça'da, (.......) ve (.......) işaret isimleri cümlelerdeki ma'rife yani belirli olan kelimeleri nitelemek içindir. Adn ise, cennette bir şehrin adıdır. “Bütün bunlardan daha üstünü ve en büyüğü de Allah'ın rızasına ermeleridir.” Burada, (.......) kavliyle, Allah'ın nzasından da bir mükâfat vardır. (.......) İşte bu ise, yukarıda sayılanların tamamından daha üstün ve daha büyük olan bir şeydir. Çünkü Allah'ın rızasını kazanmak, Onun hoşnutluğunu elde etmek her kurtuluşun ve her saadetin sebebidir. “İşte bu,” bununla burada sözkonusu edilen şeylere veya yüce Allah'ın rızasına işaret olunmaktadır. “en büyük kurtuluş ve mutluluktur.” Evet sadece bu, insanların kurtuluş ve saadet sandığı tüm şeylerden daha üstün bir kurtuluştur. 73Ey Peygamber! Kafirlere ve münâfıklara karşı cihad et, ve onlara karşı (müsamahaya yer vermeden) sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir ve gidecekleri o yer ne kötü yerdir! “Ey Peygamber! Kâfirler ve münâfıklara karşı cihad et, ve onlara karşı (müsamahaya yer vermeden) sert davran.” Kafirlere karşı her türlü silah ile, münâfıklara karşı her türlü delil ve donanımla cihad anlamında savaşırı her türlüsünü dene, her yoldan onlarla savaş. Sakın onlara karşı sevgi besleme. Çünkü kimden ve her ne taraftan gelirse gelsin, konumları ne olursa olsun, eğer onlar akidenin önünde bir engel oluşturuyorlarsa, bir fesâda ve bozgunculuğa neden oluyorlarsa, buradaki hüküm hepsi için aynen geçerlidir. Onlara karşı hüccet ve kesin kanıtlar sunularak, belgeler ortaya konularak kendileriyle cihadın ve savaşırı her türlüsüyle ve her yoldan savaşılır. Mümkün olduğunca da bunlardan hiçbiriyle ılımlı hareket edilmez. Kendilerine karşı sert ve kaba tutum takınılır, gözlerinin yaşma bakılmaz. “Onların varacakları yer cehennem dir ve o yer -cehennem- ne kötü bir yerdir.” Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, Tebük'te iki ay kaldı. Doğal olarak bu sırada vahiy de inmeye devam ediyordu. İnen vahiyle münâfıklardan geride kalıp da savaşa kâtilmayanlar kınanıyordu. İnen bu Kur'ân âyetlerini münâfıklardan olup da savaşa kâtilmış olan kimseler de dırıliyorlardı, işitiyorlardı. Bu münâfıklardan birsi de Culas İbn Süveyd idi. Bu kişi duyup dinledikleri üzerine şöyle konuştu: “Eğer Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, geride kalıp da savaşa kâtilmamış olan kardeşlerimiz, büyüklerimiz ve efendilerimiz hakkında söyledikleri gerçek ise, öyleyse bizler eşeklerden daha kötü, aşağılık kimseleriz, demektir.” Bu konuşmaya tanık olan ve Ensar'dan biri olan Amir İbn Kays, Culas'a şöyle karşılık verir: “Evet, Allah'a yemim ederim ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) doğru söylemektedir ve sen de eşekten daha aşağı ve kötü bir adamsın.” Bu olay Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e iletildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu huzuruna getirtti. Ancak Culas, öyle bir konuşma yapmadığına dair Allah adına yemin etti. Bu durum karşısında yalancı konumuna düşen Amir elini kaldınp yüce Allah'a şöyle dua etti: “Allah'ım! Kulun ve aynı zamanda peygamberin olan Hazret-i Muhammed'e, doğru söyleyeni onaylayan, tasdik eden ve yalancı olanı da yalanlayan, bir açıklama indir.” Sa'lebi bunu Kelbi'den tahric etmiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf,2/291. İşte bunun üzerine şimdi tefsirini okuyacağımız bu âyet nâzil olmuştur: 74(Ey Peygamber! O münâfıklar,) sözkonusu bir ifadeleri kullanmadıklarına dair yemin ediyorlar. Halbuki onlar o küfür sözünü kesin olarak söylediler. Müslüman olduklarını açıkladıktan sonra yeniden küfre girdiler. Başaramadıkları şeye (peygamberi öldürmeye) kalkıştüar. (Münâfıkların mü’minlere karşı kin ve düşmanlık beslemelerinin ve) intikam peşinde olmalarının tek sebebi, Allah ve Resûlünün lütfundan onları zenginleştirmesidir. Eğer tevbe edip yeniden îman ederlerse bu, onlar için daha hayırlı olur. Eğer (tevbeden ve îman etmekten) yüz çevirirlerse, Allah kendilerini hem bu dünyada ve hem de âhirette elem verici bir azâba çarptıracaktır. Onlar için yeryüzünde ne koruyucular ve ne de (onlardan azâbı önleyebilecek) yardımcılar vardır. (.......) (“Ey Peygamber! O münâfıklar,) sözkonusu, ifadeleri kullanmadıklarına dair yemin ediyorlar. Halbuki onlar; o küfür sözünü kesin olarak söylediler.” Yani, “Eğer Muhammed'in söyledikleri şeyler hak ve gerçek ise, biz eşeklerden daha kötü ve aşağılık kimseleriz” sözünü söylemediklerine ilişkin olarak yemin ediyorlar veya onların alay etmediklerine dair ettikleri sözlere ilişkin yalan yere yemin ederler. İşte bu âyetin inmesi üzerine Culas gelip Resûlüllahne, “Ey Allah'ın elçisi! Vallahi, ben o sözü söylemiştim. Amir, sana söylediklerinde doğrudur.” Daha sonra Culas yaptıklarından dolayı tevbe etti. Gerçekten de bu tevbesinde samimi ve dürüst olarak devam etti. “Müslüman olduklarını açıkladıktan sonra yeniden küfre girdiler.” İslam Dinine girdiklerini ve İslam'ı din olarak kabul ettiklerini açıkladıktan sonra tekrar küfre girdiklerini, ortaya koydular. Buradan anlıyoruz ki, Îman ve İslam her ikisi de aynı manadadır. Çünkü âyet bunu göstermektedir. Çünkü âyetin ibâresi, “Başaramadıkları şeye (peygamberi öldürmeye) kalkıştılar.” Yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i öldürmeye veya Culas'a gereken cevabı vererek gelip durumu Hazret-i Peygambere bildiren Amir'i öldürme girişimleri. Bir başka rivâyete göre, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) istemese de, münâfıklar buna rağmen, liderleri konumunda olan Abdullah ibn Übeyy İbn Selül'ü başlarına geçirip ona taç giydirmeyi düşünüyorlardı. “Münâfıkların mü'minlere karşı kin ve düşmanlık beslemelerinin ve intikam peşinde olmalarının (ret edip kabul etmemelerinin ve ayıplamalarının) tek sebebi, Allah ve Resûlünün lütfundan onları zenginleştirmesidir.” İşin esası şöyledir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret buyurup geldikleri sırada, gerçekten bir geçim sıkıntısı ve darlık içerisinde bulunuyorlardı. Herhangi bir savaşa gitmemişler ve herhangi bir ganimet de elde etmiş değillerdi. Böylece Resûlüllah kendilerini ganimetlerle imkanlara sahip kılmış oldu. İsmi geçen Culas’ın da bir mevlası ya da azatlı kölesi, bir yakını öldürülmüştü. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun için oniki bin dirhem diyet ödenmesini emir buyurdu.Böylece onu varlığa boğdu. Bak. Zemahşeri, Tefsîr;2/292 “Eğer (nifaktan) tevbe edip (yeniden) îman ederlerse (sevap bakımından) bu, onlar için daha hayırlı olur.” Yani Culas’ın tevbe etmesine neden âyet bu âyet. “Eğer (tevbe eden ve îman etmekten) yüz çevirirlerse (münâfıklıkta ısrar ederlerse) Allah kendilerini hem bu dünyada ve hem de âhirette elem verici bir azâba çarptıracaktır.” Yani öldürülme ve ateşe atılma ile cezâlarıdıracaktır. “Onlar için yeryüzünde ne koruyucular ve ne de (onlardan azâbı önleyebilecek) yardımcılar vardır.” Onları azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları bulunmayacaktır. 75(O münâfıklardan) kimileri de yemin ederek Allah'a şu şekilde söz verdiler: “Eğer Allah lütuf ve kereminden bize verirse, biz de, mutlaka (üzerimize düşen) zekâtı verip (yardımımızı yapacağız) ve kesinlikle iyi kimselerden olacağız.” “(O münâfıklardan) kimileri de yemin ederek Allah'a şu şekilde söz verdiler:” Rivâyete göre Sa'lebe İbn Hatip Resûlüllahnden (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle bir istekte bulunmuş: “Ey Allah'ın Resûlü! Allah'a benim için dua et de, Allah bana mal ve servet/imkan versin.” Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: “Ey Sa'lebe! Az olup da şükr edilen bir mal fazla olup da şükrüne güç yetiremeyeceğin maldan daha hayırlıdır” buyurur. Ancak Sa'leb'e buna rağmen bu ısrannı sürdürdü ve Resulullah'a müracaat edip durdu ve: “Seni Hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, eğer Allah, bana bir mal verirse ben de bundan mutlaka her hak sâhibinin hakkını kesinlikle vereceğim” dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendisi için dua etti. Böylece bir miktar koyun edindi, bunlar tıpkı kurtçukların artıp çoğaldığı gibi üreyip çoğaldılar. Nihayet sürünün fazlasıyla üremesi üzerine Medine arazisi kendine dar gelmeye başladı, buradan aynlıp bir vadiye gitti. Artık Cuma ve cemaatlere gelmez oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinin nerede olduğunu, neden gelmez olduğunu sorunca, sahâbe, “Onun mal varlığı fazlasıyla arttığından artık bir vadiye sığamaz oldu” cevabını verdiler. İşte bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Vah vah Saleb'ye, yazıklar oldu ona!” diye buyurdu. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zekât toplamakla görevli iki memurunu, ondan zekât almaları için gönderdi. Halk onları karşılayıp üzerlerine düşen zekâtlarını kendilerine ödediler. Bu arada o iki görevli Sa'lebe'ye de uğrayıp ondan zekâtını vermesini istediler. Ancak o, “Sizin bu istediğiniz cizyeden başka bir şey değildir” karşılığını verdi ve: “Hele siz şimdilik geri dönün, ben bir düşüneyim, ona göre kararımı bildiririm” dedi. Her iki memur Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nün yanma döndüklerinde, adamlar henüz söze başlamadan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara şöyle söyledi: “Vah vah, yazık oldu Sa'lebe'ye” diye bu sözünü iki kez tekrarladı. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Bunun üzerine Sa'lebe hemen sadakalannı Resûlüllahne alıp getirdi. Ancak Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Şüphesiz Allah, benim senin sadakanı kabul etmemi yasakladı” diyerek reddetti. Sa'lebe başına toprak serpmeye başladı, pişmanlık duydu, fakat bu işe yaramadı. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat edince, Sa'lebe zekâtını getirip Hazret-i Ebû Bekir'e teslim etmek istedi, o da bunları kabul etmedi. Hazret-i Ömer'in hilafeti döneminde, zekâtını getirip ona verdi, fakat o da kabul etmedi, nihayet Sa'lebe Hazret-i Osman'ın hilafeti döneminde vefat etmiştir.” Bak. Beyhaki, Delailünnbüvve, 5/290. Bu hadisin isnadında birçok zayıf kimse vardır ki, bunların hiçbirisi hüccet ve delil kabul edilen kimseler değiller, bunlar, hadisleri hüccet sayılmayan kimselerdir.” “Eğer Allah Lütuf ve kereminden bize verirse, biz de mutlaka (üzerimize düşen) zekâtımızı verip (yardımımızı yapacağız)” Mutlaka sadakamızı/zekâtımızı vereceğiz. Buradaki, (.......) kavli, aslında (.......) idi. Fakat harflerin birbirine yakın olmaları itibariyle “T” harfi, “Sad” harfine idğam olunmuştur. “Ve kesinlikle (zekâtımızı vermek suretiyle) iyi kimselerden olacağız.” Önemli bir not ve uyarı!.. Gerçekten böyle bir sahabi var mı ve varsa, bu sahabi böyle bir suç işlemiş midir? Resûlüllah ve ondan sonra gelen üç halîfesi bu zâtı ve sadakasını/zekâtını reddetmişler midir? Biz burada işin detayına inmeden, bu konuda, “Sa'lebe Bin Hatıb; el-Sahabivyu'l- Müftera aleyh” ismiyle Addab Mahmud el-Hams tarafından yapılan bir çalışmadan çok kısa bir özet bilgiyle konuya açıklık getirmek isteriz. Bu eserin ilk baskısı Şevval, 1405/1985 ve ikinci Baskısı da, Dam Bedr Linneşri vettevzi tarafından Saf er, 1406/1985 yılında (Cidde) yapılmıştır. Eserde Sa'lebe dışında iftiraya uğrayan ve aleyhlerinde hadis uydurulan başka sahabilere de yer verilmektedir. Yazar bu eserinde mevzu hadisler, sahâbe, sahabenin adil oluşu gibi benzer konularda bilgi verdikten sonra, konuyu inceliyor ve iftiraya uğrayan diğer sahabiler hakkında da gerekli açıklamaları yapıyor ve Salebe hakkında hangi kaynaklarda ne tür bir rivâyete yer verilmiş ve burada o rivâyetler hakkında nasıl bir hüküm yer almış ise, bunlara da açıklık getiriyor. Özellikle giriş kısmında Hucurat 6; Ahzâb, 71 ve Nahl 105. ayetlerle bazı hadislere yer vermiş ve Müslümanlara uyarıda bulunmuştur. Özellikle Salebe İbn Hatıb'ın Bedir ehlinden olması sebebiyle, münâfıklardan olmadığı noktası üzerinde duımuş ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: “Şüphesiz o Bedir'de bulunmuştur. Bilir misin ki Allah, Bedir ehlinin hallerine vakıf olduğundan, onlar için, istediğinizi yapın, sizi bağışladım” diye buyurduğu hadisi örnek getirmiştir. (Müslim, Fedailussahabe:161/2494. Buhârî, kitab; el-Meğazi;4274) Ayrıca, denildiği gibi var sayılsa bile, adam pişmanlık duymuş ve bunu gözyaşlarıyla da kanıtlayıp hatasını düzeltmek üzere zekâtını vermek için başvurmuştur. Halbuki “İslam'da zahire göre karar vermek esas olduğu hâlde, Resûlüllah’ın bu şahsın pişmanliğina bakmayıp kesin hükümlere rağmen onun iç durumuna göre karar ve hüküm verdiği de düşünülemez” noktasına da dikkat çekerek bu rivâyetin sahih olmadığı, hem senet ve hem de metin açısından tenkide tabi tutulduğu, oldukça mesnetsiz bir rivâyet olduğuna yazarımız eserinde dikkat çekiyor. 76Fakat Allah lütuf ve kereminden münâfıklara (varlık ve imkan) verince, onda cimrilik ettiler (ve yeminlerini bozarak yardım ve harcamada bulunmadılar. Allah'a itaatten) yüz çevirdiler ve verdikleri sözlerinden döndüler. “Fakat Allah lütuf ve kereminden münâfıklara (varhk ve imkan) verince,” Allah kendilerine mal ve servet verince, istediklerini elde edince, “onda cimrilik ettiler (ve yeminlerini bozarak yardım ve harcamada bulunmadılar.)” Allah'ın hakkını menettiler ve vermiş oldukları sözlerini yerine getirmediler. “(Allah'a itaatten) yüz çevirdiler ve verdikleri sözlerinden döndüler.” Allah'a itaati terkettiler ve yüz çevirmeyi de ısrarla sürdürdüler. 77(Münâfıkların) Allah'a verdikleri sözlerinden dönmeleri ve (vefasızlık edip) yalan söylemeleri sebebiyle, Allah da onları, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerine nifak olarak (cimriliği sokmak suretiyle) cezâlarıdırdı. “(Münâfıkların) Allah'a verdikleri sözlerinden dönmeleri ve (vefasızlık edip) yalan söylemeleri sebebiyle, Allah da onları, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar kalplerine nifak olarak (cimriliği sokmak suretiyle) cezâlarıdırdı.” Çünkü zaten bu cimrilik buna neden olmaktadır. Bu itibarla onların kalplerine cimriliği tam anlamıyla yerleştirdi. Zira onlar bunda ısrarlı idiler. Burada görüldüğü gibi, vadinden ya da verilen sözden dönme, münâfıkliğin ya da nifakın üçte biri olarak değerlendirilmiştir. 78(O münâfıklar) hala anlamadılar mı ki Allah, kendi aralarında bir sır olarak konuştuklarını ve fısıldaşmalarını da bilir. Şüphesiz Allah bütün gaybları, gizli şeyleri en iyi bilendir. “(O münâfıklar) hala anlamadılar mı ki, kendi aralarında bir sır olarak konuştuklarını -verdikleri sözün aksine nifak konusunda gizledikleri hareket etme kararlılıklarını- ve fısıldaşmalarını -ve bir de kendi aralarındaki din aleyhtarliği ve sadakayı cizye olarak adlarıdırma ve bunu engelleme tedbirleri hakkındaki fısıldaşmalarını, alttan alta konuşmalarını- da bilir.” “Şüphesiz Allah bütün gaybları/gizli şeyleri en iyi bilendir.” O'nun için gizli hiçbir şey olamaz. O, her şeyi en iyi bilendir. 79Sadakalan dağıtma konusunda, mü'minlerden kendi gönüllerinden geldiği kadar yardımda bulunanlarla zar zor çalışıp didinerek kazandıklarından verenleri dillerine dolayıp kınayanlar var ya, işte Allah onları alay ve eğlenmeleri sebebiyle aşağılayıp maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için âhirette çok acıklı bir azap vardır. “Sadakalan dağıtma konusunda, mü'minlerden kendi gönüllerinden geldiği kadar yardımda bulunanlarla,... dillerine dolayıp kınayanlar var ya,” Burada, (.......) işaret ismi ya mahallen mensûbtur veya zem/ yerme olarak mahallen merfûdur. Ya da, (.......) kavlindeki zamîrden bedel olmak üzere mahallen mecrûrdur. (.......) kavlindeki cer edatı, (.......) kavline mütealliktir. Yani mü'minlerden fazlaca teberruda bulunan, yardım eden, farz olan zekât dışında Nâfile yardımlarda bulunanları kınayıp dururlar. Rivâyete göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sadaka konusunda ashâbtnı teşvik eder. Bunun üzerine Abdurrahmân İbn Avfdört bin dirhem yardımda bulunur ve: “Benim sekiz bin dirhemim bulunuyordu, ben bundan dört bin dirhemini Rabbime ödünç olarak veriyorum. Kalan dört bin dirhemini ise, çoluk-çocuğuma, aileme bıraktım” der. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de: “Verdiğin ve yaptığın yardımın ile ailen için alıkoyduğunu Allah senin için bereketlendirip mübarek kılsın” diye buyurur. Bezzâr rivâyet etmiştir. Nitekim Keşfu'l-Esrâr “2216” da da böyledir, Bak. Mecmau'z-Zevaid, 7/32. Yüce Allah da Resûlünün duasını kabul buyurup bunu, onun hakkında bereketli kılıp artırdı. Öyle ki, Abdurrahmân İbn Avf, eşi Asbağ kızı Tûrnadır veya Nadir ile anlaşma yaparken, ona kalan seksen bin dirhemin sekizde birinin dörtte biri üzerinde antlaşma yapmıştır. Bu demektir ki, Abdurrahmân İbn Avf gerçekten büyük varlık sâhibi bir kimse idi. Âsım İbn Adiy de yüz vesaklık hurma yardımında bulundu. “Zar-zor çalışıp didinerek kazandıklarından verenleri.... var ya,” Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Kırâat imâmların dan Nâfi ise, (.......) kavlini (.......) olarak okumuştur. Her iki kelime de mana itibariyle aynıdır. Bir tefsire göre, (.......) kelimesi, takat ve güç yetirmek manasındadır. (.......) kelimesi ise, zorluk, sıkıntı ve meşakkat anlamındadır. (.......) kavli, güçleri nisbetinde, zar-zor kazanarak demektir. Ebû Akil de bir sa (ölçek) hurma getirip bağışladı ve: “Ey Allah'ın . Resûlü! Bütün bir gecemi başkalanna iki sa'hurma karşılığında su taşıyarak geçirdim. Bunun bir ölçeğini çoluk-çocuğuma bıraktım. Birini de buraya getirdim” dedi. Ancak münâfıklar, yardımda bulunan mü'minleri kınamaya, dillerine dolamaya başladılar ve: “Abdurrahmân İbn Avf ile Âsım İbn Adiy'nin yaptıkları yardım sırf gösteriş amaçlıdır, riyakarlıktır. Bir ölçek hurma yardımında bulunan Akil'in yaptığı ise, Allah'ın onun yardımına ihtiyacı yoktur” diyerek kınadılar. “İşte Allah onları alay ve eğlenmeleri sebebiyle aşağılayıp maskaraya çevirmiştir.” Allah da onların eğlenmeleri sebebiyle onlarla alay edip, eğlenmiş ve onları maskara durumuna getirmiştir, bu şekilde kendilerini cezâlarıdırmıştır. Bu beddua değil, haber cümlesidir. “Ve onlar için âhirette çok acıklı bir azap vardır.” Çok elem verici, şiddetli... Münâfıkların lideri Abdullah ibn Übeyy'in oğlu Abdullah, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizden, hasta olan münâfık babası için Allah'tan mağfiret dilemesini istemesi üzerine, şimdi tefsirini okuyacağımız âyet nâzil olmuştur. Yüce Allah burada şöyle buyurmaktadır: 80(Ey Resûlüm Muhammed! O münâfıklar için) ister af dile, ister af dileme. Eğer sen onlar için yetmiş kez af dilesen bile, Allah asla kendilerini affetmeyecektir. Onların bağışlanmamalarının sebebi ise, bunların Allah'ı ve Resûlünü inkâr etmeleridir. Allah (küfürde ısrar edip itaatten çıkan) fâsık toplumu hayra ve doğruya muvaffak kılmaz. “(Ey Resûlüm Muhammed! O münâfıklar için) ister af dile, ister af dileme.” Daha önceden de geçtiği üzere bu emir, haber anlamında geçen bir ifadedir. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Sen onlara af isteğinde bulunsun da bulunmasan da Allah onları asla affetmeyecektir.” “Eğer sen onlar için yetmiş kez af dilesen bile, Allah asla kendilerini affetmeyecektir.” Burada geçen, “Yetmiş kez” ifadesi Arap Dilinde bir tür atasözü veya vecize olarak çokluk manasında kullanılan bir ifadedir. Yoksa bu, burada bir sınırlama ve son nokta anlamında bir söz değildir. Çünkü bu, “Sen bir ömür boyu, onların bağışlanması için istekte bulunsan bile, yine de Allah onları affetmeyecektir. Çünkü onlar kafirdirler ve Allah da kendisini inkâr edenleri, tanımayanları bağışlamaz” demektir. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Sen mağfiret talebinde, af isteme dileğinde ne İcadar aşırı gidersen git, ne kadar ısrarcı olursan ol, yine de Allah onları hiçbir zaman affetmeyecektir.” Nitekim “Yetmiş” sayısıyla sınırlı bir çok haber/hadis zikredilmiştir. Bunların hepsi de çokluktan kinayedir, çokluk manasındadır. Yoksa bir sınırlama getirmek, son bir nokta koymak demek değildir. Diğer sayılar arasında özellikle, “yetmiş” sayısının seçilmesine gelince, bilindiği gibi sayılar aza ve çoğa delalet bakımından ikiye ayrılırlar. Az olarak kabul edilen sayılar, üç sayısının altında olanlardır. Çok olarak kabul edilen sayılar ise, üç ve üç sayısının üzerinde olan sayılardır. Çokluğun en alt sının üçtür. Eh üst sının içinse herhangi bir tahdit, yani sınırlama yoktur. Bilindiği gibi adet itibariyle de sayılar çift ve tek sayılar olmak üzere ikiye aynlırlar. Çift sayıların ilki ikidir, tek sayıların ilki ise, üç sayısıdır. Çünkü bir sayısı adet, yani sayı değildir. Yedi sayısı ise, iki çoğul nevisinin ilkidir. Çünkü bu tür bir çoğul oluşta üç tek ve üç çift sayısı yer alır. On sayısı ise tam hesaptır. Yani on ile tamamlanmış olmasıdır. Çünkü onun üzerinde olan sayılar, on sayısına eklenerek söylenen sayılardır. Meselâ on iki, on üç gibi ki, bu, yirmi sayısına kadar böyledir. Yirmi sayısına gelince bu da ikinci kez on sayısının tekran demektir. Otuz sayısında, on sayısının üçüncü tekran demektir. Nitekim bunun yüze kadar devamı, böylece on sayısının katlarıarak tekranndan ibâret bulunmaktadır. Yetmiş sayısına gelince, bu, hem çokluğu ve hem nevi ya da türü içerir, ikisini de bünyesinde bulundurur. Nitekim çoklukların meydana gelmesi de bu sayıdan doğar. Hatta hesabın tam olarak değerlendirilmesi ve çokluğun kamil manada belirlenmesi de bu sayı iledir. Dolayısıyla yetmiş sayısı her bakımdan çok olan sayıların en az olanıdır, en basitidir. Bunun en fazlasının ise bir sının yoktur. İşte bu bakımdan, böyle bir mana için bu yetmiş sayısının özellikle kullanılmış olması düşünülebilir. Yine de en iyisini Allah bilir. “Onların bağışlanmamalarının sebebi ise,” Burada bu işaret ismiyle münâfıkların bağışlanmaktan umutlarını kesmelerine işaret olunmaktadır. “Allah'ı ve Resûlünü inkâr etmeleri.” Çünkü kâfirler için bağışlanma yoktur. “Allah (küfürde ısrar edip itaatten çıkan) fâsık toplumu asla hayra ve doğruya muvaffak kılmaz.” Îmanın dışına çıktıkları ve küfrü, sapıkliği, azgınliği tercih ettikleri müddetçe Allah onları bağışlamayacaktır. 81(Resûlüllahne karşı çıkmak için savaştan) geri kalan münâfıklar, evlerinde oturmakla sevinip sunardılar. Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi hoş karşılamadılar ve (adamlarına): “Yazm bu sıcak mevsiminde cihada çıkmayın” dediler. (Ey Peygamber! Onlara) de ki: “Cehennem ateşi, (sizin kaçmakta olduğunuz bu sıcaktan) daha sıcak ve daha şiddetlidir! Keşke bunu kavramış olsalardı! “Resûlüllahne karşı çıkmak için savaştan geri kalan (münâfıklar,) evlerinde oturmakla sevinip sunardılar.” Burada kendilerinden söz edilen kimseler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizden savaşa kâtilmamak için izin isteyen ve Resûlüllahın de kendilerine izin verdiği münâfıklardır. Resûlüllah Tebük seferine çıkarken onları böylece Medine'de, geride bırakmıştı. Yahut onlar, tembelliklerinin, nifaklarının ve şeytanın kendilerini cihada gitmekten alıkoyup geride bıraktığı kimselerdir. (.......) Savaşa kâtilmayarak oturup kalmakla... demektir. (.......) Mealde de belirtildiği gibi, “Resûlüllahne karşı çıkmakla, ona aykın davranmakla, onun emrine ve isteğine rağmen” gibi manalara gelir. Bu ifade, mefulün lehtir ya da hâldir. Yani: “Ona muhalefet için oturup kaldılar” veya “ona muhalefet olarak, karşı çıkarak” demektir. “Mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi hoş karşılamadılar.” Yani mü’minlerin Allah yolunda, dini uğrunda mallarını ve canlarını ortaya koyup feda ettikleri gibi yapmadılar. Nasıl hoş karşılayabilirler ki? Çünkü onlarda mü'minlerde var olan îman ve kesin teslimiyetten, buna yöneltecek itici sebeplerden eser yoktur. Bundan dolayı da karşı çıkmaktadırlar. “Ve (adamlarına): yazm bu sıcak mevsiminde cihada çıkmayın'dediler.” Onlar, bu sözleri birbirlerine söyleyip durdular veya, mü’minleri savaştan caydırmak için, bunu onlara söylemdiler. “(Ey Peygamber! Onlara) de ki: Cehennem ateşi, sizin kaçmakta olduğunuz bu sıcaktan daha sıcak ve daha şiddetlidir! Keşke bunu kavramış olsalardı!” Bu, onların câhil olduklarını, bilgisizliklerini ortaya koymaktadır. Çünkü bir anlık sıkıntıya katlanmaktan güya kendisini korumaya aldığı hâlde, böyle anlık bir korunma sebebiyle kendini ebedî meşakkat ve sıkıntıya atan kimseden daha câhil bir kimse olabilir mi? Şüphesiz böyle, bütün câhillerin en câhilidir. 82Artık kazandıkları günahın cezâsı olarak az gülsün, çok ağlasınlar. “Artık (o münâfıklar) az sevinip gülsünler.” Yani dünyada Allah'ın kendilerinden istediği şeyleri yerine getirmemek ve onlardan geri kalmakla sevinip mutlu olanlar az gülsünler. “Çok ağlasınlar.” Yani, âhirette de bir cezâ olarak çok ağlayacaklar. Ancak Âyetteki lafızlar, “gülsünler” ve “ağlasınlar” olarak emir kipiyle gelmişlerdir. Bunun sebebi, bunun kesin olduğunu ve başka bir durumun da asla sözkonusu olmadığını göstermek içindir. Rivâyet olunduğuna göre, münâfıklar cehennemde dünya hayatı süresince hep ağlayıp duracaklar, ne gözyaşları dinecek, ne de uyumak için gözlerini kırpabilecekler. “Kazandıkları günah ve ma'siyetler yüzünden....” nifakları ve karşı çıkışları sebebiyle. 83(Ey Resûlüm Muhammed!) Eğer Allah sem (Tebük seferinden, savaşa katdmayan ve tevbe de etmemiş olan) o münâfıkların yanma tekrar döndürür de, onlar da bir başka savaşa kâtilmak için senden izin isterlerse, onlara de ki: “Benimle birlikte asla (cihada) çıkmayacaksınız ve benim yanımda herhangi bir düşmana karşı asla savaşmayacaksınız! Çünkü ilk davetimde (siz Tebük seferine kâtilmayıp) yerinizde oturmaya rıza gösterdiniz. Bu yüzden (oturup savaşa kâtilamayan zayıflar, kâdirılar ve çocuklarla beraber) şimdi de kalıp oturun. (.......) (“Ey Resûlüm Muhammed!) Eğer Allah seni (Tebük seferinden, savaşa kâtilmayan ve tevbe de etmemiş olan) o münâfıkların yanma tekrar döndürür de,” Âyette yüce Allah, (.......) diye buyurmuştur. Bunun sebebi, münâfık olup da sonradan tevbe edenleri ve bir de ölüp gitmekle yok olmuş kimseleri buna dahil etmemek içindir. Nitekim meal de bu noktaya uyularak yazılmıştır. “Onlar da bir başka savaşa kâtilmak için senden izin isterlerse,” Yani Tebük Savaşı dışında bir başka savaşa kâtilmak için böyle bir izin istekleri olursa, “Onlara de ki: Benimle birlikte asla (cihada) çıkmayacaksınız” Kırâat imâmlarından Hamza, Ali Kisâî ve Ebubekir Şube, (.......) kelimesindeki “Y” harfini sükun ile, “Maiy” olarak okumuşlardır. “Ve hangi konumda olursa olsun benim yanımda benimle beraber herhangi bir düşmana karşı asla savaşmayacaksınız!” Âyetin bu kısmında geçen, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi Hafs da böyle okumuştur. “Çünkü ilk davetimde (siz Tebük Seferine katılmayıp) yerinizde oturmaya rıza gösterdiniz.” Yani ilk defa davet olunduğunuz Tebük Seferine kâtilmama yolunu seçtiniz. “Bu yüzden (oturup savaşa kâtilamayan zayıflar, kâdirılar ve çocuklarla beraber) şimdi de kahp oturun.” Yani herhangi meşru bir mazeretleri sebebiyle katılamayıp kalanlarla beraber siz de kalın. Münâfıkların lideri Abdullah ibn Übey İbn Selül'ün ölümü üzerine, bunun gerçek îman sâhibi olan oğlu Abdullah, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den, üzerindeki gömlek ile babasının cenazesini kefenlemesini ve cenaze namazını da kendisinin kıldırmasını istedi. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de gerçek bir mü'min olan oğul Abdullah'ın isteklerini kabul etti. Ancak Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) buna karşı çıktı. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Bunun ona herhangi bir yararı olmayacaktır. Ancak bundan dolayı onun kavminden bin kişi kadarının gerçek anlamda îman edeceklerini beklemekteyim.” Bak. İbn Cerir; Tefsîr: 10/206. İşte bunun üzerine şimdi tefsirini okuyacağımız âyet nâzil olmuştur. 84O (münâfıklardan) ölen hiçbir kimsenin cenaze namazım asla kılma ve ona dua etmek için kabri başında durma! Çünkü onlar Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve kafir olarak öldüler. “O (münâfıklardan) ölen hiçbir kimsenin cenaze namazım asla kılma!” Mealde de belirtildiği gibi burada sözkonusu edilenler münâfıklardır ve namazdan kasıt da cenaze namazıdır. Rivâyet olunduğuna göre, münâfıkların elebaşısı konumundaki Abdullah ibn Übey İbn Selül'ün, Resûlüllahın gömleğiyle teberrük talebinde bulunması, yani ondan yararlanmayı istemesi sebebiyle, Hazreç kabilesinden bu durumu gören bin kişi Müslüman olmuştur. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfaüdır. (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin zarfıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ölü defnedilinceye kadar kabri başında beklerdi ve onun için dua ederlerdi. Bunun için ona şöyle buyuruldu: “Ve (ona dua etmek için) kabri başında durma! Çünkü onlar Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve kafir olarak öldüler.” Burada neden dolayı bunların cenaze namazlarının kılınamayacağının gerekçesi gösterilmektedir. Yani münâfıklar, üzerlerine cenaze namazı kılınmaya ehil ve layık kimseler değiller. Çünkü onlar, Allah'ı ve Resûlünü tanımadılar, inkâr ettiler. 85(Münâfıkların) mallarının ve çocuklarının çokluğu seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlar sebebiyle dünyada azap çekmelerini, ve kâfirler olarak canlarının çıkmasını istiyor. (.......) (Münâfıkların) mallarının ve çocuklarının çokluğu seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlar sebebiyle dünyada azap çekmelerim, ve kâfirler olarak canlarının çıkmasını istiyor. Münâfıklarla ilgili olarak bu ayetlerin tekran, mübalağa/abartı ve teyit maksadıyladır. Bir de muhatabın hatırında kalsın, iz bıraksın ve unutmasın içindir. Bu konunun gerçekten önemli bir konu olduğunu bilmesi ve buna içtenlikle inanması gayesiyledir. Çünkü münâfıklar hakkın da gelen bu âyetlerden her biri farklı davranışlar, hareketler ve inanma yollarını izleyen farklı türden münâfıklarla alâkalıdır. Bu münâfık grupların biri ötekine benzemez. Buna dikkat çekmek ve bunların tuzaklarına düşülmemesi içindir. 86“Allah'a îman edin ve Resûlü ile beraber cihada gidin” diye bir sûre indirildiği vakit, onlardan varlıklı (ve imkan sâhibi) olan kimseler, cihada kâtilmamak için senden izin istediler ve: “Bizi bırak, bize dokunma, evde oturup kalan (zayıf ve güçsüzlerle) beraber oturup kalalım” dediler. “Allah'a îman edin ve Resûlü ile beraber cihada gidin'diye bir sûre indirildiği vakit,” Burada geçen “sûre” ifadesiyle ya bir sûrenin tamaminin veya bir kısminin, bazısı kasdolunması câizdir. Nitekim Kur'ân ve Kitap ifadeleri de söylendiğinde bunların tamamı veya bir kısmı için câiz olabilmektedir. Âyetteki, (.......) kavli (.......) demektir. Ya da buradaki, (.......) müfessiredir. “Onlardan varlıklı (ve imkan sâhibi) olan kimseler cihada kâtilmamak için senden izin istediler” Âyette geçen, (.......) kavli, fazilet sâhibi, varlıklı, zengin kimseler demektir. “Ve: bizi bırak/bize dokunma, evde oturup kalan (zayıf ve güçsüzlerle) beraber oturup kalalım'dediler.” Yani geride kalabilmeleri meşru bir mazerete dayanan hasta ve yatalaklar, yerinden kıpırdayamayacak derecede yaşlı olanlarla birlikte oturup kalalım, dediler. 87(Böylece o münâfıklar savaştan geri kalıp evlerinde oturan) kâdirılarla birlikte kalma yolunu seçtiler. Bunların kalpleri (küfürleri yüzün den) mühürlendi. Onlar, (cihadın faziletini de, cihada kâtilmamanın ayıp ve kusurlarını da) anlayıp kavrayamazlar. “(Böylece o münâfıklar savaştan geri kalıp evlerinde oturan) kâdirılarla birlikte kalma yolunu seçtiler.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, “el-Halîfe” kelimesinin çoğuludur ve kâdirılar manasındadır. “Bunların kalpleri, (küfürleri yüzünden) mühürlendi.” Yani küfrü, inkan ve nifakı tercih etmeleri sebebiyle kalplerine mühür vuruldu. “Onlar (cihadın faziletini de, cihada kâtilmamanın ayıp ve kusurlarını da) anlayıp kavrayamazlar.” Yani cihada kâtilmakla kazanılacak olan saadeti, mutluluğu, kurtuluş ve başanyı anlayamayacaktan gibi, cihaddan geri kalmakla da kaybedilecek şeyleri, helâk oluşu ve şakaveti, kötülüğü de kavrayacak değiller. 88Fakat Peygamber ve beraberinde ona îman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar ve muazzam ödüller (hem dünya ve hem âhirette) bunlarındır. Kurtuluşa erenler de işte bunlardır. “İşte bütün hayırlar ve muazzam ödüller (hem dünyada ve hem de âhirette) bunlarındır.” Âyetin bu kısmındaki lafzın mutlak olması sebebiyle hem dünya ve hem de âhiret menfaatlerini kapsamaktadır. Bir başka tefsire göre de, (Rahmân,70) ayete dayanılarak bu hayrın ya da iyiliğin Huriler olabileceği söylenmiştir. Çünkü yüce Allah orada ilgili âyette şöyle buyurmaktadır: “Fihinne hayratım hisanun” “Orada içinde huyu güzel, yüzü güzel hayırlar/kâdirılar vardır.” “Kurtuluşa erenler de işte bunlardır.” Her istediklerine kavuşacak olanlar da işte bu kimselerdir. 89Allah (bu Mücâhid mü’minler için) bahçelerinin ve saraylarının altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar oraya içinde ebedî olarak kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük kurtuluş budur. “Allah (bu Mücâhid mü’minler için) altmdan ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar oraya içinde ebedî olarak kalmak üzere gireceklerdir. İşte en büyük kurtuluş budur.” Âyette geçen, (.......) yani “hazırlamıştır” kavli, cennetin de mahlûk olduğuna, sonradan yaratılmışlığma bir delildir. 90Bedevilerden savaşa kâtilmamak için mazeret ileri sürenler kendilerine izin verilsin diye (Resûlüllahne) geldiler. Allah ve Resûlüne (îman etmedikleri hâlde inandıklarını ileri sürerek) yalan söyleyen (bedevi münâfıklar da mazeretsiz olarak savaşa kâtilmayıp) oturdular. Onlardan kafir olanlarına acıklı bir azap erişecektir. “Bedevilerden savaşa kâtilmamak için mazeret ileri sürenler, kendilerine izin verilsin diye (Resûlüllahne) geldiler.” Herhangi bir işin eksik ve kusurlu yapılması ve ağırdan alınması hususunda bu mazeret kelimesi ve türevleri kullanılır. Meselâ, “İşinde kusurlu oldu, işi ağırdan aldı” anlamında bu kelime kullanılır. İşin aslı ise; herhangi bir mazereti olmadığı hâlde, bir özrünün olduğunu, eksiğinin bulunduğunu vehmettirmesidir, böyle bir durumunun olduğunu var saydırmasıdır. Ya da, (.......) demek olup, bu da asılsız olarak, hiçbir şeyleri olmamasına rağmen mazeret uydurmak, bahane ileri sürmektir. Bu kelimede “T” harfi, “Zal” harfine idğam olunmuştur. Bundan ötürü de “T” harfinin harekesi ayın harfine nakledildi ve kelime, (.......) oldu. Rivâyete göre, bu şekilde bahane uyduranlar Esed ve Gatafan Oğullarıdır. Bunlar, Resûlüllahne gelerek: “Bizim bakmak zorunda olduğumuz, ailemiz, çoluk çocuğumuz bulunuyor ve biz gerçekten sıkıntı içerisindeyiz, Tebük seferine kâtilmamamız için bize izin ver” deyip mazeret uydurdular. “Allah ve Resûlüne (îman etmedikleri hâlde inandıklarını ileri sürerek) yalan söyleyen (bedevi münâfıklar da mazeretsiz olarak savaşa kâtilmayıp) oturdular.” Mealde de belirttiğimiz gibi bunlar bedevilerin münâfık olanlarıdırlar. Bunlar savaşa kâtilmamak için izin istemeye bile gelmemişlerdir. Halbuki inandıklarını söylemekteydiler. Bu davranışlarıyla bunların, Allah ve Resûlüne îman ettikleri iddialarında yalan söyledikleri gerçeği ortaya çıkmış oldu. “Onlardan (bedevilerden) kâfir olanlarına acıklı bir azap erişecektir.” Dünyada öldürülmek ve âhirette de cehennem ateşiyle acıklı bir azap kendilerine erişecektir. 91Allah ve Resûlü için nasihat ettikleri takdirde zayıflara, hastalara ve savaşa kâtilabilmek için harcama gücünden yoksun olmaları sebebiyle katılamayanlara herhangi bir sorumluluk yoktur. Çün kü iyiliklerini sürdürenleri, (savaştan geri kaldıkları için) sorumluluk altına sokacak herhangi bir sebep yoktur. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. “Allah ve Resûlü için nasihat ettikleri takdirde” -yani öğüt veren kimsenin öğütte bulunduğu yakınma davrandığı gibi ister gizlide olsun, ister açıkta olsun her halükarda imanlarında ihlas sâhibi olmaları, itâat etmeleri durumunda -zayıflara -yaşlı ve yatalak olanlara, kötürümlere-, hastalara ve savaşa kâtilabilmek için harcama gücünden yoksun olmaları sebebiyle katılamayanlara herhangi bir sorumluluk yoktur.” Harcama gücünden yoksun olanlar Müzeyne, Cuheyne ve Uzre Oğullarından olan fakir ve yoksul kimseler idiler. (.......) günah, vebal ve savaştan geri kalmaktan dolayı oluşan sıkıntı ve darlık. “Çünkü iyiliklerini sürdürenleri, (savaştan geri kaldıkları için) sorumluluk altına sokacak herhangi bir sebep yoktur.” Yani gerçekten mazeret sâhibi olup da hakkı öğütleyenler için bir günah ve sıkıntı yoktur, onların azarlanmalarını gerektiren bir durum da yoktur. “Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” Dolayısıyla mazeretleri sebebiyle savaşa kâtilamayıp geride kalanları bağışlar ve onlara acıyıp merhamet eder. 92(Ey Resûlüm Muhammed! Cihada kâtilmak üzere) geüp senden binek isteyenlere senin, “size binek sağlayabilecek bir gücüm yok” demen sebebiyle, harcayacak bir şeyleri olmadığından gözlerinden yaşlar akıta akıta üzüntülü bir şekilde dönen (yoksul kimselere de) bir sorumluluk yoktur. (.......) (“Ey Resûlüm Muhammed! cihada kâtilmak üzere) gelip senden binek isteyenlere senin,” onları taşımak üzere kendilerine binek vermeni senden isteyenlere, “size binek sağlayabilecek bir gücüm yok, demen sebebiyle” Âyette geçen, (.......) kavli, (.......) kavlindeki “Kef'harfinden hâldir. Bundan önce ise, bir (.......) kelimesi gizli olarak bulunmaktadır. Yani: “Sana geldiklerinde: “Size binek sağlayabilecek bir gücüm yok, dediğin zaman... dönen (döndüler)” demektir. Burada (.......) kavli, (.......) edatının cevâbıdır. “Harcayacakları bir şeyleri olmadığından gözlerinden yaşlar akıta akıta üzüntülü bir şekilde dönen (yoksul kimselere de) bir sorumluluk yoktur.” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) karşılığında “akıtır” , manasınadır. Meselâ, (.......) Yaş damlatıyor, ifadesi (.......) gözünün yaşı akıyor, gözünden yaş damlıyor, ifadesinden daha açık ve net bir ifadedir. Burada sanki gözün tamamı taşan gözyaşı pman gibi değerlendirilmiştir. (.......) edatı ise beyan yani açıklama içindir. Bu tıpkı, (.......) ifadesine benzer. Car ile mecrûr ise temyiz ola rak mahallen mensûbtur. Aynı zamanda buradaki, (.......) ibâresinin bir istinaf cümlesi olması da câizdir. Burada âdeta şöyle denilir gibidir: “Senden binit istemek üzere geldikleri zaman geri döndüler.” Bunun üzerine onlara: “Ne oluyor ki, onlar ağlayarak geri dönüyorlar?” diye sorulunca, bu defa onlar: “Sen, size binek sağlayabilecek bir gücüm yok, dedin” diye cevap verdiler. Ancak burada, bu cümle, tıpkı itiraz yani parantez cümlesi gibi şart ile cezânın arasına girmiş bulunmaktadır. (.......) ise, mefulün lehtir. (.......) Kavli de, (.......) takdirinde olup, “İnfak edecekleri, harcayacakları bir şey bulamamaları sebebiyle” demektir. Mefulün leh olması itibariyle de bu, mahallen mensûbtur. Bunu nasb eden kelime ise, (.......) kelimesidir. Resûlüllahnden savaşa kâtilmak için binek isteyenler ise, Ebû Mûsa el-Eş'ari ve arkadaşlarıdır. Ağlayanlar ise, bunlar da Ensar'dan altı kişidirler. 93Asıl kınanması gerekenler, ancak zengin olmalarına rağmen (sırf savaşa) kâtilmamak için senden izin isteyip geride kalanlardır. Çünkü bunlar savaştan geri kalan kadınlarla beraber kalma yolunu seçtiler. Allah da onların kalplerini mühürledi (de hakkı görmez oldular.) Artık onlar hiçbirşey anlamazlar. “Asıl kınanması gerekenler, ancak zengin ve varlıklı olmalarına rağmen, (sırf savaşa) katılmamak için senden izin isteyip geride kalanlardır.” Bundan sonra gelen, (.......) cümlesi istinaf cümlesidir yani yeni bir cümledir. Sanki burada, “Onlar zengin oldukları hâlde, neden savaşa kâtilmamak ve geride kalmak için izin istediler?” diye bir soru soruluyor da buna, (.......) diye cevap verilir gibidir. “Çünkü bunlar, savaştan geri kalan kadınlarla beraber kalma yolunu seçtiler.” Yani bunlar da kâdirılar sınıfından olmaya, rıza gösterdiler. “Allah onların kalplerini mühürledi (de hakkı görmez oldular.) Artık onlar hiçbir şey anlamazlar.” 94(Savaşa kâtilmayıp da geride kalan bu münâfıklar) yanlarına döndüğünüz de size mazeretler uyduracaklar. (Ey Resûlüm Muhammed! Onlara) de ki: “Hiçbir şekilde özür dilemeye kalkışmayın. Size asla inanmıyoruz. Zira Allah (vahiy yoluyla) sizin gerçek durumunuzu bize bildirmiştir. Bundan böyle işleyeceğiniz her şeyi Allah da, Resûlü de görüp değerlendirecektir; daha sonra da, ister gizli olsun, ister açık olsun, her şeyi en iyi büen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da bütün yapıp ettiklerinizi size bir bir haber verecektir. . “(Savaşa kâtilmayıp da geride kalan bu münâfıklar) yanlarına döndüğünüz de size mazeretler uyduracaklar.” Yani siz bulunduğunuz şu Tebük seferinden döndüğünüz de kendileri adına bir takım bâtıl, yalan-yanlış, uyduruk mazeretler icat edecekler. (.......) (“Ey Resûlüm Muhammed! Onlara) de ki: Hiçbir şekilde (bâtıl ve asılsız şeyler uydurarak) özür dilemeye kalkışmayın. Çünkü size asla inanmıyoruz.” Biz sizi doğrulayacak, tasdik edecek değiliz. Bu ifade, onların özürlerini kabul etmemenin bir gerekçesidir. Çünkü mazeret sergileyen kimsenin asıl amacı, mazeret dilediği konuda isteğinin kabul edilmesidir. Bu istek ise, reddedilmektedir. “Zira Allah (vahiy yoluyla) sizin gerçek durumunuzu bize bildirmiştir.” Bu da münâfıkların ileri sürdükleri mazeretlerinin doğrulanmamasınm bir gerekçesidir. Çünkü yüce Allah, Resûlü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, onlara âit durumu, içlerinde gizleye geldikleri şeyleri vahiy yoluyla bildirince, artık bundan böyle bunların ileri sürecekleri mazeretleri bu gerçek karşısında kabul edilmez, edilmesi de doğru olmaz. “Bundan böyle işleyeceğiniz her şeyi Allah da, Resûlü de görüp değerlendirecektir;” Küfrünüzden dönecek misiniz yoksa onda ayak mı direyeceksiniz? “O da bütün yapıp ettiklerinizi size bir bir haber verecektir.” Evet, işlediğiniz bu şeylere göre sizi cezâlarıdıracaktır. 95(Savaştan dönüp) yanlarına geldiğiniz vakit, (münâfıklar) mazeretlerini kabul etmeniz için Allah adına yemin edecekler. Artık onlardan yüz çevirin, (onları muhatap kabul etmeyin.) Çünkü onlar pis ve murdardırlar. Onların varacağı yer cehennem ateşidir. Bu cezâ, onların işledikleri günahlar sebebiyledir. (.......) (“Savaştan dönüp) yanlarına geldiğiniz vakit (münâfıklar,) mazeretlerini kabul etmeniz için Allah adına yemin edecekler.” Onlara ilişmemeniz, onları olduğu gibi bırakmanız ve kınamamanız için gelip size yemin edeceklerdir. “Artık onlardan yüz çevirin, (onları muhatap kabul etmeyin.)” Onlara istediklerini verin, başırıızdan savın ve onları önemsemeyin. “Çünkü onlar pis ve murdardırlar,” Bu, kendilerine yaklaşılmaması ve azarlarııp ayıplanmaması gerektiğini belirten bir, gerekçe ve sebeptir. Yani onları azarlamak, onlara karşı tavır almak, hiçbir yarar sağlamayacaktır. Çünkü bunlar, yüzsüz kimselerdir, kmanmaları onlara bir yarar sağlamayacak, düzeltilmeleri de mümkün olmadığından düzeltmek için çabanın da bir yaran olmayacaktır, sen onları ıslah edemezsin. Zira onlar pisliktirler, murdardırlar, bulaşırlar, Bu itibarla, onları temizlemeye gerek yoktur, bu, mümkün de değildir. “Onların varacakları yer cehennem ateşidir.” Gidecekleri yer ateştir. Yani azarlanmaları ve yerilmeleri bakımından onlara cehennem ateşi yeter. Dolayısıyla onları azarlamaya kalkışmayın, buna kendinizi zorlamayın. “Bu cezâ, onların işledikleri günahlar sebebiyledir.” Yani onlar yapıp ettiklerinin karşılığını bulacaklardır, kazandıklarıyla cezâlarıdırılacaklardır. 96(Ey Mü’minler!) Siz kendilerinden râzı olasınız diye gelip size yemin edecekler. Fakat siz onlardan memnun kalıp özürlerini kabul etseniz bile, (iyi bilin ki) Allah, hak yoldan sapan bir toplumdan asla hoşnut kalmayacaktır. “(Ey mü’minler!) Siz kendilerinden râzı olasınız.” Yani onların gelip size Allah adına yemin etme nedenleri, sırf sizi memnun etmek ve bir de bunun dünyalıkları bakımından onlara faydası olmasından dolayıdır, başka değil. “Fakat siz onlardan memnun kalıp özürlerini kabul etseniz bile, (iyi bilin ki) Allah, hak yoldan sapan bir toplumdan asla hoşnut kalmayacaktır.” Yani, eğer Allah onlardan memnun kalmadıysa, onlara gazapta bulunmuş ise, sadece sizin onlardan hoşnut kalmanız onlara bir fayda getirmeyecektir. Onlar dünya ve âhiret azâbına aday ve hedef oldukları, sürece sizin memnuniyetinizin hiçbir manası olmayacaktır. Bu ifadenin burada yer alma nedeni de şudur: “Mü'minlerin onlardan hoşnut kalmaları, memnuniyetleri aynı zamanda Allah'ın da onlardan memnun ve hoşnut kalmasını sağlar” türünden vehimleri, akla gelebilecek ihtimalleri önlemek içindir. 97Bedeviler (katı yürekli, kaba-saba kimseler obuaları itibariyle) inkârcılıkta ve nifak çıkarmada (başkalanna göre) daha azılı toplumlardır. Ve aynı zamanda bunlar, Allah'ın Resûlüne indirdiği kanunları reddetmeye daha hevesli ve daha yatkın olan kimselerdir. Allah çok iyi bilendir ve hikmet sâhibidir. “Bedeviler (katı yürekli, kaba-saba kimseler olmaları itibariyle) inkârcılıkta ve nifak çıkarmada (başkalanna göre) ve daha azılı toplumlardır.” Âyetin başında yer alan, (.......) kavli, yani Bedeviler ifadesi, çöl hayatı yaşayan Araplar demektir. Bunlar şehir hayatı yaşayan yerleşik bir toplumdan, uygarlıktan uzakta bulundukları için hep kaba-saba, katı yürekli, ilimden ve ilim adamlarından uzak kalmış kimseler olduklarından kafirlikte ve münâfıklıkta başı çekme konusunda en önde yer alan kimselerdir. “Ve aynı zamanda bunlar, Allah'ın Resûlüne indirdiği kanunları reddetmeye ve daha yatkın olan kimselerdir.” Özellikleri itibariyle tanimâmaya daha yatkındırlar. Bu açıdan onlar, dinin smırlarını, Allah'ın indirdiği şerî'atı yani kanun ve yasaları, hükümleri tanımazlar, kabul etmezler. Çünkü durumları buna en uygun olan kesim bunlardır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şu ifadeleri de bu gerçeği vurgulamaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Şüphesiz kabalık, müsamahasızlık ve katı yüreklilik, toprağa bağlı ve hayvanları arasında kaba saba haykırışıyla yaşayan yaygaracı, kendini beğenen toplumların özelliğidir.” Buhârî, Bed'ul-Halk;14/3302 ve Müslim, Îman, bab; 21. H.51/81 Yani bu toplumlar toprağa bağımlıdırlar, yancıdırlar. Çünkü bulundukları toprakta ya da kırsal alarıda, ekinleri, tarlaları ve hayvanları arasında kabaca bağınp dururlar. Bu itibarla, “el-Fediyd” kelimesi çok bağıran demektir. “Allah çok iyi bilendir ve (onlara mühlet ve süre vermede) de hikmet sâhibidir.” 98Bedevilerden (kimi münâfık kimseler de) vardır ki, (fayda ve sevabına inanmadıklarından Allah yolundaki) harcamaları bir angarya, kabul eder ve başırııza türlü belalar gelmesini bekler dururlar. Bekleye durdukları o bela ve felaketler kendi başlarına dönsün. Allah (onların söyledikleri her şeyi) en iyi işiten ve (kötü amaçlarını da) en iyi bilendir. “Bedevilerden (kimi münâfık kimseler de) vardır ki, (fayda ve sevabına inanmadıklarından Allah yolundaki harcamaları) bir angarya, kabul ederler” Çünkü bunlar, sırf Müslümanlara karşı takiyye yaparak ve gösteriş için verirler. Verdiklerini Allah rızası için vermezler, onun katından bir sevap beklemezler. “Ve başırııza türlü belalar gelmesini bekler dururlar.” Yani devrin değişmesini, günlerin geçmesiyle olayların kendileri lehine düzelmesini, sizin onlara olan üstünlüğünüzün ve egemenliğinizin yok olmasını, böylece sadaka vermekten, infakta bulunmaktan kurtulmalarını isterler. “Bekleye durdukları o bela ve felaketler kendi başlarına dönsün.” Yani bunların, içine Müslümanların düşmesini bekledikleri felaketler, musibetler ve savaşlar onların başına gelsin, bunun altında yok olup gitsinler. Mekke Kırâat Okulu İmâmları ve Ebû Amr, (.......) kelimesini, “es-Suu” olarak okumuşlardır. Bu da azap manasındadır. Sin harfinin fethasıyla (.......) kelimesi, zamanın kötülüklere gebe olmasını, kötü olayların olabileceğini anlatan bir yerme ifadesidir. Meselâ, (.......) doğruluk sembolü, dürüstlük âbidesi bir adam, ifadesine karşıt olarak (.......) tamamen kötü bir adam hiçbir iyi yanı olmayan kişi, cümlesi gibi. “Allah (onların söyledikleri her şeyi) en iyi işiten ve (kötü amaçlarını da) en iyi bilendir.” Yani sadaka vermeleri, infakta bulunmaları kendilerinden istendiğinde onların ne söylediklerini Allah işitendir ve içlerinde saklı tuttukları niyet ve gayelerini de bilendir. 99Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah'ı ve âhireti tasdik eder, (Allah yolundaki) harcamalarını da Allah katında bir yakınlığa ve peygamberin duasını almaya vesile kılar. İyi bilin ki yaptıkları harcamalar onlar için Allah katında bir yakınlık vesilesidir. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. “Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah'ı ve âhireti tasdik eder, (Allah yolundaki) harcamalarını da Allah katında bir yakınlığa ve Peygamberin duasını almaya vesile kılar.” Cihad ve zekât konusundaki infaklarını, harcamalarını, Allah katında ona yakın olma sebebi ve Resûlüllahın de duasını alma nedeni kılar. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iyilik yollarına harcamada bulunanlara hayır duada bulunur, onlar için Allah'tan mağfiret dilerdi. Meselâ Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in: “Allah'ım! Ebû Evfa ailesine rahmetinle muamelede bulun” diye dua etmesi gibi. Bak. Buhârî, Zekât, 64/1497. Müslim, Zekât, H.107a. Ahmed İbn Hanbel, Müsned; 1353 “İyi bilin ki yaptıkları harcamalar onlar için Allah katında bir yakınlık vesilesidir.” Yani mealde de belirtildiği gibi yaptıkları harcamalar veya Resûlüllahın onlar için hayır duada bulunması, Allah katında O'na yakın olmaya sebeptir. Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. İşte bu, Allah yolunda harcamada bulunan kimsenin yapmış olduğu harcamanın ve Resûlüllahın duasının Allah katında bir yakınlık veşilesi olduğuna Allah tarafından onlar adına bir tanıklıktır. Bu, aynı zamanda onların beklentilerini de doğrulayan bir tanıklıktır. Çünkü cümle iki dikkat çeken edat ile, yani bir uyan edatı olan, (.......) ile diğeri de tahkik edatı olan, (.......) ile bunun sabit ve kesin olduğunu yeni bir cümle, istinaf yoluyla aktarmış bulunmaktadır. Nitekim bundan sonra gelen cümle de bu bağlamda bir cümledir. (.......) kavlinin başında yer alan sin harfi ise verilen sözün kesinlikle gerçekleşeceğini bildirmek içindir. Şüphesiz, Allah yolunda harcamada bulunanların Allah'ın nzasmı kazanacaklarına dair bundan daha tesirli bir ifade olamaz.! Çünkü yapılan yardım, eğer samimi, halis ve dürüst bir niyet ile yapılmışsa, böyle bir sadakanın Allah katında büyük bir yeri ve değeri vardır. “Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” Herhangi bir nedenle kusur işleyenin kusurunu, eksiğini kapatır ve zar-zor, imkanlarını kullarıarak ve sıkıntılı olmasına rağmen yine de Allah yolunda harcama yapan kimseyi de Allah esirger, ona rahmetiyle muamelede bulunur. 100Müslüman olmakta ilk sırayı kazanıp (inançları uğruna yurtlarını terkeden) muhacirler, (onlara kucak açıp yardım eden) Ensar ve güzel bir şekilde onları izleyenler var ya, işte Allah, onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar oraya, için de ebedî olarak kalmak üzere gireceklerdir. İşte bu (hoşnutluk ve râzı olma işi), en büyük kurtuluş (ve en büyük başarıdır.) “Müslüman olmakta ilk sırayı kazamp (inançları uğruna yurtlarını terk eden) muhacirler, (onlara kucak açıp yardım eden) Ensar ve güzel bir şekilde sağlam bir îman ile onları izleyenler var ya,” Burada, (.......) mübtedadır. (.......) bunun sıfatıdır. (.......) edatı ise bunların kimler olduğunu açıklamaktadır. Haberi ise, (.......) diye başlayan cümledir. Muhacirler: İki kıbleye doğru namaz kılma şerefine erenlerdir. Yani Medine'de Kudüs'e doğru ve daha sonra kıblenin değişmesi emri üzerine Mekke'deki Kâ'be'ye doğru namaz kılanlardır. Yahut Bedir savaşma kâtilıp orada bulunanlardır. Yahut da Hûdeybiye antlaşması sırasın da Beyatu'r-rıdvan denilen olayda yer alanlardır. Ensar: Bu kelime bundan önce geçen muhacirler üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Yani “Ensar'dan...” demektir. Bunlar ilk Akabe biatına kâtilanlar ile ikinci Akabe biatma kâtiları Medine'li yerlilerdir. Birincilerin sayısı yedi kişi, ikincilerin sayıları ise yetmiş kişi idi. “Ve güzel bir şekilde ile onları izleyenler” ibâresinden kasıt ise sonradan hicret edenler ile Ensar'dan olan sahâbe demektir. Bunlar, ilk sırayı alanlar arasına giremeyen diğer sahâbıdırler. Bir diğer tefsire göre ise bu, ta kıyamete kadar îman ve Allah'a itâat etmek suretiyle onlara uyanlar, onları izleyenler anlamındadır. “İşte Allah onlardan râzı olmuştur.” Bunların güzel amellerinden ötürü Allah bunlardan râzı olmuştur. “Onlar da Allah'tan râzı olmuşlardır.” Yani yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği din ve dünyevi nimetler sebebiyle Allah'tan hoşnut kalmışlardır. Bundan sonra gelen, (.......) kavli, bundan önceki, (.......) üzerine atfolunmuştur. “Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, kavlini, (.......) olarak okumuştur. “Onlar oraya, içinde ebedî olarak kalmak üzere gireceklerdir. İşte bu (hoşnutluk ve râzı olma işi,) en büyük kurtuluş (ve en büyük başarıdır.)” 101Çevrenizde bulunan bedeviler arasında münâfık kimseler var olduğu gibi, Medine halkı içerisinde de öyle iki yüzlüler, münâfıklar var. (Ey Resûlüm Muhammed!) Sen onları bilemezsin, ama biz onları çok iyi biliriz. (Kat kat olmak üzere) biz onlara iki kez azap edeceğiz. Daha sonra da onlar en şiddetli bir azâba itileceklerdir. “Çevrenizde bulunan bedeviler arasında münâfık kimseler var olduğu gibi,” Yani beldeniz olan Medine çevresinde yerleşmiş bulunanlar arasından, demektir. Medine çevresinde konaklamış bulunan kabileler ise Cüheyne, Eşlem, Eşca've Gıfar kabileleri idiler. Bu kabileler Medine çevresinde oturuyorlardı. “Medine halkı içerisinde de öyle iki yüzlüler/münâfıklar var.” Burada; (.......) kavli, mübtedanın haberi üzerine atfolunmuştur ki, bu da, (.......) kavlidir. Diğer taraftan bunun, mübteda ile haber üzerine atfedilen bir cümle olarak değerlendirilmesi de câizdir. Ancak bu durumda bir (.......) kelimesinin takdir olunması gerekir. Şöyle ki: (.......) gibi. Burada geçen, (.......) kelimesi, bu işte maharet sâhibi olmuş, ustalık kazanmış kimseler demektir. Bu takdirde bu kelime, mahzûf bir mevsûfun sıfatıdır. İlk değerlendirmeye göre bunun isim cümlesi olması veya, (.......) kelimesinin sıfatı olması mümkündür. Dolayısıyla bumfhla sıfatının arası, bunun haberi üzerine atfedilen bir kelime ile ayrılmıştır. Bunların münâfıklıkta oldukça mahir ve usta kimseler olduğunu ise âyetin şimdi okuyacağımız kısmı göstermektedir: “Ey Resûlüm Muhammed! Sen onları bilemezsin.” Uzağı çok iyi görmene ve feraset sâhibi olmana, bundaki doğruluk ve isabetine rağmen yine de sen onları tanıyamazsın. Çünkü onlar kendilerini çok iyi kamufle etmesini bildiklerinden, şüphe uyandırabilecek, şüpheye meydan verecek şeylerden uzak dururlar. Kısacası saklarııp gizlenmesini çok iyi becerirler. Daha sonra yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ama biz onları çok iyi biliriz,” Yani onları sadece yüce Allah bilir, Allah'tan başkası onların sırlarına muttali olamaz, ulaşamaz. Çünkü onlar, kafirliklerini kalplerinin ta en derin yerinde gizlerler de sana tıpkı mü’minlerin durumları gibi mü’min samimi ve ihlaslı mü'min görüntüsü verirler. Halbuki öyle değildirler. “(Kat kat olmak üzere biz) onlara iki kez azap edeceğiz.” Bu iki azaptan biri öldürülmeleri, diğeri de kabir azâbıdır. Ya da durumlarının açığa vurulmasıyla rezil edilmeleri ve kabir azâbıdır. Yahut bunların mallarından zekât ve sadakalannın alınmasıyla bedenlerinin hastalıklara ve musibetlere hedef kılınarak yok edilmeleridir. “Daha sonra da onlar en şiddetli bir azâba itileceklerdir.” Yani cehennem azâbına... 102(Mazeretsiz olarak savaşa kâtilmayan diğer) bir grup var ki, onlar sonradan günahlarının farkına varıp itirafta bulundular. Bunlar, iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar. (Sonra bu davranışlarından tevbe ettiler). Umulur ki, Allah bunların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir. “(Mazeretsiz olarak savaşa kâtilmayan diğer) bir grup var ki, onlar sonradan günahlarının farkına varıp itirafta bulundular.” Yani bunlar önceki âyetlerde ismi geçenlerden farklı olan bir gruptur. Bunlar, öncekiler gibi bir takım uydurma bahanelerle, yalan mazeretlerle gelip, savaştan neden geri kaldıklarını söylemediler. Fakat bunlar savaşa kâtilmamaktan dolayı üzüntülerini, yaptıkları işin kötü olduğunu belirterek pişmanlıklarını ortaya koydular, hatalı olduklarını itiraf ettiler. Bu durumda olan kimselerin sayıları on kişi kadardı. Bunlardan yedisi, yüce Allah'ın savaşa kâtilmayıp geride kalanlar hakkında indirilen hükümleri öğrendiklerinde, hemen kendilerine bir cezâ uygulayarak, kendilerini mescidin direklerine bağladılar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) seferden dönüp geldi ve adeti gereği önce hemen mescide gidip orada iki rek'at namaz kıldı. Bu arada kendilerini direklere bağlamış olan kimseleri gördü, bunların kendilerini direklere bağlama sebebini sordu. Orada bulunanlar da: “Bunlar, Resûlüllah gelip kendilerini elleriyle çözene kadar, bu direklerden kendilerini çözmemeye yemin ettiler” diye karşılık verdiler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu: “Ben de aynı şekilde yemin ediyorum ve onları çözmem için emr olunmadıkça, kendilerini çözmeyeceğim.” İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de kendilerini serbest bırakır. Onlar da bu olay üzerine: “Ey Allah'ın Resûlü! İşte bizim sana kâtilmamızı engelleyen varlığımız/malımız, al onları istediğin gibi dağıt ve bizi temizleyip arındır” dediler. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Ben, sizin mallarınızdan herhangi bir şeyi almakla emrolunmadım” diye buyurması üzerine, “Ey Peygamber! Onların mallarından zekât al ki,..” mealindeki bundan sonra gelen âyet nâzil olmuştur.” Hafız İbn Hacer diyor ki, Beyhaki bunu el-Delil eserinde ve ayrıca İbn Merduye de tahric etmiştir. Bak.Haşiyetu'l-Keşşaf, 2/307 “Bunlar, iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar. (Sonra bu davranışlarından tevbe ettiler.)” Cihada çıkma işiyle, bundan geri kalma, kâtilmama işini veya tevbe etme ile günah işleme işlerini kanştırdılar. Meselâ; “Bi'tu'l-Şae saten ve dirhemen” yani “Koyunları bir koyun ve bir dirheme sattım” cümlesindeki ifade benzerliği gibi. Esasen bu cümlenin asıl manası, (.......) yani “her bir koyunu bir dirheme sattım” demektir. Çünkü kelime arasında yer alan, “vav” harfi, (.......) harfi manasınadır. Çünkü vav harfi Arapçada çoğul içindir. (.......) harfi de birini ötekine bağlamak, irtibat içindir. Böylece her ikisi de birbirine uymaktadır. Yahut bunun manası, bunlardan her biri ötekine kanştı. Dolayısıyla bunların her biri hem kansan ve hem de kendisi içine kanştınları manalarını taşırlar. Meselâ, “Halettu'l-Mae ve'l-Lebene” yani bu cümle ile sen, “Su ile sütü her birini diğerine, ikisini de birbirine karıştırdım” Yani “suyu süte, sütü suya karıştırdım” manasında kullanmış olursun. Halbuki: “Halettu'l-Mae bi'l-Lebeni” Yani, “Suyu süte karıştırdım” cümlesi bu manaya gelmez. Çünkü bu cümlede kansan su, kendişinin içine kanştınları ise süttür. Halbuki bu cümlede “B” yerine eğer “vav” harfi kullanılırsa, bu takdirde sen, su ile sütü hem kansan ve hem de kendilerinin içine kanştınları kılarsın. Yani sanki burada sen; “Ben suyu süte, sütü de suya kanştırdım” der gibi olursun. “Umulur ki (şüphesiz) Allah bunların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” Burada yüce Allah bu kimselerin tevbe ettiklerini belirtmedi. Çünkü bu kimseler günahlarını ve hatalarını itiraf etmişlerdir, işte bu itiraf, bu kimselerin tevbe ettiklerinin delilidir. 103(Ey Peygamber!) Onların mallarından bir sadaka al ki, bununla onları günahlarından temizleyesin ve onları daha çok armdırasın. Ve onlar için dua da et, çünkü senin dua etmen onlar için büyük bir huzur ve güven sebebidir. Allah (onların itiraflarını) işitir, (senin onlar lehine ettiğin duayı da) bilir. “(Ey Peygamber!) Onların mallarından sadaka al ki,” günahlarına keffaret olması için al ki, burada sözü edilen sadakadan kasıt zekâttır, denmiştir. “Bununla onları günahlarından temizleyesin ve onları daha çok armdırasın.” Bu (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Fiilin başında yer alan (.......) harfi ya muhatap içindir veya müennes/dişi gaibe içindir. (.......) daki zamîr sadakaya râcidir. Tezkiye, temize çıkarmada, anndırmada daha aşırıya ve fazlasına gitmek, bunun artmasına sebep olmak demektir. Ya da bu kelime, artma, malın bereketlenmesi manasınadır. “Ve onlar için dua et.” Onlar için dua ederek kendilerine şefkatte bulun, yardımcı ol, onları koru. Sünnete uygun olan, sadakayı alan kimsenin, sadaka verene dua etmesidir. “Çünkü senin dua etmen onlar için büyük bir huzur ve güven sebebidir.” Ebû Bekir dışında Kufe Kırâat Okulu, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuşlardır. Bir tefsire göre tekil olarak, “Salat” kelimesi, mana bakımından çoğul olan, “Salavat” kelimesinden mana itibariyle daha kuşatıcıdır. Çünkü cins manasını taşımaktadır. (.......) kavli, onlara daha yatkın gelir, böylece Allah tarafından tevbelerinin kabul edildiğine dair inançları artar, güven ve huzur içerisinde hareket ederler, demektir. “Allah (onların itiraflarını) işitir, (senin onlar lehine ettiğin duayı da) bilir.” Ya da Allah, senin onlar için yaptığın duayı işitir veya onların işledikleri günahları itiraf etmelerini ve buna bağlı olarak pişmanlık sebebiyle ettikleri dualarını işitir. Aynı zamanda içten içe duydukları pişmanlıklarını, tasa ve kederlerini, onlarda meydana gelen aşırılıklarını bilir. 104Onlar hala anlamadılar mı ki, Allah (samimi olarak tevbe eden) kullarının tevbesini kabul eder, ve sadakalan alır. Şüphesiz, tevbeleri en çok kabul eden, en çok merhamet buyuran Allah'tır. “Onlar hala anlamadılar mı ki,” Burada konu edilenler, tevbeleri kabul edilen kimselerdir. Yani bu kimseler, henüz tevbeleri ve sadakalan kabul edilmezden önce bilmiyorlar mıydı ki, “Allah, (samimi olarak tevbe eden) kullarının tevbelerini kabul eder, ve sadakalan alır.” Yeter ki ettikleri tevbede dürüst olsunlar. Bu takdirde Allah tevbelerini kabul eder. Sadakalan içtenlikle ve samimi olarak, ihlaslı bir şekilde vermeleri hâlinde Allah alır ve kabul eder. Buradaki, (.......) zamîri tahsis ya da aidiyet içindir. Yani; “Bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne âit bir görev değildir. Bunu yapmak yalnızca ve sadece Allah'a âittir, tevbeyi ancak Allah kabul eder ve reddeder. O hâlde O'na yönelin, bunu O'ndan isteyin, tevbenin kabulünü O'na yöneltin. “Şüphesiz tevbeleri en çok kabul eden, en çok merhamet buyuran Allah'tır.” Şüphesiz Allah'tır tevbeleri en çok kabul eden. Günahları ve hataları en çok affeden de O'dur. 105(Ey Peygamber! Onlara) de ki: “Yapm (yapmak istediklerinizi!) (İyi veya kötü) yapıp ettiklerinizi Allah da, Resûlü de mü'min ler de göreceklerdir. Sonra da gizli ve açık her şeyi bilen Allah'a döndürüleceksiniz ve O, bütün yapıp ettiklerinizi (gözlerinizin önüne sererek tek tek) size bildirecektir. (.......) (“Ey Peygamber! Onlara -şu tevbekar olanlara-) de ki: Yapın (yapmak istediklerinizi! İyi veya kötü) yapıp ettiklerinizi Allah da, Resûlü de mü’minler de göreceklerdir.” Yanirsizin de gördüğünüz ve sizin için açıkça ortaya çıktığı gibi işledikleriniz, yapıp ettikleriniz, ister iyilik olsun, ister kötülük olsun, her ne yaparsanız yapın, yaptıklarınızın hiçbiri Allah'a ve kullarına gizli kalmış değildir, kalacak da değildir. Ya da bu uyan tevbe etmemiş olanlaradır. Bu şekilde onların da tevbe etmeleri teşvik edilmektedir. Rivâyete göre, sözü edilen kimselerin tevbelerinin kabul edilmesi üzerine, tevbe etmeyenler şöyle konuşmaya başladılar: “Şu tevbe edenler daha dün bizimle beraber idiler. Ne oluyor ki, onlar bizimle konuşmuyor ve bizimle beraber aynı meclisi paylaşmıyorlar?” İşte bunun üzerine yüce Allah, “Allah da... görecektir.” Mealindeki bu âyeti indirdi. Bu, onlar için bir tehdittir, hatalarında ısrar etmenin akıbetinden kaçmmaları konusunda bir uyan ve dikkat çekmedir, tevbe etmemekten vazgeçmelerini bildirerek ikazda bulunmaktır. “Sonra da gizli ve açık her şeyi bilen Allah'a döndürüleceksiniz” insanların bilmediği ve bilemediği şeyleri de, bildiği ve müşahede ettiği şeyleri de bilen Allah'a... “Ve O, bütün yapıp ettiklerinizi (gözlerinizin önüne sererek tek tek) size bildirecektir.” Bu, bir hatırlatma bildirişidir ve buna göre cezâlarıdırılacaklar veya ödüllendinleceklerdir. 106(Sefere katdmayan) diğer bir kısmı ldmselerin akıbetleri ise, Allah'ın, haklarında vereceği hükme bağlı kalmıştır. Allah dilerse onları cezâlarıdırır, dilerse onların tevbelermi kabul eder. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. “Sefere katdmayan diğer kısık kimselerin akıbetleri ise, Allah'ın haklarında vereceği hükme kalmıştır.” Kırâat imâmlarından Medine okulu mensupları ile Ebubekir Şube dışında kalan Kufe kırâat okulu mensupları, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi hemzesiz olarak okumuşlardır. Bunlar dışındaki imâmlar ise bu kelimeyi hemzeli olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Bunlar kelimeyi, (.......) ve (.......) fiillerinden türetilmiş olarak değerlendirmişlerdir. Bu da bir şeyi ertelemek, tehir etmek ve geciktirmek gibi manalara gelir. Nitekim (.......) kelimesi de bu fiil türevlerindendir. Yani mana şöyledir: “Seferden geride kalan diğer bir kısım kimselerin durumu, Allah'ın onlar hakkındaki durumu açıklarıana kadar beklemede bırakılmıştır.” “Allah dilerse onları cezâlarıdırır,” Eğer durumlarında ısrar ederler ve tevbe etmezlerse bu takdirde dilerse Allah onları cezâlandım, “Dilerse onların tevbelerini kabul eder.” Tevbe etmeleri durumunda da ... Bunlar üç kişi idiler; Ka'b İbn Mâlik, Hilal İbn Ümeyye ve Murare İbn Rebi. Bu üç sahabi Tebük seferine katılmamışlar, geride, Medine'de kalmışlardı. Bunlar haklarında, (.......) (Tevbe,118) âyeti nâzil olan zatlardır. Bak. İlgili âyet. “Allah her şeyi -onların beklentilerini- bilir ve hükmünde de hikmet sâhibidir.” Neden o kadar ertelediğinin de bir hikmeti vardır. Âyette geçen, (.......) şek yani şüphe ifadesi içindir. Bu da kullara râcidir. Yani, “Onlar hakkında azap olunacaklarından korktukları kadar onlar için rahmet umudunu da beslediler.” Rivâyete göre “Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunlara selâm vermemeleri, onlarla konuşmamaları konusunda ashâbına emir-talimat verdi. Bu üç kişi, kendi kendilerine cezâ verip kendilerini mescidin direklerine bağlayan sahabiler gibi yapmamışlar ve onları gibi üzüntülerini, tasalarını açık olarak göstermemişlerdi. Ancak hiçbir kimsenin bunlara dönüp bakmadıkları anlaşılınca, bunların durumlarını Allah'a havale ettiler. Niyetleri samimi kıldılar ve tevbelerinde dürüst oldular. Allah da onlara merhamet buyurdu, onları affetti. “n 107Münâfıklar arasında öyleleri de vardır ki, mü’minlere zarar vermek, yeniden küfrü yaymak, mü’minlerin arasını açmak ve bir de daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaş açmış olan adamı beklemek ve tuzak için bir mescid kurdular. Bir de bunlar: “Biz bundan, iyilikten başka hiçbir gaye gütmedik” diye de kesinlikle yemin edecekler. Halbuki onların yemin ettikleri konuda yalancı olduklarına muhakkak Allah şâhitlik etmektedir. “Münâfıklar arasında öyleleri de vardır ki, mü’minlere zarar vermek, yeniden küfrü yaymak, mü’minlerin arasım açmak ve bir de daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaş açmış olan adamı beklemek ve tuzak için bir mescid kurdular.” Burada âyetin baş tarafında yer alan, (.......) kavli (.......) takdirindedir. Diğer taraftan Kırâat imâmlarından Medine, Şam okuluna mensup imâmlar, (.......) işaret isminin başına vav harfini getirmeksizin vavsız olarak okumuşlardır. Bu kelime mübtedadır. Haberi de mahzûf bulunmaktadır ve, (.......) takdirindedir. Rivâyete göre Avf oğulları Kuba mescidini inşa ettiklerinde, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize haber gönderip oraya gelip orada namaz kılmasını istemişler. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara gelip, orada namaz kıldı. Ancak bunların kardeşleri olan Ganem İbn Avf oğulları ise, kendilerini kıskandılar. İbn Hacer diyor ki, bu şekliyle ben bu hadisi bulamadım. Ancak Salebi'de isnadı belirtilmeksizin yer almaktadır. Bu hadisin baş tarafı sahih değildir. Çünkü Kuba Mescidi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) henüz Kuba'da iken bu mescid kuruldu. Ki burası Resûlüllahın ilk hicret ettiği yerdir. Halbuki Dırar mescidi kurulduğu zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük gazvesinde bulunuyorlardı. İkisi arasında tam dokuz yıl bulunmaktadır. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf; 2/309 Ve bunlar yani öanem oğulları demişler ki, biz bir Mescid yapalım. Resûlüllahın gelip içinde namaz kılması için birini gönderelim. Ebû Amir Rahip de Şam'dan dönünce o da gelip burada ibâdetini yapsın -ki papaz olan bu adam, Uhut savaşı sırasında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Nerede sana karşı savaşan bir toplum görsem onlarla beraber ben de sana karşı savaşacağım” diyen adamdır. Nitekim ta Huneyn savaşma kadar da bunu devam ettirmiştir- İşte bu amaçla Kuba Mescidinin hemen yanıbaşında bir mescid bina ettiler. Sonra da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gelip: “Biz hasta, zavallı, ihtiyaç sâhibi olan kimseler için bir mescid yaptık. Biz, senin bizim için burada namaz kılmam istiyoruz” dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de: “Şimdi sefere çıkmak üzereyim, yoldayım. Allah'ın izniyle Tebük seferinden dönersek, inşa Allah orada namaz kılarız” diye buyurdular. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük gazvesinden dönünce, ondan mescitlerine gelmesini istediler. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hamza'nın kâtili olan Hazret-i Vahşi'ye, Maan İbn Adiy'e ve daha başkalanna şöyle buyurdu: “Hemen halkı zâlim olan şu mescidi yapanların mescidine gidin ve derhal onu yıkıp yerle bir edin ve onu ateşe verip yakın.” Derhal verilen emir yerine getirildi. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, bunu yerinin çöplük yapılmasını, oraya leşlerin, pisliklerin, süprüntü ve çöplüklerin atılmasını emir buyurdular. Papaz Ebû Amir de Şam'da geberdi. (.......) kâfirliği ve nifakı desteklemek, ona güç katınak için... “Mü’minlerin arasmı açmak için.” Çünkü mü'minler Kuba mescidinde cemaatle toplu olarak namazlarını kılıyorlardı. Böylece cami cemaatini bölerek ayırmak birlik ve beraberliklerini ortadan kaldırmak istiyorlardı. Aralarında ihtilaf çıksın istiyorlardı. (.......) Yani daha önce de Allah ve Resûlüne karşı savaş açmış olan papaz için hazırlık yapmak, imkân sağlamak için. Çünkü onlar esasen bu mabedi onun için inşa ettiler. Onun oraya gelip burayı hem bir mabet ve hem de karargâh olarak, üs olarak kullanması için hazırlamışlardı. Böylece burada Resûlüllahne üstünlük kazanmayı amaçlıyorlardı. Burada ona suikast girişiminde bulunacaklardı. Bir tefsire göre kendisiyle övünmek ve gösteriş maksadıyla veya desinler için ya da Allah nzasınm dışında bir gaye için yapılan her mescid ya da mabet “dırar mescidi” hükmündedir. Bu tür mescitler de buna ilave edilir. Nitekim helâl olmayan bir mal ile inşa edilen mescitler de aynen “dırar mescidi” hükmündedir. (.......) kavimdeki cer edatı, (.......) fiiline mütealliktir. Bu da şu manayadır: Bu mescid henüz inşa edilmeden önce de, Hendek savaşırıda ... “Bir de bunlar -Bu yalancı kimseler, : Biz bundan, iyilikten başka hiçbir gaye gütmedik'diye de kesinlikle yemin edecekler.” Biz bu mescidi kurmakla sadece güzel ve iyi bir davranış sergilemek istedik, yani burada namaz kılınsın, Allah'ın ismi anılsın, namaz kılmak isteyenler için geniş ibâdet imkânları sunulsun istedik. “Halbuki onların yemin ettikleri konuda yalancı olduklarına muhakkak Allah şâhitlik etmektedir.” Çünkü yeminlerinde yalancıdırlar. 108Ey Peygamber! tuzak kurmak ve zarar vermek için yapılan o mescitte asla namaza durma! Şüphesiz daha ilk günde temeli takva üzere kurulan Kuba mescidinde namaza durman daha uygun ve daha yerinde olacaktır. Orada hem maddi ve hem manevi kirlerden ciddi olarak arınınayı seven adamlar vardır. Allah da ciddi olarak temizlenip arınanları sever. “Ey Peygamber! Tuzak kurmak ve zarar vermek için yapılan o mescitte asla namaza durma!” Namaz kılmak için oraya gitme. “Şüphesiz daha ilk günde temeli takva üzere kurulan Kuba mescidinde namaza durman daha uygun ve daha yerinde olacaktır.” Burada, (.......) kelimesinin başında bulunan lam harfi ibtida içindir. (.......) kavli ise bunun sıfatıdır. Yapılan bu ilk mescid, âyette belirtildiği gibi Kuba mescididir. Bu mescidi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz kurdu ve hicreti sırasında burada kaldığı müddet içerisinde namazlarını burada kıldı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri burada kalmışlar, Cuma günü ise buradan ayrılmışlardır. Diğer bir tefsire göre ise burada sözü edilen Mescit, Resulullah’ın Medine'deki mescididir. (.......) kavliyle, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) orada bulunduğu günden itibâren kurulmuş olan demektir. Bir tefsire göre burada asıl kaide gereği, (.......) edatı yerine, (.......) edatının olması gerekir. Çünkü bu edat zaman manasında ve ilk başladığı andan itibâren manasını ifade eden bir edattır. Halbuki (.......) edatı mekân yani yer bildirme bakımından ilk kaldığı yerden itibâren manasınadır. Dolayısıyla bu edatın değil, “Müz” edatının olması gerekirdi. Buna verilen cevap şöyle olmuştur: (.......) edatına göre, (.......) edatı (.......)dır. Hem zaman ve hem mekân anlamında kullanılır. (.......) yani içinde namaz kılmana, namaza durmana daha uygun ve daha yerinde olan yer burasıdır. “Orada hem maddi ve hem manevi kirlerden ciddi olarak arınınayı seven adamlar vardır. Allah da ciddi olarak temizlenip arınanları sever.” Bu âyetin nâzil olması üzerine Resûlüllah -Sallallahü aleyhi ve sellem- beraberinde muhacirler olduğu hâlde buraya yürüyüp geldiler. Kuba mescidinin kapısının önünde durdular, bir de baktılar ki Ensar orada oturuyor. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine: “Sizler mü’minler misiniz?” diye seslendi. Ancak onlar sustular. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yeniden sözünü tekrarladı. Hemen Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) devreye girerek: “Ey Allah'ın Elçisi! Evet, onlar gerçekten mü’mindirler, mü’min kimselerdir onlar ve ben de onlarla beraberim” diye konuştu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: “Peki ya siz kazaya, Allah'ın hükmüne rıza gösterir misiniz?” Onlar da, “Evet” dediler. Resûlüllah: “Peki ya siz, belalara, musibetlere sabreder misiniz?” diye sordu. Onlar da, “Evet” karşılığını verdiler. Bu defa, “peki ya siz bollukta da Allah şükrediyor musunuz?” diye sordu. Onlar da, “evet” dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Kâ'be Rabbinin adına yemin ederim ki sizler gerçekten mü’min kimselersiniz.” Sonra oturdu ve sözlerine şöyle devam etti: “Ey Ensar topluluğu! Şüphesiz Azîz ve Celil olan yüce Allah sizi övmektedir. Siz abdest alırken/ küçük abdeste çıkarken olsun, büyük abdeste çıkarken olsun ne yapıyorsunuz?” Onlar da şöyle cevap verdiler: “Ey Allah'ın Resûlü! Biz büyük abdeste çıktığımızda, ihtiyacımızı giderdikten sonra önce üç adet taşla temizleniriz/siliniriz, bunun peşinden de su ile temizleniriz.” Bu cevabı alan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): (.......) bu âyeti okudu. İbn Hacer diyor ki; Ben bu rivâyeti buradaki şekliyle bulamadım. Sanki bu, iki hadisten yararlarıılarak ortaya konmuş bir hadis gibi. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf;2/311 Bir diğer tefsire göre de bu âyet bütün necislerden, pisliklerden temizlenip annma konusunda genel bir hüküm ifade etmektedir, Amindir. Bir tefsire göre de, tevbe etmek suretiyle günahlardan arınınadır, denmiştir. Diğer taraftan bunların, “temizlenip arınınayı sevmeleri” demek, bunlar, bu şekildeki bir temizlenmeyi tercih etmişlerdir, bu şekildeki bir temizliğe aşırı özen göstermeleri, tıpkı bir şeye aşırı düşkün olan kimselerin özen göstermesi gibidir, manasınadır. “Yüce Allah'ın onları sevmesi” demek ise, nasıl ki seven bir kimse, sevgilisine karşı ne yapması gerekiyorsa yüce Allah'ın da onlardan râzı olması, memnun kalması, hoşnutluğu ve onlara iyilikte bulunması demektir. 109Binasını, Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamak üzere takva ve Allah'ın rızasını elde etme temelleri üzerine yükseltenler mi daha hayırlı, yoksa yapısını her an yıkılabilecek bir kenarında kaygan zemin üzerinde inşa ederek, sonra da onunla beraber kendisi de yuvarlarııp cehennem ateşine giden mi? Bu ikisi hiç bir olabilirler mi? Allah, bozgunculuk çıkararak hak yolunu tıkayan kâfirler toplumunu doğru yola muvaffak kılmaz. “Binasını, Allah'ın emir ve yasaklarını uygulamak üzere takva ve Allah'ın rızasını elde etme temelleri üzerine yükseltenler mi daha hayırlı, yoksa yapısını her an yıkılabilecek bir kenarında kaygan zemin üzerinde inşa ederek, sonra da onunla beraber kendisi de yuvarlarııp cehennem ateşine giden mi? Bu ikisi hiçbir olabilirler mi?” Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. Burada, (.......) kavli, inşa edeceği, bina edeceği şeyin temellerini...koymak mı..” demektir. (.......) kavli ise, cevabına yer verilmeksizin neticesi belli olan kesin bir sorudur. Çünkü bunun cevabı gayet açık ve nettir. Uçurum kenannda ve kaygan zemin üzerinde inşa edilen binanın sonucu bellidir. Bunun manası şu demektir: Dininin temellerini sağlam esaslar üzerine kuran mı daha hayırlıdır? Yoksa dininin temelini, temellerin en zayıfı olan bir temel üzerine kurmak mı -ki bu da bâtıla bağlanmak ve nifak çıkarmak, münâfıklıktır- daha hayırlı? Dikkat edilirse burada bâtıl ile münâfıklık bir uçurum kenannda bulunan kaygan ve hep heyeları hâlinde olan bir zemine benzetilmiştir. Burada yarın ya da uçurumun kenan takvaya karşıt olarak gösterilmiştir. Çünkü bu mecâzî manada takvaya zıt olan şeyler için kullanılmıştır. Burada, (.......) kenar, kıyı ve uç manalarına gelir. (.......) ise, su ve seller tarafından sürekli olarak altı oyularak boşaları, yıkılmaya doğru her gün kayan ve şekilde kalan yer ya da zemin demektir. Âyette geçen, (.......) kelimesi ise, yıkılmaya, çökmeye ve parçalanmaya her an için yüz tutmuş yer demektir. Buradaki (.......) kavli (.......) kalıbında bir kelimedir. (.......) kelimesinden kısaltılmış şeklidir. Meselâ: (.......) kelimesinden (.......) kelimesi gibi. Ancak bu kelimede bulunan elif harfi, fâil (ism-i fâil) elifi değildir. Ancak bu kelimesin bünyesinde var olan bir elif harfidir. Kelimenin aslı, (.......) dir. Buradaki vav harfi harekeli olduğundan ve makabli yani kendisinden önceki harfin harekesi de meftuh olduğundan vav harfi elif harfine dönüştürüldü ve kelime, (.......) şeklini aldı. Dolayısıyla bu kelimeden daha çok ve daha net bir dil ile durumu anlatan daha mübalağalı bir kelime görülemez. Batılın gerçekten ne olup olmadığını ve bu işin mahiyetini, künhünü bundan daha açık ifade eden bir ifade de görülemez. (.......) ile (.......) kavli Şam kırâat okulu mensuplarıyla Nâfi'tarafından meçhul olarak elif harfinin zamme harekesi ve sin harfinin de kesre harekesiyle, her ikisinde de (.......) olarak okunmuştur. Yine, (.......) kelimesi de, İbn Âmir, Hamza ve Yahya tarafından cezimli olarak, (.......) şeklinde okunmuştur. Diğer taraftan kırâat imâmlarından Ebû Amr, bir rivâyete göre Hamza ve bir de Yahya, (.......) kelimesini imaleli olarak okumuşlardır. (.......) Yani bâtıl onu da beraberinde alıp cehennem ateşine yuvarladı, savurup götürdü. Mademki kaygan zemin, yar veya uçurum mecâzî manada bâtıl anlamında kullanılmıştır, dolayısıyla mecâz tercih olunmuştur. Bunun için de, “İnhiyar” lâfzı yani, (.......) kelimesi getirilmiştir ki bu, oyuk için, yar ve uçurum için yerinde bir ifadedir. Düşünülsün bir kez, batılı seçmiş olan bir kimse sanki binasının, dayandığı inançlarının temellerini cehennem vadilerinden, uçurumlarından birinin kenarında kurmuş gibidir. İşte kaygan zemin üzerinde kurulmuş olan bu bâtıl bina yıkılırken onu da beraber yuvarlandığı çukura savurup götürüyor, demektir. Böylece o binanın içinde ki de beraber cehennem ateşi çukuruna yuvarlarııp gidecektir. Hazret-i Cabir İbn Abdullah: “Dırar mescidi yıkılıp yakıldığı sırada ondan dumanların yükseldiğini gördüm” diyor. “Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” Onların münâfıklık etmelerine karşılık cezâ olarak Allah, onları hayra, iyiliğe muvaffak kılmaz. 110Nifak maksadıyla kurdukları mescid, kendileri geberip de kalpleri parçalarınıcaya kadar yüreklerinde hep bir şüphe ve ukde olarak devam edip duracaktır. Allah her şeyi çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir. “Nifak maksadıyla kurdukları mescid, kendileri geberip de kalpleri parçalarınıcaya kadar yüreklerinde hep bir şüphe ve ukde olarak devam edip duracaktır.” Yani nifak merkezi haline getirmek amacıyla yaptıkları “dırar mescidi” nin yıktmlması, bu münâfıkların şüphe ve nifaklarının üzerine daha da arttırarak hep sürdürecektir. Çünkü buakıllarına geldikçe öfke ve kinleri artacak, bundan ötürü kızgınlıktan çoğalacak ve sıkıntılarından patlama noktasına geleceklerdir, Kırâat imâmlarından İbn Âmir. Hamza ve Hafs, (.......) kelimesini âyette görüldüğü gibi okumuşlardır ki bu, (.......) demektir. Ancak bunlar dışındaki imâmlar ise, bu kelimeyi, (.......) olarak okumuşlardır. Manaya gelince şöyledir: “Kalpleri sıkıntıdan patlama noktasına gelecek ve paramparça olup dağılacaktır. Sonuçta geberip gideceklerdir.” İşte bu durumda bundan ötürü sorgulanacaklardır. Ancak sağlıklı oldukları ve hayatta bulundukları ve gebermedikleri sürece, o nifak ve şüphe duygusu gönüllerinde hep devam edip duracaktır. Ayrıca burada kalplerinin parçalanmasından söz edilmiş olması ile, kendilerinden şüphe ya da şüphe hâlinin kalktığını da tasvir edilmiş olması da câiz olduğu gibi, bir de yapmış oldukları davranışlar yüzünden öldürülmeleri sebebiyle ya da kabirde olacaklar ile veya cehennem ateşinde olabileceklerle bunun gerçekten kalplerinin paramparça olacağım anlatmış olması da câizdir. Yahut da, kalplerini paralayacak bir pişmanlık duygusuyla ve aşmlıklarına karşı duyacakları üzüntü ile tevbe edinceye kadar devam edecektir. “Allah her şeyi çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.” Yüce Allah onların bu konudaki gayretlerini çok iyi bildiği gibi, suçları yüzünden onlara vereceği cezâda da hikmet sâhibidir. 111Şüphesiz Allah mü’minlerden, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, Allah için öldürürler ve Allah için öldürülürler. Bu, Allah'ın hem Tevrât'ta, hem İncîl'de ve hem Kur'ân'da üzerine aldığı bir gerçek vaadidir. Allah'tan daha çok vadini yerine getiren kim olabilir? O hâlde yapmış olduğunuz bu alışveriş sebebiyle sevinin! İşte bu, gerçekten büyük kazançtır. “Şüphesiz Allah mü’minlerden, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır.” Görüldüğü gibi bu âyette yüce Allah, mü’min kullarını cennet ile ödüllendirmek için, onlardan kendi dini uğrunda önce canlarını, peşinden de mallarını ortaya koymalarını isteyerek ve bunu bir alış veriş benzeterek örneklemektedir. Rivâyet olunduğuna göre, onların tacir yani cenneti onlara satan zât olan yüce Allah, onların karlarını, kullarının verdiğinin çok çok üstünde bir değerle karşılık verecektir. Hasen Basrî de şöyle diyor: “Canlarınıızı istiyor, çünkü onları yaratan bizzat yüce Allah'ın kendisidir. Malları istemektedir, çünkü onları rızık olarak veren de kendisidir.” Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bu âyeti okuduğu bir sırada yanma bir bedevî gelir bu âyeti dinlediğinde şöyle der: “Bir alış veriş, Allah'a yemin ederim ki çok kârlı bir alış veriş. Ne iptal ederiz ve ne de iptalini isteriz, yani bundan vazgeçmeyiz ve vazgeçme teklifini de kabul etmeyiz, dedi. Hemen gazaya kâtildı ve orada şehit düştü” Hafız İbn Hacer diyor ki; bunu herhangi bir senede yer vermesizin Salebi'Hasen Basrı'den mürselolarak rivâyet etmiştir. Ancak bunu senedi kitabının başında Hasen Basrl'ye varmaktadır. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf,2/313 (.......) Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar.” Âyetin bu kısmı alış veriş bedellerini teslim yerlerini ve noktalarını açıklamaktadır. “Allah için öldürürler ve Allah için öldürülürler.” Yani kimi zaman bunlar Allah'ın düşmanlarını öldürürler, kimi zaman da kendileri Allah ve din düşmanlarınca öldürülürler, şehit edilirler. Kırâat imâmlarından Hamza ile Ali Kisâî, (.......) kavlini, (.......) yani, “öldürülürler ve öldürürler” anlamında okumuşlardır. “Bu, Allah'ın hem Tevrât'ta, hem İncîl'de ve hem Kur'ân'da üzerine aldığı bir gerçek vadidir.” Buradaki, (.......) kelimesi mastardır. Yani, Allah onlar vaat buyurdu, demektir. “Allah'tan daha çok vadini yerine getiren kim olabilir?” Çünkü verdiği sözü tutmamak, verilen vaadden geri dönmek çirkin bir davranıştır. İçimizden kerem sâhibi olan hiçbir kimse böyle bir şeye kalkışmaz.. Peki ya kerimlerin en kerimi olan Allah hiç sözünden döner mi?! Asla!.. Cihada teşvik noktasında bundan daha güzel, daha beliğ ve net, daha mübalağalı bir ifade göremezsin. “O hâlde! Yapmış olduğunuz bu ahşveriş sebebiyle sevinin.” Bundan dolayı büyük bir ferahlık ve memnuniyet yaşayın. Çünkü siz geçici olanın karşılığında ebedî olanı satın alıyorsunuz, fani olanı satıyor, karşılığında ebedî olan cenneti satın alıyorsunuz. “İşte bu, gerçekten büyük kazançtır.” Cafer-i Sâdık da şöyle diyor: “Sizin bedenlerinizin karşılığı, değeri cennetten başkası değildir, o hâlde bedenlerinizi başka bir şey karşılığında değil, sadece cennet karşılığında satın.” 112(Bu alış verişi yapanlar) tevbe edenler ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rukü edenler, secde edenler, iyiliği emr edip kötülüklerden alıkoyanlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlardır. O mü'minleri müjdele! (.......) (Bu alış verişi yapanlar) tevbe edenler Bu kelime övgüyle mahallen merfûdur. Yani, (.......) demektir. Bu da, daha önceki âyette söz konusu edilen mü’min kimseler demektir. Yahut bu kelime mübtedadır, haberi de, “İbadet edenler,” kavli de bir önceki mübtedanın haberidir. Yani, O tevbe edenler var ya, onlar bir tek Allah'a ibâdet ederler, ibâdetlerine riya karıştırmaksızın samimi olarak ve ihlas ile Allah için sarılırlar. Artık bundan sonra gelen kelimelerin tümü de peş peşe gelen buna bağlı haberler. Yani hakiki anlamda küfrü bırakıp ondan tevbe edenler ve kendilerinde şu özellikleri toplamış olanlar, demektir. Hasen-ı Basrî'den gelen rivâyete göre: “Bunlar şirkten, dönüp tevbe edenler ile münâfıklıktan uzaklaşıp arınanlardır.” “Hamd edenler” İslâm nimetine karşılık Allah'a hamd eden, “Oruç tutan/seyahat eden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimin seyahati oruç tutmaktır” İbn Cerir bu hadisi mevkuf olarak Hazret-i Âişe'den rivâyet etmiştir. Bak. El-Dürrü'l-Mensur, 4/297. Ayrıca yine bu hadisi merfû' olarak Ebû Hureyre'den şu lafızla rivâyet etmiştir: Seyahat edenler, bizzat oruç tutanların kendileridir.' Yahut ilim tahsil etmek demektir. Çünkü ilim öğrenenler hep gezip dururlar. Amaçları nerede öğrenebilecekleri bir bilgi ve ilim varsa, hemen oralara giderler öğrenmek için. Ya da yeryüzünü ibret almak maksadıyla gezip dolaşanlar, demektir. “Rükû eden, secdeye kapanan,” Yani namazlarını devamlı olarak, aksatmaksızın kılanlar, “Allah'ın yapılmasını istediği şeyi emreden,” Îman etmeyi, Allah'ı ve hükümlerini tanımayı ve Allah'a itaati emreden, “yasaklanmasını da istediği şeyleri de yasaklayan,” Allah'a ortak koşmaktan, Ona karşı gelmekten meneden, Bütün burada ele alınan yedi maddenin arasında vav harfinin yer alması yani “ve, ve, ve...” şeklinde zikredilmeleri, bu her yedi madde arasında tam bir bağın var olduğunu bildirmeye, yöneliktir veya emir ile yasağın arasındaki farklıliği, öğretmek içindir. Bu âdeta şu Âyettekine benzer bir ifadedir: “Dul ve bakire eşler..” (Tahrîm, 5) “Allah'ın koyduğu hükümleri koruyup kollayan kimseler var ya,” Emir ve yasaklarını koruyup kollayanlar var ya, “Ey Resûlüm Muhammed! işte o mü’minleri müjdele!” Yani burada sayıları özellikleri taşıyan mü’min kimseleri müjdele! Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz amcası Ebû Talip için mağfiret dilemek istemişti. İşte aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet bu hususla ilgili olarak nâzil olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 113(Kâfirler olarak ölüp) cehennem ehli oldukları, onlara açıkça belli olduktan sonra akraba dahi olsalar (Allaha) ortak koşanlar için afdilemek ne peygambere yaraşır ne de insanlara. (.......) (Kâfirler olarak ölüp) cehennem ehli oldukları, onlara açıkça belli olduktan sonra akraba dahi olsalar (Allaha) ortak koşanlar için afdilemek ne peygambere yaraşır ne de insanlara. Kendilerinin küfür ve şirk üzere ölmüş oldukları kesin olarak açıklandıktan ve gerçek öğrenildikten sonra, Allah'ın hükmü ve hikmeti gereği, böyleleri için af dilemek doğru değildir. “Yüce Allah bundan sonraki âyette de Hazret-i İbrâhîm'im mazeretini dile getirerek şöyle buyurmaktadır: 114İbrâhîm'in babası için af dilemesi ise, sadece ona önceden verdiği sözden dolayı idi. Ancak babasının Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrâhîm çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi. (.......) İbrâhîm'in, babası için af dilemesi ise, sadece ona önceden verdiği sözden dolayı idi. Yani babası oğlu İbrâhîm'e Müslüman olma sözü vermişti de ondan. Ya da Hazret-i İbrâhîm, babası için mağfiret dilemek üzere babasına söz vermişti. Bu da, (Mümtehine,4) âyetindeki, “Andolsun ki senin için mağfiret dileyeceğim” sözü idi. Bunun delili ise Hasen-ı Basrî'nin, (.......) kavlini, (.......) olarak okumasıdır. Hazret-i İbrâhîm'in babası için mağfiret istemesi demek, babasının Müslüman olmayı kabul etmesi hâlinde ona mağfiret dilemesi için, babasının kendisinden istekte bulunması, anlamındadır veya kendisi sebebiyle af olunacağı İslam'ı ona nasip etmesini istemesi manasındadır. “Ancak babasının Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı.” Yani Hazret-i İbrâhîm'e vahiy yoluyla babasının Allah düşmanı olduğu ve kâfir olarak öleceği bildirilince, Hazret-i İbrâhîm'in umudu kesilmiş oldu. Babasıyla olan bağını kesti, bundan böyle ona mağfiret dilemedi. “Şüphesiz İbrâhîm çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (.......) Yani çok çok şefkatli, acıyan, merhamet duyguları son derece hassas olan, demektir. Manası ise şöyledir: Yani aşırı merhameti, kalbinin yumuşakliği ve rikkati, onu inkârcı olan babası için bile şefkat ve acıma duygularıyla hareket etmeye yöneltiyordu. Hâlim: Belalara karşı dayanma gücü gösterip olağan üstülükle sabır sergilemesi, yapılan eziyetlere karşı bağışlayıcı olması, demektir. Çünkü babası oğlu İbrâhîm'e: “Seni mutlaka taşa tutturup cezâlarıdıracağım” demesine rağmen yine de babası için mağfiret dilemekte idi. 115Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklaymcaya kadar onları saptıracak değildir. Allah herşeyi çok iyi bilendir. (.......) Allah bir topluluğu doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya kadar onları saptıracak değildir. Allah herşeyi çok iyi bilendir. Meselâ müşrikler için af dilemek ve daha başka yasaklamış olduğu şeyler konusunda, sizin bunlardan uzak durmanızı ve kaçınıp sakınmanızı emretmediği, bunların sakıncalı ve günah olduğunu açıklamadığı müddetçe yüce Allah, İslam'a muvaffak kıldığı ve hidâyete erdirdiği kullarını hesaba çekecek değildir, rezil de edecek değildir. Ancak kullarına bu şeylerin sakıncalı olduğunu bildirdikten ve onların da bu şeylerin mutlak anlamda kaçınılması gereken ve uyulması icabeden emirler olduğunu öğrendikten sonra olabilir. Fakat kendilerine durum bildirilip bilgilendirilmeleri sağlanmadan böyle bir şey olamaz. İşte bu, müşriklere mağfirette bulunan kimselerin hesaba çekileceklerinden korkmalarına ilişkin mazeretleri için bir açıklamadır. Burada sakınmaları istenen şeylerden maksat, yasaklanmış olması bakımından sakınılması gereken şeylerdir. Ancak akıl yoluyla sakınılması bilinen şeylere gelince bunlar, herhangi bir şekilde bir şeye mevkuf bulunmamaktadır, tevkifi değildir. 116Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'ındır. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır. (.......) Şüphesiz göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah'mdır. Sizin için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır. 117Andolsun ki Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, peygamberi ve güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Sonra da onların tevbelerini kabul etti. Çünkü o, onlara karşı çok şefkatli, pek merhemetlidir. “Andolsun ki Allah peygamberini affetti.” Yani, savaştan geri kalmak isteyen münâfıklara geri kalmaları için izin veren peygamberini bağışladı. Çünkü yüce Allah peygamberi için: “Ey Peygamber! Allah seni bağışlasın!” (Tevbe,43) buyurmuştur. “Allah, müslümanlardan bir gurubun kalpleri eğrilmeye yüz tuttuktan sonra, güçlük zamanında ona uyan muhacirlerle ensarı affetti. Burada, Muhacir ve Ensar ifadesiyle mü’minler tevbe etmeye teşvik olunmaktalar. Çünkü hiçbir mü’min yoktur ki affa ve mağfiret dilenmeye ihtiyacı olmasın. Hepsi de buna muhtaçtırlar. Bunun için tevbeye teşvik edilmekteler. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kendisi, muhacir ve Ensar bile buna muhtaçtırlar. Ki bu kimseler kendisine zorluk, sıkıntı ve güçlük anında hep yardımcı olmuşlar, yanında yer almışlardır. Âyete geçen, (.......) yani güçlük zamanında, sıkıntı vaktinde ifadesiyle belirtilmek istenen şey, Tebük seferi sırasında, demektir. Mana şöyledir: “Tebük savaşı zamanında..” Burada geçen, (.......) kelimesiyle mutlak zaman ifade edilmektedir. Çünkü kelime bu manada kullanılmaktadır. Çünkü öyle sıkıntılı ve dar bir durumda idiler ki, sefere giderlerken çoğunun biniti yoktu, on kişiye bir tek deve düşüyordu. Yol azığına gelince, hepsi de kurtlanmış, kelebeklenmiş hurmalardan, güve tarafından yenmiş arpa ekmeğinden ve kokmuş yağdan ibâret bulunuyordu. Sıkıntı öyle bir noktaya gelmiş ti ki, yiyecek bir şey bulamadıklarından bir hurma iki kişi arasında paylaştırılıyordu. Çoğu zaman da o hurmayı aralarında dolaştırıp üzerine su içmek için ağızlarında emiyorlardı. Su bakımından da sıkıntı çekiyorlardı. Hatta deve kesip, o devenin işkembesinden çıkan şeyleri sıkarak, ondan çıkan suyu içerlerdi. Mevsim bakımından da sıkıntı çekiyorlardı, çünkü mevsim sıcaklarının en şiddetli olduğu bir zamanda yola çıkmışlardı. Bir de bunlara bağlı olarak kıtlık ve kuraklık yaşanıyordu. ıoÇ (.......) Yani tam de imanda sebat etmekten kalpleri kaymaya yüz tuttuğu bir sırada, demektir. Ya da bu gazvede Resûlüllahne uyma ve onunla beraber savaşa çıkma noktasında kalpleri kaymak üzere iken... anlamındadır. Burada, (.......) kelimesinde şan zamîr durumu vardır. Bundan sonra gelen cümle mahallen mensûb olarak gelmiştir. Meselâ; (.......) Yani, “Allah'ın yarattıkları onun gibi değildir” cümlesi gibi ki bu, (.......) yani, “Allah'ın yarattıklarının durumu onun gibi değildir” demektir. Âyetteki, (.......) fiili, Mûsannif tarafından asıl nüshada, “T” harfiyle, (.......) olarak belirtilmiştir. Bu ise Kisâî'nin, İbn Âmir'in, Ebû Amr'ın, İbn Kesîr'in ve Nâfi'in kırâatidir İlk okuyuş yani (.......) kırâati ise Hamza ile Hafs’ın kırâatidir. “Evet tevbelerini kabul edip onları affetti.” Bu cümle öncekilerini tekit ve pekiştirmek için tekrar olunmuştur. “Çünkü O çok şefkatli onlara karşı pek merhametlidir.” 118Ve (seferden) geri bırakıları üç kişinin de (tevbelerini kabul etti) Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah'tan (onun azâbından) yine Allaha sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek merhamet edendir. “Ve (seferden) geri bırakıları üç kişinin de (tevbelerini kabul etti)” Esasen bu cümle, (.......) takdirindedir. Allah bu üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu, demektir. Bu zatlar Kab İbn Mâlik, Mürare İbn Rebi ye Hilâl İbn Ümeyye idiler. Bu cümle, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır. (.......) Gazaya kâtilmayıp geride kalanlar demektir. “Yeryüzü genişliğine rağmen onlara dar gelmişti.” Yani genişliğine rağmen dünya başlarına dar gelmişti. Aslında bu cümle onların şaşkınlığını ifade eden bir özdeyiş durumundadır. Sanki dünyada kalabilecekleri, karar kılabilecekleri bir yer bulamayıp hep karsız ve ızdırap ve huzursuzluk içinde kalan kimseler gibidirler. “Vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.” Yani vicdanen öylene rahatsız idiler ki, gönüllerinde huzurdan, sevinçten ve mutluluktan eser kalmamıştı. Çünkü toplumun kendileriyle bağları kesmesi sebebiyle artık tasadan ve üzüntüden ötürü aşırı derecede bir yalnızlığa mahkum edilmişlerdi. “Allah'a sığınmaktan başka bir çare olmadığını anlamışlardır.” Allah'ın gazâbından kurtulabilmek için artık Allah'tan mağfiret dilemekten ve af edilmelerini istemekten başka bir çarelerinin ve sığınacak bir yerlerinin olmadığını artık öğrenmiş oldular. “Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti.” Tam elli gün sonra Allah, bunların da daha önce tevbe edip tevbeleri kabul edilmiş olanlar arasında yerlerini “almaları için, kendilerini tevbe etmeye, tevbelerinin kabul edilmesine muvaffak kıldı. “Çünkü Allah, tevbeyi çok kabul eden, pek merhamet edendir.” Ebû Bekir Verrak'tan rivâyete göre, demiştir ki: “Nasuh teybesi: Yani dürüstlükle yapılan en samimi tevbe; genişliğine rağmen dünya başına dar gelen kimsenin ettiği tevbedir. Tıpkı dünya başlarına dar gelen bu üç zatın ettikleri tevbe gibi.” 119Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun. “Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun.” Münâfıklar gibi değil, îman eden mü’minlerle beraber olun veya savaştan geri kalmayanlarla beraber bulunun, ya da Allah'ın dinine bağlılık bakımından niyet, söz ve davramşlarıyla dürüst hareket edenlerle beraber olun. Bu âyet, icmaın hüccet olduğuna delildir. Çünkü âyet bütün mü’minlere sâdık ve dürüst olanlarla beraber hareket etmeyi emretmekte ve sözlerinin kabul edilmesini gerekli kılmaktadır. 120Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevi Araplara Allah'ın Resûlünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa duçar olmaları, kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) başınaları ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine sâlih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah iyilik yapanların mükafatını zayi etmez. “Medine halkına ve onların çevresinde bulunan bedevi Araplara Allah'ın Resûlünden geri kalmaları yakışmaz.” Burada söz konusu edilen nefiyden gaye nehiydir. Gerçi her ne kadar bu konuda bütün insanlar için durum aynı düzeyde ise de, özellikle burada Medine ve civarındaki halkın konu edilmiş olmaları, bunların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e yakın olmaları sebebiyledir. Resûlüllahın çevresinde ve yakınında bulunanlar, onun çıkışından genelde haberdar olabilirler, çıkışı onlardan gizli kalanaz. Bu açıdan özellikle bunlara dikkat çekilmiştir. “Ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz.” Yani Resûlüllahın canına herhangi bir kasıt var olduğunda öncelikle kendi canlarını esirgemeye, korumaya kalkışmasınlar. Yani sıkıntılar, zorluklar ve şiddet karşısında Resûlüllahın canını düşünmeyip kendi canlarını kurtarma yolunu seçemezler. Çünkü her şeye rağmen sıkıntı anında olsun, savaş hâlinde Olsun, başka durumlarda olsun hep onun yanında yer almakla emrolunmuşlardır. Resûlüllahın karşılaştığı ve karşılaşacağı her şiddetin önün de kendilerini siper etmekle, onu koruyup kollamakla emrolunmuşlardır. “Bu yasaklama sebebi” Yani savaşa kâtilmamaktan, geri kalmaktan yasaklanmalarının nedeni; “İşte onların Allah yolunda bir susuzluğa, bir yorgunluğa ve bir açlığa duçar olmaları” Allah yolunda cihadetmek için bunlara katlanmamış, “Kâfirleri öfkelendirecek bir yere (ayak) başınaları” Yani ister süvari olarak atları ve develeriyle ister piyade olarak ayaklarıyla kafirlerin topraklarını çiğneyip ele geçirmek suretiyle, onları kızdırmak, bunalıma sokmak şekliyle zaptetmemiş “Ve düşmana karşı bir başarı kazanmaları,” yani düşman tarafından öldürülmeleri, esir alınrhaları, yaralanmaları, bir taraflarının kırılıp dökülmesi, bozguna uğratılmaları gibi herhangi bir durumla karşılaşmamış olsunlar ki, “Ancak bunların karşılığında kendilerine sâlih bir amel yazılması içindir.” İbn Abbâs'tan -Allah her ikisinden de râzı olsun- rivâyete göre demiştir ki: “Her bir korku ve ürperti için yetmiş bin hasene, sevap vardır. Bir kimsenin başına herhangi bir musibet, bir eksiklik geldiğinde, bir kayba uğratıldığında onun için, “O bundan ötürü elde edeceğini elde etmiştir” denir. Bu ifade başına herhangi kötü bir olay gelen herkes için genel bir kuraldır. Bu hüküm, ayrıca şu hususların da bir delilidir. Bir kimse kabule şayan ve teşekküre değer bir hizmeti ister ayakta, ister oturarak, ister yürüyerek, ister söz veya başka herhangi bir şey ile ve herhangi bir şekilde yerine getirmiş olsun, mutlaka bunlardan ötürü payına düşeni alacaktır. Delili de işte burasıdır. Ayrıca bu şunun için de bir delildir. Orduya takviye için gelen ve fakat savaş bittikten sonra kâtilanlara da ganimetten pay verilir. Çünkü değil midir ki sonradan destek ve takviye için geleft” : leri düşman topraklarına ayak başınakla onları kızdırmışlar, onları çıldırtacak duruma getirmişlerdir, işte bu sebeple takviye olarak gelenler, savaş bitmiş de olsa, ganimetten paylarını alırlar, bunlara hisse verilir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Amir'in iki oğluna ganimetten pay vermişti. Halbuki bunların her ikisi de savaş bittikten sonra gelip orduya kâtilmışlardı. (.......) Kavlinin manası, yani onların topraklarına ayak basılması, onları çileden çıkartır, âdeta çıldırtır, demektir. “Çünkü Allah iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.” Yani bu kimseler ihsan sâhibi kimselerdir, dolayısıyla Allah, onların sevaplarını geçersiz kılmaz, boşa çıkarmaz. 121Allah onları yapmakta olduklarının en güzeli ile mükafatlarıdırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vâdi mutlaka onların lehine yazılır ki, böylece Allah onları, yaptıklarının en güzeliyle mükafatlarıdırmış olsun. “Allah onları yapmakta olduklarının en güzeli ile mükafatlarıdırmak için küçük büyük yaptıktan her masraf'ister bir hurma tanesi vermek gibi az bir yardım olsun, ister Hazret-i Osman'ın sıkıntı ve zorluk çeken ordu için, Tebük seferine çıkacak olan ordu için yapmış olduğu yardım gibi çok büyük bir yardım olsun, Allah'ın kelimesi ve şerî'atının hakim olması için yapılan her harcama, “Ve geçtikleri her vâdi,” yani savaşa gidip gelişlerinde güzergâh olarak her nereye uğramış olurlarsa olsunlar, nereden ve hangi yoldan dönerlerse dönsünler, Buraları yol boyunca geçip gittikleri dağ geçitleri, vadiler, sel için yanlmış olan sel yatakları, evet bütün bu yerler, kayalıklar, tepeler, sellerin yığdığı kum ve çakıllar, Aslında, Vâdi kelimesi aslında” (.......) kelimesinden İsmi faildir ve akmak manasınadır. Nitekim (.......) kelimesi de bu kökten gelen bir kelimedir. Bu, ufak abdestten sonra çıkan beyaz yapışkan sıvı anlamındadır. Genel olarak yaygınlaşan mana yeryüzü, toprak anlamında kullanıldığıdır. “Mutlaka onların lehine yazdır.” Yani yukanda sözü edilen harcama ve geçip gidilen yollar, vadiler... “Böylece Allah onları, yaptıklarının en güzeliyle mükafatlarıdırmış olsun.” Burada, (.......) kavimdeki cer edatı, (.......) kelimesine müteallik bulunmaktadır. Yani onları ödüllendirmek için hesap defterlerinde kayda geçilecektir. Böylece yüce Allah her bir mü’min için yaptığı hizmete karşılık ödüllerin en güzeliyle onu mükafatlarıdıracaktır. Ayrıca bunlara ek olarak da ecirlerinin artması için başka şeyleri de verecektir. 122Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir gurup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. “Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir.” Burada (.......) kelimesinin başında yer alan lam harfi nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek içindir. Yani hepsinin ülkelerini terkedip ilim tahsiline yer vermeksizin topluca savaşa çıkmaları, fesâda ve bozulmaya sebep olacağından doğru değildir. “O hâlde her kesimin büyük bir kısmı savaşa kâtilırlarken, bir takımları da dini ilimlerde geniş ve sağlıklı bilgi kazanmak, dini hükümleri öğrenmek için kalıp ilim tahsil etsinler.” (.......) mademki hepsinin ve herkesin ilim tahsil etmeleri mümkün değildir, o hâlde, (.......) çok olan bir topluluktan, az bir topluluk onların içinden bu işi için aynisin. İlim öğrenmek maksadıyla aynlacak olan bu az sayıdakiler, onlar için yeterlidir. Bu az sayıdakiler ilim uğrunda sıkıntı ve zorluklara katlarısınlar, derin bilgi edinme hususunda gereken gayret ve çabayı göstersinler. “Ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Yani ilim tahsili yapan bu kimselerin gayeleri ve amaçları, toplumlarının kendilerine dönüp gelmeleri hâlinde onları uyarmak ve kendilerini doğru yola iletmek olmalıdır. Başka aşağılık bir maksada yönelik olmamalıdır. Başa geçmek, lider olmak, binitinde ve giyiminde zalimlere benzemeye kalkışmak gibi bir maksatla ilim edinmemelidirler. “Umulur ki sakınırlar.” Sakınılması gereken şeylerden uzak durumlar. Rivâyete göre denilmiştir ki: “Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük seferinden sonra herhangi bir yere bir seriye, bir tim veya bir ordu göndermek istediğinde, özellikle savaştan geri kalanlarla ilgili olarak ağır hükümler içeren âyetlerden sonra asker çıkardığında, mü’minler savaşa kâtilmak ve geri kalmamak için birbirleriyle yansır hale gelmişlerdi. Bundan dolayı hemen hepsi ilim tahsilini bir kenara bıraktılar. İşte bunun üzerine her bir guruptan cihada büyük bir kesimin kâtilması emrolundu. Geride kalanlarının ise dinî ilimlerde derinleşmeleri istendi Böylece asıl en büyük cihat olan ilim tahsilinin arkası kesilmesin istendi. Çünkü delillere dayalı olarak cihad etmek, silah yoluyla yapılacak olan cihaddan daha büyük ve daha önemlidir. (.......) kelimesindeki zamîr, aralarından ayrılıp savaşa çıkan gruptan sonra geride kalanlara râcidir. (.......) yani geride ilim tahsili için kalanlar, savaşa çıkıp gitmiş olan topluluklarının kendilerine dönüp gelmeleri hâlinde onları uyarsmlar, onlar yok iken öğrendikleri bilgileri onlara aktarmaları için. Birinci duruma göre zamîr, ilim tahsili için Medine'de kalan küçük topluma râcidir. 123Ey îman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşırı ve onlar savaş anında sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir. “Ey îman edenler! Kâfirlerden yakımnızda olanlara karşı savaşırı ve onlar savaş anında sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.” Kâfir olup da yakın çevrenizde bulunanlarla önce savaşırı. Aslında yakın olsun, uzak olsun bütün kâfirlere karşı savaşmak farzdır. Ancak önce en yakından başlamak üzere kademe kademe kendileriyle savaşılmalıdır. Önce en yakını, sonra onun ardından gelen ve sonra onun peşinden gelen.... böylece devam eder. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) önce kendi kavmiyle savaşmıştır. Daha sonra da Hicaz bölgesindeki diğer Arap toplumlarıyla savaşmıştır. Bundan sonra Şam'a yönelmiştir. Çünkü Şam, Irak'a ve diğer Arap bölgelerine göre Medine'ye en yakın olan bölge idi. Dolayısıyla her yerdeki Müslümanların savaş stratejileri, ferz olan bu çerçevede olmak üzere en yakınından başlayarak gidilmelidiî. Kendileriyle savaşacağınız toplumlar öncelikle sizin konuşmalarınızda kendilerine karşı bir katılık ve sertlik görmeliler. Savaştan önce ilk olarak bu olmalıdır. Şurasını da bilmelisiniz ki Allah takva sâhibi kullarıyla beraberdir. 124Herhangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: “Bu sizin hanginizin imanını artırdı?” Îman edenlere gelince (bu sûre) onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. “Her hangi bir sûre indirildiği zaman onlardan bir kısmı der ki: “Bu sizin hanginizin imanım artırdı?” O münâfıklar birbirlerine, inen bu sûre hanginizin imanım artırdı, deyip alay ederler. Esasen bu, inkâr anlamında ve mü’minlerle alay için olan bir ifadedir. Âyetteki, (.......) tekit eden, pekiştiren bir sıladır. (.......)ise mübteda olarak merfûdur. Bir başka tefsire göre buradaki birbirlerine sorma ifadesi, mü’minlere âit bir söz olup, kendi aralarında birbirlerini îmana teşvik etmek ve uyarmak maksadıyla söylenmiştir. “Îman edenlere gelince (bu sûre), onların imanlarını artırır” bu kesin olarak ve yakin bir bilgiyle, sebat ederek, Allah'tan korkmalarını fazlasıyla sağlayarak veya inen sureye îman ederek zaten var olan imanlarını daha da artmr, sağlamlaşmasına sebep olur. Çünkü henüz inmesi sebebiyle bütün detaylarını öğrenerek îman etmiş değillerdi. Gelen surelerin ve ayetlerin neler içerdiğini öğrendikçe bağlılıkları fazlasıyla artmış oldu. “Ve onlar sevinirler.” Çünkü mü’minler teklifin ya da sorumluluğun artmasını, beraberinde şerefin de artmasını sağladığını kabul ederek birbirlerini tebrik ederler. 125Kalplerinde hastalık (kâfirlik ve münâfıklık) olanlara gelince, onlarında inkârlarını büsbütün artırır ve onlar artık kafir olarak ölürler. “Onlarında inkârlarını büsbütün artırır.” Eski inkârlarında daha inatla ısrarcı olurlar. “Ve onlar artık kâfir olarak ölürler.” Bu, onların küfürlerinde ve nifaklarında ölene kadar ısrarcı olacaklarını ve öyle öleceklerini bildirmektedir. 126Onlar, her yıl bir veya iki kez (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar. (.......) kelimesini mü’minlere hitap anlamında, (.......) olarak okumuştur. Yani, “siz ey.... görmüyor musunuz?” demektir. Burada sözü edilen denemeden kasıt, kıtlık, hastalık ve benzeri şeylerle imtihan olunmaları anlamındadır. “Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar.” Yani ibret de almıyorlar Ya da Resûlüllah ile beraber cihad ile... İslam devletinde gördükleri gerçeklerden sonra hala tevbe etmiyorlar ve aynı zamanda çarpışmalar sebebiyle başlarına gelenlerden de ders çıkarmıyorlar. 127Bir sûre indirildiği zaman (göz kırpıp alay ederek) birbirlerine bakarlar (ve): (çevreden) sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar, sonra da (sıvışıp) giderler. Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalplerini (îmandan) çevirmiştir. “Bir sûre indirildiği zaman (göz kırpıp alay ederek) birbirlerine bakarlar (ve):” Sırf gelen vahyi inkâr etmek ve'onunla alay etmek için birbirlerine: “(Çevreden) sizi birisi görüyor mu? diye sorarlar.” Müslümanlardan bizi gören var mı ki, artık onları dinlemeye tahammülümüz kalmadı. Gülmekten kendimizi alanıyoruz. Neredeyse aralarında rezil olacağız gibisinden konuşurlar. Ya da münâfıkların kusurlarını ve Müslümanlara karşı yanlışlarını ortaya koyan bir sûre indiği zaman, aralarında birbirlerine işaret ederek: “Peygamberin yanından kalktığınız sırada Sizi Müslümanlardan herhangi bir kimse gördü mü acaba?” diye işaret ve davranışlarda bulunurlar. “Sonra sıvışıp giderler.” Yani Rezil olma korkusuyla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) huzurundan aynlıp giderler. “Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalplerini (îmandan) çevirmiştir.” Anlamak ve kavramak için üzerinde düşünüp tefekkür etmezler. 128Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir. “Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki” O sizin kendi cinsinizden, kendi soyunuzdan biridir, Arap asıllıdır, sizin gibi Kureyş kabilesindendir. “Sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir.” Sizinde aynı aileden olmanız hasebiyle, çekeceğiniz sıkıntı ona oldukça ağır ve zor gelir. Size istenmeyen bir şey olmasından üzülür, sıkıntı duyar ve o sizin azap görmenizde, azâba duçar olmanızdan oldukça endişelidir. “O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” Yani ister siz Araplardan olsunlar, ister başka milletlerden olsunlar hepsine karşı... Bir ifadeye göre de yüce Allah, isimlerinden olan (.......) ve (.......) isimlerini Resûlü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) den başkası için beraberce kullanmış değildir. 129(Ey Resûlüm Muhammed!) Yüz çevirirlerse, de ki: “Allah bana yeter. Ondan başka ilâh yoktur. Ben yalnızca Ona dayanıp güvendim. O yüce Arş’ın sâhibidir. “(Ey Resûlüm Muhammed!) Yüz çevirirlerse “ve sana karşı düşmanca tavır sergilerlerse, “De ki: Allah bana yeter.” Allah'tan yardım iste. İşlerini Ona havale et. Onların utanç verici davranışları karşısında, Allah sana yeter. Onlara karşı Allah senin yardımcındır. “Ondan başka ilâh yoktur. Ben yalnızca Ona dayanıp güvendim.” İşimi Ona havale ettim. “O yüce Arş’ın sâhibidir.” Arş, yüce Allah'ın en muazzam olarak var ettiği, yarattığı şeydir. Allah bunu, gök ehlinin tavaf etmeleri için ve bir de duanın kıblesi olarak yaratmıştır. Âyetin son kelimesi olan, (.......) kelimesi cer ile okunduğu gibi, yine âyette geçen, Azîz ve Celil olan yüce Allah'ın (.......)isminin de sıfatı olarak (.......) şeklinde merfû' okunmuştur. Übeyy İbn Kab'tan rivâyete göre bu âyet, Kur'ân’ın en son olarak inen ayetidir. |
﴾ 0 ﴿