RA'D SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur; 43 âyettir. 1Elif. Lâm. Mîm. Râ. Bunlar, Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen haktır, fakat insanların çoğu inanmazlar. “Elif. Lâm. Mîm. Râ.” Bunun manası; “Ben Allah'ım, bilirim ve görüyorum.” Ya da; “Ben bilen ve gören Allah'ım” demektir. Bu, İbn Abbâs'tan (Allah her ikisinden de râzı olsun) rivâyet olunmuştur. “Bunlar,” Bu işaret ismiyle surenin ayetlerine işaret olunmaktadır. “Kitab’ın âyetleridir.” Burada kitap ile sûre kastediliyor. Yani bu âyetler, kendi konusunda hayret ve şaşkınlık uyandıran tam ve mükemmel bir surenin ayetleridir. “Sana Rabbinden indirilen -Kur'ân'ın tamamı- haktır,” Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlinin haberidir. “fakat insanların çoğu inanmazlar.” Çünkü onlar: “Bunu Muhammed kendiliğinden uyduruyor” derler. Bundan sonra Yüce Allah îman edilmesi gereken şeyleri anlatarak buyuruyor ki: 2Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, soma Arş'a istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır. (Bunların) her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi düzenleyip âyetleri açıklamaktadır. “Görmekte olduğunuz gökleri direksiz olarak yükselten, Allah'tır.” Yani öyle ilk yaratıldığı andan itibâren öyle yükselmiş olarak yaratan demektir. Yoksa önce alçakta idi de, sonra onu kaldmp yükseltti, demek değildir. (.......) Lâfzı celali mübtedadır. (.......) kavli de haberidir. (.......) kavli ise hâldir ve bu çoğul olan bir kelimedir. “İmad” veya “Amud” kelimelerinin çoğuludur. (.......) kavlindeki zamîr ise, (.......) kavline râcidir. Yani bu gördüğünüz şekilde olduğu gibi, artık bir beyana ve açıklamaya da gerek yoktur. Ya da bu zamîr, (.......) kelimesine râcidir. Bu takdirde, (.......) kelimesinin sıfatı olmak üzere cer mahallinde gelmiştir. Yani; “görülen bir direği olmaksızın...” “sonra Arş'a istiva eden,” gücüyle, geçerli ve hakim olan sultanıyla Arş'ı istila eden, Arş’ın üzerine çıkan, “güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah'tır.” Kullarının çıkarma ve ülkelerin yararına olarak...” Bunların her biri muayyen bir vakte kadar akıp gitmektedir.” Bu ise dünyanın sonuna kadar, anlamındadır. “O, Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanmanız için her işi -melekutu ile alâkalı ve Rububiyetiyle ilgili her şeyi- düzenleyip -indirdiği kitapların daki- âyetleri açıklamaktadır.” Yani bu işleri düzenleyenin ve bütün bu olanları açıklayan zatın Allah olduğunu ve dönüşünüzün de kesin olarak O'na olacağını kesin olarak bilmeniz ve öğrenmeniz için.... 3Yeri döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaratan ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur. Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor. Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır. “Yeri döşeyen,” yayan, “onda oturaklı -sabit, hareket etmeyen- dağlar ve -akan- ırmaklar yaratan” “ve orada bütün meyvelerden çifter çifter yaratan O'dur.” Yani siyahlı-beyazlı, tatlı-ekşi, küçüklü-büyüklü ve buna benze şekillerde yaratan Allah'tır. “Geceyi de gündüzün üzerine O örtüyor.” Gündüzün yerine geceyi giydirip önceleri aydınlatan bir beyazlıkta iken karar tan bir zifiri karanlık haline sokan da Allah'tır. Kırâat imâmlarından Hamza, Ebû Bekir ve Ali Kisâî, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuşlardır. “Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” Bütün bu varlıkların bir yaratanının ve ustasının olduğunu, her şeyi en iyi bildiğini, hikmeti gereği her şeyi yerli yerince yarattığını ve her şeye gücü yettiğini bilir. 4Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullarıan bir toplum için ibretler vardır. “Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar,” Yani bu kıtalar, bölgeler ve topraklar birbirine komşu ve bitişik olmalarına rağmen kimisi iyi, güzel ve verimli, kimisi de kötü ve çorak arazilerdir. Bu topraklardan oldukça verimli olanları olduğu gibi verimsiz olanları da vardır; katı ve sert olan bölgeleri olduğu gibi yumuşak Olan yerleri de vardır. İşte bütün bu farklı yaratılış ve durumdaki şeyler, bütün bunları düzenleyip idare eden, kâdir olan ve irâde sâhibi olan bir yaratanın varlığının da delilidirler. O, fiillerini bütün bu varlıklar üzerinde dilediği ve istediği gibi uygulayabilir. Kiminde böyle, kiminde ise öyle uygular. Kimse Ona asla kanşamaz. “üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, Basra okuluna mensup imâmlar ve Hafs olmak üzere hepsi de bu dört kelimeyi (.......) kavli üzerine atfederek merfû' okumuşlardır. Bunların dışındaki imâmlar ise, (.......) atfettiklerinden mecrûr olarak okumuşlardır. Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da, kökü bir olduğu hâlde iki ayrı tomurcuğu bulunan, iki ayrı dala sahip olan hurma ağacı anlamındadır. Kırâat imâmlarından Hafs bu kelimeyi (.......) harfinin ötresiyle, “Sunvan” olarak okumuştur. Dil açısından bu kelime her iki şekil de de kullanılabilmektedir. “Bunların hepsi bir su ile sulanır.” Burada geçen, (.......) kelimesini Âsım ve İbn Âmir burada görüldüğü gibi “Y” harfiyle (.......) olarak okumuşlardır. “Böyle iken yemişlerinde meyvelerinde- onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kavlini “Y” harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) kelimesini de Nâfi ve İbn Kesîr “Kef'harfinin sükunu ile, “Ükl” olarak okumuşlardır. “İşte bunlarda akıllarını kullarıan bir toplum için ibretler vardır.” Tabiundan Hasen-ı Basrî merhum diyor ki: “Burada verilen tüm örnekler aslında insanların gönüllerini temsil etmekte, onların durumlarını sergilemektedir. Çünkü gönüller; eser lerinde, aydmlıklarında yani nurlu oluşlarında, sırlarında ya da gizemliliklerinde tıpkı yeryüzünün nehirlerinin, çiçeklerinin, ürünlerinin ve meyvelerinin değişik değişik olması gibi değişik değişiktirler. 5(Ey Resûlüm! Kâfirlerin seni yalanlamalarına) şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların: “Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?” demeleridir. İşte onlar, Rablerini inkâr edenlerdir; işte onlar (kıyamet gününde) boyunlarında tasmalar bulunanlardır. Ve onlar ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacaklardır! “Ey Resûlüm! Kâfirlerin seni yalanlamalarına şaşıyorsan,” ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr hususundaki sözlerine hayret ediyorsan, “asıl şaşılacak şey onların: Biz toprak olduğumuz zaman yeniden mi yaratılacağız?'demeleridir.” Burada, (.......)eümlesi, haber ve müb tedadır. Yani; asıl şaşılacak olan söz, onların söyledikleri sözdür. Çünkü Yüce Allah'ın -sana tek tek saydığı şeyleri yaratmaya kâdir olduğuna göre- onları yeniden yaratması çok daha basit, çok daha kolay ve ehvendir. Asıl onların bunu inkara kalkışmaları gerçekten de şaşkınlığın da ötesinde bir davranıştır. (.......) kavli ise, (.......)ifadesinden ya da kavlinden bedel olarak mahallen merfûdur. Kırâat imâmlarından Âsım ve Hamza'dan her bireri, (.......) kavlini iki hemzeli olarak okumuşlardır. (.......) İşte onlar, Rablerini inkâr edenlerdir;” İşte bu inkârcılar var ya, bunlar sürekli küfür üzere varlıklarını devam ettirenlerdir. “İşte onlar kıyamet gününde boyunlarında tasmalar bulunanlardır.” Bunların boyunlarında sürekli tasma olduğu, ifadesiyle tanıtılmış olmaları, küfürlerinde hep ısrarcı olma niteliklerini belirtmek içindir veya bu, onlar için bir tehdit ve bir uyandır. “Ve onlar ateş ehlidir. Onlar, orada ebedî kalacaklardır!” Bu âyette, (.......) kavlinin ya da işaret isminin tekrar edilmiş olması, işin önemini ve büyüklüğünü göstermektedir. 6(Müşrikler) senden iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar. Halbuki onlardan önce ibret alınacak nice azap örnekleri gelip geçmiştir. Şüphesiz insanlar kötülük ettikleri hâlde Rabbin onlar için mağfiret sâhibidir. (Bununla beraber) Rabbinin azâbı da çok şiddetlidir. “Müşrikler senden iyilikten önce kötülüğü çabucak istiyorlar.” Müşrikler afiyetten önce cezâlarıdırılmalarını, intikamı istiyorlar. Çünkü bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından uyanlmca, onlar da kendisiyle ve uyardığı azap ile alâkalı olarak alaycı bir tavır takınarak, gelecekse azap öyleyse, gönderilsin, diye Resûlüllah'nden istekte bulunuyorlardı. “Halbuki onlardan önce ibret alınacak nice azap örnekleri gelip geçmiştir.” Yani bu şekilde yalanlayanlarla ilgili olarak benzer nice azap ve cezâlarıdırma örnekleri geçmişte meydana gelmişti. Ne oluyor ki bunlar geçmişte olan o olaylardan kendilerine bir ders çıkarmıyorlar. Halbuki, böyle bir ders çıkarsalar bu şekilde alay etmezlerdi. “el-Mesulet” kelimesi, aralarındaki benzerlik sebebiyle cezâ ile cezâyı gerektiren suç bakımından bu şekilde isimlendirilmiştir. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurulmaktadır: (.......) (Şura, 40) “Bir kötülüğün cezâsı ona denk bir kötülüktür.” “Şüphesiz insanlar kötülük ettikleri hâlde Rabbin onlar için mağfiret sâhibidir.” Yani insanlar kendi nefislerine yine bizzat kendileri kötülük ettikleri ve zulümde bulundukları hâlde, gerçekten senin Rabbin buna rağmen onları mağfiret buyurandır. (.......) kavli burada hâl mahallinde gelmiştir. Yani, “kendi nefislerine zulmettikleri hâlde” demektir. Süddi'nin ifadesine göre burada sözkonusu edilenler mü’minlerdir. Bu âyet Allah'ın Kitab'mdaki ayetlerin insana en fazla umut veren ayetidir. Çünkü zulümlerine rağmen Allah onları bağışlayacağını anlatmaktadır. Bu ise tevbe olmadan olacak bir durumdur. Tevbe ise onu ortadan kaldınr, izale eder. “Bununla beraber Rabbinin azâbı da -kafirlere karşı- çok şiddetlidir.” Ya da bunun her ikisi de yani mağfiret olunmaları veya şiddetli azapla cezâlarıdmlmaları mü’minler hakkındadır. Ancak bunun her ikisi de onlar hakkında Allah'ın dilemesine kalmıştır. Yani dilediğini mağfiret buyurur, dilediklerine de azap eder. 7Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mu'cize indirilseydi ya! (Halbuki) sen ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır. “Kâfirler diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mu'cize indirilseydi ya!” Sırf inatları yüzünden Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne inen âyetleri mu'cize olarak kabul etmediler. Onlar tıpkı Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Îsa'ya verilen mu'cizeler türünden mu'cizeler istediler. Meselâ asanın yılarıa dönüşmesi, ölülerin diriltilmesi gibi. İşte bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e şöyle denildi: “Halbuki sen ancak bir uyarıcısın” Yani sen, uyarmak üzere gönderilen bir kimsesin. Onları başlarına gelecek olan kötü sondan korkutacak ve onlara öğüt vereceksin. Tıpkı senden önceki diğer peygamberlerin yaptıkları gibi. Senin görevin, onlara doğru gelecek ve senin bir uyancı olduğunu gösterecek şeyleri, mu'cizeleri göstermen iledir. Bunun doğruluğu da herhangi bir âyet ya da mu'cize ile olabilir. Çünkü bir davanın doğruluğunu kanıtlamak için bütün âyetler yani mu'cizeler değer bakımından eşittirler, aynıdırlar. “Ve her toplumun bir rehberi vardır.” Yani onları hak dine yöneltecek ve kendilerine has olan bir mu'cize ile Allah'a davet edecek bir peygamber gönderilmiştir. Yoksa onların istedikleri ve onların tahakkümü sonucu gelecek bir âyet ya da mu'cize değil, Allah'ın dilediği bir mu'cize ile göndermiştir. 8Her dişinin neye gebe kalacağını, rahîmlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir. Onun katında her şey ölçü iledir. “Her dişinin neye gebe kalacağım, rahîmlerin neyi eksik, neyi ziyade edeceğini Allah bilir.” Burada geçen her üç (.......) harfi de mevsûle yani ilgi zamîridir. Yani Allah, dişinin taşıdığı yavrunun erkek mi dişi mi, tam mı eksik mi, güzel mi yoksa çirkin mi, uzun mu yoksa kısa mı ve başkaca nasıl olduğunu bilir. Aynı zamanda rahîmlerin eksilttiğini de artırdığım da bilir. Nitekim “Ğadel mau” ve “Ğuztuhu Ene” denir ki su azaldı ve onu ben eksilttim” ifadesinde söylendiği gibi kelime azalmak, eksiltmek gibi manalara gelir. Burada asıl anlatılmak istenen şey, çocuğun ya da bebeğin sayısıdır. Buna göre rahîmler bir yavru taşıyacağı gibi, iki, üç ve dört tane de taşıyabilir. Ya da ana rahmindeki yavrunun bedeni sözkonusudur. Buna göre o beden ya tamdır veya eksiktir. Ya da bundan gaye doğum süresidir. Bu süre ise dokuz aydan aşağı olabileceği gibi -biz Hanefîlere göre de bu süre, iki yıla kadar devam edebilir- Şâfiîlere göre bu dört yıla kadar sürebilir ve Mâlikilere göre ise bu, beş yıl sürebilir. Yahut da bu (.......) harfleri mastariye olabilirler. Bu durumda ise mana şöyledir: yüce Allah her dişinin taşıdığım, gebe kaldığı yavrunun ne olduğunu bilir ve rahîmlerin eksilttiğini de artırdığını da bilir. “Onun katında her şey ölçü iledir.” Yani Allah katında her şeyin bir miktarı, bir ölçüsü ve haddi vardır. O şey onu geçemez ve ondan eksik de olamaz. Nitekim bir başka âyette yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer ,49) 9O, görülmeyeni de görüleni de bilir; çok büyüktür, yücedir. “O, görülmeyeni de” yani yarattığı şeylerden görülmeyenlerini de bilir, “görüleni de bilir;” yarattığı şeylerden gö rülenleri de bilir. “çok büyüktür,” şanı büyüktür. Her şey O'ndan aşağıdadır. Onun üzerinde başka bir üstün varlık yoktur. “yücedir.” Kudretiyle her şeyin üstündedir yahut da o yaratılanların sıfatlarından uzak ve beridir, onlardan üstündür. İbn Kesîr her iki durumda da yani hem geçiş hâlinde ve hem de duruş hâlinde bu kelimeyi (.......) ile okumuştur. 10Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenen le gündüzün yürüyen onun ilminde eşittir. “Sizden, sözü gizleyenle onu açığa vuran, geceleyin gizlenenle gündüzün yürüyen onun ilminde eşittir.” Meselâ, “Zahibun fi seribihi” denir ki bu, “Yolunda, mecrasında ve yönü doğrultusunda akıp gitti” demektir. Nitekim, “Serebe.... suruben” denir. (.......) kelimesi, (.......) kelimesi üzerine değil, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Ya da bu, (.......) kelimesi üzerine ma'tûftur, kaldı ki, “y” edatı da iki şey manasındadır. 11Onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyan takipçi melekler vardır. Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. “Onun önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu koruyan takipçi melekler vardır.” Burada (.......) kavlindeki zamîr, (.......) edatına râcidir. Sanki şöyle denilir gibidir: “Sözü gizleyen olsun, açıklayan olsun, gizlenen olsun, gündüzün yürüyen olsun, onun önünde ve arkasında Allah'ın emriyle onu koruyanlar vardır. (.......) bir gurup melek demek olup, bunlar kişiyi korumak için onu hep izleyip dururlar. Bu kelimenin aslı, (.......) idi. Burada “T” harfi, “Kaf” harfine idğam olunmuştur. Ya da bu kelime, “Akkabe” kökünden yani “Tef'il” babından “Müfa'üatun” kalıbmdadır. Bu da kişiyi izi sıra veya arkası sıra izlemek, takip etmek anlamına gelir. Çünkü bunların kimisi kimini izler. Yani o melekler izledikleri kimsenin neler konuştuğunu denetleyerek böylece yazı ile kayda geçirirler. (.......) yani ellerinin arasında demekle, önünde ve arkasında... manasınadır. (.......) her ikisi de sıfattırlar. Yoksa (.......) kavli, (.......) kavlinin sılası değildir. Burada sanki şöyle denilir gibidir: “Allah'ın emriyle onu izleyenler, takip edenler vardır.” Ya da “Allah'ın emri gereği onu korurular.” Yani, “Yüce Allah, onlara onu korumalarını emrettiği için..” Yahut da, “Günah işleyince ona dua etmeksuretiyle onu Allah'ın azâbından ve intikamından koruyup izleyenler vardır.” “Bir toplum kendilerindeki özellikleri -afiyet ve nimeti- değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunan -güzel durumu ma'siyet ve günahlarla- değiştirmez.” Ancak ma'siyetlerin çokça işlenmesi hâlinde değiştirir. “Allah bir topluma kötülük -azap- diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur.” O azâbı hiçbir kimse önleyemez. “Onların Allah'tan başka yardımcıları da yoktur.” Allah'tan başka onların işlerini düzeltecek ve onlardan azâbı önleyecek bir iplileri, dost ve yardımcıları da yoktur. 12O, size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren ve yağmur dolu ağır bulutları meydana getirendir. “O, size korku ve ümit içinde şimşeği gösteren” Burada, (.......) kelimeleri, (.......) kelimesinden hâl olarak mensûbturlar. Sanki bizzat korku ve umut imiş gibi gösterilmiştir. Ya da korku ve umut kaynağı gibidir. Ya da bu iki kelime de muhataplardan hâldirler. Yani, “Korkarak ve umut besleyerek” demek tir. Mana şöyledir: “Şimşeğin çakmasıyla yıldırımların düşeceğinden korkar ve yağmur ile de umutvar olur.” Nitekim Ebû't-Tiyb bir şiirinde şöyle der: Tıpkı yağmur dolu karanlık bulutlar misali korku ve umut yüklü genç! Kendisinden hem yağmur beklenir, hem de korkulur yıldırımlarından! Ya da, kendisi için bir zarar söz konusu olabilecekler bakımından da yağmurdan korkulur. Meselâ yolcu gibi. Ya da evi böyle bir durumda akan için de yağmur korku unsurudur. Kimi ülkeler de vardır ki Meselâ Mısır halkı gibi, yağmurdan bir fayda beklemezler. Ancak yağmurdan bir yarar bekleyenler, onda kendileri için bir yarar olduğunu umanlardır. “ve yağmur dolu ağır bulutları meydana getirendir.” Bu (.......) kelimesi cins isimdir. Bunun müfred; yani tekili ise, (.......) kelimesidir. (.......) dolu, yağmur ile, su ile dolu demektir. Bu kelime, (.......) kelimesinin çoğuludur. Meselâ, (.......) ve(.......) diye söylenir. 13Gök gürültüsü Allah'ı hamd ile teşbih eder. Melekler de O'nun heybetinden'dolayı teşbih ederler. Ve Allah yıldmmlar gönderip onlarla dilediğini çarpar. Halbuki o yalanlayanlar da Allah hakkında mücâdele edip dururlar. Ve O, azâbı pek şiddetli olandır. “Gök gürültüsü Allah'ı hamd ile teşbih eder.” Bu şöyle tefsir edilmiştir: Yağmur beklentisi içerisinde bulunan kullar, gök gürültüsünü duyunca Allah'ı teşbih ederler. Yani Sübhanellah, elhamdülillah diye seslerini yükseltirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den yapılan rivâyete göre şöyle buyurmuşlardır: “Ra'd, bulutlar üzerinde onlardan sorumlu bir melektir. Yanlarında ateşten kamçıları ya da aletleri vardır, onunla bulutları sevkederler, istenilen tarafa yöneltirler.” Duyuları ses ise, ulaştırılması gereken noktaya kadar meleğin bulutları sesli bir şekilde hareket ettirmesidir. “Melekler de O'nun heybetinden dolayı teşbih ederler.” Melekler de onun heybetinden, azametinden dolayı teşbih ederler. “Ve Allah, yıldırımlar gönderip onlarla dilediğini çarpar.” Saika; gökten düşen ateş, demektir. Yüce Allah, her şeyde geçerli ve etkin olan ilmini, katında açık ve gizli her şeyin eşit olduğunu, her şey üzerinde açık, kesin ve etkin olan kudretini ve bir tek olduğunu yani vahdaniyetini gösteren delilleri sunduktan sonra, devamında şöyle buyurmaktadır: “Halbuki o yalanlayanlar -Resûlüllahnü yalanlayanlar- da, Allah hakkında mücâdele edip dururlar.” Öyle ki inkârcılar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in anlattığı ve tanıttığı şekilde Allah'ın ölümden sonra varlıkları diriltmeye kâdir olduğunu ve yaratılanları tekrar iade edeceğini bütün gerçeklere rağmen inkâr etmeye devam ederler de: “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yasin,78) diye alay edip inkâr ederler. Allah'a ortaklar koşmakla O'nun birliğini ve vahdaniyetini reddederler. Bazı cisimleri, Meselâ melekler Allah'ın kızlarıdırlar, gibisinden şeyleri ona ortak kabul ederler. Ya da buradaki “vav” harfi hâl içindir. Yani mana şöyledir: “Onlar mücadele edip dururlarken Allah onlarla dilediğini çarpar.” Bunun sebebi şöyle bir olaydır. Lebid b. Rebia el-Amir'in kardeşi Erbed Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanma Amir b. Tufeyl ile birlikte Hazret-i Peygamberi öldürmek üzere gelmişlerdi. İşte bunun üzerine yüce Allah Amir'i deve vebası ile en alçak bir kabile olan Selul kabilesi arasında gebertti, Erbed üzerine de bir yıldınm gönderip onu da yıldırm çarpmasıyla helâk etti. Bu adam Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Bize Rabbimizden öğren de haber ver, o yıldırım bakırdan mı yoksa demirden mi?” diye alaycı bir ifade kullanmıştı. İşte Allah onu böylece yıldırımla ortadan kaldırdı. “Ve O, azâbı pek şiddetli olandır.” Burada geçen, (.......) kelimesi Mumahale demek olup tuzakları, düzenleri, hileleri ve alay etmeleri pek şiddetli ve pek çetin olan anlamındadır. Meselâ birine karşı içinden çıkılamaz bir tuzak kuran, başına çorap ören ve o konuda son derece çaba gösteren için, “Temahhale li keza” denir ki, bu manayadır. Aynı şekilde, “Mehale bi fulanın” denilir ki bu ona tuzak kurdu ve onu sultana jurnalladı, demektir. Dolayısıyla bunun manası şöyle olmaktadır: “O Allah, düşmanlarının hiç hesap edemedikleri, düşünemedikleri yerlerden onlara en şiddetli ve en anlaşılmaz tuzaklar ve hileler kurarak kendilerini ortadan kaldırır.” 14El açıp yalvarmaya lâyık olan ancak O'dur. O'nun dışında el açıp dua ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar. Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir. Kâfirlerin duası şüphesiz hedefini şaşırmıştır. “El açıp yalvarmaya lâyık olan ancak Odur.” Burada, (.......) kelimesi hakka izafe edilmiştir. Bu, batılın karşıtıdır. Çünkü davet, hak ile içicedir. Batıldan da bu manasıyla ayrılır. Mana şöyle olmaktadır: Kendisine dua edilip çağrıları ve yakardan zât her şeyden münezzeh olan Allah'tır. Yapılan duaya icabet etmek de Ondandır. O dualara icabet eder ve kendisinden isteyene de isteğini verir. Bir duanın hak ile içice olması demek, duanın bizzat Ona yönetilmesi, dua olunmaya layık olan zatın O olması itibariyledir. Çünkü böyle bir duada liyakat var ve menfaat var. Halbuki kendisinden yarar gelmeyecek olan bir şey böyle değildir, ona icabet olunmaz. Burada, “Ve O, azâbı pek şiddetli olandır.” Kavli ile (.......) kavlinin kendilerinden önce geçen Erbed kıssası ile bağlarıtısı gayet açık ve ortadadır. Çünkü ona yıldırımın çarpmış olması, Allah'ın ona kurduğu en şiddetli tuzağıdır. Allah, onun hiç de hesap edemediği bir yerden onu tuzağa düşürüp cezâlarıdırmış ve helâk etmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz hem ona ve hem de beraberindeki arkadaşına, kendisine karşı hileye başvurmaları sebebiyle şöyle bedduada bulunmuştu: “Allah'ım! Her ikisini de dilediğin gibi yerle bir et!” Dolayısıyla Hazret-i Peygamberin o ikisi aleyhindeki bedduası Yüce Allah tarafından kabul edildi. Çünkü yapılan davet ya da dua hak ile alâkalı olan, hakkı içeren bir dua idi. Birincisi de kâfirler için bir tehdittir, onlara bedduadır. Çünkü kâfirler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile mücadele ettiklerinden dolayı, Allah'ın şiddetli tuzağının onlara da eriştiği ve erişeceği gerçeğinin bildirildiği gibi, Resûlünün de, eğer onlar aleyhinde bedduada bulunursa, onlar hakkındaki bu bedduasına da icabet olunacağı ifade edilmektedir. “O'nun -Allah'ın- dışında el açıp dua ettikleri onların isteklerini hiçbir şeyle karşılamazlar.” “Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir.” Bu, mastardan istisnadır. Yani, (.......) kavlinin delalet ettiği icabet olunma, kabul edilmede...” demektir. Çünkü fiil, harfleriyle mastara delalet eder. Sigası yani kipiyle de zamanı gösterir. Zaruret gereği olmak üzere de mekân ve hâl manasına delalet eder. Dolayısıyla fiilden olan bütün bunların istisnası câizdir. Bu durumda bunun takdiri şöyle olur: “Onların hiçbir cevap ve kabul isteğine icabet olunamaz. Ancak iki avucunu suya doğru uzatan kimsenin ondan aldığı karşılık ne ise işte o karşılık verilir.” Yani: “İki avucunu kendisine uzatan ve ağzına götürmek için kendisinden istekte bulunulan suyun, ona karşılık vermesi gibidir.” Halbuki su cansız-donmuş bir varlıktır. Kendisinden su istemek üzere avuçlarını uzatanın durumundan haberdar bile olamaz, onu hissetmez bile. Onun susuzluğunu da gidermez ve ihtiyacını da karşılamaz. Onun çağrısına da icabet etmez ki suyu ağzına ulaştırabilsin. Nitekim tıpkı bunun gibi kendilerinden medet umdukları diğer cansız varlıklar da onların çağrılarını, dua ve yakarışlarını hissetmezler ve onların isteklerine icabete güç yetirmezler, onlara bir yarar sağlamaya da kâdir olmazlar. (.......) kavlindeki lam harfi, (.......) kavline mütealliktir. “Halbuki suyu ağzma götürmedikçe su onun ağzına girecek değildir.” Evet su, onun ağzına ulaşacak değildir. (.......) Kâfirlerin duası şüphesiz bedefini şaşırmıştır.” Yani bütün yalvanş ve yakanşları faydasızdır, boşunadır, zayi olmuştur. Çünkü bu durumda olanlar eğer Allah'a dua etseler, Allah onların dualarına icabet etmeyecektir, putlarına yalvanp yakarsalar, onlar da kendilerine icabete güç yetirmezler. 15Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah'a secde ederler. “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister -melekler ve mü’minler isteyerek- istemez- münâfıklar ve kâfirler de şiddet ve darlık anında, başları sıkışınca- sadece Allah'a secde ederler.” Ona kulluk ve itâat etme, boyun eğme secdesi yaparlar. (.......) ve (.......) hâldirler. (.......) kavli, (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır ve bu kelime, (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) kelimesi, “Gadat” kelimesinin çoğuludur. Tıpkı, “Kanat” gibi. (.......) kelimesi de, (.......) (Usu!) kelimesini çoğuludur. Bu da, (.......) (Asil) kelimesinin çoğuludur. Denilmiştir ki: Her şeyin gölgesi sabah ve akşam Allah'a secde eder. Kafirin gölgesi de tıpkı kafir gibi istemeye istemeye secde eder. Çünkü kafirin kendisi böyle istemeyerek secde etmektedir. Mü’minin de gölgesi tıpkı mü’min gibi isteyerek secde eder. Çünkü Mü’minin kendisi zaten böyle secde etmektedir, 16(Ey Resûlüm!) De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki: “Allah'tır.” (Ey Resûlüm!) De ki: “O'ndan başkasını mı veliler-dostlar edindiniz? Halbuki onlar kendilerine fayda sağlamadıkları gibi zarar verme gücüne de sahip değillerdir.” De ki: “Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü?” De ki: “Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sâhibidir.” “Ey Resûlüm! De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?'De ki: “Allah'tır.” Bu, onların itiraflarını hikâye yoluyla anlatmaktır. Çünkü Hazret-i Peygamber onlara: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” dediğinde onların devamlı olarak ve her zaman verdikleri cevap, “Allah'tır” demeleri olmuştur. Nitekim İbn Mes'ud ile Übeyy'in kırâati bunu göstermektedir. Bu ikisi âyeti şöyle okumuşlardır: (.......) Ya da bu telkin anlamındadır. Yani, eğer onlar cevap vermezlerse, onlara telkin et, hatırlat. Çünkü onların verecekleri cevap bundan başkası olmayacaktır. “Ey Resûlüm! De ki: “O'ndan başkasını mı veliler- dostlar edindiniz?” Siz Allah'ın göklerin ve yerin sâhibi olduğunu bilip öğrendikten sonra mı, kendinize ondan başka ilâhlar edindiniz? “Halbuki onlar kendilerine fayda sağlamadıkları gibi zarar verme gücüne de sahip değillerdir.” Onlar kendi kendilerine bile bir menfaat ve yarar sağlama gücüne sahip olamazlar ya da onlar kedilerini karşı karşıya kalacakları bir zarardan da koruyamazlar, o zararı kendilerinden uzaklaştıramazlar. Durumları bu iken nasıl olur da başkalanna karşı böyle bir güce sahip olsunlar ki?! Tutup da ortak koştuğunuz şeyleri yaratan ve rızık veren, güzel amele karşılık sevap veren ve kötü fiillere karşılık da cezâlarıdıracak olan yaratıcıya tercih ediyorsunuz, bu olacak şey mi? Gerçekten ne kadar da apaçık bir sapıklık ve dalalet içerisinde bulunuyorsunuz! “De ki: “Körle gören bir olur mu hiç?” Yani kafirle mü’min veya hiçbir şeyi görmeyenle kendisine hiçbir şey gizli kalmayan eşit olabilirler mi? “Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?” kafir toplumlar ile îman etmiş olan bir toplum bir olurlar mı hiç? Kırâat imâmlarından Hafs dışında Kûfe okulu, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. “Yoksa O'nun -Allah'ın- yarattığı gibi yaratan ortaklar- yarattığı gibi yaratan şerikler- buldular'da -burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavlinin sıfatıdır. Yani, “Onlar, tıpkı Allah'ın yarattıkları gibi yaratan şerikler olarak bir şeyler yaratmış ortaklar anlamında bunları Allah'a ortak koşmadılar da- bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü?” Yoksa Allah'ın yarattıkları ile şeriklerin yarattıklarını birbirine benzer olarak buldular da şöyle mi demeye getirdiler: “Nasıl ki Allah yaratmaya kâdirse, bu ortak koştuklarınıız da yaratmaya kâdirdirler. Dolayısıyla ibâdet olunmaya da layıktırlar. Biz de buna göre onları Allah'a ortak edindik. Allah ibâdet ve kullukta bulunulduğu gibi onlara ibâdet ve kullukta bulunuyoruz. Halbuki onların Allah'a ortak koştukları şeyler âciz olan şeriklerdir. Öylene acizdirler ki, Yaratıcı olan Allah'ın kâdir olduğu şeylere kâdir olmaları bir tarafa bu ortak koşulanlar halkın/yaratılanların kâdir oldukları şeylere bile kâdir olmazlar. (.......) kavlinin başındaki hemze inkâr anlamındadır ve bu (.......) demektir. “De ki: “Allah her şeyi yaratandır.” Yani cisimleri yaratan da, arazları yaratan da bir tek Allah'tır. Allah'tan başka bir yaratan yoktur. Yaratma konusunda O'nun bir şerikinin ya da ortağının olması doğru olmaz ve doğru da değildir. Bu itibarla ibâdet ve kullukta bulunmada da O'nun şeriki ve ortağı yoktur. Bu itibarla, “Şüphesiz Allah, kulların fiillerini yaratmadı, onlar fiillerini kendileri yarattılar” diyenler, bu söylediklerine göre yaratmada yaratılanlar birbirine benzer duruma gelirler. “Ve O, -Rububiyette yani Rab oluşta- bir tekdir, karşı durulamaz güç sâhibidir.” O asla mağlup edilemez, yenilgiye uğratılamaz. O'nun dışındakiler ise hepsi Rabbe muhtaçtırlar ve O'nun karşı durulmaz gücünün altında bulunmak zorundadırlar. 17O, gökten su indirdi de vadiler kendi hacimlerince sel olup aktı. Bu sel, üste çıkan bir köpüğü yüklenip götürdü. Süs veya diğer eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna benzer köpük olur. İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir. Köpük atılıp gider. İnsanlara fayda veren şeye gelince, o yeryüzünde kalır. İşte Allah böyle misaller getirir. “O, -bir tek olan ve gücü bütün güçlere üstün, egemen ve kahredici olan ki O her şeyden münezzeh olan Allah- gökten -bulutlardan- su -yağmur- indirdi de vadiler kendi hacimlerince -Allah'ın ilminde bilinen ölçü ne ise, üzerine yağmur düşen bölgeye fayda sağlayacak ve zarar vermeyecek bir miktar ve hacimde- sel olup aktı.” Burada geçen, (.......) kelimesi. (.......) kelimesinin çoğuludur. Vadi/dere ise; fazlasıyla suyun akıp gittiği yer demektir. Burada vadiler ya da dereler anlamında (.......) kelimesinin nekre yani belirsizlik belirten bir kelime olarak gelme nedeni bir inceliğe işaret içindir. Çünkü yağmur yağdığı zaman tüm dereler ya da vadiler akmazlar. Aynı anda yağmur her yerde yağmadığından kimi bölgeler yağış alırlarken buralardaki derelerden yağışın durumuna göre kimisi az akar, kimisi daha fazla akar. Bunların akışları buna göre sıra iledir. Dünyanın bir bölümün de vadiler, dereler akıp dururken diğer yerlerinde akamayabilirler, kurumuş olabilirler. “Bu sel, üste çıkan -sel etkisiyle şişerek ve kabararak su üzerine yükselen- bir köpüğü yüklenip -üzerine çıkarıp üstte alıp- götürdü.” “Süs - Altın ve gümüşten takı- veya -demirden, bakırdan, kurşundan... çünkü bunlardan kapkacak, hazarda ve yolculukta gerekli eşya yapılır. İşte buna benzer- diğer eşya yapmak isteyerek ateşte erittikleri şeylerden de buna -Sel suyu üzerindeki köpüğe- benzer köpük -posa- olur.” Kırâat imâmlarından Abu Bekir dışında Kufe okulu mensupları burada görüldüğü gibi, (.......) kelimesini (.......) harfiyle okumuşlardır. (.......) kavlinde yer alan; (.......) edatı ibtida-i gaye içindir. Yani “ateşte o yaktıkları şeyden tıpkı sel suyu üzerindeki köpük misali köpük/posa meydana gelir. Ya da buradaki, (.......) edatı, teb'îz içindir ki bu da bir kısmı köpük-posa olarak meydana çıkar, demektir. (.......) kavli, (.......) deki zamîrden hâldir. Yani, “Sizin sabit olarak ateşte yaktığınız şeylerden de...” demektir. (.......) kelimesi, (.......) kavlindeki zamîrden hâl olarak gelen mastar bir kelimedir. (.......) kelimesi de, (.......) üzerine ma'tûftur. (.......) köpük ve posa manasındaki bu kelime burada mübtedadır, (.......) ise onun sıfatıdır. (.......) ise bunun haberidir. Yani: “İşte bu türden madenlerin kaynatılıp eritilmesi sonucu, üzerlerinde tıpkı su üzerindeki köpük benzeri bir köpük-posa oluşur.” “İşte Allah hak ile bâtıla böyle misal verir.” Yani Allah hak ile batılı işte böyle örneklendirerek gösterir. “Köpük atılıp gider.” Burada, (.......) kelimesi hâldir. Yani yok olup gider. Bu, kazanda kaynama sırasında, kazan üzerinde oluşan köpük veya posadır ki, işe yaramayıp atılır. Nasıl ki taşırıca veya dalgalar kabarınca üzerindeki bu türden çerçöpü dışarı atarlarsa, maden kazanında kaynatıları madenler de kaynama sırasında böylece posalarını atarlar. Çünkü, Cüf kelimesi, atmak anlamındadır. Meselâ, (.......) demek ben onu attım, yendim, demektir. İşte bu da bu manayadır. “İnsanlara fayda veren şeye -suya, süs eşyalanna, eşyaya- gelince, o yeryüzünde kalır.” Su pınarlarda, kuyularda, hububat ve meyvelerde varlığını sürdürür, kalır. Aynı şekilde değerli madenler, cevherler de uzun müddet yer altında zenginlik olarak kalırlar. “İşte Allah böyle misaller getirir.” Hak ile batılın meydana çıkması için işte Allah bu şekilde örnekler gösterir. Denilir ki: Bu öyle bir örnektir ki Yüce Allah bunu Hak ve hak Erbâbı ile bâtıl ve bâtıl taraftarlarına bir örnek olsun diye göstermiştir. Meselâ Yüce Allah, Hakkı ve hak Erbâbını gökten yağan yağmura ya da rahmete benzetmiştir. Bu rahmet yağmurundan insan vadileri, dereleri akar ve onlar bununla dirilirler, bu, onlara çeşitli ve türlü türlü faydalar sağlar. Madenlerden de insanlar, o madenleri işleyerek, eriterek kendilerine yarayışlı ürünler haline sokarlar. Meselâ kap kaçak yaparlar, değişik aletler icat ederler. Bu ise yerde, dünyada kalır ve açık olarak eseri bâkî olmak üzere görülür. Su, bütün getireceği faydalarıyla birlikte yeryüzünde kalır. Aynı şekilde cevher ve madenler de öyledir. Bunlar da yeryüzünde uzun çağlar boyu devam eder dururlar. Yüce Allah batıh ve bâtıl taraftarlarını da hızlı bir şekilde yok olup giden, yok oluşu yaklaşmış olan sel üzerindeki köpüğe benzetmiştir ki bu köpük sel tarafından üzerinden atılır ve yok olup gider. Nitekim madenler üzerinde oluşan köpük veya posa da böyledir. Onlara maden eridikçe posa üzerinden taşar ve atılıp yok edilir. Cumhûr demiştir ki: Bu bir temsildir. Allah bunu Kur'ân ve kalpler ile Hak ve Bâtıl için örnek olarak vermiştir. Burada Su Kur'ân'dır. Kalplere ya da gönüllere hayat vermek için inmiştir. Tıpkı bedenler için su ve gönüller için de vadiler gibidir. Âyette geçen, “hacmince, miktarınca” kavline gelince, bu, “gönlünün genişliği ve darliği oranında” anlamındadır. “Zebed” yani “köpük” ise; nefsin arzuları, heva ve heves, şeytani vesveseler demektir. Kendisinden yararlarııları saf ve berrak su, tıpkı hak ve gerçek gibidir. Nasıl ki köpük bâtıl olarak yok olup gidiyor ve geride berrak tertemiz su kalıyorsa, aynı şekilde heva ve heves, şeytani vesvese ve arzular da yok olup gider ve geride sadece hak ve gerçek olan olduğu gibi kalır. Altın ve gümüşten yapılan süs ve takılar, değerli durumlar ve temiz ahlâk için örnek olarak gösterilmiştir. Demir, bakır ve kurşun gibi şeylerden yapılanlar ise, ihlas ve samimiyetle yapılan ve kişiyi kurtuluşa hazırlayan şeyler için örnek gösterilmiştir. Çünkü iyi ameller sevabı celp eder, azâbı da uzaklaştırır. Nitekim kimi cevherler vardır ki, kazanç için bir edattır, bir gereçtir. Bazısı da savaşta düşmanı kaçırıp uzaklaştırmak ve üstün gelmek içindir. Köpük denilen şeye gelince bu da riya ve gösteriş demektir, bir sakatlıktır, yorgunluk, atalet ve tembelliktir. 18İşte Rablerinin enirine uyanlar için en güzel (rnükâfat) vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka feda ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır! “İşte Rablerinin emrine uyanlar için en güzel mükâfat vardır.” Burada, (.......) deki (.......) harfi, bundan önceki âyette geçen, (.......) kavline mütealliktir. (.......) kavli de, (.......) icabet edenler, uyanlar, demektir. Yani bu, “İşte Rablerinin emrine uyan mü’minler için en güzel mükâfat vardır ve onlara Allah böyle misaller getirir” demektir. (.......) ise, (.......) kavlinin mastannın sıfatıdır. Yani bu, “onlar en güzel bir icabetle O'na icabet ederler” demektir. “O'na uymayanlara gelince,” Yani ona uymayan kafirlere gelince. İşte bu her iki gurubun temsilidir. Bir de; “Eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, kurtulmak için onu mutlaka feda ederler.” Kavli, Allah'ın davetine icabet etmeyenler için hazırlarıan şeyleri anlatan bir giriş cümlesidir, mübteda olan bir cümledir. Yani bu kâfirler dünya malına sahip olsalar ve bununla beraber bir o kadar daha varlığa sahip bulunsalar, Allah'ın azâbından kendilerini kurtarabilmek için tüm bu varlıklarını düşünmeden hemen verip harcarlardı. Yani burada asıl denmek istenen şudur: Burada konuşma ve söz hep örneklemelerle, darb-ı mesellerle tamamlanmıştır. Bunlardan sonra gelen cümleler ise müstenef yani yeni, başlı başına bağımsız cümlelerdir. Meselâ, (.......) mübtedadır. Bunun haberi ise, (.......) kavlidir. Mana ise; “Onlar için en güzel sevap ve ödül vardır ki bu da cennettir” demektir. Keza, (.......) kavli de mübtedadır, haberi de, (.......) ve devamındaki tüm cümledir. “İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır.” Haklarında en çetin azap var olanlar işte bunlardır. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kıyamet gününde her kim hesaba çekilirse azap olunacaktır.” Buhârî 6536, Müslim 2876/79-80, Tirmizî 3337 “Varacakları yer de cehennemdir.” Onların hesaba çekilmelerinden sonra varacakları yer cehennem ateşidir. “O ne kötü yataktır!” bunlar için hazırlanmış ne fena yerdir. Burada mezmum yani yerilen kötü yer mahzûftur (belirtmemiştir) bu da cehennem, demektir. 19Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, (inkâr eden) kör kimse gibi olur mu? (Fakat bunu) ancak akıl sahipleri anlar. “Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, inkâr eden kör kimse gibi olur mu?” (.......) kavlinde “F” harfinden önce inkâr manasını ifade eden hemzenin gelmesi şüpheyi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Çünkü, “Rabbinden sana indirilenin hak ve gerçek olmasında” verilen tüm bu örneklerden ve darb-ı mesellerden sonra gerçeği anlayıp bunu kabul edenin durumu ile, uzağı yani gerçeği görmeyip de inkarda ısrarcı olup davete uymayanların hâli elbette bir değildir. Nitekim, “kör kimse gibi olur mu” kavliyle belirtilmek istenen gerçek de işte budur. Yani bunların arasındaki uzaklık tıpkı su ile üzerindeki köpük veya cevher ile onun posası misali gibidir. Yani köpük eşittir, su demek olmadığı gibi posa da eşittir, altın demek değildir. “Fakat bunu ancak akıl sahipleri anlar.” Yani gerçekten akıllarının gösterdiği gerçeğe göre hareket edenler, uzağı görebilenler ve örneklerden kendilerine ders çıkaranlar anlarlar. 20Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır. “Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirenler” bu ifade mübtedadır. Bunun haberi de, (.......) kavlidir. (22.âyet) Bu âdeta, (.......) (Rad.25) kavli gibidir. Ancak bunun, (.......) kavlinin sıfatı olduğu da söylenmiştir, fakat doğru olan birincisidir. “Allah'ın ahdi” demek, Allah'ın Rab oluşuna yani Rububiyetine şâhitlik etme konusunda kendi adlarına yaptıkları tanıklık demektir. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “Allah onları kendi haklarında tanık tuttu ve şöyle buyurdu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da:) Elbette! (Buna) şâhit olduk'dediler.” (A'raf, 172) “Ve verdikleri sözü bozmayanlardır.” Kendi adlarına verdikleri kesin söz ve vaatlerini, Allah'a îman ile, kendileri ile Allah arasındaki hususlarda ve kendileriyle diğer kullar arasındaki durumlarda kabul edip verdikleri kesin söz ve ahitlerin! bozup değiştirmezler. Bu tahsisten sonra tamimdir. Önce özel olanı, peşinden de genel olarak olması gerekeni zikretti. 21Onlar Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden sakınan ve kötü hesaptan korkan kimselerdir. “Onlar Allah'ın gözeturnesini emrettiği şeyleri gözeten,” Sılayı rahîm yaparlar, yakın ve uzak akrabalarını gözetirler, onlarla bağlarını kesmezler. Bu ifade içerisine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in de yakınlık ve akrabalık ile îman üzere sebat eden mü’minlere yakınlık da dahildir. Çünkü yüce Allah, “(Hucurat, 10) âyetinde, “Mü’minler ancak kardeştirler” buyurmuştur. Evet, mü’min kimse gücü oranında bütün bunlara yardımcı olmalı, iyilikte bulunmalıdır, yardımlarına koşmalı, gerektiğinde onları savunmalı, onlara karşı şefkat kanatlarını mutlaka germelidir. Kendilerine selâm vermeli, Allah'ın selâmını kardeşlerinden esirgememeli, hastalarını ziyaret etmelidir. Aynı zamanda bu bağlamda olmak üzere arkadaşlarının , yanında çalışanlarının, komşularının ve yol arkadaşlarının olsun haklarına mutlaka riayet etmelidir. “Rablerinden sakınan” Rablerinin bütün tehdit ve cezâlarıdırmalarından sakınıp uzak duran, “Ve -özellikle de- kötü hesaptan korkan kimselerdir.” İşte bu bakımdan da henüz hesap günü gelip çatmazdan önce kendi kendilerini hesaba çekenlerdir. 22Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabreden, namazı dosdoğru kıları, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcayan ve kötülüp iyilikle savan kimselerdir. İşte onlar var ya, dünya yurdunun (güzel) sonu sadece onlarındır. “Namazı dosdoğru kıları,” Namaza devam edip dosdoğru bir şekilde kıları, “kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli -bu ifade Nâfile olan ibâdetleri de kapsar, çünkü Nâfilelerin gizli olarak yapılması daha faziletlidir- ve açık olarak -bu da farzları kapsar. Çünkü farz ibâdetlerde asıl olan şey, açıktan yapılmasıdır ki bu en faziletli sidir, Zira bu, aynı zamanda insanı töhmetten de kurtarır.- Allah yolunda harcayan” Biz Sünnet ehline göre her ne kadar haram olan da rızık ise de, helâl kazancından veren, dağıtan.. “Ve kötülüğü iyilikle savan kimselerdir.” Yani bunlar güzel söz söyleyerek başkalanndan kendilerine gelen kötülüğü önlerler, kendileri mahrum bırakılıp ve kendilerine verilmediği hâlde onlar buna bakmadan verirler, kendilerine haksızlık yapılınca bağışlayıp affederler, akrabaları ve yakınları kendileriyle bağlarını kestiklerinde onlar bağlarını kesmemede ısrar eder ve bu konudaki görevlerini yaparlar. Günah işlediklerinde, tevbe ederler, yanlışa saptıklarında derhal hakka dönerler, bir kötülük gördüklerinde onu değiştirirler, önlerler. İşte bu sekiz amel, cennetin sekiz kapısına işaret eder. “İşte onlar var ya, dünya yurdunun güzel sonu sadece onlarındır.” Bu dünya yurdunun güzel sonu da cennettir. Çünkü Yüce Allah cenneti bu dünyanın güzel sonu ve dünya ehlinin de gideceği yeri kılmıştır. 23(O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve çocuklarından sâlih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır. “O yurt Adn cennetleridir;” Bu ifade, (.......) kavlinden bedeldir, (.......) kelimesi, Ötreli olarak, (.......) diye de okunmuştur, ancak en fasih okuyuş, fethali olarak, (.......) okuyuşudur. (.......) edatı ise, (.......) kavlindeki zamîr üzerine atıf olunmakla ref mahal İmdedir. Tekit olunmasa da bu, câizdir. Çünkü mefûl zamîri Fasl zamîri olabilir. Zeccâc ise, bunun mefulü maah olmasını câiz görmektedir. Âyette söz konusu edilenlerin salah ile vasfedilmeleri ise, şu noktanın bilinmesi içindir. Sadece soyluluk veya asalet kişinin kurtuluşu için yeterli değildir. Bundan yani babalarından murat şudur: Bunların hepsinin ataları ve anaları demek isteniyor. Burada âdeta şöyle denmektedir: Onların atalarından ve analarından... “Melekler de her kapıdan onların yanma varacaklardır.” Yani her gün ve gece miktarınca günde üçer defa yanlarına hediyelerle, ve hoşnutluk müjdeleriyle girip çıkarlar. 24(Melekler şöyle derler:) “Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun! Dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir!” “Melekler şöyle derler veya şöyle diyerek selâm verirler: “Sabrettiğinize karşılık size selâm olsun!” burada, (.......) kavli hâl yerinde gelmiştir. (.......) kavli de, mahs szuf olan bir kelimeye mütealliktir bu da, (.......) dır. Dolayısıyla bu, (.......) takdirindedir. Yani, “Bu sevap, sizin şehevi arzu ve isteklerinize karşı durup sabretmenizden dolayıdır” demektir. Ya da, “Allah'ın emri üzerinedir” ya da, selâm iledir. Yani, “Biz size selâm verir ve sabrınızdan dolayı da size ikramda bulunuruz” demektir. Ancak bu tefsirlerın en yerinde olanı ilkidir. (.......). “Dünya yurdunun sonu cennetler ne güzeldir!” 25Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri (akrabalık bağlarını) terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar; işte lânet onlar içindir. Ve kötü yurt (cehennem) onlarındır. “Allah'a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar,” İtiraf ve kabulleriyle sözlerini pekiştirdikten sonra bozanlar, “Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri, akrabalık bağlarını terk edenler ve yeryüzünde -küfür ve zulüm yoluyla- fesat çıkaranlar;” “İşte lânet onlar içindir.” Allah'ın rahmet ve merhametinden uzaklaştırılacak olanlar işte bunlardır. “Ve kötü yurt cehennem onlarındır.” Dünya yurdunun kötü sonu onların yeridir, manasının da ihtimal dahilinde olması mümkündür. Çünkü bu, (.......) kavlinin karşıtı olarak gelmiştir. Aynı zamanda buradaki yurttan muradın, cehennem olması ve “kötü” ifadesinden maksadın da cehennem azâbı olması ihtimali de vardır. 26Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatıyla sunardılar. Halbuki âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir. “Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da.” Sıkıntıya da sokar. Mana şöyledir: “Rızkı bollaştıran ve daraltan sadece ve sadece bir tek Allah'tır. Başkası asla değildir.” “Onlar dünya hayatıyla sunardılar.” Allah'ın dünyada onlara verdiği bolluk, refah ve imkanlarla sunardılar ve haktan saptılar. Yoksa onlardaki bu mutluluk ve sevinç Allah'ın kendilerine fazlı ve ikramı sayesinde olan bir mutluluk ve sevinç olmadığı gibi aynı zamanda onlar bunu şükür ile de karşılamadılar, nankörlük ettiler. Şükretselerdi, sonuçta âhirette cennet nimetleriyle ödüllendirilirlerdi. “Halbuki âhiretin yanında dünya hayatı, geçici bir faydadan başka bir şey değildir.” Onların farkında olmadıkları, bilmedikleri şey, âhiret nimeti yanında dünya nimeti bir hiçtir, oldukça basit ve önemsiz bir şeydir. O bundan sadece bir yolcunun yolda aceleyle ne bulduysa atıştırdığı şey gibidir, yani bir veya bir kaç hurmacık veya bir miktar püre türünden basit bir şey gibidir. 27Kâfir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi? De ki: Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de hidâyete erdirir. “Kâfir olanlar diyorlar ki: Ona Rabbinden bir mu'cize indirilmeli değil miydi?” Yani kendileri tarafından istenen bir mu'cizeyi demek istiyorlar. “De ki: Şüphesiz Allah dilediğini saptırır,” Yani onların diledikleri mu'cizeleri vermekle ve o mu'cizeler geldikten sonra da.... “kendisine yöneleni de hidâyete erdirir.” Yani onun dinin kabul yol buları, içtenlikle ve kalbiyle Ona döneni de doğru yola iletir. 28Bunlar, îman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur. “Bunlar, îman edenler -çünkü bu, (.......) takdirindedir. Ya da bu mahallen mensûbtur ve (.......) edatından bedeldir.- ve gönülleri Allah'ın zikriyle -devamlı olarak veya Kur'ân ile yahut da Allah'ın vadiyle- sükûnete -huzura- erenlerdir.” “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur.” Allah'ı devamlı anmak ve hatırlamak suretiyle mü’minlerin gönülleri huzura kavuşur. 29Îman edip iyi işler yapanlara ne mutlu! Varılacak güzel yurt da onlar içindir. “Îman edip iyi işler yapanlara -buraya kadar olan bu kısım mübtedadır.- ne mutlu!” Burası da yani, (.......) ise bunun haberidir. Bu kelime, (.......) fiilinden mastardır. Tıpkı “Büşra” kelimesi gibidir. (.......) kavlinin anlamı, “sen hayra, güzele ve mutluluğa eriştin, sana bu şeyler isabet etti, demektir. Bu, ya mahallen mensûb veya merfûdur. Tıpkı, (.......) veya, (.......) gibi. (.......) deki lam harfi beyan yani açıklama içindir. Tıpkı, (.......) gibi. (.......) kelimesindeki vav harfi, makabli mazmum yani ötreîi olduğundan ye harfinden dönüştürülen vav harfidir. Tıpkı, (.......) kelimesi gibi. “Varılacak güzel yurt da onlar içindir.” Burada geçen, (.......) varılacak yer, demektir. Bunun (.......) kavlinin hem merfû' ve hem mensûb olarak okunması ise her iki mahalle göredir. 30(Ey Resûlüm Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyeftiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahmân olan Allah'ı inkâr ediyorlar. De ki: “O benim Rabbimdir. O'ndan başka ilâh yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş sadece O'nadır.” “Ey Resûlüm Muhammed! Böylece -tıpkı bu gönderme misalde olduğu gibi büyük bir değeri olan, diğer gönderilenlere üstünlüğü bulunan bir gönderişle seni -gönderdik. Daha sonra da onu nasıl gönderdiğini açıklayarak şöyle buyuruyor:-, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik -yani öyle bir ümmete gönderdik ki, ondan önce de nice ümmetler gelip geçtiler. Senin gönderildiğin ümmet ise ümmetlerin en sonuncusudur, sen de peygamberlerin en sonuncususun. İşte böyle bir topluma seni gönderdik- ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın.” Sana vahyettiğimiz o yüce kitab'i kendilerine okuyasın diye gönderdik. “Onlar Rahmân olan Allah'ı inkâr ediyorlar.” Halbuki o toplum hâli şudur: gerçekten onlar rahmeti her şeyi kuşatan ve her bakımdan merhameti bol ve sonsuz olan Rahmân Allah'ı inkâr ediyorlar, küfrediyorlar. “Ondan başka ilâh yoktur.” Yani O benin bir tek olan Rabbim, ortaklardan ve şeriklerden münezzehtir, yücedir. Ondan başka asla bir başka ilâh yoktur. “Sadece O'na tevekkül ettim” Size karşı bana yardımında ve beni zafere erdirmesinde yalnızca O'na dayanıp güvendim, tevekkül ettim. “Ve dönüş sadece O'nadır.” Dönüşüm de yalnızca O'nadır ve size karşı sabırla dayanıp mücadelem sebebiyle bana sevap ve mükâfat verecek olan da O'dur. Kırâat imâmlarından Ya'kûb; (.......) kelimelerini hem vakıf yani duruş hâlinde ve hem de vasıl yani geçiş durumunda hep bu şekilde kırâat etmiştir. 31Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalarısaydı, yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur’ân olacaktı.) Fakat bütün işler Allah'a âittir. Îman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi? Allahfın vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vadinden asla dönmez. “Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi” yerlerinden sökülüp atılsaydı, “yahut onunla ölüler konuşturulsaydı- Onunla duyurulup kendilerinden cevap almabilseydi- o Kitap yine bu Kur'ân olacaktı.” Çünkü hatırlatma ve uyarmada asıl gaye olan bu kitaptır. Yani bunun üzerinde hatırlatabilecek, uyaracak ve korkutacak bir kitap yoktur. İşte O kitap bundan başkası olmayacaktı. Burada, (.......) kavlinin cevabı mahzûf bulunmaktadır. Ya da bunun manası şöyledir: “Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalarııp darmadağın hale getirildiği, ölülerin konuşturuîduğu ve durumlarından haber veren bir Kur'ân olsaydı, kesinlikle buna da îman etmezler ve bundan dolayı asla akıllarını başlarına almazlardı. Bu, tıpkı, “Eğer biz onlara (istedikleri gibi gerçekten) melekleri indirseydik, ölüler de kendileriyle konuşsaydı ve diledikleri her şeyi de toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de îman edecek değillerdi. Ancak onların çoğu bunu bilmezler.” (En'am,lll) kavlinde ifade olunduğu gibidir. “Fakat bütün işler Allah'a âittir.” Bilâkis her şeye kâdir olma konusunda emir ve hüküm sadece Allah'ındır,. Çünkü Allah onların istedikleri mu'cizeleri onlara göstermeye elbette kâdirdir. “îman edenler hâla bilmediler mi ki,” Burada geçen, (.......) Bilmediler mi, anlamındadır. Bu kelime, Yemende yaşayan'Neha'kabilesinin kullandığı bir kelimedir. Bir diğer anlatıma göre burada, “Ye's” kelimesi, ilim yani bilmek anlamında kullanılmıştır. Çünkü kelime aynı zamanda bilmek manasını da kapsamaktadır. Zira herhangi bir şeyden umudunu kesmiş olan kişi, demektir ki o şahıs, o şeyin olmayacağını veya olamayacağını biliyor. Nitekim unutmak anlamında olan Nisyan kelimesi de terketmek manasını da aynı zamanda kapsar, işte bu da bunun gibidir. Bunun delili de Hazret-i Ali (radıyallahü anh) nin (.......) tarzındaki kırâatidir. Denilmiştir ki: Bunu yazan katip uyuklar bir hâlde iken yazdı. Yani bu ifade uyuklamaya denk olan bir hâlde demektir. Allah'a yemin olsun ki bu bir iftiradan başka bir şey değildir, bunun iftira olduğundan da herhangi bir şüphe yoktur. “Allah dileseydi bütün insanları hidâyete erdirirdi. Allah'ın vâdi -ölümleri veya kıyamet- gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından -küfür ve inkarlarından, kötü amellerinden- dolayı ya ansızın büyük bir belâ -Yüce Allah'ın her zaman kişilerin canlarına, çocuklarına ve mallarına yönelik olarak göndereceği çeşitli felaket ve musibetler- gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına - hemen yanı başlarına- inecek.” Onlar bundan dolayı korkup ürkecekler, bunların kıvılcımları bu gibilerin başlarında hep dönüp dolaşacak ve kötülükleri de kendilerine bulaşacaktır. Üzerlerine düşen kıvılcımlarla onlar da yanıp gideceklerdir. Yahut da Mekke kafirlerinin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne karşı düşmanlıkta bulunmaları ve onu yalanlamaları sebebiyle başlarına büyük bir bela inmeye devam edecektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ordusu Mekke çevresine baskında bulunmuş ve onlardan bazılarını da ele geçirmişti. Ya da ey Resûlüm Muhammed! (sallallahü aleyhi ve sellem) Hûdeybiye gününde sen ordunla beraber onların evlerinin yakınlarına kadar inmekle, onların korku ve dehşetleri hep devam edip duruyordu. Bu hâl Allah'ın vadi yani Mekke'nin fethi gerçekleşene kadar hep devam etti. “Allah, vadinden asla dönmez.” Yani Allah vadinden asla dönmez. Onun verdiği sözden dönüş yoktur. 32Andolsun, senden önceki peygamberlerle de alay edildi de ben inkâr edenlere mühlet verdim, sonra da onları yakaladım. (Görseydin ki) azâbım nasılmış! “Andolsun, senden önceki peygamberlerle de alay edildi de ben inkâr edenlere mühlet verdim,” Âyette geçen, (.......) kavli, mühlet vermek, süre tanımak, demektir. Yani yüce Allah böylelerini bir müddet güven içerisin de, rahat ve huzurlu bir şekilde bırakır, zaman verir. “Sonra da onları yakaladım. Görseydin ki azâbım nasılmış!” İşte bu, onlar için bir tehdittir. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e karşı alay yollu mu'cize isteğinde bulunmalarına da bir cevap oluşturmakta ve Hazret-i Peygamberi de bu konuda teselli etmektedir. 33Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, (hiç böyle yapamayan gibi olur mu?) Onlar Allah'a ortaklar koştular. De ki: “Onlara ad verin, (onlar necidir?) Yoksa siz Allah'a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut boş lâf mı ediyorsunuz?” Şüphesiz inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan ahkonuldular. Allah kimi saptınrsa artık onu doğru yola iletecek yoktur. “Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, hiç böyle yapamayan gibi olur mu?” Burada geçen, (.......) kavli, Bu kimselerin veya toplumların Allah'a şerik-ortak koşmaları sebebiyle, onların aleyhinde bir delildir, hüccet göstermedir. Yani onlar üzerinde hakim ve egemen olan, kontrol edip gözeten Allah değil midir? Çünkü iyi ve kötü olan herkes üzerinde kazandıktan iyiliklerini de kötülüklerini de murakabe edendir, kontrol edendir. Bu itibarla her biri için cezâları ne ise o hazırlanacaktır. Dolayısıyla bu durum kötü olan ile iyi olanın aynı olmadığını göstermektedir. Bundan sonra yüce yeni bir cümle ile şöyle devam ediyor: “Onlar Allah'a ortaklar koştular.” Yani putları Allah'a denk ortaklar edindiler. “De ki: “Onlara ad verin, onlar necidir?” Onlara kim olduklarını ve neci olduklarını, kimliklerini sor! Onlara kendi adlarını, hadlerini ve kim olduklarını bildir. Sonra devamla şöyle buyuruyor: “Yoksa siz Allah'a yeryüzünde bilemeyeceği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” Bu, (.......) kelimesinin munkatıa olması durumuna göredir. Yoksa siz Allah'a, O'nun yeryüzün de şeriklerinin olduğunu bilmediğini mi bildirmek istiyorsunuz? Halbuki O Allah göklerde ve yerde olan her şeyi bilendir. Eğer onları bilmiyorsa, bu takdirde onların bir şey olmadıkları gerçeği de bilinmelidir. Burada asıl söylenmek istenen şey, Allah'ın şeriklerinin ya da ortaklarının olmadığını anlatmak, bu tür iddiaları ortadan kaldırmaktır. “Yahut boş lâf mı ediyorsunuz?” Yani söylediklerinizin gerçekte asıl ve astarları olmadığı hâlde, Allah'ın ortakları var diyerek sizler böylece boş lâf mı üretiyorsunuz? Bu, “Bu, onların ağızlarında geveledikleri soyut bir sözden ibârettir. Onlar söyledikleri bu sözleri daha önce geçen putperest kafirlerin söyledikleri iğrenç küfür sözlerine benzetiyorlar.” (Tevbe, 30) kavline benzemektedir ve yine bu, “Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir.” (Yûsuf, 40) kavli gibidir. “Şüphesiz inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi” Aslında Allah'a ortak koşanların düzenleri, İslam'a karşı süslü olarak sunuldu. “Ve onlar doğru yoldan ahkonuldular.” Allah'a giden doğru yoldan engellendiler. Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) harfinin zammesiyle, kufe kırâat okulu okumuşlardır. Bunlar dışın daki kırâat imâmları ise, bu kelimeyi sad harfinin fethasıyla (.......) olarak okumuşlardır. Manası da şöyledir: “Bunlar Müslümanları, Allah yolundan engellediler.” “Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” Allah eğer birilerini saptırdıysa onu Allah yoluna tekrar hidâyet etmeye, yöneltmeye kim kâdir olabilir ki? 34Dünya hayatında onlara sadece bir azap vardır. Âhiret azâbı ise daha şiddetlidir. Onları Allah'tan onun azâbından koruyacak kimse de yoktur. “Dünya hayatında onlara -öldürülmek, esir düşmek ve türlü imtihanlardan geçmek gibi- sadece bir azap vardır.” “Âhiret azâbı ise daha şiddetlidir.” Devamlıliği ve sürekli oluşu açısından daha şiddetlidir. “Onları Allah'tan, onun azâbından koruyacak kimse de yoktur.” Allah'ın azâbından muhafaza edecek olanı yoktur. 35Takva sahiplerine vâdolunan cennetin özelliği (şudur:) Onun zemininden ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgesi süreklidir. İşte bu, (kötülüklerden) sakınanların (mutlu) sonudur. Kâfirlerin sonu ise ateştir. “Takva sahiplerine vâdolunan cennetin özelliği şudur:” O cennetin niteliği, örneklikte benzerinin olmadığı şöyledir: (.......) kelimesi mübteda olarak merfûdur. Haberi ise mahzûftur. Yani, “Size okunup anlatıları şeylerde cennetin özelliği şöyledir” demektir. Ya da bunun haberi, “Onun zemininden ırmaklar akar.” Kavlidir. Bu, tıpkı senin, “Zeyd esmer biridir” ifadene benzer bir sözdür. “Yemişleri -meyve ve ürünlerinin ardı arkası kesilmeyen manada varlıkları- ve gölgesi süreklidir.” Daimdir. Dünyadaki gibi güneşin doğmasıyla cennette gölge kaybolmaz. “İşte bu, kötülüklerden sakınganların mutlu sonudur.” Yani burada özellikleriyle tanıtıları cennet, Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket edenlerin bu işlerinin mutlu bir sonudur, işlerinin vardığı son noktadır. “Kâfirlerin sonu ise ateştir.” 36Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilene (Kur'ana) sevinirler. Fakat (senin aleyhinde birleşen) guruplardan onun bir kısmını inkâr eden de vardır. De ki: “Bana, sadece Allah'a kulluk etmem ve Ona ortak koşmamam emrolundu. Ben yalnız Ona çağıriyorum ve dönüş de yalnız Onadır.” “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler,” Burada değinilmek istenenler Yahûdîlerden İslam dinini kabul eden Abdullah ibn Selâm ve benzerleri ile Habeşistan'da olup da İslam dinin kabul eden Hıristiyanlardır. “Sana indirilene Kur'ân'a sevinirler.” “Fakat senin aleyhinde birleşen gruplardan onun bir kısmım inkâr eden de vardır.” Yani onlardan olan guruplardan demektir. Bunlar, onların kafir olan grubudurlar ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) aleyhinde düşmanlıkla hareket eden ve bu manada grup oluşturan kafirlerdir. Meselâ Ka'b İbn Eşref ve yandaştan gibileri. Bir de Necran heyetinden Seyyid ve Akib unvanıyla önde gelenlerle bunlara uyanlar gibileri. İşte bunlar gelen kitabın bir kısmını reddettikleri gibi bir kısmını da kabul etmekteydiler. Çünkü bunlar bazı kıssalar ile bazı hükümleri ve manaları, kendi kitaplarında da yer almaları sebebiyle inkâr etmiyorlardı. Ancak bunlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini ve bir de kendi kitaplarında tahrif etmek suretiyle şerî'atlerinden değiştirdikleri kısımları inkâr ediyorlardı. “De ki: “Bana, sadece Allah'a kulluk etmem ve O'na ortak koşmamam emrolundu.” Bu, inkârcılara bir cevaptır. Yanı de ki: “Ben, bana indirilenle ve burada benden istenen Allah'a ibâdet ve kullukta bulunmam ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamla emrolundum.” Sizin onu inkâr etmeniz, bir tek Allah'a ibâdet ve kulluğu, O'nun birliğini inkâr etmeniz demektir. O hâlde iyi düşünün! Allah'a ibâdet ve kullukta bulunmanın gerekliliğini ve farziyetini ileri sürdüğünüz ve O'na şirk koşulmaması gerektiğini söylediğiniz hâlde, neyi inkâr ettiğinize bir dikkat edin bakalım! “Ben yalnız O'na çağıriyorum” Özellikle sizi Ona davet ediyorum, Ondan başkasına çağırıyor değilim! “Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm - hikmetli bir söz olarak indirdik.” Tıpkı bu indirme durumu gibi biz o Kur'ân'ı, içinde Allah'a kullukta bulunma ve O'nu bir tek ilâh olarak tanıma ile emreden, O'na ve O'nun dinine davet eden, çağıran ve cezâ ve mükâfat yurduyla uyanda bulunan bir kitap olarak indirdik. Arapça hikmet dolu ve Arap diline çevrili bulunan bir kitap olarak... 37Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm - (hikmetli bir söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun vardır. “Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm - hikmetli bir söz olarak indirdik.” Tıpkı bu indirme durumu gibi biz o Kur'ân'ı, içinde Allah'a kullukta bulunma ve O'nu bir tek ilâh olarak tanıma ile emreden, O'na ve O'nun dinine davet eden, çağıran ve cezâ ve mükâfat yurduyla uyanda bulunan bir kitap olarak indirdik. Arapça hikmet dolu ve Arap diline çevrili bulunan bir kitap olarak... burada geçen, (.......) kavli hâl olarak mensûbtur. Bunlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i, kendisiyle ortaklaşa yapacakları işlere ve şeylere davet ediyorlardı. Bunun için de kendilerine şöyle denildi: “Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan,” Yani kesin hüccet ve kanıtlarla, reddi asla mümkün olmayan burhan ve delillerle ilim-bilgi ve gerçekler ortaya konunca, bütün bunlara rağmen sen de onların isteklerine ve hevalarına boyun eğersen, “İşte o zaman Allah tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun vardır.” Yani sana yardım edecek olan bir yardımcı da bundan böyle yardımda bulunmaz. Seni koruyabilecek olan bir kimse de O'ndan koruyamaz. İşte bu âdeta kişiyi ve dinleyenleri bu işe özendirme, dinde sebat etmelerini sağlama türünden bir şeydir. Yani hüccet ve kesin kanıtlarla geçeği gördükten ve gözleri açıldıktan sonra bir şüphe sırasında herhangi biri onu doğru olan yoldan kaydıramasın. Kaldı ki zaten Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yerde kesin olarak sebat edip duruyordu. Zaten Onun için böyle bir durum sözkonusu değildir. Bu, ümmetini teşvik açısından bir özendirmedir. Müşrikler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i evlenmekle, çocuk sâhibi olmakla suçluyorlar ve ondan kendilerince bir takım mu'cizeler getirmesini istiyorlardı. Aynı zamanda nesh olayını da kabul etmeyip inkâr ediyorlardı. İşte bütün bunlara cevap olarak şu âyet nâzil oldu. Allah burada şöyle buyurmaktadır: 38Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber için mu'cize getirme imkânı yoktur. Her müddetin (yazıldığı) bir kitap vardır. “Andolsun senden önce de peygamberler gönderdik ve onlara da eşler ve çocuklar verdik.” Yani senden önce geçen peygamberler de kâdirılarla evlenmisler ve onlar da çocuk sâhibi olmuşlardı. Peygamber olmak, evlenmemek demek değildir. O da bir insandır, bütün insanların evlenip çocuk sâhibi oldukları gibi peygamberler de bu kanuna tâbıdırler. (.......) Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber için mu'cize getirme imkânı yoktur.” Kavminin kendisinden istedikleri mu'cizeleri getirme olayı onların güç sınırları için de değildir. Bu, sadece Allah'a âittir ve O'na kalmıştır. O'nun kudreti dahilindedir. “Her müddetin yazıldığı bir kitap vardır.” Yani her bir vaktin ve zamanın, kullara bağlı yazılacak bir hükmü vardır. Yani Allahın hikmeti gereği onlara neyin yazılması icabediyorsa, onlara o şey gerekli kılınır. 39Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Bütün kitapların aslı onun yanındadır. “Allah -silinmesini yani nesh edilmesini- dilediğini -dilediği şeyi- siler, -ve onun yerine dilediğini -dilediği şeyi- de sabit bırakır.” Yani hükmünü yürürlükte bırakır ve onu neshetmez. Ya da hafaza meleklerinin defterinden dilediğini yok eder ve başkasını yani dilemediklerini de sabit bırakır. Yahut da tevbe edenlerin küfürlerini silip yok eder ve imanlarını onun yerine geçirip sabit bırakır. Ya da süresi yani ecel zamanı yaklaşanı öldürür, ya da eceli gelmemiş olanı da eceli vaktine kadar sabit bırakır. Kırâat imâmlarından Medine ve Şam okulu mensuplarıyla Hamza ve Ali Kisâî, (.......) olarak okumuşlardır. “Bütün kitapların aslı O'nun yanındadır.” Bütün kitapların asıl kaynağı O'nun katındadır ki bu da Levh-i Mahfûz'dur. Çünkü olabilecek her şey orada yazılı bulunmaktadır. 40Biz, onlara vâdettiğimiz (azâbın) bir kısmını sana göstersek de veya (ondan önce) senin canım alsak da, sana ancak (Allah'ın emirlerini) tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize âittir. “Biz, onlara vâdettiğimiz azâbın bir kısmım sana göstersek de veya ondan önce senin canını alsak da,” Yani durum ne olursa olsun, biz sana onların karşı koyuşlarını ve yıkılışlarını ve kendilerine indireceğimizi vâdettiğimiz azâbın kendilerine indiğini de göstereceğiz. Ya da bu şeyler olmadan önce seni vefat ettirip katımıza alsak bile... “Sana ancak Allah'ın emirlerini tebliğ etmek düşer.” Sana gereken görev yalnızca tebliğde bulunmaktır, sadece bu.. “Hesap yalnız bize âittir.” Onların amellerine göre haklarında gerekeni yapmak, hesaba çekip cezâlarıdırmak bize âittir bu, sana âit değildir ve sana düşmez. Onların yüz çevirmeleri seni sıkmasın ve onların cezâlarıdırılmasını istemekte de aceleci davranma. 41Bizim, yeryüzüne gelip, onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah (dilediği gibi) hükmeder, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur. Ve O hesabı çabuk görendir. “Bizim, yeryüzüne kâfirlerin ve inkârcıların topraklarına- gelip, onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi?” Fetih yoluyla onların yurtlarını ve topraklarını İslam topraklarına katarak azaltmadık mı? Böylece dâru'l-harp denen kendileriyle savaş hâlinde bulunduğumuz küfür topraklarını eksiltip bunları dâru'l-İslam denen İslam yurdunun toprakları veya sınırları içine kattık. Şüphesiz bunlar da zafer kazanma ve üstünlük elde etme mu'cizelerindendir. Mana şöyledir: “Yüklendiğin görevle alâkalı olarak tebliğde bulunmak, mesajı istenen yere iletmek sana düşer. Bunun ötesini düşünmek seni ilgilendirmez. Biz o konuda da sana yeteriz. Dolayısıyla biz zafere erdirme ve yardımda bulunma konusunda sana neyi söz vermişsek, onu mutlaka sona erdireceğiz. Sen bünîan düşünme! “Allah dilediği gibi hükmeder, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur.” Allah'ın hükmünü geri çevirebilecek bir güç ve kuvvet asla yoktur. (.......) Bir şey üzennde yeniden oynayıp onu geçersiz kılmak demektir. Bunun da gerçek manası şöyledir: “Bir şeyi takip etmek” demek, ortaya konan şeyi izleyip onu silmek ve ortadan kaldırmak, bozmak demektir. Nitekim hak sâhibi olan kimseye de bu manada Muakkip denir ki, peşini bırakmayan, izini süren anlamındadır. Çünkü alacaklı olması sebebiyle borçlusunun peşini yargı veya talep yoluyla da olsa bırakmaz ve sürekli onu izler durur. Buna göre mana şöyledir: Yüce Allah, İslam'ın üstün gelip galebe çalacağına, geleceğin İslam'ın olacağına hükmettiği gibi, küfrün ve kafirlerin de yerle bir olacaklarına, yenileceklerine, bozguna uğratılacaklarına da hüküm vermiştir. (.......) kavli, hâl olarak mahallen mensûbtur. Sanki şöyle denilir gibidir: “Allah hükmünü infaz etmek ve uygulamak üzere hükmeder.” Bu âdeta şu cümleye benzer bir ifadedir: “Zeyd başında ne takke ne da sarık olmadan yanıma çıkageldi.” Bununla, “eli boş döndü” demek istenir. “Ve O hesabı çabuk görendir.” Yüce Allah onları bu dünya hayatında hesaba çektikten sonra onları âhiret hayatında da fazla bir zaman geçmeksizin hesaba çekecektir. 42Onlardan öncekiler de (peygamberlerine) tuzak kurmuşlardı; halbuki bütün tuzaklar Allah'a âittir. Çünkü O, herkesin ne kazanacağım bilir. Bu yurdun (dünyanın) sonunun kimin olduğunu yakında kâfirler bileceklerdir! “Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzak kurmuşlardı;” Yani geçen ümmetlerdeki kâfirler de peygamberlerine böylene düzen kurmuşlardı. Mekr: Gizlice ve haber vermeksizin başkalan hakkında tuzak kurmaktır. Yüce Allah daha sonra onların bütün tuzaklarını, kendi tuzağına izafetle bir tuzak olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: “Halbuki bütün tuzaklar Allah'a âittir.” Daha sonra da bunu şu kavliyle açıklamaktadır: “Çünkü O, herkesin ne kazanacağını bilir. Bu yurdun dünyanın sonunun kimin olduğunu yakında kâfirler bileceklerdir!” Yani övgüye değer son., çünkü herkesin ne elde edeceğini ve kazanacağım bilen ve onlar için yaptıklarının karşılığı ne ise hazırlayan biri, aslında tuzakların da tamamen ona âit olduğunu gösterir, tuzağı hazırlayanın da o olduğunu bildirir. Çünkü O, onların hiç de hesaba katınadıkları bir yönden onlara geliyor ve onlar da gaflet içinde iken, haklarında neyi murad etmişse başlarına onu getiriyor. Kırâat imâmlarından Hicaz okulu ile Ebû Amr, (.......) kelimesini, cins manasında değerlendirerek, “el-Kafir” olarak okumuşlardır. 43Kâfir olanlar şöyle derler: “Sen resul olarak gönderilmiş bir kimse değilsin.” De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak -ortadaki deliller- ve yanında Kitab’ın bilgisi olan yeter.” “Kâfir olanlar şöyle derler: Sen resul olarak gönderilmiş bir kimse değilsin.” Bu söyleyenlerden maksat ise Yahûdî Ka'b İbn Eşref ve Yahûdî liderleridir. Bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için; “Sen peygamber olarak gönderilmedin” dediler. İşte Ata bu ayete dayanarak, bu âyet dışında diğerleri Mekki'dir, demiştir, “De ki: “Benimle sizin aranızda -benin risâletim ya da peygamberliğimle ilgili ortaya çıkan deliller- şâhit olarak ve -bir de- yanında Kitab’ın bilgisi olan yeter.” Denilmiştir ki bu, Azîz ve Celil olan Allah'tır. Kitap ise Levh-i Mahfûz'dur. Bunun da delili, bu âyeti; (.......) okuyanların bu okuyuşudur. Yani bu, “Kitabın bilgisi katında olan yeter” demektir. Çünkü, “O'nu bilenin ilmi, O'nun fazlından ve Lütfundandır.” Denilmiştir ki; Bunlar Kitap ehlinin alimlerinden olup da Müslüman olanlardır. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in niteliklerini kendi kitaplarında görüp öğrenmişlerdi. Abdullah ibn Selâm: “Bu âyet benim hakkımda nâzil olmuştur” demiş. Bir tefsire göre de bu, Cebrâîl (aleyhisselâm) dir. Fâil yani özne durumunda olan (.......) lâfzı Celalin başına “B” harfi dahil olmuştur. (.......) temyizdir. (.......) edatı ise, (.......) lâfzı üzerine atfedildiğinden cer mahallindedir. Ya da, car ile mecrûrun mahalline atfolunmakla mahallen merfûdur. Çünkü bu, (.......) takdirindedir. (.......) kavli de zarfta mukadder olan şey ile merfû' bulunmaktadır. Bu takdirde bu, fâil olur. Çünkü zarf, (.......) edatının sılasıdır. (.......) ise burada, (.......) manasındadır. Bunun da takdiri şöyledir: “Katında Kitab’ın bilgisi sabit olan.” Bunun da nedeni, zarf olan bir kelime, sıla olarak gelince, fiilin yaptığı işi görür. Meselâ: (.......) gibi. Burada fâil olan, (.......) kavlidir. Nitekim bu tıpkı; (.......) gibidir. Bir kırâate göre de, (.......) edatındaki (.......) harfinin kesresiyle, (.......) olarak okunmuştur. Buna göre de, (.......) kavli de mübteda olarak merfûdur. |
﴾ 0 ﴿