HÛD SÛRESİ

Bu sûre Mekke'de nâzil olmuştur; 123 âyettir.

1

Elif. Lâm. Râ. (Bu sana indirilen) hikmet sâhibi ve herşeyden haberdar olan (Allah) tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır.

“Elif. Lâm. Râ (Bu sana indirilen) bir kitaptır.

Mealde de belirttiğimiz gibi, “Bu, bir kitaptır” demektir ve Mahzûf mübtedanın haberidir.

Âyetleri sağlamlaştırılmış.” Bu cümle, bir öncekinin sıfatıdır.

Yani oldukça muhkem, sağlam ve sarsılmaz bir düzenle düzenlenmiş ve tanzim edilmiştir. Asla bunda bir eksiklik, bir gedik yoktur ve olmayacaktır da. O oldukça sağlam ve sarsılmaz olan bir bina, bir yapı gibidir.

Sonra da açıklanmış” âdeta kâdirıların gerdanlıklarının dizileri arasına nadide incilerin serpiştirtmesi gibi tane tane yerleştirilmesi tevhide, ilahi hükümlere, öğütlere, kıssalara âit delillerin içinde yer aldığı bir kitaptır bu. Ya da bu kitap sûre sûre, âyet âyet olarak bölümler haline getirilmiştir. Ya da indirilirken bölümlere ayrılıp parça parça olarak indirilmiş, tek bir defada gönderilmemiş bir kitaptır bu. Yahut da içinde kulların ihtiyaçlarına âit hususların etraflı olarak yer aldığı bir kitaptır bu.

Yani açıklanmış ve özet haline getirilmiş bir Kitap.

Âyette yer alan (.......) yani “Sonra” manasındaki kelime, anlam bakımından zaman açısından bir araliği, bir süreyi ifade manasında değildir.

Yani; “Bu böyledir ama, sonra da...” demek değildir. Çünkü bu, hâl yani anında, aynı zamanda manasınadır. Dolayısıyla, “Bu böyledir ama, aynı zamanda şu gerçekleri de halen içinde bulunduran ...” demektir.

(Ve) her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından.” Bu da (.......) kelimesinin bir diğer sıfatıdır. Ya da haberden sonra gelen ikinci bir haberdir. Yahut bu, (.......) ve (.......) kelimelerinin sılasıdır.

Yani, “Hükümleri ve detayları katında bulunan Allah tarafından gönderilen bir kitaptır.

2

(De ki): Bu kitap “Allah'tan başkasına ibâdet etmemeniz için indirildi. Şüphesiz ki ben, onun tarafından size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.

Etraflı olarak açıklarıan ve her bakımdan muhkem olan bu âyetler, Allah'tan başkasına ibâdet etmemeniz için (indirildi)Bu, mefulün lehtir.

Yani, (.......) demektir. Ya da, (.......) müfessiredir. Çünkü, “Âyetlerin detaylı anlatımı, tafsilatı” ifadesi içerisinde (.......) yani, “demek, söylemek” manası yer almaktadır. Sanki burada şöyle denilmektedir; “Dedi ki, buyurdu ki: “Allah'tan başkasına asla ibâdet etmeyin'veya'Allah, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretti” demektir. “Şüphesiz ki ben, onun tarafından size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”

3

Ve Rabbinizden mağfiret dilemeniz, sonra da ona tevbe etmeniz için (indirildi) Eğer bu emrolunanları yaparsanız, Allah sizi, tayin edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde yaşatır, fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığım verir. Eğer yüz çevirirseniz, hem sizin başırııza gelecek büyük bir günün azâbından korkarım.

Ve Rabbinizden mağfiret dilemeniz” -Tevhit inancına dönmenizi ve mağfiret dilemenizi,- Ona tevbe etmeniz -Şirkten dönüp bağışlanmanızı istemenizi, bunun ardında da Ona itâat etmeye dönmenizi- için (emredildi).”

Eğer bu emrolunanları yaparsanız, Allah sizi, tayin edilmiş bir süreye kadar güzel bir şekilde yaşatır.”

Bolluk içinde geniş ve huzurlu, memnun kalacağınız güzel bir hayatı ve bu dünyada uzunca yararlanabileceğiniz bir imkanı, ardı arkası kesilmeyecek olan nimetleri vererek belli bir süreye kadar sizi yaşatacaktır.

Yani öleceğiniz zamana kadar size iyi ve güzel imkanlar tanıyacaktır.

Fazlasını yapan herkese de iyiliğinin karşılığını verir.” Amel bakımından bir üstünlüğü ve fazla bir çalışması, hizmeti olanlara da âhirette o fazlalıklarının karşılığı olan mükafatı kendilerine verecektir.

(.......) Eğer yüzçevirirseniz ben, sizin başırııza gelecek büyük bir günün azâbından korkarım.” Bu şiddetli gün kıyamet günüdür.

4

Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O, herşeye kâdirdir.

Dönüşünüz yalnız Allah'adır. O, herşeye kâdirdir.” Sizi yeniden diriltmeye de kâdirdir, sevabı da cezâyı da verecek Odur.

5

Bilesiniz ki, onlar peygamberden, (düşmanlıklarını) gizlemeleri için göğüslerini çevirirler (gönüllerinden geçeni gizlerler) İyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman dahi, Allah onların gizlediklerini de açığa çıkardıklarını da bilir. Çünkü o, kalplerin özünü bilendir.

Bilesiniz ki, onlar peygamberden, (düşmanlıklarını) gizlemeleri için göğüslerini çevirirler (gönüllerinden geçeni gizlerler)

Âyette geçen, (.......) kavli haktan uzaklaşırlar, ondan aynlınlar. Bilindiği gibi bir şeye yönelen kimse, o şeye doğru göğsüyle, yüzüyle dönüp yönelir. Nitekim bir şeyden dönüp uzaklaşan da, pndan göksünü ya da yüzünü ters istikamete doğru çevirir.

Yani ona sırtını döner. İşte bu ifade de bu manayadır.

(.......) Böylece Allah'tan peygambere kendisini göstermemesini, ondan gizli kalmasını, kendisini tanımamasını diler. Böylece Resûlüllah olsun, ona îman edenler olsun, kendilerinin çevirmekte oldukları dolaplara, desiselere muttali olmamasını, öğrenmemesini, yaptıklarının gizli kalmasını isterler.

İyi bilin ki, onlar elbiselerine büründükleri zaman dahi”

Yani tanınmamak için giysilerine sannıp bürünürler.

Yani örtünmeye başladıklarında bu yol ile saklı kalmalarını dilemektedirler. Çünkü Allah'ın kelâmını dinlemeyi istememektedirler. Tıpkı Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)’in dediği gibi. Hazret-i Nûh şöyle diyordu: “Beni dinlememek için parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve görmemek için de elbiselerine hüründüler.” (Nûh, 7)

Allah onların gizlediklerini de açığa çıkardıklarını da bilir.”

Yani onlar ister gizlensinler, ister açıkça hareket etsinler, Allah'ın ilminden hiçbir şey kaçmaz, her şey Onun bilgisi dahilindedir. Dolayısıyla bu kâfirlerin göğüslerini çevirip Resûlüllahne sırt dönerek elbiselerine bürünüp gizlenmelerine, böyle bir yola başvurmalarına hiç gerek yoktur. Çünkü yüce Allah onları çok iyi bilir ve hepsine muttalidir. Onların elbiselerine bürünüp gizlenmelerinin ve nifak çıkarmalarının Allah kaünda kendilerine hiçbir yaran yoktur.

Rivâyete göre bu âyet münâfıklar hakkında nâzil olmuştur. (.......) Çünkü O kalplerin özünü bilendir.” Orada nelerin saklı ve gizli tutulduğunu çok iyi bilir.

6

Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah'ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Bunların hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfûzda) dır.

Allah o canimin duracakları yeri,” Yeryüzündeki yerlerini ve barınacakları yeri, meskeni de bilir, “sonunda bırakılacağı mekânı bilir.” Ya da henüz dünyaya gelmeden önce, karar kılmazdan evvel baba sulbünde kime âit olacak ve ana rahminde hangi anneye âit kılınacak ve kime âit olacağını da bilir.

Çünkü, “(Bunların) hepsi apaçık bir kitapta, (Levh-i Mahfûz'da) dır.”

Yani bütün canlılar ve rızıkları, yaşayacakları yerleri, sonra konulacak, tevdi olunacak yerleri, baba sulbünden tutun ana rahmine veya kime tevdi olunacağına dair hepsini bilir. Hepsi de Levh-i Mahfûz'da yazılmış ve tespit olunmuştur.

Yani bütün bunların anlatımı apaçık bir kitapta anlatılmıştır.

7

O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, arşı su üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde yaratandır. Yemin ederim ki, (Rasûlûm!) “ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz” desen kâfir olanlar derhal “Bu açık bir büyüden başka bir şey değildir” derler.

O, gökleri ve yeri -ve ikisi arasında var olan şeyleri- altı günde yaratandır.” Pazar gününden Cuma güne kadar olan altı günde. Bu, yüce Allah'tan yapılacak işlerde acele edilmemesi ve gerektiği gibi normal hareket edilmesi konusunda bir öğretimdir.

Arşı su üzerinde iken,”

Yani gökler ve yer yaratılmazdan önce sudan başka varlık yoktu. Arş’ın altında sadece su bulunuyordu. Bundan anlıyoruz ki, gerek Arş olsun, gerekse su olsun her ikisi de gökler ve yer yaratılmazdan önce yaratılmışlardır. Bunun delili de bu ayettir. Rivâyete göre yüce Allah bunu yaratmaya yeşil bir yakutla başlamıştır. Yaratınca yüce Allah buna heybetle bakınca, bu yeşil yakut suya dönüşür. Bundan sonra rüzgârı yarattı. Suyu da rüzgâra dayalı olarak tuttu, sonra da Arş'ı suyun üzerine koydu. Arş’ın su üzerinde durmasında düşünebilen için en büyük bir ders ve ibret vardır.

O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için,” Daha çok şükredecek?

Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Hanginiz aklını daha iyi kullanacak, hanginiz Allah'ın haramlarından daha çok sakınıp uzak duracak ve hanginiz Allah'a itaate daha çok koşacak? Kim Allah'a şükreder, itaatte bulunursa Allah, onu ödüllendirir. Kim de küfreder ve emirlerine karşı çıkarsa, onu da cezâlarıdırır.” Dâvud İbn el-Mucber, Kitabu'l-Akl adlı eserinde, Haris de Müsnedinde rivâyet etmiştir.Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf, 2/380

Burada böyle bir benzetme ile deneyenin denenişini gösterince, bu bakımdan, (.......) diye buyurmuştur.- “sizi imtihan etmek için.”

Yani göklerle yeri ve bu ikisi arasında yaratmış oldukları şeylerin tümünde sizi imtihan etmek içindir. Yoksa bu şeyleri kendisi için var etmiş değildir, boşuna var etmiş değildir.

Yani, tıpkı imtihana sokulup denenen kimseler gibi sizin ne yapacağınızı, neler işleyeceğinizi buna göre durumlarınızı değerlendirip denemek için yaratmıştır.

(.......) kelimesini (.......) olarak okumuşlardır. Bununla da Resûlüllah’ın bir büyücü olduğunu demek istiyorlar. (.......) Sahir: Yalancı olan ve aslı astan olmayan bâtıl şeyler ileri süren kimse demektir.

8

Andolsun, eğer biz onlardan azâbı saydı bir süreye kadar ertelesek, mutlaka “Onun gelmesini engelleyen nedir?” derler. Bilesiniz ki, kendilerine azap geldiği gün, bir daha onlardan uzaklaştırılacak değildir. Ve alay etmekte oldukları şey, onları çepeçevre kuşatacaktır.

(.......) kavli, bir süreye, bir müddete, bir zamana kadar gibi manalara gelir. (.......) ise malum, bilinen, belli olan gibi manalara geldiği gibi, oldukça az sayıda bir vakit, bir süre manasına da gelir.

Yani bilinen bir zamana veya süreye kadar, demektir.

Onun gelmesini engelleyen nedir?'derler.”

İnmesinin önündeki engel nedir, Ona mani olan şey nedir? Bu tür bir soruyu sorup azâbın hemen bir an önce gelmesini istemeleri, ona inanmadıklarını, onu yalan saydıklarını sergilemek maksadıyla sordukları alay yollu bir soru şeklidir.

“Bilesiniz ki, kendilerine azap geldiği gün, bir daha onlardan uzaklaştırılacak değildir.” Burada yer alan, (.......) kelimesi, (.......) kelimesiyle mensûb kılınmıştır.

Yani, “azap onlara geldiği gün, o azap onlardan geri çevrilecek değildir.”

Ve alay etmekte oldukları şey, onları çepeçevre kuşatacaktır.” Hemen acele olarak meydana gelivermesini istedikleri o azap. Burada, (.......) kelimesi, yani “alay etmek istedikleri” ifadesi, esasen, (.......) kelimesi yerine gelmiş bir ifadedir. Çünkü müşrik ve kâfirlerin azâbı istemekte acelecilikleri aslında, alay manasında idi, bununla eğlenmek maksadım güdüyorlardı.

9

Eğer insana tarafımızdan bir rahmet ve nimet tattırır ve sonra da o nimeti ondan çekip alırsak, o hemen rahmetten umudunu keserek büyük bir nankör olur.

Eğer insana tarafımızdan bir rahmet ve nimet tattırır” Burada, (.......) kelimesinin başında yer alan belirtme takısı, cins manasınadır.

Yani, Müslüman ve kafir bütün insanlara bir rahmet ya nimet tattırdığımız zaman, inanan kimse de derhal umutsuzluğa, kâfir olan da küfründe daha da ileri gitmeye kalkışır, anlamında bir mana içermektedir. Âyette yer alan, (.......) kelimesi, nimet, sıhhat, sağlık, emniyet, güven, servet, mal ve imkân gibi manalara gelir. (.......) kelimesindeki lam harfi, yemin anlamındadır.

Ve sonra da o nimeti ondan çekip alırsak,”

Söz konusu nimeti ve varlığı ondan soyup alırsak, “o hemen rahmetten umudunu keserek” Bu ifade, yeminin cevâbıdır.

Anlam olarak elinden alınmış ve yok olmuş olan o nimetin veya varlığın artık bir daha hiç geri gelmeyeceğine inanır ve büsbütün umutsuzluğa düşer. Hiç sabretmeksizin Allah'ın lütfundan kesin olarak ümidini kesmiştir, Allah'ın hükmüne ve kazasına asla rıza göstermez, karşı çıkıp isyan eder.

Büyük bir nankör olur.” Allah'ın geçmişte kendisine verdiği nimetin böyle bir değişikliğe uğraması sebebiyle büyük bir nankörlüğün içine girer. Allah tarafından kendisine olan tüm iyilikleri büsbütün unutuvermiştir.

10

Eğer kendisine isabet eden bir sıkıntıdan sonra, bir nimet, bir genişlik tattınrsak, hemen der ki: “Kesinlikle benden kötülükler gitti, artık bir daha dönmeyecek.” Çünkü şükrü unutup, şımanr ve büyüklenir.

Eğer kendisine isabet eden bir sıkıntıdan, sonra, bir nimet, bir genişlik tattırırsak,” içinde yaşadığı fakirlik ve yoksulluktan sonra bol nimet ve imkân verirsek, tattırırsak, “hemen der ki: Kesinlikle benden kötülükler gitti, artık bir daha dönmeyecek.'“

Yani hayatımı zehire dönüştüren ve beni üzen şeyler geçti, bundan böyle de gelmeyecek der.

(.......) “Çünkü şükrü unutup, şımarır” Artık kendini beğenmiştir, şirazeyi kaçırmış, dengeyi şaşırmıştır, “Ve büyüklenir.” Allah'ın kendisine verip tattırdığı nimet sebebiyle şımarır, Artık Rabbini hatırlamaz, insanlara karşı büyüklük taslar. Çünkü şımarıklık ve büyüklük taslaması ona şükretmeyi unutturmuştur.

11

Ancak şiddet ve sıkıntı sabredenler, güzel işler yapanlar böyle depdir. İşte onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.

Ancak sabredenler, güzel işler yapanlar böyle değüdir. İşte bu özelliktekiler için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.”

Müşrikler hep yeni yeni âyetler, mu'cizeler isteyip duruyorlardı. Ancak onların bu türden istekleri doğru yolu bulmak için değil, sırf inat yüzünden idi. Çünkü bunlar eğer gerçekten doğru yolu anyor olsalardı, irşatları yani doğru yolu bulmaları için gelen âyet ve mu'cizelerden bir tanesi de yeterdi. Ancak onlar hep inad ettiler. İşte onların bu isteklerinden bir ikisi de şöyleydi: “Ona gökten bir hazine inseydi ya veya onunla beraber bir melek gelseydi ya!” Çünkü müşrikler Kur'ân'ı önemsemiyor, ona îman etmiyorlardı. Onu hep basite alıyorlardı. İşte bu bakımdan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin; “Onlar tarafından kabul görmeyen ve hep inkâr ettikleri âyetleri anlatması tebliğde bulunması sebebiyle gönlü daralıyor, ruhu sıkılıyor, göğsü sıkışıyordu. Çünkü Resûlüllahne karşı alaylı alaylı gülüp onunla eğleniyorlardı. İşte bu bakımdan yüce Allah, risâlet görevini yerine getirmesi ve mesajı iletmesi için onu harekete geçiriyor, ona destek vererek heyecanını ve şevkini arttmyordu. Onların karşı çıloşlarına, alay edişlerine ve yeni yeni mu'cizeler istemesine bakmamasırii” , aldmş etmemesini, onları önemsememesini ve yolunaf tebliğine devam etmesini istiyor. İşte aşağıdaki âyet hu gerçeği aktanyor. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

12

Belki de sen, müşriklerin için ve,'“Ona gökten bir hazine inseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi ya!” demelerinden ötürü ruhun daralarak sana vahyedilen ayetlerin bir kısminin tebliğini terkedeceksin, salon terketme! Fakat sen ancak bir uyarıcısın, Allah ise her şeyi gözeten vekildir.

“Belki de sen, müşriklerin gazâbını çekmemek için” Belki de sen, o vahyedilenleri onlara aktarmayı, onlar ret ederler, basite ve hafife alırlar korku ve endişesiyle onu onlara tebliğ etmeyi terkedeceksin,

Ve,'Ona gökten bir hazine inseydi veya onunla beraber bir melek gelseydi ya!'“Bizim istediğimiz gibi harcayabilmemiz için kendisinden indirilmesini istediğimiz hazine, ona indirilmeli değil miydi veya onu tasdik etmemiz için bir melek onunla beraber gelmeli değil miydi? Neden dolayı istemediğimiz ve teklife bulunmadığımız şeyi indiriyor?

(.......) Demelerinden doğabilecek korkudan ötürü ruhun daralarak sana vahyedilen ayetlerin bir kısminin tebliğini terkedeceksin, sakın terketme!” vahyi, âyetleri onlara okuman sebebiyle ruhun sıkılacaktır, diye sakın onlara vahyi okumaktan geri durma! Bunu zorluk yaparak terketmeye kalkışma!

Burada görüldüğü gibi, (.......) buyurmuş ve fakat, (.......) buyurmamıştır. Bunun nedeni Resûlüllahnde görülen bu sıkıntı devamlılık gösteren ve geçmeyecek olan bir sıkıntı olmayıp, geçici bir durum olduğunu ifade için, (.......) buyurmuştur. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlar içerisinde gönlü en ferah olan, sürekli bunalım nedir bilmeyen bir zât idi.

Fakat sen ancak bir uyarıcısın,”

Yani senin tek görevin yalnızca sana vahyedilen şey ile onları uyarman, tebliği ile sorumlu bulunduğunu onlara tebliğ etmendir. Yoksa senin bir başka görevin yoktur. Ya da onların cevaplarına ve aşağılamalarına karşı cevap vermen gerekmez, senin böyle bir görevin yoktur.

Allah ise her şeyi gözeten vekildir.”

Onların ne söyledikleri kayda geçer ve Allah, onlara ne yapılması gerekecekse onu da onlara yapacaktır. O hâlde sen Allah'a dayanıp güven, işini Ona havale et. Kalbini oldukça ferah tutarak, için için bir sıkıntıya kapılmaksızm çok rahat bir şekilde ve geniş bir nefesle sana vahyedileni tebliğ et, senin görevin budur. Göğsünü ve gönlünü ferah tut, onların kibirlenmelerine, büyüklük taslamalarına kafanı takma ve üzülme! Onların seni küçük düşürmelerine, seninle alay etmelerine de aldırma, onları önemseme!

13

Yoksa müşrikler, “Kur'ân'ı Muhammed mi uydurdu?” diyorlar. Ey Resûlüm Muhammed! de ki: “Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz, siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın!”

Yoksa müşrikler,'Kur'ân'ı Muhammed mi uydurdu?'diyorlar.” Âyetin başında bulunan, (.......) edatı munkatıadır.

Yani bu, (.......) takdirindedir (.......) kelimesindeki zamîr ise, (.......) kavline râcidir.

Ey Resûlüm Muhammed! De ki: “Eğer iddianızda doğru ve samimi iseniz, siz de belâgat ve güzellikte onun gibi uydurulmuş on sûre getirin” Yüce Allah bu şekilde vahye karşı çıkıp da peygamberi yalanlayana önce ön''süre getirmelerini isteyerek meydan okudu. Daha sonra ise bir tek süre Sürmelerini isteyerek meydan okudu. Meselâ yazışma konusunda uslardan ve güzel yazâbilen bir kimsenin arkadaşına; “Öyle ise sen de tıpkı benim yazdığım gibi on satır yaz da görelim” diye meydan okuyarak kendisinin yazı sanatında mahir olduğunu kanıtlaması gibi bir ifade tarzı. Eğer karşısındaki istenilen on satın yazamayacak durumda ise, bu defa, “Öyleyse sen on satın bırak da, benimkisi gibi bir tek satır olsun yaz da görelim” diyerek bunu tek satıra indirmesine benzer bir meydan okuyuş.

(.......) ise, yani, “güzellikte, akıcılıkta, üslup ve ifade tarzında böylece on sûre..” Burada, (.......) kelimesi, (.......) demektir.

Yani her bakımdan bu surelere tek tek denk olabilecek benzerlikte ve mümaselette... (.......) kelimesi, (.......) kavlinin sıfatıdır. Çünkü müşrikler: “Sen bu Kur'ân'ı kendi kafandan uydurdun, kendin böyle bir şey ortaya koydun, bu Allah katından değildir” diye ulu orta konuşup karşı çıkıyorlardı. Bunun için de şöyle buyurdu: “Öyleyse hazırlanın, mademki bunu ben kendiliğimden uydurmuşum, siz de aynen ve tıpkı bunun gibi güzellikte benzer bir kelam, sûre getirin. Çünkü sizler de benim gibi fasih konuşan Arap toplumundan olan kimselersiniz.

Ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın!” Böyle bir muarezeye, karşı çıkışa kimlerden destek ve yardım alacaksanız, yardım alın.

14

Eğer putlarınız size cevap veremiyorlarsa, ö hâlde o Kur'ân ancak Allah'ın ilmi ve izniyle Muhammed'e indirilmiştir. Allah'tan başka ilâh yoktur. O hâlde Müslüman oluyorsunuz değil mi?

Eğer yardıma putlarınız size cevap veremiyorlarsa, o hâlde o Kur'ân ancak Allah'ın ilmi ve izniyle Muhammed'e indirilmiştir. İyi bilin ki Allah'tan başka ilâh yoktur.”

Yani yüce Allah, kendisinden başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği mu'ciz bir nazımla, kullarından benzerini hiç kimsenin meydana getiremeyeceği bir güzellikte indirdi. Gayb âlemlerinden haber veren ve hiçbir kimsenin bilmediği, bilemeyeceği bir nazım şekliyle indirdi. O hâlde bu gerçek karşısında şunu iyi bilin ki; Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek ilahtır.” Onun birliğini, kendisinden başka ilâh olmadığını kabullenmek farzdır. Ona şerik yani ortak koşmak ise büyük bir zulümdür. Burada önce tekil ifade ile hitapta bulunmuş, bunun ardından da çoğul ifadeyle seslenmiştir.

Bu ifade ise, “de ki” kavlinden sonra gelen, (.......) çoğul kavlidir. Çünkü bu çoğul ifade ya Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize bir saygı ifadesidir veya Resûlüllah ile mü’minleredir. Çünkü onlar Resûlüllah ile birlikte müşriklerle konuşuyorlardı. Ya da burada hitap müşrikleredir. (.......) kavlindeki zamîr de, (.......) kavline râcidir.

Yani mana şöyledir: Allah'tan başka çağırdıklarınız, böyle bir şeyi meydana getiremeyeceklerinden ve bundan âciz kalacaklarından ötürü böyle bir meydan okuyuşa karşı size yardım etme konusunda cevap vermez ve gelmezlerse iyi bilin ki o Kur'ân ancak Allah'ın ilmi ve izniyle Muhammed'e indirümiştir.” Kesin bir bilgiyle bilmelisiniz ki bu Allah'ın emriyle indirilmiştir.

O hâlde Müslüman oluyorsunuz, değil mi?” Bu kesin hüccet ve kanıttan sonra İslam'a tabi olacak, inanacak mısınız? Eğer bu hitap ya da sesleniş Müslümanlara ise mana şöyledir: “O hâlde şu anda sahip olduğunuz kesin bilgide sebat edin, bildiğiniz gerçekler üzere devam edin ve bunun Allah tarafından indirildiğine ilişkin olarak yakin manasında bilginizi artırın! Tevhit üzere hayatınızı sürdürün.”

Ayrıca, (.......) kavli, “siz samimi, dürüst ve ihlas sâhibi iseniz” demektir.

15

Kim sadece dünya hayatını, servetini isterse, biz onlara dünyada istediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar dünyada zarara uğratılmazlar.

(.......) Kim sadece dünya hayatını, servetini isterse, biz onlara dünyada istediklerinin karşılığını tastamam veririz. Onlar dünyada zarara uğratılmazlar. Onlara işlediklerinin ücretini, karşılığını, dünyada eksiltmeksizin tastamam olarak ulaştırırız. Bu da dünyada sağlık ve sıhhat içinde yaşamlarını sürdürmeleri, rızıkları gibi şeylerdir. Bu kimseler de ya kâfirler veya münâfıklardır.

16

İşte âhirette kendilerine sadece cehennem ateşi vardır. Dünyada tüm yaptıkları iyilikleri de boşa gitmiştir. Çünkü bütün yapıp ettikleri her şeyleri zaten batddır.

“İşte âhirette kendilerine sadece cehennem ateşi vardır. Dünyada tüm yaptıkları iyilikleri de boşa gitmiştir.” Bütün yapıp ettikleri, işledikleri şeyler âhirette boşa gidecektir ya da işleri boşa çıkacaktır.

Yani onlar için bir sevap olmayacaktır. Çünkü bunlar yaptıkları veya işledikleriyle âhireti istememişlerdir. Bütün bunlarla dünyalık elde etmek ve dünya hayatını iyi geçirmek için işlemişleridir. Nitekim istedikleri de tümüyle kendilerine verilmiştir.

(.......) Çünkü bütün yapıp ettikleri her şeyleri zaten bâtıl/değersizdir.

Yani bizzat işledikleri şeylerin kendisi anlamsız, değersiz ve boş şeylerdir. Çünkü bunları yaparlarken sağlıklı ve doğru olan bir gaye için yapmamışlardır. Boş ve değersiz olan işlerin ya da amelin ise sevabı yoktur.

17

Öyleyse yapıp ettikleriyle peygambere uyan kimseler ile sadece dünya hayatını isteyenler bir ve eşit olabilirler mi? Bir şâhit olarak Allah'tan gelen Kur’ân izler. Bundan önce de Mûsa'nın kitabı Tevrât bir rahmet ve önder olarak onu izlemektedir. İşte Allah'tan gelene ve peygamberine îman ederler. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir. Bundan senin şüphen bulunmasın. Çünkü o, Rabbin tarafından gönderilen bir vahiydir. Fakat insanların çoğu, buna îman etmezler.

Öyleyse yapıp ettikleriyle peygambere uyan kimseler ile sadece dünya hayatını isteyenler bir ve eşit olabilirler mi?”

Yani dünya hayatını isteyenler ile, Rabbi tarafından elinde bir beyyineye, bir kanıta sahip olan kimse hiç eşit olabilirler mi?

Yani onlar derece bakımından ötekisine yetişemezler, ona yaklaşamazlar. Aralarında bir yakınlık, bir izleme olamaz. Kısaca her iki gurup arasında gayet açık bir fark ve durum vardır. Bu âyette burada kasdolunan kimseler, Yahûdîlerden olup da İslam dinini kabul eden Abdullah ibn Selâm ve benzeri başka zatlardır.

Burada, (.......) kavli, Allah tarafından bir delile, bir açıklamaya sahip olan, İslam dininin hak ve gerçek din olduğuna ilişkin olarak ellerinde kesin bir kanıta sahip olan kimseler, demektir. Bu da akla dayalı olan bir delildir.

Bir şâhit olarak Allah'tan gelen Kur’ân izler.” Bu burhan ve delili da bir şâhit ya da tanık izler ki, bu tanık o şeyin doğru olduğuna şâhitlikte bulunur. Doğruluğu hakkında şâhitlik yapacak olan da Kur'ân'dır ve bu Kur'ân ise Allah tarafından indirilmedir. Ya da Kur'ân'dan bir tanıktır. Nitekim bu da az önce geçti.

“Bundan önce de Mûsa'nın kitabı Tevrât bir rahmet ve önder olarak onu izlemektedir.”

Kur'ân'dan önce de, Hazret-i Mûsa'nın kitabı olan Tevrât, dinde uyuları ve izlenen bir din kitabı, örnek alınacak bir hayat kitap, onlara göre bir değere ve öneme sahip olan büyük bir nimet olarak o burhanı, o delili izlemişti.

Burada geçen, (.......) kelimelerinin her ikisi de hâldirler.

İşte bunlar Allah'tan gelene ve peygamberine îman ederler.”

Yani bir beyyine, bir delile üzerinde olanlar Kur'ân'a îman ederler.

(.......) Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir.” Mekke halkından olsun ve Hazret-i Muhammed'e karşı örgütlenmek suretiyle harekete geçen guruplar olsun kim Kur'ân'ı inkâr ederse, onların varacağı yer ve gidecekleri mekân cehennem ateşi olacaktır.

“Bunda şüphen olmasın.” Ya da vanlacak yerleri hakkında hiçbir kuşkuları olmasın.

Çünkü o, senin Rabbin tarafından gönderilen bir vahiydir. Fakat insanların çoğu, buna îman etmezler.”

18

Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Onlar kıyamet gününde Rablerine arzedilecekler.” Sorgulama yerinde, mahşer alanında hapsedilip bekletilecekler ve amelleri, yaptıkları işler kendilerine gösterilecektir.

Şâhitler de: İşte Rablerine karşı yalan uyduranlar bu kimselerdir'diyeceklerdir.”

Bunların aleyhinde melekler ve peygamberler tanıklıkta bulunacaklar ve Allah çocuk edindi ve şeriki vardır” diye Allah adına yalan uyduran kimseler, işte bunlardır, diyecekleridir.

Ki Allah'ın lâneti bizzat zalimler üzerinedir.” Allah adına yalan uyduranlara lânet olsun! (.......) kelimesi, tıpkı, “Ashâb” kelimesinin, “Sâhib” kelimesinin çoğulu olduğu gibi bu da, “Şahid” kelimesinin çoğuludur. Ya da, “Eşraf” kelimesinin, “Şerif” kelimesinin çoğulu olması gibi bu da, “Şehid” kelimesinin çoğuludur.

19

Onlar insanları Allah'ın yolundan alıkoyanlardır. Ve onu eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr edenlerde onlardır.

Onlar insanları Allah'ın yolundan alıkoyanlardır” Halkın önüne yasaklar koyarak dinlerine ve dini hayatlarına engel olanlar, “Ve onu eğri göstermek isteyenlerdir. Âhireti inkâr edenlerde onlardır.” O din en sağlam ve dürüst bir din olduğu hâlde onu çarpıtıp farklı bir şekilde gösterip sunanlar veya ona îman edenleri çeşitli desiselerle saptırarak dinden döndürenler, irtidat etmelerine sebep olan ve çalışanlar..

Âhireti de inkâr edenlerde onlardır.” Bu kısımda geçen ikinci, (.......) zamîri, bu tür kimselerin âhireti inkâr ettiklerini, bu manadaki küfrünü tekit içindir ve bu özelliğin bunlara âit olduğunu bildirmek maksadıyladır.

20

Allahı dünyada âciz bırakacak değillerdir. Allah'tan başka dost ve velileri de yoktur. Onların azapları kat kat olacaktır. Çünkü onlar gerçekleri ne görebiliyorlar ne de kulak veriyorlar.

Allahı dünyada âciz birakaçak değillerdir.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) demektir.

Yani yüce Allah'ın kendilerini bu dünya hayatında cezâlarıdırmak istemesi durumunda, bunu dilemesi hâlinde asla Onu âciz bırakacak değillerdir.

Allah'tan başka dost ve velileri de yoktur.” Onlara sahip çıkabilecek, azaptan kurtarmak için yardım edebilecek, azâbı engelleyebilecek bir destekleyenleri, sahip çıkanları da olmayacaktır. Ancak yüce Allah onlara süre tanımayı diledi ve cezâlarıdırılmalarını da âhiret gününe erteledi. Bu da tanıklık edecek olanların sözleri çerçevesindedir:

Onların azapları kat kat olacaktır.” Çünkü bunlar halkı Allah'ın dininden saptırıp uzaklaştırdılar. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve İbn Âmir, (.......) kelimesini, (.......) olarak şeddeli okumuşlardır.

Çünkü onlar gerçekleri ne görebiliyorlar ne de kulak veriyorlar.”

21

İşte onlar kendilerini ziyana uğrattılar. Uydurdukları da kendilerinden uzaklaşıp gitmişlerdir.

İşte onlar kendilerini ziyana uğrattılar.” Çünkü bunlar Allah'a kulluğu ve ibâdeti bırakıp bir takın putlara ve putlaştırdıkları sistemlere kullukta bulunup, Allah'a kulluğun gerine bunu satın almışlardır.

Uydurdukları da kendilerinden uzaklaşıp gitmişlerdir.” Satın aldıkları o ilâhları da kaybolup gitmiştir. Bu kaybolanlar ise, o sözde tanrıları, ilâhları ve şefâatçi diye takdim ettikleridir.

22

“Şüphe yok ki, âhirette zarara uğrayacak olanlar da bunlardır.”

Şüphe yok ki, âhirette zarara uğrayacak olanlar da bunlardır.” Engel olmakla, barikatlar kurmakla, her yönden kuşatmakla... (.......) kelimesiyle ilgili olarak bir takım görüşler vardır. Bunlardan biri, başında bulunan (.......) harfi, önceki cümleyi ret içindir, onlara bir cevap niteliğindedir.

Yani; “durum hiç de onların ileri sürdükleri gibi değildir” demektir. (.......) kelimesi de mazi yani dili geçmiş zaman olup, “Kesebe” manasındadır. Faili ise muzmerdır. (.......) kavli nasb mahallinde gelmiştir. Mana şöyledir: “Onların sözleri, âhiret gününde kendilerine sadece zarar kazandırdı.” İkinci bir görüş de, (.......) kavli iki kelimeden meydana gelmiş bir kelimedir. Her ikisinin birlikte, “gerçek şu ki, şüphesiz, kuşkuşuz” manalarına gelirler. Buradaki, (.......) edatı ise, (.......) kelimesinin faili olması itibariyle mahallen merfûdur.

Yani, “Onların kaybetmeleri bir hak, bir gerçek olmuştur, dönüş yoktur” demektir. Üçüncüsü de bunun manası, “Hiç şüphesiz, hiç şüphesiz” demektir.

23

Îman edip iyi ve güzel işler yapan, Rablerine içten bağlarııp kullukta bulunanlar ise, işte bunlar cennetliktirler. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.

Îman edip iyi ve güzel işler yapan, Rablerine içten bağlarııp kullukta bulunanlar ise” Ona kulluk ile tatmin olanlar, huşu ve tevazu içerisinde sadece kulluklarını Ona âit kılıp hasredenler ise, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden türemedir. Bu da, yumuşak ve rahat toprak, yer demektir.

İşte bunlar cennetliktirler. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.”

24

Bu iki zümrenin insanın, (mü’minler ile kafirlerin) durumu gören ve duyan kimseler gibidir. Bu ikisinin durumu hiç eşit olabilir mi? Hala bir ders çıkarmayacak mısınız?

“Bu ikisinin durumu hiç eşit olabilir mi?” Bir örnek olması bakımından hiç bir benzerlik olabilir mi? (.......) kelimesi temyiz olarak mensûbtur.

(.......) Hala bir ders çıkarmayacak mısınız?” Verilen bu örnekten kendilerine hala bir ders çıkarmayacaklar mı?

25

Andolsun ki biz Nûh'u da kavmine peygamber olarak gönderdik. O da kavmine demişti ki: “Ben sizin için apaçık bir uyaran olarak geldim.”

Andolsun ki biz Nûh'u da kavmine peygamber olarak gönderdik. O da kavmine demişti ki: “Ben sizin için apaçık bir uyaran olarak geldim.” Burada geçen, (.......) aslında, (.......) takdirindedir. Mana şöyle olmaktadır:

“Biz onu, şu durumu da beraberinde bildrimek üzere gönderdik.”

Bu ise, (.......) kavlidir. Burada, elif harfi kesreli olarak, (.......) tarzındadır. Ancak başına bir cer edatı gelince bu elif harfi fetha harekeli olur.

Yani, (.......) olur ki âdeta, (.......) kavlinde fetha olması gibi olur. Mana ise kesreye göredir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, Nâfi, Âsım ve Hamza, burada bir kavi kelimesi yani, “dedi” ifadesini düşünerek kesre ile okumuşlardır.

26

Allah'tan başkasına ibâdet ve kulluk etmeyin! Şüphesiz ben sizin için çok acıklı bir günün azâbından endişe ediyorum.”

Allah'tan başkasma ibâdet ve kulluk etmeyin!” Bu cümle açıklayıcı manada olan müfessire cümlesi olup ya, (.......) kavline veya (.......) kavline râcidir.

Şüphesiz ben sizin için çok acıklı bir günün azâbmdan endişe ediyorum.” Âyetin bu kısmında, gün manasında olan (.......) kelimesi, (.......) yani acıklı ifadesiyle nitelenmiş oldu. Bu, mecazî manada olan bir isnaddır. Çünkü o gün zaten acı verecek, cezâ çektirilecek gündür.

27

Kavminden önde gelen tanınmış kâfirler dediler ki: “Biz seni bizim gibi bir insan olarak görüyoruz, aramızdan sana uyduklarını gördüklerimiz, bizim aşağılık, basit düşünceli tabakamızdan olanlardan başkalan depdir. Kaldı ki sizin bize karşı bir üstünlüğünüzün olduğunu da görmüyoruz. Aksine biz, sizin söylediklerinizde yalancılardan olduğunuzu samyoruz.

Kavminden önde gelen tanınmış kâfirler dediler ki:” Burada, (.......) kelimesiyle murad olunan kimseler, toplumundan önde gelen, o toplumun tanınmış kimseleridir. Çünkü bunlar toplumun gönlünde bir ürperti, heybet ve korku oluşturuyorlardı. Bulundukları meclislerde ise orada bir ağırlık, bir baskı hissettirirleri toplum üzerinde bir baskı havası sağlarlardı, görkemleri vardı. Ya da bunlar, halk tarafından aklı başında ve isabetli karar sâhibi kimseler olarak bilinmeleri sebebiyle halkın gözünü bu manada dolduruyorlardı. “Biz seni peygamber değil, sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz,” Böyle söylemekle, peygamber olarak gelenin ya bir kral veya bir melek olması gerekirdi. Sıradan birinin olmaması icabederdi, demek istiyorlardı.

Aramızdan sana uyduklarını gördüklerimiz, bizim aşağılık, basit düşünceli tabakamızdan olanlardan başkalan değildir.”

Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kelimesinin çoğuludur ve “bizim aşağılık kimselerimiz, alt tabakamızdan olan kimseler” gibi manalara gelir. Kırâat imâmlarından Ebû Artır, (.......) kelimesini, hemze harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Diğer imâmlar ise âyette görüldüğü gibi okumuşlardır. Yine âyette geçen, (.......) kelimesini de hemzesiz olarak Ebû Amr, (.......) tarzında okumuştur.

Yani, “Bu gibileri daha ilerisi ne olacak düşünmeden hemen ilk başta sana tabi oluyorlar, ya da daha baştan düşüncelerini açıklıyorlar, gibi bir mana taşır.

Bu kelime, (.......) kökünden alınmadır. Bu ise, ortaya çıkmak, meydana çıkmaz manasınadır. Ya da bu kelime, (.......) fiilinden alınmadır. Bir şeyi ilk önce yapmak demektir. Bu (.......) kelimesinin mensûb olması ise zarf olması sebebiyledir. Bunun aslı şöyledir: “Onların düşüncelerinin, karararlarının ortaya çıktığı an.” Ya da, “Düşüncelerin ilki...” Bu hazfedildiğinden, bunun yerine muzâfun iley geçmiş bulunmaktadır. Bununla şunu demek istediler: “O kimselerin sana tabi olmaları, kendilerinin bu işin ilerisini ve geleceğini hiç düşünmeden hemen teklif edileni kabul edivermeleridir. Eğer düşünselerdi zaten sana uymazlardı.” Bir de bunların, inanan kimseleri aşağılamaları, basit görmeleri, sırf fakir ve yoksul olmaları ve bir de dünyalık bakımından onlardan geride bulunmaları sebebiyledir. Çünkü bunlar câhil, bilgisiz kimselerdir. Bunlar dünya hayatının şu görünen hâlinden başka bir şeyi görmektan başka bir şey bilmezler. Bunlara göre değerli ve soylu insan, varlıklı, makam ve mevkii bulunan kimse demektir. Nitekim güya Müslüman olduklarını ileri süren bir çok kimseler de böyle inanıyor ve böyle hareket ediyorlar. Hatta insanlara değer verirlerken veya onları basit kabul ederlerken hep bu ölçülere göre hareket ediyorlar. Hatta bunlardan öyleleri de vardır ki, bu dünya sarhoşluğu akıllarını başlarından aldığından şöyle inanmaktadırlar: “Dünya hayatında ilerlemenin kimseyi Allah'a yaklaştırmayacağını, belki de sizi bu hâlinizle Allah'tan uzaklaştıracağını, onu yükseltmek değil belki de alçaltacağım hiç mi hiç düşünmüyorlar, akıllarına bile getirmiyorlar.”

Kaldı ki sizin bize karşı bir üstünlüğünüzün olduğunu da görmüyoruz.” Mal varlığı ve düşünce, görüş bakımından.. Bu söyledikleriyle Hazret-i Nûh ve ona îman edenleri kasdediyorlardı.

Aksine biz, sizin söylediklerinizde yalancılardan olduğunuzu sanıyoruz.”

Yani daveti konusunda Nûh'u, ona uyma ve onu tasdik etme konusunda da tabilerini yalancı kimselerden olduklarını sanıyoruz.

Yani sizler davet ve icabet konusunda aranızda ittifak edip anlaştınız. Çünkü bu, riyâsete, baş olmaya giden bir sebep ve bir yoldur.

28

Nûh onlara dedi ki: “Ey kavmim! Şayet ben Rabbim tarafından apaçık bir kanıta dayanıyorsam ve Rabbim katından bana bir rahmet vermiş ise, işin bu yönü size gizli tutulmuşsa buna ne diyeceksiniz? Siz buna karşı olduğunuz hâlde, size bunu zorla mı kabul ettireceğiz?

Nûh onlara dedi ki: “Ey kavmim! Şayet ben Rabbim tarafından apaçık bir kanıta dayanıyorsam ve Rabbim katından bana bir rahmet vermiş ise, işin bu yönü size körleşmişseniz.

Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) olarak da okunmuş ve kelime bu durumda (.......) manasında gizli kalmak, haberi olmamak, görünmemek ve kaybolmak demektir. Nitekim yazma olan asıl nüshada da böyle geçmektedir. Bu okuyuş tarzı da Kırâat imâmlarından Nâfi, İbn Kesîr, İbni Amir, Ebû Amr, Âsım, Şube, Ya'kûb ve Ebû Cafer'in tilâvet şeklidir. Ancak Hamza, Ali Kisâî ve Hafs tarafından ise, âyette görüldüğü gibi, (.......) olarak okunmuştur bu da, (.......) manasında yine gizlemek, saklamak gibi manalara gelmektedir.

Yani bu şu demektir: “Delil, burhan ve delil size gizli kaldı ve bu sebepten ötürü de siz doğruyu bulamadınız öyle mi?

Yani âdeta çölde yolunu şaşırıp kalan, bir kılavuzları da olmayan delilsiz şaşkınlar gibi olmuşsanız” Esasen hüccet yani kesin delil aslı da hem uzağı görmek yani basiret sâhibi olmak ve hem de onu göstermek manasında iken burada, körlük olarak gösterilmiştir. Çünkü kör olan kimse ne kendisi doğruyu bulabilir, ne de başkalanna doğru yolu gösterebilir. İşte elinde delil bulunmasına rağmen bunlardan gerektiği gibi yararlanmayan inkârcıların durumu böyle anlatılmıştır.- söyleyin bakalım buna ne diyeceksiniz?”

Siz buna karşı olduğunuz hâlde, size bunu zorla mı kabul ettireceğiz?” Çünkü siz bunu istemiyorsunuz. Burada, (.......) kavlinde, (.......) harfinin getirilmesi, (.......) harfini çoğul bakımından tamamlamak içindir. Ebû Amr ise bu kelimeyi mim harfinin sükunu ile, (.......) olarak okumuştur. Bu ise, mim harfinin sanki harekeli-harekesiz arası belli-belirsiz olarak okunması sebebiyledir. Dolaysıyla Râvinin bu harfi sakin olarak sanmasıdır. Bu ise bir yanlış demektir. Çünkü i'rab harekesi, şiir zarureti olmadan atılamaz, çünkü câiz değildir.

29

Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık bir mal ve istemiyorum. Benim mükafatım yalnızca Allah'tandır. Ben, îman edenleri kovacak değilim. Çünkü onlar îmanları gereği yeniden dirilmekle Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, câhil ve bilgisiz bir toplum olarak görüyorum.

Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık bir mal ve istemiyorum.” Çünkü bu, delalet bakımından (.......) kavlinin doğal sonucudur.

“Benim bundan beklediğim mükafatım yalnızca Allah'tandır.” Kırâat imâmlarından Medine, Şam okulu mensuplarıyla Ebû Amr ve Hafs, (.......) olarak okumuşlardır.

“Ben îman edenleri kovacak değilim.” Hazret-i Nûh'un kendileriyle beraber hareket ederek, zayıf ve kimsesiz mü’minleri yanından kovma isteklerine bu bir cevap olmaktadır.

Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır.”

Onları yanımdan kovmam hâlinde yarın âhirette Allah katında benden şikayetçi olurlar.

(.......) Fakat ben sizi câhil ve bilgisiz bir toplum olarak görüyorum.” Siz inananları basit ve câhil kimseler olarak görüyor ve onları, reziller, ayak takınılan, aşağılık basit insanlar olarak değerlendirip çağmyorlar. Ya da sizlerin, Rabbinize kavuşmanızı bilmezlikten geliyorlar, kabul etmiyorlar. Ya da o basit gördükleriniz sizden daha hayırlı kimselerdir.

30

“Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'ın azâbından kim kurtaracak? Hiç düşünmüyor musunuz?”

Ey kavmim! Ben onları kovarsam, beni Allah'ın azâbından kim kurtaracak? Hiç düşünmüyor musunuz?” Öğüt almıyor musunuz?

31

Ben size, “Allah'ın hazineleri benim elimdedir” demiyorum. “Ben gaybı da bilirim” demediğim gibi, “Ben bir meleğim de” demiyorum. Sizin gözlerinizde aşağılık kimseler olarak gördüklerinize ben, “Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir” diye bir şey söyleyemem. “Aksine onların gönlünde var olanı Allah çok daha iyi bilir. Onları kovduğum taktirde ben kesinlikle zalimlerden olurdum.”

“Ben size, “Allah'ın hazineleri benim elimdedir” demiyorum.” Ben size karşı bir zenginlik ve üstünlük iddiasıyla ortaya çıkmiyorum ki, söz ve davranışlarınızla benim üstünlüğümü kabul etmeyip inkâr edesiniz ve bana karşı: “Kaldı ki sizin bize söylediklerinizde yalancılardan olduğunuzu sanıyoruz.” (Hûd,27) diyerek böyle bir iddia ile karşı çıkasınız. “Ben gaybı da bilirim” demediğim gibi,” bu yoldan bana tabi olanların içlerinden neler geçtiğini bilebileyim, gönüllerindekini okuyayım. Çünkü gaybı bilemem. Bu ifade, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır.

Yani: “Ben size, Allah'ın hazineleri benim elimdedir demediğim gibi, ve yine ben gaybı bılıyorum de demiyorum” demektir.

(.......) Ben bir meleğim de” demiyorum.” Böyle bir iddiam yok ki siz de bana: “Sen de ancak bizim gibi bir insansın.” (Şuara,154) diyesiniz.

Sizin gözlerinizde aşağılık kimseler olarak gördüklerinize -sırf yoksullukları yüzünden aşağılık kimseler diye haklarında hüküm verdiğiniz mü’min kimselere- ben, “Allah onlara -sırf bunlar tarafından aşağılarııyorlar diye dünya ve âhirette o mü’minlere- asla bir hayır ve iyilik vermeyecektir” diye bir şey söyleyemem.”

Yani size bir yardım olsun, isteğiniz doğrultusunda hareket edilmiş olsun diye böyle bir şey diyemem. Sizin onlar hakkında düşündüğünüz gibi ben sizin seviyenize düşerek böyle bir şey söyleyemem.

Aksine onların gönlünde var olanı Allah çok daha iyi bilir.” Onların inançlarındaki sadakat ve samimiyeti Allah daha iyi bilir. Bana gelince, ben sadece onların bana açık olarak söylediklerine ve açık şekildeki kabullerine bakanın. Ben onların içlerini, gizli sırlarını bilemem, buna muttali olamam.

Eğer bu gibi şeyleri demiş olsaydım kesinlikle zalimlerden olurdum.” Şayet bu dediklerinizden bir şey demiş olsaydım ben de zalimlerden olurdum.

Âyette geçen, (.......) yani İzdira kelimesi, birini kötülemek, birinin kabahat ve kusurunu bulmak, kınamak gibi manalara gelir. Kelime İftial babındandır. Kelimenin aslı, (.......) olup, “T” harfi dal harfine dönüştürülmüştür.

32

Dediler ki: “Ey Nûh! Önümüze bir çok deliller sererek bize karşı çok ileri gittin. Eğer söylediklerinde samimi olan kimselerden isen, bizi kendisiyle tehdit edip durduğun şu azâbı bize getir!”

Dediler ki: Ey Nûh! Önümüze bir çok deliller sererek bize karşı çok ileri gittin. Eğer söylediklerinde samimi olan kimselerden isen, bizi kendisiyle tehdit edip durduğun şu azâbı bize getir!”

Yani siz ondan kaçıp kurtulmayacaksınız, buna güç yetiremeyeceksiniz.

33

Nûh onlara dedi ki: “Ve siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz.”

Nûh onlara dedi ki: “Ve siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz.”

Yani azâbı getirip getirmemek benim elimde olan bir şey değildir.

O, kendisini inkâr edip hükümlerine karşı çıktığınız Allah'ın elindedir.- “Ve siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz, bu bakımdan da azaptan da kurtulamayacaksınız.”

Yani siz Ondan kaçıp kurtulamayacaksınız, buna güç yetiremeyeceksiniz.

34

Eğer Allah sizi azdırmak muradetmiş ise, benim öpdüm size yarar sağlamaz. Çünkü O sizin Rabbinizdir. Ona döndürüleceksiniz.”

Eğer Allah sizi azdırmak muradetmiş ise -İşte bu cümle, şart üzerine şartın geldiği bir cümledir. Bilindiği üzere, hüküm bakımından ikincisi birinciye takdim olunur.

Yani bu cümle: “Eğer Allah sizi azdınp saptırmak muradederse, ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size yarar sağlamaz” takdirindedir. İşte âyetin bu kısmı, ma'siyet işlemeyi isteme ya da dileme konusunda bizim lehimizde apaçık bir delildir. Benim öpdüm size yarar sağlamaz.” Bu ifade aslında sakınılması gereken bir nokta konusunda uyanda bulunmayı ve aynı zamanda izlenmesi gereken doğru yolu göstermektedir.

Kırâat imâmlarından Nâfi ve Ebû Amr, bundan önceki âyetlerde geçen, (.......) kavlini (.......) kavlini de, ve burada geçen, (.......) kavlini de, olarak okumuşlardır. “O sizin Rabbinizdir.” Bu itibarla O neyi muradetmiş ise, hükmü gereği O, sizin üzerinizde tasarrufta bulunur. “Ona döndürüleceksiniz.” O da sizi işlediğiniz amellerinize göre cezâlandınr.

35

Ey Resûlüm! Yoksa “Bunu uydurdu” diyorlar? De ki: “Eğer onu uydurmuş isem, günahım bana âittir. Fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım.”

Ey Resûlüm! Yoksa “Bunu uydurdu” diyorlar?”

Buradaki, (.......) edatı esasen, (.......) takdirindedir.

De ki: Eğer onu ben uydurmuş isem, günahım bana âittir.”

Yani bunu, benim kendiliğimden uydurduğum doğru ise, dolayısıyla bundan ötürü oluşacak suçumun cezâsı da bana âittir.

Yani benim iftiramın, uydurmamın cezâsı demektir. Bir kimse herhangi bir suç ya da günah işlediğinde onun için, (.......) denir yani adam suç işledi, demektir.

Fakat bu işlediğiniz günahtan uzağım.” Sizin uydurup bana isnat ettiğiniz suçtan, uydurduğunuz iftiradan ben uzağım. Sizin düşmanliğinıza, yüz çevirmenize herhangi bir sebep de yoktur.

36

Nûh'a şöyle vahyolundu: “kavminden sana asla kimse inanmayacak. Ancak daha önce îman edenler hariç. Öyle ise onların işledikleri şeyler sebebiyle sakm üzülme.”

Nûh'a şöyle vahyolundu: “kavminden sana asla kimse inanmayacak. Ancak daha önce îman edenler hariç.”

Nûh'un kavminin îman etmelerinden tümüyle umudunu kestiğini bildiren bir ifade. Halbuki o bunu beklemiyordu. Burada, îman etme bakımından yeniden inanma hükmünün olabileceğinin delilini görmekteyiz. Sanki şöyle denilir gibidir: “Şüphesiz îman eden kimse, şimdi de îman eder.” İşte buna göre Kur'ân'a îman etme hususunda zikredilen ziyadelik meydana çıkanyor.

Öyle ise onların işledikleri şeyler sebebiyle sakm üzülme.”

Yani elinden bir şey gelemeyen güçsüz ve her şeye boyun eğen kimsenin üzüldüğü gibi sakın üzülmeyesin. İbtias kelimesi, “Bu's” kelimesinden türeyen ve iftial babından olan bir kelimedir. Bu ise, hüzün, üzüntü, fakirlik, yoksulluk gibi manalara gelir. Bu durumda mana şöyledir: “Seni yalanlama ve sana eziyet verme konusunda onların sana yaptıklarına sakın üzülme. Çünkü senin düşmanların olan o kimselerden artık intikam alma vakti ve zamanı gelip çatmıştır.

37

Gözlerimiz önünde, vahyettiğimiz emir doğrultusunda gemiyi yap. Ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme. Onlar kesin boğulacaklardır.

Gözlerimiz önünde” Bu ifade hâl yerinde gelmiştir.

Yani, onu korumamız altında yap. Bunun asıl manası da şöyledir: “Bizim gözetim ve denetimimizde, gözlerimiz önünde inşa et” demektir. Sanki Hazret-i Nûh ile birlikte Allah adına bir takım gözler var da, o gemiyi yaparken, herhangi bir yanlışında onun hatasını düzeltecek imiş gibi, sağlıklım olarak yaptırır, -ve vahyettiğimiz- Biz sana vahyedeceğiz ve onu nasıl yapman gerekecekse onu ilham yoluyla sana öğreteceğiz.

İbn Abbâs'tan rivâyete göre Hazret-i Nûh gemiyi nasıl inşa edeceğini bilmiyordu. Allah kendisine, onu tıpkı kulun göksüne benzer bir şekilde inşa etmesini bildirip öğretti.- emir doğrultusunda gemiyi yap.”

Ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme.” Kavminin durumu ile ilgili olarak bana dua etme, beni çağırma, onlara şefâatçi ve aracı olmayı isteyerek kendilerinden azâbın kaldırılmasını isteme!

Onlar kesin olarak boğulacaklardır.” Onlar için kesin boğulma karan çıkmıştır, bu hüküm onlar için gerçekleşmiştir. Artık bunun üzerinden kalem geçmiş, bundan böyle o yazının kalkmasına bir yol ve çare yoktur.

38

Böylece Nûh gemiyi yapmaya başladı. Kavminin önde gelenleri ona her uğradıklarında, onunla alay edip eğleniyorlardı. Dedi ki: “Eğer siz şimdi bizimle alay ediyorsanız, sizin bugün bizimle alay ettiğiniz gibi gün gelecek biz de aynen öyle sizinle alay edeceğiz.”

“Böylece Nûh gemiyi yapmaya başladı. Kavminin önde gelenleri ona her uğradıklarında, onunla alay edip eğleniyorlardı.” Gemi yapma işini devam ettirirken. Çünkü Hazret-i Nûh, gemiyi yapmaya başladığı yer, üzerinde geminin yüzeceği suyun ya da denizin bulunduğu yer arasında oldukça uzak bir mesafe bulunuyordu. Karada gemi hareket etmeyeceğine göre, kavmi bunu ileri sürerek onunla eğlenip gülüyorlardı ve: “Ey Nûh, sen daha önce peygamber idin, şimdi de marangoz mu oldun?

(.......) “Nûh, dedi ki: “Eğer siz şimdi bizimle alay ediyorsanız, sizin bugün -gemi yapmamız sebebiyle onu görüp- bizimle alay ettiğiniz gibi gün gelecek -helâk olmanız sırasında- biz de aynen öyle sizinle alay edeceğiz.”

Rivâyete göre Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) gemiyi, gemi yapımında kullanılan bir tür ağaçtan iki yılda yapıp bitirmiştir. Uzunluğu yani boyu 300 zira yani 228 m. veya 1200 zira yani 912 m imiş. Genişliği yani eni ise 50 zira yani 38 m veya 600 zira yani 456 m imiş. Yüksekliği de 30 zira yani 22.8 m imiş. Gemiyi de üç katlı olarak inşa etmiş. Alt katında vahşi canlılar, yırtıcı ve benzeri diğer hayvanlar, canlılar bulunuyordu. Orta katta ise canlılar, hayvanlar yer alıyordu. Hazret-i Nûh ve beraberinde olup da îman edenler ise, ihtiyaç duydukları şeylerle birlikte üst katta yer almışlardı. Beraberlerinde Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)’in cesedini de almışlardı. Onti kâdirılar ile erkekler arasına bir barikat, bir engel gibi yapmışlardı.

39

Pek yakında sizin de öğreneceğiniz gibi bu dünyada alçaltıcı azâbm kime geleceğini âhirette de ebedî azâbm ve ateşin içine kimin atılacağım göreceksiniz.

Pek yakında sizin de öğreneceğiniz gibi bu dünyada alçaltıcı azâbm kime geleceğini âhirette de ebedî azâbm ve ateşin içine kimin atılacağım göreceksiniz.”

Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavliyle mahallen mensûbtur.

Yani bu, (.......) takdirindedir.

Burada (.......) kavlinde geçen zamîrle kastedilenler, Hazret-i

Nûh'a îman etmeyenlerdir. Azaptan kasıt ise, dünyadaki azaptır. Bu da boğulmalarıdır. (.......) kavli iner, vb. gibi manalara gelmektedir.

(.......) kavlinden kasıt da âhiret azâbı demektir.

40

Nihayet helâk emrimiz gelip de sular kaynayıp yükselmeye başladığında Biz Nûh'a dedik ki: “Her çeşit canlıdan birer çift olmak üzere haklarında karar kesinleşmiş olanlar dışında ailenle birlikte îman edenleri de gemiye yükle!” Zaten onunla beraber îman edenlerin sayıları oldukça az idi.

Nihayet helâk -azap- emrimiz gelip de sular kaynayıp yükselmeye başladığında Biz Nûh'a dedik ki:” Burada önce (.......) edatı üzerinde duralım. Bu edattan sonra cümle başlar, şart ve cevaptan oluşan cümlenin başına gelir. Bu da, (.......) kavlinin gayesidir.

Yani “O gemiyi yapmaya başladı, nihayet denilen süre gelip çattı” demektir. İkisi arasında yer alan cümle ise, (.......) kavlinden hâldir.

Yani: “Kavminden ileri gelenler ona her uğradıklarında, kendisiyle alay edip dururlarken Nûh gemiyi yapmaya devam ediyordu. (.......) kavlinin cevabı da, (.......) kavlidir.

Âyette geçen, (.......) yani “dedi ki” kavli, bir soru soranın sorusuna takdiren söylenen yeni bir cümledir. Yahut da, (.......) yani “dedi ki” kavli, (.......) kavlinin cevâbıdır ve (.......) kavlinden bedeldir. Yahut da, (.......) kavlinin sıfatıdır. Âyette geçen, (.......) yani, “Tennur ya da sular kaynayıp yükselmeye başladığında” kavli, azâbm ve helâk olayının çok şiddetli olduğunu, çok zor bir durum olduğunu kinayeli bir anlatımla ifade edilmesidir. Bir tefsire göre de, “Sular yemek tandırından” taşmaya başlayınca diye değerlendirmişlerdir. Bu tandır, Hazret-i Havva annemize âit taştan olan bir tandır idi. Ondan ta Hazret-i Nûh'a kadar gelmiştir.

Bir tefsire göre de, (.......) kelimesinden kasıt bütün yeryüzü demektir.

Her çeşit canlıdan birer çift olmak üzere haklarında karar kesinleşmiş olanlar dışında ailenle birlikte îman edenleri de gemiye yükle!”

Yani aileni ve ayrıca sana inananları da gemiye yükle. Âyetin bu kısmı da, (.......) üzerine atfedilmiştir. Ancak ailesinden istisna edilen ve dışta tutulan, (.......) yani, “haklarında karar kesinleşmiş olanlar” cümlesinden kasıt, cehennemlik olanlar demektir. Onlar üzerinde bu hükmün kesinleşmiş olması, ancak Allah tarafından bunların kesin olarak kâfirliği tercih edeceklerini bilmesi takdirine ve irâdesine göredir. Çünkü yüce Allah, kullarının yaratanı olarak haşa onları murad ettiğinin aksine bir şeye maruz bırakman münezzehtir, yücedir.

Zaten onunla beraber îman edenlerin sayıları oldukça az idi.” Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in buyurduğuna göre; “Hazret-i Nûh'a îman etmiş olanların sayısı sekiz idi. Hazret-i Nûh'un kendisi, ailesi ve üç oğlu, bir de bunların eşleri idiler.” İbn Hacer diyor ki, “Ben bu hadise merfû' olarak rastlamadım. Ancak Taberi, Katâde'ye dayanan bir isnad ile rivâyet ediyor. Haşiyetu'l-Keşşaf; 2/393

Yine bir rivâyete göre de, bunların sayıları beşi erkek ve beşi de kadın olmak üzere on tane idiler. Yine farklı bir rivâyete göre de, bunların sayıları kadın ve erkek olarak 72 kişi idiler. Bir de Hazret-i Nûh'un Sam, Ham ve Yafes adındaki çocukları ile, bunların hanımları idiler. Toplam sayıları buna göre, 78 idi. Bunların yansı erkek ve yansı da kadın idi.

41

Nûh dedi ki: “Gemiye binin! O geminin hareket edip yüzmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz benim Rabbim çok bağışlayan ve pek merhamet edendir.

Nûh dedi ki: “Gemiye binin! O geminin hareket edip yüzmesi de, durması da Allah'ın adıyladır.”

Burada, (.......) kavli vav harfinden hâl olarak, (.......) kavline bitişiktir, ona bağlıdır.

Yani, “O gemiye Allah'ın ismini anarak, Bismillah diyerek binin” ya da, “Onun hareket edeceği ve duracağı zamanlarda Bismillah diyerek...”

Bunun böyle olması ya, (.......) ve (.......) kelimelerinin vakit ve zaman manasına gelmeleri sebebiyledir veya her ikisinin de, (.......) ve (.......) gibi mastar olmalarıdır. Böylece kendilerine muzaf olan vakit hazfedilmiştir. Tıpkı “Hufukunnecm” kavli gibi. Ki bu zıt manalı kelimelerdendir yani “Huftık” kelimesi yıldızın doğuşu veya batışı gibi her iki manayı da içermektedir.

Ayrıca, (.......) kavlinin başlı başına bir cümle olması da câizdir. Bu durumda makabline taallûku da gerekmez. Mübteda ve haberden oluşan bir cümledir.

Yani Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) önce onlara gemiye binmelerini emretti. Sonra da onlara şu bilgiyi verdi; Bu geminin harekete geçmesi de, durması da Allah'ın adının anılmasıyladır. Gemiyi harekete geçirmek istediği zaman, “Bismillah” derdi, gemi hemen harekete geçerdi. Durdurmak istediği zaman da, yine “Bismillah” derdi. Gemi hemen duruverirdi.

Kırâat imâmlarından Hamza, Ali ve Hafs, (.......) kelimesini mim harfinin fethası ve Ra harfinin de kesresiyle Cera kökünden okumuşlardır. Bu manasıyla ya mastar olarak veya vakit anlamında değerlendirmişlerdir. “Şüphesiz benim Rabbim çok bağışlayan ve pek merhamet edendir.” Çünkü onları kurtarmıştır.

42

Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nûh, gemiden uzakta bulunan oğluna: “Oğulcuğum! Gel, sen de bizimle birlikte gemiye bin, gemi dışında kalan kâfirlerden olma!

Gemi, -onlar içinde oldukları hâlde - dağlar gibi dalgalar arasında -burada konu edilen dalgalar, tufanın oluşturduğu dalgalar demektir. Nasıl ki, “Temr” kelimesi, (.......) kelimesinin çoğulu ise, tıpkı bunun gibi, (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin çoğuludur. Dalga: şiddetli bir rüzgann esmesi sonuou suyun harekete geçerek yükselmesi olayıdır. Her bir dalga âdeta bir dağa benzetilmiştir ki, şiddetli fırtına yüzünden dalgaların aralıksız ve üst üste yığılarak yükselmelerinden dağ görünümünde olmaları sebebiyle dağlara benzetilmiştir.- onları -alıp- götürüyordu.”

(.......) kavli, (.......) kavlinin delalet ettiği mahzûf bir kelimeye muttasıl, bağlıdır. Sanki şöyle denilir gibidir: “O gemiye, Bismillah, diyerek bindiler ve gemi de onlar içinde olduğu hâlde onları alıp götürüyordu.”

“Nûh, gemiden

-hem kendisinden ve hem gemiden- uzakta bulunan -Kenan veya Yam adındaki- oğluna:-Cumhûr’a göre bu, Hazret-i Nûh'un sulbünden olan öz oğludur. Bir rivâyete göre de bu, hanıminin oğludur.

Burada geçen, (.......) kelimesi, “Mef'il” ölçüsünde, (.......) ondan uzaklaştı, uzakta kaldı, aynldı gibi manalara gelir ya da, “Babasının dininde ayrı ve uzak idi, demektir.- “Oğulcuğum! Gel -Müslüman ol-, sen de bizimle birlikte gemiye bin,” Kırâat imâmlarından Âsım,

(.......) kelimesini harfinin fethasıyla okumuştur. Bunu da tıpkı, (.......) kavlinde görüldüğü gibi izafet (.......) sinden çevrilen elif üzerinde iktisar ederek okumuştur. Âsım dışındakiler ise (.......) harfini kesriyle, izafet (.......) sinden iktisar ile böyle okumuşlardır.

(.......) gemi dışında kalan kâfirlerden olma!

Çünkü onlar helâk olacaklardır” diye seslendi.”

43

Oğlu dedi: “Ben, yüksek bir dağına tepesine çıkacağım, o beni sudan korur” diye karşdık verdi. Nûh da şöyle dedi: “Bugün, Allah'ın kendilerini rahmetiyle korudukları dışında Allah'ın azâbından koruyacak hiçbir güç yoktur” derken tam bu sırada aralarına bir dalga giriverdi, o da böylece boğulanlardan oldu.

Oğlu babasına şöyle dedi: Ben, yüksek bir dağına tepesine çıkacağım -sığınacağım-, o beni sudan korur -boğulmaktan kurtarır-'diye karşılık verdi.”

Nûh da şöyle dedi: “Bugün, Allah'ın kendilerini rahmetiyle korudukları dışında Allah'ın azâbından koruyacak hiçbir güç yoktur” Burada, (.......) yani, “Rahmet ve merhamet eden, kavlinden murat yüce Allah'tır. Ya da, (.......) kavlinden murat, tufan demektir. Ya da, Allah'ın kendilerine merhamet ettiği kimseler olan mü’minler...” Bu olay şöyledir. Hazret-i Nûh'un oğlu, dağların yüksek tepelerinin kendisini sudan ve boğulmaktan koruyacağım ileri sürünce, Hazret-i Nûh da oğluna şöyle seslendi: “Bugün seni hiçbir koruyucu ve hami, asla bir dağ ve benzeri bir şey koruyup kurtarmayacaktır. Tek koruyucu ve kurtarıcı vardır. Bu da Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu ve kurtardığı kimselerin konumudur.

Yani bu da gemiden başkası değildir. Oraya sığınan ancak kurtulacaktır.” Ya da bu, munkati istisnadır. Sanki şöyle denilmektedir: Ancak Allah'ın kendilerine merhamet edip esirgedikleri kimseler korunacaklardır. Çünkü masum olan onlardır. Tıpkı yüce Allah'ın şu kavli gibi: “Onu öldürmekle, Îsa'yı öldürdük zannına kapıldılar.” (Nisa, 157)

Derken tam bu sırada aralarına -oğlu ile dağ arasına veya Nûh ile oğlu arasına- bir dalga giriverdi, o da böylece boğulanlardan oldu.” Ya da Allah'ın ezeli ilminde boğulanlardan oldu.

44

Nihayet: “Ey yer suyunu yut denildi.” Sular çekildi, helâk hükmü de yerine geldi ve gemi Cudi dağı üzerine yerleşti. Ve: “Zâlim olan o kavmin canları cehenneme” diye söylendi.

Nûh kavminin helâkinden sonra yere ve göğe: “Ey yer hemen suyunu yut,” Suyunu çek, kuru ve suyu em. Âyette geçen, (.......) kelimesi yutmak, kurumak, içmek gibi manalara gelir. “ey gök, yağmurunu durdur -tut-” diye emr olundu.” Sular çekildi,” azalıp eksildi. Bir şeyin eksilmesi manasında, (.......) diye söylenir. Kelime hem lazım ve hem müteaddi olan bir kelimedir. (.......)Ve gemi Cudi dağı üzerine yerleşti.”

Gemi bütün yeryüzünü altı ay süreyle sular üzerinde yüzmesini sürdürdükten sonra Musul yakmlarında bulunan bir dağ olan Cudi dağının üzerinde karar kıldı.

(.......) Ve (.......) kelimesi kullanılır.

Bu bakımdan bu kelime özellikle beddua gibi lânet okuma işlerinde söylenir.

Bu âyet, Beyan ve Meani ilimleri, ile manevi ve lafzi fesahat olmak üzere dört yönden mütalaa olunmaktadır. Şimdi bu dört yünü tek tek ele alalım:

Beyan ilmi açısından âyetin incelenmesi: Çünkü çeşitli edebi sanatlar var. Şöyle ki mecâz var, istiâre var, Kinaye var ve bunlara bağlı diğer sanatlar var. İşte bu açıdan diyoruz ki:

Yüce Allah herhangi bir manayı açıklamak dilediğinde ya da irâde buyurduğunda bunu şöyle açıklamaktadır: Biz yerden fışkınp dışa çıkan suyun tekrar yerin dibine geçmesini istedik ve o suda yerin altına geçiverdi. Gökten inen fırtınayı tufanı dindirip kesmek muradettik, o da derhal kesiliverdi. Gökten yağmakta olan yağmurun azalıp eksilmesini diledik o da hemen ekşili verdi. Hazret-i Nûh ile ilgili durumu sonuca bağlamak istedik. Ki bu da, onun kavminin boğulmak suretiyle ortadan kaldmlıp helâk edilmesiydi, bu hüküm de uygulandı. Gemiyi Cudi dağında oturtmak istedik, bunu da yaptık, o da oraya kondu. Boğulanların zulmetini, yaptıklarını ebedileştirmek diledik, ve bunu da sonradan gelenlere ibret olsun için yaptık.

Esasen söz gelip irâdenin, emredilen yani âmir tarafından istenen şeye benzetilmektedir. Bu ise, âmirden yani emredenin kâmil manadaki heybeti karşısında kendisine emir verilen memurun herhangi bir isyana kalkışmayacağı esasına dayanmaktadır. Buradaki irâde teşbihi bu anlamdadır.

Aynı şekilde irâdenin kesin manada infaz edilip uygulanacak olan şeye benzetilmesi de böyledir. Çünkü Yüce kudreti sayesinde istenilenin yani kasdolunan şey kesin olarak meydana gelmesi, işte o verilen emrin derhal yerine getirilmesini bir benzetme ile ortaya koymasıdır.

Meselâ gökler ve yer yüce Allah'ın, “Ol” enirine amadedirler, emrini orada ne olması gerekiyorsa dilediği gibi yerine getirmek için hazırdırlar. Allah'ın bu hususta irâde buyurduğu bir gerçeğin önüne hiçbir şey çıkıp engel olamaz, değiştiremez ve tebdil edemez. Sanki bu varlıklar yani gökler ve yer ve onlarda var olan şeyler gerçekleri ayırt edebilen mümeyyiz akıl sâhibi varlıklar imişçesine Allah'ın irâdesini yerine getirirler ve ona karşı koymazlar, koyamazlar. Çünkü hepsi de yüce Allah'ı gerçek olarak bilmiş ve tanımışlardır. İlmen de yani bilgi olarak da, mutlak manada Allah'ın emirlerine uyulması, hükmüne boyun eğilmesi gerektiğini çok iyi anlayıp kavramışlardır. İşte bu nedenle Allah'ın muradının derhal yerine getirilmesi için bu yolda gereken tüm gücün sergilenmesi de vacip ya da zorunlu hale gelmiştir.

Daha sonra da Azîz ve Celîl yüce Allah bu benzetme üzerine şu cümleyi bina ediyor ve mecazî manada, üzerinde meydana gelecek olan şeye neden olabilecek irâde sözkonusu edilerek: (.......) yani “Denildi ki” buyuruldu.

Yani bu “Denildi ki” ifadesinden sonra, muradolunan şeyin meydana gelmesi bir mecâzî ifade ile ortaya konmuş oldu. Böylece mecâz karinesi, cansız varlıklara seslenme ifadesi oldu ki bu ifade de:

Ey yer” ve “Ey gök” ifadeleridir. Sonra da her ikisine seslenerek: “Ey yer ve ey gök” diye buyurdu. Bu da ismi geçen benzetmeye uygun bir istiâre yolu ile olmuştur.

Daha sonra yine bir istiâre yoluyla suyun yer tarafından yutularak yerin derinliklerine çekilmesinden, bu irâdeden söz edilmiştir. Yerin suyu yutması ise yiyecek maddelerinde ikisi arasında var olan cazibe ya da çekim gücü sayesindeki bir şeye istiâre yoluyla bir benzetme getirmektedir.

Bu da sözkonusu suyun gizli bir yere çekilip karar kurmasıdır. Daha sonra ise su, gıdaya benzetilerek gıda için istiâre yapılmıştır. Tıpkı yemek yiyen bir kimse nasıl ki yedikleriyle güç kazanıp gıda alıyorsa, burada da istiâre yoluyla yeryüzündeki bitkilerin su sayesinde güç kazanıp meydana gelmesi, bir benzetme olarak gösterilmiştir.

Yani istiâre yapılmıştır. Bundan sonra ise, “Suyunu” diye buyurmuştur.

Yani suyun yerle bitişik olması sebebiyle suyu yere mecâzî manada suyu izafe ederek, tıpkı mülk sâhibine yani mâlike mülkün bitiştirtmesi gibi bir ifade tarzıyla sunmuştur.

Bundan sonra da göğe yağmuru hapsetmesi, tutması manasında,

(.......) kelimesini seçmiştir. Bu da failin işlemekte olduğu fiilini yani işini terketmesi demektir ki, aralarında bir teenninin bulunmaması benzerliğinden ötürü bu ifadeye yer vermiştir.

Yüce Mevlâ daha sonra da, (.......) ifadesiyle de bu hükmü uygulayan yüce Allah olduğu hâlde burada da bir sarahat getirilmemiştir. Aynı şekilde, “geminin Cudi dağı üzerinde oturması” ifadesiyle, onu oturtanın kim olduğuna da sarahat ile işaret edilmedi. İşte bütün bunlar bu istiâre ve benzeri sanatlar çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Yine, “Canı cehenneme” ifadesiyle de, bunu söyleyenin kim olduğuna da açık olarak değinilmemiştir. Tıpkı, “Ey yer” ve “Ey gök” ifadelerinde bunu söyleyenin açık olarak zikredilmediği gibi, burada da böyle bir ifade ile zikredilmiştir.

İşte bütün bunlarda izlenen yol ya da metot hep bu kinaye yolu olmuştur. Çünkü herkesin de bileceği gibi bu gayet önemli işler ancak her şeye kâdir olan büyük bir failin fiili ile sağlarıabilir, Onun irâdesi olmadan hiçbir fiil meydana gelmez. Kahreden bir kahir olmadan, hiçbir varlığın “ol” ifadesi gerçekleşemez. Çünkü bütün bu olayların faili bir tek Allah'tır. Onun fiilin hiçbir kimse ona asla ortak olamaz. Sakm bir başkası:

(.......)ifadesini söylemiştir gibisinden bir vehme gidilmesin, ya da, “Suyu çekenin” , “hükmü uygulayanın” ve “gemiyi oturtanın” Allah'tan başkası olduğu yanlış vehmine kimse kapılmasın.

Yüce Allah daha sonra sözünü, o zâlimlerin, inkârcıların yoluna saparak, peygamberleri yalanlayarak onlar gibi kendilerine yazık edenlere tarizde bulunarak bitiriyor. Bu ifade ile de yüce Allah, hangi noktada neye gazapta bulunduğunu da açıklamış olmaktadır. Böylece böylene şiddetli olan bir azâbı, ancak onların kendi kendilerine zulmetmeleri sebebiyle vereceğini açıklıyor.

Meani ilmi açısından âyetin ele alınmasına gelince, bunu da şöylece izah edebiliriz: Bu, kendisinde yani âyette yer alan her bir kelimenin faydasına dikkat edilmesini, cümleleri arasındaki takdim ve tehir yönünün dikkate alınmasını öngörmektedir. İşte bunun içindir ki, âyette, benzerleri arasında (.......) ünleminin seçildiğini görüyoruz. Çünkü bu, benzerlerine göre daha fazla kullanılan, münadanın yani ünlenenin uzaklığına delâlet bakımından yine en çok kullanılan bir kelimedir. Ki o münada, azamet ve melekut makaminin ortaya çıkmasını, bilinmesini gerektirir. Aynı şekilde izzet ve ceberut makaminin görülmesini icab ettirir. Bu ise kendisine seslenilerek bildirilmek istenen kimseyi, basit görerek, önemsemeyerek uzaklaştırmak anlamındadır.

Bunun için, “Ey benim yerim” diye buyurulmamıştır. Bunun nedeni daha fazla önemsemediği, basit gördüğü içindir. Çünkü “Benim” arzım diye izafet ya da tamlama ifadesiyle belirtmiş olsaydı bu, yakınlaşmayı ve yakın olmayı gerekli kılardı. Aynı zaman ihtisar amacıyla yani uzatmamak için de, “Ey yeryüzü” diye buyurulmamıştır.

Âyette hem yer ve hem gök ifadelerine yer verilmiş olması, her ikisinin de daha hafif ve daha çok kullanılmaları itibariyledir. Aynı şekilde âyette, (.......) yerine (.......) kelimesini zikretmesi daha kısa olması bakımındandır. Bir bu kelime ile, (.......) kelimesi arasında bir yakınlık var olduğundandır. Yine, (.......) diye söylendi ve fakat,

(.......) denmemiş ve aynı şekilde; (.......) ve (.......) diye söylenmemiştir. Bütün bunlar cümle uzamasın, kısa ve öz anlatılsın içindir. Yine âyette, “Ğuyyida” kelimesi yerine, (.......) kelimesi seçilmiştir. Keza sadece, su” denmiş ve fakat

“Tufan suyu” denmemiştir, (.......) buyurulmuş ve fakat, “Nûh'un ve kavminin emri-işi” diye söylenmemiştir. Bütün bunlar hep kısaltma ve bir de bunların başına gelecek olan ahd harfine ihtiyaç duyulmaması kasdıyla böyle gelmiştir.

Nitekim, Karar kıldı, yerleşti manasında (.......) de denmemiştir.

Yani, (.......) ve (.......) gibi.

Yani fiilin gemiyle birlikte faile isnadına bakılarak böyle yapılmıştır. Bu da yine daha önce geçen (.......) kavlindeki duruma göredir. Burada da mutabakat murat olunmuştur.

Daha sonra ise, (.......) denmiş ve fakat, (.......) buyurulmamıştır. Nedeni ise ihtisar ile birlikte tekit istendiğinden böyle buyurulmuştur. Bu ise, kelimelerin meydana gelişine bakılması itibariyle böyledir. Fakat cümlelerin tertibi bakımından bakıldığında, burada nidanın yani ünlem edatının, “Emir” üzerine takdim edilmiş olduğudur.

Bu bakımdan, (.......) buyurmuştur.

Yoksa, (.......) ve (.......) buyurmamıştır. Burada gerçek manada memur olan yani emir verilenlerin kimler olduğu, uyannm takdimi ile anlaşılsın için ve bir de hemen bunun ardından bizzat münadanın kendisinde varit olan emrin bütünüyle gerektiği gibi anlaşılması için cümlenin gelişine itibar edilmiştir. Bundan da, terşih yani özlü bir mana anlaşılsın istendiğinden böyle bir yola gidilmiştir. Kısaca burada istiâreyi teşrihiye bulunmaktadır ki az söz ile çok mana anlatmaktır. Bir de yere olan emir, göğe yapılan emre takdim edilmiş, buna öncelik verilmiştir. Önce bununla başlamış olması, Tufan olayının onda meydana gelmesi sebebiyledir.

Hemen bunun peşinden de, (.......) kavlini getirmiştir. Çünkü bu, su kıssasıyla beraber, ona bitişik ya da bağlı bulunması ve onu tutmaya, durdurma ile irtibatlı bulunması yani bunun da aynı istiâre yoluyla ifadesidir.

“Bütün bunlardan sonra da bu kıssadan asıl amacın ne olduğunu Rabbimiz zikrediyor, bu da, (.......) kavliyle belirtilmiş oluyor.

Yani, kafirlerin helâki, Hazret-i Nûh ile gemide beraber olan kavminin de kurtarılması için verilen sözü yerine getirdi, demektir. İşte bütün bu ölçülere göre sen de değerlendir ve ders al.

Manevî Fesahat açısından değerlendirilmesi: Bur da gördüğüm gibi.

Bu gibi manalar açısından güzel bir nazma, dizime sahip olması, anlatmak istediği şeyi daha özet ve daha açık olarak net bir şekilde ortaya koymasıdır. İşte bu gerçekleri sen de görebilmektesin. Murat olunan istemek konusunda düşünceyi ya da fikri kaypaklaştıran herhangi bir düğüm, bir anlaşmazlık tarafı yoktur. Aynı zamanda arzularıan veya istenene ulaşabilmek için yolu dikenli hale getiren bir kayganlık veya zikzak durumu da yoktur. Her şeyi açık ve net olarak ortaya koymaktadır.

Lafzi Fesahat yönünden âyetin izahı: Gördüğüm gibi âyetin tüm lafızları Arapça kelimelerdir. Hepsi de Arap dilinde kullanılmaktadırlar. Hepsi de tenafürden, yani hoşa gitmeyen ifadelerden uzak kelimelerdir. Hepsi de beşaatten yani çirkinlikten de uzaktırlar. Hepsi dil açısından öylene tatlı ve hoş ifadelerdir ki üzerinde bir daha o hoşlukta ifade yoktur. Hepsi de öylene akıcıdırlar ki, akıcılıkta üzerinde örnek yoktur. Bütün bunlar âdeta insan boğazından kendiliğinden akıp giden berrak suyun akıcıliğina benzerler. Tatlılıkta bal gibi, incelikte meltem gibidir.

İşte bu gerçekler karşısında buna karşı çıkan muannitler, bunun beşer gücünün üstünde bir şey olduğunu ve bu açıdan da bu âyetin bir benzerini getiremeyeceklerini kabul ederek bunda mutabık kalmışlardır. Allah için demek gerekirse zaten Allah tarafından indirilen bir âyetin, bir vahyin durumu ve değeri de ancak böyle anlaşılır. Herhangi bir âlim âyetlerden herhangi birinin üzerinde düşünmemiş olsun ki, mutlaka öylene incelikler yakalar ki, bunların durumu sayılarla ifade olunamaz. Ayrıca, bu durumun sadece âyet açısından bu zikredilenlerle sınırlı olduğunu da hiçbirimiz zannetmeyelim. Belki de anlatılamayıp terkedilenler burada satırlara dökülenlerin çok çok üzerindedir.

45

Nûh Rabbine dua edip yakardı ve şöyle dedi: “Ey Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Senin vadin elbette hak ve gerçektir. Ve sen hakimlerin en adaletlisisin.

Nûh Rabbine dua edip ve şöyle dedi:”

Nûh'un Rabbine seslenmesi, ona dua etmesi anlamındadır. Bu da, “Ey Rabbim!” kavliyle bundan sonra gelen ifadesidir. Ki bu ifade, yüce Allah'ın Nûh'un ailesini kurtaracağına dair olan vadi ile alâkalıdır ve şu ifadedir: “Oğlum benim ailemdendi.” Sen onları kurtaracağını vaat buyurmuştun,”

Yani o da benim aile bireylerimden biri idi. Çünkü o, kendisinin öz be öz oğlu idi. Ya da o, üvey oğlu idi. Böyle olunca yine o da aile bireylerinden biri sayılıyordu.

Senin vadin elbette hak ve gerçektir.” Şüphesiz senin söz verdiğin her vaat, mutlak olarak gerçektir, sabittir, onun yerine getirilmesinden asla şüphe olunmaz, vefasızlıktan da asla söz edilmez, çünkü şüphe edilmez. Sen benim ailemden olanları kurtaracağına söz vermiştin, peki ya çocuğumun günahı neydi?

Ve sen hâkimlerin en adaletlisisin.”

Sen hâkimler hâkimi olarak en iyi bilen hâkimsin, onların en adaletlisi Sensin. Çünkü bir hâkimin başkalanndan tek üstünlüğü onun ilmi ve bilgisi, adil davranması ile ilgili yönüdür, başka değil.

Senin döneminde nice kimseler kadıların en üstünü, kadılar kadısı, hâkimler üstü hâkim unvanıyla adlarıdırıları ve hükümet eden nice hâkimler vardır ki cehalet ve zulüm batakliğinda boğulup gitmişlerdir.

Mana şöyledir: “Hâkimler hâkimisin. O hâlde bundan ibreti ders çıkar ve gözyaşı dök.

46

Allah buyurdu ki: “Ey Nûh! Senin o oğlun senin kurtuları aile bireylerinden değildi. Çünkü kötü bir iş yapmıştı. Hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyi benden isteme! Ben senin câhillerden olmamanı öğütlüyorum.

Ey Nûh! Senin o oğlun senin kurtuları aile bireylerinden değildi.” Bundan sonra yüce Allah onun neden kendisini aile bireylerinden olmadığını şöyle açıklıyor: “Çünkü o sana îman etmemiş, kötü bir iş yapmış, küfrü seçmişti.” İşte âyetin bu kısmından şunu öğrenmekteyiz. Dini karabet yani yakınlık, nesep yani soy yakınlığından daha üstün ve daha baskındır, burada bu gerçek bildirilmektedir. Çünkü senin dini bakımdan en yakının, sen Kureyşli, ötekisi de Habeşli yani yabancı, soyundan bir olmasa da inancın bakımından sana bağlı ve seninle beraber olandır. Senin dininden olmayana gelince bu, senin en yakın akraban, kendi öz soyundan bile olsa, o senden en uzak olan kimsedir, uzaktan ve yakından dinin açısından seninle bir yakınlığı kalmamıştır. Âyette, “O kötü bir iştir” diye bizzat o kişinin kendisinin kötü olduğunun vurgulanması, onu daha fazla yermek, üzerinde bulunduğu inanç bakımından değer verilemesi, sahip çıkılmaması gerektiğini ortaya koymak içindir. Nitekim Şâire Hansa'nm şiirinde yer alan:

(.......) dizesindeki (.......) ve (.......) gibi- Bu şiirde yavrusunu yitiren bir devenin hâli sanki ikbal ve idbarın bizzat kendisi imiş gibi bir ifade ile nasıl aktanlıyorsa, Nûh'un oğlunun kendisi, zâtı da, (.......) kavliyle anlatılmıştır. Ya da bu-, “O şu iş sâhibidir” takdirindedir. Dolayısıyla âyet, “Ancak Nûh'un ailesinden salah sâhibi olanları kurtaracağını” zikrediyor. Yoksa salah sâhibi olmasalar bile ailesinden olan herkesi kurtaracağım anlamında değildir. Dolayısıyla oğlunun salah ehli, îman ehli biri olmadığı anlaşılınca doğal olarak Hazret-i Nûh'un onun babası olmasının da kendisine bir yaran yoktur.

Kırâat imâmlarından Ali Kisâî, (.......) kavlini, (.......) diye okumuştur.

Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî diyor ki: “Hazret-i Nûh, oğlunun îman sâhibi olduğunu biliyordu, çünkü oğlu münâfıkça hareket ediyor, iki yüzlülük ederek inanmış gibi gözüküyordu. Böylece oğlunun mü’min olduğu kanaatine sahipti. Yoksa Hazret-i Nûh'un bile bile: Oğlum benim ailemdendir'diye söylemez ve onunu kurtuluşunu istemezdi. Nitekim benzeri bir istek sebebiyle buna ilişkin bir yasak uyansı gelmişti, yüce Allah ona şöyle buyurmuştu:

Küfrü seçenlerin bağışlanması için benden af dileme. Çünkü onlar kesin olarak tufan cezâsıyla boğulacaklardır.” (Hûd, 37) Hazret-i Nûh'un böyle bir istekte bulunması ve dua etmesi, onun kendi zahiri görünürdeki bilgisine dayanarak hareket etmesiydi, yoksa bilerek değildi. Nitekim münâfık olan kimseler bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e görünürde inandıklarını söyleyip öyle bir görüntü sergiledikleri hâlde, aksi olan inançlarını ise gizli tutuyorlardı. Yüce Allah onların bu durumlarını kendisine bildirene kadar, o bunlardan habersiz bulunuyordu.”

(.......) kavli ise, şu manayadır; O “senin kendilerine kurtuluş vadinde bulunduklarından değildir. Senin kendilerine necat yani kurtuluş vadinde bulundukların ise hem gizlide ve hem açıkta gerçek anlamda mü’min olanlardır. “Öyleyse hakkında bilgi sâhibi olmadığın bir şeyi benden isteme!”

Yani hakkında bir şey istemenin câiz olup olmadığını bilmediğin bir şeyi isteme, demektir. Burada geçen, (.......) kelimesinde sadece sondaki kesre ile yetinildiğinden Kûfe kırâat okulu mensupları

“Y” harfine gerek duymadan, (.......) olarak okumuşlardır. Ancak Basra kırâat okulu mensupları ise, “Y” harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Medine kırâat okulu mensupları aynı kelimeyi, (.......) olarak okumuşlardır. Şam kırâat okulu mensupları ise, (.......) olarak okumuşlardır.

Yani burada Y hazfedilmiş ve sadece nun harfinin kesresiyle yetinilmiştir. Mekke kırâat okulu mensupları ise sadece nun harfinin şeddesi ve fethiyle, (.......) olarak okumuşlardır.

Bilmediğin bir şeyi istemeye kalkışmakla ben senin câhillerden olmamanı öğütlüyorum.” Bu uyan tıpkı bizim peygamberimizin de yüce Allah tarafından şu kavliyle uyanlmasma benzemektedir: “O hâlde sakın kendini bilmezlerden olma!” (En'am,35)

47

Nûh dedi ki: “Rabbim! Hakkında bilgi sâhibi olmadığım bir şeyi istemekten sana sığınırım! Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, ben zarara uğrayanlardan olurum.

Nûh dedi ki: Rabbim! Hakkında bilgi sâhibi olmadığım bir şeyi istemekten sana sığınırım!” Gelecekle alâkalı olarak hakkında bilgim olmayan bir şeyi Senden istemekten yine sana sığınının, senin verdiğin ve öğrettiğin edebinle edeplenerek ve senin verdiğin öğüdüne bağlı kalarak sana sığmınm.

Eğer -benden meydana gelen bir aşmlık ve yanlışlık sebebiyle- beni bağışlamaz ve -benzerine dönmekten ve aynı yanlışı yapmaktan beni koruyarak- bana merhamet etmezsen, ben zarara uğrayanlardan olurum.”

48

Denildi ki: “Ey Nûh! Bizden sana ve seninle beraber- îman eden kimselere vaat buyurulan bir selâm ve bereketle gemiden in! Onların soyundan gelebilecek ve kendilerini belli bir süre dünyada faydalarıdıracağımız topluluklar da olacaktır. Sonra da bizden onlara âhirette acıklı bir azap dokunacaktır.

“Nûh'a denildi ki: “Ey Nûh! Bizden sana ve seninle beraber îman eden kimselere -ümmetlere, toplumlara. Burada geçen, (.......) edatı beyan içindir. Bununla Hazret-i Nûh ile birlikte gemide yer alan imaft sâhibi kimseler muradolunmuştur. Çünkü bunlar topluluklar, cemaatler durumunda idiler. Ya da onlara ümmetler yani cemaatler denilmesi, ümmetlerin ve toplumların bu gemide yer alanlardan meydana gelmeleri sebebiyledir. Ya da bu, başlarıgıcın bunlardan itibâren olması'ibtidai gaye'sebebiyledir.

Yani senin yanında yer alan toplumlardan doğacak olanlar, anlamındadır. Bunlar ise kıyamete kadar devam edecek olan toplumlar demektir. Doğru olan tefsir de bu sonuncusudur. Vaat buyurulan bir selâm -bir tahiyye, bir gözün aydın veya boğulmaktan bir kurtuluş-, sağlık ve bereketle -bu ifade üreyen ve sürekli artan iyilikler, güzelliklerle demektir. Dolayısıyla bu, Hazret-i Nüh hakkında soyunun, çocuklarının ve kendisine uyacak olanlarının çok olması manasınadır. Yüce Allah peygamberlerin çoğunu onun soyundan kılmış ve ondan sonraki çağlarda gelen din büyüklerini, imâm ve önderleri de onun neslinden meydana getirmiştir. Gemiden in!”

Onların soyundan gelebilecek ve kendilerini belli bir süre dünyada -rızık bakımından bolluk içinde kılacağımız, hayatlarını mutluluk ve refah içinde kılarak- faydalarıdıracağımız topluluklar da olacaktır.” Burada geçen, (.......) mübteda olarak merfûdur.

(.......) kavli sıfattır. Haber ise mahzûf bulunmaktadır. Takdiri de şöyledir: (.......) Burada altı çizili olan takdir edilen haberdir. Altı çizili olan bu haberin hazfedilmiş olması, burada daha önce geçen, (.......) kavlinin buna delalet etmesi sebebiyledir. “Sonra da bizden onlara âhirette acıklı bir azap dokunacaktır.”

Mana şöyle olmaktadır: “Selâmet, sağlık ve göz aydınliği bizden sanadır. Bereket ve bolluk senin ve seninle beraber yetişip hareket ederek gemiye binen mü’min kimseler üzerine olsun. Aynı zamanda seninle beraber olan ümmetler içerisinden de öyle kimseler çıkacaktır ki biz onları da dünyada istediklerinden yararlarıdıracağız, bunlar cehenneme dönüp gideceklerdir.

Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) peygamberler atasıdır. Tufandan sonraki insanlar da onun ve onunla beraber gemiye binenler vasıtasıyla olanlardan çoğalıp üremişlerdir.”

Muhammed İbn Ka'b diyor ki: “Bu âyette geçen selâm kapsamına kıyamete kadar gelecek olan tüm inanmış erkek ve kâdirılar dahildirler. Bu selâm ifadesinden sonra gelen faydalanma ve azap olayı ise bütün kâfirleri yani inkârcıları içermektedir.”

49

Ey Resûlüm! İşte bunlar gayba ilişkin bilgi ve haberlerdir. Halbuki bunları daha önce bu kadar etraflı olarak ne sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret, iyi sonuç sabredenlerindir. Şüphesiz iyi gelecek, mutlaka Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket edenlerin olacaktır.

Ey Resûlüm! İşte bunlar” Bu kelime Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) un kıssasına işaret etmektedir. Kelime mübteda olarak mahallen merfûdur. Bundan sonra gelen cümlelerin tümü ise haberdirler. O cümleler de işte bu âyetin devamı olan şu ifadelerdir:

Gayba ilişkin bilgi ve haberlerdir. Biz bunları vahiy yoluyla sana haber veriyoruz. Halbuki bunları daha önce -şimdiye kadar veya sana bu vahyimi bildirinceye ve bunlardan sana haber verene kadar- bu kadar etraflı olarak ne sen biliyordun ne de kavmin.” Çünkü tüm bu kıssalar gayba ve bilinemezlere âit bilgi ve haberler olup sana vahiyle bildirilmişlerdir. Çünkü bunları hem sen biliniyordun hem de senin kavmin de bilmiyordu.

Ey Resûlüm! vazifen de sabret, ezalarına aldırma!” Risâlet görevinde, sana gönderilen mesajı gerektiği gibi tebliğ edip duyurmada sabret ve onların ezalarına karşı da sabırlı ol. Tıpkı Hazret-i Nûh'un sabrettiği gibi sabırlı ol ve gelecek olan sonun senin ve seni yalanlayanlar için neler getireceğini gör. Tıpkı Nûh ve kavmiyle olan durum gibi, bekle ve kendin için iyi sonu, onlar için de kötü sonu bekle.

Şüphesiz iyi gelecek mutlaka Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket edenlerin olacaktır.”

Yani zafer kazanmada, kurtulmada ve üstün gelmede mutlu son Allah'ın emir ve yasaklarına göre hareket edip Ona şirk yani ortak koşmayanlarındır.

50

Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin Ondan başka bir ilahınız yoktur. Siz yalan uyduranlardan başkası değilsiniz.”

Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u gönderdik.” Burada (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf olarak mensûb kılınmıştır.

Yani bu cümle, (.......) tarzındadır. (.......) ise atfı beyandır. “Hûd onlara dedi ki: “Ey kavmim! Bir tek Allah'a kulluk edin.” Onu birleyin, bir tek ilâh olarak yalnızca Allah'ı tanıyın. “Sizin Ondan başka bir ilahınız yoktur.”

Kırâat imâmlarından Nafî, (.......) kelimesini Ref ile okumuştur.

Car ve mecranın mahalline sıfat olarak bu şekilde değerlendirilmiştir. Lafzın üzerine bağlayarak da Ali Kisâî, bu kelimeyi mecrûr okumuştur.

Siz Allah'a şirk koşarak bu durumunuzla sadece Ona iftira ediyorsunuz.”

Yani putları Allah'a ortak koşmak suretiyle Allah adına yalan uyduruyorlar.

51

“Ey kavmim! Ben sizden bir ücret de istiyor değilim. Benim ücretim beni yaratan Allah'tan başkasma âit değildir. Hala aklınızı kullarınııyor musunuz?”

Ey kavmim! Ben sizden bir ücret de istiyor değilim. Benim ücretim beni yaratan Allah'tan başkasına âit değildir.”

Bütün peygamberler gönderildikleri toplumlarına karşı bu ifadeyi yöneltmişlerdir. Onların böyle bir endişeye kapılmalarını önlemeyi ta baştan kesip atmışlardır. Kavimlerinin kendileri hakkındaki bu tür düşüncelerin önünü kesin olarak kapatıp bu şekilde onlardan bir beklentisi olmadığını anlatmış bulunuyor. Çünkü böyle bir beklenti vehmedildiği müddetçe basan ve yarar sağlanamaz,

(.......) Hala aklınızı kullarınııyor musunuz?” Çünkü siz, ücretini sizden değil, sadece karşılığını Allah'tan bekleyen birinin size öğüdünün geri çeviriyorsunuz. Bu ise âhirette verilecek olan bir sevaptır. Şüphesiz töhmetleri tamıyla ortadan kaldıracak ve önleyecek bundan daha etkin bir başka ifade bulunamaz.

52

“Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra Ona tevbe edin ki, üzerinize bol bereketli yağmur yağdırsın ve gücünüze güç katsın. Günah işleyerek (Allahtan) yüz çevirmeyin.”

Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin. Sonra Ona tevbe edin ki” Allah'tan başkasına ibâdet ve kulluk etmekten tevbe edin ki, “üzerinize bol bereketli yağmur yağdırsın” buradaki, (.......) kelimesi hâldir.

Yani bol bol, bardaktan boşanırcasma çok yağmur ver. “ve gücünüze güç katsın.” Burada onların îmana meylet meleri manası, bol bereketli yağmura ve güçlerinin artması gerçeğine benzetilerek konu anlatılmak istendi, bu ifadelerden kasıt bu olmaktadır. Çünkü bunlar ziraatçı kimselerdi, toprağa bağlı olarak yaşıyorlardı, bağ ve bahçe sâhibi idiler. Bu açıdan da suya yani yağmura oldukça muhtaç durumda bulunuyorlardı. Bu itibarla bunlar güçlü, kuvvetli olmakla, tuttuklarını yakalanakla övünüyorlardı. Bir tefsire göre ise burada sözkonusu edilen kuvvetten kasıt mal varlığı demektir. Ya da bundan kasıt evlenmeye, eş almaya güçleri var anlamındadır.

Bir rivâyete göre bunlar Uç yıl yağmur kıtliği çekmişler, üç yıl boyunca yağmur yağmamış. Yine bu üç yıllık zaman zarfında kadınları kısır kalmış, doğum yapmamışlar. İşte böyle bir durum karşısında Hazret-i Hûd (aleyhisselâm) kendilerine yağmur ve çocuk vadinde bulunmuş, bunu da Allah'a îman ve Ondan bağışlanma dileme şartına bağlamıştı.

Hazret-i Ali'nin oğlu ve Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in torunu olan Hazret-i Hasen'dan rivâyete göre Muâviye'ye bir heyet hâlinde gelmişler. Oradan ayrılırken Muâviye'nin adamlarından biri kendisine, “Ben varlıklı bir kimseyim, ancak çocuklarını olmamaktadır. Bana öyle bir şey öğret ki, belki bu sayede Allah bana bir çocuk ihsan eder.” Diyerek yardımını ister. Hazret-i Hasen da ona şu tavsiyede bulunur: “Sana Allah'tan mağfiret ve bağışlanmanı istemeni tavsiye ederim.” Bunun üzerine adam bol bol mağfiretini ve Allah'tan bağışlanmasını diler durur. Öyle ki bazen bir günde yediyüz defa Allah'tan bağışlanmasını istediği zamanlar olmuştur. Adamın bu davranışı sebebiyle on çocuğu-oğlu olmuş. Bu olayı Muâviye öğrenince bunun üzerine demiştir ki: “Böyle bir şeyi neye dayanarak söylemiş, bunu kendisine sorsaydm ya!” Nihayet bir başka zamanda yine temsilci olarak gelen Hazret-i Hasen'a bu adam sorar. Hazret-i Hasen da, sen Hazret-i Hûd'un kavmine söylediğini duymadın mı? diye karşılık verir.

Çünkü Nûh şöyle demişti: “ve gücünüze güç katsın.” Ve siz Nûh'un kavmine dediğini de mi duymadınız, o da şöyle demişti: “Mallarınızı ve çocuklarınızı çoğaltsın.” (Nûh, 12)

Müşrikler olarak yüz çevirmeyin.” Suçlarınızda ve günahlarınızda ısrarcı kimseler olarak kaçıp gitmeyin, dönüp uzaklaşmaym.

53

Dediler ki: “Ey Hûd! Sen bize açık bir mu'cize getirmedin. Biz, senin sözüne bakarak ilâhlarınıızı bırakacak değiliz. Biz senin peygamberliğini kabul edip sana inanacak da depiz.”

Dediler ki: “Ey Hûd! Sen bize açık bir mu'cize getirmedin.”

Bu ifade onların Hazret-i Hûd'u yalanladıklarının bir belgesidir, bir inkâr örneğidir. Nitekim aynen bunun benzerini Kureyş toplumu da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e karşı: “Ona Rabbinden bir âyet, bir mu'cize indirilseydi ya!” (Ra'd,7) söylemişlerdi. Halbuki Onun sayısız mu'cizelerini hiçe sayıyorlar ve onları düşünmek istemiyorlardı bile.

Biz, senin sözüne bakarak ilâhlarınıızı bırakacak değiliz.” Burada, (.......) kavli, (.......) kavlinden hâldir. Sanki şöyle denilmektedir: “Biz ilâhlarınıızı senden çıkan bir söz yüzünden terk edecek, bırakacak değiliz.”

Biz senin peygamberliğini kabul edip sana inanacak da depiz.” Bizim gibi önemli kimselerin senin gibilerinin sözüne ve davet ettiği şeyi kabul etmeleri doğru olmaz. Böylece onların îman etmeyecekleri kesinliği ortaya çıkmaktadır, artık onlardan umudunu kesmesi anlamı çıkmaktadır. Çünkü kesin bir rettir bu.

54

“Bizim ilâhlarınıızdan biri seni fena hâlde çarpmıştır” demekten başka bir söz söylemeyiz. Hûd da dedi ki: “Ben Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki ben Allah'a ortak koştuklarını/dan uzağım.”

Bizim ilâhlarınıızdan biri seni fena hâlde çarpmıştır” demekten başka bir söz söylemeyiz.”

Âyetin başında bulunan, (.......) harfi, nefiy manasında olumsuzluk edatıdır. Bu ifade de onların, (.......) kavli dışında bütün ifadeleri olumsuz duruma getiren bir kavildir .(.......) kelimesi bir delilik, bir çarpma anlamındadır. Mana şöyledir: “Biz başka bir şey değil, sadece şu sözü söylemek isteriz; yani, bizim sözümüz, ilâhlarınıızdan biri seni fena çarpmış, aklını başından almış, olacaktır.”

Hûd da dedi ki: “Allah'ı şâhit tutuyorum, siz de şâhit olun ki ben Allah'a ortak koştuklarınızdan uzağım.”

55

“Ben, sizin Allah'tan başka Ona ortak tanıdığınız her şeyden uzağım. Öyleyse hepiniz gücünüz yettiğince bana tuzak kurun. Sonra da bana fırsat vermeyin.”

“Ben, sizin Allah'tan başka Ona ortak tanıdığınız her şeyden uzağım.”

Yani Allah'tan başka Allah'a şerik kıldığınız ve ortak koştuğunuz şeylerden beriyim, uzağım. Mana şöyle olmaktadır: “Ben, kendi adıma, sizin Allah'a ortak koştuklarınızdan beri olduğuma, uzak olduğuma Allah'ı şâhit tutuyorum ve sizler de aynı şekilde benim bundan uzak ve beri olduğuma şâhitlik edin.”

Burada, “Şâhit olun” ifadesinin emir kipiyle getirilmiş olması, şöyle bir benzerlik sebebiyledir. Meselâ bir kimsenin kendisiyle bir başkası arasında esen soğuk rüzgarlar sebebiyle ona: “Ben gerçekten seni sevmiyorum” diye onu aşağılayarak ve bu ifadeyle baskı altına alarak onu köşeye sıkıştırması gibi bir ifadedir.

Öyleyse hepiniz -siz ve ilâhlarınız birliktegücünüz yettiğince bana tuzak kurun.” Sonra da bana fırsat vermeyin.” Bana süre ve mühlet tanımayın. Çünkü ben ne size ve ne de kuracağınız tuzağa aldırmıyor, hiçbir şeyinizi umursamiyorum. Şayet benim aleyhimde onlarla anlaşıp harekete geçseniz bile bu çabanızdan da korkmuyorum. Kaldı ki sizin ilâhlarınız bana zarar veremezler ki, çünkü onlar cansız varlıklardır, ne zarar verebilirler, ne de bir yarar sağlayabilirler. Hiçbir şeye güçleri yetmez. Ben kendilerine herhangi bir şey yattığım takdirde benden nasıl öç alabilecekler ve onlara kulluktan menettiğim zaman bana karşı nasıl davranabilirler, beni çarparak veya aklımı başımdan alarak beni nasıl delirtebilirler ki?! Var mı böyle bir güçleri söyleyin bakalım!

56

“Ben Ona dayanıp güvendim. O benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Çünkü hiçbir canlı yoktur ki, Allah onları kendine boyun eğdirmemiş olsun. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yol üzeredir.”

“Ben Ona dayanıp güvendim. O benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. Çünkü hiçbir canlı yoktur ki, Allah onları kendine boyun eğdirmemiş olsun.”

Yani onların sâhibi ve mâliki yüce Allah'tır. Burada Hazret-i Hûd, Allah'a dayanıp güvendiğini, Ona tevekkül ettiğini söyleyince, Ona olan güvenini, Onun kendisini koruyup kollayacağını zikredince, onların tuzağından kurtaracağını belirtince hemen bunun ardından bütün bunları kapsayan ve tevekkülü gerektiren şeyi söyleyerek Onun özelliğini ve niteliğini anlatmaya başladı. Çünkü Rab olarak Allah hem Hûd'un ve hem de kavminin Rabbidir, sahip ve mâlikidir. Çünkü her canlının varlığı Onun elinde ve Onun kabzasındadır, Onun mülküdür. Onun gücü, kahn ve sultanı, hakimiyeti altındadır. Nitekim perçemden yakalanak, boyun eğdirmek de bu manayı ifade eden bir örneklemedir.

Şüphesiz Rabbim dosdoğru yol üzeredir sizi bana musallat kılmaz.” Ya da “Benim Rabbim doğru yolu gösterendir.”

57

“Eğer davetimden yüz çevirirseniz, O hâlde iyi bilin ki, ben, benimle gönderilen mesajı size tebliğ edip ulaştırdım. Rabbim dilerse sizin yerinize sizden başka imanlı bir kavmi de getirir. Ona zarar veremezsiniz. Benim Rabbim, her şeyi en iyi görüp gözetendir.”

Eğer davetimden yüz çevirirseniz, O hâlde iyi bilin ki, ben, benimle gönderilen mesajı size tebliğ edip ulaştırdım.” Bu, artık aleyhinize olarak tüm kanıtlar ve hüccet ortaya konmuştur. Her gerçek ortadadır ve sabittir, demektir.

Rabbim dilerse sizin yerinize sizden başka imanlı bir kavmi de getirir.” Bu yeni bir cümledir.

Yani, Allah sizi helâk eder, sizin kendi ülkenizde ve kendi varlığınız içerisinde sizin yerinize imanlı bir başka kavmi de getirir.

Siz bu konuda yüz çevirmekle asla Ona -hiçbir- zarar veremezsiniz.” Çünkü Allah'a zarar vermek mümkün değildir, bu manada câiz de değildir. Dolayısıyla siz sadece kendi kendinize zarar vermiş olursunuz.

“Benim Rabbim her şeyi en iyi görüp gözetendir.” Onun üzerinde bir gözetendir, bir murakabecidir, hakimiyeti altına alarıdır. Taptığınız şeylerden hiçbir şey Ona asla gizli kalmaz. O sizi yakalanaktan da gâfil ve habersiz değildir. Çünkü her şeyi gözetip murakabesi altında bulunduran bir zât elbette onları korur da. Çünkü her şey zararlardan korunmak için onun kendilerini korumasına muhtaçtır. Sizin gibileri Onun gibisine zarar verecek değildir.

58

Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber îman edenleri bizden olan bir rahmetle kurtardık. Onları sonsuz bir azâbm şiddetinden de kurtardık.

Emrimiz gelince, Hûd'u ve onunla beraber îman edenleri -bu îman edenlerin sayıları dört bin kişi kadardır- bizden olan bir rahmetle kurtardık.”

Yani bizim fazlımız ve ikramımızla biz onları kurtardık yoksa onların bilgileriyle değil. Ya da îman etmeleri sebebiyle biz de kendilerine nimet verdik, ikramda bulunduk.

Onları sonsuz bir azâbın şiddetinden de kurtardık.” Bu âyette, (.......) yani “kurtardık” kelimesinin tekran tekit içindir. Ya da ikinci (.......) kavli ile âhiret azâbından kurtardık, manası kasdolunmuştur. Çünkü bunun üzerinde başka büyük ve şiddetli bir azap yoktur.

59

İşte Âd kavmi! Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler ve Onun Resullerine karşı koydular. Ve inatçı, her zorbanın emrine uydular.

İşte Âd kavmi!” Bu işaret ismiyle Âd toplumunun kabirlerine ve eserlerine, izlerine işaret olunmaktadır. Sanki şöyle der gibidir: Yeryüzünü gezip dolaşırı. Oralarda olup bitenlere bir bakın de onlardan ibret alın, ders çıkann. Bundan sonra da yüce Allah onların durumlarını yeni bir cümle ile şöyle anlatıyor:

Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler ve Onun Resullerine karşı koydular.” Çünkü onlar sadece kendi peygamberlerine karşı gelmekle bütün peygamberlere karşı çıkmış olmaktadırlar. Zira Allah'ın bir tek peygamberine îman etmemek, karşı çıkmak dolayısıyla hepsine îman etmemek ve karşı çıkmak demektir. Nitekim bir başka âyette yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah'ın peygamberleri arasında asla hiçbir ayırım yapmayız.” (Bakara,285)

Ve inatçı, hakkı kabul etmeyen her zorbanın emrine uydular.” Burada, (.......) ile onların liderleri, küfür önderleri, peygamberleri ve dini yalanlamaya çağrıda bulunanları murad etmektedir. Çünkü böyleleri ancak halkı bu türden küfür işlerine zorlayıp Rablerine karşı inatlaşmalarını sağlamaktadırlar. Onların emirlerine uymak demek, onlara her konuda itâat etmek demektir.

60

Onlar hem bu dünyada ve hem kıyamet gününde lânete tabi tutuldular. Biliniz ki Âd kavmi, Rablerini inkâr ettiler. (Şunu da) bilin ki Hûd'un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzak kılındı.

Onlar hem bu dünyada ve hem kıyamet gününde lânete tabi tutuldular.”

Bunlar peygamberleri bırakıp da küfür önderlerine ve rejimlerine uyunca, onların istedikleri gibi davranmca, dolayısıyla lânet her iki dünyada da onların peşini bırakmayacaktır. Her iki dünyada da Allah'ın rahmetinden uzak kalacaklardır.

Biliniz ki Âd kavmi, Rablerini inkâr ettiler. (Şunu da) bilin ki Hûd'un kavmi Âd, Allah’ın rahmetinden uzak kılındı.”

Burada, (.......) kavlinin tekrar edilmesi, şu nedenledir. Onların kâfir ve inkârcı toplumlar olduklarını dillendirmek ve onların aleyhinde duada yani bedduada bulunmak açısından içinde bulundukları şeyin ve işlerinin korkunç bir şey olduğunu bildirmek ve bu konuya dikkat çekerek uzak kalınmasını sağlamaktır. Bu yönden ürkütmektir. Bir de onların bu durumlarından insanların ders çıkarmalarını kazandırmaktır. Onların konumlarına düşmekten tetikte bulunmalarını sağlamaktır.

“Âd kavminin helâk olmasından sonra yeniden onlar için, (.......) ifadesiyle bedduada bulunulması, yeniden helaklerinin istenmesi, onların böyle bir şeyi gerçek haketmeleri ve layık olmaları sebebiyledir. (.......) kavli de, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır.

Ayrıca burada bir noktaya da dikkat çekmek yerinde olacaktır. Şöyle ki: İki Âd toplumu bulunmaktadır. Bunlardan ilki eski olan Âd toplumu ki bunlar Hazret-i Hûd'un kavmidirler. Bu kıssa da onlarla alâkalıdır. Diğeri de İrem topluluğudur.

61

Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin Ondan başka ilahımz yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı. Ve sizi orada yaşattı. Ondan bağışlanmanızı dileyin. Sonra da Ona tövbe edin. Çünkü benim Rabbim itâatkâr kullarına yakındır, dualarını kabul edendir.

(.......) Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih'i gönderdik.

Dedi ki: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin Ondan başka ilahınız yoktur. O sizi yerden (topraktan) yarattı.

Çünkü Ondan başkası topraktan kimseyi yaratmamıştır, yaratan yalnızca Odur. Allah'ın onları topraktan yaratması demek, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)’i topraktan yarattığına işaret etmektedir. Daha sonra da yüce Allah onları da Hazret-i Âdem'den yaratmıştır ki bu manasıyla topraktan yaratılmış olduklarına işaret etmiş olunmaktadır.

Orayı bayındır hale getirmenizi sağlayan O'dur.” Sizi o torakları imar eden, bayındır duruma getirenler kıldı. Sizden o toprakları uygar duruma getirmenizi irâde buyurmaktadır.

Yahut, (.......) kelimesi, “Ömür” kelimesinden türemedir.

Yani o topraklarda sizi uzun ömürlü kıldı. Bunların ömürleri 300 yıldan tutun da bin yıla kadar uzamaktaydı.

Yani yaşları üçyüz sene ile bin sene arasında uzun idi. Fars kralları birçok nehir yolları, kanalları açmışlar, ağaçlar dikmişler, zulüm ve azgmlıklarına rağmen oldukça uzun ömürlü bir yaşam geçirmişlerdir. O dönemdeki peygamberlerden biri, Rabbinden, bunların uzun ömürlü kılınmalarının sebebini sorar. Yüce Allah da ona şöyle vahyeder: “Onlar benim ülkelerimi mamur ve uygar hale getirdiler. Çünkü oralarda benim kullarını yaşıyorlardı.”

“Ondan bağışlanmanızı dileyin.” Allah'a îman etmek suretiyle Ondan bağışlanmanızı isteyin

Sonra Ona tövbe edin. Çünkü benim Rabbim itâatkâr kullarına yakındır, dualarını kabul edendir.” Onun rahmet ve merhameti yakın olduğu kadar, dua edenlerin dualarını da kabul buyurur.

62

Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen bundan önce içimizden kendisine umut beslenen biriydin. Şimdi atalarınıızın kulluk edegeldikleri bu şeylere tapmaktan bizi engelleyecek misin? Şüphesiz biz, bizi kendisine davet ettiğin şey hakkında gerçekten büyük bir şüphe ve kaygı içindeyiz.”

Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen bu peygamberlik iddiasından önce içimizden -aramızdakilerin içinden- kendisine -lider olabilme, işler konusunda kendisisine başvurulup danışılma hususlarında- umut beslenen önemli biriydin.” Ya da senin bizim dinimize girmeni ve bezimle aynı konularda ve sahip olduğumuz inanç üzerinde uyuşmanı ve muvaffakatini beklerdik.

Şimdi atalarınıızın kulluk edegeldikleri bu şeylere tapmaktan bizi engelleyecek misin?” Bu mazi halin hikâyesidir. “Şüphesiz biz, senin bizi kendisine davet ettiğin şey -tevhit inancı- hakkında gerçekten büyük bir şüphe ve kaygı içindeyiz.” Burada geçen, (.......) ile şüphe ve kaygıya düşülen yer. Bu, kişiyi şüphe ve şüphe içine düşürmek anlamında (.......) kelimesinden türemedir. Bu ise huzursuz, gönül rahatsızliği ve tatmin olmama, hep rahatsız durumda olma demektir.

63

Sâlih dedi ki: “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden (verilen) apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne dersiniz? Bu durum karşısında O'na âsi olursam beni Allah'tan (O'nun azâbından) kim korur? O zaman siz de bana ziyan vermekten fazla bir şey yapamazsınız.”

Sâlih dedi ki: “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden (verilen) apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir rahmet (peygamberlik) vermişse;”

Kendisinin, kesin olarak bir beyyine, delil ve delile sahip olduğunu bildiği hâlde, durumun âyette, “Ben... üzerindeysem” diye şüphe ifade eden edat ile konunun aktarılmış olmasının nedeni, hitabın inkârcılara yönelik olması sebebiyledir. Sanki burada şöyle demektedir: “Benim Rabbimden kesin bir delil ve delil üzere olduğunu takdir edip değerlendirin hele. Aslında ben gerçekten Allah tarafından gönderilen bir peygamberim. O hâlde şöyle bir düşünün bakalım, eğer ben size uyarsam, emirleri'konusunda da Rabbime başkaldınrsam,

“Buna rağmen eğer ben de kalkıp Ona isyan edip baş kaldınrsam, Allah'ın azâbından kim beni kollayıp kurtaracak, söyleyin bakalım!?” Allah'ın risâletini, mesajını tebliğ hususunda ve sîzi putlara tapınmaktan menetmem emri karşısında Rabbime karşı gelirsem eğer, Allah'ın azâbından beni kim koruyacak ve kim o azâba mani olaeak?

“Benim ziyanımı artırmaktan ve sonumu getirmekten başka bir şey yapmamış olursunuz.” Beni zarar ve ziyana nispet etmenizle veya benim sizi hüsrana nispet etmemle...

64

“Ey kavmim! İşte size Allah'ın bu mu'cize devesi! Onu bırakın, Allah'ın arzında dilediği gibi yayılsın. Ona bir kötülük yapmayın. Yoksa ani bir azap sizi yakalayıverir.”

Ey kavmim! İşte size Allah'ın bu mu'cize devesi!”

Burada, “M” olarak mensûbtur. İşaret ismi, fiil manasına delaleti itibariyle burada bunun üzerinde amel etmiştir. (.......) kavli, (.......) kelimesine mütealliktir ve (.......) kelimesi kendisine takaddüm eden yani kendisinden önce gelen, (.......) kavlinden hâl olmuştur. Eğer bu, (.......) kavli, sonra gelmiş olsaydı, (.......) kelimesinin sıfatı olurdu. Takaddüm edince de bu (.......) kelimesi hâl olarak mensûb kılınmıştır.

Onu bırakın, Allah'ın arzında dilediği gibi yayılsın.” Çünkü onun rızkı size âit değildir, üstelik size yaran vardır.

Ona bir kötülük yapmayın.”

Yoksa ani bir azap sizi yakalayıverir.”

65

Fakat bu ikaza rağmen onlar yine de o deveyi öldürdüler. Sâlih onlara şöyle dedi: “Bundan böyle barınaklarınızda üç gün daha eğlenip durun bakalım, sonra helâk olacaksınız. Bu tehdit, asla yalanlanmayacak olan bir sözdür.”

Fakat bu ikaza rağmen onlar yine de o deveyi öldürdüler.” Çarşamba günü ayaklarını kesip öldürdüler.

İşte bunun üzerine Sâlih onlara şöyle dedi:”

“Bundan böyle barınaklarınızda üç gün daha eğlenip durun ve yaşayın bakahm, sonra helâk olacaksınız. -Böylece Cumartesi günü helâk oldular-” Burada, “Bilad” yani ülkeler yerine, “Diyar” kelimesine yer verilmesi, buralarda dolaşılması sebebiyledir. Çünkü bu toplum bu bölgede yaşayıp tasarrufta bulunuyorlardı. Yahut bu, dünya hayatında, manasındadır.

“Bu tehdit, asla yalanlanmayacak olan bir sözdür.”

Yani bu uyan ve tehdidin içinde asla yalana yer yoktur. Burada zarf harfinin hazfiyle zarfa genişlik kazandırılmış ve bu mefûl yerine geçirilmiştir. Ya da, “yalan olmayan bir vaattir” demektir. Bu da, âyette yer alan, (.......) kelimesinin tıpkı “Makul” kelimesi gibi mastar manasında olması sebebiyledir.

66

Emrimiz gelince, tarafımızdan bir rahmet ve merhamet ile biz Sâlih'i ve onunla beraber îman edenleri helaktan ve o günün aşağdayıcı zillet ve azâbından kurtardık. Şüphesiz Rabbin kuvvetlidir, her şeye karşı galip gelendir.

Emrimiz gelince,” tarafımızdan bir rahmet ve merhamet ile biz Sâlih'i ve onunla beraber îman edenleri helakten...-kurtardık-”

Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî diyor ki: “Bu âyet, kurtulanlar, kendi amelleri sayesinde değil, ancak yüce Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamele buyurması ile kurtulmuşlardır.” Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur:

Allah'ın rahmeti olmaksızın hiçbir kimse cennete giremez.” Bak. Müslim; 2817. Müslim bu hadisi şu lafızla rivâyet etmiştir: “Sizden hiç birinizi ameli cennete sokamaz, o ameli kendisini cehennem ateşinden de kurtaramaz. Ben bile aynı durumdayım. Ancak Allah'tan gelecek olan bir rahmet ile mümkündür.”

Ve o günün aşağılayıcı zillet ve azâbından kurtardık.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesine izafe edilmiş ve (.......) kelimesi de izafetle mecrûr kılınmıştır. Ancak kırâat imâmlarından Nafî ve Ali Kisâî bu kelimeyi, mim harfinin fethasiyle (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Çünkü bu (.......) kelimesi, “İz” harfine muzaf olmuştur ve mebnidir. Çünkü zaman zarfı mübhem olan isimlere ve mazi fiiline izafe olunduğunda mebni hale gelir ve muzâfun ileyhten mebnilik kazanır. Meselâ Şâirin şu ifadesi gibi:

(.......) gibi.

Burada, (.......) kelimesi başına cer edatı olan harfi geldiği hâlde mecrûr değil, fethalı olarak, “Hiyne” okunmuştur.

Yani mebnidir. (.......) kavlinin başında bulunan (.......) harfi ise atıf edatıdır. Cümle, (.......) takdirindedir.

Yani o günün zilletinden, rezillik ve rüsvaylığmdan onu kurtardık. Çünkü Allah'ın kendilerini gazâbıyla helâk ettiği kimselerin zelilliğinden ve rezilliğinden daha büyük bir şey olamaz, öç almasından daha büyük bir intikam gösterilemez. Ayrıca,

o günün” ifadesiyle kıyamet günü de kast olunmuş olabilir, bu da câizdir. Nitekim, “kavli de, âhiret azâbı olarak tefsirlanmıştı.

Şüphesiz senin Rabbin kuvvetlidir, her şeye -dostlarını kurtarmaya- kâdirdir ve düşmanlara karşı galip gelendir.” Onları helâk ederek üstün gelendir.

67

Zulmedenleri de korkunç bir ses yakaladı. Yurtlarında diz üstü çökekalddar.

Zulmedenleri de gökten şiddetli bir ses -Cebrâîl (aleyhisselâm)’in sesi- yakalayıverdi. Böylece yurtlarında -evlerinin içerisinde- dizüstü çökekalddar.” Öldüler.

68

Sanki orada hiç oturmamışlardı. Bilin ki Semûd kavmi Rablerini inkâr ettiler. Yine bilin ki, Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden uzak kılındı.

“Sanki orada hiç oturmamışlar gibi.” Orada hiç ikamet etmemiş gibi. “Şunu iyi bilin ki Semûd kavmi Reblerini inkâr ettiler.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Hafs, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır.

Yine bilin ki, Semûd kavmi rahmet yüzü görmeksizin böylene lânetle yok olup gitti.” Ali Kisâî, (.......) kelimesini, (.......) olarak Munsarıf okumuştur. Burada munsarıf okuma nedeni, bunu kabile anlamında veya en büyük ata yani baba manasında değerlendirmeleri sebebiyledir. Gayri Munsarıf olarak değerlendirilmesine gelince, bunun kabile manasında ma'rife yani özel isim ve bir de müennes kabul edilmesiyledir.

69

Andolsun ki elçi meleklerimiz İbrâhîm'e müjde ile geldiler ve: “Selâm olsun sana” dediler. O'da: “Size de selâm olsun” dedi. Hemen önlerine kızartılmış bir buzağı getirip koydu.

Andolsun ki elçi meleklerimiz İbrâhîm'e müjde ile geldiler” Doğru ve sahih olan ilk görüş yani çocuğun müjdelenmesi görüşüdür. “ve: “Selâm olsun sana” dediler.”

Yani sana sağlık ve esenlikler dileyerek selâm olsun sana deriz, demektir. “İbrâhîm de onlara: “Size de selâm olsun” dedi.” İşiniz ve göreviniz sağlık, esenlik ve banş olsun, banş getirsin. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini, “Silm” olarak okumuşlardır. Bu da selâm ve barış manasınadır.

Hemen önlerine kızartılmış bir buzağı getirip koydu.”

Yani misafirleri gelir gelmez hiç gecikmeksizin derhal kızgın taş üzerinde kızartılmış bir buzağı getirip önlerine koydu. “el-İcl” Buzağı, inek yavrusu demektir.

Çünkü Hazret-i İbrâhîm'in mal varlığı sığırlardan oluşmaktaydı. (.......) kızgın taş üzerinde kızartılmış buzağı kebabı, demektir.

70

Ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve bundan ötürü içine bir korku düştü. Onlar dediler ki: “Bizden korkma! Biz melekleriz. Lût kavmine gönderildik.”

Ellerinin yemeğe uzanmadığını görünce, onların bu durumlarını yadırgadı.”

Arapça'da (.......) ve (.......) aynı manaya gelirler. Bunların geleneklerine göre kendilerine gelen konukları, kendilerine sunulan yemeklere el uzatır ve ondan yerlerse onlardan emin olurlar, bir kötü amaçlarının olmadığını anlarlardı, Aksi takdirde o gelenden korkarlardı. Ancak sahih olan tefsire göre Hazret-i İbrâhîm gelenlerin melekler olduğunu anlamıştı. Onları yadırgaması ise, Allah'ın, kendisi hakkında belki de hoş görmediği bir konuda kendisini uyarmak üzere gönderildiği veya kavminin cezâlarıdmlması için gönderilmiş olabileceği korku ve endişesini taşıyordu. Bunun delili de âyetin bundan sonra gelen şu kısmıdır:

Ve bundan ötürü içine bir korku düştü.”

Yani korkusunu ve huzursuzluğunu onlardan gizlemeye çalışıyordu.

Onlar dediler ki: “Bizden korkma! Biz melekleriz. Lût kavmine gönderildik.” Çünkü böyle bir ifade, niçin ve hangi amaçla gönderildiklerini bilemeyen ancak tanıdıklara karşı söylenir. Melekler ona, “Korkma!” dediler. Çünkü üzerinde korku belirtilerini, yüz renginin değiştiğini görmüşlerdi.

71

Bu esnada ayakta olan hanımı bu konuşmayı duyunca güldü. Ona da İshak'ın doğumunu müjdeledik ve İshak’ın ardından da Ya'kûb'u müjdeledik.

Hanımı ayaktaydı.” Çünkü Hazret-i İbrâhîm'in hanımı perde gerisinde veya yambaşlarında onlara hizmet ederken onları dırıliyordu, konuşmayı duyması üzerine “güldü.”

Yani korkunun gitmesinden doğan bir sevinçten ötürü veya kötü kimselerin, iğrenç fiilin sahiplerinin helâk olacakları sevinciyle, ya da azâbın oldukça yakın olduğundan habersiz bir durumda bulunan gâfil Lût kavmine güldü. Ya da bu esnada hayız görünce buna güldü.

Ona da, İshak'ın doğumunu müjdeledik”

Özellikle burada Hazret-i İbrâhîm'in hanıminin müjdelenmesi ile şu noktaya dikkat çekilmiştir. Erkeklere göre kadınlar çocuk olmasından daha fazla mutluluk duyarlar.Çünkü Hazret-i İbrâhîm'in bu eşinin çocuğu yoktu. Hazret-i İbrâhîm'in öteki eşinden tek çocuğu vardı. O da oğlu Hazret-i İsmâîl idi.

ve İshak'ın ardından da Ya'kûb'un doğumunu müjdeledik.” Kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza ve Hafs nasb ile (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Böyle okumalarının nedeni, (.......) kavlinin delalet ettiği muzmer bir fiil sebebiyledir.

Yani, “Biz ona İshak'ın doğumunu müjdeledik ve ona İshak'ın ardından da Ya'kûb'u bağışladık.” Bu kırâat imâmları dışındakiler ise bunu mübteda kabul ederek veya cümle başı olarak değerlendirerek reP ile okumuşlardır. Bundan önceki zarf ise bunun haberidir. Bu tıpkı senin (.......) tarzındaki cümlene benzer bir ifadedir.

72

İbrâhîm'in hanımı dedi ki: “Olacak şey değil! Ben bir kocakarı, bu kocamda bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Bu gerçekten şaşılacak bir şey!” dedi.

İbrâhîm'in hanımı dedi ki: “Bu olacak şey mi hiç! Vay başıma gelenlere!” Burada, (.......) kelimesindeki elif harfi, izafet harfi olan “Y” harfinden dönüştürülen bir eliftir. Hasen-ı Basrî bunu, aslına bağlı kalarak “Y” harfiyle (.......) olarak okumuştur.

“Ben mi çocuk doğuracak mışım? Halbuki ben yaşh bir kocakarı -doksan yaşımda- iken” “kocam da yaşı hayli ilerlemiş -yüzyirmi yaşına gelmiş- olan bir adam.”

Buradaki (.......) mübteda ve (.......) kelimesi de bunun haberidir.

(.......) kelimesi ise hâldir. Âmil ise işaret manasına delalet eden (.......) harfidir. Ya da, (.......) işaret isminin delalet ettiği tembih manasıdır.

Şüphesiz bu, şaşılacak bir şey?” İki yaşlı insandan dünyaya gelebilecek bir çocuk şaşılacak bir olay. Çünkü doğal olarak yaşı ilerlemiş olanların doğum yapmaları beklenemez, uzak bir ihtimal olarak görülür.

73

Melekler dediler ki: “Allah'ın emrine mi şaşırıyorsun? Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun. Şüphesiz Allah, övgüye layık, iyiliğide bol olandır.”

Melekler dediler ki: “Allah’ın emri ve hükmüne mi şaşırıyorsun?” Allah'ın kudret ve hikmetine mi hayrete düşüyorsun? Melekler Hazret-i İbrâhîm'in böyle bir şaşkınlık göstermelerinden rahatsız oldular. Çünkü kendisi âyetlerin ve var olduğu mu'cizelerin indiği bir yer olan bir evde, peygamber evinde bulunmaktadır. Harikulade ya da olağan üstü olayların cereyan ettiği bir evin hanımıdır. Ona düşen daha vakarlı olması, peygamber evinin dışındaki kâdirıların sergiledikleri türden hafiflikler göstermemesi icabeder. Halbuki böyle şaşkınlık içinde bir durum sergilemen yerine Sübhanellah demeliydin, Onun azametini dile getirip ta'zimde bulunmalıydın. İşte melekler şu sözleriyle bu hususlara işaret etmek istiyorlardı da şöyle diyorlardı:

Ey ev halkı! Allah'ın rahmeti ve bereketleri üzerinize olsun.” Bu sözleriyle melekler; asim da bu ve benzeri şeyler Azîz olan Rabbinizin size ikramda bulunduğu şeylerdir, demek istiyorlardı. Ey Peygamber evinin halkı, çünkü yüce Allah size bu türden nimetleri göstermiş ve sizi bu özelliklerle tanıtmıştır. O hâlde bu, şaşılacak bir yer ve durum değildir.

Aslında bu, yeni bir cümledir. Burada onun bu hayret ve şaşkınlık durumunu irdelemektedir, bir tür uyanda bulunulmaktadır. Sanki şöyle denir gibidir: “Seni böyle şaşkınlık içinde kalmış tavırlar sergilemekten menederiz, dikkat et. Çünkü bu türden rahmet ve bereket benzeri şeyler yüce Allah tarafından size çok çok gösterilmektedir.” Bir tefsire göre de burada geçen, (.......) ifadesinden kasıt nübüvvettir, peygamberliktir.

“Bereketler” ifadesinden kasıt ise, İsrâ'il oğullarına âit boylar yani esbat demektir. Çünkü peygamberler hep o soylardan gelmişlerdir, hepsi de Hazret-i İbrâhîm soyundandırlar. (.......) kavli münada olması hasebiyle nida üzere veya ihtisas üzere mensûbtur.

Şüphesiz Allah, fiilleri övgüye layık olan, iyilik ve ihsanı da bol olandır.” Nimetleri hemen vermekle övülmeye layıktır, bu manada (.......) dir. İntikamını, öcünü geciktirip ertelemekle de keremi apaçık meydandadır ve bu manasıyla (.......) dir.

74

İbrâhîm'den korku geçip, kendisine müjdesi de verilince, Lût kavmi hakkında bizimle mücadeleye başladı.

Gelenlerin melek olduklarını öğrenmesi üzerine İbrâhîm'den korku geçip,” Konukları yüzünden duyduğu iç endişesi ve korkusu ortadan kalkınca, “kendisine çocuk müjdesi de verilince,” Lût kavmi hakkmda bizimle mücadeleye başladı.”

Yani korkudan sonra gönlünün huzura kavuşması ve bir çocuğunun olacağı müjdesini de alması üzerine hemen mücadeleye girişti, (.......) edatının cevabı mahzûftur.

Takdiri ise şöyledir: “Bizimle mücadeleye yöneldi, girişti.” Ya da, (.......) kavlinin kendisi, (.......) edatının cevâbıdır. Muzari fiil olarak getirilmiş olması halin hikâyesi sebebiyledir. Mana ise, “Bizim elçi meleklerimizle mücadeleye başladı” demektir. Hazret-i İbrâhîm'in meleklerle mücadelesi ise, onların şöyle demeleridir: “Biz şu kasaba halkını helâk edeceğiz.” (Ankebut, 31) İşte bunun üzerine Hazret-i İbrâhîm meleklere, “eğer orada inanmış elli kişi bulunuyorsa yine mi onları helâk edeceksiniz? Der. Melekler de hayır, derler. Bu defa ya kırk kişi var ise, melekler de hayır, dediler. Hazret-i İbrâhîm ya otuz kişi bulunursa? Melekler, hayır dediler. Nihayet böylece ona kadar indi. Melekler de hayır, helâk etmeyiz, dediler. Hazret-i İbrâhîm peki ya orada bir tek inanmış kimse var ise, yine helâk edecek misiniz? Deyince melekler de, hayır, dediler. İşte bu cevap üzerine Hazret-i İbrâhîm onlara: “Şüphesiz orada Lût vardır, dedi. Melekler de: Biz orada kimlerin var olduğunu biliyoruz. Biz kesinlikle onu ve ailesini kurtaracağız, dediler.” (Ankebut,32)

75

Çünkü İbrâhîm gerçekten çok yumuşak huylu, bağrı yanık, Allah'a yönelen biri idi.

Çünkü İbrâhîm gerçekten çok yumuşak huylu,” kendisine karşı kötülükte bulunanlara gerekeni yapmakta, öç almakta aceleci olmayan, kendisine ezada bulunanlara karşı onları eziyetlerine katlarıan, kendisine karşı çıkanları çok bağışlayan bir kimse idi.

Allah'a çok yakaran bağrı yanık,” Allah korkusu sebebiyle fazlasıyla iç çekendi. “her konuda ve her işinde Allah'a yönelen biri idi.” Tevbe eden ve Allah'a dönüp başvuran idi. İşte burada sayıları nitelikler kişinin kalp rikkatine, yumuşakliğina delalet eder, onu gösterir.

Yani rikkat, re'fet ve rahmet. İşte bu üç özellik kalbin yumuşakliğinı, hassasliğinı ve acıyan olduğunu gösterirler. İşte bu özellikleri sebebiyledir ki, Hazret-i İbrâhîm'i meleklerle mücadeleye götürmektedir. Çünkü ola ki azapları acaba ertelenir mi gibi bir beklenti taşımaktadır, acaba tevbe etmelerine fırsat verilerek süre tanınır mı diye gayret gösteriyor. Nitekim onun bu hâli, kendisini, inkârcı olan babası için mağfiret dilemeye de sevketmişti. İşte İbrâhîm'in bu mücadelesi karşısında melekler ona dediler ki:

76

Melekler dediler ki: “Ey İbrâhîm! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin azap emri gelmiştir. Şüphesiz onlara herhangi bir sebeple asla geri çevrilmeyecek bir azap kesin olarak gelecektir.”

Ey İbrâhîm! Hakkında hüküm kesinleşmiş olan bu meselede ısrar etmekten vazgeç.” Gerçi merhametli davranmak her ne kadar senin adetin ise de bunu bırak. “Çünkü Rabbinin azap emri gelmiştir.” Kazası ve hükmü kesinleşmiştir, karar altma alınmıştır.

Şüphesiz onlara herhangi bir sebeple asla geri çevrilmeyecek bir azap kesin olarak gelecektir.” Bu iş öyle mücadele ile veya başka bir şeyle durdurulacak değildir.

(.......) kelimesi ismi fâil ile merfûdur. Bu da, (.......) kelimesidir. Bu, (.......) takdirindedir.

77

Elçilerimiz Lût'a geldiklerinde, bundan dolayı Lût büyük bir üzüntüye kapddı ve onlar adma içine bir sıkıntı düştü ve kendi kendine: “Bugün çetin ve zor olarak geçecek” dedi.

Elçilerimiz Lût'a geldiklerinde,” Elçilerimiz Hazret-i Lût'a boy boşları yerinde güzel bir surette geldiler. Lût onların bu güzel suret ve şekillerini görünce, “Bundan dolayı Lût büyük bir üzüntüye kapıldı” üzüldü. Çünkü gelenlerin insan olduklarını sanmıştı. Bundan dolayı da kavminin kendilerine kötülük edeceklerinden ve onlara karşı koyamayacağından, onları savunamayacağmdan, âciz kalacağından korkmuştu. “Ve onlar adına içine bir sıkıntı düştü” Onların düşecekleri durumu düşünerek kalbi sıkıştı, gönlü daralmaya başladı. Burada geçen, (.......) kelimesi temyizdir. “Ve kendi kendine: Bu gün, çetin ve zor olarak geçecek'dedi.” Bu gün oldukça çetin ve şiddetli bir gün olarak geçecek. (.......) kelimesi şiddetli ve çetin demektir.

Rivâyete göre yüce Allah onlara şöyle buyurmuş: “Lût, onların böyle bir fiil işlediklerine ilişkin dört tanık gösterene kadar, onları helâk etmeyin.” Hazret-i Lût, gelenlerle birlikte evine doğru yol alınca misafirlerine dedi ki: “Bu kasabanın nasıl bir yer olduğu hakkında siz bilgi sâhibi değil misiniz, burası hakkında hiç mi bir şeylerden haberdar olmadınız?” Melekler de: “Nesi varmış bu kasabanın, buradakilerin?” diye sordular. Lût şöyle karşılık verdi: “Eşhedu billah, Allah'ı tanık tutanın ki bu kasaba halkı, yaptıkları fiil bakımından dünyadaki kasabaların en iğrenci ve en kötüsüdür.” Hazret-i Lût bu ifadesini dört kez tekrarladı. Hazret-i Lût yanındakileri alarak birlikte eve girdiler. Bunu kimse bilmiyordu, kimse bundan haberdar değildi. Ancak Hazret-i Lût'un hanımı evden çıktı ve gidip gelen misafirleri kavmine haber verdi.

78

Lût'un kavmi misafirler hakkında çirkin niyetlerle ona doğru koşarak geldiler. Daha önce de onlar böyle kötü işleri yapıyorlardı. Lût onlara dedi ki: “İşte kızlarını! Onlarla evlenin. Çünkü onlar sizin için daha temizdir. Allah'tan korkun. Beni misafirlerimin önünde rezil edip küçük düşürmeyin. İçinizde aklı başında biri yok mu?”

Lût'un kavmi misafirler hakkında çirkin niyetlerle ona doğru koşarak geldiler.” Hızla koşarak, âdeta arkalanndan kendilerini oraya doğru kovarcasına geliyorlardı.

Daha önce de onlar böyle kötü işleri yapıyorlardı.” Zaten onlar bundan önce de bu kötü ve iğrenç işi yapıyorlardı. Artık buna iyice alışmışlardı. Bu iş onlara olağan bir şey gibi geliyordu. İçlerinde bunu çirkin ve fena olarak görenler oldukça az sayıdalar idi. İşte bu yüzden nefes nefese koşup oraya geliyorlardı, utanma nedir bilmezlerdi. “Lût onlara dedi ki:

“İşte kızlarını! Onlarla evlenin.” Lût bu suretle gelen misafirlerini kızları sayesinde korumak istiyordu. Şüphesiz bu, konuklara karşı büyük bir nezaket ve cesaret göstergesiydi. Çünkü o dönemde Müslüman kâdirıların kafir erkeklerle evlenmeleri câiz görülüyordu.

Nitekim bu ümmetin ilk dönemlerinde de durum böyleydi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz iki kızlarından birini Utbe bin Ebû Lehep ile diğerini de Ebul As ile evlendirmişlerdi Bunların her ikisi de kâfir idiler. Bir tefsire göre de Hazret-i Lût'a itâatkâr olan iki beyefendi vardı. Hazret-i Lût kızlarını bu ikisiyle evlendirmek istiyordu.

Çünkü onlar sizin için daha temizdir.” Daha helaldir. Âyette geçen, (.......) mübtedadiE. (.......) atfı beyandır.

(.......) ise fasl zamîridir. (.......) da mübtedanın haberidir yahut da,

(.......) haberdir ve (.......) kavli mübteda ve haberdir. “Allah'tan korkun.” Kızlarını ile evlenmek varken o erkeklere gitmeyin. “Beni misafirlerimin önünde rezil edip küçük düşürmeyin.” Beni basite düşürmeyin, beni hafife almayın, beni rezil etmeyin. Bu kelime, “el-Hızy” kökünden türemedir. Ya da beni utanç bir durumda, hacalette bırakmayın, demektir ki bu da, “Hazayet” kelimesinden alınmadır ve haya, utanma demektir.

Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) kelimesini vasl yani geçiş hâlinde “Y” harfiyle, (.......) olarak kırâat etmiştir. (.......) misafirlerim, konuklanın hakkında, onlar içinde... demektir. Çünkü bir kimsenin misafirinin veya komşusunun rezil olması durumunda bizzat o adamın kendisinin rezil olması demektir. İşte böyle bir davranışın sergilenmiş olması asil ve soylu bir geçmişe sahip olmanın bir gereğidir, insanliğin ve mertliğin bir sonucudur.

(.......) İçinizde aklı başında biri yok mu?”

Yani içinizde insanlara doğruyu, hak yolunu gösteren, doğruya yönlendiren, güzel bir iş yapan ve kötülükten meneden bir adam yok mu?

79

Dediler ki: “Ey Lût! Senin kızların üzerinde bir hakkımız olmadığını sen de çok iyi bilirsin. Asimda sen, bizim ne istediğimizi de çok iyi bilirsin.

Dediler ki: “Ey Lût! Senin kızların üzerinde bir hakkımız olmadığını sen de çok iyi bilirsin.”

Onlara ihtiyaç duymadığımızı, onları istemediğimizi... Çünkü kâdirılarla evlenme konusu bizim anlayışımızda yoktur. Bizim anlayışımız erkeklerle cinsel ilişki kurmaktır, sen de bu gerçeği zaten biliyorsun.

Aslında sen, bizim ne istediğimizi de çok iyi bilirsin.” Bu ifade ile demek istedikleri şey, bizim işimiz erkeklerledir, biz şehevî duygularınıızı ve tatminini onlardan elde ediyoruz.

80

Lût onlara dedi ki: “Keşke sizin karşınızda durabilecek benim bir gücüm olabilseydi veya güçlü bir kaleye sığmabilseydim dedi.”

Lût onlara dedi ki: Keşke sizin karşımzda durabilecek benim bir gücüm olabilseydi veya güçlü bir kaleye sığmabilseydim dedi.”

Burada, (.......) kelimesinin cevabı mahzûftur.

Yani, “Size mutlaka gerekeni yapardım, yapacağımı bilirdim” demektir.

Mana şöyledir: “Eğer ben kendi adıma size karşı koymada güçlü olabilseydim” veya “kendine dayanabileceğim güçlü birine sığınma imkanım olsaydı ve onun yardımıyla sizi engelleyebilseydim, böylece beni sizden korurdu.” Böylece burada güçlü ve kuvvetli olan kimsenin durumunu dağın güçlü ve sağlam olan, aşılması zor olan kısmına benzetmiş olmaktadır.

Rivâyete göre kavmi evine baskına geldikleri zaman Hazret-i Lût kapıyı içerden kapatmış ki, gelenler içeri giremesinler. Yüce Allah'ın da bu ayetlerinde belirttiği gibi Hazret-i Lût, kavmini geri püskürtmeye, çaba gösteriyor ve onlarla mücadele edip girmemeleri için direniyordu. Ancak gözü dönmüş olan kavmi evin duvarlarına tırmanıp içeri girmeye, saldırmaya çalışıyorlardı. Ancak içerde bulunan melekler Hazret-i Lût'un karşı karşıya bulunduğu sıkıntı ve güç durumda kaldığını görmeleri üzerine şöyle dediler:

81

Melekler dediler ki: “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar asla sana kötülük edemeyecekler. Sen gecenin bir kısmında ailenle birlikte yola çık. Karın dışında sizden hiçbiriniz geride kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan azap onun da başına gelecek. Onlara belirlenen helâk anı sabah vaktidir. Sabah da pek yaklaşmadı mı?”

Melekler dediler ki: “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz.” O hâlde üzülme kapıyı aç ve bizi onlarla baş başa bırak. Hazret-i Lût hemen kapıyı açtı, onlar da içeri daldılar. Bu durum karşısında Cebrâîl (aleyhisselâm) Rabbinden, onları cezâlarıdırmak için izi istedi. Allah da ona istenen izni verince, Hazret-i Cebrâîl iki kanadıyla onların yüzlerine çarptı ve derhal gözlerini silme kapattı. Cebrâîl onların gözlerini kör etmişti. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hemen biz onların gözlerini silme kör ettik.” (Kamer,37) Böylece önlerini göremez ve yollarını tanımaz, bulamaz oldular. Evden şu çığlıklarla çıkıp kaçıyorlardı: “Bizi kurtarın, Lût'un evinde bir takım büyücü kimseler bulunmaktadır!”

Allah bizi, kavmini helâk etmemiz için gönderdi. Onlar asla sana kötülük edemeyecekler.” Bu kendisinden önce geçen cümleyi açıklayan, izah eden bir cümledir. Çünkü mademki kendileri Allah'ın elçi melekleridir. O hâlde ona ulaşmaya yol bulmayacaklardır ve kavmi Hazret-i Lût'a zarar veremeyeceklerdir.

Sen gecenin bir kısmında ailenle birlikte yola çık.” (.......) kelimesi, (.......) kökünden türemedir. Hicaz kırâat okulu mensupları bu (.......) kelimesini vasl hemzesiyle, (.......) olarak okumuştur.

Yani aileni gecenin bir bölümünde veya yansında demektir.

Karın dışında sizden hiçbiriniz geride kalmasın.” Kalbiyle geride olan biten nedir diye orayla ilgilenmesin veya gerisinde olanlara dönüp bakmasın, ya da sizden kimse geride kalmasın gibi manalara gelir. Sadece senin kann geceleyin götüreceklerinden müstesnadır. Onu almayacaksın. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr (.......) kavlini, (.......) kelimesinden bedel kılarak ref ile okumuşlardır. Hazret-i Lût'un ailesiyle birlikte hanıminin çıkanlması konusunda iki rivâyet bulunmaktadır. Bir rivâyete göre, o da onlarla beraber yola çıkmıştır ve Lût kendilerine, içlerinden hiçbir kimsenin dönüp arkalanna bakmamalarını emretmiştir. Ancak karışma dememiştir. Ancak azâbın hiddet ve şiddetini duyunca, kansı arkasına dönüp baktığında vah benim kavmim, diyerek üzüntüsünü açıklayınca derhal bir taş gelip onu da öldürmüştür.

İkinci rivâyete göre Hazret-i Lût, kansına kavmiyle beraber geride bırak masıyla emrolunmuştu. Çünkü kansmm meyli onlarla beraber kalmakta idi. O, onlarla beraber gitmemişti. Kırâatin farklı okunmasının nedeni iki farklı rivâyet sebebiyledir.

Çünkü onlara gelecek olan azap onun da başına gelecek.”

Yani bu iş demektir.

Rivâyete göre, O onlara; “onların helâk ve azap vakti ne zaman?” diye “sormuş onlar da şöyle demişlerdir: “Onlara belirlenen helâk anı sabah vaktidir.” Bunun üzerine demiştir ki: “Ben bundan da önce, bir an önce olmasını dılıyorum.” Melekler de şöyle cevap vermişlerdir: “Sabah da pek yaklaşmadı mı?”

82

Emrimiz gelince, şehirlerinin altını üstüne getirdik ve üzerlerine de çamurdan pişirilip istif haline getirilmiş taşlar yağdırdık.

Emrimiz gelince, günahkar Lût kavminin şehirlerinin altmı üstüne getirdik” Cebrâîl (aleyhisselâm) kanatlarını Lût kavminin şehirlerinin altına sokup onları havaya doğru kaldırdı. Öyle ki gök ehli köpeklerin havlamalarını, ulumalarını, horozların ötüşlerini işitiyordu. Daha sonra da o şehirlerin altını üstüne getirdi, üstlerinden taşlar yağıyordu.

Bu da “Ve üzerlerine de çamurdan pişirilip istif haline getirilmiş taşlar yağdırdık.” Kavlinin ifade ettiği gerçektir. (.......) kavli, “Sengi kül” ifadesinin Arapçalaşmış manasıdır.

Çünkü bunu da, “Çamurdan taşlar” (Zariyat,33) kavlinden çıkarmaktayız. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır.

Yani peşpeşe, ardarda dizilmiş ve istiflenmiş hâlde demektir. Ya da bu, azap için hazırlanmış şeylerin toplamından oluşan şey demektir.

83

Bu taşlar ki Rabbin katından kime isabet edeceği işaretlenip damgalarıarak yağdırılmıştır. Onlar zalimlerden (Mekke halkından) uzak değildir.

“Bu taşlar ki Rabbin katından kime isabet edeceği işaretlenip damgalarıarak yağdırılmıştır.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Azap için belirlenmiş, işaretler konulmuş manasındadır. Rivâyete göre, her bir taş üzerinde, kime atılaca ğı yazılı imiş. (.......) Rabbin katında, Onun hazinelerinde veya Onun hükmünde gibi manalara gelir.

Onlar zalimlerden (Mekke halkından) uzak değildir.” Uzak bir şey değildir. Burada Mekke halkına da bir tehdit ve uyan bulunmaktadır. Çünkü Cebrâîl (aleyhisselâm) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimize demiştir ki:

Yani senin ümmetinin zalimleri demeye getiriliyor Onlardan bir zâlim olmasın ki mutlaka her an başına düşecek bir taşı bekleyedursun.” Ya da bu zamîr kasabalara râcidir.

Yani bu azap Mekke zalimlerine de pek yakındır. Aynı cezâ, Mekke halkından eski zalimlerin yolunda yürüyenlerin de başlarına gelebilir.

84

Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Bir tek Allah'a kulluk edin. Çünkü sizin Ondan başka ilahınız yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Şüphesiz ben sizi bolluk ve rahat içerisinde görüyorum. Ve gerçekten ben, sizin için hepinizi dehşetiyle kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum.”

Medyen halkına da kardeşleri Şuayb'ı gönderdik.” Medyen bu kavmim şehirlerinin adıdır veya büyük ataları olan Medyen İbn İbrâhîm'in adıdır.

Yani: “Şuayb'ı da Medyen topraklarında oturan topluma veya Medyen oğullarına gönderdik”

(.......) kelimesi ölçek ile ölçülerek alınıp satıları demektir. (.......) yani terazi ile tartılıp değerlendinlen şeyler demektir.

Şüphesiz ben sizi bolluk ve rahat içerisinde görüyorum.” Sizi bolluk ve servet içinde görüyorum. Bu hâliniz, sizin böyle eksik ve hileli tartı ve ölçüye ihtiyacınızı bırak, böyle bir şeye muhtaç değilsiniz. Ya da, sizi Allah tarafından nimetlere sahip kılındığınızı görüyorum. Bunun hakkı, sizin şu anda yapmakta olduğunuz yanlış davranışınızdan farklı olarak görevinizi yapmanız ve şükretmeniz gerekir.

Ve gerçekten ben, sizin için hepinizi dehşetiyle kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum.” Burada asıl demek istenen şey, dünyada köklerini kazıyacak olan bir azap demektir veya âhiret azâbıdır.

85

“Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletli yapm. İnsanlara eşyalannı eksik vermeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.”

Ey kavmim! Ölçü ve tartıyı adaletli yapm.” Eksiksiz olarak tamamlayın. Âyette ilk önce yapmakta oldukları kötü bir davranıştan, fiilden yani eksik ölçmek ve tartmaktan yasaklanma getiriliyor. Hemen bunun peşinden de ölçü ve tartının eksiksiz olarak yerine getirilmesi emrediliyor. Çünkü bu, doğru düşünen akıl sahiplerince de güzel görülen bir davranıştır ve bu işe bu manasıyla daha fazla bir teşvikte bulunulmuş olmaktadır. Ayrıca âyette, “adaletle” kaydının eklenmesine gelince; yani yapılacak olan alım ve satımların, muamelelerin adalet çerçevesinde ve herkese eşit olarak uygulanması emrediliyor ki, ne bir fazlalık yapsınlar, ne de bir eksiklik, hak ne ise onu uygulasınlar istenmektedir.

İnsanların eşyalannı eksik vermeyin.” (.......) kelimesi eksik ve noksan yapmak, düşük göstermek manalarına gelir. Bu toplum sattıkları mallara hile kanştırarak değerini düşülüyorlardı. İşte âyette bu yanlış davranıştan menolunmaktadırlar.

Yeryüzünde huzursuzluk çıkararak yaşanamaz duruma getirmeyin.” Bu âyette geçen, (.......) kelimesi, ve (.......) kökünden türemedir. Bu da çok aşırı kötülük, fenalık ve bozgunculuk manalarına gelmektedir. Meselâ hırsızlık etmek, baskın yapmak, yol kesmek gibi. Burada eksik ve noksan tartı, hileli mal satımı, düşük kaliteli mal piyasaya sürülmesi gibi şeyler bu toplum tarafından yeryüzünde meydana getirilen huzursuzluk ve başkaldmnm temelini oluşturmaktadır.

86

“Eğer Allah'a inanıyorsamz, Allah'ın helâlinden size bıraktığı şey sizin için daha bereketli ve daha değerlidir. Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim.”

Eğer Allah'a inanıyorsanız, Allah'ın helalinden size bıraktığı -yani haramdan ayıklamak suretiyle anndmp size helâl olarak bıraktığı- şey sizin için daha bereketli ve daha değerlidir.” Yeter ki siz îman edin. Evet Allah'ın haramdan anndmp tertemiz hale getirdiği helâl şey kâfirler için de daha hayırlıdır. Çünkü bu tür davranışlardan uzak kalmakla, kötü mal satma ve hileli mal bulundurma, güvenilmez kimselerdir damgasını yemekten de kurtulmuş olacaklardır. Ancak burada mü’minlerin bu güzel özellikleri kazanmaları yanında kâfirlerden farkı ve üstün bir diğer kazânımları da vardır ki bu da, yaptıkları şeylerden ötürü sevap kazanmaları ve Allah'ın azap ve cezâsından kurtulmalarıdır. Ancak kişinin îmandan uzak olması hâlinde, küfür batakliğinda yuvarlanmış olması durumunda onlar için ne bir sevap kazanma ve ne de cezâdan kurtulma olmayacaktır.

Yani imanının olmadığı bir yerde söz konusu güzellikler de olmayacaktır.

İşte burada imanın ne kadar önemli olduğuna da dikkat çekilmektedir. Değerinin yüceliğine işaret olunmaktadır. Ya da bundan maksat, “Eğer söylediğim şeyler de siz beni doğrularsanız, ben size bunları öğütlüyor ve bu konuda özellikle dikkatinizi çekiyorum, size uyanda bulunuyorum.

“Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim.”

Size verdiği nimetleri konusunda ben onların muhafızı, bekçisi değilim. O hâlde yapmakta olduğunuz bu yanlış davranışlarınızdan vazgeçmekle ancak bu nimetleri koruyabilirsiniz ve bu sayede koruyun.

87

Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarınıızın taptıkları şeyleri bırakmamızı veya mallarınıız hakkında dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmamamızı sana namazın mı emrediyor? Halbuki sen gerçekten herkes tarafından yumuşak huylu ve çok olgun olarak tanınan ve bilinen birisin.”

Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarınıızın taptıkları şeyleri bırakmamızı veya mallarınıız hakkında dilediğimiz gibi tasarrufta bulunmamamızı sana namazın mı emrediyor?” Hazret-i Şuayb çok namaz kıları, ibâdet eden bir kişi idi. Kavmi de kendisine şöyle diyorlardı: “Sen bununla ne elde ediyorsun?” Şuayb da: “Bu ibâdet güzellikleri, iyi şeyleri emrediyor, kötülüklerden de uzaklaştırıyor ve yasaklıyor” diye karşılık verdi. Onlar da alaylı olarak: “Namazın mı sana, atalarınıızın taptıkları şeyleri terketmemizi veya mallarınıızdan dilediğimiz gibi harcama yapmamamızı -eksik ve fazla tartmamamızı- bize emretmeni mi emrediyor?” diye eğleniyorlardı.

Ayrıca âyette geçen, (.......) kavlinin, mecazî manada emrediyor manasında olabilmesi de câizdir. Nitekim yüce Allah namaz kelimesini mecâzî manada nehyeden ve yasaklayan manasında da isimlendirmistir. (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Ebû Bekir dışında Kûfe okulu tekil olarak okumuşlardır.

Diğerleri çoğul ifadeyle, (.......) olarak okumuşlardır. “Halbuki sen gerçekten herkes tarafından yumuşak huylu ve çok olgun olarak tanınan ve bilinen birisin.”

Yani demek istiyorlardı ki: “Sen yolunu sapıtmış bunağın birisin.” Aslında övgü gibi gözüken burada ifade ters manasıyla ve alaycı bir ifadeyle Hazret-i Şuayb ile eğlenmektir. Ya da mana şöyledir: “Gerçekten sen bizim yanımızda yumuşak huylu, olgun ve güven veren bir kimsesin. Aslında şenin bu durumunun senden istediği, bizden yapmanı istediği şeyi, sen bize yapacak ve uygulayacak biri değilsin.”

88

Şuayb dedi ki: “Ey kavmim! Eğer benim elimde Rabbim tarafından bir delilim, varsa ve bana kendi katından güzel ve bol rızık vermişse, buna ne dersiniz? Size yasakladığım şeylerin aksini işlemek suretiyle, size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince ıslah etmek istiyorum. Ancak benim başarılı olmam da sadece Allah'ın yardımı sayesindedir. Her işimde ona dayanıp güvendim ve her konuda da Ona döneceğim.”

Şuayb dedi ki: “Ey kavmim! Eğer benim elimde Rabbim tarafından bir delilim, varsa ve bana kendi katından güzel ve bol rızık -nübüvvet ve risâlet veya hilesiz, içinde haramın bulunmadığı, eksik ve fazlanın yer almadığı katıksız bir helâl- vermişse, buna rağmen ona karşı gelirsem bu akıllıca bir davranış olur mu söyler misiniz?”

(.......) kavlinin cevabı mahzûftur.

Yani, söyleyin ve bana haber verin bakalım, Eğer ben Rabbim tarafından apaçık bir delil ve hüccete sahipsem ve gerçekten ben peygamber isem buna ne diyeceksiniz?Halbuki peygamber sadece ve sadece bu gaye ve masat için gönderilirler.”

Meselâ Arapça'da şöyle bir ifade kullanılır. Bir kimse herhangi bir yöne doğru g'idiyorsa ve sen de oradan dönüyorsan; yani yönleriniz birbirinize göre farklı istikamete yönelik bulunuyorsa, (.......) diye söylenir. Meselâ suyurfbulunduğu yerden dönüp gelmekte olan herhangi bir kimseyle yolda karşılaşıp ona arkadaşırıın nerede olduğunu sormuş olsan, o da sana şöyle cevap verir: (.......) Bu cevabı vermekle o kimse sana şunu demek ister: “Ben oradan dönmüş geliyorken o da buradan oraya doğru gidiyordu. Bu ifadenin manası budur. Dolayısıyla şimdi okuyacağımız âyetin bu kısmı da işte tıpkı buna benzer bir anlam içermektedir.

Hem ben, size yasakladığım şeylerin aksini işlemek suretiyle, size aykırı davranmak istemiyorum.”

Yani size, yapmayın, işlemeyin diye yasakladığım bir şeyi yapmakta sizin önünüze geçmem, böyle bir şey yapamam ve sizi bir kenara iterek tek başıma böyle fiil işleyeyim yanlışına düşmem, düşemem. Bu, olacak şey değildir.

(.......) Ben sadece gücüm yettiğince ıslah etmek, istiyorum.” Ben gücüm yettiğince sadece öğütlerimle, nasihatlerimle sadece sizin ıslahınızı istemekteyim. Allah'ın emredip istediği iyiliği emretmem, yasakladıklarından sizi menetmem hep sizin iyiliğinize ve haynnızadır. (.......) kavli, zarftır.

Yani benim ıslaha ve düzeltmeye gücüm yettiği, bu işi yapabilme imkanım var olduğu sürece hiçbir çabadan asla geri duracak değilim, güç olarak neye sahipsem her şeyimi ortaya koyacağım.

Ancak benim başarılı olmam da sadece Allah’ın yardımı sayesindedir.” Yapmam ve yapmamam konusunda verdiği şeylerde hakka ve doğruya isabet etmem, ancak Rabbimin bana yardımı, beni bunda başarılı kılması ve destek vermesiyle mümkündür. Başka şekilde başarılı olmam düşünülemez.

(.......) Her işimde ona dayanıp güvendim ve her konuda -mutlu anlarınıda da, sıkıntılı durumlarınıda- da Ona döneceğim.” Ona başvuracağım.

Şimdi te'sirini okuyacağımız âyette yer alan, (.......) kelimesi tıpkı (.......) fiili gibi bir ve iki mefûl alan fiillerdendir. Zaten bu âyette de aynı kelimeyi görmekteyiz. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

89

“Ey kavmim! Sakm bana karşı düşmanliğinız, Nûh kavminin, yahut Hûd kavmimin veya Sâlih kavminin başına gelenler gibi sizin de başırııza bir musibet, getirmesin. Lût kavminin başına gelenler de sizden pek uzak değildir.”

Ey kavmim! Sakm bana karşı düşmanliğinız, beni yalanlamanız, Nûh kavminin, yahut Hûd kavminin veya Sâlih kavminin başına gelenler gibi sizin de başımza bir musibet, bir felaket getirmesin.” Bana muhalefet etmeniz, size azap ve cezâ getirmesin sakın. Tıpkı ismi geçen peygamberlerin kavimlerinin başına gelen ,suda boğulma, rüzgar ile cezâlarıdırma ve yerle bir olan, yerin harekete geçmesiyle helâk olma gibi cezâlarla karşı karşıya kalmayasmız.

Lût kavminin başına gelenler de sizden pek uzak değildir.” Evet zaman açısından pek uzak değildir. Çünkü bunlar helâk olan toplumlar arasında size zaman itibariyle en yakın bir dönemde cereyan etmiştir. Yer veya mekân bakımından da size uzak değildir. Çünkü olaylar size yurt bakımından yakın olan çevrenizde meydana gelmiştir. O toprakları sizler çok iyi bilmektesiniz. Ya da helâk olmaya sebep olan şeylerin neler olduğunu sizler çok iyi bilmektesiniz, bunun câhili değilsiniz. Meselâ küfür, kötülük işlemek gibi şeyler. Burada müzekker ile müennes yani eril ile dişi arasındaki durumu yakınlıkta olsun, uzaklıkta olsun, azlık ve çoklukta olsun hep aynı düzeyde eşit bir şekilde göstermiştir.

Yani (.......) kelimesi müennes bir kelime olmasına rağmen, (.......) gibi sonlarında dişi alâmeti getirmemiştir. Bunun nedeni bu kelimelerin mastarlarının tıpkı “Sabiyi” , “Nehiyk” ve benzeri kalıplarda gelmesi açısındandır.

90

“Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin. Yaptığınız kötülüklerden tövbe edin. Rabbim çok merhametlidir, kullarına karşı lütufkardır, ihsan sâhibidir.”

Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin. Yaptığınız kötülüklerden tövbe edin. Rabbim çok merhametlidir, kullarına karşı lütufkardır, ihsan sâhibidir.” Onları sever.

91

Dediler: “Ey Şuayb! Senin söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz. Ve seni âciz biri olarak görüyoruz. Eğer kabilen olmasa seni öldüresiye taşlardık! Sen bizden üstün değilsin.”

Onlar da şöyle dediler: Ey Şuayb! Senin bize söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz.” Söylediklerinin çoğunun doğruluğunu anlamıyoruz. Halbuki Şuayb peygamberlerin hatibi iken nasıl olur da söyledikleri anlaşılmamış olsun? Bu, olacak şey mi?

Ve seni aramızda âciz biri olarak görüyoruz.” Senin bir gücün ve kuvvetin yoktur. Aramızda olup bitenler açısından senin bir önemin de yoktur. Eğer biz sana herhangi bir kötülük yapmak istesek, senin bunu önleme gücün bile yoktur.

Eğer kabilen olmasa da öldüresiye taşlardık!” Şayet senin kabilen arada olmasaydı, kesinlikle seni taşa tutup öldürürdük: Çünkü taşa tutarak birini öldürmek, ölümlerin em kötüsüydü. Hazret-i Şuayb’ın kavmi de onlarla aynı dini paylaşıyorlardı. Bu bakımdan onun kabilesine karşı tavizkâr bir tavır sergiliyorlardı. Onlara karşı daha bir saygılı gibiydiler.

Sen bizden üstün değilsin.”

Yani sen bizim açımızdan bir öneme sahip biri değilsin ki, sana farklı davranalım. Senin bize karşı iyi davrandığın yok ki, biz de seni öldürmekten uzak duralım da sana bir saygımız olsun ve seni taşa tutmaktan vazgeçelim, böyle bir durum seninle bizim aramızda yoktur. Ancak bizim değer verdiklerimiz senin mensubu bulunduğun kabilendir. Çünkü onlar da bizimle aynı din ve inancı paylaşıyorlar. Hazret-i Şuayb'a râci olan zamîri nefiy yani olumsuzluk edatının izlemiş olması, ifadenin fiilde değil de failde meydana geldiğini gösterir. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Kaldı ki senin bizim katımızda zaten bir önemin yoktur, bize karşı koyabileceğin bir gücün de yoktur. Aksine bizim yanımızda bir değere ve öneme sahip olan senin kabilendir.

92

Şuayb da onlara dedi ki: “Ey kavmim! Benim kabilem size göre Allah'tan daha mı üstün ve güçlü ki Onun ve peygamberinin emirlerini hiçe sayarak arkanıza atıp unuttunuz. Şüphesiz benim Rabbim yapıp ettiklerinizi her bakımdan kuşatıyor ve biliyor.”

Şuayb da dedi ki: “Ey kavmim! Benin kabilem size göre Allah'tan daha mı üstün ve güçlü ki”

Şayet: “Sen bizim için değerli değildin” yani “ve ma Azezte aleyna” denmiş olsaydı, bu takdirde burada verilen cevap doğru olmazdı. Ancak şöyle demiştir:

“Benim kabilem size göre Allah'tan daha mı üstün ve güçlü ki,” Cümle veya ifade hem kendisi ve hem de kabilesi için sözkonusudur. Dolayısıyla Hazret-i Şuayb’ın kavminin nazarında değerli ve önemli olanlar onun kabilesidir, yoksa Şuayb’ın kendisi değildir. Çünkü kavmi, o Allah'ın peygamberi olduğu hâlde onu basite alıyorlar, önemsemiyorlar. Dolayısıyla Allah'ın peygamberini benimsememek, basite almak haşa bizzat yüce Allah'ın kendisini tanımayıp Onu basite almak manasınadır. Mademki Şuayb’ın kavminin nazarında, Şuayb’ın kendisi değil de kabilesi önemlidir. Bu durumda onlara göre bu kabile haşa Allah'tan da önemlidir, demektir. Yüce Allah'ın şu kavlini görmez misin, bak ne buyuruyor: “Resule itâat eden, kesinlikle Allah'a itâat etmiş demektir.” (Nisa, 80)

Onun ve peygamberinin emirlerini hiçe sayarak arkamza atıp unuttunuz.” Onu âdeta basit bir şeymiş gibi arkanıza fırlatıverdiniz, Ona hiç değer vermediniz. Âyette geçen, (.......) kelimesi, sırta, arkaya âit demektir. Kelimenin esre hareke ile, (.......) olarak gelmesi ise, neseplerin bozulması, soyların dejenere olması demektir. Bu ifade tıpkı birini dünkü güne nispet etmek için, (.......) demesi gibidir.

Şüphesiz benim Rabbim yapıp ettiklerinizi her bakımdan kuşatıyor ve biliyor.” Allah ezeli bilgisiyle bütün yaptıklarını kuşatmış ve hepsini bilmektedir. Bu yaptıklarınızdan hiçbir şey Ona gizli kalmaz.

93

“Ey kavmim! Elinizden geleni yapın, bende (vazifemi) yapacağım. Kendisim rezil edecek azâbm geleceği şahsm veya yalancının kim olduğunu yakında bileceksiniz. Bekleyin bende sizinle beraber bekliyorum.”

“Ey kavmim! Elinizden geleni yapın! Burada geçen, (.......) kelimesi, mekân ve yer anlamındadır.

Bu kelime tıpkı (.......) ve (.......) kelimeleri gibi (.......) ve (.......) kalıplarında gelmektedir. Ya da bu kelime, (.......) kelimesinden mastardır. Bir yerde yerleşince, bir yeri mekân tutunca da, bunun için, (.......) kelimesi kullanılır.

Yani; “Olduğunuz cihet ve yol üzere kesin kararlı olarak devam edin bakalım, üzerinde bulunduğunuz şirk inancını, bana karşı işlediğiniz kötülükleri, karşı çıkışınızı sürdürün ve devam ettirin bakalım” demektir veya, “Bana karşı düşmanliğinızı kararlı bir şekilde devam ettirin, bunu gücünüz yettiğince sürdürün” demektir.

“Ben yapacağım!” Allah'ın bana verdiği yardım, güç ve destek oranında ve beni kesin kararlı kılması, bunda sebat vermesi sayesinde karşınızda dikileceğim ve bu davayı sürdüreceğim.

Kendilerini rezil edip aşağdatacak olan azâbm pek yakın bir zamanda kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu öğreneceksiniz.” Burada geçen,

(.......) edatı istifhamiyedir yani soru edatıdır. Bu, bilme fiiline taallûk etmektedir. Çünkü onda amel etmektedir. âdeta şöyle denilir gibidir: “Yakında öğreneceksiniz, acaba hangimize rezil ve rüsvay edici bir azap gelecek ve hangimiz yalancı!..” Ya da bu (.......) edatı mevsûledir, ilgi zamîridir ve bunda amel etmiştir. Bu durumda sanki şöyle denilir gibidir: “Davanız ve iddianıza göre yakında azâbm kendisini rezil ve rüsvay edecek bedbahtın kim olduğunu ve kimin yalancı olduğunu öğreneceksiniz.” Bir de, (.......) kelimesine başka bir yerde “F” harfi başına gelmiştir.

Yani, (.......) şeklinde gelmesine gelince; bu, vasl için konulmuş bir harf olması sebebiyle zahiri yani görünürdeki bir vasıldır, önceki cümle ile irtibatlarıdırmak içindir. Bu harfin bazen de kaldırılmış olması ise, yeni bir cümle olması yani istinaf cümlesi olması itibariyle de takdiri bir vasıldır. Ki bu da mukadder yani var sayıları bir sorunun cevabı niteliğindedir. Sanki bu kimseler şöyle der gibidirler:

Yani bizler olduğumuz konumda ve inancımızda direnirsek ve sen de kendi konumunu korursan ne olacak yani, söyler misin?” O da bunun üzerine şöyle karşılık verip diyor ki: “Pek yakında öğreneceksiniz...” Her ikisini de kullanmış olmak Belâgat sanatında oldukça üstün bir düzeyde olduğunu göstermek bakımındandır. Bu ikisinden daha beliğ ve daha güzel olanı ise, İstinaftır, yani yeni bir cümle olmasıdır.

O hâlde işin sonunu ve sizin için neler söylediğimi bekleyin, görün Rabbinizin azâbını,” “Ben de bekleyip göreceğim Rabbimin rahmetini.” (.......) kelimesi, (.......) manasınadır. Kelime, (.......) fiilinden türemedir. Tıpkı, “Darb” kelimesinin, (.......) manasında olması gibi. Ya da, “el-Aşiyr” kelimesinin,

“Muaşir” manasında olduğu gibi bu da murakib manasınadır. Yahut da,” el-Refiy” kelimesinin “el-Mürtefı” manasına geldiği gibi bu da, (.......) manasındadır.

94

Emrimiz gelince, Şuayb'ı ve onunla beraber îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü ve helâk edici bir titreyiş yakaladı. Böylece yurtlarında diz üstü çökekalddar.

Emrimiz gelince, Şuayb'i ve onunla beraber îman edenleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü ve helâk edici bir titreyiş yakaladı.” Cebrâîl onlara, öyle bir çığlık attı ki, hepsi de anında helâk oldular. Âd ile Medyen kavimlerinin kıssalarının sonunda, (.......) kavli zikrolunmuştur.

Semûd ve Lût kavimleriyle ilgili kıssaların sonunda ise, (.......) gelmiştir. Çünkü bu ikisinde vaat (mev'id) ifadesinden sonra gelmeleri sebebiyledir.

Meselâ bunlardan biri, (.......) (Hûd,81) kavlidir ve digeri (Hûd, 65) (.......) kavlidir. Bu âyetlerde, sebep veya neden manasım ifade eden “F” harfi ile gelmiştir.

Meselâ, “Ben onu vadettim, Zamanı gelince de şöyle ve şöyle olacak” anlamında, (.......) demen gibi.

Ancak diğer iki kavle gelince, o ikisi mübteda olarak gelmişlerdir. Bunlarda da uygun olan şey, cemi' harfiyle kendilerinden önce geçenler üzerine affedilmeleridir. Tıpkı bir kıssanın diğer bir kıssa üzerine atfedilmesi gibi.

“Böylece yurtlarında diz üstü çöke kalıp öldüler.” Âyette geçen (.......) kelimesi, olduğu yerde hareketsiz bir hâlde kala kalan demektir.

Yani Cebrâîl onların helâki için öylene bir çığlık attı ki, onlar her birinin canı olduğu yerde çıkıverdi, ansızın ölümle karşı karşıya gelip hareket edecek bir güç bulamadılar, ölüp kaldılar.

95

Sanki daha önce hiç orada yaşamamışlar gibi. Semûd kavminin Allah'ın gazâbma uğrayıp helâk olması gibi Medyen halkı da aynen öylece gazâba uğrayıp helâk oldu.

“Sanki daha önce hiç orada yaşamamışlar gibi.” Sanki daha önce kendi yurtlarında kalıp yaşamamışlar gibi, gezip 380 dolaşmamışlar gibi.

Semûd kavminin Allah'ın gazâbına uğrayıp helâk olması gibi Medyen halkı da aynen öylece gazâba uğrayıp helâk oldu.” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) manasındadır. Bu da helâk olmak demektir. Tıpkı “el-Rüşd” kelimesinin, (.......) manasında olması gibi. Rabbimizin, (.......) kavlini görmez misin? Burada geçen, (.......) kelimesi, “Baudet” olarak da okunmuştur. Her iki okuyuşa göre de mana aynıdır. Bu ise yakın ve yakın olmanın zıddıdır. Ancak bilginler, helâk manası itibariyle, (.......) kelimesini diğerlerinden ayırmışlardır. Bu bakımdan bunların binalarını yani köklerini ve baplarını da farklı olarak değerlendirmişlerdir. Tıpkı hayır ve şer manasına gelen kelimelerin zamanlarını yani baplarını da ayrı değerlendirdikleri gibi değerlendirmişlerdir. Meselâ biri için, (.......) fiili kullanılırken, şer için, (.......) fiili kullanılmıştır.

96

Andolsun Mûsa'yı da mu'cizelerimizle ve apaçık bir hüccet ve burhan ile gönderdik.

Andolsun Mûsa'yı da mu'cizelerimizle ve apaçık bir hüccet ve burhan ile” Burada sözkonusu edilenler, âsi olan, karşı çıkanlardır. Çünkü bunlar en belirgin ve en önde gözükenlerdir.

97

Fir'avun ve onun önde gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Fir'avun'un emrine uydular. Halbuki Fir'avun'un emrettikleri asla doğru değildi.

Fir'avun ve onun önde gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Fir'avun'un emrine uydular. Halbuki Fir'avun'un emrettikleri asla doğru değildi.”

Burada, Fir'avun'a uyanların bilgisizliklerine ve cehaletlerine vurgu yapılmaktadır. Çünkü bunlar Hazret-i Mûsa'nın getirdiğine değil, Fir'avun'un onlardan istediği küfre yönelmişler, bu konuda ona uymuşlardır. Halbuki Fir'avun apaçık bir sapıklık içinde bulunuyordu.

Bunun da nedeni, Fir'avun ilahlık iddiasına kalkışmıştı. Halbuki kendisi de onlar gibi bir beşerdir, bir insandır,'ilâh olması asla sözkonusu bile değildir. Açıktan her türlü zulmü, cinayeti ve kötülüğü işleyen bir zalimdi. Böyle bir şey de elbette şeytandan, onun tarafından gelirdi, başka türlüsü olamazdı. Durumu böyle olanlarıailah olmaları varit değildir.

Burada, Fir'avun ve kavminin Allah tarafından gönderilen mu'cizeleri ve apaçık delil ve hücceti gördükleri belirtiliyor. Böylece, Mûsa tarafından getirilenlerin doğru ve hak olduğunu da kesin öğrendiler. Buna rağmen Hazret-i Mûsa'nın getirdiği doğru ve hakka karşı çıkıp onu inkâr ettiler ve asla hiçbir zaman doğrulukla ilgisi bulunmayan kişinin istediğini uyguladılar. Yahut bundan kasıt şu olabilir. Fir'avun'un işi, istediği şey, doğru bir iş değildi, sonu güzel olan bir şey de değildi.

Bu duruma göre bundan sonra gelen âyet bunun tefsiri mahiyetindedir.

98

Fir'avun, kıyamet gününde kavminin önüne düşüp böylece onları ahp cehennem ateşine götürecektir. Varıp girecekleri yer ne kötü yerdir.

Fir'avun, kıyamet gününde kavminin önüne düşüp,” Fir'avun, kavmi tersyüz olduğu bir hâlde onların önüne geçip kendilerini alarak, önlerine düşerek “İşte bu, bir öncekinin bir tefsiri ve açıklamasıdır.”

Yani durumu ve akıbeti böyle olan birinin istediği şey, nasıl doğru bir şey olabilir ki?

Rüşd: övgüye ve memnuniyete değer olan her konuda kullanılan bir kelimedir. Nitekim, Ğayy: kelimesi de yerilen ve kötü olan her şey için kullanılan bir kelimedir. Kademe kelimesi, tekaddeme manasınadır.

“Böylece onları alıp cehennem ateşine götürecektir.”

Yani cehennem ateşine sokacaktır. Burada, (.......) kelimesinin mazi fiil kipiyle getirilmiş olması, şu bakımdandır. Konunun mazi yani dili geçmiş kiple getirilmesi, bunun kesin olarak var olması ve meydana gelmesindendir. Sanki şöyle denilmektedir: “Onların önüne düşer ve böylece onları alıp kesinlikle cehennem ateşine götürüp sokar. Bunda asla şüphe yoktur.”

Yani Fir'avun nasıl ki onları saptırmada ve sapıklıkta kendilerine öncülük ediyor idiyse, aynı şekilde cehennem ateşine götürmede de onların önünde yer alacak olan kesinlikle odur. Kavmi de peşinden onu izleyip gideceklerdir.

Varıp girecekleri yer ne kötü yerdir.”

Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) manasındadır ki gidiş ve vanş demektir. (.......) vanları ve gidilen yer demektir. Böylece Fir'avun sürünün başırıı çekenin suya götürene, ve ona tabi olanlar da çobanı izleyen sürüye benzetilmiştir.

Sonra da; (.......) kelimesiyle kasdolunan şey, susuzluğu gidermektir. Halbuki ateş bunun tam zıddıdır. Dolayısıyla burada Fir'avun tarafından kendilerine yapılan öncülük onların susuzluğunu gideren değil, yüreklerini parçalayacak pları cehennem ateşine bir götürüştür. Şüphesiz böylene kötü bir çoban gösterilemez.

99

Onlar burada da, kıyamet gününde de lânete uğratıldılar. Onlara sunulan bu armağan ne kötü armağandır!

Onlar burada da, kıyamet gününde de lânete uğratıldılar.” (.......) Onlara sunulan bu armağan ne kötü armağandır!”

Yani onlara yapılan yardım ne kötü bir yardım veya sunulan hediye ne fena bir hediyedir.

100

Ey Resûlüm Muhammed! İşte bu haller helâk olup geçen kasaba halklarının haberleridir. Biz, onu küfür ve yalanlamaları sebebiyle sana anlatıyoruz. O helâk olanlardan günümüze kadar izleri hala ayakta duranlar da vardır, biçilmiş ekin gibi kendilerinden hiçbir iz ve eser kalmamış olanlar da vardır.

Ey Resûlüm Muhammed! İşte bu haller helâk olup geçen kasaba halklarının haberleridir.” Burada geçen (.......) mübtedadır.

(.......) kavli de bunun haberidir. “Biz onların, sana anlatıyoruz.” Bu cümle de haberden sonra ikinci bir haberdir.

Yani sana anlatıları ve hikâye edilen bu haber, daha önce helâk olup gitmiş olan kasabaların kimilerine âit haberlerdir. İşte biz bunları sana anlatıyoruz.

O helâk olanlardan -o kasabalardan- günümüze kadar izleri hala ayakta duranlar da vardır, biçilmiş ekin gibi kendilerinden hiçbir iz ve eser kalmamış olanlar da vardır.”

Yani kimisinin izleri ve kahntıları hala günümüze kadar varlığını sürdürmüştür, kimisinden ise eser kalmamıştır.

Yani kimisi hala sapları üzerin de dikilip kalan ekin misali izlerim devam ettirmiş, kimisinden de biçilmiş ekin misali, hiçbir eser kalmamıştır. Cümle yeni bir cümledir. Bu itibarla i'rabtan mahalli yoktur.

101

Biz onlara zulmetmedik. Ancak onlar kendilerine zulmettiler. Rabbinin azap emri gelince Allah'ı bırakıp da taptıkları ilâhları da, onlara hiçbir fayda sağlamadı, aksine onlara zarar getirdi. Ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.

Rabbinin azap emri gelince, Allah'ı bırakıp da taptıkları onlara hiçbir fayda sağlamadı, aksine onlara zarar getirdi.”

Yani o ilâh edinip tapındıkları şeyler, onları Allah'ın azâbından ve cezâlarıdırma sından kurtarmaya kâdir olmadı. Bu mazi halin hikâyesidir.

(.......) edatı, (.......) fiiliyle mensûbtur.

Ziyanlarını artırmaktan başka bir şeye yaramadı.” Hüsrana ve zarara uğramaktan başka bir şey sağlamadı.

(.......) kelimesi, zarar etmek, hüsrana uğramak gibi manalara gelir. “Başkası tarafından zarara sokuldu” ise başkasını hüsrana düşürmek ve zarara sokmak demektir.

Yani Allah'tan başkasına kullukta bulunmakla, onlara bir fayda getirmedi, aksine onları helâk etti.

102

Rabbinin cezâlarıdırması böyledir! O, halkı zâlim olan kasabaları cezâlandınnca böylene şiddetli bir şekilde yakalar. Şüphesiz onun inkârcıları yakalanası çok şiddeti ve pek elem vericidir.

Rabbinin cezâlarıdırması böyledir!” Burada kef harfi mahallen merfûdur. Nitekim, “el-Ahz” kelimesi de böyledir.

“O, halkı zâlim olan kasabaları cezâlarıdırınca -yakalayınca-, böylene şiddetli bir şekilde yakalar.

(.......) kavli, (.......) kavlinden hâldir. “Şüphesiz onun inkârcıları yakalanası çok şiddeti ve pek elem vericidir, ondan kurtuluş umudu da yoktur.” Biri yakalandı mı, artık kurtuluşu çok güçtür.

İşte bu uyarı ister Mekke kâfirleri olsun, ister başka kâfirler olsun, her yerdeki zâlim kasaba halklarını kuşatan bir ikazdır, bir uyandır. O hâlde her kâfire düşen şey, bir an önce zulmünden vazgeçip tevbe etmekte acele etmesidir. İleride tevbe ederim diye işi ertelemeye, ihmale bırakmamalıdır, buna aldanmamalıdır.

103

İşte bunda âhiret azâbının şiddetinden korkanlar için muhakkak bir ibret vardır. İşte o gün bütün yaratılmışların şâhit olacakları, hazır bulunacakları bir gündür.

İşte bunda âhiret azâbının korkanlar için muhakkak bir ders ve bir ibret vardır.”

Yani bunların doğruluğuna, sahih olduğuna ve varlığına inananlar için..

İşte o gün hesap ve cezâ için bütün insanların toplandığı kıyamet günüdür.” (.......) işaret ismi, kıyamet gününe işaret etmektedir. Çünkü bundan önce geçen, “âhiret azâbı” bu manaya delalet etmektedir. (.......) kelimesi, (.......) kelimesiyle merfû' olmuştur. Nitekim bu kelimenin kök kelimesi olan fiili de failini ref'eder.

Meselâ, (.......) gibi. Ancak burada, ismi mefûl fiiline tercih edilmiştir. Çünkü İsmi mefulde kıyamet gününde toplarıılması konusunda sebat ve kesin mana vardır ve bu aynı zamanda toplanmanın insanlara isnadını da daha kesin olarak ifade etmektedir. Çünkü insanlar o kıyamet gününden ayrı kalmayacaklar ve hepsi de hesap vermek, sevap ve cezâ almak üzere huzurda toplanacaklardır.

İşte o gün bütün yaratılmışların şâhit olacakları, hazır bulunacakları bir gündür.”

Yani o günde herkes/hazır bir hâlde bulunacaklardır. Zarfı mefulü bih yerinde kabul etmekle rnanayı daha geniş olarak tuttu.

Yani cer harfini hazfetmekle, fiili zarfa taallûk ettirirken sanki onu mefulün bih gibi kabul etmiştir.

Yani bütün yaratıklar o gün o mevkıf-mahşer ve durak yerinde hazır bulunacaklar. Oraya gelmeyen olmayacaktır.

104

Biz o kıyamet gününü yalnızca Allah katında saydarı bilinen müddet süresince bekletiriz.

Biz o kıyamet gününü yalnızca Allah katında sayıları bilinen müddet süresince bekletiriz.” Ecel kelimesi, Mutlak manada erteleme ve geciktirme süresinin tamamına ve nihâyetine, sona ermesi anma kadar olan anlamdadır. Halbuki Add kelimesi, yani süre, sayı manasında olan bu kelime, sadece müddet ve süre anlamındadır, bunun bir son noktası ve ulaşacağı son anı yoktur. Bu durumda, (.......) kavlinin manası şöyle olmaktadır: “Ancak sayılı bir müddetin ve sürenin bitiminde” demektir. Dolayısıyla burada muzaf hazf olunmuştur. Yahut da mana şöyledir: “Biz bu günü ertelemeyiz, ancak bizim dünya için biçtiğimiz son süre bitinceye kadar erteleriz, daha fazla asla değil.”

105

İşte o hesap ve cezâ günü geldiği vakit, artık Allah'ın izni olmaksızın asla hiçbir kimse konuşamaz. Bunlardan kimi bedbahttır, kimileri mutludur.

İşte o hesap ve cezâ günü geldiği vakit, artık Allah'ın izni olmaksızın asla hiçbir kimse konuşamaz.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) kelimesini (.......) harfiyle (.......) olarak okumuştur. Ancak kendisine Ebû Amr, Nafî, Ali Kisâî Vasl hâlinde muvafakat etmişlerdir. Zaten asıl olan (.......) harfiyle okumaktır. Çünkü burada (.......) harfinin hazfını gerektiren bir şey yoktur.

Ancak Huzeyl kabilesinin lehçesinde (.......) harfini hazfedip bunun yerine sadece kesre yani esre harekeyle yetinmek çok kullanılmaktadır. Nitekim bunun benzeri (Kehf, 64) âyetinde geçen, (.......) kavlidir.

Burada geçen, “Nebği” kelimesi, aslında,- (.......) şeklindedir.

Yani 390 kelimenin sonunda (.......) harfi vardır.

Burada (.......) kelimesinin faili, (.......) (Hûd,103) kavline râci olan zamîrdir. Yoksa (.......) kelimesine muzaf olan (.......) kelimesi değildir ve bu, (.......) fiiliyle yahut da, (.......) kavliyle mensûbtur. Bu da (.......) demektir.

Yani O gün Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse bir başka kimseye şefâat edemez. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “İzni olmadan Onun katında kim şefâat edebilir?”

(Bakara,255) “Bunlardan kimi küfürleri sebebiyle bedbahttır -azap olunmuşlardır-, kimileri de imanları sebebiyle mutludur.” Nimetlere boğulmuşlardır. (.......) kavlindeki zamîr, (.......) (Hûd,103) kavlinde “Nas yani insanlar” ifadesi geçmişti. Son cümle, (.......) takdirindedir.

106

Bedbaht olanlar cehennem ateşindedir. Onların orada çektikleri azâbın şiddet ve dehşetinden öylene feci bir nefes ahp vermeleri var ki anlatılamaz.

“Bedbaht olanlar cehennem ateşindedir. Onların orada çektikleri azâbın şiddet ve dehşetinden öylene feci bir nefes ahp vermeleri var ki anlatılamaz.”

Âyette geçen, (.......) kelimeleri zorlukla nefes alıp vermek demektir. Yahut da, (.......) kelimesi eşeğin anırmaya başladığı ilk andaki sesi gibi bir nefes alışları var demektir. (.......) ise anıran eşeğin anırmasının son demlerindeki sesi gibi bir nefes verişleri vardır.

Yani bunlara cehennem ateşi içinde ıstıraptan âdeta eşeklerin anırtı ve bağırtıları gibi feryat edip dururlar, demektir. Cümle ise hâl yerinde gelmiştir. Bunda amil ise, ateşteki kalışları anlamındaki istikrardır.

107

Sadece Rabbinin diledikleri dışında onlar, gökler ve yer durduğu müddetçe cehennem ateşinde, ebedî olarak kalacaklardır. Çünkü Rabbin, dilediğini yapandır.

“Sadece Rabbinin diledikleri dışında onlar, gökler ve yer durduğu müddetçe cehennem ateşinde ebedî olarak kalacaklardır.”

Buradaki, (.......) kavli, mukadder hâldir. (.......) kavli ise, Nasb yerinde gelmiştir.

Yani mahallen mensûbtur. Manası, “gökler ve yer devam ettiği müddetçe” demektir. Buradaki gökler ve yerden kasıt, âhiret hayatını, öte dünyanın gökleri ve yeri demektir. Çünkü bunlar yaratılmış olmakla birlikte ebediyete kadar hep var olacaklardır. Öte dünyanın gökleri ve yerinin olduğuna dair delil yüce Allah'ın şu kavlidir: “Yer başka bir yer, gökler de başka gökler haline getirildiği gün...” (İbrâhîm, 48) Bir başka tefsir ise şöyle yapılmıştır: “Üst ve alt, yukan ve aşağı, taban ve tavan devam ettiği müddetçe. Çünkü âhirette ihsanı güneşten koruyup gölgeleyecek, altında banndıracak, taşıyacak bir gök veya Arş olacaktır.” Çünkü insanı gölgesi altında tutan veya bulunduran her şey semadır. Ya da bu ifade sadece ebediyet manasını ifade etmek ve bu azâbın asla kesilmeyeceğinin önüne geçmek ve bu gibi yanlış bir tefsire meydan vermemek içindir. Meselâ Araplarda, Bir tek yıldız da parladığı müddetçe diye bu ve benzeri ebedilik bildiren ifadeleri vardır ki, işte bu da bu nevi bir ifadedir.

“Sadece Rabbinin diledikleri dışında” kavli, cehennem ateşinde ebedî kalacak olanlardan istisna edilenleri bildirmek içindir. Bunun böyle olması, cehennem ya da ateş ehlinin yalnızca ateşte ebedî olarak kalmakla işleri tamamlanmış olmayacak, aksine orada ateş ile azap olunmaları dışında en şiddetli azap türleriyle de cezâlarıdırılıp azap göreceklerdir.

Yahut, (.......) kavli, (.......) manasınadır. Bunlar da cezâlarını çektikten sonra cehennem ateşinden çıkıp kurtularak cennete girecek olanlardır. Bunlara “Cehennemlikler” denir. Bunlar aynı zamanda cennet ehlinden de istisna edilmişlerdir. Zira belli bir zaman dilimi için de olsa cennetliklerden aynlıp cezâ çekmek üzere cehennem ateşine atılmışlardır. Ancak bunlar ebedî olarak cehennem ateşinde kalmak gibi bir bedbahtlığa sahip değiller, onlar gibi ebedî kalıcı değillerdir. Buna rağmen cennet ehli gibi direkt olarak cennete giren ve asla cehennem ateşiyle temas etmeyen bahtiyar kimselerden de değillerdir. Bu durum İbn Abbâs, Dahhak ve Katâde'den -Allah hepsinden de râzı olsun- rivâyet olunmuştur.

Çünkü Rabbin dilediğini yapandır.”

108

Mutlu ve bahtiyar olanlar ise, cennettedirler. Bunlar da Rabbinin diledikleri dışında gökler ve yer durduğu müddetçe bir daha çıkmamak üzere orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Böylece bitmez ve tükenmez sonsuz bir ihsan ve ikram içinde olacaklar.

Mutlu ve bahtiyar olanlar ise, cennettedirler. Bunlar da, Rabbinin diledikleri dışında gökler ve yer durduğu müddetçe bir daha çıkmamak üzere orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” Kırâat imâmlarından Hamza, Ali Kisâî ve Hafs, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi okumuşlardır. (.......) kelimesi lazım fiildir, ancak (.......) kelimesi müteaddidir.

(.......) kavliyle cennet nimetleri içinde ebedî olarak kalanlardan kimileri istisna ediliyor, dışanda bırakılıyor. Bunun böyle ifade edilmesi ise, meselenin sadece cennetle kalmayıp, cennet ehlinin ayrıca bunun üzerinde çok daha büyük bir nimet ile ödüllendirileceklerinin de gerçek bir ifadesi ve anlatımıdır. Bu en büyük nimet ise yüce Allahı görmek, Onun nzasma ermektir. Ya da bunun manası şöyledir: “Ancak cennete girmeden önce, cezâları gereği cehennemde günahları nispetinde cezâ görüp de daha sonra çıkacak olanlar müstesna.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) nin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyetine göre O şöyle buyurmuştur: “Her iki Âyetteki istisna cennet ehli ile alâkalıdır.” İbn Merduye Cabir'den benze olarak rivâyet etmiştir. Bk. “el-Dürrü'l-Mensur,4/476

Manasına gelince, bizim anlattığımız gibi şöyledir: “İsyankâr olan bir Müslüman, cehennem ateşine atılıp da cezâsını çektikten sonra ateşten yani cehennemden çıkacağından ötürü orada ebedî manasında sonsuza kadar kalacak manasında değildir. Diğer taraftan cennette de ebedilik kendisi için söz konusu değildir. Çünkü işin başında cehenneme girmiştir.

Cezâsını çekip çıktıktan sonra cennete girdiğinde ötürü de bu manasıyla ebedî cennetliktir, demek değildir.

Mu'tezile ise, İsyankar olanların ebedî olarak cehennemde kalacaklarını kabul ettiklerinden dolayı, böyle okunda, cezâsını çeken Müslümanların cehennemden çıkacakları konusunda rivâyet olunan hadisleri de kabul etmeyip reddetmişlerdir. Bu, apaçık bir günah ve vebal olarak onlara yeter.

“Böylece bitmez ve tükenmez sonsuz bir ihsan ve ikram içinde olacaklar.”

Yani ardı arkası kesilmez, sonsuza kadar, demektir.

Yani bu lütuf ve ihsan sonsuza kadar hep uzayıp gidecektir. Bu, tıpkı Rabbimizin şu kavlinde geçtiği gibidir: “Onlar için tükenmeyen, bitmeyen bir mükâfat vardır.” (Fussilet,8) Burada geçen, (.......) kelimesi mastar olarak mensûbtur.

Yani, (.......) demektir.

Rivâyete göre Cehmiye mezhebi mensupları dört âyeti inkâr etmişlerdir. Bunlardan bir tanesi bu, (.......) ayetidir, biri, (Ra'd, 35) (.......) ayetidir, biri, (Nahl,96) (.......) ayetidir, biri de, (Vakıa,33) (.......) ayetidir.

109

Onların tapmakta oldukları şeylerin bâtıl olduklarından ve onları ateşe götürdüğünden asla şüphen olmasın. Çünkü daha önce atalarının da taptıkları gibi onları taklitten ibârettir. Biz onların paylarına düşen hak edişlerini elbette eksiksiz olarak vereceğiz.

Onların oldukları şeylerin bâtıl olduklarından ve kendilerine hiçbir fayda getirmediğinden, onları ateşe götürdüğünden asla şüphen olmasın.”

Yani sana indirilip anlatıları bu kıssaların hiç birinden şüphen olmasın.

Yani kendilerinden önce geçen toplumların kötü sonlarına ilişkin olarak anlatılanlar hakkında sakm kuşkuya düşmeyesin. Aslında bu, Resûlüllahnü bir manada teselli anlamındadır ve ona karşı çıkanlardan intikam alınacağı, hesap sorulacağına âit de bir vaat, bir söz vermedir. Düşmanlarına karşı da bir tehdittir. Bundan sonra da şöyle buyurmaktadır:

Çünkü daha önce atalarının da taptıkları gibi onları taklitten ibârettir.” Burada anlatılmak ve belirtilmek istenen şey, bu toplumların Allah'a şirk koşma açısından durumları tıpkı kendilerinden önce geçen müşrik toplumların durumuna benzemektedir. Nitekim onların atalarının başına nelerin geldiği bilgisi sana ulaştı. Dolayısıyla pek yakın bir gelecekte aynısı bunların da başına inecektir. Bu bir istinaf cümlesidir. Manası da âyette söz konusu edilen şüpheden nehyin veya yasağın gerekçesini bildirmektir.

Ayrıca, (.......) kavliyle (.......) kavimdeki (.......) harfi mastariyedir yahut da mavsuledir yani ilgi zamîridir.

Yani bu, (.......) demektir. Yahut da, “putlara tapmaktaki durumları tıpkı atalarının tapmakta olduklarından ibârettir.”

Biz onların paylarına düşen hakedişlerini elbette eksiksiz olarak vereceğiz.”

Yani hakettikleri azâbı elbette tam olarak vereceğiz. Tıpkı atalarına hakedişlerini, azaplarını tastamam verdiğimiz gibi vereceğiz. Burada geçen, (.......) kavli,

(.......) kavlinden hâl olarak gelmiştir.

Yani eksiksiz, tastamam, demektir.

110

Andolsun ki biz Mûsa'ya da Kitab'ı verdik. Böylece hakkında ihtilafa düşüldü. Eğer Rabbinden onların azaplarının erteleneceğine dair önceden bir söz ve karar olmasaydı, mutlaka aralarında kesinlikle hüküm verilmiş ve işleri de bitirilmiş olurdu. Şüphesiz Mekkeliler de indirilen Kitap hakkında ciddi ve derin bir şüphe içindedirler.

Andolsun ki biz Mûsa'ya da Kitab'ı verdik. Ancak kavmi arasında ona inananlar olduğu gibi, onu yalan sayarak karşı çıkanlar oldu. Böylece hakkında ihtilafa düşüldü.” Nitekim.Kur'ân içinde bu manada ihtilafa düşüldü. Bu, Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem) bir manada teselli içindir.

Eğer Rabbinden onların azaplarının erteleneceğine dair önceden bir söz ve karar olmasaydı, mutlaka aralarında kesinlikle hüküm verilmiş ve işleri de bitirilmiş olurdu.”

Yani ya Hazret-i Mûsa'nın kavmi arasında veya senin kavmin arasında onların köklerini kazıyacak kesin hüküm verilmiş olurdu.

Şüphesiz onlar Mekkeliler de indirilen Kitap hakkında ciddi ve derin bir şüphe içindedirler.” Kur'ân veya azap hakkında derin bir şüphe içindedirler. (.......) kelimesi,

(.......) kökünden türemedir. Bir kimsenin şüphe sâhibi olması, şüphe içinde bulunması hâlinde bu ifade kullanılır. Bu da mecâzî anlamda bir isnattır.

111

Şüphesiz Rabbin işlediklerinin karşılığını kendilerine tam olarak verecektir. Şüphesiz Rabbin, gizli olsun, aşikar olsun onların bütün yaptıklarından haberdardır.

Şüphesiz Rabbin işlediklerinin karşılığını kendilerine tam olarak verecektir.” Burada geçen (.......) kelimesindeki tenvîn, muzâfun ileyh yerine gelmiştir.

Yani bu, (.......) demektir.

Yani bu konuda ihtilafa düşenlerin tamamı, demektir. (.......) edatı şeddelidir, ancak, (.......) ise şeddesizdir yani muhaffeftir yani, (.......) tarzındadır. Bunu da bu şekilde okuyanlar Basra okulu mensupları ile Ali Kisâîdir. Burada geçen (.......) edatmdaki, (.......) harfi, mezîdedir. Getiriliş sebebi ise; bu sayede, (.......) edatının lamı olan,

(.......) kavlindeki lam harfiyle (.......) kavlinde bulunan lam harfinin arasını ayırmaktır, yani fasl içindir. Bu da mahzûf bir kasemin cevâbıdır. (.......) kavlindeki lam harfi kasem yani yemin için getirilmiştir. “Şüphesiz onların hepsinin, Allah'a yemin olsun ki, senin Rabbin amellerini tam olarak verecektir.”

Yani imanlarıyla alâkalı olsun, inkârlarıyla ilgili olsun, ister iyilikleri olsun, isterse kötülükleri olsun bütün bunlara ilişkilin olarak amellerinin karşılığını verecektir.

Kırâat imâmlarından Ebû Bekir ise birinci okuyuşun aksine olarak, (.......) edatını şeddesiz şekilde “İn” olarak, (.......) kavlini de şeddeli olarak okumuştur. Ebû Bekir (.......) edatını nefiy edatı olarak kabul etmiştir.

Ancak İbn Kesîr ve Nâfi ise her ikisini de şeddesiz olarak, (.......) ve (.......) şeklinde okumuşlardır. Bu kırâat imâmları ise, muhaffef yani şeddesiz olan, “İn” edatına şeddeli yani sakile olan, (.......) edatının görevini yüklemişlerdir. Bunu da asli durumu dikkate alarak yapmışlardır ki bu da teşkildir yani şeddeli, olma halidir. Çünkü (.......) fiile benzeyen harflerdendir. Fiil ise hem haziften önce ve hem sonra amel eder.

Meselâ, (.......) ve (.......) gibi. Nitekim fiile benzeyen harf de böyledir. Bu kırâat imâmları dışındakiler ise her ikisini de şeddeli okumuşlardır, bu ise zorlukli bir okuyuş tarzıdır. Bu konuda söylenen en güzel şey, bu kelimenin (.......) kökünden alınmasıdır.

Yani bu ifade: (.......) demektir ki, onu dürüp bir araya topladım, manası sına gelir. Sonra bu kelime üzerinde vakfetti, durdu ve kelime, (.......) oldu. Sonra da vasıl yani geçiş hâlini de vakf hâli gibi değerlendirdi. Ayrıca kendisinde tenis yani müenneslik elifi bulunan mastarlar gibi de değerlendinlerek, tıpkı, (.......) gibi olması da câizdir. Zühri ise bunu, (.......) olarak okumuş yani, (.......) kelimesini tenvinli olarak okumuştur. Tıpkı, (Fecr,19) (.......) âyeti gibi. Bu da bizim zikrettiğimiz şeyi teyid etmektedir. Mana şöyledir: “Şüphesiz hepsi hemen toplanacaklardır.”

Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi: (.......) (Hicr, 30) “el-İycaz” adlı eserin müellifi diyor ki: (.......) kelimesinde zarf anlamı vardır. Cümleye giriş sebebi, cümlede ihtisar olsun, söz fazla uzamasın içindir.

Sanki burada şöyle denilir gibidir: (.......) Kisâî diyor ki, (.......) edatının şeddeli olması hakkında benim bir bilgim yoktur.

Şüphesiz Rabbin, gizli olsun, aşikar olsun onların bütün yaptıklarından haberdardır.”

112

O hâlde seninle beraber tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin. Çünkü o, sizin yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Ey Peygamber! Öyleyse şirkten tevbe ederek seninle beraber îman edenlerle birlikte emrolun duğun gibi dosdoğru ol!” Ey Resûlüm Muhammed öylene istikamette ol ve bir dürüstlük sergile ki, tıpkı sana emrettiğim gibi olsun ve o emrettiğim dürüstlükten asla dönmemek üzer dosdoğru ol.

(.......) kavli, (.......) kelimesinde saklı bir kelime üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Ayrıca munfasıl bir zamîrle'tekit olunmadığından bunun yerine geçen bir fâsılm yani ayncmın olması da câizdir.

Yani Sen istikamette ol ve küfürden tevbe ederek samimi bir şekilde Allah'a dönenler de istikamette olsunlar.

Aşırı da gitmeyin.” Allah'ın koymuş olduğu sınırları da çiğnemeyin. “Çünkü yapıp ettiklerimizi çok iyi görendir ve buna göre de yaptıklarınızın karşılığını verecektir.” O hâlde Allah'ın emirlerine bağlı kalarak ve yasaklarından uzaklaşarak azâbından sakının. Rivâyete göre Resûlüllahne (sallallahü aleyhi ve sellem) inen âyetler arasında ona ağır gelen bu âyet kadan bir başka âyet olmamıştır. Bunun içindir ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Hûd sûresi benim belimi kırdı/beni ihtiyarlattı.” Tirmizî-,3297

113

Asla zâlimlerden yana tavır sergilemeyin sonra size ateş dokunur (cehennemde yanarsınız. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O'ndan da yardım göremezsiniz.)

Asla zalimlerden yana tavır sergilemeyin.” Onlara meyletmeyin. Nesefî diyor ki: Bu hitap kafirlerin peşinden giden, onlarını sempatizanları durumunda olanlaradır.

Yani, “Zulüm ve haksızlıklarında, halkı ezmede kâfir önder ve liderlere meyletmeyin, onlardan yana tavır sergilemeyin. Sizi davet ettikleri, çağırdıkları şeylerde onlara itâat etmeyin” demektir.

Sonra ateş size dokunur.” Onlara meyletmek demek, onların küfürlerine nza göstermek, onları hoşgörü ile kabullenmek demektir. Nitekim Katâde şöyle diyor: “Müşriklere katılmayın, onlarla beraber olmayın, birlikte hareket etmeyin.”

Muvaffakuddin el-Mavsıli el-Bağdadi ise, imâm arkasında namazını kılmakta iken, imâmın bu âyeti okuması üzerine düşüp bayılmış. Aydınca, kendisine bayılma nedeni sorulunca şu cevabı vermiştir: “İmâmın okuduğu bu âyet zalimlerden yana tavır koyanların cehennemi boyla yacaklarını anlatıyor, peki ya bir de kişi zâlim ise, acaba onun gideceği ve boylayacağı yer ve cezâ nasıl olacak? diye düşündüğümden dolayı bayılıp düşmüşüm.”

Hasen-ı Basrî'de şöyle diyor: “Bu âyette görüldüğü gibi yüce Allah, dini (.......) arasında yani iki ret arasında yer aldığını zikretmiştir. Bunlardan biri, (.......) yani “Aşırı gitmeyin” ile (.......) yani “meyletmeyin, ...yana tavır sergilemeyin” ifadeleri arasında anlatıp izah etmiştir.”

İmâm Süfyan Sevri de demiştir ki: “Cehennem içinde öyle bir vadi var ki, buraya yalnızca kralların yanında yer alan, onların zulümlerine destek veren bilgin ziyaretCinler girecektir, onlara burada kalacaklardır.”

Nitekim İmâm Evzai de diyor ki: Allah, bir devlet adamını, valisini gidip ziyaret eden bir alime buğzettiği kadar hiçbir kimseye asla buğzetmez.”

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmaktadır:

“Kim, bir zalimin uzun ömür yaşaması için duada bulunursa, Allah kendi toprağında ona karşı isyan edilmesini diler.” Beyhaki bu hadisi Şuabul Îman kitabında rivâyet etmiştir

Süfyan Sevri'ye, çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir zalime, su verilip verilemeyeceği hakkında bir soru yöneltildiğinde, o, hayır, verilemez, demiş. Yine kendisine, yahu adam ölmek üzeredir! diye tekrar sorul duğunda, onun söylediği söz; “Bırakın onu ölürse ölsün” olmuştur.

Sizi Allah'tan başka dostlarınız yoktur.” Burası, (.......) kavlinden hâldir.

Yani “siz durum üzere olduğunuz hâlde bu takdirde cehennem ateşini boylayacaksınız ve Allah'tan başka da sizi o azaptan menetmeye, kurtarmaya gücü yetecek olan da yoktur” demektir.

Sonra da size yardım edilmez.” Sizi o azaptan kurtaracak Ondan başkası da yoktur. Çünkü sizin azap görmenize hüküm veren bizzat Odur. Burada geçen, (.......) edatının manası, olmayacak demektir.

Yani Allah'tan yardım beklemeniz uzak bir ihtimaldir, olacak bir şey değildir, demektir.

114

Gündüzün iki tarafında ve gecenin de erken saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyi işler kötü işleri giderir. İşte bu hüküm, öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.

Gündüzün iki tarafında ve gecenin de erken saatlerinde namaz kd.” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu ise gün bitimi vakti, akşama yakın saatler demektir. Kelime, (.......) kökünden türemedir ve yaklaştırmak, yakın olmak gibi manalara gelir. (.......) demek, sabah namazı demektir. (.......) ise öğle ve ikindi namazları demektir. Çünkü zevalden sonrasına Aşiy denir. (.......) de akşam ve yatsı namazları manasınadır. (.......) kavli, zarf olarak mensûb kılınmıştır. Çünkü her ikisi de vakte muzaf olmuşlardır.

Meselâ; (.......) gibi ki, “Gün boyu yanında kaldım” veya “bütün gün yamnda kaldım” demektir. Ya da, (.......) gibi ki hepsi bu manaları itibariyle yani vakte muzaf olmaları hasebiyle zarf olarak mensûbturlar.

Yani bütün bunların mensûb olmaları, muzaf olan kelimeyi muzâfun ileyh hükmünün verilmesindendir.

Çünkü iyi işler kötü işleri giderir.”

Yani beş vakit namaz günahları siler götürü, yok eder. Nitekim bir hadislerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz beş vakit namaz, aralarında işlenen günahları yok eder, siler.” Muhammed Bin Nasr rivâyet etmiştir. Nitekim Kenzul Ummal kitabında da (18957) rakamıyla şu lafızla geçmektedir: “Şüphesiz beş namaz günahları giderir, yok eder.” Hakîm de bunu Müstedrek, 1/119'da şu lafızla rivâyet etmiştir: “Farz kılman namaz, aralarında işlenen büyük günahlara kefarettir, onları siler götürür.” )

Yahut da taatler günahları giderir, anlamındadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kötülüğün ardından hemen iyilik yap, kötülüğü silip yok etsin.” Ahmed İbn Hanbel, Müsned; 5/153. Tirmizî;1987

Yahut iyiliklerden kasıt; Sübhanellah, el-Hamdulillah, La ilahe illallah ve Allahu Ekber demektir. “İşte bu hüküm,” Bu işaret ismi, (.......) kelimesine ve sonrasına yahut da Kur'ân'a işaret etmektedir. “Öğüt almak isteyenlere bir hatırlatmadır.”

Nasihat almak isteyenlere bir öğüttür.

Bu âyet bir hurma satıcısı olan Ensar'dan Amr İbn Gaziyye hakkında nâzil olmuştur. Hurma satın almaya gelen bir kadına evde/içerde bunun daha kalitelisi var diyerek, kadını içeri alır ve kadını öper. Sonra da bu davranışı yüzünden pişmanlık duyar ve ağlayarak Resûlüllahne gelip durumunu anlatır. İşte bu âyet bunun üzerine nâzil olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle der:

“Sen bizimle birlikte ikindi namazını kildin mı?” Adam da: “Evet” der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: “İşte o namaz senin günahın için bir kefarettir.” Buyurur. Resûlüllah'a: “Bu durum sadece bu adama âit özel bir bağışlama mıdır?” diye sorulması üzerine,” Bütün Müslümanların geneli içindir” buyurur. Tirmizî, 3113

115

Ey Resûlüm! Sabret! Çünkü Allah ihsan sâhibi kimselerin ecrini asla zayi etmez.

Ey Resûlüm! Sabret!”

Yani emrolunduğun şeyleri yerine getirmede ve yasaklandığın şeylerden de uzak durmada bu emre uymakta sabırlı ol. Çünkü sabır olmadan hiçbir şey sona ermez, tamamlanmış olamaz. Her şey ancak sabır sayesinde olur.

Çünkü Allah ihsan sâhibi kimselerin ecrini asla zayi etmez.” Yüce Allah, (.......) emrinden itibâren, (.......) emrine kadar bütün emir ve yasakları kapsayacak şekilde ve başkaca iyilikleri içine alacak tarzda bir ifade getirmiştir.

116

Sizden önceki asırlarda yeryüzünde bozgunculuktan, engelleyecek aklı başında kimseler olmalı değil miydi? Ancak onlardan azaptan kurtardığımız pek az kimseler müstesnadır. Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın, peşine düştüler. Zaten günahkar idiler.

Sizden önceki asırlarda yeryüzünde bozgunculuktan, engelleyecek aklı başında kimseler olmalı değil miydi?”

Burada geçen, (.......) kavli, (.......) demektir.

Yani

“Olmalı değil miydi” anlamındadır. Bu ifade tahsis manası için konulmuş bir ifadedir ve mahsusun bilfiil yani fiile âittir. (.......) kavli, fazilet sâhibi, erdemli kişi, iyilik yapan gibi manalara gelir. Âyette fazilet, erdem ve cömertlik ifadeleri, (.......) kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü kişi, elden çıkaracağı şeyler arasından en değerli ve en iyi olanlarını elinde tutar, vermez. Bu bakımdan bu kelime, cömertlik ve erdemli olma ifadeleri yerinde kullanılan bir darbı mesel hâlini almıştır. Meselâ filân kimse toplumunun bakiyesidir, yani onların arasında en iyi kalan kasisidir, en hayırhlarıdır. Nitekim bu konuda şu darbı mesel de buna bir örnektir: “Zaviyelerde ancak hazineler bulunur, adamlar arasında da ancak ender adam kalır.”

Yine, “yeryüzünde bozgunculuktan, engelleyecek” kavliyle yüce Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ümmetinin hayretlerini gerektirecek bir noktaya dikkat çekiyor. Bu sürede helaklerinden söz ettiği toplumlar çerisinde akıl sâhibi, dindar ye başkalannı küfürden, mâsiyetlerden menedecek kimselerin var olmaları gerekmez miydi... diyerek şaşılacak ve hayret edilecek bu noktaya dikkatlerini çekiyor.

Ancak onlardan azaptan kurtardığımız pek az kimseler müstesnadır. Ki onlar da görevlerini gereğince yapan mü’min kimselerdir.” Bu münkati istisnadır.

Yani, insanları bozgunculuk yapmaktan nehyedip menedenler olarak kurtardıklarınıız gerçekten az sayıda kimselerdir. Halbuki kalanların hepsi bu görevi, yani menetme görevini terkediyor ve yapmıyorlardı.

Ayrıca, (.......) kavlinde yer alan, (.......) edatı beyan yani açıklama içindir, yoksa tabiz için değildir yani bazısı, bir kısmı manasına gelen bir edat değildir. Çünkü kurtuluş sadece menedenler, kötülüğe engel olmaya çalışanlar içindir. Bunun da delili şu ayettir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “....Biz de kötülüklerden menedenleri kurtardık, zulmedenleri de işleyegeldikleri kötülükleri yüzünden şiddetli bir azap ile yakalayıp cezâlarıdırdık.” (A'raf, 165)

Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler.”

Yani kötülüklerden, Allah’ın istemediği şeyleri yapanları bu fillerinden menetmeyi bıraktılar, bunlara karşu görevlerini terkettiler. Bu kavil, muzmer olan bir ifade üzerine atfolunmuştur.

Yani bu şöyledir: “Ancak kötülüklerden menetmeleri sebebiyle kendilerini kurtardıklarınıız ise oldukça azdır. Zalimlik yolunu seçenler ise, şehvetlerinin peşine düşenler ise,” Bu ifade “menettiler” kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır.

(.......)

Yani nerede bir nimet ve dünyalık imkanı varsa, nerede bir refah, servet ve bolluk bulunuyorsa bunun peşine takıldılar, kolayca elde edilen dünyalık sebeplerinin ve iyi bir yaşam geçirme arzularının peşine takıldılar. Bu nedenle Allah'ın yapılmasını istediği ve Emri bil maruf zaten günahkar idiler, denilen şeyleri terkettiler, Allah'ın yasaklayıp da yapılmasını istemediği şeylerin terkedilmesi için de görevlerini yapmadılar, bunu da bıraktılar. Hepsini de arkalanna attılar, hiçbirini umursamadılar.

Zaten günahkar idiler.” Bu bir itiraz yani parantez cümlesidir. Bununla bu kimselerin mücrim yani suçlu toplum olduklarına hükmediliyor.

117

Halkı ıslahatçı olduğu hâlde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helâk etmez.

“Halkı ıslahatçı olduğu hâlde Rabbin, bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp helâk etmez.)

Bu âyette geçen, (.......) kavlinin başında yer alan, “Lam” harfi tekidi nefiy içindir yani kesin olumsuzluk anlamındadır. (.......) ise failden hâldir.

Yani mana şöyledir: “Halkı dürüst oldukları hâlde Allah, onlara zulmederek o memleketleri helâk edecek değildir.” Yüce Allah burada yüce zâtını zulümden ve haksızlık etmekten tenzih ediyor.

Bir tefsire göre Zulmün Şirk olduğu ifade edilmiştir.

Yani, o toplumlar kendi aralarındaki iş ve muamelelerinde dürüst davrandıkları müddetçe, şirklerine bir başka fesâdı ve yanlışı bulaştırmadıkları sürece yüce Allah, halkının müşrik olması sebebiyle onları helâk edecek değildir.

118

Rabbin dileseydi, bütün insanları bir tek millet yapardı. Fakat onlar ihtilafa düşmeye devam edeceklerdir.

Ey Resûlüm! Eğer Rabbin dileseydi, bütün insanları bir tek millet yapardı.”

Yani îman etmekte ve Allah'ın emirlerinle itaatte bulunma konusunda kendi istekleriyle ittifak etmelerini sağlardı. Ancak bunu dilemedi. Mu'tezile diyor ki; Bu, zorlama anlamında bir meşiet yani dilemedir. İşte bu durum, imtihanı, iptilayı kaldıran bir durumdur.

Fakat onlar ihtilafa düşmese devam edeceklerdir.” Küfür ve îman konusunda hep farklı inanışlara sahip olacaklardır.

Yani Allah, onların böyle bir ihtilafa kendi ihtiyarları ve istekleriyle düşeceklerini bilmesi sebebiyle, onların aynlığa düşmelerini istedi.

119

Ancak Rabbinin rahmetine nail olan kimseler müstesnadır. Ashnda Rabbin onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı.

Böylece Rabbinin “Andolsun Ben, cehennemi tamamıyla cinler ve insanlarla dolduracağım” sözü gerçekleşmiş oldu.

Ancak Rabbinin rahmet ettiği müstesnadır.” Ancak Allah'ın kendilerini ihtilaftan koruduğu, hak dinde ittifak edip de herhangi bir ihtilafa düşmeyen kimseler müstesna.

Onları bunun için (rahmet etmek için) yarattı.”

Yani üzerinde ihtilafa düşecekleri şey üzere yarattı. Bize göre yüce Allah onların, üzerinde ihtilafa düşüp veya ittifak edip de yürüyeceklerim bildiği şey üzerinde yaratmıştır. Yoksa onları bildiği başka şeyler üzerinde yürüyecekleri manasında yaratmamıştır. Nitekim bu durum, “Şerha'l-Te'vilat” adlı eserde de böyle geçmektedir.

(.......) Böylece Rabbinin -meleklere- “Andolsun Ben, cehennemi tamamıyla cinler ve insanlarla dolduracağım” sözü gerçekleşmiş oldu.”

Yani ezeli bilgisinde bunların çoğunluğunun batılı tercih edeceklerini bildiği için...

120

Peygamberlerin haberlerinden, senin gönlünü huzura kavuşturup güçlendirecek her haberi sana anlatıyoruz. Öyle ki, sana hak ve mü’minlere de bir öğüt ve bir hatırlatma gelmiştir.

Peygamberlerin haberlerinden, senin gönlünü huzura kavuşturup güçlendirecek her haberi sana anlatıyoruz.”

Burada geçen, (.......) kelimesindeki tenvîn, muzâfun ileyh yerine gelmiştir. Sanki şöyle denilmektedir: “Her bir haberi” Ve bu kelime, (.......) kavliyle mensûbtur. (.......) ise, (.......) kelimesini açıklamak içindir. Bundan sonraki, (.......) kavli de,

(.......) kelimesinden bedeldir.

Öyle ki ve mü’minlere de bir öğüt ve bir hatırlatma gelmiştir.” “Gönlünü huzura kavuşturmak, tespit etmek” ifadesi; daha fazla yakin ve kesin bilgi demektir. Çünkü delillerin çok fazla var olmasının insan kalbi ve gönlü üzerinde daha etkin bir rolü bulunmaktadır.

121

Îman etmeyenlere de ki: “Elinizden ne geliyorsa yapın. Biz de gerekeni yapacağız.

Îman etmeyenlere de ki: “elinizden ne geliyorsa yapın. -

Yani üzerinde bulunduğunuz konumunuzu koruyun, sürdürmekte olduğunuz yönde devam edin.- Biz de gerekeni yapacağız.”

122

Bekleyin! Şüphesiz biz de bekleyeceğiz.

“Bekleyin şüphesiz biz de bekleyeceğiz.”

Yüce Allah’ın Kitabında anlattığı gibi sizin gibilerinin başlarına gelenlerin aynen sizin de başırııza gelmesini bekleyin.

123

Göklerin ve yerin bilinmeyenleri yalnızca Allah'a âittir. Her şey Ona döndürülecektir. Ona kulluk et ve sadece Ona dayanıp güven. Halbuki Rabbin sizin yaptıklarınızdan gâfil değildir.

Göklerin ve yerin bilinmeyenleri yalnızca Allah'a âittir.”

Yani bu ikisinde neler olup bitiyorsa bunlardan hiçbir şey asla Allah'a gizli ve kapaklı kalmaz, işte sizin de amelleriniz bu manasıyla elbette Allah'a gizli kalmayacaktır.

Her şey Ona döndürülecektir. O da herkesi kendi ameliyle değerlendirecektir.” İşte bu itibarla onların da senin de sonunda işiniz vanp Ona dayanacaktır. Yaptıklarından dolayı da Allah onlardan intikam alacaktır.

Kırâat imâmlarından Nafı ve Hafs görüldüğü gibi, (.......) kelimeşini aynen buradaki gibi okumuşlardır. “Ona kulluk et ve sadece Ona dayanıp güven.” Çünkü Allah sana yeter ve O senin vekilin ve kefilindir. “Halbuki Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir.”

Kırâat imâmlarından Nâfi, İbn Âmir ve Hafs burada görüldüğü gibi, (.......) kelimesini (.......) harfiyle okumuşlardır.

Yani sen ve onlar, demektir. Burada muhatap göz önünde bulundurularak ona göre muhatap kipi kullanmıştır.

Rivâyete göre Tevrât'ın son âyeti bu âyet olmuştur. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Kim insanların en güçlüsü olmak istiyorsa, o kimse yüce Allah'a tevekkülde bulunsun, Ona dayanıp güvensin.” Hakîm bunu Müstedrek adlı eserinde, 4/270'te rivâyet etmiş, Deylemî de, “el-Firdevs, 5868'de şu lafızla rivâyet etmiştir: “Kim, Allah'ın kendisin Azîz-güçlü kılmasını istiyorsa, o kimse Allah'a dayanıp güvensin, Ona tevekkül etsin.” Zehebi diyor ki bu hadisin isnadında Hişam Bin Ziyat vardır, bu kimse metruktür. Muhammed Bin Muâviye'yi ise Darektni onu yalanlamıştır. Böylece hadis bâtıl yani asılsız olmuştur.

0 ﴿