YÛSUF SÛRESİSu sûre Mekke'de, nâzil olmuştur; 111 âyettir. 1Elif. Lâm. Râ. Bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir. “Elif. Lâm. Râ. Bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir.” Burada geçen, (.......)işaret ismi, bu suredeki âyetlere işaret etmektedir. (.......) kavli de sûre demektir. Yani; bu surede sana indirilen âyetler, durumu, Arapları acze düşürmek bakımından gayet açık ve net bir sûrenin apaçık âyetleridir, demektir. Yahut da, Senin açıkladığın bu âyetler, düşünenler için bunların Allah katından olduğu, beşer tarafından meydana getirilmediği gayet açıktır. Veya öylene açıktır ki, Arap dilinde indirildiğinden dolayı Araplar manasını anlamakta durumu birbirine kanştırmazlar, gayet rahat anlarlar. Yahut da bu surede, Yahûdîlerin Yûsuf (aleyhisselâm) kıssası hakkında sordukları şeylerin cevabı çok net bir şekilde burada açıklanmıştır. Rivâyete göre Yahûdî bilginleri, müşriklere demişler ki: “Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, Ya'kûb ailesinin Şam'dan Mısır'a gidişleri nedendir ve Yûsuf kıssası hakkında sorun” demişler. 2Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. “Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'ân olarak indirdik.” Yani Biz içinde Yûsuf (aleyhisselâm) kıssasının yer aldı ğı bu kitabı veya sûreyi indirdik, hem de Arapça bir Kur'ân olarak indirdik. Böylece Kur'ân’ın sadece bir kısmı da Kur'ân diye adlarıdırılmaktadır. Çünkü bu, cins isimdir, dolayısıyla tamamı için de, bir kısmı için de Kur'ân ismi kullanılabilir. “Anlayasınız, kavrayasınız, manalarını bilesiniz diye” Nitekim bir başka âyette yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur'ân kılsaydık, diyeceklerdi ki; Âyetleri detaylı şekilde açıklanmalı değil miydi?” (Fussilet,44) 3Ey Resûlüm Muhammed! Biz, sana bu Kur'ân'ı vahyetmekle geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce bu haberleri elbette bilmeyenlerden idin. “Ey Resûlüm Muhammed! Biz, sana bu Kur'ân'ı vahyetmekle geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz.” Bunu sana açıklamaların en güzeliyle anlatıyoruz, (.......) Arapça'da kıssayı ve olayı gerçek olan şekliyle olduğu anlatan kimse demektir. Zeccâc bunu bu şekilde zikretmiştir. Bir tefsire göre, (.......) kelimesi, iktisas anlamındadır, yani tam olduğu gibi anlatıp aktarmak demektir. Meselâ, Kassa'l-Hadise, Yakussuhu Kasasan gibi. Yani hadisi, sö zü, olayı aktardı gibi manalara gelir. Kelime aynı zamanda Fa'len şeklinde de gelebilir, mefûl anlamında olara. Nitekim tıpkı Nafdan kelimesinin Menfud anlamında olması ve Hasben kelimesinin de mahsub anlamında gelmesi gibi. Birinciye göre manası şöyledir: “Biz sana geçmiş toplumlara âit haberleri en güzel bir şekilde olduğu gibi anlatıyoruz.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, Mastarın nasbıyla mensûb kılınmıştır. Çünkü bu, mastar olan kelimeye muzaf olmuştur. Maksus yani anlatıları olay ise hazf edilmiştir. Çünkü, (.......) kavli böyle bir şeye gerek bırakmamaktadır. Ahsenul İktisas: İfadesinden kasıt, kıssa ya da olayı olduğu gibi gerçek şekliyle hiçbir kimsenin anlatamayacağı bir yoldan anlatıp aktarmaktır, en şaşırtıcı bir üslup ile aktarmaktır. Hazret-i Yûsuf ile alâkalı olayın Kur'ân'da anlatıldı şekilde ve üslupta buna yaklaşık bir ifadeyle yapılmış bir anlatımı öncekilerin kitaplarında bulamazsın.Eğer burada, “Kasas” ile anlatılmak istenen şey, “Maksus” yani anlatıları ve hikâye edilen ise bu durumda mana şöyledir: “Biz sana, anlatıları olayların en güzelini anlatacağız.” Bunun en güzel olması ise, içinde taşıdığı ibretler, ders veren, hikmet taşıyan ve şaşkınlık uyandıran şeyler sebebiyledir. Halbuki bir başkasında böylene ibret verici durumlar yoktur. Aslında burada söylenmesi gereken en doğru ifade, bu olay, konusunda anlatıları en güzel olaydır. Meselâ, “Filanca kimse insanların en bilgilisidir” diye söylendiğinde bu, “O kimsenin kendi bilim dalında en iyi bilen olduğu manasınadır.” Kasas kelimesi, “Kassa” kökünden türemedir. Bu da izini sürmek, takip etmek, izlemek gibi manalara gelir. Çünkü herhangi bir olayı veya sözü anlatan ya da aktaran kimse, o kişi anlattığı o olay hakkında hafızasında kalanları, aklına gelebilenleri hatırladığı oranda aktarır. “Gerçek şu ki, sen bundan önce bu haberleri elbette bilmeyenlerden idin.” Burada,.(.......) kavlindeki zamîr, (.......) kavline râcidir. Aynı zamanda, (.......) edatı da şed deli hâlden yani sakile durumundan tahfif edilmiş yani şeddesiz duruma getirilmiştir. (.......) deki lam harfi de bu (.......) edat ile nefiy için olan arasındaki farkı göstermek içindir. Yani bu edatın nefiy edatı olmadığını belirtmek içindir. Yani, “Şu anlatıları ve hakkında söz edilen olay var ya, biz sana bunu vahiy yoluyla bildirmezden önce sen bundan gâfil bulunuyordun, habersiz idin.” 4Bir zamanlar Yûsuf, babası Yâkub'a demişti ki: Babacığım! Ben rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm. “Bir zamanlar Yûsuf, babası Ya'kûb'a demişti ki:” Bu âyetin başında yer alan, (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeli istimaldir. Çünkü sözkonusu vakit, kasas denilen olayları kapsamaktadır. Yahut bu, “Hatırla ki Yûsuf şöyle demişti” takdirindedir. Yûsuf ise, Arapça değil İbrânî'ce bir isimdir. Çünkü Arapça bir isim olmuş olsaydı mutlaka Munsarıf olurdu. Zira ma'rife olmanın dışında bir başka sebep bulunmamaktadır. “Babacığım!” Kırâat imanlarından İbn Âmir bunu, (.......) olarak okumuştur. Bu, izafet “Y” sinin yerine geçen müenneslik “T” sidir. Çünkü ikisi arasında uygunluk bulunmaktadır. Zira bunların her ikisi de ismin sonunda zait harflerdir. Bu bakımdan vakıf yani duruş hâlinde “He” harfine dönüştürülmektedir. Aynı zamanda müenneslik “T” sini müzekker olana ilhak etmek de câizdir. Meselâ, (.......) orta boylu adam gibi. Burada altı çizili kelimenin sonu “T” iledir. (.......) kavlinde “T” harfinin esre ile harekelenmiş olması, mahzûf olan “Y” harfine delalet etsin içindir. “T” harfini fethali olarak okuyanlar ise, (.......) kavlinden elif harfini hazfedip sadece elif harfinden önceki fetha harekesini tutuyorlar. Tıpkı (.......) kavlinden “Y” harfinin hazfı gibi. “Ben rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm;” Buradaki (.......) kelimesi rü'yetten değil, rüyadan alınmadır. Yani salt görmek anlamında değil, rüya görmek manasında olan demektir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in açıklamasına göre bu yıldızların adları da şöyledir: “Cereyan, Züyyal, Tarık, Kabis, Amudan, Fulayk/Feliyk, Masbah, Daruh, Ferağ, Vessap ve Zülketfeyn.” Güneş ile aydan kasıt da baba ve annesidirler. Ya da babası ve teyzesidirler. Yıldızlardan kasıt ise kardeşleridir. Bir tefsire göre, (.......) kavlinin başında yer alan “vav” harfi, (.......) manasındadır. Yani,Yıldızlarla beraber güneş ve ayı gördüm” demektir. “Onları bana secde ederlerken gördüm.” Burada, (.......) kavliyle sözkonusu varlıklar sanki akıllı varlıklar imiş gibi değerlendirilmişlerdir. Çünkü bu varlıklara, akıl sâhibi varlıklara âit olan bir özellik tanınmıştır ki bu özellik de, secde etmeleri olayıdır. Âyette rüya yani görme olayı tekrarlanmıştır. İlk defasında geçen görme olayı, zata yani kişiye taallûk etmekte, ikincisi de hale yani olay veya duruma taallûk etmektedir. Ya da birinciye göre ifadesi, bir sorunun sorulduğu varsayımına göre yeni bir cümledir, yani müstenef bir cümledir ve bu da ona verilen bir cevap niteliğindedir. Sanki babası kendisine; “Onu nasıl gördün?” diye sormuş da oğul Yûsuf da buna âyette görüldüğü üzere cevap vermiştir. Yani; (.......) demiştir. Yani Bana karşı boyun bükerek, mütevazı bir hâlde anlamındadır. Cümle hâldir. Yûsuf bu rüyayı gördüğü sırada oniki yaşında bulunuyordu. Hazret-i Yûsuf'un gördüğü rüya ile kardeşlerinin ova gidişleri arasında kırk veya seksen yıl geçmiştir. 5Babası: Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakm kardeşlerine, anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar! Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır. “Babası: Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakm kardeşlerine anlatma;” Bu âyetin başında yer alan, (.......) kavlini kırâat imâmlarından Hafs hep fetha ile, (.......) olarak Kur'ân’ın tamamında böyle okumuştur. Yine burada geçen, (.......) kavli de rü'yet yani görmek anlamındadır. Ancak bu görme uyanık hâlde iken olan bir görme değil de, uykuda iken olan görmedir. Her ikisi arasındaki farkı da iki tenis yani dişi harfiyle ayırmıştır. Tıpkı “Kurba” ve “Kurbet” kelimelerinde olduğu gibi. “Sonra sana bir tuzak kurarlar!” Bu yasaklamanın ya da nehyin cevâbıdır. Yani: “Eğer sen rüyada gördüklerini onlara anlatırsan, seni tuzağa düşürürler. Babası Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm) oğlunun Allah tarafından peygamberlik görevine seçildiğini, ona her iki dünyanın şerefini de bahşedeceğini anlamıştı. İşte bundan dolayı oğlu Yûsuf adına, kardeşleri tarafından haset yüzünden bir şeyler yapacakları korku ve endişesini taşımaya başlamıştı. Nitekim “O hâlde hepiniz bana tuzak kurun” (Hûd,55) dediği gibi burada “Sana tuzak kurarlar” dememiştir. Çünkü bu, lam harfiyle müteaddi olan fiil manasını içermektedir ki böylece, manasını içerdiği fiil ile beraber tuzak manasına da gelebilsin istenmiştir. Böylece korkutmada daha tekitli yani kuvvetli ve daha mübalağalı bir mana taşımış olur. Bu, âdeta; (.......) gibi bir ifade olmaktadır. Nitekim bunun, (.......) mastanyla tekit olunduğunu görmez misin? “Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.” Şeytanın düşmanliği açıkça ortadadır. Dolayısıyla şeytan bu düşmanliği yüzünden kardeşlerini haset etmeye, kıskançlığa ve tuzak kurmaya yöneltir. 6İşte böylece Rabbin seni seçecek, sana rüyada görülen olayların tefsirunu öğretecek ve daha önce iki atan İbrâhîm ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Yâkub soyuna da nimetini tamamlayacaktır. Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir. “İşte böylece Rabbin seni seçecek,” seni tercih edecek, seçkin kılacak. İctiba kelimesi, seçmek, ayırmak, tercih etmek gibi manalara gelir ve kelime iftial babından dır. Meselâ, bir şeyi kendi adına elde etmen anlamında, (.......) dersin. Aynı şekilde, “suyu topladım” anlamında (.......) demen gibi. “Sana rüyada görülen olayların tefsirunu öğretecek” Bu, bir giriş cümlesidir ve teşbih yani benzetme hükmüne bağlı değildir. Sanki şöyle denir gibi: “Ve O sana görülen olayların tefsirunu öğretecek.” Yani rüyanın tevilini, demektir. Rüyanın tevili ise: Tefsirlanması açıklarııp izah edilmesi ve tabiri demektir. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) insanlar arasında en iyi rüya tefsircusu idi. Ya da bunun manası, peygamberlere ilişkin olayları en iyi açıklayan, Allah'ın kitaplarını en iyi izah eden manalarınadır. 'Bu (.......) kelimesi, “Hadis” kelimesinin ismi cemidir. Yoksa, (.......) kelimesinin çoğulu değildir. “Ve daha önce iki atan İbrâhîm ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi sana ve Ya'kûb soyuna da nimetim tamamlayacaktır.” Yani Ya'kûb ailesine de dünya nimetlerinin yanında âhiret nimetlerini de verecektir. Yani onları bu dünyada peygamberler, melikler kılacak ve buradan da onları cennetteki en yüksek derecelere taşıyacaktır. Âyette geçen, (.......) kavlinden kasıt, onun ailesi demektir ki bunlar da onun nesli, soyu ve başkalan demektir. (.......) kelimesi aslında, “Ehl” idi. Bunun da delili bu kelimenin küçültme sıfatının veya ismi tasgîrinin “Uheyl” olarak gelmesidir. Ancak bu ifade önemli olan kimseler dışındakiler için kullanılmaz. Meselâ, (.......) gibi. Ancak sıradan şeyler için bu ifade kullanılmaz. Meselâ (.......) denilemez. Ancak (.......) denebilir. Şurası da bir gerçektir ki Yûsuf'un babası Ya'kûb, oğlunun peygamber olacağını bildiği gibi kardeşlerinin de peygamber olacaklarını da biliyordu. Bunu da yıldızların'aydınlık ve ışık saçmalarını düşünerek tefsirluyordu. Bunun içindir ki, (.......) diye buyurdu. Ayrıca, (.......) da, (.......) kavlinin atfı beyanıdır. “Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.” 7Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde, almak isteyenler için ibretler vardır. “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde almak isteyenler için ibretler vardır.” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) kavlini, “Ayetun” olarak okumuştur. (.......) Yani onların kıssaları hakkında soru soranlar ve öğrenmek isteyenler için... Ya da; Yahûdîlerden gelip de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den kendisini peygamberliği hakkında soru soranlar için âyetler, deliller ve mu'cizeler vardır, demektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir kimseden Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşleri hakkında herhangi bir şey sorup öğrenmediği hâlde, herhangi bir kitap okumamış olmasına rağmen onların kıssalarını ve hatta kardeşlerinin de isimlerine varana kadar haber vermiştir. İsimleri şöyledir: Yehuza, Rubiyn, Şem'un, Lavi, Zebulun, Yeşcur ve anneleri Liyan kızı Liya, Dan, Neftali, Cad ve Aşur ve iki cariyeden olma Zülfe ve Bülhe. Hazret-i Ya'kûb'un Liya adındaki eşi ölünce bu defa onun kız kardeşi yani baldızı Rahiyl ile evlendi. Bünyamin ile Yûsuf da bundan doğmuşlardı. 8Kardeşleri dediler ki: Yûsuf'la kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Halbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir. “Kardeşleri dediler ki: Yûsuf'la kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir.” Burada (.......) kavlindeki lam harfi, iptida lamıdır. Aynı zamanda cümlenin içeriğini kesin bir anlatımla ifade etmek için tekit ve tahkik manası taşımaktadır. Yani burada şunu demek istiyorlardı: “Babaları Ya'kûb'un oğulları Yûsuf ile Bünyamin'i sevmesi, onda bir saplarıtı hâlini almıştır. Bunda kimsenin bir şüphe ve kuşkusu bulunmasın.” Bir de, “ve kardeşi” diye bir ifade kullanmaktadırlar. Halbuki kendileri de Yûsuf'un kardeşleridirler. Ancak Yûsuf ile Bünyamin'in anneleri bir olduğundan ötürü böyle diyorlardı. Bir de âyette, (.......) kelimesi iki kişi olmasına rağmen tekildir, neden? Bunun nedeni, (.......) Yani (.......) ifadesi, bir ve birden fazla kimseler için kullanılmasında herhangi bir fark olmayan ifadelerdendir. Aynı şekilde müzekker veya müennes için de bir ayınm gözetilmeden kullanılan bir ifadedir. Yani Ef'alu't-tafdil kalıbındaki tüm ifadeler, “y” edalıyla birlikte geçtiklerinde durum böyledir. Ancak lamı tarif denilen belirtme takısı olunca mutlaka fark gerekir. Eğer izafet tamlaması olunca her iki durumda da câiz olabilmektedir. “Halbuki biz kalabalık bir cemaatiz.” Bu cümlenin başında yer alan, (.......) harfi, hâl içindir. Yani: “Babamız o ikisi küçük oldukları hâlde sevgide bizden üstün tutmaktadır. Onlara böyle bir sevgi bağlamak doğru değildir. Çünkü o ikisinde ona bir fayda yoktur. Halbuki bizler onbir kardeşiz. Her yönden onunla arkadaşlık yapabilir, ona yardımcı olabiliriz, yanında hep bizim yer almamız gerekir. O ikisinden daha çok bu sevgiye layık olan bizleriz. Çünkü bizler sayıca daha fazlayız ve ikisine göre ona faydalı olmakta biz daha yararlıyız.” “Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir.” Dünya işlerini düzene koyma noktasında büyük bir yanılgı içerisindedir. EğerHazret-i Ya'kûb'un oğulları babalarını din açısından sapıklıkta olduklarını söylemiş olsalardı, kesinlikle küfre girerlerdi. Âyette geçen, (.......) kelimesi on ve üzeri olan sayılar için kullanılan bir kelimedir. 9Aralarında dediler ki: Yûsuf'u öldürün veya onu uzak bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da tevbe ederek sâlih kimseler olursunuz! “Aralarında dediler ki: YusuPu öldürün” Bu ifade, (.......) kavlinden sonra hikâye edilen, cümle çerçevesindedir. Sanki bunlar bu ifadelerini, “Yûsuf'u öldürmeyin” diye karşı çıkanların aleyhine olarak onlara inat anlamında ve onları baskı altında tutmak için “Öldürün” diyorlar. Yani öldürmeyin ifadesine karşı “öldürün” diyorlar. Denildiğine göre öldürme emrini veren Şem'un imiş. Diğerleri ise buna nza göstermişlerdir ve emirlerine şöyle sürdürdüler: “veya onu uzak bir yere atın” Onu kimsenin yaşamadığı, harabe ve kimse tarafından bilinemeyecek bir yere atın, İnsanların yaşadıkları bölgelerden uzak bir yere, ıssız bir yere bırakın. İşte “herhangi bir yer” ifadesinin nekre yani belirsiz bir anlatımla getirilmiş olması ve yerin belirleyici herhangi bir özellikten uzak tutulması bundandır. İşte bu mübhemlik veya kapalılık sebebiyle kelime mübhem olan zarfların mensûb kılınması esasına göre mensûb kılınmıştır. “Ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın!” Böylece babanın hep size dönüp baksın, sizinle ilgilensin. Sizlerden başkalannı gözleri görmesin, hep sizi görmek istesin. Burada asıl gaye şudur; Sevgide kendilerine ortak olanların bundan uzaklaştmlması, sadece babaları tarafından kendilerinin sevildiğini ve sevilmeleri gerektiğini sağlamaktır. Kendileri dışında hiçbir kimsenin bu sevgiye ortak olmamasını temindir. Bu itibarla burada, “Teveccüh” diye Türkçeleştirilen “Yüzü” ifadesine yer verilmiş oldu. Böylece, babalarının sadece kendilerini görmelerini, gözleri sadece onları görsün, başkalanna bakmasın, manasını elde etmek içindir. Çünkü bir kimse birine veya bir şeye bakmak veya görmek istediğinde ona yüzünü dönüp bakar. Burada ayrıca, “Vech/yüz” ifadesinden tamamen zâtı da kasdolunmuş olabilir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: “Ancak Rabbinin zâtı bâkî kalacak.” (Rahmân, 27) “Ondan -Yûsuf'tan sonra veya Yûsuf'un öldürülmesiyle yetinilmesinden veya uzaklaştınlmasından, ya da öldürülmesi veya uzaklaştınlmasından, atılmasından- sonra da tevbe ederek sâlih kimseler -yani işlediğiniz cinayetten dolayı tevbe edenlerden- olursunuz!” Ya da babanızın yanında artık durumunuz iyiye döner, hâliniz iyileşir. Burada (.......) kavlindeki zamîr ya (.......) kavlinin veya (.......) kavlinin mastanna râcidir. Diğer taraftan da (.......) kavli, (.......) kavline ma'tûf olduğundan meczumdur. 10Onlardan biri: Yûsuf'u öldürmeyin, eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da geçen kervanlardan biri onu alıp götürsün, dedi. “Onlardan biri: Yûsuf'u öldürmeyin” İtirazda bulunan kimse ise Yehuza idi. Kardeşleri içerisinde en aklı başında, uygun karar veren kimse idi. (.......) Eğer mutlaka yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da” kuyunun derinliğine, dibine atın. Böylece bakan bir kimse onu görmesin. Çünkü bu gözden, bakan kimsenin görmesinden kaybolan, görünmeyen demektir. Kırâat imâmlarından, Nâfi, (.......) kavlini, (.......) şeklinde cemi' olarak okumuştur. Nitekim bunun sonrası da. “geçen kervanlardan biri onu ahp götürsün, dedi.” Yoldan geçen toplumlardan herhangi biri onu beraberinde alıp götürsün. 11Dediler ki: “Ey babamız! Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun! Halbuki ki biz onun iyiliğini istemekteyiz. “Dediler ki: “Ey babamız! Sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun! Halbuki ki biz onun iyiliğini istemekteyiz.” Yani, neden Yûsuf ile alâkalı olarak bizden korkup endişeleniyorsun ki? Halbuki biz onun iyiliğini istiyor ve onun üzerinde titriyoruz. Böyle demekle, Yûsuf aleyhinde hazırladıkları tuzak konusunda oldukça kararlı olduklarını gösteriyorlardı. Bu sözlerle de babalarını görüşünden vazgeçirme ve onu koruma gayretini bırakmasını sağlamak istemekteydiler. Burada şöyle bir mana ve bir delil gözükmektedir. Bu da, onlara güvenmemesi gerektiği hususunda bir şeyler sezinlemiş olmasıdır. Karşı koyması bu sezginin eseri olabilir. 12Yarın onu bizimle beraber kıra gönder de bol bol yesin, içsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz.” “Yarın onu bizimle beraber kıra gönder de bol bol yesin, içsin, oynasın.” Bizimle beraber çok çok dolaşsın da gezip oynasın, dilediği meyvelerden de yiyip içip oynasın. “el-Rat” kelimesi genişlik, bol ve geniş arazi, mera, otlak gibi manalara gelir. Yani mubah olan avlanma, ok atma, koşup oynama gibi. Oda bizimle bunları görsün, oynasın. Kırâat imâmlarından Medine ve Kûfe okulu mensupları, (.......) ve (.......) kelimelerini burada görüldüğü gibi “Y” harfiyle okumuşlardır. Ancak İbn Kesîr, İbn Âmir, Ebû Amr ise bu her iki kelimeyi de “Nun” harfiyle, (.......) ve (.......) olarak okumuşlardır. Hicaz kırâat okulu mensupları ise ayın harfinin kesresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Yani iftial babından, (.......) şeklinde değerlendirmişlerdir. Kelime, (.......) kökünden türemedir. “Biz onu mutlaka koruruz.” Kendisine gelecek herhangi bir kötülüğe karşı biz onu koruruz, ona bir kötülük ulaşmasına meydan vermeyiz. 13Babaları dedi ki: Onu götürmeniz beni mutlaka üzer. Siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım. “Babaları dedi ki: Onu götürmeniz beni mutlaka üzer.” Sizin onu alıp götürmeniz gerçekten beni ciddi olarak üzer. (.......) kavlinde bulunan lam harfi ibtida lamıdır. “Siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım.” Babaları Ya'kûb, onu alıp götürmeleri hâlinde bunun kendisini ciddi manada üzeceğini söyleyerek mazeretini onlara açıklıyordu. Çünkü kendisi bir an bile onun aynliğina dayanamazdı ve aynı zamanda, kardeşleri av ve eğlencelerinin peşinden koştururlarken bir kurdun onu alıp kapmasından ve parçalanasından de büyük bir korku ve endişe içinde bulunuyordu. 14Dediler ki: Hakikaten biz kuvvetli bir topluluk olduğumuz hâlde, eğer onu kurt yerse, o zaman biz gerçekten âciz kimseler saydınz. “Dediler ki: Hakikaten biz kuvvetli bir topluluk olduğumuz hâlde, eğer onu kurt yerse,” Burada, (.......) ifadesindeki lam harfi, yemine hazırlık, yemin etmeye hazır bir durumun ifadesi içindir. Yemin ise mahzûftur. Cümle ise, (.......) takdirindedir. Yani, “Allah adına yemin ederiz ki, eğer onu kurt kapıp yerse..” demektir. Burada (.......) kavlinin başındaki vav harfi hâl içindir. “o zaman biz gerçekten âciz kimseler sayılırız.” Bu ifade yemine bir cevaptır. Şartın yerine geçen bir ifadedir. Yani; “Eğer biz, birimizi bile koruyamayacak isek, bu takdirde bizim hayvanlarınıız da yok olur gider ve biz de ziyana uğrarız. Dikkat edilirse kardeşler burada, birinci soruya veya itiraza cevap vermezden önce ikincisine cevap yetiştiriyorlar. Çünkü böyle bir soru onları çileden çıkarmıştı. 15Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman, Biz Yûsuf'a şöyle vahyettik: “Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar işin farkına varmadan, kendilerine haber vereceksin.” “Onu götürüp de kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman,” Yani kardeşler, üvey kardeşleri Yûsuf'u kuyuya atmak üzere aralarında anlaştılar. Bu kuyu ile Hazret-i Ya'kûb'un bulunduğu ev arasında üç fersahlık bir mesafe ya da uzaklık bulunuyordu. Yani 5184 m. Veya 5 km. 184 m. İdi. Bu rivâyet tamamen İsrâ'iliyattandır. Bunun sahih isnad bakımından olup olmadığını en iyi ancak Allah bilir. Bu hususta en uygun olanı, tefsîr kitaplarında olsun, başka kaynaklarda olsun bunlara dikkat çekilmesidir Âyetin başında bulunan (.......) edatının cevabı mahzûftur. Bu, “Ona yapacakları kötülüğü ellerinden geldiğince yaptılar” demektir. Rivâyete göre: “Kardeşleri Yûsuf'u alıp kıra götürdüklerinde, artık ona karşı olan düşmanlıklarını açıkça sergilemeye başladılar, onu dövüyor, eziyet ediyorlardı, hatta neredeyse öldüreyazmışlardı. Ancak onla-n bu hareketlerinden Yehuza engellemişti. Fakat kardeşleri onu kuyuya atmak istediklerinde, Yûsuf, onların eteklerine sanhyordu. Bunun üzerine eteklerini onun elinden kurtardılar, fakat bu defa Yûsuf kuyunun duvarlarına tutundu, asılıp kaldı, işte bu durum karşısında kardeşleri ellerini bağladılar. Kana bulamak için üzerinden gömleğini çıkardılar. Bu şekilde gömleği gösterip babalarını aldatmak istediler. Bundan sonra da hemen onu kuyuya saldılar, kuyuda su da bulunuyordu. Hazret-i Yûsuf kuyudaki suyun içine düştü. Sonra orada bulunan bir kayanın üzerine sığındı ve orada ağlayarak beklemeye koyuldu. Kardeşi Yehuza ise ona yiyecek getiriyordu.” Yine rivâyet olunduğuna göre Hazret-i İbrâhîm ateşe atıldığı zaman, üzerinden giysilerini çıkarmışlardı. Ancak Cebrâîl (aleyhisselâm) ona cennet ipeklerinden hazırlanmış bir gömlek getirdi ve o gömleği Hazret-i İbrâhîm'e giydirdi. Hazret-i İbrâhîm de bu gömleği oğlu İshak'a; ve İshak da onu oğlu Ya'kûb'a verdi. Ya'kûb (aleyhisselâm) da bunu bir muska şeklindeki bir muhafaza içerisinde Hazret-i Yûsuf'un boynuna asmıştı. İşte Cebrâîl (aleyhisselâm) bunu oradan çıkarıp Hazret-i Yûsuf'a giydirdi.” “Biz Yûsuf'a şöyle vahyettik:” Söylendiğine göre nasıl ki henüz küçükken Hazret-i Yahya ve Hazret-i Îsa'ya vahyedilmiş ise, küçüklüğünden itibâren Hazret-i Yûsuf'a da vahyedilmişti. Yine söylendiğine göre Yûsuf o sıralarda idrak sâhibi, akıl baliğ biri idi, işi kavrayacak durumda idi. “Andolsun ki sen onların bu işlerini onlar işin farkına varmadan kendilerine haber vereceksin.” Bu olay, kardeşleri Mısır'a gelip ihtiyaçlarını sağlaması için onun huzuruna girdikleri zaman olmuştu. Onlar Hazret-i Yûsuf'un huzuruna girdiklerinde Hazret-i Yûsuf onları tanımıştı ama onlar işin farkında değillerdi ve onu tanimâmışlardı. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) bir kap getirtti, onu elinin üzerine koydu, sonra eliyle ona vurunca, ses çıkardı. Bunun üzerine kardeşlerine dönüp dedi ki: “Şu bardak bana diyor ki: “Sizin, babadan kardeşiniz olan Yûsuf adında bir kardeşiniz daha varmış, siz onu kuyuya atmışsınız ve gidip babasına da, onu kurt kapıp yedi, demişsiniz. Sonra da onu oldukça değeri düşük bir fiyatla satmışsınız.” Yahut da, (.......) kavli, (.......) kavline mütealliktir. Yani biz onu vahiy yoluyla sakinleştirdik, kalbindeki korku ve ürküntüyü giderdik, ancak onlar bunun farkında değillerdi, demektir. 16Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler. “Akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.” Burada geçen, (.......) kavli hâldir. Ameş, Ebû Muhammed Süleyman Bin Mihran'dan rivâyete göre demiştir ki: “Yûsuf'un kardeşlerinin Yûsuf'a karşı yaptıkları bu olaydan sonra yalancıktan ağlamalarından sonra, artık hiçbir ağlayanın, ağlamasında doğruyu sergilediğine inanılmaz olundu.” Hazret-i Ya'kûb, oğullarının ağlama seslerini duyunca hemen ürpererek dışan fırladı ve onlara: “Oğullarını! Neyiniz var, size ne oldu? Koyun sürünüzün başına bir felaket mi geldi?” diye seslendi. Onlar, “Hayır” dediler. Bu defa, “size ne oluyor? Yûsuf nerede?” diye seslendir. Onlar da: 17Ey babamız! dediler, biz yarışmak üzere uzaklaştık; Yûsuf'u eşyamızın yanmda bırakmıştık. Ne yazık ki onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın. “Ey babamız! dediler, biz yarışmak üzere uzaklaştık;” Koşu veya atış yansı yapmak üzere müsabaka yapıyorduk. İftial babı ile tefaul babı, ortaklıkta müşterek baplardır. Yani İrtima ve Terami gibi ki karşılıklı atışmak ve yanşmak manasınadır. İşte bu ve benzeri şeyler... (.......) Yûsuf'u eşyamızın yanında bırakmıştık. Ne yazık ki onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da sen bize inanmazsın.” Bizler, senin yanında doğru ve güvenilir kimselerden olmuş olsak bile ancak sen bizim doğru söylediğimizi kabul etmezsin. Çünkü Yûsuf'u çok aşırı bir hâlde sevmektesin. Ona anlatılamaz bir sevgiyle bağlısın. Kaldı ki sen de bizim hakkımızda hep kötü düşünürsün, suizan da bulunursun. Bizim sözümüze asla güvenmezsin?! 18Gömleğinin üstünde sahte bir kan ile geldiler. Ya'kûb dedi ki: Bilâkis nefisleriniz size kötü bir işi güzel gösterdi. Artık bana düşen hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında bana yardım edecek olan, ancak Allah'tır. “Gömleğinin üstünde sahte bir kan ile geldiler.” Yûsuf'a âit olmayan sahte, başka bir şeye âit kana bulanmış olarak gömleği getirdiler. Ya da sırf mübalağa olsun diye mastar ile nitelendi. Sanki yalanın kendisi ve aynısı gibi, bir mana. Nitekim işi gücü hem yalan söylemek olan kimse için, “adamın kendisi yalanın ta kendisidir, iftiracının biridir” diye anlatılması gibi. Rivâyete göre Yûsuf'un kardeşleri bir kuzu veya oğlak keserler ve Yûsuf'un gömleğini iyice bu kana bularlar. Ancak burada bir aynntıyı geçerler. Gömleği yırtıp parçalanayı unuturlar.” Yine rivâyete göre Hazret-i Ya'kûb, oğlu Yûsuf ile ilgili haberi duyunca yüksek bir sesle, “Hani gömleği nerede?” diye öylene bağırmış, hemen gömleği alıp yüzüne gözüne sürmüş ve ağlamaya başlamış, bu sebepten dolayı gömlekteki kan yüzüne bulaşmıştı, yüzü ve gözü kana boyanmıştı. Bunun üzerine şöyle konuştu: “Allah'a yemin ederim ki bugüne kadar bu kurt kadar uysal bir kurt görmedim. Oğlum Yûsuf'u yemiş ve fakat üzerindeki gömleğini parçalanamış!” Yine söylendiğine göre Hazret-i Yûsuf'un gömleği üzerinde üç âyet-işaret bulunuyordu. İşte bu işaretler, Ya'kûb için oğullarının yalan söylediklerine dair bir delil ve delil oluşturuyordu. Ya'kûb onu yüzüne sürünce gözleri görmeye başlamıştı ve bu, Hazret-i Yûsuf'un gömleğinin arkadan yırtıldığında da onun iftiraya uğradığının, temiz olduğunun bir delili idi. (.......) kavli zarf olarak mahallen mensûbtur. Sanki, “Yûsuf'un Gömleği üzerinde yalancı bir kan ile geldiler” demektir. “Ya'kûb dedi ki: “Bilâkis nefisleriniz size kötü'bir işi güzel gösterdi.” Süslü ve kolay bir şey imiş gibi gösterdi. Halbuki yaptığınız şey büyük bir suçtur. “Artık bana düşen hakkıyla sabretmektir.” Bu cümle ya haberdir veya mübtedadır, çünkü mevsûf durumundadır, nitetemektedir. Yani, “Benim işim iyi ve güzel bir sabır sergilemektir” takdirindedir veya, “Benim görevim örnek bir sabır göstermektir” takdirindedir. Bu, içinde yaratılanlara değil sadece yaratana şikayeti içeren bir sabır göstermedir. “Anlattığınız karşısında bana yardım edecek olan, ancak Allah'tır.” Yûsuf'un helâk olduğuna ve kurt tarafından parçalandığına ilişkin anlattıklarınız karşısında ben sadece Allah'tan yardım beklerim. Söyledikleriniz musibet hakkında sabretme gücünü vermesini sadece Allah'tan isterim. 19Bir kervan geldi ve sucularını kuyuya gönderdiler, o da gidip kovasını saldı, Yûsuf'u görünce “Müjde! İşte bir oğları!” dedi. Onu bir ticaret malı olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. “Bir kervan geldi” Bu, Medyen taraflarından Mısır'a gitmek üzere yola çıkmış olan bir kervan idi. Bu kervan Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) un kuyuya atılmasından üç gün sonra buraya gelmişlerdi. Bu kervan yolunu, gideceği güzergahı şaşırmış ve buraya yakın bir yerden geçmek zorunda kalmışlardı. Böylece kuyu yakınında konakladılar. Asim da kuyu yerleşik alanlardan oldukça uzakta bulunuyordu. Pek işlek olmayan bir yerde idi. Kuyunun suyu da tuzlu idi. Ancak Hazret-i Yûsuf'un kuyuya atılmasıyla su tatlılaşmıştı. “Ve sucularını kuyuya gönderdiler,” Kervanda bulunanların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere çalışan kişi. Bunun ismi Mâlik bin Zaar idi ve Huzaa kabilesindendi. “O da gidip kovasını saldı,” Su çekmek üzere kovasını kuyuya saldı. Bu sırada Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) kovaya tutundu ve suyu çeken kişi de onu çekip çıkardı. “Yûsuf'u görünce “Müjde! İşte bir oğları!” dedi.” Kırâat imâmlarından Âsım, Hamza ve Kisâî (.......) kavlini âyette görüldüğü gibi okumuşlardır. Yani: “Müjdeler olsun!” diye seslenir. Sanki şöyle der gibi: “Gel, işte senin zamanın.” Burada ismi geçen kırâat imâmları dışındakiler ise bu kelimeyi, “Büşraye” olarak kırâat etmişlerdir. Yani kendi nefsine izafe ederek, “Bana müjdeler olsun” diyerek anlamında okumuşlardır. Ya da bu, onun kölesinin ya da çocuğunun adıdır. Onu, kendi nefsine izafe ederek ona seslendi. Rivâyete göre Yûsuf'u kuyudan çıkarak onu alıp götürdü. Arkadaşlarına yaklaşırıca müjdelemek üzere onlara: “Bir oğları, bir çocuk!” diye seslendi. “Onu bir ticaret malı olarak sakladılar.” Buradaki zamîr suya gelen ile arkadaşlarına âittir, onlara râcidir. Bunlar Yûsuf'u arkadaşlarından bir ticaret malı olarak gizlediler. Yahut da Yûsuf'u kardeşlerinden gizlediler. Çünkü Yûsuf'un kardeşleri: “Bu bizim kölemizdi, kaçıp gitmişti, diye söylediler. Onu bizden satın alın, dediler. Yûsuf da öldürülme korkusuyla ses çıkaramıyordu. Âyette geçen, (.......) kelimesi hâldir. Yani: “Yûsuf’u bir ticaret malı olarak gizlediler.” (.......) kelimesi, ticaret için maldan aynları kısım, demektir. “Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir.” Yûsuf'un kardeşlerinin hem Yûsuf'a ve hem de babalarına karşı yapmış oldukları kötülüğü yüce Allah çok iyi bilmektedir. 20Kafile Mısır'a vardığında onu değersiz bir pahaya, sayılı birkaç dirheme sattılar. Onlar zaten ona değer vermemişlerdi. “Kafile Mısır'a vardığında onu değersiz bir pahaya saydı birkaç dirheme sattdar.” Çünkü bu toplum kırktan aşağı olanları sayı ile değerlendirirlerdi. Kırk ve üzeri olanı ise büyük bir değer olarak kabul ederlerdi ve bunun için de tartıyla karşılığı ödenirdi. Hazret-i Yûsuf'a karşılık alınan ise yirmi dirhemden ibâret bulunuyordu. Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden bedeldir. “Onlar zaten ona değer vermemişlerdi.” Yani onlar, zaten ondan gelecek olanı, onun elindekini istemiyorlardı. Bu bakımdan da onu, değerinden aşağı bir fiyatla saüyorlardı. Yahut da, (.......) kelimesi, satın aldılar, anlamındadır. Yani kafile Yûsuf'u kardeşlerinden satın aldılar. “Onlar ise zaten alacakları paraya değer vermiyorlardı Çünkü onlar bunun kaçak bir köle olduğuna inanıyorlardı. Bu bakımdan kaçak bir köleye fazla bir değer biçmiyorlardı. Hatta rivâyete göre kardeşleri kervanı izlemişler ve kervandakilere: “Aman ha onu sıkıca bağlayın ki, kaçamasın” diyorlardı. (.......) ise, (.......) kavlinin sılası değildir. Çünkü sıla yani ilgi zamîri mevsul yani ilgi cümleciği üzerine takaddüm etmez. Ancak bu, bir açıklamadır. Sanki şöyle denmektedir: “Bunlar neden, hangi şeyden geri durdular, neye değer vermediler?” Bunu üzerine, “İşte bu şeyden geri durdular, buna değer vermediler” demektir. 21Mısır'da onu satın alan adam, karısına dedi ki: “Ona değer ver ve güzel bak! Umulur ki bize faydası olur. Veya onu evlât ediniriz.” İşte böylece Mısır da adaletle hükmetmesi ve kendisine rüyadaki olayların tefsirunu öğretmemiz için Yûsuf'u o yere yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kâdirdir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. “Mısır'da onu satın alan adam, karışma dedi ki:” Satın alan kişi Kıtfîr idi. Bu şahıs Mısır'da hazine işlerinden sorumlu em üst düzeydeki kişisi yani Azîzi idi. Bu sırada Msır kralı, Reyyan bin Velid idi. Kendisi Hazret-i Yûsuf'a îman etmiş ve Hazret-i Yûsuf hayatta iken vefat etmiştir. Azîz yani üst düzey mali sorumlu Hazret-i Yûsuf'u ağırliğinca para, ipek ve misk karşılığında satın aldı. Hazret-i Yûsuf bu sırada 17 yaşlarında idi. Hazret-i Yûsuf, Azîz'in evinde tam 13 yıl kaldı. Reyyan Bin Velid kendisini vezir yani bakan yaptı. Hazret-i Yûsuf bu sırada 30 yaşma gelmişti. Bundan sonra yüce Allah kendisine ilim ve hikmet verdi. Hazret-i Yûsuf hikmet ve ilim ile Allah tarafından büyük ikrama erdiğinde 33 yaşında bulunuyordu. Hazret-i Yûsuf 120 yaşında vefat etmiştir. (.......) kavlindeki lam harfi, (.......) kavline değil, (.......) kavline mütealliktir. “Ona değer ver ve güzel bak!” Onun yanımızdaki yerini ve mevkiini iyi değerlendir, ona güzel muamele de bulun. Onu memnun et ve hoşnut kıl. Nitekim bunu da: “Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı.” (Yûsuf,23) âyetinden öğreniyoruz, delil budur. Dahhak bunu: “Bakımına, üst ve başına, yeme ve içmesine, tak ve yorganına, kalacağı yere oldukça itina göster, iyice yetiştir” diye tefsirlamıştır. “Umulur ki bize faydası olur.” Olur ki iyi bir şekilde yetiştirilince, işlere tam alışınca, o işlerin nasıl işlediğini ve cereyan ettiğini kavrayınca, umulur ki bizim yapmakta olduğumuz şeyleri yaparak o da bize yardımcı olur, bize bir yaran dokunur. “Veya onu evlât ediniriz.” Yahut onu kendimize oğul ediniriz, onu kendi çocuğumuz yerine koyanz. Kıtfir'in çocukları olmuyordu, kısırdı. Ancak Kıtfir Yûsuf'ta bir gelecek olduğunu kavramıştı. Bu bakımdan da şöyle diyordu: “İşte böylece” Bu ifade ile yüce Allah, daha önce onu kurtardığına ve Kıtfir'in ya da Azîz'in gönlünü şefkat ile ona yönlendirip meylettirdiğine işaret ediyordu. “Kef” harfi mensûbtur. Bu, “İşte bu kurtarma ve Azîz'in gönlünü şefkatle ona bağlamamız gibi” takdirindedir. “Mısır da adaletle hükmetmesi ve kendisine rüyadaki olayların tefsirunu öğretmemiz için Yûsuf'u o yere yerleştirdik.” Yani Yûsuf'u kurtardığımız ve Azîz'in şefkatle onun üzerine eğilmesi için gönlünü ona meyi ettirdiğimiz gibi, onun için Mısır topraklarında onu yerleştirdik. Onu orada emir ve yasak koyan manada yetkili, tasarruf sâhibi kimse kıldık. Onu kurtarmamız ve Mısır toprakları üzerinde güç ve imkan sâhibi kılmamız, ona orada adalet üzere hükmetmesi ve rüyalarda görülerrolayları olduğu gibi tefsirlaması için öğrettik. “Allah, emrini yerine getirmeye kâdirdir.” Kimse Allah'ı dilediği şeyi yapmaktan engelleyemez, Ona mani olamaz. Ya da Yûsuf'un işi, emri üzerinde hakim olan Allah'tır, Allah ona ne dilerse onu tebliğ eder. Yoksa kardeşlerinin dilediği değildir. “Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” 22Yûsuf erginlik çağına erişince, ona isabetle hükmetme yeteneği ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlarıdırırız. “Yûsuf erginlik çağma erişince,” Yani güç ve kuvvetinin zirvesine erişince, ki bu onsekiz yaş sınırıdır veya yirmibir yaş sinindir, “ona isabetle hükmetme yeteneği ve ilim verdik.” Burada geçen, (.......) kelimesi, Hikmet anlamındadır. Bu ise bilgi ve pratiği yani ilim ve ameli birlikte yaşamak ve bilmediği şeylerden de uzak durmak manasınadır. İşte Yûsuf'a bunu verdik. Ya da insanlar arasında hüküm vermesini sağladık, bir de derin bilgi ve anlayış, kavrayış sâhibi olmayı verdik. “İşte güzel davrananları biz böyle mükâfatlarıdırırız.” Burada şuna dikkat çekiliyor; Hazret-i Yûsuf işinde ve amelinde ihsan sâhibi bir kimse idi, işlerinde de uyanık, dikkatli ve oldukça titiz bulunan bir zât idi. 23Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve “Haydi gel!” dedi. O da “Hâşâ, Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim velinimetimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki, zalimler iflah olmaz!” dedi. “Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi,” Yani kadın Yûsuf'tan kendisiyle ilişkiye girmesini istedi. Muravede kelimesi, Mufaale babından bir kelimedir. Kelime, (.......) kökünden türeme olup bu da gelip ve gitmek manasınadır. Sanki mana şöyledir: “Yûsuf ile beraberlik adına tuzağına düşürmek için hileli yollara başvurdu.” Yani, elinden kaçmasını ve çıkmasını istemediği bir şeyi elde etmek için arkadaşına karşı tıpkı tuzağa benzer bir eyleme girişti. O istediği şey-gaye için, onu ele geçirmek için hileye başvurdu, demektir. Bu ise Yûsuf'un kendisiyle ilişkiye girmesi adına bir takım kurnazlıklara ve hileli yollara kalkışmaktan ibâret olan bir durumdan ibâret bulunuyordu. “Kapıları iyice kapattı” Bulunulan yerin yedi adet kapısı bulunuyordu. “ve'Haydi gel!'dedi.” Bu, (.......) kelimesi, “Teali” ve “Akbil” kelimelerinin ismidir. Bu kelime feth üzere mebni olan bir kelimedir. Ancak kırâat imâmlarından İbn Kesîr bu kelimeyi zamm üzere mebni olarak, “Heytu” şeklinde okumuştur. Fakat Nâfi ve İbn Âmir ise bu kelimeyi, “Hiyte” olarak kırâat etmişlerdir. Lam harfi ise beyan içindir. Sanki burada şöyle denilir gibidir: “Bunu sana söylüyorum.” Yani tıpkı, (.......) ifadesi gibi. “O da “Hâşâ, Allah'a sığınırım!” Her şeye rağmen ve böyle bir davranıştan her an Allah'a sığınırım! “Zira kocanız benim velinimetimdir,” Yani kocanız ve eşiniz Kıtfir benim efendim ve sâhibim olduğunu bile bile asla. Çünkü burada Hazret-i Yûsuf söylediği ifade ile efendisi Kıtfir'i kastetmekteydi. “bana güzel davrandı.” “Çünkü daha önce kocan Kıtfir sana: “Ona değer ver ve güzel bak!” diye söylemişti. İşte onun bu tutum ve davranışı karşısında benim onun eşine ihanet etmem, bu iyiliğinin karşılığı değildir ve olamaz. “Gerçek şu ki, zâlimler iflah olmaz!” dedi.” Yani ihanet edenler veya zina eden kimseler kurtuluşa eremezler. Yahut da: “O benim veli nimetimdir” kavlinden kasıt, yüce Allah'tır. Çünkü Allah bütün sebeplerin müsebbibidir. 24Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazım görmeseydi o da kadına meyletmişti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için delilimizi gösterdik. Şüphesiz o ihlâsh kullarınıızdandı. “Andolsun ki, kadın ona meyletti. Eğer Rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadına meyletmişti.” Buna yaklaşmamakla ve undan sakınmakla beraber doğal olarak ve tabiat gereği o da ona meyletmişti. Bu, Hasen Basrî'nin tefsirudur. Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî ise şöyle tefsirlamaktadır: “O da ona meyletmişti” kavli, kalbine böyle bir duygu ve his girmişti Ancak kul, kalbinde geçen yanlışlardan dolayı hesaba çekilmeyecek ve sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü kulun buna mani olması ve bunun önüne geçmesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu yüzden hesaba çekilemez. Çünkü Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) un ona meylet mesi veya bu işi kafasına koyması tıpkı kadının kesin karar verdiği anlamda bir karar ve kesinlik olsaydı, yüce Allah asla onu ihlas sâhibi ve samimi olan kulları arasında övgüye layık görmezdi.” Bir de şöyle bir tefsir yapılmıştır: (.......) demek, neredeyse Yûsuf da hemen hemen ona meyletmek, yönelmek üzereydi. Diğer taraftan, (.......) demek, bir şeye kastetmek, karar vermek, onun üzerine üzerine gitmek manalarına gelir. (.......) kavlinin cevabı ise, mahzûftur ve şöyledir: “İşte o zaman olacak şey olurdu.” Ancak bunun cevabının, (.......) kavlinin olduğu söylenmiş ise de bu sahih yani uygun değildir. Çünkü, (.......) edatının cevabı kendisine takaddüm etmez yani kendisinden önce gelmez. Çünkü bu, şart hükmündedir ve bu da cümlenin başında yer almayı veya bulunmayı gerektirir. Burhan hüccet ve delil ya da delil manasınadır. Bir de, (.......) kavlinin, (.......) kavlinde var olan kasem yani yemin hükmüne dahil olması da câizdir. Bunun dışında olması da câizdir. Bu durumda okuyucunun, bunu kaseme dahil etmeden yani yemin hükmü dışında kabul ederek okur ve bunu başlı başına bağımsız bir cümle kabul ederse, bu takdirde, (.......) kavlindeki, (.......) kavli üzerinde durması yani vakfetmesi gerekir. Bundan sonra da, (.......) kavlinden alarak okumaya devam etmelidir. Burada bir diğer konu ise, âyette geçen her iki, “kastetti, karar verdi” manalarına gelen kelimelerin aynı manaya gelmediği, ikisinin farklı anlamlar taşıdığı gerçeğini de ihsas ettirmekte, duyurmaktadır. Çünkü, “Yûsuf'un meyletmesi veya yönelmesi, karar vermesi” şöyle tefsir edilmiştir: “Pantolonun düğmelerini çözdü ve kadında sırt üzeri uzanmış yattığı bir hâlde bacakları ve kolları arasına atılıp oturdu.” “Burhan” ise, Yûsuf: “Seni ona yaklaşmaktan uyannm, sakın ha ona dokunma!” diye iki kez üst üste bir ses duydu ve üçüncüsüne de, “ondan yüzçevir, ona yaklaşma, uzak dur, diye bir ses işitmiş ise de, bu da kendisi üzerinde bir tesir bırakmadı, nihayet babası yakıp parmaklarını ısmr vaziyette gözlerinin önünde temsil edilip gözüktü.” diye bir ses işitti ve nihâyetinde de... oldu tarzında tefsir edilmiştir ki, bu da batıldır, asılsızdır. Bunun bâtıl ve asılsız olduğunun delili ve delili da, (.......) Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi” (Yûsuf,26) kavlidir. Eğer Hazret-i Yûsuf, tefsirda ifade edildiği gibi bir eylemin içine girmiş olsaydı, kendini bundan aklamaz ve temize çıkarma gayretine düşmezdi. Bir de bunun bâtıl olduğunun diğer bir delili da âyetin şimdi ele alacağımız bu kısmıdır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için delilimizi gösterdik.” Evet eğer Yûsuf tefsirlandığı gibi bir fiilin içinde olsaydı, ondan kötülük uzaklaştmlmazdı. Keza: “Bu, Azîzin yokluğunda ona hainlik etmediğimi herkesin bilmesi içindir.” Kavli de bunu delilidir. Eğer tefsirda ele alındığı gibi olmuş olsaydı, Azîzin yokluğunda da ona mutlaka ihanet ederdi. Nitekim, “Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik,” ile “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir.” (Yûsuf, 51) kavilleri de bunun delilidir. Tefsirda anlatıları gibi değildir. Çünkü eğer tefsirda söylendiği gibi olmuş olsaydı mutlaka Yûsuf'un bu fiilinden tevbe ettiğinden ve mağfiret dilediğinden de söz ederdi. Nitekim Âdem, Nûh, Yûnus ve Dâvud -Allah’ın selâmı hepsini üzerine olsun- durumlarında görüldüğü gibi burada da olurdu. Kaldı ki yüce Allah onu ihlash bir kimse diye adlarıdırmıştır. Bu da kesinlikle bilinmektedir ki, Hazret-i Yûsuf bu ihlash olma makamında sebat etmiş ve bunu hep sürdürmüştür. O nefsiyle ulül azam olan kimselerin gösterdiği gayret, çaba ve cihat misali cihad etmiştir. Haramlıkla ilgili delillere bakıldığında bu gerçek ortadadır. Öyle ki Hazret-i Yûsuf, Allah tarafından sena ve övgüye layık görülmüş ve buna hak kazanmıştır. (.......) kavlindeki “kef” harfi, mahallen mensûbtur. Yani, “Tıpkı burada tespit ettiğimiz gibi, biz bunu tespit etmişizdir” demektir. Ya da bu, mahallen merfûdur, bu durumda da mana şöyledir: “Durum işte tıpkı bunun gibidir.” “Şüphesiz o ihlâslı kullarınıızdandı.” Medine ve Kufe kırâat okulları mensupları Kur'ân’ın her yerinde geçen, (.......) kelimesini lam harfinin fethasiyle hep, (.......) olarak okumuşlardır. Yani; “Kendisine karşı itâatkâr olmaları sebebiyle Allah'ın kendilerini kurtardığı, ihlas sâhibi kıldığı kimseler” demektir. Bu okula mensup olanların dışındakiler ise bu kelimeyi, esreli olarak, (.......) diye okumuşlardır. Yani, “Allah için dinlerinde samimi ve dürüst olanlar” demektir. “Kullarınıızdan” kavlinin manası, “kullarınıızdan bir kısmını, bazısını” demektir. Yani o da kurtuları, ihlas sâhibi kimselerden ihlash olan bir kimsedir, demektir. 25İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Kapının yanında onun kocasma rastladılar. Kadın dedi ki: Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezâsı, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir! “İkisi de kapıya doğru koştular.” Kadın da Hazret-i Yûsuf da kapıya doğru koştular. Ancak kadının koşması, Yûsuf'a karşı amaçladığı arzusunu elde etmek, Yûsuf'un koşusu ise kadından” kaçıp kurtulmak içindi. Burada cer edatı hazfedilip, fiil doğrudan sonraki kelime ile birleştirilmiştir. Bu tıpkı, A'raf 155. (.......) âyetinde olduğu gibidir. Yahut da, (.......) kelimesine, (.......) manasını tazmin ederek değerlendirmişlerdir. Yani Yûsuf (aleyhisselâm) ondan kaçtı ve hızlarıarak dışan çıkmak isteğiyle kapıya doğru hızla koştu. Kadın da onu peşinden hızlıca koşarak Yûsuf'un kaçıp dışan çıkmasını önlemeye çalıştı. Daha önce geçen, “kapıları iyice kapattı” bu âyette, kapı ifadesi çoğul gelmiş ise de burada tekil olarak geçmiş olmasının nedeni, dışanya çıkış için kullanılan kapıdan söz edilmesi sebebiyledir. Hazret-i Yûsuf kaçmaya başlayınca, dışarı çıkıp kurtulması için kilidin askıları dağılmaya ve düşmeye başladı. “Kadın onun gömleğini arkadan yırttı.” Kadın Hazret-i Yûsuf'un peşinden koşarak onu gömleğinden tutup kendine çekti ve gömleğini yırttı. Yani Hazret-i Yûsuf ondan kaçıp kurtulmak için kapıya doğru koştuğunda o da çıkmasını önlemek için peşinden koşturup arkasından yakalayınca gömleğini yırttı. “Kapmm yanında onun kocasına rastladdar.” Bu sırada kadının kocası kıtfir'le, o içeri girerken karşılaştılar. Kadın karşısında kocasını görünce, kocasının yanındaki konumunu korumak ve kendisini temize çıkarmak, kocasının kendisi hakkında şüpheye düşmemesi için hemen bir hileye başvurdu. Bu arada Yûsuf'un da kendisinin bu tuzağından korkmasını umarak gizlice ondan istediğini elde etmek ve hilesinden kurtulamayacağını sağlamak için Yûsuf'a şöyle bir gözdağı verdi: “Kadın dedi ki: Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezâsı, zindana atılmaktan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir!” Bu kısmın başında bulunan (.......) Nâfiyedir yani olumsuzluk manasınadır. Yani “Onun cezâsı hapse atılmaktan veya acıklı bir azaptan başkası değildir.” Burada konu edilen acıklı azap ise, kamçı ile dövmek demektir. Ancak kadın burada açık bir ifade ile Hazret-i Yûsuf'un kendisine kötülük etmek istediğini söylememiştir. Çünkü kadın burada genel bir ifade ile, “Ailene şöyle ve şöyle göz dikenlerin cezâsı şudur” gibisinden bir ifadeye yer vermektedir. Yani, “Senin ailene kötülük etmek isteyen kim olursa olsun, o kişinin cezâsı ya hapse atılmaktır veya kırbaçlamak suretiyle azap vermektir.” Çünkü böyle bir genel ifade ile meseleyi ortaya atmak, Yûsuf'u korutma maksadına çok daha uygun düşmektedir. Kadın böyle bir konuşma ile açıkça Hazret-i Yûsuf'u hapse attırmak veya onu kamçılatmak, kırbaç cezâsına çarptırmak gibi bir cezâ durumuyla karşı karşıya bırakınca, artık bunun üzerine Hazret-i Yûsuf'un kendisini savunması vacip yani gerekli hale geldi. İşte bunun üzerine Hazret-i Yûsuf da gerçeği olduğu gibi şöyle anlattı: 26Yûsuf: “Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi” dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şâhitlik etti: “Eğer Yûsuf'un gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır.” “Yûsuf: Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi'dedi.” Eğer kadın böyle bir yola başvurmasaydı, Hazret-i Yûsuf onun aleyhinde olan bu durumu gizleyecek ve onu rezil ve rüsvay etmeyecekti. “Kadının akrabasından biri şöyle şâhitlik etti:” Tanıklıkta bulunan bu kişi kadının amcası oğlu idi. Yüce Allah, tanıklıkta bulunması veya şâhitliği kadının en yakın akrabasının dilinden böyle bir ifadenin söylenmiş olması, kadının aleyhinde olması açısından çok daha etkin bir tanıklık ve daha güçlü bir delil olmaktadır. Bu, aynı zamanda Hazret-i Yûsuf'un da gayet temiz olduğuna ve bu işle asla ilgisi bulunmadığına daha iyi bir delildir. Bir tefsire göre” şâhitlik yapan kişi kadının dayısının oğlu imiş ve şâhitlik yaptığı sırada henüz beşikte bulunan bir bebek imiş. Şâhitlikte bulunan kimsenin sözü “Şehadet” olarak isimlendirilmiştir. Çünkü bu kişi, Hazret-i. Yûsuf'un sözünün doğruluğunu tespit eden ve kadının da söylediklerinin yalan ve iftira olduğunu kanıtlayan manada bir şâhitlik görevini yerine getirmiştir. “Eğer Yûsuf'un gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, bu ise yalancılardandır.” Bu, “Bir şâhit şâhitlik ederek dedi ki: “Eğer gömleği...” takdirindedir. 27“Eğer gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir.” “Eğer Yûsuf un gömleği arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir. Bu ise doğru söyleyenlerdendir.” Bunun takdiri de şöyledir: (.......) Mana şöyledir: “Bir şâhit şâhitlik etti de, dedi ki eğer Yûsuf'un gömleği...” Burada şu noktaya dikkat çekiliyor, eğer Yûsuf'un gömleği önden yırtılmış ise, kadın bu takdirde doğru söylemektedir. Çünkü kadın k koşup kaçarken, Yûsuf arkasından onu yakalanak için koşuyor ve onu yakalayınca kadın da hemen kendisi savunmak için Yûsuf'un gömleğini önden yakalayıp kendisini savunurken yırtıyor, demektir. Çünkü Yûsuf kadının üzerine doğru atılırken o da kendisini savunmak için Yûsuf'un gömleğini önden parçalanış oluyor anlamındadır. (.......) ve (.......) nekre olarak gelmesi ise, Bunun manasının bir bakımdan ona: “ön” diğer bir bakımdan da ona: “arka” denmesi sebebiyledir. Bir de istikbal manasında olan, (.......) edatı ile bir mazi fiil olan (.......)fiilinin beraber gelmemeleri gerekirken her ikisinin birlikte bir arada gelmiş olmasına gelince, mananın şöyle olması sebebiyledir: “Eğer Yûsuf'un gömleğinin önden yırtıldığı görülürse..” 28Kocası, Yûsuf'un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, kadına dedi ki: “Şüphesiz bu, sizin tuzağınızdır. Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür.” “Kocası Yûsuf'un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce,” Yûsuf'un suçsuz ve temiz olduğunu, doğru söylediğini ve karısının da yalan konuştuğunu öğrenmiş oldu. “Kadına dedi ki: “Şüphesiz bu,” “Sizin tuzağınızdır.” Bu hitap hem bu kadına ve hem de genel manada benzer durumda olan bütün kâdirılaradır. “Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür.” Çünkü kâdirılar hile ve tuzak kurmada çok daha becerili ve daha bir kandırıcıdırlar, hile ve tuzak kurmada en önde olduklarından onların üstünde hile ve tuzak kuran azdır. İşte onlar bu tür fentleri sayesinde hep erkekleri yenerler. Özellikle de saraylarda oturanlar, sakin sakin evlerinde oturuyormuş gibi gözükenler bunlardandır. Başkalannda görülemeyen tehlikeler hep bu tip kâdirılarda olur. Bilginlerden biri der ki: “Kâdirılardan korktuğum kadar şeytandan korkmam. Çünkü yüce Allah şeytan hakkında; “Şüphesiz şeytanın kurduğu tuzak zayıftır/yıkılmaya mahkümdur.” (Nisa,76) buyururken, kâdirılar hakkında ise; “Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür” buyurmuştur.” 29“Ey Yûsuf! Sen bu olanları söylemekten vazgeç! Ey kadın! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun” “Ey Yûsuf!” Burada ünlem edatı hazfolunmuştur. Çünkü münada yani ünlenen yakındır, karşısındadır. Söylenileni de anlamaktadır. Burada aynı zamanda kadının kocasının Yûsuf'a yaklaşımı ve duru mun nezaketi de ele alınarak bir durum sergilenmektedir. Çünkü koca şöyle devam ediyor: “Sen bu olanları söylemekten vazgeç!” Bu şeyden, bu işten vazgeç ve onu gizli tut, kimseye bundan söz etme! Sonra da eşi Raiyl'e seslenerek dedi ki: “Ey kadın! Sen de günahının affını dile! Çünkü sen günahkârlardan oldun'“Çünkü sen, bilerek haddini aşan ve bile bile hatalı olarak davranan kimselerdensin. Bir kimse bilerek kasten bir suç işlerse, onun için, “Hatie” kelimesi kullanılır. Âyette bu müzekker yani eril kelime ile, (.......) diye geçti. Bunun nedeni kâdirılara karşı daha çok erkekler bu tür şeylerde baskın gelmeleri sebebiyle bu kelime zikredilmiştir. Kadının kocası Azîz ise, halim ve yumuşak huylu biri olması yanında aynı zamanda, aşm derecede kıskanç olmayan bir kimse idi. Çünkü görüldüğü gibi sadece konuştukları ile yetinmiştir. 30Şehirdeki bazı kâdirılar dediler ki: Azîzin karısı, delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş; Yûsuf'un sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz. “Şehirdeki bazı kâdirılar dediler ki:” Kâdirılardan bir takımı... Bunlar beş kadın idiler. Biri su görevlisinin, biri fmncımn, biri at ve hayvan sorumlusunun, biri hapishane baş sorumlusunun ve biri de muhafızın hanımı idi. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğulunun müfret ismidir ve bunun müennesliği gayri hakikidir yani hakiki müennes değildir. İşte bunun içkidir ki, (.......) demedi. Bu kelimenin dil açısından iki türlü okuyuşu bulunmaktadır. Bir okuyuşu nun harfinin keşliyledir, diğer bir okuyuşu ise nun harfinin zammıyladır. “Azîzin karısı,” Kâdirılar bu ifadeleriyle kadının kocası Kıtfir'i demek istiyorlar. Azîz, Arap dilinde kral demektir. “Delikanhsmm nefsinden murat almak istiyormuş;” kölesinden. Yani şehevi isteğini tatmin için kadın Yûsuf'tan beraberlik istemiştir. Ayrıca kölem ve cariyem manasında olmak üzere, “Fetaye ve Fetati” kelimeleri söylenir. “Yûsuf'un sevdası onun kalbine işlemiş!” Burada (.......) kelimesi temyizdir. Yani Yûsuf'un sevgisi ve aşkı onun gönlünün derinliklerine işlemiş, ciğerinde yer etmiştir. Yani Yûsuf'un sevgisi ve aşkı onun aklım öylene başından almıştı ki, kalbini geçerek ta gönlünün ve ciğerini içine işlemiştir. Şiğaf kelimesi: Kalbin örtüsü ve perdesi, zan demektir. Ya da öylene ince bir deri yani zardır ki buna kalbin dili diye de ad verilir. “Biz onu gerçekten açık bir sapıklık içinde görüyoruz.” Apaçık bir yanlışta, doğru olan yolun çok uzağında görüyoruz. 31Kadın, onların dedikodusunu duyunca, onlara dâvetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı. Her birine bir bıçak verdi. Kadınlar meyveleri soyarken Yûsuf'a: “Çık karşılarına!” dedi. Kadınlar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar. Şaşkınlıklarından ellerini kestiler ve dediler ki: Hâşâ Allah'ı tenzih ederiz! Bu bir beşer değil... Bu ancak üstün bir melektir! “Kadın, onların dedikodusunu duyunca,” Yani Kralın kansı Raiyi, kâdirılar tarafından çekiştirilip hakkında dedi kodu yapıldığını duyunca. Çünkü kâdirılar kendisi hakkında, Kralın karısı Raiyi, Kenan diyarından gelen kölesine aşık olmuş ve onun için kara sevdaya tutulmuş da, bundan dolayı ona karşı öfke dolmuş gibisinden laflar ediyorlardı. İşte o bunları duyunca.. Burada, “İğtiyap” yani gıybette bulunma, dedi kodu yapma, “tuzak” kelimesiyle isimlendirildi, ifade olundu. Çünkü bu da kişinin arkasından ve gizli olarak, ilgili şahıs orada olmaksızın yapılmaktadır. Nitekim birine tuzak kuran kişi de aynen böyle gizli davranarak, ilgili kişiden habersizce tuzağını kurar. Bir tefsire göre Kralın karısı hakkında dedi kodu yapan kadınları sırdaşı kabul etmiş ve içini onlara açarak, onlardan bunu gizlemelerini istemiştir. Fakat onlar da kadının aleyhinde olmak üzere sımnı açığa vurmuşlardır. “Onlara dâvetçi gönderdi;” Bunun üzerine kadın da onları evine davet etti. Anlatıldığına göre kadın, kırk tane kadını evine davet eder ve bu davet edilenler arasında dedi koduyu yapan o beş kadın da bulunmaktadır. “Onlar için dayanacak yastıklar hazırladı.” Hazırladı, sağladı. Kelime iftial babmdandır ve kök olarak da, “Atad” kelimesinden türemedir. Burada geçen, (.......) kelimesi, dayanılıp yaslarıılacak yastıklar demektir. Böyle bir hazırlıktan kasıt ise ki bu, arkalannı yastıklara yaslanmış olarak ve ellerinde de bıçaklar olduğu hâlde oturma halidir, işte karşılarına Yûsuf çıkınca, onun durumu karşısında dehşete kapılsınlar da, böylece kendilerinden geçsinler ve bu arada elleri birbiri üzerine düşüp bıçakların keskinliği sayesinde ellerini kesmiş olsunlar. Çünkü bir yere yaslarııp oturmuş olan kimse herhangi bir şey sebebiyle apışıp kalır ve kendinden geçerse, elleri birbiri üzerine düşer. “Her birine bir bıçak verdi.” Çünkü o dönemde insanlar tıpkı yabancılar yani Arap olmayanlar gibi bıçakla yiyeceklerini yerlerdi. “Kâdirılar meyveleri soyarken Yûsuf'a: Çık karşılarına!'dedi.” Kırâat imâmlarından Basra okuluna, Âsım ve Hamza'ya göre “T” harfinin kesriyle, diğer imâmlara göre ise “T” harfinin zammıyladır. “Kâdirılar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar.” Ne kadar önemli biri olduğunu anladılar. Bu parlak güzellik ve dehşet verici, göz kamaştmcı cemalin karşısında hepsi de kendilerinden geçtiler, şaşırıp donakaldılar. Çünkü Yûsuf'un diğer insanlara göre güzelliği âdeta ayın ondördündeki dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibiydi. Hatta Yûsuf Mısır sokaklarında yürürken yüzünün parlakliği ve ışıması duvarlara yansırdı. Hazret-i Yûsuf, Rabbi Hazret-i Âdem'i yarattığı gündeki güzellik gibi güzelliği onunkine benziyordu. Bir tefsire göre de Hazret-i Yûsuf güzelliğini ninesi Sare'den veraset yoluyla elde etmiştir yani onun güzelliği torununa geçmiştir. Bir tefsire göre ise, (.......) kelimesi, “Hidna” yani hayız gördüler anlamındadır. Bu kelimenin sonunda bulunan” He” harfi de sekt yani durmak içindir. Çünkü bu, herhangi bir mefule müteaddi olamaz. Yani mefûl almaz. Esasen bunun anlamı, büyüme çağma ermek demektir. Çünkü kadın hayız hâlini görmeye yani aybaşı olmaya başladığı andan itibâren çocukluk çağından çıkıp artık erginlik çağma ermiş olmaktadır. Sanki Ebuttıyb Mütenebbi de şu sözünü bu tefsirden almış gibidir: Manası şöyledir: “Ey güzel! Allah'tan kork da yüzündeki bu güzelli ği bir örtüyle kapat ki kimse sapıtmasın. Eğer gösterirsen güzelliğini, örtülerine bürünmüş temiz kadınlar bile sende gördükleri güzellik sebebiyle hayız görürler yani şaşırırlar-yoldan çıkarlar.” “Şaşkınlıklarından ellerini kestiler” Ellerini yaraladılar. Meselâ, “Et kesiyordum, bu sırada elimi kestim” dediğinde, bununla elimi yaraladım, demek istemiş olursun gibi. Yani kâdirılar ellerinde bulunan yiyecek maddelerini keserlerken, Hazret-i Yûsuf'u görür görmez dehşete kapılırlar ve onun güzelliği karşısında ellerini yaralarlar. “Ve dediler ki: Haşa! Allah'ı tenzih ederiz!” Burada, (.......) kelimesi tenzih manasını ifade eder ve istisna anlamı taşır. Meselâ, “Esael kavmu Haşa Zeydin” gibi. Bu da cer edatlarından bir edattır. Burada tenzih ve temize çıkarma anlamında kullanıldı. Çünkü, (.......) kavlinin manası, Allah her türlü eksiklikten beri ve uzaktır, münezzehtir. Ona acizlik asla isnat olunamaz. Kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) olarak okumuştur ki bu senin, “Sukya leke” ifadene benzer bir ifadedir. Sanki, “Beraatım” aklanmıştır, temize çıkmıştır, der gibi. Sonra da, (.......) diye söyledi ki, kimin temize çıkardığını, akladığını böylece açıklamış oldu. Ebû Amr dışında kalan kırâat imâmları ise bunu,(.......) olarak, kelimenin sonunda yer alan elif harfini kaldırarak yani hazfederek okumuşlardır. Mana şöyledir: Acizlik nitelemelerinden Allah'ı tenzih eder, beri kılarız. Allah'ın bunun gibi bir güzelliğe sahip birini yaratmasından dolayı, Onun kudreti karşısında şaşkınlıklarını böylece dile getirmiş oldular. “Bu bir beşer değil... Bu ancak üstün bir melektir!” Şaşırtıcı ve gördükleri harikulade güzellik karşısında, kâdirılar onun bir beşer, bir insan olamayacağım söylediler ve bu olsa olsa ancak bir melektir, diyerek, ona melekliği yakıştırdılar. Nitekim insan oğlu doğal olarak nasıl ki şeytandan daha kötü ve daha fena bir varlık olmadığı kanaatine vardıkları gibi meleklerden daha güzel bir varlık olamayacağı kesin kanaatine sahip oldular. 32Kadın dedi ki: İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murat almak istedim. Fakat o, bundan şiddetle sakındı. Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır! “Kadın dedi ki: İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur.” Azîzin yani kralın kansı dedi ki: “İşte sizin kendi kendinize hayal ettiğiniz ve bu nasıl biridir diye geçirdiğiniz ve sonra da durmadan hakkında beni kınayıp çekiştirdiğiniz Kenanlı köle, genç ya da delikanlı budur.” Yani kadın şöyle demek istiyordu: “Sizler onu gerçek bir anlamda değerlendirip tasavvur edemediniz, düşünemediniz. Eğer gerçekten değerlendirmiş olsaydınız, bu yüzden düştüğüm konum yüzünden beni kınamaya asla kalkışmaz ve beni mazur görürdünüz.” “Ben onun nefsinden., murat almak istedim. Fakat o, bundan şiddetle sakındı.” İsti'sam: Mübalağa manası ifade eden bir fiildir. Apaçık kaçınma ve uzak durma, şiddetli kaçınıp sakınma manasına gelir. Sanki o bir koruma altındadır ve buna rağmen daha fazla korunma ve sakınma gayreti içine giriyor ve bunu istiyor, demektir. İşte bu, bazı kimselerin “Hemm” ve “Burhan” kelimelerini açıkladıkları veya tefsirladıkları gibi ileri sürdükleri şeylerden Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) un beri ve uzak olduğunun çok açık ve net bir ifadesidir. Daha sonra kâdirılar Yûsuf'a: “Hanımefendine itâat et” dediler. Kralın kansı Raiyi de dedi ki: “Andolsun, eğer o kendisine emredeceğimi yapmazsa” Buradaki zamîr, (.......) harfine râcidir ve bu da ilgi zamîridir yani mevsûledir. Mana ise şöyle olmaktadır: “Ona emrettiğim şeyi..” Burada cer edatı hazfedilmiştir. Tıpkı, (.......) cümlesinde olduğu gibi. Yahut da (.......) mastariyedir. zamîr de Yûsuf'a râcidir. Yani; “Ona olan enirimi eğer yerine getirmezse” yani “emrimin gereğini yapmaz ve icabına bakmazsa” demektir. “Mutlaka zindana atılacak” Kesinlikle tutuklarııp hapse atılacaktır. “ve elbette sürünenlerden olacaktır!” Nasıl ki o kalbimi çaldıysa, benden nasıl kaçtıysa ve onun aynliği sebebiyle kanımı akıttıysa -ciğerlerime kan damlatmışsa o da mutlaka hırsızlarla, kan dökenlerle ve kaçkınlarla beraber kalacaktır. Yûsuf o hapishanede asla rahat yüzü göremeyecek, alıştığı gibi güzel ve hoş yiyecek ve içeceklerden, uykulardan mahrum kalacaktır. Çünkü o da burada beni her şeyden ve zevkten yoksun kıldı. Kim benim gibisine ipekler içerisinde konforlu yataklarda bir prens gibi yaşamaya rıza göstermezse, o çullar içerisinde hasır yatak üzerinde hasret içerisinde kıvransın dursun. (.......) kelimesinde bulunan elif harfi, tekit manasında olan şeddesiz yani nuni hafife yerine gelmiştir. Hazret-i Yûsuf kâdirılarının tehditlerini duyunca onlara karşı: 33Yûsuf dedi ki: “Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve câhillerden olurum!” “Yûsuf dedi ki: “Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir!” Duayı onlara yöneltti. Çünkü kâdirılar kendisine: “Ne olur ki, hanıminin arzusunu yerine getirsen” demişlerdi. Ya da oradaki kâdirıların her biri, Yûsuf'u görünce ona vuruldu da onu gizlice kendisiyle beraber olmaya davet ettiler. Yûsuf da bütün bu olanlar karşısında, hemen Rabbine sığındı. “Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen,” Bu ifade Hazret-i Yûsuf'tan, kendisini koruması için Rabbine sığınması ve yakarmasıdır. Çünkü kötüye düşebilme korkusu taşımaktadır. “Onlara meyleder” Onlara yönelebilirim. (.......): Heva ve hevesi doğrultusunda hareket etmek, ona meyl etmek anlamındadır. Nitekim, “el-Saba” kelimesi de bu köktendir. Çünkü gönüller saba rüzgarının hoş esmesi ve güzel kokusu sebebiyle ondan haz duyarlar ve ona meylederler. “Ve câhillerden olurum!” Yani ben de bildikleriyle amel etmeyenlerden olmuş olurum. Çünkü bu takdirde ilminin değerini bilmeyenlerden olmak vardır. Bu takdirde kendisi bir bilen olduğu hâlde bilmeyenlerle eşit bir konuma düşmüş olur. Ya da beyinsizlerden bir farkı olmaz. Mademki, “Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen,” kavli ile, kendisinden kötülüğün giderilmesi, uzaklaştırılması ve dua manası arzulanmaktadır. Bunun için şöyle demiştir: 34Rabbi onun duasını kabul etti ve onların hilesini uzaklaştırdı. Çünkü O çok iyi işiten, pek iyi bilendir. “Rabbi onun duasını kabul etti” Allah Yûsuf'un duasına icabet etti, kabul buyurdu. “Ve onların hilesini uzaklaştırdı. Çünkü O -kendisine sığınanların dualarını- çok iyi işiten, -ve Yûsuf'un da kâdirıların da durumlarını- pek iyi bilendir.” 35Sonunda Azîz ve arkadaşları kesin delilleri görmelerine rağmen halkın dedikodusunu kesmek için yine de onu bir zamana kadar mutlaka zindana atmaları kendilerine uygun göründü. “Sonunda Azîz ve arkadaşları kesin delilleri görmelerine- Meselâ gömleğin arka dan yırtılmış olması, kâdirıların ellerini kesmeleri, bir bebeğin şâhitlikte bulunması ve bunu gibi bir çok şâhit ve kanıtlara- rağmen halkın dedikodusunu kesmek için -söylentilerin önünü almak, o andaki mazere ti bertaraf etmek, vaziyeti kurtarmak için- yine de onu bir zamana -bir süreye- kadar mutlaka zindana atmaları kendilerine uygun göründü.” Yûsuf'a karşı bütün bu olanlar, kadının kocasına baskısı sonucu olmuştur. Çünkü Azîz karısının sözünden çıkamayan, sâhibini her dediğine boyun eğen bir devecik idi ve bu bakımdan da dizginleri eşinin elinde bulunan bir idi. Ancak kadın da, hapse atılmanın Hazret-i Yûsuf'u iyiden iyiye yıpratacağını, sonunda kadına boyun eğip ona teslim olacağını bekliyordu. Ya da gözlerin hep onun üzerine odaklarıacağından ve onun hakkında olabilecekleri kendince bir takım kuşkulara kapıldığından dolayı korktu. Bütün bunlar onun halktan utanmasına ve sonuçta umutsuzluğa kapılmasına vardın yordu. İşte böyle bir durumda onu bütünüyle kaybetmek korkusunu taşımaktansa, onun hapishane duvarları arkasında tutuklu kalmasını nza gösteriyordu ki. Onu hiç görememektense bari onunla ilgili olarak alacağı haberlerle avunsun, gönlü şifa bulsun istiyordu. Çünkü onu görmekten yasaklanmıştı. Sanki kadın böylece Yûsuf'un bir süre zindanda beklemesini istedi ki, onda ne gibi değişiklikler olacak, görsün arzu etti. Burada, (.......) kavlinin faili, muzmerdır. Çünkü bunu muzmer olduğuna, onu tefsîr eden ya da açıklayan, (.......) kavli delalet etmektedir. Bunun manası: “Onlar bir görüşe, bir kanaat ve karara sahip oldular” yani kendileri için bir görüş belirdi, demektir. (.......) kavlindeki zamîr Azîz ve adamlarına, arkadaşlarına râcidir. 36Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi. Onlardan biri dedi ki: Ben rüyada şarap sıktığımı gördüm. Diğeri de: Ben de başımın üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun tefsirunu bize haber ver. Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi. “Onunla birlikte zindana iki delikanlı daha girdi.” Krala âit iki köle. Birisi aşçı başı ya da fırıncı, diğeri de su taşıyan ve içki dağıtan sâki idi. Suçlandıkları şey de içecek ve yiyeceğe zehir katınaları idi. Tam Hazret-i Yûsuf hapse atıldığı sırada onlar da aynen o anda hapse atılmışlardı. Çünkü, (.......) kelimesi, beraberlik, arkadaşlık manasım ifade eder. Meselâ, “Emir ile birlikte çıktım” dediğin zaman bunun anlamı, ona arkadaş olarak, onun yanında olduğun hâlde birlikte çıktım, anlamına gelir. Bu durumda hapse giren o iki kişinin de Hazret-i Yûsuf'un yanında beraber oldukları hâlde birlikte cezâevine girdiler, anlamında olması gerekir. “Onlardan biri dedi ki:” Bu şahıs su dağıtan, şakilik yapan, içki dağıtan kişi idi. (.......) Diğeri de:” Yani aşçıbaşı ya da fırıncı da: “Ben de başırıım üstünde kuşların yemekte olduğu bir ekmek taşıdığımı gördüm. Bunun tefsirunu bize haber ver.” Gördüğümüz rüyalann tefsirunu bildir. “Çünkü biz seni güzel davrananlardan görüyoruz, dedi.” Yani seni rüyalan olduğu gibi en iyi tefsirlayan kimse olarak görüyoruz, kabul ediyoruz. Ya da hapiste yatanlara en iyi davranan kimselerden görüyoruz, demektir. Çünkü sen hastaları tedavi ediyor, hüzünlü ve üzüntü içinde bulunanları tesellide bulunuyorsun, yoksula çok yardımcı oluyorsun. O hâlde bu gördüğümüz rüya konusunda da bize iyilikte bulun da rüyamızı tefsirla, dediler. Bir tefsire göre de, bu ikisi Hazret-i Yûsuf'u denemek için görmedikleri hâlde gelip rüya gördüklerini söylediler; Şakilik yapan, içki dağıtan gelip dedi ki: “Ben rüyamda sanki bir bahçede imişim, bir de gördüm ki, bir üzüm asmasında üç salkım üzüm duruyor. Hemen onları kopardım, peşinden de onu kralın bardağına sıktım ve bunu ona içirdim.” Fmncı da şöyle söyledi: “Ben, başımın üzerinde sanki üç sepet veya tepsi taşıyor gibiydim. Bu tepsilerin üzerinde çeşitli yiyecekler bulunuyordu. Bir gördüm ki yırtıcı kuşlar gelip ondan gagalayıp yiyorlar.” 37Yûsuf dedi ki: Size yedirilecek yemek gelmeden önce onun tefsirunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin ta kendileridir. “Yûsuf dedi ki: Size yedirilecek yemek gelmeden önce onun tefsirunu mutlaka size haber vereceğim.” Yani gelecek olan yiyeceklerin mahiyetini ve nelerden ibâret olduğunu haber vereceğim. Çünkü bu, zor çözülebilen bir tefsire, bir tefsire benzer. Henüz ortada bir şey yok hepsini bir bir haber verebilmektedir. Hazret-i Yûsuf o iki kişinin rüya tabiri isteklerini yerine getirip onlar da kendisini ihsan sâhibi olmakla, herkese iyilikte bulunmakla vasfetmeye başlayınca, hemen bu durumu fırsat olarak değerlendirdi. Hazret-i Yûsuf böyle davranmakla bu yoldan, kendisinin ilim adamlarından da üstün bir durumda olduğunu onlara kabul ettirmek istiyordu. Çünkü Hazret-i Yûsuf gaybtan haber vermekte ve ayrıca hapiste bulunurlarken her gün kendilerine gelecek olan yemeklerin nelerden ibâret olduğunu, ne tür yiyecek ve içecek olduğunu haber verip söylemektedir. Dedikleri de aynen çıkmaktadır. Meselâ şöyle diyor: “Bugün şu ve şu türden yiyecekler getirilecek” diyor ve dediği de aynen çıkıyordu. Hazret-i Yûsuf bütün bunları onlara aktanrken amacı, o ikisine tevhit inancım aşılamak ve onlara îman etmelerini telkin ederek, imanın güzelliklerinden söz ederek ve Allah'a şirk koşmayı da kötüleyerek inanmalarını sağlamaktır. Bir de buradan şöyle bir anlam,da çıkmaktadır; İlim sâhibi bir kimsenin, eğer içinde bulunduğu toplum tarafından kim ve nasıl biri olduğu, değerinin ne olduğu bilinemiyorsa, amacı kendisini tezkiye etmek ve üstün biri olduğu anlamında bir görüntü sunmak değilse, kendisinin kim olduğunu anlatmak ve amacının da toplumunun kendisinden yararlanmalarını temin ise, bu takdirde kendisini onlara tanıtmasında, özelliklerini sunmasında herhangi bir sakınca yoktur. “Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir.” Burada kendileri için rüya tabir ettiği sözkonusu iki kimseye işaret etmektedir.. Yani işte bu tefsir ve gaybtan haber verme işi var ya, işte bunlar Rabbimin; bana vahiy yoluyla bildirip öğrettiği şeylerdir. Yoksa ben bunları herhangi bir kehanet yoluyla veya yıldızlara bakarak söylüyor değilim. “Şüphesiz ben Allah'a inanmayan bir kavmin dininden uzaklaştım. Onlar âhireti inkâr edenlerin ta kendileridir.” Bu cümlenin bir ibtida yani giriş veya yeni bir cümle olması da câiz olduğu gibi kendisinden önce geçen cümlenin gerekçesini açıklayan, nedenlerini sunan bir cümle de olması câizdir. Yani Bunu bana öğretti ve bunları bana vahiy yoluyla bildirdi. Çünkü ben şu dine inanan, şirk koşan bir toplumu, Mısır halkını ve onların dininde olan gençleri de reddettim, terkettim. 38Ben atalarını İbrâhîm, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. “Ben atalarını İbrâhîm, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum.” Bu din ve inanç sistemi de, Haniflik dini denilen tek Allah inancıdır. Bundan önce geçen (37.) Âyetteki (.......) zamîrinin tekrar edilmiş olması, te'kit içindir. Hazret-i Yûsuf un atalarının adından onlara söz etmiş olması, kendisinin peygamber ocağından gelen ve yetişen biri olduğunu göstermek içindir. Böylece o iki kişiye, kendisinin, kendisine vahiy gelen bir kimse olduğunu, gaybla alâkalı olarak verdiği bilgilerin de bu vahye dayandığını öğretmek ve tanıtmak istiyordu. Böylece o iki kişinin kendisine tabi olma arzu ve isteklerini pekiştirmek ve takviye etmek istiyordu. Burada, (.......) kavlinden murat, ta baştan beri şirk toplumunun inadıyla hiçbir alakasının olmadığını açıklamaktır. Yoksa bu; Hazret-i Yûsuf daha önce onların inançlarını paylaşıyordu da sonradan onların inançlarını terketti, demek değildir. “Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz.” İster put anlamında olsun ister bir başka anlamda olsun, biz peygamberler için herhangi bir şeyi, Allah'a ortak koşmamız asla doğru değildir. “Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu Allah'ın lütfuna karşılık- şükretmezler.” Bu lütuf ve ikramı sebebiyle hala akıllarını başlarına almazlar, hala uyanmazlar ve şükürde bulunmazlar. 39Ey zindan arkadaşlarını! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı? “Ey zindan arkadaşlarını!” Ey hapishanede benimle olan arkadaşlarını! Bu ifade âdeta, “Cehennem ehli” (Bakara, 81) ve “Cennet ehli” (Bakara, 82) gibi bir ifadedir. “Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?” Burada tannların ya da ilâhların sayıları ve çokluklarını kastetmektedir. Yani; çeşitli ilâhların var olup şimdi olduğu gibi onlara şu veya bu şekilde tapınılması mı ikiniz için daha yerinde ve daha hayırlı? Yoksa her ikinizin de, gücüne karşı konulması asla mümkün olmayan ve hiçbir zaman kendisine galebe çalınmayan, Rab olmasında asla kimsenin ortak olmadığı ve olmayacağı bfr tek Rabbinin olması mı? İşte bu bir örneklemedir. Hazret-i Yûsuf bunu bir tek Allah'a kul olmak ile birçok putları ilahlaştırarak onlara kul ve köle olmanın farkını göstermektedir. 40Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a âittir. O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. “Allah'ı bırakıp da taptıklarınız,” Bu hitap o iki kişi ile Mısır toplumundan olup da bu iki kişinin inancında olanlara karşı olmaktadır. “Sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir.” Yani sizler hiçbir zaman ilâh olmaya layık olmayan varlıkları ilâhlar diye adlarıdırdınız. Sonra gidip bu ilahlaştırdığınız âciz varlıklara tapındınız. Böyle yapmakla sanki sizler bir takım aslı ve astan olmayan, soyut bir takım isimlere tapınır duruma gelmiş oldunuz. (.......) kavlinin manası, (.......) demektir yani siz onları bu isimlerle isimlendirdiniz, anlamındadır. Meselâ, (.......) gibi ki bu, (.......)takdirindedir. “Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir.” Allah onları bu şekilde adlarıdırasmız diye herhangi bir hüccet ve delil indirmiş değildir. “Hüküm sadece Allah'a âittir.” İbadet ve kulluk konusunda, din hususunda emir vermek, hüküm koymak yalnızca Allah'a âit olan bir durumdur. Daha sonra yüce Allah'ın neye hüküm verdiğini, neyi emrettiğini açıklamak üzere şöyle dedi: “O size kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” Yani kesin delillerin, kanıtların ve burhanların gerçek anlamda ortaya koyduğu gerçek din, inanılması gereken din budur. “Fakat insanların çoğu bihnezler.” İşte bütün bu gerçekler gösteriyor ki, kul bir şey bilemezse de, câhil biri olmuş olsa da, gerçekler gözlerinin önüne serildiğinde ve ilim açısından doğrunun ne olduğu kendisi tarafından anlaşıldığında, artık mutlaka sonuç itibariyle kendisini bağlamaktadır. Burada işaret olunan gerçek işte işin bu noktasıdır. Yûsuf daha sonra rüyayı tefsirlamak üzere şöyle dedi: 41Ey zindan arkadaşlarını ! Rüyalannıza gelince, biriniz daha önce olduğu gibi efendisine şarap içirecek; diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından beynini yiyecekler. Tefsirunu sorduğunuz iş bu şekilde kesinleşmiştir. “Ey zindan arkadaşlarını! Rüyalannıza gelince, biriniz daha önce olduğu gibi efendisine şarap içirecek;” Eski görevine dönecek. “diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından beynini yiyecekler.” Rivâyete göre Hazret-i Yûsuf birincisine; senin gördüğün asmadaki üzüm ve onların güzelliği, kral ve senin kral katındaki olumlu ve güzel yerin anlamındadır. Budanmış olan üç dal ise, senin üç gün daha burada geçireceğin ve daha sonra çıkıp önceden yapmakta olduğun işine dönmen anlamındadır, demiştir. İkinci kişiye de şöyle demiştir: “Sana gelince, senin başırıın üzerinde taşıdığın üç sepet ya da sekesini yine senin üç gün daha bekleyeceğin ve bu üç günden sonra çıkanlıp öldürüleceğin anlamındadır.” Fınncı asılacağı tefsirunu duyunca dedi ki: “Ben rüya faları görmedim.” Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf da şöyle, söyledi: “Tefsirunu sorduğunuz iş bu şekilde kesinleşmiştir.” Kendi işiniz ve konumunuz hakkında sormuş olduğunuz hususu her ikiniz için de artık kesinlik kazanmıştır. Yani artık olacak olanın önüne geçemeyeceksiniz. Sonuç kesindir. Yani ikisinden birinin idam edilerek öldürüleceği, birinin de kurtulacağı sonucu kesindir. 42Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin yanında an, umulur ki beni çıkarır. Fakat şeytan ona, Yûsuf'u efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf, birkaç sene daha zindanda kaldı. “Onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki:” Burada “Bilen, zanneden” diye söz edilen kimse Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) tur. Çünkü Hazret-i Yûsuf'un tefsiru içtihat yoluyla idi. Eğer bu, vahiy yoluyla olmuş olsaydı, zannedenin sâki yani içki dağıtan kişi olması gerekirdi. Yahut da burada, “Zan” ifadesi, yakin anlamında kesin bilgi demektir. “Beni efendinin yamnda an, umulur ki beni çıkarır.” Beni kralın yanında kendi sıfatım ve özelliğimle haürlat. Ona benim başımdan geçenleri aktar ki, belki bu sebeple bana acıyıp merhamet eder. Bu suretle de beni düştüğüm bu yerden kurtarır. “Fakat şeytan ona efendisine anmayı unutturdu.” Onu, efendisine anlatmayı, durumunu aktarmayı ya da efendisinin yamnda ondan söz etmeyi unutturdu. Yahut da Yûsuf, işini başkasına havale ederken Rabbini anmayı unuttu. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Allah kardeşim Yûsuf'a merhamet buyursun. Eğer,'Beni efendinin yanmda an'dememiş olsaydı, kesinlikle yedi yıl zindanda kalmayacaktı.” Bu hadisi İbn Münzir, İbn Ebû Hatim ve İbn Merduye rivâyet etmişler. Bak. el-Dürrü'l-Mensur; 4/541 “Dolayısıyla Yûsuf, birkaç sene daha zindanda kaldı.” Cumhûr’a göre yedi yıl kaldı. (.......) kelimesi üç ila dokuz arasında olan sayılar için kullanılan bir kelimedir. 43Kral dedi ki: “Ben rüyada yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek gördüm. Ayrıca, yedi yeşil başak ve diğerlerini de kuru gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya tefsirluyorsanız, benim rüyamı da bana tefsirlayınız.” “Kral dedi ki: Ben rüyada yedi ank ineğin yediği yedi semiz inek gördüm. -Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) un zindandan kurtuluş zamanı yaklaşırıca, tam bu sırada Mısır kralı Reyyan b. Velit çok ürkütücü bir rüya görür. Gördüğü rüyasında yedi semiz ve yedi cılız inek kupkuru bir nehirden çıkıyorlar ve bu arada yedi cılız ve ank inek diğer yedi semiz ve besili inekleri yutuverirler.- Ayrıca, yedi yeşil tfaşak ve diğerlerini de kuru gördüm.” Bir de rüyasında iyice dane tutmuş yedi yeşil başak ile yedi kupkuru başak görür. Fakat kuru başakların ise hasat ve biçme zamanı gelip çatmış, biçilmeyi bekliyor. Kuru olan başaklar, yeşillerin üzerine sanlrmşlar ve neredeyse onları bitiriyorlar. Kuru olanlar yeşil olanlarına baskın geliyorlar. İşte kral bu rüyalannm tefsirunu, tabirini adamlarından istemişse de, kendisini tam anlamıyla tatmin eden bir tefsir getiremediler, kavmi arasında da buna ehil birilerini bulamadı. Söylendiğine göre, Hazret-i Yûsuf'un ilk çilesi de rüya ile başlamış ve sonuçta kurtuluşu da rüya ile olmuştur. (.......) kelimesi, “Semiyn” ve “Semiyne” kelimelerinin çoğuludur. (.......) kelimesi ise, ank, zayıf, cılız gibi manalara gelir. “el-Acef': kendisinden sonra semizlik bırakmayan, demektir. (.......) kelimesinin, “Acfae” kelimesinin çoğulu olmasının nedeni, yani, “Ef'ale-Fa'lae” ölçüsünde geliş sebebi zıddı olan kelimeye göre çoğul yapılmış olmasındandır. Aslında, “Ef'ale-Fa'lae” kalıpları, “Fial” kalıbında çoğul olarak gelmezler. Kelimenin zıttı (.......) kelimesidir. Bunlar adetleri gereği benzer olanı yine benzer olana hamledeler, karşıt ya da zıt olanları da zıtlarıyla karşılarlar. Yani, “İcaf zıttı olan “Siman” ile aynı kalıpta getirilmiştir. Bu âyette ayrıca şuna da delalet vardır: Kuru olan başaklar da tıpkı yeşil başaklar gibi yedi tane idiler. Çünkü söz, yedi semiz ve etli sığır ile yedi cılız ve zayıf sığır ve bir de yedi yeşil başak üzerinde dönmektedir. Bu da, bundan sonra gelen diğerleri kuru başak ifadesiyle, “diğer” kelimesinin yedi sayısını içerdiğini gerekli kılar. Mana itibariyle diğerleriyle aynı olmasını icabettirir ve içine alır. Dolayısıyla (.......) kavliyle, diğer yedisi de kuru yedi başak, anlamına gelir. “Ey ileri gelenler!” Sanki böyle demekle, bilim adamlarından ve bilge kimselerden önde gelenler kastedilmekte gibidir. “Eğer rüya tefsirluyorsanız, benim rüyamı da bana tefsirlaymız.” Burada, (.......) kavlinde olan lam harfi beyan içindir. Bu, âdeta (.......) (Yûsuf, 20) kavli gibidir. Ya da mefulü bih fiile takaddüm edince yani fiilden önce gelince, bu takdirde fiil onda amel etmede kendisinden sonra gelen mefule göre daha az bir kuvvettedir. Çünkü eğer meral yani tümleç ya da nesne fiilden sonra gelirse, bu açıdan mefûl daha bir güçlü olur. Meselâ; “Abberturrü'ya” ve “Lirrü'ya abbetu” da diyebilirsin. Yahut da, (.......) kavli, “Kane” fiilinin haberidir. Meselâ, (.......) gibi denir ki, eğer bununla bağımsız ve o iş için görevli ise, böyle denir. (.......) bir başka haberdir veya hâldir. “Rüyayı tabir ettim” demek aslında, ben onun sonucunu anlattım, sonunda ne olabileceğini tefsirladim, anlamındadır. Meselâ: (.......) dediğinde bu, “Ben nehrin suyunu ta ki en geniş alana yayılarıa, kendine en geniş yolu açana kadar kestim” demektir. Bire de bunun benzeri, “Ben rüyayı tevil ettim” dediğinde, bununla sen, “Onun sonuçta varabileceği şeyi anlatmaya, tefsirlamaya çalıştım, demiş olursun. Çünkü bu, neticede onun varacağı noktasıdır. Şeddesiz olarak, (.......) dendiği zaman bu, kanıtlamanın dayandırıldığı şey demektir ki, şayet karşıdaki bir inkârcı havada değil ve ortaya konulan kanıtlarla hemen ikna oluyorsa şeddesiz olarak bu kelime konuşulur. Eğer o kimselerin inkârcı olduklarını görürsen bu defa bu kelimeyi şeddeli olarak (.......) diye aktarınsın. Ta'bir ve Muabber kelimeleri de bu manadadırlar. 44Tefsircular dediler ki: “Bunlar karmakarışık düşlerdir. Biz böyle düşlerin tefsirunu bilenlerden değiliz.” “Tefsircular dediler ki: Bunlar karmakarışık düşlerdir.” Bu cümle, (.......) takdirindedir. Yani bir takım karmaşık, içinden çıkılması zor, anlamsız ve bâtıl şeylerdir. Aslında bunlar daha önce insanın içinden geçen ve fakat rüya olarak karşımıza çıkan anlamsız şeylerdir ve şeytanın vesvesesinden ibârettir. Esas itibariyle, (.......) kelimesi, çeşitli bitki ya da otlardan kanşık bir hâlde toplarııp ve bu tür bitki ve otlardan meydana getirilen demet demektir. Bu kelimenin tekili de, “Diğsün” kelimesidir. Daha sonra bu kelime bu manada istiâre yoluyla alınıp kullanılmıştır. Buradaki izafet de, (.......) manasında bir izafet ya da tamlamadır. Yani, (.......) takdirindedir. Halbuki görülen tek rüya olmasına rağmen, çoğul olarak (.......) kelimesi kullanılmıştır. Halbuki kullanılması gereken ise bunun tekili olan, “Hulm” kelimesi olmalıydı. Böyle olmama nedeni, görülen rüyalann daha çok anlamsız ve asılsız şeyler olması itibariyle çoğul ifade kullanılmıştır. Bu arada şöyle de denebilir; kral adamlarına bu rüyasının yanında başkaca rüyalar da aktarmış olabilir. “Biz böyle düşlerin tefsirunu bilenlerden değiliz.” Bu tabirciler, (.......) ile bâtıl ve anlamsız olan rüyalan demek istemişlerdir. Bunun için de: “Bu karmaşık rüyalar hakkın da bizim yapabileceğimiz herhangi bir tefsir toktur. Çünkü asıl tevil veya tefsir sağlıklı olarak görülen ve bir anlam ifade eden rüyalar içindir” dediler. Ya da ilimde eksik olduklarını, bunu bilemeyeceklerim itiraf ettiler ve bunlar rüya tabiri konusunda deneyimli ve bilgi sâhibi değillerdi. 45Zindandaki iki kişiden kurtulmuş olan, uzun bir zaman sonra Yûsuf'u hatırlayarak dedi ki: “Ben size onun tefsirunu haber veririm, beni hemen zindana gönderin.” “Zindandaki iki kişiden kurtulmuş olan uzun bir zaman sonra Yûsuf'u hatırlayarak dedi ki:” Burada geçen, (.......) kelimesi, dal harfiyle fasih olan şeklidir. Kelimenin aslı, (.......) idi. Burada zel harfi dal harfine dönüştürüldü, “T” harfi de dal harfine dönüştürüldü. İki harfin birbirlerine yakınlığı sebebiyle, ilk harf ikinciye idğam yapıldı. Hasen-ı Basrî ise bu kelimeyi, (.......) olarak kırâat etmiştir. Burada uygulama şöyledir; “T” harfi zel harfine kalbedilmiş ve sonra da idğam yapılmıştır. Yani, “arkadaşı Yûsuf'u ve onda gördükleri şeyleri hatırladı” demektir. Yine burada geçen, (.......) kavli, uzun bir müddet sonra, demektir. Bu olay, kral rüyasının açıklanmasını istediği ve rüyanın tefsirlanması krala çıkılamaz bir duruma geldiği zaman olmuştu. İşte bu sırada öldürülmekten kurtuları arkadaşı, Yûsuf'un kendisiyle arkadaşırıın rüyalannı nasıl tefsirladığını ve Yûsuf'un kendisi ile ilgili durumu krala hatırlatmasını kendisinden istediğini birden bire hatırlayıverdi. “Ben size onun tefsirunu haber veririm, beni hemen zindana gönderin.” Ben size, bu tefsir ile ilgili bilgisi olan birini size söyleyebilir, haber verebilirim, o hâlde beni hemen ona götürün. Ya'kûb bunu “Y” harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Yani beni ona götürün ya da gönderin ki bunu ona sorayım. Onlar da hemen onu Hazret-i Yûsuf'a gönderdiler, o da ona gelip şöyle dedi: 46Yûsuf'un yanına gelerek dedi ki: “Ey Yûsuf, ey doğru sözlü kişi! Rüyada görülen yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri de kuru olan başaklar hakkında bize tefsir yap. Ümit ederim ki, insanlara isabetli tefsirunla dönerim de belki onlar da doğruyu öğrenirler.” “Yûsuf'un yamna gelerek dedi ki: Ey Yûsuf, ey doğru sözlü kişi!” Doğrulukta üstün ve üzerinde bir başkasını tanımadığım insan Yûsuf! Arkadaşırıın Hazret-i Yûsuf'a böyle seslenmesi, daha önce onun hâlini ve durumunu bildiği, onda tattıklarını görmüş, rüyalan tefsirlamada kendisine âit olanı olsun, arkadaşıyla ilgili olanı olsun tefsirladıklarını doğruluğunu görüp öğrenmişlerdi. Yaptığı tefsir aynen olduğu gibi çıkmıştı. “Rüyada görülen yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri de kuru olan başaklar hakkında bize tefsir yap. Ümit ederim ki, insanlara isabetli tefsirunla dönerim de” Kral ve adamlarının yanma dönerim de “Belki onlar da doğruyu öğrenirler.” İlim bakımından senin değerini ve yerini takdir eder, seni ister ve seni içinde bulunduğun bu sıkıntıdan kurtarır. 47Yûsuf dedi ki: “Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz. Sonra da yiyeceklerinizden az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında stok edip bırakınız.” “Yûsuf dedi ki: “Yedi sene âdetiniz üzere ekin ekersiniz.” Bu emir anlamında haber cümlesidir.. Tıpkı, “Allah'a ve Resûlüne îman edersiniz ve Cihat edersiniz” (Saf,11) kavli gibi. Bunun böyle olduğunun da delili, (.......) kavlidir. Ancak emir manası burada haber şeklinde verildi ki, emredilen şeyin varlığı konusunda bir aşırılık, mübalağa olsun için. Bunu sanki varmış, ortada imiş gibi sundu ki, böylece o var olandan haber vermiş oluyor. (.......) kelimesi, aynı zamanda hemzenin sükunu ile, “De'ben” olarak da okunmuştur. Ancak kırâat imâmlarından Hafs, âyette görüldüğü gibi elif harfinin fethasiyle, (.......) okumuştur. Her iki kelime de, amel “Deebe” kökünden alınmadır ve işte edebe riayet etmek demektir, uygulamaya, geleneğe göre yapmak demektir. Bu kelime yani, (.......) kelimesi emredilenlerden veya kendilerine emir verilenlerden hâldir. Yani, “Sonra da yiyeceklerinizden az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağında stok edip bırakınız.” 48“Sonra bunun ardından, yedi kıtlık yılı gelecek, o ydlar için biriktirdiklerinizi yeyip bitirecektir. Sadece saklayacaklarınızdan az bir miktar tohumluk hariç.” “Sonra bunun ardından yedi kıtlık yılı gelecek, o yıllar için biriktirdiklerinizi yeyip bitirecektir.” Burada asıl yeyip bitirecek olanlar insanlar olduğu hâlde, yeme işi kıtlık yıllara isnat olunmuştur. Bu, mecâzî manada bir isnattır. Çünkü yeyip içecek olanlar insanlar olacaktır. “Sadece saklayacaklarınızdan az bir miktar tohumluk hariç.” Muhafaza edeceklerinizden, koruyacaklarınızdan .... 49“Sonra bunun ardmdan da bir yıl gelecek ki, o yılda insanlara Allah tarafından yardım olunacak ve o ydda meyve suyu ve yağ sıkacaklar.” “Sonra bunun ardından da bir yıl gelecek ki, o ydda insanlara Allah tarafmdan yardım olunacak” Yani o yılda Allah'tan isteyenin duasına icabet olunacaktır. Bu ise (.......) kelimesi, “Ğavs” kelimesinden türeme olduğu zamanki manasıdır. Ya da (.......) kelimesinden türemedir. Buna göre de mana şöyledir; Onları bol yağmura kavuşturur. Meselâ, ülkede çok fazla yağmur yağışı olunca bunun için, (.......) denir ki bu, ülke oldukça yağış aldı, demektir. “Ve o ydda meyve suyu ve yağ sıkacaklar.” Uzüm sıkacaklar, suyunu elde edecekler, zeytinden zeytin yağı ve susam yağı elde edeceklerdir. Bunlardan meyve suyu ve benzeri içecekler ile bitkisel yağlar üreteceklerdir. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuşlardır. Âyette geçen semiz inekler ya da sığırlar ile yeşil başaklar bolluk yılları olarak tefsir edilmiştir. Ank ve cılız sığırlar ile kuru başaklar da kıtlık yılları olarak tefsir edilmiştir. Hazret-i Yûsuf bunun arkasından yedi kıtlık yılının geçmesinden sonra gelen sekizinci yılın ise çok bereketli, bol ürünlü bir yıl olacağını, bol nimetlere ereceklerini kendilerine müjdelemiştir. Bütün bu bilgiler vahiy yoluyla olmaktaydı. 50Adam bu tefsiru getirince kral dedi ki: “Onu bana getirin!” Elçi, Yûsuf'a geldiği zaman, Yûsuf dedi ki: “Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kâdirıların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir.” “Adam bu tefsiru getirince kral dedi ki: Onu bana getirin!'Elçi, Yûsuf'a geldiği zaman, Yûsuf dedi ki:” “Efendine -krala- dön de ona: Ellerini kesen o kâdirıların zoru neydi?'diye sor.” Hazret-i Yûsuf bu hususta oldukça dikkatli davranarak, kralın çağnsma hemen icabet etmeyi ağırdan aldı. Önce kadmların yaptıklarını gündeme getirdi ki, kendisinin hangi sebepten ötürü hapsedilip zindana atıldığının açıklanmasını ve böylece beraatım yani aklanmasını istiyordu. Çünkü ileride kendisini kıskananlar kralın yanında onu kötülemeye kalkışamasmlar, böyle fırsat bulamasınlar istiyordu. Çünkü bu hasetCinler yarın bu durumu bir basamak yapmak suretiyle onu kralın gözünden düşürebilirlerdi. Bir de: “Yedi yıl müddetçe zindanda kalmasının sebebi büyük bir işe kalkışüğmdan ve önemli bir suç işlediğinden dolayıdır” demelerinin önünü almak istemesindendi. Ayrıca bundan şöyle bir sonuç da çıkmış olmaktadır; herhangi bir töhmet ve iftira ile karşı karşıya bulunan bir kimsenin bundan aklanması için kendisini olanca güç ve imkanlarıyla savunması ve buna karşı direnmesi, böylece yapılan iftiraları ortaya koyup sergilemesi de gerekli ve zorunludur, bir vecibedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Yûsuf’un asaletine ve sabrına hayret etmişimdir. Allah kendisi mağfiret buyursun, kendisine yedi arık ve yedi semiz inek hakkında kendişine sorulduğunda, bilgisine başvurulduğunda hep sabretmiştir. Ben onun yerinde olsaydım, beni zindandan çıkarmadıkça onlara istedikleri cevabı vermez, önce beni salıvermelerini şart koşardım. Yine ona elçi geldiğinde de hayret etmişimdir. Çünkü o elçiye;'efendine, krala dön..'diye söylemiştir. Ben onun yerinde olsaydım, zaten zindanda kaldığım kadar kalmışım, hemen çağrısına çabucak icabet ederdim ve çıkmak üzere kapıya koşardım. Herhangi bir mazerete de sarılmazdım. Şüphesiz Yûsuf gerçekten halım ve işleri acelecilikle ele almayan biri idi.” Bak. El- Dürrü'l-Mensur;4/548 Dikkat edilirse Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) kendisinin zindana atılmasına ve eza görmesine neden olan hammefendisinin adım bütün yaptıklarına rağmen vermemiştir. Görüldüğü gibi sadece ellerini kesen kadınlardan söz etmekle yetinmiştir ki bu onun ne kadar asil ve ne kadar edepli bir kişi olduğunu göstermektedir. “Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir.” Yani onların kurdukları düzen öyle bağışlanacak türden bir şey değildir, çok büyük bir hiledir. Fakat bunun böyle olduğunu ise ancak yüce Allah bilir ve O, bu sebepten dolayı da o kadmları cezâlarıdıracaktır. Hazret-i Yûsuf'a zindandan almak üzere giden elçi, oradan Hazret-i Yûsuf'un mesajıyla krala döner. Kral da hemen ellerini kesen kadmları ve Azîz'in eşim huzura çağınr ve sonra onlara 51Kral kâdirılara dedi ki: Yûsuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? Kadınlar, Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler, Azîzin karısı da dedi ki: “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir.” “Kral kâdirılara dedi ki: Yûsuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi?” Nasıl bir durumda idiniz? Siz Yûsuf'un size karşı bir meyli, arzusu olduğunu hissettiniz mi? “Kâdirılar, Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler.” Kâdirılar böyle söylemekle, Hazret-i Yûsuf'un ne kadar iffetli ve üstün bir ahlâk sâhibi olduğunu, böyle birini yaratan yüce Allah'ın kudretine karşı hayretlerini dile getiriyorlardı, dolayısıyla onun suçsuzluğunu ve herhangi bir günah işlemediğini bildiklerini açıklıkla söylüyorlardı. “Azîzin karısı da dedi ki: “Şimdi gerçek ortaya çıktı.” İşte asıl mesele şimdi ortaya çıkmış oldu ve gerçek kesin olarak anlaşıldı. “Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir.” Nitekim (.......), (Yûsuf 26) “Yûsuf: Asıl kendisi benim nefsimden murat almak istedi'dedi.” Kavli ile bu kavil bakımından artık onun aklanmış olduğuna, nezahetine dair bir başka şâhitliğe aslında gerek yoktur. Bu ikisi delil olarak yeterlidir. Çünkü kâdirılar kendi aleyhlerine olmak üzere tanıklık etmişler ve kendisine atıları iftira ile Hazret-i Yûsuf'un hiçbir alakasını ve ilgisinin olmadığını itirafta bulunmuşlardır. Bundan sonra elçi tekrar Hazret-i Yûsuf’a döndü ve kadmların onun hakkında söylediklerini, Azîzin hanıminin itirafını, aynı şekilde kadının kendi aleyhindeki şâhitliğini Yûsuf'a aktardı. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf: 52Yûsuf dedi ki: “Bu, Azîzin yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını herkesin bilmesi içindir.” “Yûsuf dedi ki: “Bu,” Yani benim zindandan çıkmak istemeyişim ve burada mesele kamtlamncaya kadar kalışımdaki ısrarım, benim beraatımın ve aklanmamın açığa çıkması içindi. “Azîzin yokluğunda ona hainlik etdiğimi bilmesi...” Burada, (.......) kavli ya failden veya mefulden hâldir. Bu da şu manalara göredir: “Ben ondan uzakta iken, onun yanında değilken” veya “O benden uzakta iken, yanımda değilken.” Yahut da, “Kral, Benim Azîz'e ihanet etmediğimi öğrensin, bilsin için” demektir. Yada; (.......) Ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağım herkesin bilmesi içindir.” Yani onu doğrulatmaz. Sanki burada Azîzin eşine, kocasının emanetine ihaneti sebebiyle bir sitem, bir tariz var gibidir. Hazret-i Yûsuf daha sonra Allah için alçak gönüllü biri olduğunu ve nefsini tezkiye etmek, temize çıkarmak anlamında bir şey yapmadığını göstermek ve kendisindeki emanete ihanet etmeme özelliğinin Allah'ın kendisini buna muvaffak kılması ve onu koruyup muhafazası sonucu olduğunu göstermek ve ortaya koymak isteyerek sözlerine şöyle devam ediyor: 53“Bununla beraber nefsimi temize çıkarmıtefsir. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” “Bununla beraber nefsimi temize çıkarmiyorum.” Yanlışa düşmekten kendimi büsbütün aklamiyorum, bu konuda nefsim lehinde bir tanıklıkta da bulunuyor değilim. Genel anlamıyla nefsimi bütün fiillerden tezkiye de etmiyorum. Yahut da bu olayda, sözünü ettiğimiz ve insanlık doğasını gereği olan meyil sebebiyle de kendimi aklıyor değilim. Yani bu işe herhangi bir kasıt olmaksızın, bunu tasarlamaksızm, bunun için bir gayret göstermeksizin sadece bir insan olarak doğal anlamda olabilecek bir yanlıştan da nefsimi aklıyor değilim. (.......) Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder;” Burada nefisten kasıt bütün nefisler anlamında cins murat olunmaktadır. Yani bu türden bütün nefisler kötülüğü emrederler ve insanı içinde şehevî olan şeylerin yer aldığı olaylara sürüklerler. “Rabbim acıyıp korumuş başka.” Sadece Rabbimin kendilerin rahmetiyle koruyup kolladıkları bunun dışmdadırlar. Burada, (.......) kavlindeki (.......) harfinin zaman anlamında olması da câizdir. Yani; “Ancak Rabbimin rahmeti ve yardımı geldiği zaman” demektir. Yani; “Nefis her zaman ve vakitte hep kötülük emreder durur, sadece Rabbimin koruduğu vakit müstesna” demektir. Ya da bu, münkati bir istisnadır. Yani, “Ancak Rabbimin rahmetidir, kötülüğü önleyen” demektir. Bir tefsire göre de bu ifade, Azîzin hanıminin söylediği bir sözdür. Yani, “Bu benim söylediğim şey, Yûsuf bilmiş olsun ki, ben kocama ihanet etmedim ve onun yokluğunda da aleyhinde yalan söylemiş değilim. Onunla ilgili olarak sorulan şey konusunda da beff doğru olanı söyledim, onu dile getirdim. “Ben bütün bunlarla birlikte nefsimi temize çıkarmiyorum.” Bu ihanetle birlikte kendimi aklamiyorum. Çünkü ben, onu töhmet altında tuttuğum zaman ona hainlikte bulundum ve şöyle dedim: “Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezâsı, zindana atılmak tan veya elem verici bir işkenceden başka ne olabilir!” (Yûsuf 25) Yani onu zindana ben attırdım, demek istiyor. Dolayısıyla yaptıklarından ötürü özür dilemek istiyor. Çünkü her nefis, “Kesinlikle kötülüğü çok çok emredendir. Ancak Rabbimin acıyıp korudukları bunun dışında dırlar.” Ancak Allah'ın rahmetiyle koruyup kolladığı nefis bundan kurtulabilir, Meselâ Yûsuf'un nefsi gibi. “Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” Kadın Rabbinden mağfiret ve bağışlanma diledi, işlediği suç sebebiyle Rabbinin kendisine merhamet buyurmasını istedi. Ancak bunlar Yûsuf'un söylediği sözlerdir de denilmiştir ama bu konuda açık bir delil olmamakla birlikte mana bir bakıma da işi ona doğru götürmektedir. Bir de bunun, Kur'ân’ın takdim ve tehirleri çerçevesinde olduğu da söylenmiştir. Yani; “Bu,.... bilinsin içindi” kavliyle, “Ona: Ellerini kesen o kâdirıların zoru neydi?'diye sor.” (Yûsuf 50) kavli birbirine mana itibariyle bağlı ve bitişiktir. 54Kral dedi ki: “Onu bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim. Onunla konuşunca, Kral dedi ki: Bugün sen yanımız da yüksek makam sâhibi ve güvendir birisin.” “Kral dedi ki: “Onu bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim.” Onu kendim için ve kendi adıma danışman ve sözcüm edineyim. “Onunla konuşunca,” hiç de hesap edemediği şeyleri onda müşahede etti, gördü. “Kral dedi ki: Bugün sen yanımızda yüksek makam sâhibi ve güvenilir birisin.” Rivâyete göre elçi Hazret-i Yûsuf'a yetmiş koruma ve yetmiş binitle birlikte geldi. Kral Hazret-i Yûsuf'a krallara layık giysiler gönderdi. Elçi kendisine krala icabet et, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf zindandan çıktı ve ailesine şöyle dua etti: “Allah'ım! Onların gönüllerine hayırlı ve merhametli gönül sahiplerinin şefkat ve merhametini, yumuşakliğinı bağışla! Onlar gözlerini gerçekleri görmekten, olayları değerlendirmekten köreltme!” Çünkü Yûsuf'un ailesi o günün toplumu arasında geçmiş olayları en iyi değerlendiren ve bilen kimselerdi. Hazret-i Yûsuf zindanın kapısına da şunları yazdı: “Burası imtihan olunanların, felaketlerin yeri, yaşayanların kabri, düşmanların ise haksız bir şekilde buraya girenlerle sevinç duydukları, mutlu oldukları, samimi ve dürüst insanların da deneyim gördükleri mekânlarıdır.” Hazret-i Yûsuf daha sonra yıkanıp zindan kir ve pasından arindı, yeni elbiseler giyindi Kralın huzuruna girdiğinde de şöyle dua etti: “Allah'ım ondan gelecek hayırdan ve iyilikten senin hayrını ve iyiliğim isterim. İzzetin ve kudretinle onun şerrinden ve kötülüğünden sana sığınırım.” Daha sonra kralı selâmladı ve ona İbrânî'ce duada bulundu. Bunun üzerine kral Hazret-i Yûsuf'a bu konuştuğun dil hangi dildir, diye sordu. Hazret-i Yûsuf, bu dil atalarınıın konuştukları dildir, diye karşılık verdi. Kral da yetmiş dil biliyordu. Kral bütün bu dillerde onunla konuştu, Hazret-i Yûsufda hepsiyle ona cevap verdi ve kral bundan ötürü şaşırıp kaldı. Kral ona dedi ki: Ey dost ve doğru sözlü kişi! Bir de rüyamın tefsirunu senin ağzından duyup dinlemek isterim, dedi. Yûsuf da şöyle konuştu: “Sen bir takım inekler gördün. O ineklerin ne türden olduklarını, özellikleri, durumlarını, çıkacakları yerleri anlattı, bunun peşinden de başakları ve kralın onları rüyasında gördüğü şekliyle hepsini anlattı. Sonra da krala: “Burada senin yapman gereken bir durum var. O da, yiyecek ve benzeri maddeleri bir soğuk alarıda depolamandır. Çünkü dört bir taraftan insanlar sana gele çekler ve senden ihtiyaçları olan şeyleri satın alacaklar. Bundan dolayı senden önce bugüne kadar hiçbir kimsenin sahip olamadığı kadar senin hazinelerin dolup taşacak” diye söyledi. Kral da: “Benim için bütün bunları kim yapacak ve onları kim toplayacak?” diye sordu. 55Yûsuf dedi ki: “Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben onları çok iyi korurum ve bu işi çok iyi bilirim.” “Yûsuf dedi ki: “Beni ülkenin hazinelerine tayin et!” Beni topraklarının yani Mısır topraklarının gelir ve giderlerinden sorumlu kişi olarak ata. “Çünkü ben onları çok iyi korurum” Çünkü ben güvenilir biriyim, onu korunması istenilen şekilde korur ve muhafaza ederim. “ve bu işi çok iyi bilirim.” Nasıl tasarruf yapılması gerekiyorsa işte ben onu çok iyi bilirim. Görüldüğü gibi Hazret-i Yûsuf kendisini emin, güvenilir ve yeterli dona nıma sahip biri olarak tanıtıyor. Zaten bu özellikler de kralların bu gibi işlere atadıktan kimselerde aradıldan özelliklerdir. Hazret-i Yûsuf yukanda görüldüğü gibi konuştu ki, bu sayede Allah'ın hükümlerini gereğince yapabilme imkanlarını elde edebilsin. Hakkı ayakta tutup, adaleti yayabilsin ve kullarına peygamberlerin gönderildiği gaye tam anlamıyla gerçekleşip sağlamlaşmış olsun. Bir de, ondan başka bir kimsenin bu yere geçip oturamayacağmı, oturmaması gerektiğini bildi ği için böyle söylemekteydi. Hazret-i Yûsuf böyle bir görevi, sırf Allah'ın nzasını kazanmak için istedi. Yoksa kralı sevdiğinden ve dünyaya olan düşkünlüğünden ötürü böyle bir göreve talip olmadı. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Allah kardeşim Yûsuf’a rahmet etsin. Eğer o,'Beni ülkenin gelir-gider işerinden sorumlu kişi olarak ata'dememiş olsaydı, hemen o anda o iş için görevlendirilirdi. Fakat böyle dediğinden bir yıl ertelendi” Bu ayete dayanarak şöyle bir sonuç da çıkarmışlar ve bunun için şöyle demişlerdir: “Burada şöyle bir netice de çıkmaktadır ki bunun delili de bu ayettir. İnsanın herhangi bir zâlim kimseden bir görev istemesi câiz olur. Nitekim selef yani daha önce geçen değerli ilim adamları, zâlim yöneticiler tarafından kadılık yani hakimlik görevlerine atanırlardı, onlar tarafından verilen görevi üstlenirlerdi. Herhangi bir peygamber veya alim bir kimse, Allah'ın hükmünü yerine getirmenin ve zulmü önlemenin, ancak bir kâfir veya fâsık idarecinin buna imkân sağlamasıyla olabileceğini bilmesi hâlinde, bu takdirde ondan yardım alması câizdir, bunda herhangi bir salarıca yoktur.” Bir başka tefsire göre ise kral kendisi bir takım görüşler ve kararlar ortaya koyuyordu, Hazret-i Yûsuf da onun uygun bulduğu işlerin hiçbirisine itirazda bulunmuyordu ve o, krala tabi olma konumunda biri idi. 56Ve böylece Yûsuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatım zayi etmeyiz. “Ve böylece” İşte onu makam ve mevki sâhibi kıldığımız açıkça görüldüğü gibi, aynı zamanda “Yûsuf'a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik.” Yani bununla şu gerçeğe işaret etmek istiyor. Ona öyle bir mevki ve imkan sunuldu ki, her şey onun elinde idi ve o hepsine sahipti, kimse onu yaptıklarından menedemezdi. Çünkü her iş onun emri ve gücü altında tutuluyordu. Temkin: Güç ve iktidar sâhibi olması, makam ve mevki sunulması, takdir edilmesi demektir. Ülke toprakları alan olarak, 40X40 fersah idi. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, kavlini, “Neşau” olarak nun ile okumuştur. “Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz.” Dünyada kendisine mülk bahşetmemiz, zenginlik vermemiz ve benzeri daha birçok nimetlere kavuşturmamız gibi dilediklerimizi ulaş tmnz. Yani kendisine hikmet gereği ona vermeyi dilediğimiz şeyleri veririz. “Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” 57Îman edip de kötülüklerden sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır. “Îman edip de kötülüklerden sakınanlar için âhiret mükâfatı daha hayırlıdır.” Burada söz konusu edilen Hazret-i Yûsuf ile ta kıyamete kadar gelecek olan bütün mü’minlerdir. Süfyan b. Uyeyne şöyle diyor: “Mü'min olan kimse yaptığı iyi ve güzel işler sebebiyle hem dünyada buna karşılık alır, hem de âhirette bu iyiliklerinin karşılığını bulur. Fâcir yani kötü olan kimsenin ise, ona yaptığı iyiliklerinin karşılığı hemen bu dünyada verilir. Ona âhireti için iyiliklerinden bir pay ve nasip bırakılmaz. Sonra da delil olarak bu âyeti okudu.” Rivâyete göre Kral Hazret-i Yûsuf’a taç giydirdi. Ona kendi devlet mührünü verdi. Onu kılıcıyla kuşattı. Hazret-i Yûsuf'a inci ve yakut kakmalı altından bir taht hazırladı ve şöyle konuştu; tahta gelince bununla senin mülkünü sağlamlaştırdım, mühür ile de işini düzene soktum. Taca gelince bu benim atalarınıın ve benin giysilerimden değildir.. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf koltuğuna oturdu, krallar ona boyun eğip kendisine karşı mütevazi duruma geçtiler. Kral da bütün işleri ona bıraktı. Azîzi yani kırfir'i de görevden aldı. Bir müddet sonra Kıtfir öldü. Kral, Hazret-i Yûsuf'u onun kansıyla evlendirdi. Hazret-i Yûsuf kâdirıla beraber olunca onun hala bakire olduğunu gördü ve kadına şöyle dedi: “Bu durum, senin daha önce benden istediğinden daha hayırlı değil midir? Kadından Hazret-i Yûsuf un biri Efrasim ve Miyşa adlarında iki çocuğu dünyaya geldi. Hazret-i Yûsuf Mısır'da adaleti gerçekleştirdi, kadın ve erkek herkes tarafından sevilip sayıldı. Kral ve birçok insanlar onun vasıtasıyla hak dini kabul ettiler. Kıtlık yıllarının ilk yılında Mısır halkına altın ve gümüş karşılığında satış yaptı. Bir şeyleri kalmayınca bu defa onlara ikinci senesinde ziynet eşyası ve mücevherler karşılığında mal sattı. Üçüncü yılında ise hayvanlarla takas yapmak suretiyle halka mal sattı. Kıtlık yıllarının dördüncü senesinde de köle ve cariye karşılığında ihtiyaç duyuları malları sattı. Beşinci yılında evler ve diğer arazilerle, akar getiren mallarıyla takas yaparak ihtiyaç maddelerini sattı. Altıncı yılda çocuklarına karşılık mal verdi ve yedinci yılda ise hepsini köleleştirmek karşılığında ihtiyaçlarını karşıladı. Daha sonra bütün Mısır halkını kölelikten azad etti ve onlara mülklerini geri verdi. Hazret-i Yûsuf, insanların ihtiyaç duydukları şeyleri satın almak üzere kendisine gelenlere, bir deve yükünden fazla bir şey satmazdı, sadece bir devenin taşıyabileceği kadar satardı. Bu arada tıpkı Mısır'da baş gösteren kıtlık Kenan bölgesinde de baş göstermişti. Hazret-i Ya'kûb (aleyhisselâm) ihtiyaç duyuları şeyleri satın almaları için oğullarını oraya gönderdi. İşte bu gelen âyet de bu gerçeği anlatıyor: 58Yûsuf'un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler, Yûsuf onları tanıdı, onlar onu tanımıyorlardı. “Yûsuf'un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler, Yûsuf onları tanıdı, onlar onu tanımıyorlardı.” Çünkü Yûsuf'un üzerindeki giyim kuşamı farklıydı ve aynı zamanda kendisi perde gerisinde idi. Bir de aralarında kırk yıl denecek kadar bir uzun müddet geçmişti. Söylendiğine göre Hazret-i Yûsuf kardeşlerini görmesi ve onların kendisiyle İbrânî'ce konuşmaları üzerine, Hazret-i Yûsuf onlara; “Bana kim olduğunuzu söyleyin, kendinizi tanıtın, durumunuz nedir, necisiniz?” diye sordu. Onlar da: “Biz, Şam halkından bir toplumuz. Çobanız. Kıtlık için de yaşıyoruz. Sizden ihtiyacımız olan bir şeyler satın almak üzere geldik” dediler. Hazret-i Yûsuf onların böyle demeleri üzerine kendilerine: “Belki de sizler casussunuz. Benim ülkemin açığını araştırmaya gelmiş olabilirsin” dedi. Onlar: “Böyle bir durumdan Allah'a sığınınz! Çünkü biz oldukça üzüntülü ve oğlunu yitirmiş bir peygamber babanın çocuklarıyız. Biz onu çok severiz. Babamız, kaybolan oğlunun anneden kardeşini yanında tutuyor da onunla avunuyor” diye karşılık verdiler. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf kardeşlerine: “Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, gidin bana onu da getirin” dedi. 59Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: “Sizin baba bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafirperverlerin en iyisiyim.” “Yûsuf onların yüklerini hazırlayınca dedi ki:” Gelenlerden her birine bir deve yükü ihtiyaç maddelerini verdi. (.......) kelimesi şaz olarak esreli olarak, (.......) diye de okunmuştur. “Sizin baba bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ben ölçeği tam dolduruyorum” Silme olarak veriyorum. “ve ben misafirperverlerin en iyisiyim.” Çünkü Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) konuklarına ve misafirlerine karşı çok güzel ikram da bulundu ki böylece gittikten sonra tekrar dönüp kendisine gelsinler. Onun için böyle hareket ediyordu. 60“Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yammda size verilecek bir ölçek erzak yoktur, bana hiç yaklaşmayın!” “Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yammda size verilecek bir ölçek erzak yoktur,” Bundan böyle size yiyecek satacak değilim. “bana hiç yaklaşmayın!” Yani, eğer siz onu bana getirmezseniz, mahrum bırakılırsınız. Bundan böyle hiç yaklaştmlmazsınız. Bu da cezâ hükmüne dahil olup bu bakımdan meczumdur, çünkü, (.......) kavlinin mahalline ma'tûf bulunmaktadır. Ya da bu nehiy yani yasaklama manasınadır. 61Kardeşleri dediler ki: “Onu babasından istemeye çalışacağız, şüphesiz bunu yapacağız.” “Kardeşleri dediler ki: “Onu babasından istemeye çalışacağız,” Onu ondan bir şekilde alacağız ve onu onun elinde alana kadar de bir çarelere başvuracağız, “Şüphesiz bunu yapacağız.” Bunu kesinlikle yapacağız ve bu konuda ne aşırı gideceğiz, ne de alttan alacağız, gereken ne ise onu yapacağız. Hazret-i Yûsuf da onlara: “Öyleyse birinizi burada rehin bırakın” dedi. Onlar da kardeşleri Şem'un'u Hazret-i Yûsuf'un yanında bıraktılar. Şem'un kardeşlerine göre Hazret-i Yûsuf'a daha güzel davranan biriydi. 62Yûsuf emrindeki gençlere dedi ki: “Sermayelerini yüklerinin içine koyun. Olur ki ailelerine döndüklerinde bunun farkma varırlar da belki geri gelirler.” “Yûsuf emrindeki gençlere dedi ki:” Ebû Bekir dışında Kûfe okuluna mensup kırâat imâmları, (.......) kavlini burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Ancak bunlardan başkalan ise bunu, (.......) olarak okumuşlardır. Bunun'her ikisi de, “Feta” kelimesinin çoğuludurlar. Tıpkı “Ah-kardeş” kelimesinin çoğulu olan, (.......) ve İhvan gibi. “Fi'letun” kalıbında gelen kelime, azlık içindir, “Fi'ları” kalıbında gelenler de çokluk içindir. Yani ölçü ve tartı işlerine bakan, kile işleriyle görevli adamlarına dedi ki: “Sermayelerim yüklerinin içine koyun.” Satın alacakları şeylere karşılık olarak kardeşlerinin getirdiği şeyler, takunya-çarık veya deri yahut da gümüş idi. Çünkü bunlar getirilen denklere, çuval veya valizlere daha kolay ve daha rahatlıkla gizlenebilirdi. “Olur ki ailelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki geri gelirler.” Belki bunu görünce ve götürdüklerinin tekrar çuvallarına konulduğunu fark edince bu, onları yeniden bizim yanımıza dönmelerine bir sebep oluşturacaktır. Yahut da belki de bundan başka bir şeyleri yoktur ve bunları almamız durumunda bir daha dönemeyebilirler ya da dindar olmaları sebebiyle bu, onların emaneti iade etmeye sebep olabilir. Yahut da Hazret-i Yûsuf böyle davranmakla, verdiği mal karşılığında babasından ve kardeşlerinden para alması bir asalet sayılmayacağından koydurtmuş olabilir. 63Babalarına döndüklerinde dediler ki: “Ey babamız! Erzak bize yasaklandı. Kardeşimiz Bünyamin'i bizimle beraber gönder de onun sayesinde ölçüp alalım. Biz onu mutlaka koruyacağız.” “Babalarına döndüklerinde dediler ki: “Ey babamız! Erzak bize yasaklandı.” Hazret-i Ya'kûb'un oğulları bunu söylerlerken, Hazret-i Yûsufun, “Eğer onu bana getirmezseniz, artık benim yanımda size verilecek bir ölçek erzak yoktur” diye söylediği sözleri demek istiyorlar. Çünkü kardeşler böyle bir uyan karşısında bırakılınca, böylece alacakları erzak kendilerine yasaklanmış demek oluyor. “Kardeşimiz Bünyamin'i bizimle beraber gönder de onun sayesinde ölçüp alalım.” Bize konulan erzak yasağım ortadan kaldırahm. (.......) yiyecek olarak ihtiyaç duyduğumuz şeyler demektir. Kırâat imâmlarından Hamza ve ali Kisâî, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Yani kardeşimiz de payına düşen ölçeği, kileyi alsın, onun alacağı hisseyi de böylece hisselerimize katalım da fazla almış olalım. “Biz onu mutlaka koruyacağız.” Onun başına bir şey gelmemesi için kesinlikle onu koruyacağız. 64Ya'kub dedi ki: “Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendiysem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! Ben onu sadece Allah'a emanet ediyorum; Allah en hayırh koruyucudur. O, acıyanların en merhametlisidir.” “Ya'kub dedi ki: Daha önce kardeşi Yûsuf hakkında size ne kadar güvendiysem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim!” Yani sizler Yûsuf için de: “Yarın onu bizimle beraber kıra gönder de bol bol yesin, içsin, oynasın. Biz onu mutlaka koruruz” demiştiniz, sonra da garanti verdiğiniz hâlde sözünüzde durmayıp ihanette bulundunuz. Kardeşi Yûsuf için dediğinizi şimdi de Bünyamin için söylüyorsunuz. Böyle bir geçmişi olanlar için ben nasıl güven içinde olabilir, nasıl emanet edebilirim ki? Daha sonra şöyle dedi: “Ben onu sadece Allah'a emanet ediyorum; Allah en hayırlı koruyucudur.” Kırâat imâmlarından Ebû Bekir dışında Kufe kırâat okulu mensupları, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu kelime hâldir. Yahut da, (.......) olarak okuyanlara göre de sadece temyizdir. Hazret-i Ya'kûb oğlu Bünyamin'i onlara verdi. “O, acıyanların en merhametlisidir.” Ben sadece Allah'tan onu koruyarak bana nimet olarak vermesini, geri göndermesini ve bana iki musibeti beraberce tattırmamasını, iki musibeti bende toplamamasını diliyor ve umut ediyorum. Ka'bul Ahbar diyor ki: “Hazret-i Ya'kûb, (.......) dediği zaman, yüce Allah da şöyle buyurdu: İzzetim ve Celâlim hakkı için onların her ikisini de sana iade edeceğim.” 65Kardeşler eşyalannı açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler ki: Ey babamız! Daha ne istiyoruz. İşte sermâyemiz de bize geri verilmiş. Onunla yine ailemize yiyecek getiririz, kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü bu seferki aldığımız az bir nektardır. “Kardeşler eşyalanın açtıklarında sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Dediler kir'Ey babamız! Daha ne istiyoruz.” Burada geçen, (.......) harfi, nefiy yani olumsuzluk içindir. Yani; “Biz konuşmada yanlış bir şey demedik ve hakkı da çiğnemedik” demektir. Yahut da; Bize yapılan bu iyiliğin ötesinde biz bir şey de istemedik” veya; “Biz senden bir başka sermaye istemiyoruz” demektir. Yahut da bu, bir soru edatıdır, sorgulamadır ve şöyle demektir: “Bizim istediğimiz bu şeyin ötesinde ne var ki?” demektir. “İşte sermâyemiz de bize geri verilmiş.” Bu, (.......) kavlini izah eden yeni bir cümle ya da cümleyi müstenefedir. Bundan sonraki cümle ise bunun üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Yani; “Şüphesiz bizim sermayemiz de bize geri verilmiş, dolayısıyla biz bundan yararlanabiliriz” demektir. “Onunla yine ailemize yiyecek getiririz,” yeniden krala dönebilme fırsatım bize sağlamıştır. Yani, “Biz bununla onlara yiyecek satın alıp getirebiliriz” demektir. (.......) kelimesi, kişinin kendi ülkesi dışında gıda maddelerini sağlayıp getirmesi anlamındadır. “Kardeşimizi koruruz” Gidiş ve dönüşümüz esnasında kardeşimiz Bünyamin'i de koruruz, senin onun hakkında korktuğun hiçbir şey onun boasına gelmeyecektir. “Ve bir deve yükü de fazla alırız.” Kardeşimizin de katılımıyla, bizimle gelmesiyle bir deve yükü de fazldan gıda maddesi alabiliriz. “Çünkü bu seferki aldığımız az bir miktardır.” Bu, onun için oldukça basit ve kolay bir şeydir. Bu, ona yani Yûsuf’a dokunacak fazla bir şey değildir. 66Ya'kûb dedi ki: “Kuşatılmanız ve çaresiz kalma durumunuz hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adına bana sağlam bir söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Oğulları babalarına istediği şekilde teminatlarını verdiklerinde, babaları dedi ki: Söylediklerimize Allah şâhittir. (.......) 'Ya'kûb dedi ki: Kuşatılmanız ve çaresiz kalma durumunuz hariç, onu bana mutlaka getireceğinize dair Allah adma bana sağlam bir söz vermediğiniz takdirde onu sizinle beraber göndermem!” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) kavlinin, (.......) olarak “Y” harfiyle okumuştur. (.......) kelimesi de sözverme, ahitte bulun ma demektir. Buna göre mana şöyledir: “Allah adına bana kesin bir söz vermedikçe..” Yani Hazret-i Ya'kûb böyle demekle oğullarının kendi önünde Allah adma yemin ederek söz vermelerini istemiştir, mana böyledir. Çünkü Allah adma yapılan yemin, bu, onun tarafından bir güvence ve belge anlamını taştır. Zira Allah adına yemin etmekle ancak verilen sözlerin kesin bir anlamı ve değeri olabilir. Allah bu konuda kendi ismiyle yemin edilmesine izin vermiştir ki bu, Ondan gelen bir izin, bir belge anlamını taşır. (.......) kavli, yeminin cevâbıdır. Çünkü bunun manası; “onu tekrara bana getireceğinize dair yemin edinceye kadar” demektir. (.......) kavli mefulü lehtir. Burada müspet yani olumla anlamında olan söz -ki bu söz, (.......) kavlidir- nefiy ile tevil edil mistir yani olumsuzluk anlamında tefsir edilmiştir. Yani bu şu demektir: “Sakın onu getirmemezlik edip bundan geri durmayasmız. Meğerki bu durumda bir kuşatma altında kalırsanız bu durum hariç...” Yani bir tek sebep dışında başka herhangi bir sebepten dolayı onu bana getirmemezlik etmeyin. İşte o bir tek sebep de: “sizin kuşatılmanız ve yenilgiye uğratılmanız halidir.” İşte bu hâl, genel sebepler içerisinde en genel olanı mefulü lehten müstesna edilmektedir. Yani genel olanların en genelinden istisna hâli sadece olumsuzlukta yani nefiyde sözkonusudur. Mutlaka bunun da yine nefiy yani olumsuzlukla te'vili ya da tefsiru gerekir. “Oğulları babalarına istediği şekilde teminatlarını verdiklerinde” Şöyle rivâyet edilmiştir, denilmiş ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Rabbi olan Allah adına yemin ettiler. “Babaları dedi ki: Söylediklerimize Allah şâhittir.” Bunlara muttâlidir, gözetleyip kontrol edendir. Bazıları, (.......) kavli üzerinde sekte yapmışlardır yani durmuşlardır. Çünkü bunun manası; “Ya'kûb dedi ki” demektir. Kaldı ki sekte yani duraklama, kavli ile makul arasını ayırır yani söyleyen ile söyleneni birbirinden aymr. Bu ise câiz olmaz. Evla olanı yani yerinde görülen şey, bu ikisini yani kavli ile makulün arasını ses ile ayırmaktır. Bu da, “Allah ismi üzerine kuvvetlice vurgu yapılmakla sağlarıabilir. 67Sonra şöyle dedi: Oğullarını! Şehre hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Onun için ben yalnız O'na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O'na dayansınlar. “Sonra şöyle dedi: Oğullarını! Şehre hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin.” Cumhûr’a göre Hazret-i Ya'kûb çocuklarına göz değmesinden yani nazardan ve onların konumlarının öneminden dolayı endişe etmişti. İlk gidişlerinde Hazret-i Yâkup çocuklarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmelerini emretmemişti. Çünkü ilk seferinde bunlar tanınan kimseler değillerdi. Bir de bize yani Ehl-i sünnete göre göz değmesi denilen nazar haktır. Bunun varlığı da, herhangi bir şeye bakılınca veya ondan dolayı şaşkınlık ve hayret içinde kalırsa yüce Allah'ın böyle bir bakış esnasında bir kusur ve bir sıkıntı ya da zarar meydana getirmesidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) torunları Hazret-i Hasen ile Hüseyin için -Allah her ikisinden de râzı olsun- dua edip Allah'a sığınırdı ve şöyle dua ederlerdi: Manası: “Tam olan kelimelerin ile her şeytanın şerrinden ve her zehirleyici canlının da kötülüklerinin dokunmsından, her rahatsız edici göz değmesinden her ikinizi de senin koruman ve sığınağın altına havale ediyorum” diye dua ederlerdi. Buhârî;3371. Abu Dâvud;4737. Tirmizî;2060 ve Ahmed b. Hambel, Müsned;1/236 Ancak Mu'tezile mezhebinden olan Cübbai, Muhammed Ebû Ali b. Abdulvehhab b. Selâm nazar yani göz değmesini inkâr etmiştir. Bu görüş ise, anlattığımız gibi merduttur yani kabul görmeyip reddolunmuştur. Yine bu konuda denilmiştir ki: Hazret-i Ya'kub'un oğullarından böyle bir istekte bulunmuş olmasının nedeni, düşmanları onları tanımasınlar ki, onları ortadan kaldırmak için kendilerine bir tuzak kuramasmlar. “Ama Allah'tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam.” Yani, eğer Allah size bir kötülük dokunmasını murad ettiyse bu size bir fayda sağlamaz ve size işaret ettiğim ya da gösterdiğim gibi ayrı ayrı kapılardan girin tavsiyesi buna rağmen sizi kurtaramaz. Eğer bir şey başırııza gelecekse o, muhakkak size isabet edecektir. “Hüküm Allah'tan başkasının değildir. Onun için ben yalnız O'na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O'na dayansınlar.” Tevekkül; Bir işi Allah'a havale buyurmaktır ve o konuda Allah'a dayanıp güvenmektir. 68Babalarının kendilerine emrettiği yerden çeşitli kapılardan girdiklerinde onun emrini yerine getirdiler. Fakat bu tedbir Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı; ancak Ya'kûb içindeki bir dileği açığa vurmuş oldu. Şüphesiz o, ilim sâhibiydi, çünkü ona biz öğretmiştik. Fakat insanların çoğu bilmezler. “Babalarının kendilerine emrettiği yerden çeşitli kapılardan girdiklerinde onun emrini yerine getirdiler.” “Fakat bu tedbir Arfah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı;” Nitekim ayrı kapılardan girmelerine rağmen kendilerini üzecek olan hırsızlık suçunun izafe edilmiş olmasından ve rezil olmaktan, kardeşinin çuvalında ölçeğin ele geçirilmesi yüzünden kardeşlerinin alıkonulması ve babalarını bundan böyle acı ve ıstırabının katlarıarak artması endişe ve sıkmtılarından onları kurt aramamıştı. “Ancak Ya'kub içindeki bir dileği açığa vurmuş oldu.” Buradaki, (.......) kavli munkati istisnadır. Yani bu ancak onun bir dileği, ihtiyaç duyduğu bir şey idi ki bu da Hazret-i Ya'kûb'un oğullarına karşı duyduğu şefkat duygusundan ileri geliyordu. “Şüphesiz o, ilim sâhibiydi,” Yani Hazret-i Ya'kub, “Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı;” gerçeğini biliyordu. Onun bildiği gerçek şu idi: “Aslında kader yani ilahi takdir ne ise onu olacaklardan kurtarmaz.” “Çünkü ona biz öğretmiştik.” Çünkü onu ona öğreten bizzat biz idik. “Fakat insanların çoğu bilmezler.” 69Yûsuf un yanma girdiklerinde öz kardeşini yanma aldı ve ona dedi ki: “Bilesin ki ben senin kardeşinim, onların yaptıklarına üzülme.” “Yûsuf'un yanma girdiklerinde öz kardeşini yanma aldı” Hazret-i Yûsuf Bünyamin'i yanma aldı. Rivâyete göre onlar Hazret-i Yûsuf'a şöyle dediler: “İşte kardeşimiz! Biz onu ahp sana getirdik.” Hazret-i Yûsuf da onlara: “İyi yaptınız” dedi, onları konuk etti, kendilerine ikramda bulundu, sonra da onları yanma aldı ve hepsini de ikişerli olarak bir sofraya oturttu. Ancak Bünyamin tek kaldı. Bunun üzerine ağlamaya başladı ve: “Eğer kardeşim Yûsuf yaşasaydı, Azîz beni de onunla oturturdu” dedi. Bunun üzerine Hazret-i Yûsuf: “Kardeşiniz tek ola rak kaldı” dedi ve onu alıp kendi sofrasına oturttu ve onunla beraber yemeye başladılar. Bu arada Hazret-i Yûsuf henüz kendisini tanımayan kardeşi Bünyamin'e, “ölen kardeşin yerine benim senin kardeşin olmanı ister misin?” dedi. Bünyamin de: “Senin gibi bir kardeşi kim istemez ki?! Ancak Sen Ya'kûb'dan olma Rahil'den doğma değilsin ki?” dedi. İşte bu cevap karşısında Hazret-i Yûsuf ağlayarak kardeşini kucakladı “ve ona dedi ki:” “Bilesin ki ben senin kardeşinim,” Yûsuf'um, “Onların yaptıklarına üzülme.” Çünkü Allah bize ihsanda bulunmuştur ve hepimizi hayır ve iyilikte bir araya getirmiştir. Sana bildirdiklerimi onlara söyleme! Rivâyete göre Bünyamin ağabeyi Hazret-i Yûsuf'a: “Ben senden aynlamam” der. Hazret-i Yûsuf da: “Sen de biliyorsun ki benim sebebimle babam bir hayli kederlidir. Eğer seni tutar,i hapsedersem, babamın tasası daha da artacaktır. Böyle bir şey yapmak uygun değildir. Ancak ben sana hoşlarıılmayan ve istenmeyen bir şey nispet edip seni suçlayacağım” diye söyledi. Bünyamin de: “Önemli değil, nasıl istersen, öyle yap” dedi. Hazret-i Yûsuf ise: “Öyleyse ben, senin çuvalına kendi su kabımı yerleştireceğim. Bunun peşinden de adamlarını aracıliğiyla seslenip senin aleyhinde hırsızlık yapmakla seni suçlayacağım. Böylece seni önce onlarla beraber gönderirken böyle bir suçlama ile seni yakalana, yanıma alma fırsatını elde edeceğim” der. Bünyamin de: “O hâlde ne gerekiyorsa yap” diye karşılık verir. 70Yûsuf onların yükünü hazırladığı zaman maşrapayı kardeşinin yükü içine koydu! Kafile hareket ettikten sonra bir tellal şöyle seslendi: “Ey kafile! Siz hırsızsınız!” “Yûsuf onların yükünü hazırladığı zaman” Onların sebeplerini hazırladı ve hepsi için de ölçeklerini dolu dolu tamamlayıp verdi. “Maşrapayı kardeşinin yükü içine koydu!” Burada geçen, (.......) kelimesi su içme kabı ya da kasesi veya bardağı demektir. Ki bu, diye geçen kaptır. Bir tefsire, bununla krala su verilir ya da içirilir veya getirilir yahut da taşırıırdı. Daha sonra bu kap, yiyeceklerin ya da gıdaların önemi sebebiyle ölçek olarak kullanılır oldu. Bu ölçek gümüşten veya altından mamul bir kaba benziyordu. “Kafile hareket ettikten sonra bir tellal şöyle seslendi:” Yani bir münadi, bir çığırtkan arkalanndan şöyle bağırdı, demektir. “Azene hu” demek ona bildirdi, ona duyurdu, demektir. (.......) ise daha fazla bağırmak suretiyle bildirmek demektir. Nitekim, ezan okuyan kimse de sesini daha fazla uzaklara ve çok kimselere duyurmaya çalıştığından Müezzin ismi verilmiştir. Rivâyete göre, onlar hareket ettiler ve Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) bir müddet bekledi, onlar ayrılıp gidince, hemen arkalanndan onların yakalanmaları emrini verdi. Adamları da onlara yetişip yakaladılar ve kendilerini tutukladılar. Daha sonra onlara şöyle denildi: “Ey kafile!” Burada geçen, (.......) ifadesi yük taşıyan develer demektir. Çünkü yükü götürüp getirenler develerdir. Bundan kasıt ise develerin sahipleri yani kervan sahipleri demektir. “Siz hırsızsınız!” burada “siz hırsızsınız” ifadesiyle Hazret-i Yûsuf, kinaye yoluyla onların kendisini babaların dan çaldıklarına imada bulunmaktadır. 71Yûsuf'un kardeşleri onlara dönerek: Ne arıyorsunuz? Dediler. “Yûsuf'un kardeşleri onlara dönerek: Ne arıyorsunuz? dediler.” 72Dediler ki: “Kralın su kabını arıyoruz; onu getirene bir deve yükü bahşiş var. İçlerinden biri de şöyle dedi: “Ben buna kefilim.” “Dediler ki: Kralın su kabını arıyoruz;” Bu ölçektir. “Onu getirene bir deve yükü bahşiş var.'İçlerinden biri de şöyle dedi: “Ben buna kefilim.” Yani arkalanndan seslenen kimse bunu söyledi. Şunu demek istiyor: “Ben bir deve yükü gıda vermeyi bu ölçeği getirecek olana garanti ediyorum. Bununla muradettiği şey şudur: Bir deve yükü gıdayı bunu getiren için karşılık ve ödül koyuyorum. 73Dediler ki: “Allah'a andolsun ki, sizin de bildiğiniz gibi biz yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz,.” “Dediler ki: Allah'a andolsun ki,” Bu, içinde, kendilerine izafe edilen suç sebebiyle şaşkınlık ve hayret manası bulunan bir yemin halidir. “Sizin de bildiğiniz gibi biz yeryüzünde fesat çıkarmak için gelmedik.” Kendi bilgilerine dayanarak ve kendi dinlerince sabit olan deliller ve güvenilir kimseler oldukla nnı şâhit ve delil olarak sunma gayretine düştüler. Çünkü bunlar şehre geldiklerinde, çarşı ve pazarda bulunanların ekinlerinden ve gıda maddelerinden almamak için çuvallarının ağızları bağlı bulunuyordu ve aynı zamanda kendi çuvallarına konulmuş olan sermayelerini de tekrar getirip onlara vermişlerdi, böylece güvenilirliklerini kanıtlamış bulunuyorlardı. “Biz hırsız da değiliz.” Biz asla hiçbir zaman hırsızlık damgasıyla suçlanmış değiliz. 74Yûsuf'un adamları dediler ki: Peki, siz yalancıysanız bunun cezâsı nedir? “Yûsuf'un adamları dediler ki: Peki, -bunu inkâr etmekle ve böyle bir şeyle ilginizin bulunmadığım, bundan uzak olduğunuzu söylemekle- siz yalancıysanız bunun cezâsı nedir?” Burada, (.......) kavlinde yer alan zamîr, (.......) kavline râcidir. Yani, onun hırsızliğinın cezâsı, karşılığı nedir? 75Şöyle dediler: “Onun cezâsı, kayıp eşya, kimin yükünde bulunursa işte o şahsa el koymak onun cezâsıdır. Biz zalimleri böyle cezâlandınnz.” “Şöyle dediler: Onun cezâsı, kayıp eşya, kimin yükünde bulunursa işte o şahsa el koymak onun cezâsıdır.” Yani onun hırsızliğinın cezâsı, çalman eşya kimin yükünde bulunursa, onun yerine o şahsın alıkonulmasıdır. Hazret-i Ya'kub ailesinin dinine göre hırsızlık yapan kimsenin bir yıl boyunca köle olarak malı çalınanın yamnda tutulmasıdır. İşte bunun için onların kendilerinden bunun cezâsının ne olacağım sordular. Bir de kardeşlerin, “İşte onun cezâsı, o şahsa el konulmasıdır” kavli, hükmü pekiştirmek maksadıyladır. Yani başkası değil, bizzat hırsızlık yapanın kendisinin tutuklarııp alıkonulmasıdır. Ya da, (.......) kavli mübtedadır. Şart cümlesi ise olduğu gibi haberidir. “Biz zâlimleri böyle cezâlarıdırırız.” Yani hırsızları köle kılmak suretiyle cezâlandınnz. 76Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da onu, kardeşinin yükünden çıkarttı. İşte biz Yûsuf'a böyle bir tedbir öğrettik, yoksa kralm kanununa göre kardeşini tutamayacaktı. Ancak Allah’ın dilemesi hariç. Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Zira her ilim sâhibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır. “Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onların yüklerim aramaya başladı.” Hazret-i Yûsuf töhmet altında kalmamak için Bünyamin'in yükünden önce diğer kardeşlerinin yükünü araştırarak böylece sıra Bünyamin'in yüküne gelene kadar araştırmayı sürdürdü. Onun yüküne sıra gelince Hazret-i Yûsuf; “Bu çocuğun böyle bir iş yapacağını sanmiyorum” diyerek güya araştırmaktan vazgeçmeye kalkıştı. Ancak kardeşleri, “Allah adına yemin olsun ki, sen onun yükünü de aramadıkça biz onu bırakacak değiliz. Çünkü sen bize göre ona daha çok yakın ve candan davrandm” diye itirazda bulundular. “Sonra da onu kardeşinin yükünden çıkarttı.” Âyette (.......) kelimesine râci olan zamîr hep müzekker olarak getirildi, sonra (.......) kavlinde görüldüğü gibi müennes olarak zikretti. Bunun müennes yani dişi olma nedeni, “es-Sikaye” kelimesinin müennes oluşudur. Ya da (.......) kelimesi hem müzekker ve hem müennes olması sebebiyledir. “İşte biz Yûsuf'a böyle bir tedbir öğrettik,” Burada, (.......) kavlinin başında yer alan “Kef'harfi mahallen mensûbtur. Yani; “İşte bu gayet önemli sayıları tedbir gibi bir tedbiri Hazret-i Yûsuf'a öğrettik” demektir. “Yoksa kralın kanununa göre kardeşini tutamayacaktı.” Burası, “Keyd-Tedbir” kavlinim tefsiridir ve onu açıklayan durumdadır. Çünkü kralın kanunlarına göre yani onun hayat anlayışına göre, hırsızın cezâsı aldığının aynını ondan geri almaktan ibâret bulunmaktaydı. Yoksa onu alıp köleleştirmek diye bir hüküm kralın yasalarında yer almıyordu. “Ancak Allah'ın dilemesi hariç.” Yani Allah dilemedikçe, Allah'ın irâdesi bulunmadıkça onu yakalayacak, tutacak değildi, bunların hepsi Allah'ın dilemesiyle olmuştu. “Biz kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz.” Yani nasıl ki Yûsuf'u derecelerle yükseltmiş isek, aynen bunun gibi dilediklerimizi de ilim açısından derecelerle yükseltiriz. Kûfe kırat okuluna göre (.......) kelimesi tenvinli olarak okunmuştur. “Zira her ilim sâhibinin üstünde daha iyi bilen birisi vardır.” Yani her bir bilenin üstünde ondan ilim bakımından daha üstün bir derecede olanı vardır. Veya tüm bilenlerin üzerinde bilgi açısından kendisinden daha üstün bir bilen vardır ki, işte tüm bilenler o en çok bilene göre çok daha alt derecededirler. İşte o en çok bilen de Azîz ve Celil olan yüce Allah'tır. 77Kardeşleri dediler ki: “Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.” Yûsuf bunu içinde sakladı, onlara açmadı. Kendi kendine dedi ki: Siz daha kötü durumdasınız! Allah, sizin anlattığınızı çok iyi bilir. “Kardeşleri dediler ki: Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.” Böyle söylemekle Hazret-i Yûsuf'un hırsızlık yaptığını demek istiyorlardı. Denilmiştir ki: “Yûsuf bir havraya girdi. Oradan, onların taptıkları altından yapılmış küçük bir heykeli aldı. Tapmamaları için de onu gömdü.” Yine söylendiğine göre evde bir tavuk varmış, onu alıp bir dilenciye vermiş. Bir diğer söylentiye göre Hazret-i İbrâhîm'e âit bir kemer vardı, bu kemer, veraset yoluyla onun en büyük çocuğuna geçerdi. İşte böylece kemer miras olarak Hazret-i İshak'a geçer. Hazret-i İshak'tan da en büyük kızma geçer. İşte bu kadın Hazret-i Yûsuf'u büyütüp yetiştirdi. Halası olması itibariyle annesinin vefatı üzerine yanma alıp onu büyütmüştü. Kadın Hazret-i Yûsuf'a hiç dayanamazdı, onu aşırı derecede severdi. Hazret-i Yûsuf büyüyünce babası Hazret-i Ya'kub, onu halasından aymp almak istedi. Kadın hemen o kemere sanldı, onu alıp elbiselerinin altında o kemerle onu bağladı. Sonra da: “Ben, İshak babamdan bana geçen kemeri kaybettim, bakın hele onu kim almış?” diye söyledi. Baktılar ki, o kemerle Yûsuf üzeri sıkı sıkıya bağlanmış. Yûsuf'un halası dedi ki, o kemer benim için bir kalkandır, onun sayesinde ben dilediğimi yapabilirim. İşte bu durum karşısında Hazret-i Ya'kûb oğlu Yûsuf'u halası vefat edene kadar onun yanında bıraktı. Rivâyete göre, Hazret-i Yûsuf'un adamları, Bünyamin'in yükünden maşrapayı bulup çıkardıklarında, kardeşleri utançlarından başlarını önlerine eğdiler. Hepsi de ona dönerek kendisine: “Sen bizi rezil ettin, yüzümüzü kara çıkarttın, ey Rahil oğlü! Nedir sizin yüzünüzden çektiğimiz bela ve sıkıntılar! Sen bu maşrapayı ne zaman aldın?” diye sordular. Bunun üzerine Bünyamin de onlara: “Rahil oğulları! Hep sizin yüzünüzden böyle sıkıntı ve belalarla karşı karşıya bırakılanlar değil mi? Siz benim kardeşimi de götürüp ortadan kaldırdınız. Sizin yüklerinize daha önce sermayenizi tekrar koyanlar kimler is, onlar benim yüküme bu maşrapayı yerleştirmiş olabilirler” dedi. (.......) Yûsuf bunu içinde sakladı,” Yani kardeşlerinin; “Onun kardeşi de hırsızlık etmişti” sözlerini duymazlıktan gelip gizli tuttu. “Onlara açmadı. Kendi kendine dedi ki: Siz daha kötü durumdasınız!” Burada geçen, (.......) kelimesi temyizdir. Yani hırsızlık yapmada siz ondan çok daha fena ve kötü bir konumdasınız. Çünkü siz kardeşiniz Yûsuf'u babasından alıp çaldınız. (.......) Allah, sizin anlattığınızı çok iyi bilir.” Sizin söylediklerinizi veya yalan söylediğinizi.... 78Dediler ki: Ey Azîz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası var. Onun yerine bizim birimizi alıkoy. Zira biz seni, iyilik edenlerden görüyoruz. “Dediler ki: Ey Azîz! Gerçekten onun çok yaşh bir babası var.” Yani yaşı iyice ilerlemiş, piri fani bir babası var veya herkes tarafından saygı gören saygın bir kişiliğe sahip bir babası var. “Onun yerine bizim birimizi aükoy.” Rehin olmak üzere herhangi birimizi al veya köleleştir. Çünkü babası kayıp oğlu yerine ancak onunla teselli buluyor. “Zira biz seni iyilik edenlerden görüyoruz.” O hâlde bize karşı olan bu iyiliğini daha da pekiştir. Ya da senin ahlâkın ve adetin hep iyilikte bulunmaktır, o hâlde bunu da adetin üzere devam ettir ve bu adetini değiştirme! 79Yûsuf dedi ki: “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını yakalanaktan Allah'a sığınırız, o takdirde biz gerçekten zalimler oluruz!” “Yûsuf dedi ki: Eşyamızı yamnda bulduğumuz kimseden başkasını yakalanaktan Allah'a sığınırız,” Bir başkasını almaktan bütünüyle Allah'a sığınırız, böyle bir yanlışa giremeyiz. Burada mastar, mefulü bihe izafe olunmuştur ve (.......) edatı hazf olunmuştur. “O takdirde biz gerçekten zâlimler oluruz!” Burada, (.......) onların cevabı ve cezâsıdır. Çünkü mana şöyledir: “Eğer onun yerine başkasını alacak olursak, biz bu davranışımızla zulmetmiş oluruz. Kaldı ki bu uygulama da sizin kendinizin verdiğiniz fetva uyannca yerine getirilmektedir. O fetvaya göre, kimin yükünde çalıntı şet ele geçmişse, o alıkonur ve köle edinilir. Eğer ondan başkasını alacak olursak bu durum sizin inancınıza göre de bir zulüm olur. Durumun böyle olduğunu bildiğiniz hâlde, zulüm olan bir şeyi neye dayanarak benden istemektesiniz?” 80Ondan ümitlerini kesince, meseleyi gizli görüşmek üzere ayrılıp bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanızın sizden Allah adma söz aldığım, daha önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bümiyor musunuz? Babam bana izin verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O hükm edenlerin en hayırlısıdır. “Ondan ümitlerini kesince,” Burada, (.......) kavlinde “Sin” ve “T” harflerinin eklenmesi ya da ziyade edilişi mübalağa içindir. Nitekim bu, “İsta'same” kelimesinde de böyledir. “Meseleyi gizli görüşmek üzere ayrdıp bir kenara çekildiler.” însanların arasından aynlıp kendi başlarına veya tek başlarına sessiz olarak bir arada kalıp görüştüler. Burada, (.......) yani sessizce, gizlice görüşmek, fısıldaşmak veya gurup hâlinde bir araya toplanmak demektir. Ve bu (.......) kelimesi kendi aralarında birbirleriyle gizli olarak konu hakkında bir karara varmak için görüşmek, birbirlerini dinlemek, demektir. Yahut da sırf bu konuda baş başa kalmak için bir tarafa çekilip toplandılar ki bu konuda daha derinlemesine ve daha ciddi bir anlamda bir sonucu elde edebilsinler. Sanki bizzat kendileri tek başlarına yapayalnız bir şekilde idiler. Esasen bu gerçekte şu anlama gelmektedir: “Neciyy” kelimesi sessizlik, gizlilik anlamında olmakla beraber, “Münaciy” yani gizlice konuşan, sessice fısıldaşarak konuşan, demektir. Tıpkı, “Semiyr” kelimesinin, “Müsamir” manasına yani geceleri eğlendiren, sohbet eden anlamına gelmesi gibi. Bu da mastar manasında “el-Tenaci” demektir. Yûsuf'un kardeşlerinin bir kenara çekilip kendi aralarında gizlice konuşmalarının konu ve sebebi, Bünyamin ile alâkalı olarak babalarına ne şekilde gidecekleri ve ona söyleyecekleri hakkında idi. “Büyükleri dedi ki:” Bu ise Rubil idi ve yaşça kardeşlerin en büyüğü idi veya akıl ve olgunlukta büyükleri idi ki bu da Yehuza idi. Yahut da onların lideri konumunda olan idi ki bu da Şem'un idi. “Babanızın sizden Allah adına söz aldığını, daha önce de Yûsuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz?” Burada geçen, (.......) harfi sıladır. Yani: “Siz bundan önce de Yûsuf hakkında ona karşı kusurlu davranmış ve babamza verdiğiniz sözü tutmamıştınız.” Yahut da bu “C” harfi mastariyedir. Mastar da mübteda olarak mahallen merfûdur. Haberi ise zarftır ve bu da, (.......) kavlidir. Mana şöyledir: “Bundan önce de Yûsuf hakkında aşırı olarak davranmıştınız.” “Babam bana izin verinceye veya benim için Allah hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım.” Mısır topraklarından asla aynlıp gitmeyeceğim. “O hükmedenlerin en hayırhsıdır.” Çünkü Allah adaletten başka bir şeyle hükmetmez. O bir şeye hükmedince sadece adaletle hükmeder. 81Babanıza dönün ve deyin ki: “Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti. Biz, bildiğimizden başkasına şâhitlik etmedik. Biz gaybm bekCinleri değiliz.” “Babanıza dönün ve deyin ki: “Ey babamız! Şüphesiz oğlun hırsızlık etti.” Burada, (.......) kelimesi, (.......) olarak da okunmuştur. Bunun anlamı: “Oğlun hırsızlıkla suçlandı, ona hırsızlık isnadı yapıldı” demektir. “Biz, bildiğimizden başkasına şâhitlik etmedik.” Yani biz Bünyamin hırsızdır, diye aleyhinde tanıklık etmiş değiliz, ancak bizim bildiğimiz onun hırsızlık yapüğıdır. Çünkü aranan kap onun yükünden çıkanldığı için biz de kesin bu kanıya vardık. “Biz gaybın bekCinleri değiliz.” Yani biz sana kesin güvenilir söz verdiğimiz sırada onun hırsızlık'suçurirf işleyeceğini biliyor değildik. 82“İstersen içinde bulunduğumuz şehir halkına ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz.” “İstersen içinde bulunduğumuz şehir” Yani Mısır halkına adamlar gönde ve işin aslını, astannı onlardan sor ve öğren. “Ve aralarında geldiğimiz kafileye de sor.” Beraber geldiğimiz kervandaki insanlara da sor. Bunlar Kenan toplumundan Hazret-i Ya'kûb'un komşuları idiler. “Biz gerçekten doğru söylüyoruz.” Çocukları babalarına döndüler ve kardeşinin dediklerini babalarına anlattılar. İşte bunun üzerine de: 83Babaları dedi ki: “Hayır, nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi. Bana düşen artık, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.” “Babaları dedi ki: “Hayır, nefisleriniz sizi böyle bir işe sürükledi.” İstediğiniz bu idi, bunu istiyordunuz. Aksi takdirde sizin ona verdiğiniz fetvanız olmasaydı o adam nereden bilebilirdi ki; bir hırsız bir şey çalınca buna karşılık köle olarak alıkonulur. “Bana düşen artık, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir.” Yani Yûsuf'u, kardeşini ve oradan ayrılmayan büyüklerini.. “Çünkü O çok iyi büendir, hikmet sâhibidir.” Onun beni bunlarla imtihan etmesi, mutlaka bir hikmet gereğidir. 84Babaları onlardan yüz çevirdi, “Ve Ah Yûsuf'um ah!” diye sızlandı ve kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine boz geldi. “Babaları onlardan yüz çevirdi,” Getirdikleri haberden memnun kalmayan babaları onlardan yüzçevirdi. “Ve Ah Yûsuf'um ah!, diye sızlandı” Hazret-i Yâkub esefi, üzüntüyü kendi nefsine izafe etti. Ki bu, en şiddetli hüzün ve hasret, aynlık demekti. Elif harfi ise izafet “Y” sinden bedeldir. Esef kelimesiyle Yûsuf kelimesi arasındaki tecanüs ise bir zorlama sonucu, bir imal anlamında değildir. Bunun benzeri, (Tevbe,38) (.......) (En'am,26) (.......) (Kehf, 104) (.......) ve (Neml, 22) (.......) ayetlerinde de görülmektedir. Hazret-i Ya'kûb'un Hazret-i Yûsuf'a üzülüp kardeşi Bünyamin ile büyükleri olanına üzülmeme nedeni, Hazret-i Ya'kûb'un üzüntüsünün diğerleri için değil de Yûsuf'un üzüntüsünün devamlıliği sebebiyledir. Çünkü diğer iki kardeş hayatta ve nerede oldukları bellidir. Halbuki Yûsuf için henüz bu durum bilinememektedir. Üzüntü bu yüzden devam etmektedir. Burada şöyle bir delil de bulunmaktadır. Bu musibet oldukça eskiye dayandığı hâlde hala Hazret-i Yâkub üzerinde canlıliğinı ve tazeliğini hissettirmektedir. İşte bu gerçeği de burada görebiliyoruz. “Ve kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine boz geldi.” Çünkü aşırı şekilde gözyaşı döküyordu. Bu yüzden de gözyaşları gözlerinin siyahliğinı yoketti, sildi ve kirli beyaza dönüştürdü. Bir diğer ifadeye göre de gözü kör oldu, göremez oldu. Bir diğer tefsir ise, Hazret-i Ya'kûb neredeyse göremeyecek kadar az görüyordu, demektir. Bütün bunlar haliyle üzüntü sebebiyle oluyordu. Çünkü hüzün ya da üzüntü ağlama nedenidir. Bu ağlama da sonuçta gözün ağarmasına, göze beyaz perde inmesine sebeptir. Bu âdeta hüzünden meydana gelmiş gibidir. Anlatıldığına göre Hazret-i Ya'kûb'un gözyaşları oğlu Yûsuf'tan ayrı düştüğü andan itibâren ağlamaktan kurumuş, tam ona kavuşana kadar devam etmiştir ki bu da seksen yıl sürmüştür. Yeryüzünde Allah katında Hazret-i Ya'kûb'tan daha asil bir kimse yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için de sıkıntı ve ıstırabın bu dereceye varmış olması da câizdir. Çünkü insan üzüntü anında kimi zaman nefsine hakim olamaz. İşte bundan dolayı Allah'a hamdetmiş ve sabır göstermiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz de oğlu İbrâhîm'e ağlamış ve şöyle buyurmuştur: “Gönül ıstırap duyar, göz de gözyaşı akıtır. Biz Rabbimiz Allah'ı kızdıracak, gazâba sevk edecek bir şey yapmayız. Ey İbrâhîm! Biz senin yüzünden gerçekten çok üzüntülüyüz!” Buhârî;1303 ve Müslim;2315 Ancak bu konuda yanlış olan ve istenmeyen şey, bağınp çağırmak, ağıt yakmak, göksüne yüzüne vurmak ve üst-baş yırtmak gibi hareketlerdir. (.......) Yani çocukları sebebiyle Hazret-i Ya'kûb öfke doludur ama yine de onlar üzülmesin diye bunu içine atmaktadır. Burada geçen, (.......) kelimesi, “Faiyl” kalıbında mefûl yani “Mekzum” anlamındadır. Çünkü bunun delili, (Kalem, 48) (.......) ayetidir. Bu kelime, su kabının ya da testisinin ağzını dolunca kapatıp bağlamak, taşmasını önlemekten ibâret bir ifadedir. 85Oğulları dediler ki: “Allah'a andolsun ki sen hâla Yûsuf’u anıyorsun. Sonunda ya hasta olacaksın ya da büsbütün helâk olacaksın!” “Oğulları dediler ki: “Allah'a andolsun ki sen hâla Yûsuf'u anıyorsun.” Buradaki, (.......) kelimesi, (.......) demektir. Burada nefiy yani olumsuzluk harfi olan, (.......) harfi hazfedilmiştir. Yani mana şöyledir: “hala ve hep...” demektir. Burada nefiy harfinin hazfi bir olumluluğa meydan vermemektedir, müspet bir mananın çıkmasına gelmemektedir. Eğer bu müspet manada olsaydı bu takdirde tekit lamı ile te'kit nunundan bir payı olması gerekirdi. “Sonunda ya hasta olacaksın” Neredeyse hastalanp hayatına son vereceksin, öleceksin, “Ya da büsbütün helâk olacaksın!” 86Yâkub dedi ki: “Ben sadece gam ve kederimi Allah'a arzediyorum. Ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiy ile bılıyorum.” “Yâkub dedi ki: “Ben sadece gam ve kederimi Allah'a arzediyorum.” “el-Bessu” kelime dayanılması oldukça zor tasa ve keder anlamındadır. Öyle ki bu şekilde bir tasa ve kederle karşı karşıya bulunan bir kimse kendisinde ona dayanabilme gücü, sabır imkâm bulamaz ve bunu halka, etrafa yayıp durur. Ancak Hazret-i Yâkub burada şöyle diyor: “Ben bu ıstırabım ve kederim sebebiyle sizden hiç birinize ve sizden başkalanna olsun asla şikayette bulunmam, derdimi açmam. Ancak ben Rabbime derdimi açar, “Ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiy ile bılıyorum.” Ben, Allah'ın rahmeti sayesinde bılıyorum ki O bana hiç hesaplayamadığım bir yerden ferahlık getirecektir. Rivâyete göre Hazret-i Yâkub rüyasında ölüm meleğini, Azrail'i görmüş ve ona: “Sen Yûsuf'un canını aldın mı?” diye sormuş. Azrail (aleyhisselâm) de: “Allah adına yemin olsun ki hayır, o yaşıyor, onu ara!” diye karşılık vermiş ve ona şu duayı öğretmiştir: “Ey iyiliği hep sürekli olan ve hiçbir zaman da kesilmeyen Rabbim! Senden başkası onu hesap edemez. Rabbim! Benden bu sıkıntıyı gider ve beni aydınlığa kavuştur.” 87“Ey oğullarını! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini iyice araştırın, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.” “Ey oğullarını! Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini iyice araştırın,” o ikisi hakkında bilgi toplayın, o ikisi ile ilgili haber araştırın. Bu, “Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.” Allah'ın rahmetinden ve göstereceği çıkış yolundan umudunuzu kesmeyin. “Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.” Çünkü îman etmiş bir kimse, Allah'ın rahmet ve nimetleri içinde dönüp dolaştığı, onun içinde olduğu gerçeğini bilir. Halbuki kafir denilen inkârcı kimseler ise, Allah'ın rahmetini tanımadığı gibi, Onun verdiği nimetler içinde dönüp dolaştığını, varlığını o nimetler içerisinde sürdürdüğünü de bilmez ve Allah'ın rahmetinden umudunu keser. Artık bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb'un oğulları Mısır'a yeniden dönmek üzere yola çıkarlar. 88Kardeşleri Yûsuf'un yanma girdiklerinde dediler ki: “Ey Azîz! Bizi ve ailemizi kıtlık bastı ve biz değersiz bir sermaye ile geldik. Hakkımızı tam ölçerek ver. Ayrıca bize bağışta da bulun. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlarıdırır.” “Kardeşleri Yûsuf'un yanma girdiklerinde dediler ki: “Ey Azîz! Bizi ve ailemizi kıtlık bastı” Sıkıntı, zayıflık, düşkünlük, kıtlık ve açlık içindeyiz. “Ve biz değersiz bir sermaye ile geldik.” Basit, önemsenmeyecek, hemen her ticaret Erbâbının dönüp bakmayacağı, küçümseyeceği basitlikte olan bir sermaye ile yanma geldik. Herhangi bir şeyi önemseyip atan kimse onun için; “Ezceytuhu” der ki onu attım, önemsemedim, demektir. Denildiğine göre ellerindeki varlıkları geçmez akçe, bir değeri olmayan paralardan ibâretti, düşük ayarlıydı. Dolayısıyla bunu alan oldukça değerini düşürerek alırdı. Bir başka söylen tiye göre de ellerindeki, sermayeleri yün ve yağdan ibâret bulunuyordu. “Hakkımızı tam ölçerek ver.” Yani hakkımız olan şey ne ise bize onu ver. “Ayrıca bize bağışta da bulun.” Eğer mümkün ise biraz da bize müsamaha ile davran, yardımcı ol. Sermayemizin basit ve önemsizliğine göz yum. Ya da bize hakkımızdan fazla olarak ver veya bize kardeşimizi bağışla! “Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükâfatlarıdırır.” Kardeşleri, “Bizi ve ailemizi kıtlık bastı” diye konuşup ona yalvar maya, ondan kendilerine fazladan sadaka olarak vermesini istemeye başladıklarında Hazret-i Yûsuf'un gözleri dolmaya ve yaşlar boşanmaya başlar. Artık kendisinin kardeşleri Yûsuf olduğunu gizlemeye ve saklamaya güç yetiremedi de kardeşlerine: 89Yûsuf dedi ki: “Siz, câhilliğiniz yüzünden Yûsuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz?” “Yûsuf dediki: “Siz, câhilliğiniz yüzünden Yûsuf ve kardeşine yaptıklarınızı biliyor musunuz?” Yani Yûsuf ile kardeşine karşı giriştiğiniz çirkin davranışın farkına vardınız mı? Halbuki siz yaptığınızın çirkin bir hareket olduğunu bilmiyorsunuz. Ya da; “Siz gerçekten çok basit, beyinsiz ve hafif kimseler değil misiniz? Onların kardeşlerine yaptıkları şey; onu anne ve babaları bir olan kardeşinden ayırmakla tasaya, üzüntüye maruz bırakmalart, ona türlü eza ile işkencede bulunmaları idi. 90Kardeşleri: “Yoksa sen, gerçekten Yûsuf musun?” dediler. O da dedi ki: “Evet ben Yûsuf'um, bu da kardeşim. Birbirimize kavuşmayı Allah bize lütfetti. Çünkü kim Allah'tan korkar ve sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatım zayi etmez.” “Kardeşleri: “Yoksa sen, gerçekten Yûsuf musun?” dediler.” Burada (.......) kavlini kırâat imâmlarından Kûfe kırâat okulu mensupları ve İbn Âmir iki hemze ile okumuşlardır. (.......) kavimdeki lam harfi ibtida lamıdır. (.......) ise mübtedadır. (.......) bunun haberidir. Cümle de bütünüyle, (.......) edatının haberidir. “O da dedi ki: “Evet ben Yûsuf'um, bu da kardeşim.” Burada görüldüğü gibi Hazret-i Yûsuf kardeşinden de söz etmektedir. Bunun nedeni, kardeşlerinin kendisinden bizzat onu sormuş olmaları idi. Çünkü kendisinin Yûsuf olduğunu henüz tanımıyorlardı. Dolayısıyla kardeşinden bahsetmesi, onların sorduklarına da bir cevap oluşturuyordu. “Birbirimize kavuşmayı Allah bize lütfetti.” Yani aynlıktan sonra ülfet ve şefkatle bizi birbirimize kavuşturdu. Allah'ın nimetlerini sağlık, esenlik ve asaletle öncelikli olarak anlattı, söze onları kötülemeyle başlamadı. “Çünkü kim Allah'tan korkar ve sabrederse,” “Şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfatım zayi etmez.” Yani onların ecirlerini. Burada, (.......) diye zamîrle bitmesi gerekenin yerine yani zaminn yerine, (.......) kavlini koymuştur. Çünkü bu ifade hem takva sahiplerini ve hem de sabredenleri mana olarak kapsamaktadır. Şöyle bir söz vardır: “Mevlâ'sından korkan, onun belasına, imtihanına katlanır, sabreder. O onun ecrini bu dünyasında da zayi etmez, öte dünyasında da zayi etmez.” 91Kardeşleri dediler ki: “Allah'a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kdmıştır. Gerçekten biz hataya düşmüşüz.” “Kardeşleri dediler ki: “Allah'a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmıştır.” Seni ilim bakımından olsun, fazilet yönünden olsun, hilim takva ve güzel sabır açısından olsun bizim hepimizden üstün kılmıştır. “Gerçekten biz hataya düşmüşüz.” Şüphesiz bizim halimiz ve durumumuz kötüdür. Çünkü biz bilerek ve tasarlayarak Allah'tan korkmaksızm kötülük işlemeye kalkıştık, sabretmesini bilmedik. Şüphesiz Allah seni mülk ve varlıkla Azîz ve üstün kıldı, bizi de senin önünde boynu bükük, miskinlik içinde zelil kıldı. 92Yûsuf dedi ki: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” Yûsuf dedi ki: “Yûsuf dedi ki: “Bugün sizi kınamak yok,” Artık bugün sizi suçlamak, kötüleme diye bir şey yoktur. (.......) kavli ya (.......) kelimesine veya (.......) kelimesine mütealliktir. Mana şöyle olmaktadır: “Ben bugün sizi kınayacak, suçlayacak değilim.” Çünkü bu tanışma günü aslında tam da kınanacak ve kusurları yüzlerine vurulacak olan gündür ve yeri de gelmiştir ama Yûsuf böyle bir davranıştan uzak durmaktadır. Dolayısıyla böyle bir günde eğer suçlama ve kınama yoksa, olmayacaksa başka günlerde zaten olmayacak demektir. Daha sonra sözlerini şöyle sürdürüyor: “Allah sizi affetsin!” Hazret-i Yûsuf kardeşlerinin kendisine karşı büyük yanlışlar yapmış olmalarına rağmen yine de onlar için Allah'tan mağfiret-dilemektedir. Meselâ; “Allah seni affetsin, Allah seni affeder” gibi dili geçmiş zaman ve geniş zaman kipiyle söylenebilir. Ya da: “Bugün Allah sizi bağışlar” demekle, Allah'ın pek yakın bir zamanda kendilerini bağışlayacağına dair bir müjdedir. Rivâyete göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'nin fethi gününde Kâ'be kapısının yamnda durup yaslarıarak Kureyşlilere şöyle seslenmişti: “Bugün size ne yapmamı beklersiniz?” diye sorması üzerine, onlar da: “İyilik yapmanı zannederiz. Çünkü sen soylu bir kardeş ve asil bir kardeşin oğlusun. Gerçek takdir senindir. Çünkü güç sendedir. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Ben kardeşim Yûsuf'un dediğini diyeceğim; “Artık bugün sizi kınamak, size hakaret etmek yoktur.” Hafız diyor ki: Nesai ve Beyhaki bu manada olmak üzere bundan daha kapsamlı ve tam olarak tahric etmişlerdir. Salebi de bu lafızia ve bundan daha kapsamlı olarak tahric etmiştir. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf;2/503 Rivâyete göre Ebû Süfyan Müslüman olmak üzere geldiğinde Hazret-i Abbâs ona: “Resûlüllahne gittiğin zaman ona, (.......) âyetini oku, diye tavsiyede bulunmuştur. O da aynen denileni yapmıştı, işte bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona: “Allah seni ve bunu sana öğreteni affetsin” diye buyurmuştur. Hafız diyor ki: 'Ben buna rastIayamadım. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf;2/503 Rivâyet olunduğuna göre, kardeşleri kendisim tanıyınca ona şu haberi gönderdiler. Sen bizi gündüz gece hep bizi davet edip duruyorsun. Biz ise, sana yaptıklarınıız yüzünden utanç içindeyiz. Hazret-i Yûsuf da onlara şu karşılığı verdi: “Mısır halkı, ben her ne kadar aralarında üstün bir varlık sâhibi isem de, onlar bana hep bir tek gözlükle bakıyorlar ve şöyle diyorlar; Sübhanallah! Yani yirmi dirhem parayla satın alınmış bir köle böyle bir makama gelebilmiş, diye bana hep köle gözüyle bakıyorlardı. Şimdi ise ben sizin sayenizde şerefime ve değerime, asaletime kavuştum. Artık bu halk, benim Hazret-i İbrâhîm'in soyundan gelen, onun torunlarından biri olduğumu, köle olmadığımı öğrenmiş oldular.” “O, merhametlilerin en merhametlisidir.” Ben bu fakir ve zavallı halimle size acıyıp, bağışlarken, hiçbir şeye muhtaç olmayan gani ve çok mağfiret eden Allah hiç bağışlamayacak mı sanırsınız? Hazret-i Yûsuf bu tanışma olayından sonra babasının durumunu sordu. Onlar da; babalarının aşırı ağlaması yüzünden gözlerini kaybettiğini, göre mez duruma geldiğini söylediler. İşte bunun üzerine Hazret-i Yûsuf onlara dedi ki: 93“Şu benim gömleğimi götürün de onu babamın yüzüne koyun, gözleri görecek duruma gelir. Ve bütün ailenizi bana getirin.” “Şu benim gömleğimi götürün de” Denildiğine göre; bu gömlek atalarından miras yoluyla Hazret-i Yûsuf'a kadar gelen ve onun korunma amacıyla üzerinde bulundurduğu gömlekti. Bu cennetten getirilmişti. Cebrâîl (aleyhisselâm) işte bu gömleği babasına göndermesini ona emretti. Bu gömlekte cennet kokusu vardı, herhangi bir musibet, bir hastalık gibi bir şeyle bir kimse karşı karşıya bulunmasın ki, bu gömleği giyince hemen o rahatsızlıkları ortadan kalkar, afiyet bulur. “Onu babamın yüzüne koyun, gözleri görecek duruma gelir.” Artık görür olur.” Meselâ: “Bina muhkem yani sağlam olarak geldi, dersin ki bunun anlamı; “Bina sağlam oldu” demektir. Ya da; “Bana gözleri gören biri olarak gelir” anlamındadır. Yehuza dedi ki: “Ben nasıl ki ona cefâ veren gömleği götürmüş isem, şimdi de şifalı gömleği ona ben götürmek istiyorum.” Söylendiğine göre Yehuza yalınayak, başı açık bir hâlde olmak üzere gömleği Mısır'dan alıp Kenan beldesine babasına götürüp ulaştırdı. Mısır ile Kenan beldesi arasındaki mesafe ise seksen fersahlık bir mesafe idi. “Ve bütün ailenizi bana getirin.” Ki, benim mülküm ve varlığım eserleri sayesinde nimete boğulsunlar. Çünkü daha önceden de benim öldüğüm haberiyle hep üzüntüye boğulmuşlardı. 94Kafile Mısır'dan ayrılınca, babaları yanındakilere şöyle dedi: “Eğer bana bunamış demezseniz inanın ben Yûsuf'un kokusunu aliyorum!” “Kafile Mısır'dan ayrılınca,” Yani Mısır'ın yerleşik yerlerini bırakıp bağ ve bahçelerini geçip gidince.. Ülkeden ayrıldı denilince bunun manası, ülkenin yerleşik yerlerini, binalarını, bağ, bahçe ve duvarlarını geçip sının terk edince, demektir. “Babaları yanındakilere şöyle dedi:” Hazret-i Yâkub torunlarına ve çevresinde bulunan kavmindeki insanlara dedi ki: “Eğer bana bunamış demezseniz inanın ben Yûsuf'un kokusunu ahtefsir!” Yüce Hazret-i Ya'kûb'a kervan Mısır'dan henüz aynlmışken sekiz günlük bir yol mesafesinden gömleğin kokusunu ona hissettirdi, aldırdı. “Tefnid” : Fenede nispet etmek anlamında olup bu da yaşlılık sebebiyle bunamak, aklı bakımından gel-git olmak demektir ki bu, aşırı yaşlılıktan ötürü meydana gelen bir rahatsızlıktır. Bu bakımdan (.......) denir ki; Bunamış adam demektir. Eğer benim bunadığımı ileri sürmemiş olsanız, mutlaka beni doğrularsınız. 95Onlar da dediler ki: “Vallahi sen hâla eski şaşkınlığındasın.” “Onlar da dediler ki: “Vallahi sen hâla eski şaşkmhğındasın.” Yûsuf'a karşı duyduğun aşırı sevgi yüzünden sen hala o eski şaşkınlığında direnip duruyorsun. Ya da sen hala o eski hatanda, sırf Yûsuf'a olan aşırı sevgin sebebiyle ısrar ediyorsun. Çünkü onlar Hazret-i Yûsuf'un kesin olarak ölmüş olduğuna kani idiler. 96Müjdeci gelince, gömleği onun yüzüne koyar koymaz Ya'kûb görür oldu. Ve onlara:” Ben size, Allah tarafından vahiy ile sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim, demedim mi!?” diye söyledi. “Müjdeci gelince, gömleği onun yüzüne koyar koymaz Ya'kûb görür oldu.” Yehuza gömleği babası Ya'kûb'un gözüne kor koymaz veya Ya'kûb'a atar atmaz ya da giydirir giydirmez hemen gözleri görmeye başladı. (.......) tekrar döndü, yine eski haline geldi, demektir. Nitekim, (.......) denir. (.......) ise (.......) manasındadır yani buradaki manası; gözleri ona tekrar döndü manasına gelir. “Ve onlara: Ben size, Allah tarafından vahiy ile sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim, demedim mi!?'diye söyledi.” Burada; “Size demedim mi?” kavli ile demek istenen şey: “Ben size Yûsuf'un kokusunu aliyorum” diye söylemedim mi demek istiyor. Ya da; “Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin” diye demedim mi” demek istiyordur. (.......) kavli mübteda olan bir cümle, yeni başlarııları bir cümledir. Bunun üzerine kavi maddesi vâki olmamıştır. Ya da kavi maddesi vâki olmuş olabilir. Bundan kasıt da: “Ya'kûb dedi ki: “Ben sadece gam ve kederimi Allah'a arz ediyorum. Ve ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allah tarafından vahiy ile bılıyorum.” (Yûsuf, 86) Rivâyete göre Hazret-i Yâkub gelen müjdeciye yani oğlu Yehuza'ya: “Yûsuf nasıl?” diye sorar. Yehuza da: “O artık Mısır kralıdır” diye cevap verir. Bunun üzerine Hazret-i Ya'kûb: “O mülkü ve kralliği da ne yapacak? Onu hangi din üzere bıraktın da geldin?” diye sorar. Yehuza da: “Onu İslam dini üzere buldum ve o din üzere bırakıp geldim” karşılığını verir. Hazret-i Ya'kûb da bu defa: “İşte nimet şimdi tamamlanmış oldu” dedi. 97Oğulları dediler ki: “Ey babamız! Allah'tan bizim günahlarınıızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkârlar idik.” “Oğulları dediler ki: “Ey babamız! Allah'tan bizim günahlarınıızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkârlar idik.” Yani senin ve oğlun Yûsuf hakkında işlediğimiz suçumuzu bağışlaması için Allah'tan mağfiret dile. Biz yaptıklarınıızdan tevbe ettik. Hatalarınıızı da itirafta bulunduk. 98Yâkub dedi ki: “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” “Ya'kûb dedi ki: “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” Hazret-i Ya'kûb oğulları için Allah'tan af dilemeyi ya seher vaktine veya Cuma gününe erteledi. Ya da oğullarının tevbslerinde samimi olup olmadıklarını denemek için erteledi. Yahut da Yûsuf'tan onları bağışlayıp bağışlamadığını sorup öğrenmek için ertelemiş oldu. 99Hep beraber Mısır'a gidip Yûsuf'un yanma girdikleri zaman, ana-babâsını kucakladı ve onlara dedi ki: “Güven içinde Allah'ın irâdesiyle Mısır'a girin!” “Hep beraber Mısır'a gidip Yûsuf'un yanma girdikleri zaman, ana-babasım kucakladı” Hazret-i Yûsuf anne ve babasım kucaklayıp bağrına bastı. Bir rivâyete göre öz annesi henüz hayatta idi, bir başka rivâyete göre öz annesi vefat etmişti. Babası Hazret-i Ya'kûb oğlu Yûsuf'un teyzesiyle evlenmişti. Nasıl ki amca baba mesabesinde ise teyze de anne mesabesindedir. Mısır'a girmezden önce Yûsuf'un yanma girdiler ifadesinin manası şöyledir: “Hazret-i Yûsuf onları karşıladığı sırada onları kral için kurulan çadıra önce onları indirdi.” Ya da orada ona âit bir saray bulunuyordu, orada Yûsuf'un yanma girdiler ve Yûsuf onları orada kucaklayıp bağnna bastı. “Ve dedi ki: “Güven içinde Allah’ın irâdesiyle Mısır'a girin!” Yani oranın meliklerinden, sahiplerinden olarak oraya girin. Çünkü Mısır'a girebilmeleri için ya komşu olmaları veya kıtlık gelmiş olmaları gerekir ki oraya girebilsinler. Aksi takdirde oraya girilemezdi. Anlatıldığına göre Oğul Yûsuf babası Hazret-i Ya'kûb'u karşılayınca, babası ona şöyle der: “Selâm sana ey üzüntüleri yok eden!” Hazret-i Yûsuf da babasına: “Gözlerini kaybedecek kadar benim için ağladın ha! Sen, kıyamet gününün bizi bir araya getireceğini bilmez misin?” karşılığını verir. Babası da: “Elbette bilirim! Ancak tek endişem odur ki hak din olan dininden uzaklaştınlırsm da, ben orada benimle senin buluşman arasında bir engel oluşturur diyedir.” Denildiğine göre Hazret-i Ya'kûb ve çocukları Mısır'a girdiler. Sayıları erkekli ve kâdirılı olarak 72 kişi idi. Mısır'dan çıkışları ise Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ve savaşçılarıyla birlikte oldu. Savaşçılarla beraber sayıları 600 bin 570 küsur kişi idi. Bu sayıya çocuklar ve yaşlılar dahil değildir. Çocukların sayısı bir milyon ikiyüz bin kişi idi. 100Ana ve Babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi ona kavuştukları için secdeye kapandılar. Yûsuf dedi ki: “Ey Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın tefsirudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şüphesiz Rabbim bana çok şey lütfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim dilediğine lütfedicidir. Şüphesiz O çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.” “Ana ve babasmı tahtının üstüne çıkartıp oturttu” Denildiğine göre Mısır'a girdikleri zaman, Hazret-i Yûsuf geçip tahtına oturdu. Hepsi onun etrafında toplandılar. Hazret-i Yûsuf anne ve babasına gerekli ikramda bulundu ve onları tahta oturttu. “Ve hepsi ona kavuştukları için secdeye kapanddar.” Yani onbir kardeşi ve anne ve babası ona kavuşmanın verdiği mutlulukla secdeye kapandılar. Burada Hazret-i Yûsuf'a secde ettiler, manasına gelince bu şu manadadır; o çağlarda eğilmek, yere kapanmak bir tür saygı gösterme ve selâm verme sayılmaktaydı. Meselâ birine karşı ayağa kalkmak, Mûsafaha etmek, el öpmek gibi bir şeydi. Zeccâc'ın ifadesine göre, secde etmek, o günün törelerinde bir devlet büyüğüne karşı bir gelen idi. Bir diğer tefsire göre de, almları yere ve toprağa koymaksızm eğilmekten ve yüzlerini kapamaksızm yere abanmaktan ibâret olan bir saygı ifadesiydi. Bir diğer tefsire göre de, Allah'a şükretmek üzere secde ettiler ve Hazret-i Yûsuf'un önünde de bu manada eğildiler. Burada aynı zamanda bir şeyi önceden bildirme, haber verme, yani peygamberlik manası da vardır. “Yûsuf dedi ki: “Ey babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın tefsirudur. Rabbim onu gerçekleştirdi.” Yani doğru olarak meydana çıkardı. Rüya ile yapılan tefsiru arasında kırk veya seksen yahut otuzaltı ya da oniki yıl geçmişti. “Şüphesiz Rabbim bana çok şey lütfetti.” Nitekim, (.......) ve (.......) denildiği gibi yine Arap dilinde, (.......) ve (.......) de denir. Buradaki ifade de böyledir. “Çünkü beni zindandan çıkardı” “Artık bugün size kınama, sizi suçlama yoktur” sözleri gereğince, Hazret-i Yûsuf burada başa kakmış gibi olmamak için kuyudan söz etmemektedir. “Ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi.” Çünkü bunlar çölde göçebe bir hayat yaşıyorlardı. Zira hayvanları için su ve mera bulmak maksadıyla hep orada oraya göç edip dururlardı. (.......) burada bozmak, kötülük etmek, yanlış yola sürüklemek, fitne meydana getirmek gibi manalara gelir. “Şüphesiz ki Rabbim dilediğine lütfedicidir.” Yani Rabbim ince ve derin tedbir sâhibidir. “Şüphesiz O çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.” Emel ve arzuları ilerilere dönük olarak ertelemekle veya önce aralarında ihtilaf çıktıktan sonra onları birbirlerini sevmeye hükmetmekle her şeyi bilen ve hikmet sâhibi olandır. 101“Ey Rabbim! Mülkten bana nasibimi verdin ve bana rüyada görülen olayların tefsirunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim sâhibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler araşma kat!” “Ey Rabbim! Mülkten bana nasibimi verdin ve bana rüyada görülen olayların tefsirunu da öğrettin.” Allah'ın gönderdiği kitaplarını tefsirunu veya rüya tabirini bana öğrettin. Burada geçen, (.......) her iki cümlede de, bazı, bir kısmı anlamında olan, “Teb'îz” içindir. Yarii sen bana dünya varlığından bir kısmını ve rüya tefsirunun da bir kısmını nasib ettin. “Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim sâhibimsin.” Yani hem dünya ve hem âhirette beni nimetlerle destekleyecek, fani varlığı ebedî varlıkla birleştirmek suretiyle bana güç verecek Sensin. Burada, (.......) kelimesi nida üzere mensûb kılınmıştır. “Beni Müslüman olarak öldür” Hazret-i Yûsuf Müslüman olarak yani İslam inancı üzere hayatının son bulmasını istiyor. Nitekim Hazret-i Ya'kûb da çocuklarına şöyle diyordu: “Ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Al-i İmran, 201) Dahhak'tan rivâyete göre; “Beni ihlas sâhibi, samimi bir kimse olarak öldür” demektir. Tüsteri ise; “İşimi sana havale edem bir Müslüman olarak öldür” diye tefsir edilmiştir. Ismatu'l-Enbiyâ'- “Peygamberlerin Masumluğu” adlı eserde şu ifadelere yer verilmektedir: Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) un böyle dua etme sebebi, kendisinden sonraki kavmi onu kendilerine örnek alsınlar diyedir. Çünkü peygamberler dışındaki insanlar sonlarından emin yani güvencede değildirler. “Peygamberlerin görünürde böyle davranmış olmaları, ümmetleri onlara baksın ve kendilerine uysun içindir. “Ve beni sâlihler arasına kat!” Yani atalarınıdan sâlih olanlara veya genel manasıyla sâlih olan herkesin arasına kat, demektir. Rivâyet olunduğuna göre Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), babası Hazret-i Ya'kûb'un elinden tutarak ona hazinelerini gezdirip gösterir. Onu Altın, gümüş, kumaş, silah depo ve mahzenlerine götürdü, oraları kendisine gösterdi. Daha sonra da babasını kağıt deposuna götürdü. Kırtasiye malzemesini gören Hazret-i Ya'kûb oğlu Yûsuf'a: “Yanında bunca kırtasiye malzemesi varken, seni babana karşı gelmeye götüren sebep nedir? Sekiz merhalelik bir mesafede bana yazmamana mani olan şey neydi?” diye sorması üzerine, Hazret-i Yûsuf da: “Bana Cebrâîl (aleyhisselâm) emir verdi” diye söyledi. Hazret-i Ya'kûb öyleyse sen, ona soramaz miydin? Diye söyleyince, Hazret-i Yûsuf da; “Bana göre sen ona daha yakınsın, daha çabuk ulaşabilirsin, sen sor” dedi. Bunu üzerine Cebrâîl (aleyhisselâm) şöyle dedi: “Sen, Onu bir kurdun yemesinden korkarım'demen üzerine bunu bana Allah emretti. Ve.'Sen Benden korkmaz mısın?'diye buyurdu.” Rivâyete göre Hazret-i Ya'kûb oğlu Yûsuf ile beraber bundan böyle 24 yıl beraber kaldılar. Daha sonra Hazret-i Ya'kup vefat etti. Vefatından önce, Şam'da babası Hazret-i İshak’ın yanma defnedilmesini vasiyet etti. Hazret-i Yûsuf bizzat kendisi babasını alıp oraya götürüp defnetti, sonra Mısır'a tekrar döndü. Hazret-i Yûsuf da babasından sonra 23 yıl daha yaşadı. İşi tamamlanınca, hizmeti bitince artık canı ebedî mülkü arzular oldu, o da ölümünü istedi. Söylendiğine göre ne ondan önce ve ne de ondan sonra hiçbir peygamber ölümünü istememiştir. Allah onun canım tertemiz olarak aldı. Ölümü üzerine Mısır halkı arasında tartışma çıktı, hepsi onun kendi çevrelerinde, kendi mahallelerinde ve yakmlarında defnedilmesini istiyor lardı. Neredeyse sırf bunun için aralarında savaş çıkacaktı. Bunun üzerine ona mermerden bir sanduka yapıp, cenazesini oraya koymayı ve onu Nil nehrinde üzerinden suyun akıp geçtiği bir yere defnedilmesinde, bırakılmasında anlaştılar. Böylece nehir suyu onun üzerinden akıp geçerek Mısır'a ulaşsın ki, sonuçta hepsinin bunda eşit olarak hizmetleri geçmiş olsun ve ortak payları olmuş olsun. Hazret-i Yûsuf'un tabutunu dörtyüz yıl sonra Hazret-i Mûsa, oradan alıp Beyti Makdis'e nakletti. Hazret-i Yûsuf'un Efrasim ve Mişa adlarında çocukları oldu. Efrasim'den Nun, Nun'dan da Yûşa'dünyaya geldi. Bu Yuşa Hazret-i Mûsa'nın yanında yer alan genç idi. Hazret-i Yûsuf'tan sonra Amâlik soyundan gelen Fir'avunlar Mısır'ı yönettiler. İsrâ'il oğulları Hazret-i Yûsuf'un ve atalarının dini mirasları üzere devam ettiler. 102İşte bu Yûsuf kıssası ğayb haberlerindendir. Onu sana vahy ediyoruz. Onlar hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin ki bunları bilesin. “İşte bu” Bu işaret ismiyle bundan önce geçen ve Hazret-i Yûsuf ile alâkalı olan bilgilere ve haberlere işaret etmektedir. Bu hitap Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizedir ve bu kelime mübtedadır. “Yûsuf kıssası, ğayb haberlerindendir.” Bu mübtedadır. “Onu sana vahyediyoruz.” Bu da ikinci haberdir. “Onlar hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanmda değildin ki bunları bilesin.” Bunun manası şöyledir: “Şu bilgi var ya, bu ğayba âit bir bilgidir. Sen bundan önce bunu bilmiyordun, ancak bunu sen vahiy sayesinde öğrendin. Çünkü Ya'kub oğulları kardeşlerini kuyuya atmak konusunda aralarında anlaşıp ittifak ettiklerinde, sen onların yanında değildin ki bunları bilesin.” 103Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu îman edecek değillerdir. “Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu îman edecek değillerdir.” Bununla halkın geneli veya Mekke halkı muradolunmaktadır. Yani sen, onların îman etmeleri için bütün var olan gücünü ortaya kHalbukin bile onlar yine de îman edecek değillerdir. 104Halbuki sen bu peygamberlik görevini îfa için onlardan bir ücret istemiyorsun. Kur'ân, âlemler için ancak bir öğüttür. “Halbuki sen bu peygamberlik görevini îfa için onlardan bir ücret istemiyorsun.” “Kur'ân, âlemler için ancak bir öğüttür.” Yüce Allah peygamberlerinden herhangi bir peygamberin diliyle onları kurtuluşa teşvikte bulunuyor. 105Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. “Göklerde ve yerde nice debiler vardır” ki,” Yaratanın varlığını, sıfatlarını ve Onun bir tek olduğunu gösteren nice alâmetler ve deliller bulunmaktadır ki, “Onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler.” Bunları hiç dikkate almazlar, bunlardan kendilerine bir ders de çıkarmazlar. Bundan murat: Daha önce geçen toplumların izle rine, kahntılarına ve ders alınabilecek daha başka şeylere bakıp de görmezler. 106Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a îman ederler. “Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a îman ederler.” Yani Allah'ı ikrar konusunda olsun, onun yaratan tek varlık olduğu gerçeği olsun hiçbirine îman etmezler. Ne göklerin ve ne de yerin yaratılışına inanmazlar. Bunlar sadece putlara ve putlaştırdıkları şeylere tapan müşrik kimselerdir, toplumlardır. Cumhûrun görüşüne göre bu âyet müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Müşrikler Allah'ı tanıyor ve kendilerini yaratanın ve rızık verenin de O olduğunu kabul ediyorlar. Çünkü başlarına bir felaket veya musibet geldiğinde hemen Allah'a dua ediyorlar. Fakat bununla beraber yine de Allah'a başka şeyleri ortak koşuyorlar. Nitekim Kaderiye mezhebi bağlılarının söyledikleri de bir tür şirktir. Çünkü bunlar, kul fiilinin yaratıcısıdır, demektedirler ve böyle inanmaktalar. Gerçek anlamda tevhit inancı Ehl-i sünnetin görüşü ve söylediğidir. Buna göre Allah'tan başka yaratan yoktur, tek yaratıcı sadece Allah'tır. 107Allah tarafından kuşatıcı bir felâket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini emin mi gördüler? “Allah tarafından kuşatıcı bir felâket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini emîn mi gördüler?” (.......) kelimesi hâldir ve ansızın manasınadır. 108Ey Resûlüm! De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah'a çağırıtefsir, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah'ı ortaklardan tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.” “Ey Resûlüm! De ki: “İşte bu, benim yolumdur.” İşte benim bu yolum îman ve tevhide, bir tek Allah'a îman etmeye çağıran yoldur. Yol anlamına gelen Sebil ve Tarik kelimeleri hem müzekker ve hemde müennes olarak kullanılan kelimelerdir. Daha sonra yolunu şöyle açıklamıştır: “Ben Allah'a çağıriyorum, ben -burada'ben'anlamında olan (.......) zamîri, (.......) kavlindeki müstetir zamîri tekit içindir- ve bana uyanlar -anlamındaki, (.......) kavli de bunun üzerine ma'tûf bulunmaktadır, aydınlık bir yol üzerindeyiz.” Yani mana şöyledir: “Ben Allah'ın yoluna çağıntefsir ve bana uyanlar da ona çağmyor.” Ya da (.......) mübtedadır, (.......) kavli ise mukaddem haberdir. (.......) kavli de, (.......) üzerine atfedilmiştir. Daha işin başından itibâren kendisi ve kendisine uyanların apaçık bir hüccet ve burhan üzere bulunduklarını, hevâ ve heveslerine göre hareket etmediklerini haber vermektedir “Allah'ı ortaklardan tenzih ederim Ve ben ortak koşanlardan değdim.” 109Senden önce de, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. Kâfirler yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasd olduğunu görsünler! Sakınanlar için âhiret yurdu elbette daha iyidir. Hâla aklınızı kullarınııyor musunuz? “Senden önce de, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasmı peygamber göndermedik.” Yani peygamber olarak melekleri değil, erkekleri gönderdik. Çünkü itirazda bulunanlar şöyle diyorlardı: “Eğer Rabbimiz isteseydi mutlaka peygamber olarak bir melek gönderirdi.” (Fussilet, 14) Ya da gönderdikleri arasında peygamber olarak tek bir kadın da yoktur. (.......) kavli burada görüldüğü gibi kırâat imâmlarından olan Hafs tarafından Nun ile okunmuştur. Âyette şehir halklarına yer verilmiş olması, bu insanların kır ve çöl hayatı yaşayan bedevî toplumlara göre daha bilgili ve daha yumuşak olmaları sebebiyledir. Halbuki çöl hayatı yaşayan bedeviler daha bilgisiz ve daha kabasaba kimselerdir, sert mizaçlıdır. “Kâfirler yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler! Sakınanlar için âhiret yurdu elbette daha iyidir. Hâla aklınızı kullarınııyor musunuz?” Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Abu Emr, Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kavlini “Y” ile (.......) olarak okumuşlardır. 110Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarddıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. Fakat suçlular topluluğundan azâbımız asla geri çevrilmez. “Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de” Kavminin îman etmelerinden umutlarını kesip de, “kendilerinin yalana çıkarddıklarını sandıkları sırada” Peygamber, kavimleri tarafından kesin olarak yalanlanacaklarını anladıkları bir anda.. (.......) kavli kırat imâmlarından Kûfe okulu mensupları bunu görüldüğü gibi şeddesiz olarak okumuşlardır. Yani mana şöyledir: “Kendilerine peygamber gönderilen toplum, peygamberleri tarafından yanıltıldıklarını, yanlışa yönlendirildiklerini sandıkları bir anda” yahut da; “Kendilerine peygamberler gönderilen toplumlar, peygamberleri tarafından yalanlarla oyalandırıldıklarını, kendilerine Allah'tan yardım geleceği vadinde bulundukları hâlde böyle bir yardımın gelmediğini ve yalan yere söz verdiklerini ve verdikleri sözü doğrulatmadıklarını sandıkları bir sırada” “Onlara yardımımız gelir” Peygamberlerle mü’minlere onların hiç de hesaba katınadıkları yerlerden ansızın geliverir, “Ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir.” Bu, (.......) kelimesi bir tek nun, cim harfinin de şeddesi ve “Y” harfini de fethasıyladır. Bu, kırâat imâmlarından İbn Âmir ile Âsım tarafından bu şekilde mazi meçhul kipiyle okunmuştur. Burada fâil yani özne yerine geçen kelime ise; (.......) edatıdır. Diğer kırâat imâmları bunu; iki nun ile okumuşlardır. Bu okuyuşta ikinci nun sakin ve cim şeddesiz ve esreli Y harfi de sakin olarak okunmuştur.. “Fakat suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez.” 111Andolsun onların geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. Bu Kur'ân uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan bir kitaptır; îman eden toplum için bir hidâyet ve bir rahmettir. “Andolsun onların kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır.” Çünkü Yûsuf'u sevgi deryasından kuyu dibine, hasırdan şerire yani koltuğa, tahta taşımıştır. Nihayet sabrın sonu selâmet ve keramet olmuştur. Tuzak kurmanın, hileci olmanın sonu da pişmanlık ve vehamet olmuştur. “Bu Kur'ân uydurulabilecek bir söz değildir.” “Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden her şeyi açıklayan bir kitaptır;” Dinde ihtiyaç duyuları her şeyi açıklayan tek kitaptır. Çünkü bu, Sünnetin, İcmaın ve Kıyas’ın dayanağı ve temeli olan tek kaynaktır. “Îman eden toplum için bir hidâyet ve bir rahmettir.” (.......) kavlinden sonra ibârenin mensûb oluşu, (.......) nakıs fiilinin haberi üzerine atfedilmiş olması sebebiyledir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den şöyle rivâyet olunmuştur: “Kölelerinize Yûsuf sûresini öğretin. Herhangi bir kul bu sûreyi okur, ailesi bireylerine ve elinin altında bulunanlara, sorumluluğunda olan kimselere de öğretirse, Allah, ölüm sıkıntısını onlara kolaylaştırır. Hiçbir Müslümanı haset etmemem gücünü Allah ona verir. “Bak. Zemahşeri; Keşşaf, 2/511 Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî (r.h) Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) kıssasıyla alâkalı olarak şöyle diyor: “Yûsuf (aleyhisselâm) ve kardeşleri ile alâkalı kıssa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Kureyş'in kendisine ezalarına karşı sabretmesi konusunda bir sabır örneğidir. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Hazret-i Yûsuf ve kardeşleri din ve- inanç bakımından aynı esaslara inanmalarına rağmen, kardeşlerinin Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) a karşı giriştikleri tuzak, hileler ve ona yaptıkları kötülüklere karşı o hep sabretmiştir. Sen ise kavminle aynı inancı paylaşmadığına göre onların sana karşı yaptıklarına, ezalarına sabretmen sana daha da bir yakışır.” Vehb b. Münebbih şöyle diyor: “Yüce bir kitap indirmemiş olsun ki mutlaka onda tıpkı Kur'ân-ı Azim'de olduğu gibi Yûsuf kıssasını anlatan tam bir sûre de indirmiştir.” Allah en iyisini bilendir. |
﴾ 0 ﴿