YÛNUS SÛRESİ1Elif. Lâm. Râ. İşte bunlar, vahyedilen hikmetle dolu kitabın (Kur'amn) ayetleridir. (.......) Elif. Lam. Ra. İşte bunlar vahyedilen ve hikmetle dolu olan ilahi kitabın ayetleridir.” Burada surenin ilk âyetinin başında yer ve mukattaa harfleri denilen, (.......) harflerine gelince, bu ve benzeri harfler, kırâat imâmlarından Hamza, Ali Kisâî ve Ebû Amr tarafından imaleli olarak okunmuşlardır. Bu, bir tür, harfleri saymak ve söylemek suretiyle bir meydan okumadır. Yine Âyetteki, (.......) işaret ismiyle, surenin içerdiği ayetlere işaret olunmaktadır. (.......) kelimesiyle de sûre denmek istenmiştir. (.......) Kitabın birçok hikmetleri kapsaması sebebiyle, hikmet dolu, hikmet taşıyan anlamındadır veya yalanın kendisine ulaşmasından uzak, sağlam, ihtilaftan annmış ve korunmuş olan kitap demektir. 2İçlerinden bir adama, “İnsanları uyar ve îman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele” diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki, (peygamber onları uyarınca) o kâfirler, “Bu elbette apaçık bir sihirbazdır” dediler. “İçlerinden bir adama, “İnsanları uyar ve îman edenlere, Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müjdele” diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki.” Bu âyetin başında yer alan, (.......) yani hemze böyle bir şaşkınlık geçirenlerin şaşkmlıklarını yersiz olduğunu reddetmek manasında inkâr anlamında bir soru edatıdır. Bir de bu şaşkınlık geçirenlerin de şaşkınlık hallerini de reddetmektedir. Çünkü asıl şaşılması ve hayret etmeleri gereken konularda değil de şaşmamaları gereken yerde şaşkınlık göstermeleri dikkatlere sunulmaktadır. (.......) kavli, (.......) fiilinin ismidir. (.......)ise bu fiilin haberidir. (.......) kavlindeki “Lâm” harfi, mahzûf olan bir kavle müteallik olup bu da (.......) kelimesinin sıfatıdır. Eğer, (.......) kavli, (.......) kelimesine takaddüm etseydi bu takdirde, (.......) kelimesi hâl olurdu. (.......) kavli, (.......) takdirindedir veya buradaki, (.......) müfessiredir. Çünkü vahyedilmede kavil manası, yani söylemek, demek gibi manalar bulunmaktadır. (.......) kavli de, (.......) demektir. (.......) kavlinde bulunan “lâm” harfinin manası ise şöyledir: “Onlar, onu, kendisinden hayret edilecek, şaşkınlık duyulacak bir hayret ve şaşma aracı kabul ettiler, öyle değerlendirdiler.” Özellikle bunların kendisi sebebiyle şaşkınlığa düştükleri şeyin, bu vahyin bir beşere, bir insana gelmesi sebebiyledir. Özellikle de büyük olarak kabul ettikleri liderlerinden herhangi birine değil de kabileleri içerisinde böyle basit birine vahyin gelmesine hayret etmektedirler. Çünkü bunlar kendi sakat düşüncelerine göre şöyle gerekçeler uyduruyorlardı ve diyorlardı ki: “Allah, Allah! Allah elçilik görevini verecek birini bulamadı da bula bula Ebû Talib'in yetimini mi buldu?” Aynı şekilde Hazret-i Peygamberin onlara ölümden sonra diriltileceklerini hatırlatmasını, onları cehennem ateşiyle korkutup uyarmasını, cennetle müjdelemesini hep şaşkınlıkla karşıladılar. Halbuki bunların hiçbirisi hayret edilecek ve şaşkınlık gösterilecek şeylerden değildirler. Çünkü toplumlara ve milletlere gönderilen peygamberlerin hepsi yine onların içinden olan onlar gibi kimselerdi. Bir de herhangi bir yetim veya yoksulu peygamber olarak gönderilmesi de hayret uyandıracak bir durum değildir. Çünkü yüce Allah, peygamberliği, ancak onun sebep ve şartlarını taşıyanlara verir, peygamberlik için bunları seçip tercih eder. Dünyadaki zenginlikler, ileri düzeyde bir yerler edinmiş olmak, peygamber olmanın sebep ve şartlarından değildir. Kişinin yaptığı iyilik ve kötülüklerinin karşılığını bulabilmesi için diriltilmesi de, bizzat en büyük hikmet gereğidir. Evet bunlar nasıl olur ki, şaşılacak şeyler olabilsinler? Asıl şaşılması gereken ve akıl bakımından kabul edile meyecek olanı, insanın dünyada yaptıklarının karşılığını bir başka âlemde görmeyeceği iddiasıdır, yanlışliğidır. (.......) Kavli, öne geçmek, ileriye varmak, başkalanndan üstün olarak öne geçmek, değer ve fazilet sâhibi olmak ve faziletçe başkalannı geçmek, yüksek derece ve mertebe manalarınadır. Nasıl ki koşmak ve geçmek ayak ile, yürümekle sağlarııyorsa, bu bakımdan güzel koşular ve gayretler için de burada ayak kelimesi zikredilmiştir. Çünkü Arapça'da ayak kelimesi olan (.......) kelimesi burada geçmektedir. (.......) kelimesi de doğruluk demektir. (.......) yani, “Doğruluk ayağı” ile şike yapmadan hileye sapmadan doğruluk üzere olanlar için Allah katında manen tırmanacakları yüksek mertebe ve makamlar vardır, demektir. Burada da Müsabaka koşuda geçiş ayak ile sağlanır. Dolayısıyla burada mecâzî manada kullanılmıştır. Nitekim, “El” kelimesi ve “Kulaç” kelimesi de nimet diye adlarıdmlmıştır. Çünkü kişi alış-veriş yapmak istediğinde bütün bunları eliyle verir, alır, satar ve alışverişini yapar. Nitekim Araplar bir deyim olarak, (.......) denir ki, bu, “Filân kimsenin ayağı hep hayır yolundadır” anlamında söylenir. Âyette ayak yani (.......) kelimesinin, doğruluk yani (.......) kelimesine izafesi ise, bunun faziletinin çok daha üstün olduğunu anlatmak ve göstermek içindir. Bunun büyük dereceler kazandıran yanşlardan olduğunu anlatmaktır. Ya da bu, doğruluk, dürüstlük, sadakat makamıdır yanı “Makam-ı Sıdk'tır.” Ya da saadete ulaşmak, mutluluğu elde etmek için olan en güzel yanştır. “(Peygamber onları uyarınca) o kâfirler, “Bu elbette apaçık bir sihirbazdır” dediler. Burada, (.......) kavliyle hem kitaba ve hem Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a işaret olunmaktadır. Yani: “Bu kitap gerçekten apaçık bir büyü kitâbıdır, bu Muhammed de düpedüz bir büyücü” demektir. Medine, Basra ve Şam kırâat okulları mensupları âyette geçen, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuşlardır. Buna göre apaçık bir büyü olan şey Kitap Kur'ân demek olur. Ancak, âyette geçtiği gibi, (.......) olarak kırâat edenlere göre bunun Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne işaret olunmuş olur. “Bu da, onların âciz kaldıklarını bir delili ve delilidir, bir itirafıdır, kaldı ki bunun kitabı bir büyü, Resûlüllah’ın de bir büyücü olduğu iddialarında da yalancı oldukları gerçeği yanında bu da onların itiraz ve acziyet delilidir. 3Şüphesiz ki sizin Rabbiniz (yaratanımız, yaşatanınız ve terbiye edeniniz) gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri (yerli yerince) idare ederek arşa yerleşendir. Onun izni olmadan hiç kimse şefâati olamaz. İşte özellikleri size anlatıları o güç, Rabbiniz Allah'tır. O hâlde O'na kulluk edin. (bunca delile rağmen Allah'ın ibâdete layık olduğunu) hâlâ düşünmüyor musunuz? “Şüphesiz ki sizin Rabbiniz (yaratanımız, yaşatanınız ve terbiye edeniniz) gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da işleri (yerli yerince) idare ederek arşa yerleşendir” Âyetteki, (.......) burada, (.......) manasınadır. Deyyan olan yüce Allah'ın mekândan münezzeh, uzak ve beri olduğunu, Hak Ma'bût olan Allah'ın bir şeyle sınırlarıdırmaktan da aynen uzak ve beri olduğunu kesin olarak aktarmaktadır. “her işi yerli yerince idare ederek çekip çeviren Allah'tır.” Âyetteki, (.......) kelimesi, hikmeti gereği hükmeder, takdir buyurur demektir. Yani bütün yarattığı varlıkların her işini, göklerin ve yerin, Arş'ın hükümranlığını, Melekütunu düzenler, idare eder. Yüce Allah, azametini ve varlığının yüceliğini gösteren gökleri, yeri ve Arş'ı burada zikredince hemen bunun peşinden de, daha fazlasıyla azametine delalet etmesi açısından bu cümleye, “her işi yerli yerince idare ederek çekip çeviren Allah'tır.” cümlesine yer verdi. Çünkü Onun kazasının, takdirinin ya da hükmünün dışında cereyan eden hiçbir şey, ama hiçbir şey asla sözkonusu değildir, olamaz. Nitekim bunu izleyen şu kavli de bunu gösterir: “Onun izni olmaksızın hiçbir kimse şefâatçi olamaz.” Bu da Onun İzzetinin ve Kibriyasmın, yücelik ve Azametinin delilidir. “İşte Rabbiniz,” İşte bu nitelikler ve özelliklerle tanınan en yüce Rabbiniz, “O güç Rabbiniz Allahtır!” ibâdet olunmaya layık olan Rabbiniz Allah işte budur! “O hâlde O'na kulluk edin.” Onu birleyin, yarattığı şeylerden hiçbir zarar ve yarar sağlamayacak olan cansız varlıklar bir yana, insan olsun, melek olsun bunlardan da hiçbirini asla ortak koşmayın. “(Bunca delile rağmen Allah'ın ibâdete layık olduğunu) hâlâ düşünmüyor musunuz?” Hâlâ bu iş üzerinde dikkatle eğilmeyecek misiniz? Böylece maslahattan ve yarar sağlayan şeyleri ele alarak bu yoldan hareketle size fayda sağlayan, sizi doğruya yönelten, ıslah edenin varlığı hakkında düşünüp akıl yormayacak mısınız? 4Hepinizin dönüşü ancak O'nadır. Allah (bunu size) bir gerçek olarak vadetmiştir. Çünkü O, halkı önce yaratır, sonra da îman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları öldürüp kendisine) geri çevirir. Kâfir olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azap vardır. “Hepinizin dönüşü ancak O'nadır.” Bu Âyetteki, (.......) kelimesi hâldir. Yani, “nihâyetinde başkasına değil, sadece Ona döneceksiniz. O hâlde o buluşmaya hazırlıklı olunuz.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, dönüş veya dönüş yeri manasına gelir. “Allah (bunu size) bir gerçek olarak vadetmiştir.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlinin müekked mastarıdır. Nitekim, (.......) kelimesi de, (.......) kavlinin müekked mastarıdır. “Çünkü O, halkı önce yaratır, sonra da îman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları öldürüp kendisine) geri çevirir.” Bu bir istinaf cümlesidir, yeni bir cümledir. Manası da, Allah'a dönüşün mutlak manada gerekli olduğu gerçeğinin illetini ya da sebebini bildirmektir. “Böylece îman edip iyi işler yapan kullarını adaletle ödüllendirsin için.” Yani ilk defa yaratması ve sonradan onları yeniden dirilterek hayata kavuşturmasının hikmeti, mükellef olan kimseleri, yaptıkları amellerin ya da işledikleri şeylerin karşılığını bulabilsinler içindir ki, bunu da adalet ile sağlayıp yerine getirecektir. (.......) kavlinin başında yer alan (.......) cer edatı, (.......) fiiline müteallik bulunmaktadır. Yani adaletiyle onlara mükâfat vermek ve ecirlerini eksiksiz olarak sunmak için” manasındadır. Ya da, “Onların adil davranmaları ile” demektir. Yani “îman ettikleri zaman adil davrandıklarına, zulme sapmadıklarında, güzellikle îman üzere sebat ettiklerinde” gibi manalara gelir. Çünkü Allah'a ortak koşmak yani şirk de zulümdür, zulmün ta kendisidir, demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Gerçekten şirk, en büyük zulümdür.” (Lokman, 13) İşte bu âyet, bundan sonra gelen şu kısmı daha net olarak açıklamış bulunmaktadır: “Kâfir olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve acıklı bir azap vardır.” Yani “İnkar ettikleri şeyler sebebiyle” kavlini en iyi açıklayan Lokman suresinin bu ayetidir. 5Güneşi ışıklı, ayı da parlak kıları, yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için ona (aya bir takım) menzille takdir eden O'dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır. “Güneşi ışıklı, ayı da parlak kıları, yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için ona (aya bir takım) menzille takdir eden O'dur.” Âyetteki, (.......) kelimesinin aslı vav harfiyle (.......) idi. Dolayısıyla buradaki (.......) harfi (.......) harfinden dönüştürülen bir harftir. Çünkü vav harfinin makabli yani öncesi meksur olduğundan daha uygun görülmüştür. Ancak kırâat imâmlarından Kunbul bu harfi hemzeye dönüştürerek (.......) olarak okumuştur. Çünkü bu hareke bakımından çok daha güzeldir. Işığın kendisi, nura kaynaklık etmesi bakımından aydınlıktan daha güçlüdür. Bu açıdan güneşi ışık kaynağı olarak gösterdi. “Yılların sayısını ve hesabı bilmemiz için ona (aya bir takım) menzille takdir eden O'dur.” Burada, (.......) kavli, ayı takdir eden, yani ayın gidişine menzillerini takdir buyuran demektir. Ya da, “Ayı menzillerine sahip olarak takdir buyuran” manasınadır. Bu tıpkı Rabbimizin şu kavli gibidir: “Aya ise, ona da bir takım menziller, yörüngeler belirledik.” (Yasin, 39) “Yılların sayısını.... bilmeniz için” kavline gelince, bunun hem yılların ve hem ayların sayısın bilip öğrenmeniz için demektir. Burada sadece yılları belirtmekle yetinilmesi, yılların içerisinde o ayların yer alması sebebiyledir. “ve hesabı...” kavli ile de, aylar ve yıllar olarak belirlenmiş olan süre hesaplamalarını, takdir edilen zamanları, ecelleri belirlemeniz için demektir. “Allah bunları ancak bir gerçeğe, (ve hikmete) binaen yaratmıştır.” Ki bütün bunlar bir hikmete göre yaratılmışlardır. Hiçbirisini Allah boşuna yaratmış değildir. “O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır.” Yani bilip bunlar üzerinde düşünüp bununla yararlanabilecek olanlar için açıklar. Kırâat imâmlarından Mekkî, Basra okulu mensuplarıyla Hafs, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Fakat bunlar dışında kalan imâmlar ise (.......) harfiyle, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. 6Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde (onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır. “Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında)” Bu ikisinden herbirini ötekisini ardımdan hemen gelmesinde veya reklerinin farklıliğinda, birinin karanlık, diğerinin aydmlık olmasında, “Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde” tüm yaratmış ve var etmiş olduğu şeylerde, “(Onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır.” Burada özellikle “(Onu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için” ifadesine yer verilmiş olması, âhiret hayatı bakımından sakmanların ve bu konuya titizlik ve hassasiyet gösterenlerin bunlar olmasındandır. Çünkü bir şeyden hep dikkat üzere olan ve titizlik duyan kimse, o noktaya daha çok dikkat etmeye bakar ve daha fazlasıyla ona önem verir. 7Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gâfil olanlar yok mu? “Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler,” haddi zatında böyle bir şeyin olacağına hiç inanmayan ve ihtimal de vermeyenler, bunu hiçbir zaman hatırlarına getirmeyenler, esasen bu gerçekleri düşünmekten, hakikatleri anlamaktan gaflete düşüp de aymayanlardır. Ya da, saadete erenlerin bize iyi ve güzel bir şekilde kavuşacaklarını düşünüp davrandıkları gibi, bize güzel olarak ulaşacaklarını, bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler, demektir. Yahut da, aslında korkmaları gerektiği hâlde bizimle kötü bir şekilde karşılaşacaklarından korkmayanlar, demektir. “Dünya hayatına râzı olup” dünya hayatını âhiret hayatına tercih edip, fani ve geçici olan azı, sürekli ve bâkî olan çoğa tercih edip, “Onunla rahat bulanlar” Hiç ondan bir endişe ve rahatsızlık duymayanların durumu gibi buna ısınıp, bununla huzur içinde kalanlar, sağlam binalar inşa ederek uzun uzun yıllar yaşayacakları beklentisini taşıyanlar, “Ve âyetlerimizden gâfil olanlar yok mu?” İşte bunlar o âhiret hayatını düşünüp tefekkür etmezler. Âyetin bu son kısmında, (.......) kelimesi üzerinde vakfedilmez, durulmaz. Çünkü bu âyetin başında geçen, (.......) edatının haberi bundan sonra gelen âyettir. 8İşte onların kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden var olacakları yer ateştir! “İşte onların kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varolacakları yer ateştir.” Burada (.......) mübtedadır. (.......) ise ikinci mübtedadır. (.......) kelimesi bunun haberidir. Cümle ise bütünüyle ilk mübteda olan, (.......) kavlinin haberidir. (.......) daki (.......) harfi mahzûf olan bir kelimeye ma'tûftur. Çünkü cümle bunu göstermektedir. Mahzûf olan bu kelime de, (.......) kelimesidir. 9Îman edip güzel işler yapanlara gelince, îmanları sebebiyle Rableri onları nimet dolu cennetlerde, alt tarafından ırmaklar akan (saraylara) erdirir. “Îman edip güzel işler yapanlara gelince, îmanları sebebiyle Rableri onları nimet dolu cennetlerde, alt tarafından ırmaklar akan (saraylara) erdirir.” Burada, (.......) kavli, Yani, “Allah kendilerini îmanları sebebiyle en doğru gidiş ve giriş yolu olan doğruluğa, istikamete sevkeder.” Çünkü bu yol kişiyi sevaba götürür. Bunun içindir ki, “Saraylarının altından ırmaklar akan” ibâresi bunun açıklaması ve tefsiri kılınmıştır. Çünkü bir kimsenin saadete götürecek olan bir sebebe sarılması demek, tıpkı oraya ulaşmak demektir. Ya da bunun manası, “Allah onlara, imanlarını nuru sayesinde cennetin yolunu gösterir, onları cennet yoluna yönlendirip sevkeder” demektir. Nitekim şu hadis de bu gerçeği bildirmektedir; “Şüphesiz mü’min kimse kabrinden çıktığında, amelî, onun için güzel bir şekilde şekillendirilip gösterilir. Bu durumda ameli ona şöyle der: Ben, senin işlediğin amelinim. Bu durumda ameli hemen onun için yol gösteren bir aydınlık olarak alıp onu cennete götürür. Kâfir bir kimse de kabrinden ditilip çıktığında onun da ameli kötü bir surette şekillendirilip karşısına çıkartılır. Ameli ona der ki: Ben, senin dünyada iken işlediğin amelinim. Onu alır ta cehenneme kadar götürür.” Bak. İbn Cerir, Tefsîr,11/88. İşte bu da, sadece mücercet anlamda îman etmiş olmanın da, kişinin kurtulacağının delilidir. Çünkü âyette, “îmanları sebebiyle” buyurulmakta ve buna sâlih amel şartı da eklenmemiş olmaktadır. (.......) burada, (.......) fiiline müteallik bulunmaktadır. Veya, (.......) kavlinden hâldir. 10Onların oradaki duası “Allahım seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz” (sözleridir) Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise “selâm” dır. Onların dualarının sonu da şudur: “Hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur.” “Onların oradaki duası “Allahım seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz” (sözleridir).” Âyette geçen, (.......) kavli mealde de belirtildiği gibi, onların duaları demektir. Çünkü, (.......) kavli yüce Allah'a bir sesleniştir. Bunun da manası: “Allah'ım! Biz seni takdis ve tenzih ederiz, teşbih ederiz” demektir.” Yani onlar; (.......) kavliyle, bundan haz duyarak, ibâdet maksadıyla ve ibâdet olarak değil, sırf içlerinden öyle geldiği için hep Allah'ı anar dururlar. “Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise “selâm” dır.” Ya kendi aralarında birbirleriyle karşılaşmaları selâmlaşma iledir, dolayısıyla birbirlerini hep selâmlayıp dururlar. Ya da melekler tarafından kendilerine selâm verilmesi manasınadır. Burada mastar mefule izafe olunmuştur. Yahut da bizzat yüce Allah'ın onlara selâm vermesi, tahiyyesidir. “Onların dualarının sonu da şudur: “Hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur.” Cennettekilerin bir tür teşbihleri demek olan oradaki son duaları ve sözleri de, “Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun” sözü olur. Yani: “Hamd âlemlerin Rabbi Allah'a âittir” ifadesi olur. Burada bulunan, (.......) yani şeddeli olan harften hafifeye yani şeddesizliğe dönüştürülmüş olan harftir. Bunun aslı ise, (.......) idi. zamîr de şan yani dikkat çekme zamîridir. Bir başka tefsire göre de, cennettekilerin cennette ilk sözleri teşbih yani (.......) olur, son sözleri de tahmid yani (.......) olur. Böylece Allah'a tazimle, Onu eksikliklerden beri kılmakla söze giriş yaparlar ve şükür ile senada bulunmakla da sözlerini noktalarlar. İşte bu ikisi arasında diledikleri gibi konuşur dururlar. 11Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde (kendi başlarına) bırakırız. “Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi,” Esasen bunun aslı, (.......) idi. Burada, (.......) kavli yerine, (.......) kavlinin konulmuş olması, yüce Allah'ın hemen onlara çabuk bir şekilde icabet etmesi gerçeğini hissettirmek içindir. Burada esasen kendilerinden söz edilenler ise müşrik olan Mekke halkıdır. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: “....Üzerimize gökten taş yağdır.” (Enfal,32) Yani, “onların istedikleri hayır ve çıkar için isteklerini hemen yerine getirip onlara cevap verdiğimiz gibi, istedikleri kötülüğü ve belayı derhal vermiş olsaydık” “Elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu.” Mutlaka öldürülürler ve helâk edilip sonları getirilirdi. Kırâat imâmlarından İbn Âmir burada geçen, (.......) kelimesini meçhul iken malum olarak okumuş ve: (.......) diye kırâat etmiştir. Bu da Azîzi ve Celil olan Allah'tır. “Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz, azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde (kendi başlarına) bırakırız.” Mütereddit bir hâlde bırakınz. Bu cümlenin öncesiyle bağlarıtılı olması yönü ve irtibat durumu şöyledir: (.......) kavli, aynı zamanda acele etmeme, hemen karşılık vermeme manasını da taşımaktadır. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Biz onlara kötülüğü, belayı vermekte aceleci davranmadık, öldürüp hayatlarına son vermedik. Onları içinde bulundukları sarhoşluk ve dünyanın baş döndüren debdebesi içerinde şaşkın bir hâlde bırakıverdik.” Yani onlara biz süre tanıdık, mühlet verdik, üzerlerine bol bol nimetler sunduk, azgınlık, sapıklık ve sapkınlıklarına rağmen refah içinde yaşattık. Bütün bunları yarın kendilerine susturucu mahiyette hüccet ve delil sunmak içindir. 12İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zarann giderilmesi için) bize dua eder, fakat biz ondan sıkıntısını kaldınnca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi. “İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder.” Âyetteki, (.......) kavli, iki halin atıf olunabilirliği deliline dayalı olarak hâl yerinde gelmiştir. Yani, (.......) kelimelerinin bunun üzerine atfı sebebiyle bu, hâl olarak gelmiştir. Yani: “yan yatarak da dua eder” demektir. Bütün bu ifadelerin burada yer almasının yararına gelince; yani sıkıntı içerinde kalmış ve bunalım geçiren biri her halükârda dua hâlindedir. O, kendisinde var olan o sıkıntı geçene kadar hiç ama hiç ara vermeksizin hep dua eder durur. O hangi durumda ve hangi konumda olursa olsun hiç ara vermeksizin hep dua eder. İster oturmaktan âciz kalıp da yanı üzere uzanırken olsun, ister ayağa kalkmaktan âciz kalıp da oturduğu hâlde olsun veya ayağa kalkabildiği hâlde yürüyemez durumda olsun, bütün hallerinde hep dua eder, yakan durur. “Fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca,” yani o sıkıntısını izale edip önlesek, ortadan kaldırsak, “Sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider.” Yani ilk durumu gibi, sanki başına hiçbir şey gelmemişçesine, olanlardan kendisine bir ders çıkarmaksızm aynen yoluna devam eder durur. Sıkıntı içerisinde kıvrandığı anları ve günleri unutur. Ya da artık o yalvarma, yakarma konumunu unutur, o tazarru hâlini hatırlamaz ve ona bir daha dönmez. Sanki daha önce hiç öyle bir yola başvurmamış, sanki hiç Allah'a yakarmamış gibi durumunu sürdürür. Burada esasen, (.......) kavli, (.......)idi. Şeddeli durumdan şeddesiz duruma getirildi ve şan yani dikkat çekme zamîri de hazfedildi. “İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi.” Çünkü şeytan, onlara verdiği vesvese ile yapıp ettiklerini onlar için iyi ve güzel şeyler imiş gibi gösterir. Allah'ı anmaktan yüz çevirmeyi, kâfirlerin peşi sıra gitmeyi şeytan onlara hep cazip olarak sunar. 13Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mu'cizeler getirdiği hâlde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk etti. Zaten onlar îman edecek değillerdir. İşte biz suçlu kavimleri böylece cezâlarıdırırız. “Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mu'cizeler getirdiği hâlde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk etti.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavlinin zarfıdır. “Peygamberleri kendilerine mu'cizeler getirdiği hâlde.” Âyetin bu kısminin baş tarafında bulunan vav harfi hâl içindir. Yani peygamberleri kendilerine apaçık mu'cizeler, belgeler getirdikleri hâlde onlar peygamberleri yalanlamak suretiyle kendilerine zulmettiler. “Zaten onlar îman edecek değillerdi.” Yani helâk edilmeyip de bâkî kalmış olsalardı yine de inanacak değillerdi. Çünkü Allah onların küfür ve inkârcılıklarında ısrarcı olduklarını biliyordu. Bu cümle de, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır ya da bu bir itiraz cümlesi yani parantez cümlesidir. (.......) kavlindeki Lam harfi ise nefyi yani olumsuzluğu pekiştirmek içindir. Yani onların helâk edilme sebepleri, peygamberlerini yalanlamış olmaları yüzündendir. Zaten Allah da biliyor ki, peygamberlerini onlara gönderdikten ve îman etmeleri gereği konusundaki hüccetleri gösterdikten sonra, artık kendilerine bir mühlet verilmesi, bir süre tanınması faydasızdır. “İşte biz suçlu olan kavimleri böylece cezâlarıdırırız.” Bu ifade, Mekke halkının Resûlüllahnü yalanlamalarından ötürü, onların bu suçlarına karşılık bir tehdittir. 14Sonra da, nasıl savranacağmızı görmemiz için onların ardın dan sizi yeryüzünde halîfe kıldık (onların yerine sizi getirdik) “Sonra da, onların ardından sizi yeryüzünde halîfe kıldık” Burada muhatap alınan toplum, kendilerine peygamber olarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in gönderildiği toplumdur. Yani, Biz, daha önce helâk ettiğimiz toplumların yerine sizi geçirdik, demektir. “Nasıl savranacağmızı görmemiz için.” Yani bakıp görelim, acaba sizler iyi işler mi yapacaksınız, yoksa kötü şeyler mi? Dolayısıyla sizin yapıp ettiğiniz ve edeceğiniz işlere göre size muamelede bulunalım. Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kavliyle değil, (.......) kavliyle mahallen mensûbtur. Çünkü burada istifham manası yani sorgulama anlamı, amilinin kendisine takaddümüne manidir. Bu takdirde mana şöyle olmaktadır: “Siz şu anda bizim kontrolümüz ve gözetimimiz altındasınız. Yapın bakalım acaba ne yapacaksınız? Geçmişinize bakarak onlardan kendiniz için ders çıkarıp ibret mi alacaksınız? Yoksa şuandaki durumunuza aldanıp yanlışta ısrar mı edeceksiniz? Hangisi olacak göreceğiz? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz dünya hem tatlı, hem de bahar havasında yeşil bir bahçedir. Şüphesiz Allah sizi dünyada, sîzden önce geçenlerin yerine geçirmiş, halîfe ya da onların halefi kılmıştır. O hâlde nasıl işler yaptığınıza ve yapacağınıza şöyle bir bakacaktır.” Müslim, Zikir, 2742/99. Tirmizî, 2191. İbn Mâce, 4000. Ahmed İbn Hanbel, Müsned; 3/19. 15Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman (öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler; ya bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir” dediler. De ki: onu kendiliğimden değiştirmem venim için olancak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem büyük günün azâbından korkarım.” “Onlara âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman” Burada geçen, (.......) kelimesi hâldir. “(Öldükten sonra) bize kavuşmayı beklemeyenler” yani putlarının ve puta tapmalarının Kur'ân tarafından yerilmesinden kızıp öfkelenenler, ki bu tehdit aslında hakkı tanımayanlara yöneliktir.-: Bize bundan başka bir Kur'ân getir -yani bizi öfkelendirmeyecek, çığırdan çıkarmayacak başka bir Kur'ân getir ki sana uyalım- ya da bunu değiştir - yani azap âyetleri yerine rahmet içeren âyetler, içinde ilâhlar ifadesinin yer almayacağı ve o ilâhları yermeyecek olan âyetler getir-'dedi.” İşte bunun üzerine, böyle bir değişiklik konusunda onlara cevap verilmesi emri kendisine verildi. Bilindiği gibi böyle bir değiştirmeyi insan yapabilir, bu onun kudreti dahilindedir. Bu da azap âyetleri yerine rahmet âyetlerini koymak ve tanrılarını yeren bir şeye yer vermemekle olabilir. Ancak burada Resûlüllah aldığı emir ve uyan gereği, onlara şöyle denmesi istendi: “De ki: onu kendiliğimden değiştirmem venim için olancak şey değildir.” Böyle bir işi kendi kafama göre yapmam bana helâl değildir, bu, benin yapabileceğim bir şey değildir. “Ben bana vahyolunandan başkasına uymam.” Ben herhangi bir ilâveye veya çıkarmaya gitmeksizin, bir değişiklik yapmaksızın sadece Allah'ın bana gönderdiği vahye uyanırı, buna uymak zorundayım. Çünkü size getirdiğim bu şeyler, benim kendiliğimden getirdiğim bir şey değil ki değiştirme imkânım olsun. Ben asla böyle bir şey yapmam, yapamam. “Çünkü Rabbime karşı isyan edersem, büyük günün azâbından korkarım.” Eğer böyle bir değiştirme işini kendiliğimden, kafama göre işleyecek olursam, o dehşetli kıyamet gününün azâbından korkanın. Bu Kur'ân'dan başka bir Kur'ân getirme isteği, insanın yapabileceği bir şey değildir. Bu, onun güç yetiremeyeceği bir şeydir. Böylece onlar için, bunun apaçık bir mu'cize olduğu gerçeği de ortaya çıkmış oldu. Fakat buna rağmen onlar bundan âciz olduklarını bir türlü itirafta bulunmuyor ve kabullenmiyorlardı. Ancak sadece şöyle demekle yetiniyorlardı: “Eğer isteseydik biz de bunun gibisini söylerdik.” (Enfal, 31) Vahiy bakımından bunların, (.......) kavliyle böyle bir şey demek istedikleri ihtimali yoktur. Çünkü Rabbimizin, (.......) kavli bu gerçeğe işaret etmektedir. Ancak bunların böyle bir isteğe kalkışmalarındaki asıl amaçları bir hile, bir tuzaktır. Mevcut hak olan Kur'ân’ın değiştirilip yerine bir başka Kur'ân getirilme istekleri ise, burada bu inkârcıların, “Bu Kur'ân'ı sen kendin uydurdun” diye düşünmelerinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla sen kendin bunu uydurduysan, elbette bunu değiştirmeye de gücün yeter, öyleyse onun yerine başkasını getir, onu başkasıyla değiştir, demek istiyorlar. Onu değiştirme istekleri ise, içinde bulundukları durumu denemek içindir. Eğer böylece onu değiştirme gibi bir durum sergilerse, bu takdirde de ya Allah onu helâk eder ve böylece kendileri de ondan kurtulmuş olurlar, ya da helâk etmez, ancak bu durumda da onlar için bir alay ve eğlence konusu olur. Çünkü Hazret-i Peygamberin Kur'ân'da değişiklik yapması hâlinde bunu, bu defa onun aleyhinde bir hüccet olarak kullanacaklar ve onun Allah'a karşı yalan uydurduğunu böylece doğrulamış olacaklardır. 16De ki: eğer Allah dileseydi onu size okumazdım. Allah da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz? “De ki: eğer Allah dileseydi onu size okumazdım.” Yani o Kur'ân'ı okuyup anlatmamı Allah istedi, Onun dilemesiyle ben okuyup anlatiyorum. Bunun açıklarııp ortaya konması olağan üstü, şaşılacak bir hâldir. Düşünün bir kez, hiç okuma ve yazması olmayan, hiçbir öğrenim de görmemiş, hiçbir ilim adamıyla karşılaşmamış olan bir adam ortaya çıkacak ve bu adam size gayet açık, net ve fasih bir kitap okuyacak, işte bu cidden şaşkınlık ve hayret uyandıracak bir şeydir. Hem de her fasih ve güzel söze de baskın gelecek, harikalar üstü bir harika olacak. Bütün nesirleri, bütün nazımları ezip geçecek ve hem de ilimlerin hem esaslarıyla hem de ikinci derecede olanlarıyla dopdolu bulunacak, metotlar taşıyacak. Bir de yalnızca Allah'ın bileceği ve Ondan başka hiçbir kimsenin bilmeyeceği, bilemeyeceği gayp lardan, bilinemezlerden haber verecek... buna hiç şaşılmaz mı? “Allah da onu size bildirmezdi.” Yani bu Kur’ân'ı benim ağzımdan, benim dilimden Allah size bildirmezdi. “Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum.” Yani Kur'ân henüz inmeden önce ben yine aranızda idim. Yani ben bundan önce tam kırk yıl aranızda yaşadım, içinizden biri olarak bulundum. Bütün bu zaman zarfında size böyle bir şey getirip sundum mu? Ben buna kâdir değilim, aynı zamanda ben şu veya bu manada bir ilme, bir beyana sahip biri olarak da tanınmış değilim, böyle bir özelliğim de yoktur. Bunları düşünmeden, kalkıp bir de Kur'ân'ı benin uydurduğumu söylüyorsunuz, beni bununla töhmet altına sokuyorsunuz. Bu, olacak şey değildir. “Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” O hâlde iyice bilin ki, bu Kur'ân sadece Allah katındadır ve Onun tarafından indirilmedir. Benim gibisinden olan bir şey değildir, İşte bu, onların kurdukları tuzaklarına, desiselerine bir cevaptır. Çünkü onlar: (.......) (Yûnus, 15) kavlinin içerisin de veya altında bunu demek istiyorlardı. Yani Allah'a iftira uydurmayı ona izafe etmeye çalışıyorlardı. 17Öyleyse kim Allah'a karşı yalan uydurandan veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalimdir! Bilesiniz ki suçlular asla anmazlar! “Öyleyse kim Allah'a karşı yalan uydurandan” İhtimal ki bu ifadeyle müşriklerin Allah'a karşı yalan uydurmaya kalkışmaları anlatılmak isteniyor. Çünkü rrfüşrikler, yüce Allah için, Onun ortağı var, O çocuk sâhibidir türünden iftiralar uyduruyorlardı. Böylece ona izafe ettikleri iftiradan bir fayda sağlasınlar ihtimali de vardır. “Veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalimdir!” İşte bu ayetten anlıyoruz ki, ister Allah'a karşı yalan uyduranlar olsun, ister Onun âyetlerini inkâr ve yalanlamak suretiyle karşı çıkanlar olsun, hepsi de küfür ve inkârcılıkta eşittirler. “Bileşimiz ki suçlular asla anmazlar!” 18Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve: bunlar, Allah katında bizim şefâatçilerimizdir, diyorlar. De ki: “Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” “Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar” Putlara tapmamaları, onlara ibâdeti terketmeleri hâlinde zarar vermeyecek ve veremeyecek, ibâdet ve kulluk etmeleri durumunda da onlara bir fayda sağlamayacak olan şeylere tapıyorlar. “Ve: bunlar, Allah katında bizim şefâatçilerimizdir, diyorlar.” Yani dünyada ve dünya maişetinde bizim yardımcılarınıızdır, derler. Çünkü bunlar öldükten sonra dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi zaten kabul etmiyor, buna îman etmiyorlar. Hatta bir âyette de onların durumları şu şekilde bildiriliyor: “Onlar,'Allah ölen bir kimseyi diriltmez'diye olanca güçleriyle Allah adına yemin ettiler.” (Nahl,38) Ya da eğer yeniden dirilme ve huzura toplanma varsa, bunlar kıyamet gününde bize şefâatçi ve aracı olacaklardır, derler. “De ki: “Siz Allah'a göklerde ve yerde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyor sunuz?” O taptıklarınızın Allah katında şefatçı olacaklarını mı haber vermek istiyorsunuz? Bu, Allah'ın hâşâ bilmediği bir şeyi Ona haber vermek anlamında bir ifadedir. O bütün âlemleri bilen tek zât olduğu hâlde eğer o bilmeyecekse, bu demektir ki bir şey olmayacaktır. Halbuki böyle bir durum imkân dışıdır. Bir de âyette yer alan: “Göklerde ve yerde” kavli bu nefyi reddetmek içindir. Çünkü eğer herhangi bir şey bu ikisinde yok ise, demektir ki o şey yoktur. “Hâşâ! O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” Burada Allah zatının, bir ortağının olmadığını bildirerek, zâtını şerikten tenzih ediyor, uzak ve beri kılıyor. Kırâat imâmlarından Hamza ile Ali Kisâî, (.......) kelimesini (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Buradaki, (.......) edatı da mavsuledir ya da mastariyedir. Yani; “Allah'a ortak koştuklarından münezzehtir” demektir. Ya da; “Onların kendisine ortak koşmalarından münezzehtir” demektir. 19İnsanlar sadece bir tek ümmetti, sonradan aynlığa düştüler. Eğer (azâbın ertelenmesi ile ilgili) Rabbinden bir söz (ezeli bir takdir) geçmemiş olsaydı, aynlığa düştükleri konuda heen aralarında hüküm verilirdi. (Derhal azâb iner ve işleri bitirilirdi.) “İnsanlar sadece bir tek ümmetti.” Hepsi Hanif idiler, yani tek ilâh inancına sahiptiler. Tek bir dine bağlı bulunuyorlardı ve aralarında herhangi bir ihtilaf ve aynlık da yoktu. Bu ise Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) döneminde idi. Bu hâli ta ki Kabil tarafından Habil öldürülünceye kadar devam etmişti. Yahut da Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) tufanından sonra idi. Çünkü yüce Allah tufan ile yeryüzünde hiçbir kâfir bırakmamıştı. “Sonradan ayrılığa düştüler.” Daha sonraları ayrılığa düşerek farklı inançlar edindiler, dinlere sahip oldular. “Eğer (azâbın ertelenmesi ile ilgili) Rabbinden bir söz (ezeli bir takdir) geçmemiş olsaydı, ayrılığa düştükleri konuda heen aralarında hüküm verilirdi. (Derhal azâb iner ve işleri bitirilirdi.) Aralarında anlaşamadıkları, ihtilafa düştükleri konuda acilen hüküm verilmiş olurdu ki bu sayede, hak ile bâtıl birbirinden ayırt edilmiş olsun. Ancak bir hikmet gereği, bunu kıyamete erteleme konusunda sözü vardır. Bu söz de, “Bu dünya sorumluluk taşıma yeridir, âhiret yurdu ise buna göre sevap ya da cezânın uygulandığı yurt oluşu” ile ilgili sözüdür. 20Ona (Muhammede) Rabbinden bir mu'cize indirilse ya! Diyorlar. De ki: gayb ancak Allah'ındır. Bekleyin (bakalım) ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. “Ona (Muhammede) Rabbinden bir mu'cize indirilse ya! diyorlar?” Yani istedikleri âyet ya da mu'cizelerden herhangi bir âyet ya da mu'cize... “De ki: gayb ancak Allah'ındır.” Yani bu istediğiniz şey gayb ilmiyle alâkalı bit husustur. İstenilen âyetleri ya da mu'cizeleri indirmeye mani olan şeyi sadece Allah bilir, başkası değil. “Bekleyin (bakalım)” İstediğiniz şeyin indirilmesini bekleye durun bakalım. “Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” İnadınız yüzünden ve mu'cizeleri, âyetleri inkâr etmeniz sebebiyle Allah'ın size neler yapacağını ben de bekleyip göreceğim. 21Kendilerine dokunan (kıtlık ve hastalık gibi) bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet (esenlik) tattırdığımız zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır. De ki: Allah'ın tuzağı daha süratlidir. Şüphesiz elçilerimiz kurduğunız tuzakları yazıyorlar. “Kendilerine dokunan (kıtlık ve hastalık gibi) bir sıkıntıdan sonra insanlara bir rahmet (esenlik) tattırdığımız zaman “bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların bir tuzağı vardır.” Yani âyetlerimiz hiçe saymak, onları inkâr etmek için bir takım hileli yollara başvururlar. Rivâyete göre yüce Allah Mekke halkına yedi yıl kıtlık ve açlık tattırmış, neredeyse bu yüzden helâk olmakla yüz yüze gelmişler. Daha sonra yüce Allah, onlara yağmur vererek merhametini göstermişti. Fakat yüzleri Allah'ın rahmeti sayesinde bolluk görünce, buna rağmen Allah'ın âyetlerine karşı tavır aldılar, dil uzatmaya kalkıştılar. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne de düşmanlıklarını sürdürerek, onun aleyhinde tuzaklar kurdular. Âyette geçen birinci, (.......) şart içindir, ikincisi ise bunun cevabıdır ve aynı zamanda (.......) manasınadır. Yani “Ansızın, bir de bakarsın ki, bir de görürüsün ki, hemen ve derhal” gibi manalar taşır. Bu tıpkı şu âyette geçen (.......) edatı gibidir. “Eğer yaptıkların dan dolayı başlarına bir musibet, gelirse derhal ümitsizliğe düşüverirler.” (Rum, 36) işte bu âyette geçen, (.......) edatı da böyledir. Yani kendilerine bir kötülük gelirse, hemen umutlarını keserler. İnsanlara bir genişlik tattırdığımız zaman da hemen tuzak kurmaya kalkışırlar. (.......) Mekr: Hile ve tuzak kurmak, gizlice dolaplar çevirmek demektir. Bu ifade hep kötü yollara gizliden gizliye giden kadın ya ela cariye, kötü huylu kadın, kişinin arkasından dolaplar çevirip hile yapan kadın ya da cariye. Âyette geçen, (.......) kavli, yani kendilerine bulaşan bir şeyin kötü etkileri görülene ve onu hissedene kadar o şeyin onlara kanşması ve bulaşması manasınadır. “De ki: Allah'ın tuzağı daha süratlidir.” Burada yüce Allah, (.......) diye buyurdu ve İslâm düşmanlarını böyle hızlı tuzak kurmakla, davranmakla nitelemedi. Çünkü bunun sebebi, müfacee diye adlarıdırıları, (.......) kelimesi zaten bu manaya delalet etmektedir. Sanki şöyle der gibidir: “Sıkıntıdan sonra kendilerine esenlik ve rahmet verdiğimiz kimselerse, hemen bir hile yoluna giriştikleri görülür, henüz başlarını çekmekte oldukları sıkıntı, musibet ve zorluktan, kurtarmazdan önce hile yollarını aramaya başlarlar. “Şüphesiz elçilerimiz kurduğunız tuzakları yazıyorlar.” Bu kavliyle yüce Rabbimiz, onların gizli diye sandıkları şeyin Allah için gizli olmadığı bildirmektir. Ve Allah sizden intikam alacaktır. Kırâat imâmlarından Sehl, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur. 22Sizi karada ve deniz de gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar; her yerden onlara dalgalar hucüm eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da; dini yalnız Allah'a halis kılarak: “Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükr edenlerden olacağız” diye Allah'a yalvarırlar. “Sizi karada ve deniz de gezdiren Odur,” Sizi, gerek yaya olarak, gerekse hayvanlarla taşıtarak, denizlerde gemilerle uzun mesafeler katetmenize kâdir olarak yaratan Allah'tır. Ya da sizde yürüme özelliğini yaratan, hareket etme gücünü var eden Odur. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur. “Hatta siz gemilerde bulunduğunuz” Gemi ve vapurlarla. “O gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman” Burada, (.......) kavliyle muhataba olan hitaptan, (.......) kavliyle de gaip olana ifade yöneltilmiştir ki, bu türden bir ifade mübalağa içindir. (.......) yani yumuşak esintili hoş ve tatlı bir rüzgar. (.......) Yani esen o rüzgâr ile mutlu ve sevinçlidirler. Çünkü çok yumuşak ve tatlı olarak esmektedir. Yönü istenilen istikamettedir. “O gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar” Ya da o tatlı tatlı esen rüzgârı. Yani çok şiddetli bir fırtına ve kasırga, büyük ve şiddetli bir esinti gelir yakalar. Çünkü, (.......) bu manalara gelir. “Ve her yerden onlara dalgalar hücum eder.” (.......) yani dalga su yüzeyinde fırtına yüzünden kabarıp yükselen tehlikeli su kütlesi ki buna dalga denmektedir. “Her taraftan veya her yerden” ifadesi, yani denizin dört bir yanından veya dalgaların geldiği bütün yerlerden, demektir. “Ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da,” Yani artık helâk edildiklerini, yok olacaklarını, kurtulamayacaklarını sanırlar. Dikkat edilirse burada düşman tarafından kuşatılmayı burada onların helâk edilmelerine bir örnek olarak getirmiştir. Yani yok edilişte bunlar tıpkı düşman kuşatması altında kalmış olanların durumuna benzetilmiştir. “Dini yalnız Allah'a halis kılarak, Allah'a yalvarırlar” Yani artık hiçbir şeyi ve gücü Allah'a ortak koşmazlar. Çünkü bunlar artık böyle bir durumda Allah ile beraber bir başkasına yakanp dua etmezler, edemezler ve şöyle derler: “Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız.” Mutlaka senin nimetlerine şükrede, sana îman eden, sana itaatte bağlılık gösterip bu yol üzere devam eden kimselerden olacağım. Eğer, nasıl oluyor da, (.......) kavli, (.......) kavlinin gayesi kılınmış olabilir, diyecek olursan, durum öyle değildir. Çünkü gemide olmak, denizde hareket etmenin gayesi kılınmış değildir sadece. Ancak, (.......) edatından sonra gelen şart cümlesinin bütünü affolunduğu şeylerle beraber bu hükümdedir. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Bu olay meydana geldi, şunlar ve şunlar oldu. Yani deniz fırtınasının ya da rüzgann çıkışından tutunda, dört bir taraftan dalgaların birikmesi, helâk olacaklarını düşünmeleri, kurtuluş için dua etmeleri gibi bütün hususlar buna dahildir. Nitekim, (.......) edatının cevabı, (.......) kavlidir. (.......) kavlinden bedeldir. Çünkü bunların dua ediş nedenleri, kendilerinin helâk olacaklarının zorunlu bir sebebidir, bunun gereklerindendir. O da ona bağlıdır ve onunla iç içedir. 23Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey İnsanlar! Sizin taşkınliğinız ancak kendi aleyhinizedir; (bununla) sadece fani dünya hayatının menfaatini elde edersiniz; sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmak ta olduklarınızı size haber vereceğiz. “Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar.” Bozgunculuğa koşuyorlar, hem de haksız yere, gerçeklen kabul etmeyerek, bâtıla saparak. “Ey İnsanlar! Sizin taşkınliğinız ancak kendi aleyhinizedir” Yani sizin zulmünüz sonunda size dönecektir. Bu tıpkı Rabbimizin şu kavli gibidir: “Kim iyi bir iş yaparsa bu, kendi lehinedir. Kim de kötülük ederse kendi aleyhinedir.” (Fussilet,46) “Bununla sadece geçici dünya hayatında menfaatini elde edersiniz.” Kırâat imâmlarından Hafs, (.......) kelimesini âyette görüldüğü gibi “Ayrı” harfinin fethasıyla okumuştur. Yani “onlar dünya hayatının menfaatiyle yararlanırlar” demektir. (.......) kavli de, (.......) kavlinin haberidir. Hafs dışındaki kırâat imâmları (.......) kelimesini, (.......) kavlinin haberi olarak (.......) kavlini de bunun sılası yani ilgi cümleciği kabul etmişlerdir. Bu tıpkı, (Kasas,76) âyetinde geçen, (.......) kavli gibidir. Manası ise şöyledir: Ya da bu, haberdir, (.......) kelimesi de haberden sonra bir diğer haberdir. Yahut da (.......) zamîridir. Yani; “O dünya hayatının geçici bir menfaatidir” demektir. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Sevap açısından karşılığı derhal verilen şey, sıla-ı rahîmdir, akraba ile bağları koparmamaktır. Cezâlarıdırma bakımından karşılığı hemen verilen kötülük ise, azıp sapmak, taşkınlık etmek ve yalan yere yemin etmektir.” Hafız İbn Hacer, bunun İshak tarafından Müsned'inde tahriç olunduğunu söylemektedir. Bak.Haştyetu'l-Keşşaf, 2/339 Yine rivâyet olunduğuna göre şöyle buyurulmuştur: “İki kimse vardır ki, Allah onların cezâlarını hemen dünyada vermekte acele eder; birisi taşkınlık etmek, diğeri de ana ve babaya ezada bulunmaktır.” Yine Hafız diyor ki bu rivâyeti İshak Müsned adlı eserinde tahriç etmiş ve ayrıca Taberânî de zikretmiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf, 2/340 İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyete göre diyor ki: “Eğer bir dağ, bir başka dağa karşı taşkınlık ve haksızlık etmiş olsaydı, şüphesiz taşkınlık ve azgınlıkta bulunan dağ darmadağın olurdu.” Muhammed İbn Kab'tan rivâyete göre demiştir ki: “Üç özellik var ki, kimde bu üçü bulunursa, bunun cezâsı ve vebali ona döner: “İlki haddini aşmak, taşkınlık etmek, ikincisi de verdiği sözü ve ahdi bozmak, üçüncüsü ise tuzak kurup başkalannı aldatmaktır.” Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Taşkınliğinız ve haksızlık etmeniz sadece kendi aleyhinizedir.” (Yûnus, 23). Başka bir âyetinde de Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer.” (Fâtır,43) Yine yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur.” (Fetih, 10) Dikkat edilirse hadiste geçen her üç maddeye de âyetlerle delil getirilmiştir. “Sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz.” Size yaptıklarınızı bildirecek ve bu yaptıklarınıza göre de cezâlarıdıracağız. 24Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer. Nihayet yeryüzü zinetini takınıp, (rengarenk) süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sâhibi olduklarını sandıkları bir sırada, bir gece veya gündüz ona emrimiz (afetimiz) gelir de onu sanki dün yerinde yokmuş gibi kökünden kopanlarak biçilmiş bir hale getiririz. İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz. “Dünya hayatının durumu, gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki,” Buluttan indirdiğimiz... “İnsanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri o su sayesinde gürleşip birbirine girer.” Yani hububat, meyveler ve sebzeler ve hayvanların yiyecekleri olan otlar birbirlerine kanşarak sarmaş-dolaş, iç içe bir hâl alırlar. “Nihayet yeryüzü zinetini takınıp, (rengarenk) süslendiği ve” Bitkilerle, türlü türlü renklerle süslenip bezendiği... Burada geçen, (.......) kelimesi aslında, (.......) idi. Bu kelimede (.......) harfi, “Z” harfine idğam olunmuştur ve bu fasih bir kelâmdır, cümledir ve görüldüğü gibi kelime, (.......) olmuştur. Yeryüzü bir geline benzetilerek, yeryüzü süsünün, bezemesini takındı, denmiştir. Nitekim bir gelin de, her türden renklerle bezenmiş olan değerli giysilerini giyinip başkaca renklerle de bezenince böyle söylenir. “Sahipleri de onun üzerinde kudret sâhibi olduklarını sandıkları bir sırada” Bunların sağlayacağı menfaatlerden gayet emin oldukları, meyvelerini devşireceklerine, ürünlerini de kaldıracaklarına tam da kanaat getirdikleri bir anda, “Bir gece veya gündüz ona emrimiz (afetimiz) gelir de” Yani tam ürünlerini toplayacakları, ekinlerini biçeceklerine güven sağladıkları, artık ürünlerimiz kurtuldu diye güven içinde kesin bir kanaate sahip bulundukları bir sırada, bir takım afetler ve felaketler yüzünden ekinlerinin yok olması olayı gerçekleşir. “Kökünden kopardarak biçilmiş bir hale getiririz.” Yani sanki biçilmiş, kökünden sökülüp atılmış ekili araziye benzer bir durma getiririz. “Onu sanki dün yerinde yokmuş gibi.” Sanki o ekinleri, ürünleri hiç orada ekilmemiş, yok imiş gibi olur. Yani bir şey kalmaz. Burada mutlak olarak muzafın hazfi vardır. Çünkü doğru bir mananın çıkması için bu, gereklidir. Âyette yer alan, “dün” ifadesi yakın bir zamanı anlatmak maksadıyla bir temsildir. Yani, “Sanki az önce burada hiçbir şey yokmuş gibi” denilmiş gibidir. “İşte iyi düşünecek kavimler için âyetlerimizi böyle açüdıyoruz.” Belki bu verilen örneklerden yararlanırlar. Bu benzetme mürekkep teşbih tütündendir. Çünkü burada dünyanın çarçabuk geçivereceğinin durumu, nimetlerinin gelişmesinden sonra yok olacağı hâli, kuruyup yok oluşta, birbiriyle sarmaş-dolaş olup gürleştikten sonra moloza dönüşmeleri, yeryüzünün bütün bunlarla yeşile bezenme hâlinin kararıp dökülmeleri hep yeryüzündeki bitkilere benzetilmiştir. Bu teşbihin ya da benzetmenin hikmeti şu noktaya dikkat çekmek içindir; hayatın o ilk dönemleri, o berrak ve tertemiz anları gençliğe, bula nık, yıkık dökük halleri de yaşlılık haline benzer. Nitekim suyun en temiz ve en berrak olanı, kabın en üst kısmmdadır, dibi bularııktır, tortu ve çökelti ile doludur. Nitekim Şâir ne güzel söylemiştir: Ömür; ilk demi, şarabın ilk demi olduğunu bilmez misin? Önü; saf ve berrak, sonu; bularıık ve kirli; görmez misin? İşin aslı şundan ibâret bulunmaktadır: Şu çamurdan bedenin dünya ve din maslahatlarıyla bezenmesidir. Tıpkı bitkilerin değişik renk ve özellikte birbiriyle sarmaş-dolaş olmaları gibi. Tertemiz ve güzel olan tiynet ya da toprak veya çamur, insap bahçelerini ve ruh rayihalarını, gizelliklerini, zühd çiçeğini, asil üzüm asmalarını, sevgi tohumlarını, hakikat bahçelerini, tarikat güllerini, gelinciklerini bitirir, meydana gerir. Kötü ve çorak olan toprağa gelince; tek tük aykırı söğüt, ve zayıf ot, köksüz bitki, tuzak dikenleri, cimrilik tohumlarını, helâk olma ve felaket odunlarını ve hindiba gibi bitkileri çıkarır. Sonra da artık yok oluş zamanı gelir. Tıpkı ekinlerin biçme zamanının geldiği gibi. Böylece haya tı kararıp bozarmaya yüz tutar, tıpkı bitkilerin sararmaya yüz tutması gibi. O meydana çıkan boyu da toprak içerisinde yok olup gider. Sanki dün o hiç var olmamış gibi kaybolur gider. Ta ki yeniden gelecek olan ilk baharda ortaya çıkacağı zamana kadar görülmez. Tekrar ortaya çıkış zamanı gelene kadar. Yani insan da aynen böyledir, doğar, gelişir, büyür, yaşlanır ve sonunda ölür, toprakta kaybolur, zamanı geldiğinde yeniden dinlerek hesap için huzura getirilir. Nitekim dünya malı da tıpkı suya benzer. Azı faydalı ve fakat fazlası helâk edici, yok edicidir. Bu bakımdan azığın alınması mutlak anlam da gereklidir ama, suyun da fazlasını mutlaka terketmek, bırakmak gerekir. Nasıl ki suyu alan bir kimse, ıslanmaksızm alanaz ise, malı alan da zelleden, kusurdan ve hatadan annamaz. Mal biriktirmek ve onu elde tutup saklamak sâhibinin telef olmasına ve helâkine neden olur. „ Nisaptan az olan mal, derin olmayan suya benzer. İnsan herhangi bir tedbir almaksızın o suyu geçebilir. Nisap miktarı var olan mal ise geçiş noktaları arasında nehrin yer aldığı bir yola benzer. Dolayısıyla bu geçiş noktalarını geçebilmek ve kurtulmak için mutlaka bir köprüye gerek bulunmaktadır. İşte bu köprü zekâttır. Onun tamiri ve üzerinde geçilebilmesi için de gerekli olan malzemeyi atmak için, köprüyü kurmak için gayret gösterme yani çokça sadakalar vermek gerektir. Eğer atıları köprünün harcı bozuk ise, bozulmaya yer tuttuğu andan itibâren de, o yığınlar hâlinde biriktirilmiş olan köprü mallarının dalgaları onu batınr, yok eder. İşte bundan dolayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Zekât, İslâm'ın köprüsüdür.” Taberânî, M. Kebir, M. el-Evsat. Mecmauz-Zevaid;3/62 Nitekim mal ve zenginlik, genelde daha çok aptallığa, bunamaya ve ahmaklığa sebeptir. Bir soyluluğa, asalete değil. Çünkü su, katı, sert ve çorak olan toprak üzerinde birikip toplanmaz. Su, ancak yumuşak topraklar üzerinde, çukur ve alçak yerlerde birikip toplanır. Nitekim fazla mal edinmek ancak çok çok çalışmak ve aşırı bir şekilde yorulmakla, bir de cimrilikle kazanılır. Nitekim suyun önüne geçmek ve akışını durdurmak için de set çekmek gerekir. Ancak böyle toplanır. Sonra da yok olur, telef olur gider, tıpkı avuçtaki suyun durmayıp kaybolduğu gibi o da yok olur. 25Allah kulları esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir. “Allah kulları esenlik yurduna çağırıyor” Âyette yer alan, “Daruşselâm” kavli mealde de belirttiğimiz gibi cettir. Yüce Allah cenneti, kendi isimlerinden olan, “Selâm” ismine muzaf kılmakla ona olan tazimi ve önemi belirtmektedir. Yahut da burada geçen, “Selâm” kelimesinden maksat, selâmet yurdu demektir. Çünkü cennete girenler, orada asla bir sıkıntı ile karşılaşmayacaklar ve her türlü hoşnutsuzluktan emin olacaklardır. Bir tefsire göre de, orada aralarında açıkça selâmlaşmayı yaygınlaştırmalarından ve meleklerin onlara selâm vermelerinden ötürü bu isim verilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Orada söylenen, yalnızca,'Selâm, Selâm'dır.” Vakıa,26 “Ve O, dilediğini doğru yola iletir.” Allah dilediklerini islam'a muvaffak kılar veya Sünnet yoluna iletir. Esasen davet geneldir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) nün dilinden yol gösterilmekle bu olabilmektedir. hidâyete gelince bu, peygamberi gönderenin bir lütfü ve ikramı gereği onu muvaffak kılmasına ve inâyetine has olan özel bir durumdur. Mana şöyledir: “Allah bütün kullarını Darus-selâm denilen cennete davet ediyor, ancak oraya hidâyete ermiş olanlardan başkası giremez.” 26Güzel (davrananlara daha güzel) karşdık, bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir) işte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır. “Güzel (davrananlara daha güzel) karşılık” Allah ve Resûlüne îman etmek... suretiyle en güzel sevap yani cennet vardır. “Birde fazlası vardır.” Burada geçen bu (.......) kelimesiyle Azîz ve Celil olan yüce Allah'ı görme ödülü, denmek isteniyor. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir, Huzeyfe, İbn Abbâs, Ebû Mûsa Eş'arî ve Ubade İbn Samit'ten -Allah hepsinden râzı olsun- de bu şekilde rivâyet olunmuştur. Kimi tefsirlere göre: “Müfessirlerin icmaına göre, âyette geçen, “Ziyade” (.......) kelimesi, Yüce Allah'a bakmaktır.” Suhayb'ten gelen rivâyete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Cennet ehli cennete girdiklerinde, her eksiklikten münezzeh olan yüce Allah: “Sizin için daha fazla olarak artırmamı istediğniz bir şey var mı?” diye buyuracak, onlar da: “Rabbimiz! Sen bizim yüzlerimizi ağartmadın mı? Sen bizi cehennem ateşinden kurtarıp cennete koymadın mı?” diye cevap verirler. Ravi diyor ki; işte bu sırada yüce Allah aradaki perdeyi kaldıracak ve kulları da cennette Allah'a bakıp duracaklar. Şüphesiz cennettekilere, Rablerine bakmaktan daha sevimli ve daha üstün olan bir mükâfat verilmiş değildir. İşte sonra da bu, (.......) kavlini okudu. Müslim, 181. Tirmizî, 2552. İbn Mâce,187. Ahmed İbn Hanbel, Müsned:4/333 Ancak Keşşaf sâhibi Zemahşerî'ye şaşmak gerek. Çünkü o da bu hadisi zikretmiş ama, bizim burada verdiğimiz ibâre ile değil, bir de: “Bu mevzu ya da Merku'yani şuradan buradan derlenip toparlarıarak bir araya getirilmiş bir hadistir, demiştir. Halbuki hadis merku'yani mevzu değil, aksine merfûdur. Çünkü “el-Mesabiyh” sâhibi bunu Sıhah eserinde zikr etmiştir. Bir tefsire göre de, âyette geçen, “Ziyade” kelimesi, kulların gönlündeki sevgidir” denmiştir. Bir diğer tefsire göre de bu, Allah'tan mağfirettir ve Onun hoşnutluğudur, denmiştir. “Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de horluk (gelir)” Âyette geçen, (.......) kelimesi, içinde kara lekeler bulunan toz, toprak demektir. Zillet ise, aşağılanma demektir. Zaten mealde de bunlara yer verilmiştir. Buna göre mana şöyledir: “Cehennem ehlini kaplayan o kötü hallerin hiçbirisi cennet ehlini sarmaz, onlara böyle bir kötülük bulaşmaz” demektir. “İşte asıl cennetlik olanlar bunlardır. Onlar cennetten bir daha çıkmamak üzere ebedî kalacaklardır.” 27Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezâsı misli iledir. Onları zillet kaplayacaktır. Onları Allah'a karşı koruyacak hiç kimse yoktur. Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar da cehennem ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. “Kötülük yapanlara gelince, kötülüğün cezâsı misli iledir.” Burada,.(.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Yani bu, (.......) demektir. (.......)ise şirk çeşitleri, türleri manasınadır. “Kötülüğün cezâsı misli iledir.” Burada, (.......) kavlindeki “B” harfi zâidedir. Bu mana itibariyle Rabbimizin şu kavline benzer: “Bir kötülüğün cezâsı ona denk bir kötülüktür.” (Şura,40) Ya da bu, “kötülüğün cezâsı ya da karşılığı onun misliyle takdir olunmuştur” demektir. “Onları zillet kaplayacaktır. Onları Allah'a karşı koruyacak hiçbir kimse yoktur.” Yani hiçbir kimse onları Allah'ın gazâbından, cezâlarıdırmasından koruyamayacaktır. “Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür.” Yani bunların üzerlerine gece karanlığından bir örtü kılınmış gibidir. Yani onların yüzleri kapkaradır. Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur ve bu kelime aynı zamanda, (.......) kelimesinin ikinci mefulüdür. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ali Kisâî bu kelimeyi, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da, “Hûd: 81” âyeti olan, (.......) kavline göredir. Bu kırâate göre, (.......) kelimesi, (.......) kelimeşinin sıfatıdır. Birinci kırâate göre ise bu kelime, (.......) kelimesinden hâldir. Bunda amil ise, (.......) kelimesidir. Çünkü, (.......) kavli, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Yani bunun mevsûf üzerinde etki etmesi, tıpkı sıfat üzerinde etkili olması gibidir. Yahut da, (.......) kavlinde bulunan fiil manasından dolayıdır. “İşte onlarda cehennem ehlidirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” 28Onların hepsini bir araya toplayacağız, sonra Allah'a ortak koşanlara: “Siz ve koştuğunuz ortaklar yerinizde bekleyin” diyeceğimiz gün artık onların (putlarıya) aralarını tamamen ayırımsızdır. Ve onların ortakları (putları) derler ki: “Siz bize ibâdet etmiyordunuz. “Onların hepsini bir araya toplayacağız.” Yani kâfirleri de, başkalannı da bir araya toplayacağız. Burada geçen, (.......) hâldir. “Sonra Allah'a ortak koşanlara: “Siz ve koştuğunuz ortaklar yerinizde bekleyin” diyeceğimiz gün.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) demektir. Yerinizden aynlmayın, ta ki size nelerin yapılacağını görene kadar burada bekleyin. (.......) zamîriyle, (.......) kavlindeki zamîr tekit olunmuştur. Çünkü bu, (.......) kavli yerine geçmektedir. Ayrıca, (.......) kavli de bunun üzerine ma'tûf bulunmaktadır. “Artık onların (putlarıya) aralarını tamamen ayırmışızdır.” Onları bir araya getirmeyeceğiz, yakmlarıyla bağlarını keseceğiz. Dünyada aralarında var olan ilişkiye son vereceğiz. “Ve onların ortakları (putları) derler ki: “Siz bize ibâdet etmiyordunuz.” Allah'tan başka tapındıkları akıl sâhibi olan varlıklar veya putlar -ki Allah onları konuşturacaktır- onlara: Siz ancak şeytanlara tapmıyordunuz, çünkü Allah'a eş ve ortak koşmanızı size emrediyorlardı. Siz de onlara itâat ediyordunuz, diyeceklerdir. Bu husus Rabbimizin, (Sebe: 40-41) âyetlerinde ifade edilen şu gerçeği dile getirmektedir. Rabbimiz burada şöyle buyuruyor: “O gün Allah, onların hepsini toplayacak; Sonra meleklere: Size tapanlar bunlar mıydı?'diyecek. Melekler de: Sen yücesin, bizim velimiz onlar dep, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı'diyecekler.” 29“Bu yüzden bizimle sizin aramızda şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz ki biz sizin (bize) tapmanızdan tamamen habersizdik.” “Bu yüzden bizimle sizin aramızda şâhit olarak Allah yeter. Şüphesiz ki biz sizin (bize) tapmanızdan tamamen habersizdik.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) demektir. (.......) kavli temyizdir. (.......) edatı sakileden yani şeddeli hâlden hafıfletilmiştir. (.......) kavimdeki Lam harfi de bununla nefiy için olanı arasındaki farkı belirtmek içindir. 30Orada herkes geçmişte yaptıklarını karşısında bulur. Artık onlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülmüşlerdir. Uydurmakta oldukları şeyler (bâtıl tannları) da onları terkedip kaybolmuştur. “Orada herkes geçmişte yaptıklarını karşısında bulur.” İşte o yerde, o alarıda ve o zamanda. Burada mekân ismi istiâre yoluyla zaman ismi yerinde zikredilmiştir. Her nefis yaptığına karşılık denenir, yaptıklarının karşılığını tadar ve nasıl olduğunu öğrenir: Yani yaptıkları çirkin mi güzel mi? faydalı mı zararlı mı? kabul edilebilir mi yoksa ret mi edilir? Zeccâc diyor ki: “Her nefis önceden gönderdiğin bilecek.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) olarak okumuşlardır. Yani daha önce işlediklerini izler, onlara tabi olur, onun peşinden gider. Çünkü onu, cennete veya cehennem ateşine götürecek, bu konuda kılavuzluk edecek olan işlediği amelidir. Ya da amel defterinde iyilik ve kötülük olarak neler yazılmış ise onları oradan okuyacak. Nitekim Ahfeş'ten de böyle gelmiştir, böyle aktanlmıştır. “Artık onlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülmüşlerdir.” Sizin Rububiyeti sâdık olan Rabbiniz Allah'a döndürüleceklerdir. Çünkü müşrikler, Onun Rububiyetine lâyık olmayan şeyleri ona ortak koşmuşlar ve kendilerine Rububiyet lâyık olmayanlara Rablık isnad etmişlerdir. Ya da onların hesaplarını ve sevaplarını ele alıp değerlendirecek olan zât, asla hiçbir kimseye zulmetmeyecek, haksızlıkta bulunmayacak olan Adil Allah'a döndürülecektir. “Uydurmakta oldukları şeyler (bâtıl tannları) da onları terkedip kaybolmuştur.” Allah'ın ortaklarıdır, diye ileri sürdükleri putları onları bırakıp ortalıktan kaybolmuşlardır. Ya da yalan olarak uydurdukları ve bu tannlar bizim için şefâatçi, aracı olacaklardır, diye ileri sürdükleri bütün şeyler boşa çıkmıştır, gerçekliği olmamıştır. 31Resûlüm! De ki: size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hakim) bulunuyor? Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor? (Her türlü) işi kim idare ediyor? “Allah” diyecekler. De ki: Öyle ise (Ona asl olmak tan) sakınmıyor musunuz? “Resûlüm! De ki: size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâlik (ve hakim) bulunuyor?” Bu hayret verici olan fıtrat ve yaratılışta istenilen güzellikte ve düzeyde kulakları ve gözleri yaratmaya, böylene güzel bir şekilde ve uygun olarak yerli yerince yerleştirmeye kim güç yetirebilir? Kim buna kâdir olabilir? Ya da uzun süren zaman dilimleri içerisinde onları tehlikelerden, afetlerden koruyup kollayan ve muhafaza eden kimdir? Çünkü her iki organ da hassas organlardırlar, en basit ve en ufak bir şeyden zarar görebilirler. O hâlde onları bütün bu hassaslıklarına rağmen böylene koruyan kimdir? “Ölüden diriyi kim çıkarıyor, diriden ölüyü kim çıkarıyor?” Yani canlıları, yavrulan, ekinleri, îman edenleri ve bilginleri nutfeden, yaratıp var eden kimdir? Yumurtayı, daneyi, kâfir ve câhili ye bunların aksi şeyleri var eden kimdir? “(Her türlü) işi kim idare ediyor?” Bütün bu âlemin işlerini, her şeylerini çekip çeviren, düzene koyan kimdir? Dikkat edilirse önce özel olarak tek tek varlıkları saydı, sonra de genel bir ifade ile “var olan her şeyi” ifadesini buyurdu. “Allah” diyecekler.” Senin kendilerine sorman hâlinde sana şöyle cevap vereceklerdir: “Bütün bunlara kâdir olan, güç yetiren yegâne zât bizzat yüce Allah'ın kendisidir.” “De ki: Öyle ise (Ona asl olmaktan) sakınmıyor musunuz?” Kullukta Ona başka şeyleri ortak koşmaktan hala korkmuyor musunuz. Çünkü sizler Allah'ın Rab olduğunu itirafta bulundunuz. 32İşte o, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O hâlde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz? “İşte o, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır.” Yani kudreti ve gücü bu olan zât sizin Rabbiniz olan Allah'tır. Onun Rabliği kesin ve sabittir, gerçek ve ibret alıcı bir gözle bakanlar için Onun hak ma'bût olduğunda şüphe olmadığı gerçeğini anlar ve görür. “Allah'a kulluktan ayrıldıktan sonra artık geride dalalet ve sapıklıktan başka ne kalır?” Yani hak ile dalalet ve sapıklık arasında bir başka vasıta ve yol yoktur. Kim haktan aynlırsa, sapıklığa düşer. “O hâlde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz?” Haktan sapıklığa ve tevhit inancından da şirke nasıl da döndürülüyorsunuz? 33İşte böylece Rabbinin yoldan çıkanlar hakkındaki “Onlar inanmazlar” sözü gerçekleşmiş oldu. (.......) İşte böylece Rabbinin yoldan çıkanlar hakkındaki “Onlar inanmazlar” sözü gerçekleşmiş oldu. Yani işte bu gerçek gibi, bunun kesinleşmiş olduğu ve sabit olduğu gibi Haktan sonra sadece sapıklık ve dalalet vardır. Ya da: “Bunların haktan döndürülmüş olduklarının kesin olduğu gibi” aynı şekilde Rabbinin bu yoldan çıkmış fâsıklar hakkındaki azap hükmü de kesinleşmiştir. Çünkü bunlar küfürde ısrar etmişler ve küfürde en uç noktalara kadar gitmişlerdir. Şam ve Medine kırâat okulları mensupları, (.......)lafzını, çoğul olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. (.......) kavli de, (.......) kavlinden bedeldir. Yani onların îman etmeyecekleri gerçeği kesinleşmiştir. Ya da Allah'ın onlar hakkındaki kelimesi, hükmü kesindir. Onlar artık îman etmeyeceklerdir, îman etmeleri sözkonusu değildir. Ya da burada geçen, (.......)ifadesinden kasıt, bununla onlara aza bm hazırlandığını bildirmektir. Nitekim, (.......) kavli de, bir gerekçedir. Yani; çünkü onlar îman etmeyeceklerdir, îman etmezler. 34(Rasûlüm!) De ki: (Allah-a) ortak koştuklarınız arasında (birini yokken) ilk defa yaratacak, arkasından onu (ölümünden sonra hayata) yeniden döndürecek biri var mı? De ki: Allah ilk defa yaratıp (ölümden sonra) onu yeniden (hayata) döndürür. O hâlde nasıl saptırılırsınız? “(Rasûlüm!) De ki: (Allah'a) ortak koştuklarınız arasında (birini yokken) ilk defa yaratacak, arkasından onu (ölümünden sonra hayata) yeniden döndürecek biri var mı?” Burada, “Sonradan onu yeniden hayata döndürecek.” kavline yer verilme nedeni, bu toplumların öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmeleri bakımındandır. Ancak kıyametin ve öldükten sonra yeniden diriltilmenin gayet açık ve kesin delillere dayandığından dolayı artık inkâr edilecek bir yönü bulunmadığından bu gerçeği kabullenmek zorundadırlar. Çünkü içlerinde kabul etmeyenlerin yanında kabul edenler de vardır. Ya da buradaki iadeden maksat, beşerin dışında olan gece ve gündüzün iadesi, yağmurun ve bitkilerin yeniden iadesi de olabilir. “De ki: Allah ilk defa yaratıp (ölümden sonra) onu yeniden (hayata) döndürür.” Yüce Allah burada, inkârcılara cevap vermesi için onların yerine kendisinin gerçeği dile getirmesini emir buyuruyor. Yani onların büyüklük taslamaları, bu hak kelimeyi söylemelerine engeldir, kibirleri buna izin vermez. Dolayısıyla onlar adına Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) konuşmuş olmakta ve gerçeği dile getirmektedir. “O hâlde nasıl saptırılırsınız?” Nasıl oluyor da normal olan yolu izlemekten döndürülürsünüz, saptınlırsmız? 35De ki: ortak koştuklarınızdan hakka üetecek olan var mı? De ki: “Hakka Allah iletir” Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz? “De ki: ortak koştuklarınızdan hakka iletecek olan var mı? De ki: “Hakka Allah iletir” Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır; yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?” Nitekim, “Hak için yol gösterdi, doğruya yönlendirdi, denir. Dolayısıyla bu iki mananın her ikisi de burada bir araya getirilmiştir. Meselâ, (.......) manasında (.......) denir ki kendi başına doğruyu buldu, doğruya ulaştı demektir. Tıpkı “Satın aldı” manasında, (.......) denmesi gibi. Kırâat imâmlarından Hamza ile Ali Kisâî'nin de kırâatleri böyledir. (.......) kavli, (.......) manasındadır. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, İbn Âmir ve Verş, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Fetha harekeli olarak (.......) harfinin işmamıyla Ebû Amr kırâat etmiştir. Yahya dışında Âsım ise (.......) harfinin kesri ve (.......) harfinin de fethasıyla okumuştur. Kelimenin aslı ise, “Yehtedi” olarak kırâat etmiştir. Ancak burada (.......) harfi (.......) harfine idğam olunmuş, (.......) harfine de (.......) harfinin harekesi verilmiştir. Ya da iki sakin yani harekesiz harf bir araya geldiğinden meksur kılınmıştır. Kırâat imâmlarından Yahya ise (.......) ve (.......) harflerinin kesresi ve (.......) harfinin de şeddesiyle okumuştur. Bunu da mabadına uysun için yapmıştır. (.......) harfinin sükunu ve (.......) harfinin de şeddesiyle Verş'in dışında İmâm Nâfi okumuştur. Manaya gelince: “Hakka ve doğruya hidâyet eden, doğru yolu gösteren ve yönlendiren bizzat yalnızca Allah'tır. Çünkü sorumluluk altında tuttuklarına, mükellef kıldıklarına akıl vermiş, onlar için gösterdiği delillere bakarak sağlam olan gerçeği bulmalarına imkân hazırlamıştır. Onları muvaffak kıldığı ve kendilerine ilhamda bulunduğu gerçeklerle hakkı ve hak olan yolu göstermiştir. Peygamberler göndermek suretiyle de kendilerini ilâhî yasalara muvaffak kılmıştır. O hâlde Allah'ın gösterip hlüayet ettiği, Allah'a ortak koştuklarınız arasında böylene hidâyet edebilecek, doğru yolu gösterip yönlendirebilecek var mı?” demektir. Sonra şöyle buyurmaktadır: “Gereği gibi hakkıyla kendisine uyulabilecek, tabi olunacak manada hidâyet eden biri var mı?” Yani bu şu demektir; hiçbir kimse kendi kendine doğru yolu bulamaz. Ya da Allah kendisine doğru yolu göstermedikçe, başkası da onu hidâyete erdiremez. Veya bunun manası şöyledir: “Yoksa bizzat kendileri bulundukları yerden bir başka yere intikal etme gücü olmayan putlar mı doğru yola hidâyet edecek, yoksa hidâyet yolunu bizzat gösteren ve onu bir başka yere taşımaya gücü olan mı? Hangisi?” Ya da onlar kendi kendilerine doğruyu bulamazlar, onlardan böyle bir şeyin kendiliğinden olması de doğru değildir. Meğerki onlar yüce Allah tarafından konuşabilir bir canlı haline getirilsinler, işte bu takdirde Allah'ın izniyle hidâyeti gösterebilir. “Size ne oluyor? Nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?” Bâtıl üzerinde karar kılıp hüküm veriyorsunuz? Çünkü Allah'ın ortakları ve dengi olan şeyler var iddiasında bulunuyorsunuz. 36Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir. “Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz.” Yani puta tapanların, ilahlaştırdıkları güçleri savunanların: “Bu güçler ve putlar ilâhtırlar ve bunlar Allah katında bizim şefâatçılarınıızdırlar” tarzındaki tüm söyledikleri sözler boş sözlerdir. Âyette geçen, “Çoğu” ifadesiyle hepsi kasdolunmaktadır, zandan ve hayalden ibâret olan ifadelerdir. “Zanna uymak” demek ise, herhangi bir delile bağlı kalmaksızın, delilsiz olarak, daha önce geçmiş olan atalarının ve seleflerinin yaptıkları şeylerin doğru olduğunu sanarak, körü körüne onları taklit ederek, demektir. “Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tatmaz.” Yani ilmin, kesin bilginin, demek. (.......) burada mastar yerinde gelmiştir. (.......) demektir. “Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.” Yani zanna uyduklarını ve hakkı da terkedip hiçe saydıklarını bilir. 37Bu Kur'ân Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o kitab'ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir. “Bu Kur'ân Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir.” Allah'tan başkası bunu uydurmamıştır, meydana getirmemiştir. Bu manada ve bu derecede üstün olan ve herkesi âciz bırakan bir eserin Allah adına uydurulmuş olması doğru değildir ve anlamsızdır. Bu, yalnızca Allah tarafmdandır. “Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o kitab'ı açıklayandır.” Yani kendisinden daha önce indirilmiş olan kitapları tasdik edip doğrulayan, yazılanları açıklayan, hükümleri ve şerî'atleri izah eden bir kitaptır. Nitekim bu manayı da, (Nisa,24) âyetinden anlıyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte Allah'ın size emrettiği hükümler bunlardır.” “Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.” Bu da îstidrak çerçevesinde değerlendirilmekte ve sanki şöyle denmektedir: “Bu kitap, kendisinden önce indirilmiş olan kitapları doğrulayan, tam olarak anlaşılmamış olan hükümleri ve kanunları açıklayan, kendisinde herhangi bir şüpheye yer verilmeyen ilâhi bir kitaptır. Hem de âlemlerin Rabbi olan Allah tarafından indirilme ve gönderilmedir. Diğer taraftan bundan maksadın: “Ancak bu, âlemlerin Rabbi tarafından doğrulanan, Onun tarafından etraflı bir şekilde açıklarıan ve bu konuda kendisinde asla şüphe bulunmayan bir kitaptır” diye murad olunması da câizdir. Buna göre (.......) ve (.......) kelimelerine müteallik bulunmaktadır. Bu durumda da, (.......) kavli de parantez cümlesidir. Meselâ, (.......) cümlesi gibi. 38Yoksa, onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırmda (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin. “Yoksa, onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar?” Yoksa onlar o mu bunu uydurdu? “De ki: eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırında (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin!” Durum sizin ileri sürdüğünüz gibiyse o hâlde belâgat yönünden ona benzeyen, nazım güzelliği bakımından onun aynısını getirin. Çünkü sizler de Arapça'yı bilmede benim gibisiniz. (.......) Ve Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da.” Allah'ın yaratüklarından, size bunun benzerini getirmede yardım edecek olan güçleri de çağımı. 39Bilâkis, onlar ilmi kavrayamadıkları ve tefsiru kendilerine asla gelmemiş olan (Kur'anı) yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu! “Bilâkis, onlar ilmi kavrayamadıkları ve tefsiru kendilerine asla gelmemiş olan (Kur'anı) yalanladılar.” Aksine onlar, hemen duymakla, sadece bununla yetinip derhal onu yalanlamaya koştular. Onun ne demek istediğini anlayıp kavramadan, işin mahiyetini öğrenemeden, onun ne demek istediği üzerinde düşünemeden yalanlamaya kalkıştılar! Onun mana ve tefsirlerı üzerinde durmaksızın reddetmeye başladılar. Onların böyle davranma nedenleri, bundan kaçmaya kalkışmaları, inançlarına uygun gelmediği içindir. Atalarının dinlerini ve inançlarını terketmelerinin kendilerine ağır gelmesindendir. Buradaki, (.......) kavlinde yer alan, “tefsiru kendilerine asla gelmemiş olan” ifadesi şu manaya gelmektedir; onlar beklenmedik bir şey karşısında kalınca, bunun üzerinde hiç düşünmeksizin, tefsirunu anlamaksızm sırf atalarını taklit etmeleri sebebiyle böyle bir yola başvurmaktadırlar. Fakat bu işin gerçek mana ve mahiyetini anladıktan sonra inkâra, yalanlamaya devam etmeleri ise, sırf inatçılık olsun, karşı dursunlar içindi. Âyette öncelikle gerçeğin ne olduğunu henüz bilmeden bunu yermeye, aleyhte konuşmaya hemen kalkışmaları bu yüzdendir. İşte bunun için “hemen tepki verdiler, itiraza kalkıştılar” manasın da olan kelime ile cevap verdi ki, şu gerçeği onlara böylece duyurup bildirsin istedi. Onlar bunu yüceliğini ve icaz yönünü anladılar. Çünkü Kur'ân onlara meydan okuyor ve bu meydan okuyuşunu da tekrar tekrar gündeme getiriyordu. Böylece Kur'ân'a karşı bütün güçlerini ve denemelerini ortaya koydular ve fakat gördüler ki, kendileri bunun bir benzerini getiremeyecekler ve bundan acizdirler. Bu durumda yapılacak tek şeyleri kalıyordu, yalanlamak. Onlarda bunu çekemediklerinden ve azgınlıklarından dolayı bu yalanlama yolunu seçtiler. “Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı.” Tıpkı bunların Kur'ân'ı yalanladıkları gibi, geçmiş toplumlardaki kâfirler de aynen kendilerine gelenleri, peygamberleri yalanlamışlardı. Hem de onların gösterdikleri mu'cizeler bakmaksızın ve onlar üzerinde düşünmeksizin sırf bir inat uğruna ve atalarını taklit yoluna, körü körüne onlara uyma pahasına yalanlıyorlardı. (.......) kavlinin şu manada tefsirlanması da câizdir: “Kur'ân’ın gayb ile alâkalı olarak verdiği bilgiler hakkında henüz bir tefsir ve açıklama gelmeksizin yalanladılar. Yani bu yalan mı yoksa doğru mu diye işin akıbetini düşünmeden yalanlamaya kalkıştılar. Yani kısacası bu kitap iki bakımdan mu'cizdir, benzerinin ortaya konması imkânsızdır. Bunlardan ilki Kur'ân’ın nazmı itibariyle mu'ciz olduğudur. İkinci yönü de gayp ile alâkalı olarak verdiği bilgiler bakımından mu'ciz olmasıdır. İşte inkârcılar Kur'ân ne nazmına ve ne de belâgat açısından icaz derecesine vardığına bakmaksızın, onun haber verdiği gayp ile ilgili bilgiler hakkında herhangi bir inceleme ve araştırma deney yapmaksızın, doğru mu yalan mı bakmaksızın hemen yalanlamaya kalkış mış olmalarıdır. “Şimdi bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!” 40İçlerinden öyle var ki ona (Kur'ana) inanır, yine onlardan öyle de var ki ona inanmaz. Rabbin bozguncuları en iyi bilendir. “İçlerinden öyle var ki ona (Kur'ana) inanır” Onların arasından Peygambere veya Kur'ân'a inanacak olanlar olduğu gibi, yani kendi kendine, bu Kur'ân’ın ve peygamberin hak olduğunu gerçekten bildiği gibi fakat onu sırf inadı yüzünden yalanlayanlardır. “Yine onlardan öyle de var ki ona inanmaz.” Onu tasdik etmeyen, doğrulamayanlar da vardır, bunda kuşkuya düşenler de vardır. Ya da ileride böyle olacak olanlar da çıkacaktır. Yani onların içinden yakın bir gelecekte îman edecek olanlar olacağı gibi, inkârlarında ısrar edecek olanlar da olacaktır. “Rabbin bozguncuları en iyi bilendir.” Yani yalan ve küfürlerinde inatçı olanlarla ısrarcı olanları gerçekten bilir. 41Rasûlüm! Onlar seni yalanlarsa de ki: benim işim bana, sizin işinizde size âittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, bende sizin yaptığınızdan uzağım. “Rasûlüm! Onlar seni yalanlarsa,” Seni yalanlamayı sürdürürlerse ve sen de onlardan, onların davete icap etmelerinden umudunu kesersen, “De ki: benim işim bana, sizin işinizde size âittir.” İşlediklerimin karşılığı benimdir, sizin de amellerinizin cezâsı size âittir. “Siz benim yaptığımdan uzaksınız, bende sizin yaptığınızdan uzağım.” Herkes kendi ameliyle hesaba çekilecektir, muamele edilecektir. 42Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat sağırlara -üstelik akılları da ermiyorsa- sen mi duyuracaksın? “Onlardan seni dinleyenler vardır.” Sen Kur'ân okuduğun ve kendilerine şerî'atı anlatıp öğrettiğin zaman insanlardan seni dinleyen kimseler de vardır. Fakat onu içtenlikle ve inanmak için dinlemezler, onu kabul etmezler. Onu öğrenmek ve anlamak için dinlemezler. Onlar âdeta sağır gibidirler. “Fakat sağırlara –üstelik akılları da ermiyorsa- sen mi duyuracaksın?” Yani sen, sağır olan kimselere işittirebilecek, duyurabilecek güçte misin? Böyle bir beklentin mi var? Hele bir de sağırlıklarına kabul etmeme durumu da eklenmişse sen ne yapabilirsin ki? Çünkü öyle sağırlar vardır ki, akıllıdırlar, uzağı görebilirler, eğer onun kulağına şöyle hafiften de olsa bir ses fısıltısı gidiversin, böyle bir durumda o bundan yola çıkarak bir şeyler anlayabilir, bir yol bulabilir. Eğer adamın hem aklı yok ve hem de kulakları sağır ise, artık iş bitmiştir, bununla uğraşmaya deymez. 43Onlardan sana bakanda vardır. Fakat -hele (gerçeği) göremiyorlarsa- körleri sen mi doğru yola ileteceksin? “Onlardan sana bakanda vardır .” O müşrikler içinde öyleleri de vardır ki, sana bakıp duruyorlar ve seniz üzerinde açıklıkla doğru söylediğin gerçeği ve peygamberlik alâmetlerini gayet net olarak görüyorlar, fakat buna rağmen yine de seni doğrulamıyorlar. “Fakat -hele (gerçeği) göremiyorlarsa- körleri sen mi doğru yola ileteceksin?” Sen, kör olanları doğru yola iletebileceğim mi sanıyorsun? Hele hele bir de baş gözüne basiretsizlik de eklenmişse ne yapabilirsin? Çünkü gerçekten kör olan kimi insanların basiretleri açık olur da onlar bu sayede bir şeyler sezebilirler. Halbuki adamın körlüğüne bir de ahmaklık eklenmişse işte bu, belanın en çıkılmazıdır. Mana şu demek oluyor: Bu müşriklerin gerçekleri kabul etmeme ve onu doğrulama konusundaki yeisleri, âdeta akıldan da, basiretten de yoksun olan sağır ve kör kimseler gibidir. 44Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler. “Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kavlini (.......) olarak (.......) kelimesini merfû' okumuşlardır. Yani mana şöyledir: “Bu müşrikler gerçekten kendilerine yol gösteren delili reddetmekle onlara haksızlık etmediler. Ancak o delillerden yola çıkarak gerçeği bulmayı terk etmekle onlar bizzat kendi kendilerine haksızlık ve zulmettiler. Çünkü Allah'ı bırakıp kendileri canlı olduğu hâlde gidip cansız varlıklara tapınır oldular. 45Allah'ın onları günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette yeniden diriltip toplayacağı gün aralarında birbirleriyle tanışırlar. Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara uğramışlardır. Zira onlar doğru yola gitmemişlerdi. “Allah'ın onları yeniden diriltip toplayacağı gün” Kırâat imâmlarından Hafs âyette görüldüğü gibi, (.......) kelimesini “Y” harfiyle (.......) olarak okumuştur. Bu aslında, (.......)dur. Bu da İbn Âmir, Ebû Amr, İbn Kesîr, Nâfi gibi kırat imâmlarının okuyuşudur. “Günün ancak bir saati kadar kaldıklarını zanneder vaziyette aralarında birbirleriyle tanışırlar.” Bunların dünyada veya kabirlerinde kalış müddetlerini, gördükleri dehşet veren korku karşısında oldukça az bir süre olarak göreceklerdir. Hepsi de kendi aralarında birbirlerini tanıyacaklardır, orada birbirlerini gördüklerinde sanki oldukça az bir süre zaman içerisinde birbirinden aynlmışlar gibi gelecek. Bu durum, bu kimselerin kabirlerinden diriltilip çıktıklarında meydana gelecektir. Sonrada kıyametin dehşeti karşısında o anlık tanışma zamanı da geçecektir. “(.......) Kavli, (.......) zamîrinden hâldir. Yani biz onları, sanki bir anlık bir süreden başka hiçbir arada kalmayanların hâli gibi bir araya toplarız. (.......)de, (.......) edatının hafifletilmiş yani şeddesiz halidir. İsmi de mahzûftur. Bu, (.......) demektir. Ayrıca, (.......) kavli de hâlden sonra ikinci bir hâldir. Ya da bu yeni bir cümle olup, (.......) takdirindedir. “Allah'ın huzuruna varmayı yalanlayanlar elbette zarara uğramışlardır.” Bu cümlenin başında, “dediler, diyerek” manasında bir kelime eklenmekle mana şöyle olmaktadır: “aralarında tanışırlar” derler ki, demektir. Ya da bu, Allah tarafından bunların hüsrana ve yıkıma uğradıklarına dair bir şâhitlik, bir tanıklıktır. Mana şöyle olmaktadır: “Bu kimseler ticaretlerinde olsun, alış verişlerinde olsun îmanı küfürle değiştirdiler, îmanı verip yerine küfrü koydular, küfrü satın aldılar. “Zira onlar doğru yola gitmemişlerdi.” Bunlar aslında ticareti bilmiyor ve ticaretten anlamıyorlar. Bu son cümle hayret ve şaşkınlık manasında olan bir istinaf cümlesidir. Sanki, “Zararları ne de kadar da büyük, hasarları ne kadar da fazla” denilir gibidir. 46Eğer onları tehdit ettiğimiz (azâbın) bir kısmını sana (dünyada iken) gösterirsek (ne âlâ); yok eğer (göstermeden) seni vefat ettirirsek nihayet onların dönüşü de bizedir. (O zaman onlara ne olacağını göreceksin) Sonra, Allah onların yapmakta olduklarına da şâhittir. “Eğer onları tehdit ettiğimiz (azâbm) bir kısmım sana (dünyada iken) gösterirsek (ne âlâ); yok eğer (göstermeden) seni vefat ettirirsek.” Burada, (.......) kavlinin cevabı mahzûftur. Yani bunun takdiri de şöyledir: “Ey Resûlüm Muhammed! Onlara vadettiğimiz azâbın bir kısmını henüz sen hayatta iken ya o azâbı bu dünyada sana gösteririz ya da o azâbı size göstermeden önce senin canını alırız da. Biz onu sana âhirette gösteririz” demektir. (.......) onlara ne olacağım göreceksin).” Bu cümle de, (.......) kavlinin cevâbıdır. “Sonra, Allah onların yapmakta olduklarına da şâhittir.” Burada Allah şâhittir, ifadesi geçmektedir. Bununla asıl, şâhitliğin gereğinin yerine getirileceğidir. Bu ise onların cezâlarıdırılmalarıdır. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Bundan sonra Allah, onların yapmakta oldukları şeyler sebebiyle kendilerini cezâlarıdıracaktır.” Bir tefsire göre burada geçen, (.......) edatı, (.......) manasınadır. 47Her ümmetin bir peygamberi vardır, peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara asla zulmedilmez. “Her ümmetin bir peygamberi vardır.” Yüce Allah, o ümmetleri tevhide yönelmeleri konusunda uyarmak ve onları hak olan dine davet etmek üzere bir peygamber göndermiştir. “Peygamberleri geldiği zaman” Onu yalanladılar ve ona uymadılar. “Aralarında adaletle hükmedilir” “ Yani peygamberleriyle onu yalanlayanları arasında adaletle hüküm verilir. Pey gamber kurtarıhr, yalanlayanlar cezâlarıdırılır. Yahut Kıyamet günün de her bir ümmetin mensubu bulunduğu bir peygamberi vardır ve onun adıy la çağınlırlar. Peygamberleri onların kâfir olanlarının kâfirlikleri aleyhine, îman etmiş olanların da lehine şâhitlikte bulunmak üzere mahşer yerine geldiğinde aralarında adalet ile hükmedilir. “Ve onlara asla zulmedilmez.” Hiçbir kimseye kendi suçu dışında azap olunmaz. Yüce Allah, “Ey Resûlüm Muhammed! onlara vadettiğimiz azâbın bir kısmını henüz sen hayatta iken ya o azâbı bu dünyada sana gösteririz....” mealindeki bu âyeti indirince, o inkârcılar da hemen vadedilen azâbın acilen gelmesini istediler. İşte şimdi okuyacağımız âyet de bunun üzerine nâzil olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 48Doğru iseniz bu vaad (azap) ne zamandir? diyorlar. “Doğru iseniz bu vaad (azap) ne zamandir? diyorlar” Bu istek, müşrikler ve inkârcılar tarafından Peygamere ve ona îman etmiş olanlara karşı söylenmiş bir karşı ifadedir. 49De ki: “Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sâhibim” Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kahrlar ne de ileri giderler. “Deki: “Ben kendime bile Allah'ın dilediğinden başka ne bir zarar ne de bir menfaat verme gücüne sâhibim” Buradaki istisna munkati istisnadır. Yani bunlardan Allah'ın dilediği olur. Durum böyle olduğuna göre ben kendi adıma size zarar vermeye veya sizin için azap getirmeye nasıl güç yetirebilirim ki? “Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık ne bir saat geri kahrlar ne de ileri giderler.” Her ümmet için belirlenmiş olan bir azap vakti vardır ki bu zaman da Levh-i Mahfûz'da yazılmıştır. İşte buna göre onların azâbının vakti- geldiğinde bir an ne öne alınır, ne de geriye bırakılır: O hâlde acele etmeyiniz. Günü geldiğinde o azap sizi bulacaktır. 50De ki (Ey müşrikler!) Ne dersiniz? Allah'ın azâbı size geceleyin ve gündüzün gelirse (ne yaparsınız?) Suçlular ondan hangisini istemekte acele ediyorlar! “De ki (Ey müşrikler!) Ne dersiniz? Allah'ın azâbı size geceleyin ve gündüzün gelirse (ne yaparsmız?)” Buradaki, (.......) kerimesi, zarf olarak mensûbtur. Gece vakti demektir. “Suçlular ondan hangisini istemekte acele ediyorlar” Mana şöyledir: “Azâbın,hiçbir çeşidi arzulanmaz. Hepsi de nefretşi gerektirir. O hâlde neyi istemekte acele ediyorlar? Bu azâbı istemekte acele edilecek bir taraf yoktur.. (.......) soru edatı, (.......) fiiline mütealliktir. Çünkü bunun manası: “Bana bildirin, bana haber verin, Suçlular ondan hangisini istemekte acele ediyorlar demektir. Şartın cevabı ise mahzûftur. Bu da, “Siz azâbı hemen istemekte pişman olacaksınız, nedamet duyacaksınız.” Ya da, “Bu konudaki hatayı anlayacaksınız.” Yine burada çoğul olarak, (.......) diye buyurulmamasının sebebi şudur; Çünkü burada asıl üzerinde durulan nokta ve istenen şey, acele etmemeleri gerektiğidir, acele etmeyi terketmeleri gerekmektedir. Çünkü ortada işlenen bir suç vardır. Bu da hemen azâbın gelmemesini istetir. Yahut da, (.......) kavli şartın cevabıdır. Meselâ: (.......) cümlesi gibi. Daha sonra cümle (.......) fiiline taallûk etmektedir. Yahut da, bundan sonra gelen, (.......) kavli şartın cevâbıdır ve (.......) kavli de itiraz cümlesidir. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “ Yani size, îman etmenin hiçbir yarar sağlamayacağı zaman olan o istediğniz azâbın gelmesinden sonra mı siz inanacaksınız?.” 51Başırııza belâ geldikten sonra mı O'na îman edeceksiniz, şimdi mi? (çok geç) halbuki onu (azâbın gelmesini) istemekte acele ediyordunuz. “Başmıza belâ geldikten sonra mı O'na îman edeceksiniz.” Burada, (.......) edatının başına istidham edatının gelmiş olması, tıpkı (.......) ve (.......) harflerinin başına gelmesi gibidir. Meselâ, (.......) (A'raf,97) ve (A'raf,98) ayetlerinde görüldüğü gibi. “Şimdi mi? (çok geç)” Bu cümleden önce yine bir (.......) maddesi öngörülmüştür. Yani o müşriklere, azâbın gelmesinden sonra îman etmeleri üzerine, “Şimdi mi o azâba îman ettiniz?” denilecektir. “Halbuki onu (azâbın gelmesini) istemekte acele ediyordunuz.” Yani azâbı yalanlamak ve onu alay konusu etmekle ona îman etmiyordunuz. Kırâat imâmlarından Nafî, (.......) kelimesindeki (.......) harfinden sonra gelen hemze harfini hazfederek ve onun harekesini de (.......) harfine vererek, (.......) olarak kırâat etmiştir. 52Sonra o (kendilerine) zulmedenlere “Ebedî azâbı tadın!” denilecek. Kazanmakta olduğunuzdan başkasının karşılığını mı bulacaksınız? “Sonra o (kendilerine) zulmedenlere'Ebedî azâbı tadın!'denilecek. Kazanmakta olduğunuzdan başkasının karşılığını mı bulacaksınız?” Burada, (.......) kavli (.......) kelimesinden önce gizli olduğu var sayıları, (.......) üzerine atfedilmiştir. 53“Gerçekten bu azap olayı doğrumu, diye senden haberin aslını soruyorlar?” Onlara de ki: “Evet, Rabbim adına yemin ederim ki o kesin olarak gerçekleşecektir. Ve O sizi cezâlarıdırmak istediğinde siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz.” “Gerçekten bu azap olayı doğrumu, diye senden haberin asimi soruyorlar?” Bu âyetin başındaki (.......) kelimesi, sana haber soruyorlar ve diyorlar ki “Gerçek bu azap olayı doğru mu?” Ancak soru şekli esasen öğrenmek için bir sorma değil inkâra dayalı, alay için yapılan bir sormadır, (.......) zamîri ise vadedilen azâba râci olan bir zamîrdir. (.......) De ki: “Evet, Rabbim adma yemin ederim ki o kesin olarak gerçekleşecektir. Ve O sizi cezâlarıdırmak istediğinde siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz.” Siz o azâbı savacak değilsiniz. Her ne şekilde olursa olsun ve nerede olursanız olun o azap mutlak olarak gelip sizi bulacaktır. 54Küfür ve sapıklık yoluyla haksızlık eden herkes, kıyamet gününde yeryüzündeki, dünyadaki bütün servet imkânlarına sahip olsa, azaptan kurtulmak için onların tamamını feda ederdi. Her taraftan azap ile kuşatıldıklarını gördükleri zaman îman etmediklerinden dolayı pişmanlıklarını gizlemeye gayret etseler bile gizleye-mezler. Mü’minler ile kâfirler arasında adalet ile hükmedilecektir ve onlar bir haksızlığa da uğratıhnayacaklardır. “Küfür ve sapıklık yoluyla haksızlık eden herkes, kıyamet gününde yeryüzündeki, dünyadaki bütün servet imkânlarına sahip olsa, azaptan kurtulmak için onların tamamım feda ederdi.” O varlıkların hepsini bu uğurda fidye olarak verirdi. (.......) ve (.......) ile (.......) kelimelerinin hepsi de, (.......) manasmadırlar yani feda ederdi, fidye olarak verirdi, demektir. Âyette geçen, (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Yani, zulmeden, yazık eden bir kimse, demektir. “Ve azâbı gördükleri zaman içi için yanarlar.” Yani açığa vururular. Aslında, (.......) yani bir şeyi gizlemeye çalışmak demek, onu açıklamak, ortaya dökmek demektir. Ya da bu, durumun şiddeti ve vahameti sebebiyle konuşamamaktan dolayı gizlemek demektir. Çünkü bu (.......) kelimesi, kendisiyle zıddı kasdolunan kelimelerdendir. Gizledi, denmekle, açıkladı, manası denmek istenmektedir. “Aralarında adaletle hükmolunur” Mazlum ile zalimler arasında o gün hüküm verilecektir. Çünkü böyle bir mananın varlığına, yine bu âyette geçen bundan sonraki zulüm kelimesi buna delalet etmektedir. “Ve onlara zulmedilmez” Kavli bunun delilidir. Yüce Allah bu gerçeği bildirdikten sonra, bundan sonraki âyet ile de bütün mülkün kendisine âit olduğunu bildirerek şöyle buyurmaktadır: 55Aklınızı başırııza devşirin, dikkat edin! Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Aklınızı başmıza alın ve dikkat edin! Allah'ın vadi haktır, gerçektir. Ancak onların çoğu bu gerçeği bilmezler. “Bilesiniz ki göklerde ve yerde olan herşey Allah'mdır.” Şimdi durumu bu olan yüce Allah, hiç fidye kabul eder mi? Zaten varlıklar kendisinindir. O gerçekten sevap hakk etmiş olana vadettiği mükafatı sunar ya da azap hakk etmişse ona da vadettiği azâbı ve cezâyı verir. Çünkü Rabbimizin bundan sonraki kavli bunun hak ve gerçek olduğunun delilidir. “Yine bilesiniz ki, Allah'ın vâdi haktır.” Mutlaka gerçekleşecektir. “Fakat onların çoğu bilmez.” 56Dirilten/yaşatan da öldüren de yalnızca Allah'tır. Ve amellerinize göre ödüllendirilmek veya cezâlarıdırdmak üzere âhirette Ona döndürüleceksiniz. “O hem diriltir hem de öldürür.” Diriltip yaşatmaya ve öldürüp hayatını sona erdirmeye kâdir olan yegâne Allah'tır, başkası değil. Bu ikisine de Ondan başkası asla kâdir değildir. “Ve Ona döndürüleceksiniz.” Hesabınızın görülmesi, cezâ veya mükâfat alabilmeniz için dönüş sadece Onadır. Yalnızca Ondan korkulur ve yalnızca Ondan umut beklenir. 57Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerde/sinelerde oluşabilecek her türlü derde bir şifa ve mü’minler için doğru yolu gösteren bir hidâyet ve rahmet gelmiştir. “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt,” Yani sizin için şu faydaları sağlayan bir kitap gelmiştir Rabbinizden. Bunda size öğüt vardır, tevhide dair ve ikaz vardır. Mev'iza: Arzularıan ve imrenilen her şeye çağıran, korkuları ve kaçınılması gereken her şeyden de meneden şeydir. Kur'ân'da yer alan emir ve yasakların tamamı insanı rağbet edilmesi gereken şeylere, arzularıan güzelliklere çağınp davet eder, korkuları ve kaçınılması gereken her şeyden de men eder. Çünkü bir konuda var olan emir, emredilen o şeyin güzel olmasını gerektirir. Bir konudaki yasak ise, emredilenin zıddını yani kötü olduğunu, güzel olmadığım gerektirir. Yani çirkindir. İşte yasaklama bir şeyin çirkin olduğu temeline dayanır. (.......) Gönüllerdekme bir şifa” bir şifadır. “Ve mü’minler için -içinizden buna îman edenler için- doğru yolu -dalalet ve sapıklık yolundan uzaklaşmasmı- gösteren bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” 58De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır. “De ki: Ancak Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, işte bunlarla sevinsinler.” Aslında bu cümle, (.......) takdirindedir. Nitekim mealde de bu manayı göreceksiniz. Bu ifadenin tekran ise tekit ve tespit içindir. Bir de dünyadaki yarar açısından sevinç ve ihsanın, lütuf ve keremin buna âit kılınmasının gerekli olduğunu göstermektir. Yani sevincin temeli Allah'ın fazlına ve rahmetine bağlıdır. Âyette zikredilen fiilin bir tanesinin buna delalet etmesi sebebiyle, ayrıca ikinci bir defa aynı fiili hazfedilmiştir. Kelimenin başına gelen, (.......) harfi ise, şart manasını kazandırmak içindir. Sanki burada, “Eğer bir şeyden dolayı sevinip mutlu olmak istiyorlarsa, o hâlde sevinçlerine bu iki şeyi, Allah'ın fazlını ve rahmetini esas alsınlar” denir gibidir. Ya da, “Allah'ın fazlı ve rahmetine itina gösterip, önem verip işte bununla sevinsinler” demektir. Bu her iki şey ise, biri Allah'ın Kitabı olan Kur'ân, diğeri de İslâm dinidir. Nitekim bir hadiste şöyle Duyurulmaktadır: “Allah kimi İslâm'a yöneltip ona Kur'ân öğretmişse o da buna rağmen fakir ve yoksulluktan şikayet edinip yakınırsa, Allah, kendisiyle karşılaşacağı kıyamet gününde onun fakirliğini gözlerinin önüne serer. “Ve bu âyeti okur. Ebul Kasın Bin Büşran bunu Emali adlı eserinde rivâyet etmiştir. Bk. ed-Dürrü'l-Mensur, 4/368 “Bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.” Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kelimesini, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Ya'kûb da (.......) kavlini, (.......) harfiyle, (.......) olarak kırâat etmiştir. 59De ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram bulmamza ne dersiniz? De ki: “Allah mı size izin verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?” “De ki: Allah'ın size indirdiği rızıktan bir kısmını helâl, bir kısmını da haram bulmanıza ne dersiniz?” Yani bana bildirin, haber verin. Burada geçen, (.......) harfi ya (.......) kavliyle ya da, (.......) ile mensûb bulunmaktadır. Yani, bana onu haber verin, demektir. Nitekim (En'am 139) da şöyle buyurulmaktadır: “Şu hayvanların karmlarındaki yavrular, canlı olarak doğmaları hâlinde yalnızca bizim erkeklerimize âittir kâdirılarınııza ise haramdır.” Evet! Erzak yani rızıklar topraktan elde edilmektedir. Mademki bunun meydana çıkma nedenleri semâya bağlıdır, yani yağmur ve güneş olmalı ki meyveler olgunlaşsın, meydana gelmiş olsun. İşte bu bakımdan rızıkların indirilmesi göğe izafe edilmiştir. “De ki: “Allah mı size izin verdi” Burada, “De ki” kavlinin tekran tekit içindir. Mana ise şöyle olmaktadır: “De ki: Bana haber verin, helâl ve haram kılınma hususunda size Allah mı izin verdi? Siz bunları Allah'ın verdiği bir izne dayanarak mı işliyorsunuz?” “Yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?” Yoksa bu durumu yüce Allah'a nispet ederek Onun adına yalan mı uyduruyorsunuz? Bir tefsire göre burada yer alan ve soru edatı olan hemze, inkâr manasınadır. (.......) ise munkatiadır ve: “Aksine siz kesin olarak Allah'a iftira ediyorsunuz, Allah adına yalan uyduruyorsunuz” demektir. Böylece onların yalan söylemiş olduklarını, iftirada bulunduklarını kesin bir ifade ile kanıtlamak ve tespit etmek içindir. Bu âyet, ilâhî hükümler konusunda herhangi bir şeyin sorulması hâlinde hemen o işin caizliği yoluna gidilmemesi ve bu tür konularda ihtiyatlı davranılması gerektiği gerçeğine vurgu yapılmakta ve inananlar buna yönlendirilmektedir. Bu itibarla hiçbir kimse kalkıp, şu câizdir, bu değildir, türünden bir şeyler söylememelidir. Böyle bir şeyi söyleyebilmesi için kesin olarak o meseleyi bilmesi ve onun öyle olduğuna da kani olması ğerekir. Aksi takdirde hiçbir araştırma ve incelemeye girmeksizin kafasının estiği doğrultuda söz söylemeye, kanaat belirtmeye kalkışırsa yargılayıcı olan yüce Allah'a iftira etmiş olur. 60Allah'a yalan uyduranların kıyamet günü (akibetleri) hakkında ki kanaatleri nedir? Şüphesiz Allah insanlara karşı lütuf sâhibidir. Fakat onların çoğu şükretmezler. “Allah'a yalan uyduranların kıyamet günü (akibetleri) hakkında ki kanaatleri nedir?” Burada geçen, (.......) de, (.......) kelimesiyle mensûb bulunmaktadır. Bu, o yalan uyduranlar hakkında kesin olarak meydana gelecek olan bir zandır. Yani mana şöyledir: “O kıyamet günü hakkında iftiracı olan kimselerin düşünce ve kanaatleri nedir, Allah onlara o gün ne yapacak biliyorlar mı? Çünkü o gün iyilik yapanlara iyilik ile, kötülük işleyenlere de kötülükle karşılık verilecektir.” Şüphesiz bu, gerçekten büyük bir tehdittir. Çünkü sonuçta onlara nasıl bir muamele yapacağı gerçeğini mübhem bırakmıştır. (.......) Şüphesiz Allah insanlara karşı lütuf sâhibidir,” Çünkü Allah onlara akıl nimetini vererek iyilikte bulunmuş, vahiy yoluyla, helâl ve haramları öğretmekle onlara merhamet etmiştir. “Fakat onların çoğu şükretmezler.” Ve gösterildiği yola da gitmezler, o yola uymazlar. 61Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'andan bir şey okursan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırliğinca bir şey Rabbinizden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (Ievh-i mahfuzda) bulunmasın. “Ne zaman sen bir işte bulunsan” Âyetin başında yer alan, (.......) harfi Nâfiyedir. Burada muhatap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dür. (.......) kelimesi de iş, amel gibi manalara gelir. “Ve ne zaman Kur'andan bir şey okusan” Burada, (.......) kavlinden maksat, indirilen Kur'ân demektir. Sanki burada deniliyor ki: “İndinlen Kur'ân'dan her ne okuyup anlatırsan anlat.” Çünkü indirilen vahyin ya da Kur'ân’ın her bir cüzü aynen Kur'ân'dır. Âyetin bu kısmında, “Kur'ân” isminden önce Kur'ân manasında zamîre yer verilmesi ona olan tazim ve onun değeri ile alâkalıdır. Ya da bunun manası, “Bu Azîzi ve Celil olan Allah tarafından indirilmedir” anlamındadır. “Ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir.” Sizin üzerinizde şahidiz ve gözetenizdir, sizi görür, duyar ve yaptıklarınızı da kayda geçiririz. “Ne yerde ne gökte zerre ağırliğinca bir şey Rabbinizden uzak (ve gizli) kalmaz.” (.......) kelimesi, uzak kalmaz, bilinmez değildir, gaip olmaz gibi manalara gelir. Kırâat imâmlarından Ali Kisâî, (.......) kelimesini (.......) olarak kırâat etmiştir. Yine âyette geçen, (.......) kelimesi, oldukça küçük olan bir tür karıncadır, yanı bu karıncanın ağırliğinca da olsa demektir. “Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (Levh-i Mahfûzda) bulunmasın.” Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kavlini mübteda kabul ederek buradaki (.......) ve (.......) kelimelerini (.......) ve (.......) şeklinde merfû' olarak okumuştur. Haberi ise, (.......) kavlidir. Burada Kitaptan kasıt da mealde de belirttiğimiz gibi Levh-i Mahfûz'dur. Ancak Hamza dışındaki diğer kırâat imâmları bu kelimenin başında yer alan, (.......) edaünı, nefıy cins yani cinsin olumsuzluğu anlamında değerlendirdikleri için her ikisini de mensûb olarak okumuşlardır. Bu sûredeki bu âyette, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden önce zikredilmiş, takdim olunmuştur. Halbuki “Sebe” sûresi (âyet 3) ise (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden önce zikredilmiştir. Çünkü aralarındaki atıf (.......) harfiyle olmuştur. Bu da tesniye hükmündedir. 62Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” Evliyaullah yani Allah'ın sevgili kulları kimlerdir. Bunlar Allah'a itâat ederek Onu kendileri için veli ve yardımcı olarak kabul edip imaA edenlerdir ki Allah da onlara ikramda bulunarak kendilerine yardımcı ve, veli olmuştur. Ya da bunlar, Allah'ın kendilerini burhan yoluyla doğruya yönelttiği ve bunların da Allah'ı veli edindikleri kimselerdir. Çünkü Allah kendilerine burhan vermiş, onlar da bunu hakkıyla yerine getirefek, gereklerini de yaparak, yarattıklarına merhamet göstererek Allah'a karşı olan görev ve dostluklarını yerine getirmişlerdir. Ya da bunlar Allah için başkalanna karşı, aralarında herhangi bir akrabalık bağı olmaksızın, aralarında bir mal alışverişi, çıkar kaygısı bulunmaksızın birbirlerini sevenlerdir. Ya da bunlar, bundan sonra gelecek olan âyette de belirtildiği gibi Allah'ın emirlerine bağlı ve yasaklarından uzak olan takva sahipleridir. 63Onlar îman edip te takvaya ermiş olanlardır. “Onlar îman edip te takvaya ermiş olanlardır.” (.......) kavli ya, (.......) muzmer olan fiil ile mensûbtur ya da, (.......) kelimesinin sıfatı olarak mansübtur ya da mahzûf bir mübtedanın haberi olarak merfûdur... Bu da: (.......)takdirindedir. 64Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir. “Dünya hayatında da âhirette de onlara müjde vardır.” Bu müjde yüce Allah'ın, emir ve yasaklarına bağlı olarak hareket eden ve takva sâhibi kimselerin Kur’ân’ın birçok yerinde vadedilen müjdelerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyete göre buradaki müjdeden kasıt, “Müslüman tarafından görülen veya ona gösterilen sâlih rüyadır.” Bak. Tirmizî, 2275/375. İbn Mâce, 3898 Bir başka hadislerinde de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Nübüvvet son buldu Geride. Sadece müjdeler yani sevindirici sâlih ve güzel rüyalar kaldı.” İbn Mâce, 3896, Ahmed İbn Hanbel, Müsned;6/381 Başka bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: “Sâlih rüya nübüvvetin yani peygamberliğin 46 cüzünden yani bölümünden bir parçasıdır.” Tirmizî,2278/2372-2373. Ahmed İbn Hanbel, Müsned;4/12-13 Bunun böyle belirtilmiş olmasının nedeni, şu gerçeğe dayanmaktadır. Bilindiği üzere vahiy süresi 23 yıl devam etmiştir. Bu 23 yıllık sürenin ilk altı ayında ise rüya hâlinde uyarma görevi ile emredilmiş olmasıdır. Dolayısıyla 23 yıllık süre, içerisinde altı aylık süre, 46 da bir parça olmuş olur. Yahut da bu, halkın kendisini sevmesi ve halk tarafından güzel olarak yadedilemesi demektir. Ya da bu kimselere, ölümleri sırasında cennetteki yerlerinin gösterilmesi suretiyle müjde ile sevindirilmeleri demektir. (.......) Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur.” Yüce Allah ne verdiği sözlerinden, ne yaptığı vaatlerinden döner. Bunlar için asla bir değişiklik yoktur. “İşte bu,” Yani hem bu dünyada ve hem âhirette müjde ile sevinmeleri ve sevindirilmeleri olayı bu kimseler için, “İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” Her iki cümle de parantez cümlesidir. Artık parantez cümlesinden sonra bir kelamın ya da cümlenin gelmesi gerekmez. Meselâ: “Filân kişi gerçeği konuşur, gerçek yani hak da parlaktır ve susturucudur.” İfadesi gibi. 65(Rasûlüm) Onların (inkârcıların) sözleri seni üzmesin. Çünkü bütün izzet (ve üstünlük) Allah'ındır. O, işitendir, bilendir. “(Rasûlüm) Onların (inkârcıların) sözleri seni üzmesin.” Seni yalanlamaları, tehditleri, seni ortadan kaldırmak için kurduklar, kurmaya çalıştıkları pları ve tuzakları, getirdiğin davayı geçersiz kılmak ve iptal etmek için olan girişimleri hiçbir zaman seni üzmesin. “Çünkü bütün izzet (ve üstünlük) Allah’ındır.” Bu cümle talil yani sebep anlamında istinaf cümlesidir, yeffi bir cümledir. Sanki: “Neden üzülmeyeyim?” denir gibi. Bunun üzerine şöyle denildi: “Şüphesiz izzet Allah'ındır.” Yani üstünlük Allah'ın mülkünde bütünüyle Allah'a âittir. Göklerde olsun, yerde olsun hiçbir güç hiçbir şeye sahip değiller. Ne bunlar ve ne de bunlardan başkalan, hiçbirisi bir varlık sâhibi değiller. Allah onların hepsine galiptir, onların hepsinin üstünde güç ve izzet sâhibidir. Onlara karşı sana yardım edecek ve seni zafere erdirecektir. Nitekim yüce Rabbim şöyle buyurmaktadır: “Allah ezeli bilgisinde: Bana karşı düşmanlıkta bulunanlar hakkında elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz'diye yazmıştır.” Mücadele, 21 Bir başka âyette de şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz peygamberlerimize ve... elbette yardım ederiz.” Mü’min, 51 Ya da her Azîz ya da güçlü sadece Allah'ın gücü sayesinde güç kazanabilir. O Allah seni destekleyecek, sana güç verecek, senin dini güçlendirecek ve senin ailene, taraftarlarına yardımda bulunacaktır. Bu âyette, (.......) ifadesi üzerinde vakfetmek lazımdır, burada durmak gereklidir. Tilâvet sırasında bu cümle üzerinde durulmalıdır ki, (.......) kavli kâfirlerin söyledikleri bir söz olduğu gibisinden bir mana anlaşılmamış olsun, (.......) ise hâldir. “O, işitendir, bilendir.” Ne yapmak istediklerini, ne düşündüklerini, neyin üzerinde kararlı olarak durduklarını en iyi bilen Allah'tır ve O onları bu yaptıklarına göre cezâlarıdıracaktır. 66İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa yalnız Allah'ındır. (O hâlde) Allah’tan başka ortaklara tapanlar neyin adına düşüyorlar! Şüphesiz onlar, zandan başka birşeyin ardına düşmüyorlar ve onlar sadece yalan söylüyorlar. “İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa yalnız Allah'ındır.” Burada göklerde ve yerde diye kendilerinden söz edilenler, akıl sâhibi olan varlıklardır ki bunlar da, melekler, cinler ve insanlardır. Bu âyette özellikle akıl sâhibi varlıklar olan bunların ele alınmış olması, bunların Allah'a âit olduklarını, Onun mülkünde yaşadıklarını kendilerine bildirmek ve duyurmak içindir. Dolayısıyla konum ve güçleri böyle olanların Rablık ya da ilahlık iddiasına kalkışmaları asla doğru değildir ve buralarda Ona ortak koşmaları da uygun değildir, olmaz ve olamaz. Dolayısıyla onların ötesinde olan, onların hiçbir zaman akıl erdirmeyecekleri bir varlık olan zata karşı denk tutmaları ve ortak kabul etmeleri doğru olmaz, kimse Ondan başka buna layık değildir. “(O hâlde) Allah’tan başka ortaklara tapanlar neyin adma düşüyorlar” Burada geçen, (.......) edatı olumsuzluk bildirir. Yani,” bunlar aslında ve gerçek manada ortak koştuklarına uymuyorlar, gerçi bunian şerikler olarak âdlarıdmyorlar ama bu, onların söyledikleri gibi değildir. Çünkü Rububiyet noktasında bunların ilâhlıkta ortaklıkları muhâldir, asla olası değildir. “Şüphesiz onlar, zandan başka birşeyin ardına düşüyorlar” bunlar Allah'ın şerik ve ortaklarıdır türünden olan boş zanlarından ibârettir, başka değil. “Ve onlar sadece yalan söylüyorlar.” Böyle takdir ediyorlar. Bâtıl bir değerlendirme sonucu, bunların Allah'ın ortakları olduğu iddiasına kalkışıyorlar. Ya da buradaki ifade bir soru ifadesidir: “ Yani “Bunlar neye tabi oluyorlar, ne yapmak istiyorlar?” demek olur. Bu durumda, (.......) kelimesi, (.......) fiiliyle mensûbtur, ilk duruma göre ise, (.......) fiili ile mensûbtur. Bu durumda bu, şöyle olmalıdır: “Allah'tan başkasını şerik edinerek neye uymaktadırlar?” Ancak burada, (.......) kelimesi ikinci bir (.......) kelimesinin var olduğunu mana itibariyle içerdiğinden, buna delalet ettiğinden dolayı sadece bir tanesiyle yetinilmiş oldu. Mahzûf olan ise, (.......) kelimesinin mefulüdür veya, (.......) üzerine ma'tûf olan bir mevsûledir. Sanki şöyle denilir gibidir: “Allah'tan başka şerik olarak çağınp peşine takıldıkları da Allah'a âittir.” Yani bunların şirk koştukları da Allah'ındır, Onun tarafından yaratılmadır, Onun mülküdür. Yüce Allah daha sonra da kendi yüce ve muazzam olan kudretine, kullarına karşı nimetlerinin oldukça geniş ve kapsamlı olduğuna aşağıda gelen şu âyetle dikkat çekiyor: 67O (Allah) geceyi içinde dinlenesiniz diye sizin için yaratan, (çalışıp kazanmanız için de) gündüzü aydınlık kılarıdır. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır. “O (Allah) geceyi içinde dinlenesiniz diye sizin için yaratan.” Geceyi sizin için karartarak, gündüzün yorgunluğunu gidermeniz ve dinlenip rahat etmeniz için karanlık kıları, (çalışıp kazanmanız içinde) gündüzü aydınlık kılarıdır. Rızık elde etmek istediğiniz yolları ve kazanç elde etmek istediğiniz yerleri görebilesiniz ve bulabilesiniz diye. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır. Yani gerçeği anlamak ve ders çıkarmak anlamında can kulağıyla dinleyenler için deliller vardır. 68(Müşrikler) “Allah çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir. O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? “(Müşrikler) “Allah çocuk edindi” dediler. Hâşâ! O bundan münezzehtir.” Bu, Allah'ın çocuk edinmekten münezzeh ve beri olduğunu gösteren net bir ifadededir ve aynı zamanda onların söylemiş oldukları bu ahmakça sözlerinden dolayı hayret etmektir, şaşkınlık göstermektir. “O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur.” Neden çocuğunun olmadığını belirten illet yani gerekçedir. Çünkü çocuğu ancak zayıf ve güçsüz olanlar isterler ki bu sayede güç ve kuvvet elde edebilsinler. Ya da fakir olanlar isterler ki, onun yardımından yararlanabilsinler ya da zelil ve kimsesiz olanlar isterler ki o sayede aşağılanmaktan kurtulup saygınlık kazanabilsinler. Evet! Bütün bu istekler gerçekten bir ihtiyacın emareleri ve belirtileridirler. Her kim zenginse ve hiçbir kimseye ve güce muhtaç değilse, böyle birinin çocuğa ihtiyaç duyması sözkonusu değildir. Çünkü çocuk babanın bir parçasıdır. Böyle olması hâlinde bu, bunların biri birinden meydana gelmiş olmasını gerektirir. Dolayısıyla mürekkep olan yani biri birinden meydana gelmiş olan bir şey de mümkün olan bir varlıktır, demektir. Her mümkün ise başkasına muhtaçtır, başkasına ihtiyaç duyar. Böyle olması halin de o da hadis yani sonradan meydana gelmiş, var edilmiş demek olur. O hâlde Kadim olan bir zatın çocuğunun olması muhâldir, olamazdır. “Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur.” Mülk ve varlık olarak zaten hepsi Onundur. Bu itibarla hem mülk sâhibi olması hem de oğul edinmesi bir arada toplanmaz. “Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur.” Bu söz ve iddia ile ilgili olarak elinizde hiçbir hüccet, yoktur. (.......) kavlindeki, (.......) harfinin, (.......) kavline taallûkta bulunması doğru olanıydı. Yani “delil” ifadesi yerine, “Demek” anlamında (.......) maddesinden bir kelime konulmalıydı. Meselâ; “Sizin ülkenizde hiç muz yoktur” cümlesi gibi. İşte burada da sanki: (.......) yani, “Eğer söylediğiniz şey konusunda elinizde bir delil varsa” der gibidir. Böylece ellerinde herhangi bir delillerinin bulunmadığını ortaya koyunca, onları bu şekilde bilmezler sınıfına, câhiller arasına katınış oldu da şöyle buyurdu: (.......) Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” 69De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler. “De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.” Cehennem ateşinden kurtulmayacaklar ve cenneti de asla kazanmayacaklardır. 70Dünyada bir miktar geçim (sağlarlar) sonra dönüşleri bizedir; sonra da inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlara şiddetli azâbı tattırırız. “Dünyada bir miktar geçim (sağlarlar)” Yani onların Allah'a karşı böyle bir iftiraya kalkışıp yalan uydurmaları, sadece bu dünya hayatında kendileri için basit bir çıkar vardır. Çünkü bu sayede küfürlerindeki liderliklerini ayakta tutacak ve onu sürdüreceklerdir. İleri, sürdükleri bu putlarıyla peygambere karşı duracaklardır ve düşmanlıklarını devam ettireceklerdir. “Sonra da inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlara şiddetli azâbı tattırırız.” 71Onlara Nûh'un haberini oku: Hani o kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah'a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplarııp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başırııza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin.” (.......) kelimesi üzerinde vakfetmek lazımdır, yani burada vakf-ı lâzım vardır. Eğer durulmayıp da vasledilir bu takdirde (.......) kelimesi, (.......) kavlinin zarfı olur. Aksine takdir şöyledir: “Hatırla hani...” (.......) Hani O kavmine demişti ki: “Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam” Yüklendiğim bu konumum ve varlığım.. Bu da tıpkı yüce Allah'ın şu kavli gibidir: “Rabbinin makamında/huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.” (Rahmân,46) Rahmân sûresinin bu âyetinde, “Rabbinin makamından korkan” ifadesi, Rabbinden, Onun huzurunda durup hesaba çekilmekten” manasınadır. Ya da benim sizin aranızda 950 yıllık gibi uzun bir zaman dilimi bulunmuş olmam sizin işinize gelmiyorsa.. Yahut da benim bu konumum, peygamber olmam gibi manalar içermektedir.- “ve Allah'ın âyetlerini size hatırlatmam -Çünkü bunlar cemaate öğütte bulundukları zaman, ayakları üzerinde dikilerek vaazda bulunurlardı, Bu şekilde yerlerinin açık olarak görülmesini ve bilinmesini, sözlerinin de dinlenir olmasını isterlerdi. Eğer sizin ağrınıza -size zor ve sıkıntılı- geliyorsa, -Bu, tıpkı Rabbimizin şu kavli gibidir: “Şüphesiz sabır göstermek ve namaz kılmak kalpleri saygıyla ürperenlerin dışında herkese zor ve ağır gelir.” (Bakara,45) “Ben yalnız Allah'a dayanıp güvenirim.” işimi ve durumumu Ona bırakiyorum. “Siz de ortaklarınızla beraber toplarııp yapacağınızı kararlaştırın.” Bir şeye niyet edildiğinde veya karar verildiğinde, (.......) işini toparlamaya, bir araya getirmeye karar verdi denilir. (.......) kelimesinin naşırıda yet alan vav harfi, “İle, beraber” manasına gelen, (.......) anlamındadır. Yani Allah'a ortak koştuklarınızla beraber gücünüzü, imkânlarınızı bir araya toplayın” demektir. “Sonra işiniz başırııza dert olmasın.” Yani başırııza bir sıkıntı çıkarmasın, bir tasa getirmesin. (.......) âdeta (.......) kalıbında olan bir kelimedir ve sıkıntı, tasa, keder manalarına gelir. Ya da gizlilikle kanşık bir durum manasındadır. (.......) kelimesi sütre, perde, engel gibi manalara gelir. Bir şeyi örtmek, setretmek manasında, (.......) onu kapattı, üstünü örttü, gizledi demektir. Nitekim bu manada bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: (.......) Yani “Allah'ın farz kıldığı şeylerde gizlilik yoktur, kapalılık yoktur” İbn Hacer diyor ki bu hadis. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kabile reislerine gönderdiği mektubun bir parçasıdır. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf, 2/360 Yani bana karşı ne tür bir uygulama yapacaksanız, onu gizli tutmayın, o yapacaklarınızı açık olarak ortaya serin. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Bana karşı ve beni ortadan kaldırmak için yapmak istediklerinizi gizli tutmayınız, bana karşı yapacaklarınızı açık olarak haykınp söyleyiniz. “Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın.” Şu bana yapmayı istediğiniz şeyi. Yani sizin açınızdan beni ortadan kaldırmak için gerçekten yapılması gereken ne ise, tıpkı alacaklısının borçlusuna karşı uyguladığı yaptırımlar ne ise siz de aynısını bana uygulayın. Ya da elinizden geleni ardınıza koymayın, yapacağınızı yapm! “Ve bana mühlet de vermeyin.” Bana hiç mühlet ve süre vermeyin, bana nefes aldırmayın. 72“Eğer yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret istemedim. Benim ecrim Allah'tan başkasına âit değildir ve bana müslümanlardan olmam emrolundu.” ““Eğer yüz çeviriyorsanız.” Şayet benim sizi hatırlatmamdan ve size yaptığım öğütten yüz çevirirseniz, “Zaten ben sizden bir ücret istemedim.” Yani benden yüz çevirmenizi, kaçmanızı gerektirecek bir ücret talebinde bulunmadım. Ya da “Sizin benden yüz çevirmeniz sebebiyle de ben bu ücretten mahrum bırakılacak değilim. “Benim ecrim Allah'tan başkasına âit değildir.” Bu, âhirette gelip beni bulacak olan sevabımdır, Rabbim tarafından bana verilecektir. Yani: “Ben size sadece Allah için öğütte bulunuyorum. Bunun dışında dünyalık herhangi bir amacım yoktur. Âyetin bu kısmına dayanarak, Kur'ân öğretimi ile alâkalı olsun, diğer dinî konularla ilgili öğretim olsun ücret almanın yasak olduğuna delalet vardır. “Ve bana müslümanlardan olmam emrolundu.” Allah'ın emir ve yasaklarına teslim olmakla emredildim. Kırâat imâmlarından Nafî, İbn Âmir, Ebû Amr ve Hafs, (.......) kelimesini fetha ile burada görüldüğü gibi okumuşlardır. 73Yine de onu yalanladılar, biz de hem onu hemde onunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve onları (yeryüzünde) halîfeler kıldık; âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk. Bak ki uyanlanların (fakat inanmayanların) sonu nasıl oldu! “Yine de onu yalanladılar.” Böylece cezâlarıdırılmayı da hakkettiler. “Biz de hem onu hemde onunla beraber gemide bulunanları kurtardık ve onları (yer yüzünde) halîfeler kıldık.” “Âyetlerimizi yalanlayanları da (denizde) boğduk. Bak ki uyarılanların (fakat inanmayanların) sonu nasıl oldu!” Bu, bu kimseler aleyhinde cereyan eden şeylerin oldukça büyük bir olay olduğunu göstermek Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından uyarılmış olanları da benzeri bir akıbetle karşılaşmaları konusunda uyarmak ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i de teselli etmek içindir. 74Sonra onun arkasından bir çok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara mu'cizeler getirdiler. Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi. İşte haddi aşanların kalplerini biz böyle mühürleriz. “Sonra onun arkasından bir çok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara mu'cizeler getirdiler.” “Fakat onlar daha önce yalanladıkları şeye inanacak değillerdi.” O peygamberlerin gelmesinden sonra da küfürlerinde ısrar edip durdular. Burada şu denilmek isteniyor. Bu toplumlar Resûlüllah kendilerine henüz peygamber olarak gönderilmezden önce hakkı yalanlayan bir câhiliye toplumu idiler. Bu itibarla gerek peygamber gönderilmesinden önceki durumları olsun, gerekse peygamberin gönderilmesinden sonra olsun bu iki dönem arasındaki tavır ve inançlarında bir farklılık olmadı. Sanki kendilerine hiçbir peygamber gönderilmemiş gibi aynı durumlarını ve tutumlarını devam ettirdiler. “İşte haddi aşanların kalplerini biz böyle mühürleriz.” Yalan söylemekle hadlerini aşanları, tıpkı mühürle bir şeyi damgalar gibi bunların kalplerini damgalayıp mühürleriz. 75Sonra da onların ardandan da Fir'avun ve toplumuna Mûsa ve Harun'u mu'cizelerimizle gönderdik, fakat onlar kibirlendiler ve günahkâr bir toplum oldular. “Sonra da onların ardandan da Fir'avun ve toplumuna Mûsa ve Harun'u mu'cizelerimizle gönderdik” “Fakat onlar kibirlendiler.” Büyüklük taslayıp kabul etmediler. Kibrin ve büyüklük taslamanın en tehlikeli boyutu, kulların, Allah tarafından gönderilen mesajın kendilerine açıkça belli olmasından sonra onu basite alıp onunla eğlenmeleri ve alay etmeleridir. Büyüklük taslayarak onu kabul etmekten uzak durmalarıdır. “Ve günahkâr bir toplum oldular.” Büyük günahlar kazanan kâfirler oldular. İşte bundan dolayıdır ki büyüklük taslayıp onu kabul etmeyip reddetme cüretini gösterdiler. 76Katımızdan onlara hak (mu'cize) gelince “Bu elbette apaçık bir sihirdir” dediler. “Katımızdan onlara hak (mu'cize) gelince,” Gelenin hak ve gerçek olduğunu öğrenince, bunların Allah katından gelen gerçekler olduğunu bilince “kibirlerinden ve şehevi istekleri peşinde gitmeyi sevdiklerinden ötürü dediler ki:” “Bu elbette apaçık bir sihirdir” dediler.” Halbuki kendileri bunun sihir yani büyü olmadığını, hak ve gerçek olduğunu, uzaktan ve yakından büyü ile ilgisi bulunmadığını çok iyi biliyorlardı. 77Mûsa: “Size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? halbuki sihirbazlar iflah olmazlar” dedi. “Mûsa: “Size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz?” Bu bir inkâr ifadesidir. O kâfirlerin söylemiş oldukları sözleri ise mahzûftur. Bu da: (.......) yani “Bu bir sihir midir diyorsunuz?” demektir. Sonra bu cümlenin hemen ardından yine inkâr manasını yani onlara cevap ve kendilerin ret mahiyetinde olan yeni bir cümleyi söylüyor: “Bu bir sihir midir?” Bu, hem haber ve hem mübtedadır. “Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar” dedi.” Bir zafer elde edemeyeceklerdir. 78Onlar dediler ki: “Babalarınıızı üzerinde bulduğumuz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Halbuki biz size inanacak değiliz.” “Onlar dediler ki: Babalarınıızı üzerinde bulduğumuz (dinden) bizi döndüresin.” Tapmak ve kulluk etmekte olduğumuz putlardan veya Fir'avuna ibâdet ve kullukta bulunmaktan bizi çevirip döndürmek, “Yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin?” Mülk ve varlık sizin olsun için mi geldin? Çünkü kralların özelliği kibirlilik ve büyüklenmedir. Onlar azamet ve yücelik niteliklerine sahiptirler. (.......) Halbuki biz size inanacak değiliz.” Her ikinizin bize getirdiklerini biz tasdik edecek, doğrulayıp kabullenecek değiliz. (.......) kelimesini Hammad ile Yahya, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. 79Fir'avun dedi ki: Bilgili bütün sihirbazları bana getirin. “Fir'avun dedi ki: Bilgili bütün sihirbazları bana getirin.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. 80Sihirbazlar gelince Mûsa onlara: atacağınızı atın, dedi. “Sihirbazlar gelince Mûsa onlara: atacağınızı atın, dedi.” 81Onlar (iplerini) atmca, Mûsa dedi ki: “Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onu boşa çıkartacaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez.” “Onlar (iplerini) atınca, Mûsa dedi ki: “Sizin getirdiğiniz sihirdir” Burada, (.......) edatı mevsuie olup, mübteda olarak gelmiştir. (.......) kavli de bunun ilgi cümleciğidir. (.......) haberdir. Yani: “Getirmiş olduğunuz şey aslında sihirdir. Yoksa Fir'avun ve kavmi tarafından sihir diye adlarıdırıları Allah'ın âyetleri değildir sihir olan. Kırâat imâmlarından Ebû Amr, vakıftan sonra, (.......) kelimesini biri soru edatı olmak üzere iki hemze ile, (.......) diye kırâat etmiştir. Bu kırâate göre, (.......) istifhamiyedir, soru edatıdır. Yani: “Getirdiğiniz şey nedir? O sihir midir?” demektir. “Allah onu boşa çıkartacaktır.” Bunların asılsız olduklarını meydana çıkaracaktır. “Çünkü Allah bozguncuların işini düzeltmez.” Onu sabit kılmaz, varlığını sürdürtmez, aksine onu darmadağın eder. 82“Suçluların hoşuna gitmese de Allah, sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.” “Suçluların hoşuna gitmese de Allah, sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır.” Varlığını devam ettirecektir. 83Fir'avun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Mûsa'ya îman etmedi. Çünkü Fir'avun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi. “Fir'avun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Mûsa'ya îman etmedi.” Bunlar da İsrâ'il oğullarının genç kesiminden idiler. Sanki burada şöyle denilir gibidir: “Sadece kavmine âit olan çocuklardan bir takım gençler îman etti.” Çünkü Hazret-i Mûsa bunların babalarını davet etmiş ise de, babaları Fir'avun'dan olan korkuları yüzünden Hazret-i Mûsa'nın davetine kâtilmadılar. Ancak korkuya rağmen Hazret-i Mûsa'nın davetine bu adamların çocukları icabet ettiler. Bir de (.......) ifadesindeki zamîr Fir'avun'a râcidir. (.......) yani çocuklar ifadesi de, Fir'avun hanedanından îman etmiş olan kimselerdir. Bunlar da Fir'avun'un eşi Asiye, hizmetçisi, hizmetçinin eşi ve bir de berberi yani kuaförlüğünü yapan kadından ibâret olan kimselerdi. (.......) kavlindeki zamîr de yine Fir'avun'a râcidir ve “Fir'avun'un ailesi, ileri gelenleri, seçkin adamları” demektir. Meselâ Tıpkı Rabia ve Mudar kabileleri denmesi gibi bir ifadedir. Ya da bu, Fir'avun'a danışmanlık yapan kimselerin olması sebebiyle onlar için söylenmiş bir ifadedir. Yahut da buradaki zamîr, (.......) kavline râcidir. Yani, “Fir'avun'dan olan korkuları ve bir de İsrâ'il oğullarının üst düzey adamlarından olan korkuları sebebiyle...” demektir. Çünkü bunlar hem kendi çocukları ve hem de kendi canları adına Fir'avun'dan hep korkuyorlardı. Bunun delili da, “kendilerine baskı ve cezâ uygulanır..,” kavlidir. Bununla Fir'avun tarafından işkence göreceklerine işaret edilmektedir. “Çünkü Fir'avun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör)” Herkese karşı baskı uyguluyordu. “Ve haddi aşanlardan idi.” Yani zulmetme de, halkı ezmede, bozgunculuk çıkarmada, Rablık iddiasına kalkıştığında kibirlilik gösterip taşkınlık etmede gerçekten haddini aşmış bulunuyordu. 84Mûsa dedi ki: “Ey kavmim! Eğer Allah'a inandıysanız ve O'na teslim olduysanız sadece O'na güvenip dayanın.” “Mûsa dedi ki: “Ey kavmim! Eğer Allah'a inandıysamz-Onu tasdik edip âyetlerini de doğrulamışsanız- ve Ona teslim olduysanız -Çünkü tevekkülde İslam yani Müslüman olmak şarttır. Bu ise, Müslümanların kendilerini Allah'a teslim etmeleridir. Yani kendilerini ya da canlarını ihlaslı olarak Allah'a teslim ederler. Gönüllerinde şeytana bir yer vermezler. Çünkü tevekkül denilen şey, öyle kanşık bir şekilde olmaz. Samimiyet ve dürüstlük ister “Sadece O'na güvenip dayanın.” Fir'avun'dan korunmak için o hâlde işinizi Allah'a dayandmn. 85Onlar da dediler ki: “Allah'a dayandık. Ey Rabhimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!” “Onlar da dediler ki: “Allah'a dayandık.” Evet! Onlar böyle dediler. Çünkü gerçekten ihlas sâhibi idiler. Hiç şüphesiz Allah böylelerinin tevekkülünü kabul eder. Dua ve isteklerine karşılık verir, onları kurtarır ve onların kendilerinden korktukları kimseleri de helâk eder. O helâk edilenlerin yerine ve topraklarına bunları geçirir, halîfe kılar. Kim Rabbine karşı tevekkülde, Ona dayanıp güvenmede samimi ve dürüst olmak isterse, onun yapması gereken şeyi, itilasına ve dürüstlüğüne başka bir şeyi kanştırmaması gerekir. “Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!” Onların elinde bir sıkıntıya uğratma, yani, bize işkence etmelerine fırsat verme. Onların baskıları sonucu dinimizden bizi döndürmelerine imkân tanıma. Yani bizi saptırmalarına izin verme. El-Fatin: Kişiyi hak olan yoldan saptıran kimse demektir. 86“Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!” “Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!” Yani onları bizden uzaklaştırmak ve bize üstün olmalarına fırsat vermemek suretiyle Rahmetin ile bizi kurtar. 87Biz de Mûsa ve kardeşine: “kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da doğsdoğru kılın (Ey Mûsa!) Mü'minleri müjdele! Diye vahyettik. “Biz de Mûsa ve kardeşine: “kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın.” “ev edindi, bannak, sığmak edindi” manasındadır. Bu tıpkı, (.......) Yani “vatan edindi” anlamında bir ifadedir. Mana şöyle olmaktadır: “Her ikiniz de onlara âit evlerden kimi evleri, kavminiz için Mısır'da sığmak durumuna sokun, getirin. Orada ibâdet edebilmek, ve kimi kararlar almak için oraları uygun ve korunur hale getirin. “Ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın” Yani o evleri kıbleye yönelik mescitler edinin. Burada geçen kıbleden kasıt Kâ'be'dir. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) olsun ona îman edenler olsun birlikte Kâ'be'ye doğru namaz kılıyorlardı. Hazret-i Mûsa ve kavmi ilk zamanlarda, kâfirlerden olan korku ve endişeleri yüzünden evlerinde namazlarını kılıyorlardı. Böylece kâfirlerin saldırılanndan, onların kendilerine ezada bulunmalarından, baskı yoluyla dinlerinden döndürmelerinden korunuyorlardı. Yani tıpkı Müslümanların İslâm'ın ilk dönemlerinde Mekke'de yaptıkları gibi yapıyorlardı. “Namazlarınızı da dosdoğru kılın!” Tam bir güvence elde edene kadar evlerinizde kılın. “(Ey Mûsa!) Mü'minleri müjdele! Diye vahyettik.” Dikkat edilirse âyette başta ikil hitapla, Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Harun'a sesleniş yapılmış. Sonra bu ifade çoğul olarak getirilmiş ve en sonunda da, “Müjdele” ifadesiyle de, tekil ifade kullanılmıştır. Bunun sebebi, ibâdet yerlerinin seçimi ve takdiri konusu, iki peygambere havale edildiğinden ikil ifade getirilmiştir. Bundan sonra çoğul getirilmesi ise, oraların mescitler haline getirilmesi ve buralarda namaz kılınması cumhura yani îman eden herkese farz olması itibariyledir. Sadece Hazret-i Mûsa'ya hitaben, “Müjdele” denmesi de, bu müjdenin büyüklüğü ve önemi ile müjdeyi verenin değeri açısındandır. 88Mûsa dedi ki: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Fir'avun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbimiz! (onlara bu nimetleri) insanları senin yolundan saptırsınlar ve elem verici cezâyı görünceye kadar îman etmesinler, diye mi (verdin?) Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerine sıkıntı ver (ki îman etsinler)” “Mûsa dedi ki: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Fir'avun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin” İnsanın kendisiyle süslendiği her şey demektir. Meselâ giysi, süs ve takı eşyası, yatak ve mobilya takımları ile başka şeyler, mallar, nakit paralar, nimetler ve her türlü ve her manadaki eşya. “Ey Rabbimiz! (onlara bu nimetleri) insanları senin yolundan saptırsınlar,” Buradaki, Kırâat imâmlarından Kufe okulu mensupları (.......) kelimesini aynı zamanda, (.......) diye de okumuşlardır. Yani insanları sana itaatten saptırsınlar için mi? Âyette geçen, (.......) kelimesi üzerinde vakıf yapılmaz, yani durulmaz. Çünkü, (.......) kelimesi ya da kavli, (.......) kavline mütealliktir. “Ey Rabbimiz!” kavli yakarmada daha içten olduğunu ve bu manada bir niyazda bulunulduğunu göstermek manasında birincinin tekrandır. Şeyh Ebû Mansûr (r.h) diyor ki: “Bu kâfirlerin, halkı Allah'ın yolundan saptırdıkları bilinince, Allah da onlara vereceğini verdi ki, böylece Onun yolundan hem kendileri sapsınlar ve hem de başkalannı saptırma çabasıyla daha çok azap görsünler istemiştir. Bu âdeta yüce Allah'ın şu kavlindeki ifadeye benzer. Allah şöyle buyuruyor: “Aksine onlara zaman tanimâmız sadece günahlarını artırmaları içindir.” (Al-i İrnran,178) Şu anda açıklamasını okuduğumuz bu âyet Mu'tezile aleyhinde bir hüccettir. “Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et” Mallarını helâk et. Mallarından ve varlıklarından eser bırakma. Çünkü bunlar sana karşı giriştikleri isyanlarında Senin nimetinden yararlarııyorlar. (.......) Mahvolmak, yok olmak, eseri kalmamak manalarına gelen bir kelimedir. Anlatıldığına göre bu topluma âit altın ve gümüş paralar, sikkelerin tamamı üzerindeki süslemeleri, armaları kalmak üzere taş haline dönüşü vermişti. Bir diğer anlatıma göre de bunların diğer malları da aynı akıbete uğramıştır. “Kalplerine sıkıntı ver (ki îman etsinler)” Bunların kalpleri üzerine damga bas ve gönüllerini kaskatı kılarak taşlaştır. “Elem verici cezâyı görünceye kadar îman etmezler.” Zaten bu durumda da îman etmek onlara fayda sağlamaz.” Acıklı azâbı görene kadar bu hallerini devam ettirirler. Nitekim durum bu şekilde sürüp gitmiştir. Çünkü bu kâfirler denize boğulma anına kadar imansızlıklarını devam ettirmişler, o ana kadar inanmamışlardır. Kaldı ki, çaresizlik ve ümitsizlik anında îman etmenin bir yaran yoktur. Çünkü böyle bir îman kabul edilmez. Bu şekilde bu kimselere bedduada bulunulmasına gelince; artık onların îman etmeyecekleri kesin anlaşılmış, kendilerinden bu açıdan umut kesilmiştir. Kaldı ki vahiy yoluyla da bunların îman etmeyecekleri kendisine bildirilmişti. Ancak bunların inanmayacaklarını henüz bilmediği ya da bir kimsenin îman edeceği henüz bilinmediği bir durumda onlara bedduada bulunmak câiz değildir. Çünkü yüce Allah onu o topluma peygamber olarak göndermiş ki, onları îman etmeye davet etsin, beddua etsin diye değil. Buradan anlıyoruz ki herhangi bir kimseye beddua etmek onu küfre sokmaz. (.......) diye başlayan duanın yani bedduanın cevâbıdır. 89Allah: İkinizin de duası kabul olunmuştur. O hâlde siz doğruluğa devam edin ve salon o bilmezlerin yoluna gitmeyin! Dedi. “Allah: İkinizin de duası kabul olunmuştur.” Rivâyete göre Hazret-i Mûsa dua etmiş ve Hazret-i Harun da “Amin” demiştir. Böylece duaya amin demenin de dua olduğu sabit olmuştur. Ancak bunu yani sessiz olarak söylemek daha eyladır ve daha yerindedir. Mana şudur: “Her ikinizin de duası kabul edilmiştir. İstediğiniz şey de olacaktır. Ancak zamanı gelince, zamanı içinde olacaktır.” “O hâlde siz doğruluğa devam edin.” Azâbın geleceği ana kadar dine ve hükümlerine sanlıp bağlı kalın.” Şu anda üzerinde bulunduğunuz davet ve tebliğ üzere olun ve o tebliği de sürdürün. “Ve sakın o bilmezlerinyoluna gitmeyin” Cehelenin, kendini bilmezlerin yoluna uymayın. Çünkü bunlar doğrulukla icabetin, daveti kabul etmenin ne anlama geldiğini bilmezler. Bunu bilmedikleri gibi mühlet vermenin ne anlama geldiğinin hikmetini de kavrayamazlar. Rivâyete göre yapılan dua ile duanın kabulü arasında geçen süre tam kırk yıl olmuştur. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, (.......) kavlini şeddesiz olarak, nun harfinin tahfifi ve kesresiyle (.......) olarak okumuştur. Çünkü iki sakin harf bir araya gelmiş ve tesniye nununa benzerliği sebebiyle bu şekilde okumuştur. Çünkü hafife olan yani şeddesiz olan nun harfinin sakin olması vaciptir. Bir değerlendirmeye göre bu, o ikisinin yani Mûsa ile Harun'un üzerinde bulundukları hallerini bildirme anlamındadır, bir nehiy anlamında değildir. Ya da hâldir ve: “Başkalanna uymamak kaydıyla her ikiniz de doğruluk ve dürüstlükte devam edin” takdirindedir. 90Biz İsrâ'üoğullarını denizden geçirdik. Ama Fir'avun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere onları takip etti. Nihayet (denizde) boğulma haline gelince, (Fir'avun): “Gerçekten İsrâ'il oğullarının inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığma ben de îman ettim. Ben de müslümanlardanım!” dedi. “Biz İsrâ'il oğullarını denizden geçirdik.” “Kullar işledikleri fiillerin yaratıcısıdır” diyenlerin görüşüne karşı bu âyet bizim lehimizde olan bir delildir. (.......) Fir'avun ve askerleri zulmetmek -üstünlük tasarlayarak ezmek- ve saldırmak -ezmek- üzere onları takip etti.” Onları takip etti, izledi. Nitekim, (.......) denir ki bu, “onu izledim ve ardı sıra izlettim, peşine takıldım” demektir. Âyetteki, (.......) ve (.......) kelimelerinin her ikisi de hâl olarak mensûbturlar. Ya da mefulü leh olarak mensûbturlar. “Niyahet (denizde) boğulma haline gelince;” Bu cümle üzerinde vakıf yapılmaz, durulmaz. Çünkü, (.......) kavli, (.......) edatının cevâbıdır. “(Fir'avun): “Gerçekten İsrâ'il oğullarının inandığı Tanrı'dan başka tanrı olmadığına ben de îman ettim. Ben de müslümanlardanım!” dedi. Âyetin bu kısmı, îman ile İslâm'ın mana bakımından bir olduğunun delilidir. Çünkü burada önce, (.......) demiş, sonra da, (.......) buyurmuştur. Fir'avun da aynı manayı tek âyette üç kez üç ibârede tekrar ederek, üzerine basa basa îman ettiğini, İslâm'ı kabul ettiğini söylemiştir ama bunu söylememesi gereken yerde ve zamanda söylemiştir, bunun için de kabul olunmamıştır. Halbuki insanın mecbur kalmadığı bir sırada kendi isteğiyle tek bir defa söylemesi, îman etmiş olması için yeterlidir. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kavlini, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Böyle okuyuşta bunu yeni bir cümle, istinaf cümlesi olarak kabul etmeleri ve (.......) kavlinden de bedel saymaları sebebiyledir. Bu iki imâmın dışındaki kırâat imâmları ise, “Îman” kavlinin sılası olan (.......) harfinin hazfiyle de fethalı olarak okumuşlardır. 91Şimdi mi îman ettin! Halbuki daha önce isyan etmiş ire bozgunculardan olmuştun. “Şimdi mi îman ettin!” Mecbur kaldığın bu sırada mı kıyamete inandın, boğulmaya başlayıp hayatından umudunu kestiğin bu saatte mi inandın? Söylendiğine göre Fir'avun, Tam boğulurken bunu söylemiştir. Burada asıl amil, (.......) kelimesidir. “Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” îman etmekten hem kendisi sapan ve hem de başkalannı îman etmekten saptıran, azdıran.. Rivâyet olunduğuna göre Cebrâîl (aleyhisselâm) ona bir fetva ile geldi burada şöyle soruluyordu: -Acaba Emir ne buyurur. Bir adama âit olan bir köleyi düşünün. Bu köle efendisinin varlığından, malından yararlarııp yetişmiş, onun nimetiyle büyümüştür. Fakat bu köle sonra da efendisine karşı çıkıp ona nankörlükte bulunmuş, onun kendisi üzerindeki hakkım inkâr etmiş ve bir de kalkıp onun önünde beyliğini iddia ve ilân etmiş, Emir buna ne buyurur? -O da içinde şu ifadelerin yer aldığı bir fetvayı yazar: Ebû'l-Abbâs Velid Bin Mus'ap der ki: Efendisine karşı çıkan ve nimetlerine karşı nankörlük edip küfre sapan kölenin cezâsı denizde boğulmaktır. İşte Fir'avun tam boğulmak üzere iken Cebrâîl (aleyhisselâm) onun kendi eliyle yazdığı fetva ve fermanı ona verir ve o da hemen yazısını tanır. 92Ey Fir'avun! Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtaracağız. İşte insanlardan bir çoğu, hakikate âyetlerimizden gafildirler.” “(Ey Fir'avun!) Sen (.......) kavli, “Senden sonra geleceklere ibret olman için” (.......) bir âyet kılınması manasına gelince bu da, Fir'avun'un nasıl bir Rab olduğu, Rablik davasına kalkışanın ne duruma düştüğü ortaya çıksın diyedir. Dolayısıyla Rablik iddiasına kalkışmanın muhal olduğunu, bu iddiada olanların sonlarının ne olduğu görülsün de ders çıkanlsm içindir. Onun sahip olduğu bu varlık, mülkünün büyüklüğü, gördüğünüz gibi sonuçta onu Rabbine isyana götürdü. Peki ya bu kadar imkânlara ve azamete rağmen böyle biri helâk oluyorsa, acaba varlık ve güç bakımından durumları ondan daha altta olanlar için ne düşünülür ki?- bugün senin bedenini cansız olarak kurtaracağız.” Denizin dışında sudan uzak bir yere çıkarıp atacağız. Su onu sahile attı, âdeta bir öküz hâlini almıştı. (.......) hâl olarak gelmiştir. Yani cansız bir durumda olduğun bir şekilde.. çünkü sen artık sadece cansız bir bedensin, cesetsin. Yalnızca bir beden ya da ceset hâlinde çıkarıp bırakacağız. Ya da, (.......) kavli ile, sapasağlam ve ondan hiçbir şeyi eksilmemiş, değişip bozulmamış olan cansız bir beden. Ya da üzerinde hiçbir giysi kalmamış olan çıplak bir bedenden başka değil. Ya da üzerindeki zırhın ile birlikte bir beden. Fir'avun'un altından bir zırhı vardı, onunla Fir'avun olduğu biliniyordu, durumu da o sayede ortaya çıkmıştı. Ebû Hanîfe bu kelimeyi, (.......) olarak okumuştur. Bu da şuna benze: (.......) O bütün üzerindekilerle, günahlarıyla, demektir. Âyete gelince mana şöyledir: “Bütün bedeninle, hiçbir parçası eksik olmaksızm.” Ya da bütün zırhlarıyla. Çünkü kendisi onlar arasında bununla meydana çıkmıştı. “İşte insanların birçoğu, hakikaten âyetlerimizden gafildirler.” 93Andolsun ki biz İsrâ'il oğullarını güzel bir yurda yerleştirdik ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrdığa düşmediler. Şüphesiz ki Rabbin, kıyamet günü onların, aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedecektir. “Andolsun ki Biz İsrâ'il oğullarını gerçekten güzel bir yurda yerleştirdik.” Güzel, uygun, üzerinde yaşanılacak bir yer ve ortam sunduk. Buraları da Mısır ve Suriye'dir. “Ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar dinleri konusunda- ayrılığa düşmediler.” Bunlar Tevrât hükümlerini tefsirlamada anlaşmazlığa düştüler. Nitekim Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in de ümmeti Kur'ân âyetlerini tevil etmede ihtilafa düşmüşlerdi. Ya da buradaki ilimden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini bildikleri konusundaki ihtilaflarıdır. İsrâ'il oğullarının ihtilafı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sıfatı hakkındaki ihtilafı idi. Kendilerine ilim geldikten sonra bu, o mu değil mi konusundaki ihtilafları... “Şüphesiz ki Rabbin, kıyamet günü onların, aralarında ihtilaf etmekte oldukları şeyler hakkında hükmedecektir.” Yani hakkı batıldan ayıracak ve herkese işlediğinin cezâsım ve karşılığını verecektir. 94Rasûlüm! Eğer sana indirdiğimizden (bu anlattığımız olaylardan) kuşkuda isen, senden önce kitab'ı (Tevrâtı) okuyanlara sor. Andolsun ki, Rabbinden sana hak gelmiştir. Sakın şüphecilerden olma! “Rasûlüm! Eğer sâna indirdiğimizden (bu anlattığımız olaylardan) kuşkuda isen, senden önce kitab'ı (Tevrâtı) okuyanlara sor.” Yüce Allah İsrâ'il oğulları ile ilgili olarak burada bunlardan söz edince, ki bunlar aynı zamanda ehli kitap idiler. Burada ilmin onlara geldiği ifadesiyle, onları kendilerine ilim gelenler olarak nitelemiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Resûlüllah olduğuna dair Tevrât ve İncîl'de yazılı bulunuyordu. Bu itibarla Kitap ehli Yahûdî ve Hıristiyanlar kendi öz oğullarını tanıdıkları kadar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ü tanıyorlardı. Burada, onların bu bilgilerinin aynı zamanda Kur'ân’ın Allah tarafından gönderilen doğru bir kitap, Hazret-i Muhammed'in nübüvvetinin sahih olduğu gerçeğini de tekit ve teyit etmektedir. Bu hususta daha da ileri giderek şöyle buyuruluyor: “Var sayalım ve takdir edelim ki sende de bir şüphe doğdu. - Yani Herhangi bir kimse bir konuda bir şüpheye düşerse, bunun yolu, meselesini çözümleyebilmek için hemen dini kurallara ve onun delillerine başvurur ve bu alarıdaki ilim adamlarının incelemelerine gider, sen de öyle yap demek gibi- Bu takdirde hemen Kitap ehlinden olan alimlere bu işi sor. Çünkü onlar sana indirilen şeyin doğruluğunu ve sıhhatini iyi bilirler. Kaldı ki onlar senden başka kendilerine gelip başvuran kimselerin de zorluklerini çözüme bağlamaktadırlar.” Bundan gaye, Yahûdî din bilginlerinin, Resûlüllahne indirilenlerin sıhhati ve doğruluğu konusunda kesin bilgi sâhibi oldukları, bu özellikte oldukları gerçeğini belirtmektir. Yoksa bu hususta Resûlüllah kesinlikle bir şüphe sahip değildir, bu manada bir vasıfla nitelenmemektedir. Daha sonra âyet şöyle devam ediyor: “Andolsun ki, Rabbinden sana hak gelmiştir.” Yani sen de, tanık olduğun ve kesin olarak bildiğin gibi bu hak, sendeki apaçık mu'cize ve delillerle, parlak ve reddi, inkârı mümkün olmayacak burhanlarla zaten sabit olmuştur: “Sana gelen ve verilen şey haktır, gerçektir. Bunda asla şüpheye yer yoktur.” (.......) Sakm şüphecilerden olma!” Burada atıf sebebiyle vakfetmek yoktur. 95Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra ziyana uğrayanlardan olursun. “Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra ziyana uğrayanlardan olursun.” Halen sürdürdüğün şüphesizlik durumunu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeme hâlini devam ettir ve bunda sebat et. Ya da bu bir bakıma heyecanlarıdırma ve harekete geçirme anlamında bir ifade tarzıdır. Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi: “Sakın kafirlere arka çıkma!” (Kasas,86) Keza şu kavli gibi: “Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, artık sakın onlar seni bu âyetlerden alıkoymasınlar.” (Kasas,87) Kısaca bu, Resûlüllah’ın bir yanlışa düşeceğinden değil, onun sebatını ve devamlıliğinı daha çok sağlamak, onu korumak, masumluğunu göstermek içindir. İşte bunun içindir ki Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vahyin nüzulü sırasında şöyle buyurmuştur: “Ben şüphe de etmiyorum, soracak da değilim. Aksine ben, bunun gerçek olduğuna tanıklık ederim.” İbn Cerir, Tefsîr; 11/168 Ya da her ne kadar bu hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize yapılmış ise de, asıl murat olunan onun ümmetidir. Yani; “eğer siz, indirdiğim şeylerde herhangi bir şüphede iseniz...” demektir. Kısaca tıpkı yüce Allah'ın şu kavli gibidir: “Ve size, sapıkliğin her çeşidinden sizi kurtaracak olan apaçık bir Kur'ân indirdik.” (Nisa,174) Dolayısıyla duyup da şüphe edebilecek ihtimali olan herkesedir bu hitap. Bu âdeta şu Arap atasözü gibidir: “Kardeşin sana zorluk çıkarırsa sen ona kolaylık göster.” Yahut da, (.......) kavlinin başında yer alan, (.......) edayı nefiy yani olumsuzluk içindir. Yani, “Sen şüphe ediyor değilsin ki, sorma gereği duyasın.” Yani biz sana şüphecisin anlamında sorman için emretmiyoruz. Fakat daha kesin ve yakin bilgiye sahip olasın için yapıyoruz. Bu âdeta Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm)’in ölülerin diriltilmesini görmeyi istemesi gibi bir şeydir. Eğer, (.......) edatının nefiy anlamında olması için, bu edattan sonra bir (.......) edatı gelmesi gerekmez mi? Meselâ; (.......) (Mülk,20) âyetinde görüldüğü gibi. Ne dersin?” diye sorarsan, cevabım şudur: Bu, aslında gerekli olan bir şey değildir. Görmez misin yüce Allah şu âyetinde bak bu (.......) edatı olmaksızm, (.......) edatını nefiy anlamında getirmiştir. İşte âyet: (.......) (Fâtır.41) Görüldüğü gibi bu âyette, (.......) edatından sonra, (.......) edatı gelmemiştir. 96Gerçekten haklarında Rabbinin sözü (hükmü) sabit olanlar inanmazlar. “Gerçekten haklarında Rabbinin sözü (hükmü) sabit olanlar inanmazlar.” -Levh-i Mahfûz'da Allah'ın yazmış olduğu sözü, hükmü sabit olmuştur, yüce Allah, meleklerine onların kafir kimseler olarak öleceklerini haber vermişti. Ya da yüce Allah'ın, “Onları kesinlikle cehenneme dolduracağım...” (A'raf, 18) buyruğunun kesinleşmesidir. Burada, (.......) kavli üzerinde vakf yoktur. Çünkü makabline taallûk etmektedir. 97Onlara her türlü delil gelse bile, can yakıcı azâbı görünceye kadar; “Onlara her türlü delil gelse bile, can yakıcı azâbı görünceye kadar;” Yeis hâlinde îman etmenin de yaran kendilerine bir olmayacaktır.” Mealde de belirttiğimiz gibi yeis hâlinde yani hiçbir umudu kalmadığı bir anda îman etmiş olması kişiye bu îmanı fayda vermez. Ya da kıyamet anında ve o günde onlardan o an îman etmiş olmaları, kabul edilmeyecektir. 98Yûnus'un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) herhangi bir ülke halkı, keşke (kendilerine azâb gelmeden) îman etsede bu îmanları kendilerine fayda verseydi! Yûnus'un kavmi îman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azâbını kaldırdık ve onları bir süre (dünya nimetlerinden) faydalarıdırdık. “Yûnus'un kavmi müstesna, (halkını yok ettiğimiz ülkelerden) herhangi bir ülke halkı, keşke (kendilerine azâb gelmeden) îman etsede bu îmanları kendilerine fayda verseydi!” (.......) Bizim kendilerini helâk etmek suretiyle ortadan kaldırdığımız ülkeler içinden tek bir ülke, küfürlerinde tevbe ederek îman etmiş olsalardı ya? Henüz azap gelip çatmadan samimi ve dürüst olarak inansalardı olmaz mıydı? Fir'avun gibi ta boğulma anına kadar imanlarını geciktirenler gibi geciktirmeselerdi ya? (.......) böylece o ülkeler halkının imanları kendilerine yarar sağlasaydı olmaz mıydı? Kendi serbest nzalarıyla vaktinde îman edip Allah'ın da imanlarını kabul etmesini kazansalardı olmaz mıydı? “Yûnus'un kavmi müstesna.” Buradaki istisna munkatı istisnadır. Yani, “Ancak Yûnus'un kavmi öyle değil, bunlar müstesna.” Ya da bu istisna muttasıl istisnadır. Cümle ise nefiy anlamında bir cümledir. Sanki şöyle denilmektedir: “Helâk olan ülkeler halkından hiçbirisi îman etmedi. Sadece Yûnus'un kavmi îman etti.” (.......) kelimesinin mensûb olması ise, istisna edatının asli görevine göredir. “Yûnus'un kavmi îman edince, kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azâbım kaldırdık ve onları bir süre (dünya nimetlerinden) faydalarıdırdık.” Ecellerinin bitimine kadar... Rivâyete göre Hazret-i Yûnus, Musul sınırları içerisinde bulunan Ninova halkına peygamber olarak gönderilmişti. Fakat o toplum kendisini yalanladı. O da toplumuna öfkelenip Ninova'yı terketti. Ancak Ninova halkı Hazret-i Yûnus'u aralarında bulamayınca, azâbım gelip kendilerini yakalanasından korktular. Pişmanlık duydular. Bunun üzerine hepsi de zayıflıklarını, zelil ve hakir olduklarını, ellerinden hiçbir şeyin gelmediğini simgeleyen yoksulluk ve tevazu, alçak gönüllülük anlamında kıldan sert giysilerini giyindiler. Kırk gece seslerini avaz avaz yükselterek feryad etmeye, ağlamaya başladılar. Hepsi de, kadmlarını, çocuklarını, hayvanlarını da alarak sahraya, geniş bir alana çıktılar. Çocuklu kâdirılarla çocuklarının arasını, hayvanlarla yavnılannı birbirinden ayırdılar. Hepsi birbirlerinin haline acırak ve başlarına gelecek olanlardan korkarak iyice hassaslaşmış bir gönül diliyle birbirlerine kucak açıyor, birbirlerine sanlıyorlardı. Açık olarak îman ettiklerini, yaptıklarından dönüp tevbe ettiklerini dile getiriyorlardı. İşte onların bu samimi tevbeleri sebebiyle yüce Allah onlara merhamet etti, onlardan azâbı kaldırdı. Günlerden Aşure idi ve Cuma gününe tesadüf etmişti. Hatta öyle ki birbirlerine karşı yaptıkları haksızlıkları ortadan kaldırmaya gayret gösteriyorlardı. Nitekim eğer biri birisine âit bir taş parçasını almış ve binasının temelinde kullanmışsa ve sâhibinin de bundan haberi yokmuşsa, gidip o taşı evinin temelinden çıkarıp getirip sâhibine vermiştir. Bir rivâyete göre, azâbın kendilerine ineceği am gördüklerinde, hemen hayatta kalmış olan alimlerinden yaşlı bir zata giderler, ondan sonlarının ne olacağını sorarlar. O da kendilerine şöyle dua etmelerini söyler: “Ey hiçbir canlının olmadığı zaman hep var olup hayat sâhibi olan Rabbim! Ey ölüleri dirilten hayat sâhibi Rabbim! Ey hep diri olan hayat sâhibi ölmez Rabbim! Senden başka ilâh yoktur, sadece Sen varsın Rabbim!” Bunun üzerine yüce Allah da onlardan azâbı kaldırdı. Fudayl İbn İyad diyor ki -Allah ruhunu kutsasm-: Onlar şöyle dua ediyorlardı: “Allah'ım! Şüphesiz günahlarınıız büyüdükçe büyüdü, Halbuki Sen bizim günahlarınıızı bağışlamakta, onları silmekte en büyüksün, en yücesin. Rabbimiz! Sen, sana yakışır olanıyla bize muamele buyur. Yoksa bizim layık olduğumuz muameleyi bize uygulama, reva göreme!” 99(Rasûlûm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette îman ederlerdi. O hâlde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın? “(Rasûlûm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette îman ederlerdi.” Burada, (.......) kelimesi hâldir. Îmanda bir araya gelirlerdi, onun üzerinde mutabık kalırlardı. Bu konuda herhangi bir aynlığa düşmezlerdi. Yüce Allah, kudretinin kemâlinden, üstünlüğünden ve meşietinin yani dilemesinin geçerli olduğundan, nüfuzundan şöyle haber vermektedir: “ Yani Allah dilemiş olsaydı yeryüzündekilerin hepsi îman ederlerdi. Ancak Allah, kendi özgür aklı ve tercihiyle, seçimiyle kendisine îman edeceklerini ezeli ilminde bildiği gibi îman etmelerini diledi, yine kendi özgür seçimleri sonucu küfrü tercih edeceklerini ve îman etmeyeceklerini ezeli bilgisiyle bildi.” Ancak Mu'tezilenin görüşü şöyledir: “Burada Meşietten murat, zoraki ve mecburi manada bir meşiettir. Yani; “Eğer Allah bunlarda zorunlu olarak îman etmelerini yaratmışsa, mutlaka îman edecekler, başka bir tercih yapamayacak şekilde var etmişse, bunlar da mutlaka îman edeceklerdir. Fakat Allah bunların îman etmelerini ihtiyarlarına bıraktı, onlar da îman etmediler delilleri de bu âyetin gelen şu kısmıdır: “O hâlde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” Yani îman konusunda, ikrah ve cebretme meşieti yani isteği sana âit değildir, bu, sadece bana âittir.” İşte bu düşünce bozuktur, sakattır. Bozuk ve sakatliğina gelince durum şöyledir: “îman, kula âit bir fiildir. Dolayısıyla kula âit olan bir fiil de ancak kulun kudreti ve gücü ile meydana gelir. Böyle bir şey de ancak kişinin kendi özgür seçimiyle olabilir, onun seçimi ya da ihtiyarı olmaksızın bu, gerçekleşmez.” Bize yani Ehl-i sünnete göre bunun tevili ya da tefsiru şöyledir: “Yüce Allah'ın bir lütfü ve ihsanı vardır. Eğer Allah bunu kullarına verirse, onlar da kendi ihtiyarları yani seçenekleri ile hepsi de îman ederler. Fakat Allah, onların îman etmeyeceklerini biliyordu, bunun için de onlara bu manada lütufta bulunmadı. Bu ise muvaffakiyet demektir. Onlar bu muvaffakiyeti hakketmediler. (.......) kelimesinin başında yer alan soru edatı, nefiy manasındadır. Mana şöyledir: “Ey Resûlüm Muhammed! Sen onları îman etmeye zorlayamazsın, buna mâlik ve sahip değilsin Çünkü bu, tasdik etmeyi, doğrulamayı ve ikran gerektirir, bunlarla olur. Dolayısıyla bir kimseyi tasdik etmeye zorlamak, mecbur bırakmak mümkün olmaz. 100Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar. “Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz.” “O, akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı) kılar.” Ya da şeytanı onların başına musallat kılar. 101De ki: “Göklerde ve yerde neler var, bakın da ibret alın” Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz. “De ki: “Göklerde ve yerde özellikle gece ile gündüzün değişmesiyle, ekin, meyve ve ürünlerin çıkmasıyla- neler - ders çıkarılacak ne gibi mu'cizeler, deliller- var, - bunlardan ders çıkarmak ve ibret almak gözüyle- bakın da ibret alın!” “Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz” Çünkü bunlar akletmeyenlerdir. (.......) kavlindeki (.......) edatı nefiy içindir. 102Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş toplumların “(acıklı) günlerinin benzerlerinden başkasını mı bekliyorlar? De ki: Haydi bekleyin! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim. “Onlar, kendilerinden önce gelip geçmiş toplumların (acıklı) günlerinin benzerlerinden başkasını mı bekliyorlar?” Yani daha önce gelip geçmiş toplumların başına gelen, yüce Allah tarafından meydana getirilen olaylar gibisini mi? Nitekim Arapların kendi aralarında olaylar diye andıkları ve içinde yaşadıkları olayların geçtiği günler manasınadır. Buradaki ifade de buna benze bir ifadedir. “De ki: Haydi bekleyin! Şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” 103Biz, sonra Peygamberlerimizi ve aynı şekilde îman edenleri kurtarırız. İnananları üzerimize bir borç olarak kurtaracağız. (.......) kavlinin delalet ettiği mahzûf bir cümle üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Biz toplumları helâk ederiz.” “Biz, sonra peygamberlerimizi kurtarırız.” Diye geçmişteki durumların hikâye edilip anlatılması gibi. “Biz, sonra peygamberlerimizi ve onlara -onlarla birlikte- aynı şekilde îman edenleri kurtarırız.” “İnananları üzerimize bir borç olarak kurtaracağız.” Tıpkı şu anlattığımız kurtarma hikâyesi gibi, sizden mü’min olanları da kurtaracak ve müşrikleri de helâk edeceğiz. (.......) kavli burada muterize, cümlesidir. Yani, “Bu, bize gerçek olarak borç oldu. Kırâat imâmlarından Hafs ile Ali Kisâî, (.......) kavlini şeddesiz olarak, (.......)tarzında okumuşlardır. 104De ki: “Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana mü'minlerden olmam emrolundu.” “(Bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam.” “Fakat ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim.” Öldürecek olan... bu âyette durumu “öldürme” ifadesiyle dile getirdi ki bu inkârcılara, gerçek manada kendisinden korkulması gereken ve buna layık olan Allah olduğunu göstererek uyanmalarını sağlamaktır. Ondan sakmılmasım göstermek, hiçbir şeye kâdir olmayan şeylerin mabud kabul etmemelerini temin içindir. “Bana mü'minlerden olmam emrolundu.” (.......) kavli, (.......) demektir. Yani, Rabbimin bana verdiği akla göre, Allah bana bununla emretti, Kitabında bana vahyolunduğu ve bildirildiği gibi, bana böyle emir buyurdu. 105“Ve (bana) hanîf (Allah'ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir, sakin müşriklerden olma, diye (emredildi)” “Ve (bana) hanîf (Allah'ın birliğini tanıyıcı) olarak yüzünü dine çevir,” Burada, (.......) kavli, (.......) takdirindedir, mealde de buna dikkat edilmiştir. Bu şekilde, (.......) kavliyle aralarında bir uyum olsun istenmiştir. Yani; “Yüzün ile Allah'ın sana emrettiği şeylere yönel” ya da, “Allah'a dön, o doğrultuda yürü, sakın sağa ve sola değer verme, iltifat etme, dönüp bakma!” demektir. (.......) kelimesi, (.......) kavlinden veya, (.......) kavlinden hâldir. “Sakın müşriklerden olma!” diye emredildi. 106Allah'ı bırakıp da sana fayda veya zarar vermeyecek şeylere tapma. Eğer bunu yaparsan, takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun. “Sakın Allah'ı bırakıp da -dua etmen ve çağırman durumunda- sana fayda veya -aşağılaman hâlinde sana- zarar vermeyecek olan şeylere tapma.” “Eğer bunu yaparsan” Eğer sana ne bir yaran ve ne de bir zaran olmayan bu şeylere, Allah'ı bırakıp kulluk edersen, dua edip çağınrsan. Burada uzatmamak için konuyu kısaca “eğer işlersen” diye fiil ile durumu özetlemektedir. ; . “O takdirde sen mutlaka zalimlerden olursun. Çünkü Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür” diye de bana yasak getirildi.” Âyetteki, (.......) kelimesi, şartın cevâbıdır, mukadder yani var sayıları bir soruya cevaptır. Sanki burada, birisi, Puta tapanların ardından gidenlerin durumu ve sonu nasıl olacak diye bir soru yöneltiyor gibi, cevap veriliyor ve onların da zalimlerden olacağı bildiriliyor. Çünkü Allah'a şirk koşmaktan daha büyük bir zulüm yoktur. 107Eğer Allah sana bir zarar, dokundurursa onu yine O'ndan başka girecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, o'nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrım kullarından dilediğine eriştirir. Ve o bağışlayandır, merhamet edendir. (.......) “Eğer Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, Onun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar Onun bu rahmetini önleye bilirler mi?” (Zümer,38) Dikkat edilirse iki âyetten birinde “Eriştirmek, erdirmek, isabet ettirmek” manalarına gelen kelimeyi zikretmiş, bu âyette bu kelime kullanılmış, Zümer süresindeki âyette ise, “Muradetmek, dilemek” manalarına gelen kelime zikredilmiştir. Yani buradaki âyette, (.......) ve (.......) fiili zikredilmiştir. Sanki böylece yüce Allah her iki şeyi de murad etmeyi zikrediyor gibidir. Çünkü muradetme ve isabet ettirme zarar ve iyilik vermenin her birinde de vardır. Dolayısıyla yüce Allah'ın bu iki şeyi muradettiği zaman, bu ikisin geri çevirebilecek bir kimse ve güç yoktur. Aynı şekilde bu ikisini isabet ettirdiklerinden de yine onları izale edebilecek, ortadan kaldırabilecek yoktur. Sadece bu (.......) yani dokundurma ifadesini zikretmekle cümleyi daha öz ve veciz olarak ortaya koymuştur. Bu ise, ikisinden birinde, “İsabet” kelimesi ile, diğerinde ise, “İrâde” kelimesiyle anlatılmıştır. Böylece söylenmemiş olan şey hatırlarısın, ona da delalet etsin diye zikredilmiştir. Meselâ yüce Rabbimizin; (.......) âyetinde hayrın, iyiliğin isabeti zikredilmiştir. 108De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur'ân) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim, (sadece tebliğ etmekle memurum) “De ki: “Ey insanlar! Rabbinizden Kur'ân gelmiştir. Artık bir mazeretiniz kalmamıştır.” “Artık kim doğru yola gelirse -hidayeti tercih ederse, hakka uyarsa-,” “ancak kendisi için gelecektir” -bu seçimin faydası yalnız kendisinin olacaktır-.” “Kim de saparsa, kendi aleyhine sapacaktır.” Kim de sapıkliği seçerse, bu kimse de sadece kendisine zarar verir. (.......) kavimdeki (.......) harfi fayda ve zarar verme manalarına delalet eder. “Ben sizin üzerinize vekil değilim (sadece tebliğ etmekle memurum)” Ben sizin üzerinizde bir muhafız değilim, işiniz ve durumunuz bana bırakılmış değil ki, ben sadece bir müjdeleyenim, bir uyaranım. 109(Rasûlüm!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hakimlerin en hayırhsıdır. “(Rasûlüm!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah -sana onlara karşı yardım etme ve üstün gelme- hükmedinceye kadar -onların yalanlamalarına ve ezalarına- sabret!” “O hakîmlerin en hayırhsıdır.” Çünkü Allah bütün sırlara muttalidir, hepsini bilir. Herhangi bir beyyineye, bir delile ve tanığa muhtaç değildir. |
﴾ 0 ﴿