İBRAHİM SÛRESİBu sûre Mekke’de nâzil olmuştur; 52 âyettir. 1Elif. Lâm. Râ. (Bu Kur'ân,) Rablerinin izniyle insanları karanlıklar dan aydınlığa, yani her şeye galip (ve) övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır. “Elif. Lâm. Râ. Bu Kur'ân, Rablerinin izniyle -O'nun kolaylık ve fırsat vermesiyle.. Bu, izin kelimesinden istiâre olunmuştur yani bu mürsel mecazdır, bu da engeli kolaylaştırmak demek olup, bu ise ancak Allah'ın onları buna muvaffak kılrnasıyla sağlanır.-insanları karanlıklardan -sapıklıktan- aydınlığa, yani her şeye -intikam almasıyla- galip -üstün- ve -verdiği nimetler sebebiyle de- övgüye lâyık olan Allah'ın yoluna -yol anlamına gelen sırat kelimesi, âyette geçen, (.......) kavlinden amilin tekrarı sebebiyle bedeldir, çıkarman -ve senin onları çağırman- için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” Burada, (.......) kavli mahzûf mübtedanın haberidir. Bu; “İşte bu bir kitaptır” yani suredir, demektir. (.......) cümlesi de nekreye sıfat olarak gelmiş ve mahallen merfûdur. 2O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline! “O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi -de hem yaratılmış olmaları ve hem de mülk olmaları itibariyle- O'nundur.” Medine ve Şam kırâat okulu imâmları, (.......) lâfza-i Celâlini muzmer mübtedanın haberi olarak merfû' okumuşlardır. Yani; (.......) olarak değerlendirmişlerdir. Bunların dışındakiler ise mecrûr olarak okumuşlar ve bunlar da gerekçe olarak, bunu, “Şiddetli azaptan dolayı kâfirlerin vay haline!” Burada (.......) mübteda, (.......) de bunun haberi olup (.......) kavli de ref mahallinde olup (.......) kavlinin sıfatıdır. 3Dünya hayatını âhirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler. “Dünya hayatını âhirete tercih edenler,” âhiret yerine dünyayı seçenler, “Allah yolundan O'nun dininden- alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya,” Allah'ın dosdoğru olan yolundan eğriliği ve şaşırmayı arzulayanlar var ya, esasen, (.......) kavli, (.......) demektir. Burada car hazf olunmuştur ve böylece zamîr fiile birleştirilmiştir. (.......) ise mübtedadır ve bunun haberi de, “İşte onlar haktan uzak bir sapıklık içindedirler.” Kavlidir. Burada, (.......) kelimesinin uzaklık ifadesiyle nitelenmiş olması mecâzî isnad türündendir. Gerçekte uzaklık, sapan kimse içindir. Yoksa sapıklık için demek değildir. Çünkü hak olan yoldan sapıp uzaklaşan odur. Dolayısıyla bu, kendi fiiliyle vasfedilmiştir. Bu âdeta, (.......) ifadesine benzer bir ifadedir. Ya da bu, (.......) kavlinin sıfatı olarak mecrûrdur veya zem üzere mensûbtur ya da bu, (.......) olarak ya da, (.......) olarak merfûdur. 4Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Ta ki (Allah'ın emirlerini) onlara en iyi bir şekilde açıklasın. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç lüdür ve hikmet sâhibidir. “Biz her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik.” Ancak o peygamberlerin toplumlarının konuştukları dil ile gönderdik. “Ta ki Allah'ın emirlerini onlara en iyi bir şekilde açıklasın.” Ne maksatla gönderildiği ve kendisiyle nelerin gönderildiğini onlara açıklasın için. İleri de Allah'a karşı kendileri için bir hüccet veya gerekçe olarak bunu ileri sürçmesinler ve: “Bize seslendiğin ve anlatmaya çalıştığın şeyi, dilin sebebiyle anlayamıyoruz” diyemesinler. Eğer sen, “bizim peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir. Nitekim bu husus A'raf suresinin şu ayetiyle de bildirilmiştir. Allah şöyle buyuruyor: “De ki: Ey insanlar! Ben gerçekten sizin hepinize Allah'ın peygamber olarak gönderdiği Resûlüyüm.” (A'raf,158) Hatta dahası var, hem insanlara ve hem de cinlere peygamber olarak gönderilmiştir. Halbuki bunların hepsinin de konuştukları dilleri farklı farklıdır. Diyelim ki yarın Arapların Allah'a karşı bir itirazları olamayacak, çünkü Peygamberleriyle aynı dili paylaşıyorlar. Ancak Araplar dışındaki toplumların ellerin de bir hücceti ya da gerekçesi olacaktır. Çünkü onlar peygamberin dilini bilmemektedirler, buna ne diyeceksin?” diye soracak olursan, ben de cevap olarak derim ki: Allah bu hususta ya tüm dillerde vahyini indirir veya sadece bunlardan biriyle indirebilir. Ancak Allah'ın bütün dillerde vahyi indirmesine ihtiyaç yoktur. Çünkü o dillere gelen vahyi çevirmek yani tercüme etmek bunun yerine geçer. Bu da uzatmaların önünü alır. Böylece bir tek dilde indirilmesi belirlenmiş olur. Bunun için de Hazret-i Peygamberin içinde bulunduğu toplumun dilliyle ona vahyin gelmesi bu işte o dilin belirlenmiş olması daha yerindedir. Çünkü kavmi ona daha yakındırlar. Bir de böyle olması durumunda tahrif edilmekten, değiştirilmekten daha uzak ve daha bir korunmuş olmaktadır. “Artık Allah dilediğini saptırır,” Dalalet ya da sapıklık sebeplerini tercih edenlerden dilediklerini saptırır ve “Dilediğini de doğru yola iletir.” hidâyete giden sebep ve yolları seçenleri de doğru yola yönlendirir. “Çünkü O, güçlüdür -Onun dilemesine kaşı koyacak üstünlük ve güce sahip asla kimse yoktur.- ve hikmet sâhibidir.” Rezil olmayı hakkedenler dışında asla kimseyi de rezil etmez. 5Andolsun ki Mûsa'yı da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın (geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket) günlerini hatırlat, diye mu'cizelerimizle gönderdik. Şüphesiz ki bunda çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır. “Andolsun ki Mûsa'yı da: Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın geçmiş kavimlerin başına getirdiği felâket günlerini -bundan önce geçen ümmetlerden Nûh, ad ve Semûd kavimlerini, nitekim bunların bir parçası konumunda olan Arapların aralarındaki geçen olayları ve savaşları, savaş alanlarını hatırlat ya da Allah'ın onlara nimet verdiği günlerini, bulutlarla onları nasıl gölgelendirdiğini, üzerlerine kudret helvasını, bıldırcın etini nasıl gönderdiğini, denizi yarmak suretiyle onları oradan nasıl geçirip kurtardığım da- hatırlat, diye mu'cizelerimizle -dokuz mu'cizemizle- gönderdik.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) demektir. Ya da sadece: “Çıkar” demektir. Çünkü, (.......) yani gönderme kelimesinde, “Kavi” manası yani demek, söylemek anlamı da vardır. Sanki burada, (.......) onu gönderdik, demek, ona dedik ki: “Kavmini çıkar.” “Şüphesiz ki bunda -bela ve felaketlere karşı- çok sabırlı, -nimetlere karşı- çok şükreden herkes için ibretler vardır.” Burada âdeta mü’min olan kimseye şöyle bir hatırlatma yapılıyor gibidir: Îmanın yansı sabır, diğer yansı da şükretmekten ibârettir. 6Hani Mûsa kavmine demişti ki: “Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi işkencenin en kötüsüne sürmekte ve oğullarınızı kesip, kâdirılarınızı (kızlarınızı) bırakmakta olan Fir'avun ailesinden kurtardı. İşte bu size anlatılanlarda, Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.” “Hani Mûsa kavmine demişti ki: “Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi işkencenin en kötüsüne sürmekte” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin zarfıdır. Bu da in'am anlamındadır. Yani, “size inam ve ikramda bulunduğu vakti ve zamanı hatırlayın.” Ya da bu, (.......) kavlinden bedeli istimaldir. Yani; “Sizi kurtardığı zamanı ya da vakti hatırlayın” demektir. “Ve oğullarınızı kesip,” bu konu daha önce (Bakara, 49) ve (A'raf, 141) ayetlerinde, cümle aralarında atıf edatı olan vav harfi olmaksızın geçti. Burada ise aralarında vav harfi bulunmaktadır. Özetle demek gerekirse; aralarında atıf ya da bağ edatı olan vav harfi olmaksızın sözü edilen kesilme olayı, âyette geçen (.......) kelimeşinin tefsiri olmakta ve onu açıklamaktadır. Ancak vav harfi ile zikr edilmesi ise, burada söz konusu edilen kesilme olayı azap türüne veya emsine ek ya da ilave bir azap türü olarak sanki ayrıca bir azap imiş gibi verilmektedir. “Kâdirılarınızı kızlarınızı bırakmakta olan Fir'avun ailesinden kurtardı. İşte bu size anlatılanlarda, Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.” Burada geçen işaret ismiyle yani (.......) ile azâba işaret olunmuştur. Yine âyette geçen, (.......) kelimesi de mihnet, sıkıntı gibi manalara gelmektedir. Ya da burada işaret ismi, kurtarmaya işaret etmektedir. “Bela” da burada nimet manasındadır. Nitekim şöyle buyurulmuştur: “Biz sizi denemek için hayırla da, şerle de imtihan ederiz.” (Enbiyâ', 35) 7Hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: “Eğer şükr ederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azâbım çok şiddetlidir!” “Hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmisti:” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) demektir. Nitekim, (.......) ve (.......) kelimelerinin benzeri, (.......) ve (.......) kelimeleridir. Ancak, (.......) kelimesinde var olan mana ziyadeliği, (.......) kelimesinde yoktur. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Rabbiniz öylene açık ve net bir bildirimde bulundu ki, artık bu noktada bütün şüphe ve kuşkulara yer kalmamakta, hepsi yok olup gitmektedir.” Bu ifade Hazret-i Mûsa'nın kavmine söylediği şeyler cümlesindendir. Bunun mensûb olması ise, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunması sebebiyledir. Sanki burada, (.......) buyurmakta ve devamında da, “Eğer şükrederseniz” Ey İsrâ'il oğulları! Sizi kurtarmak gibi size verdiğim nimetleri ve başkalannı hatırlayıp da şükredecek olursanız, “Elbette size nimetimi artıracağım” Kesinlikle nimetinize nimet katacağım. Şükretmek demek: Var olanı koruyup kollamak, değerini bilmek ve olmayanı da bulup ele geçirmek, avlamak demektir. Denir ki, nimet, kendisine şükredildiğinin nağmelerini, sesini duyacak olursa, hemen fazlalaşmaya, artmaya hazırlanır. İbn Abbâs da şöyle der: “Eğer siz, Allah'a itâat etmede ciddi manada gayret gösterir ve çaba sarf ederseniz, Allah da: “Ben de ciddi olarak sevabınızı mutlaka artırırım” der. “Ve eğer nankörlük ederseniz” size nimet verdiğim şeylere karşı nankörlükte bulunursanız, “Hiç şüphesiz azâbım -nimetime karşı nankörlük edenler için- çok şiddetlidir!” Bunun dünyadaki yansıması, ellerindeki sahip oldukları nimeti ellerinden almam olacaktır. Âhirette ise, intikam üzerine intikam ve cezâ üzerine cezâ yağdırmam olacaktır. 8Mûsa dedi ki: “Eğer siz ve yeryüzünde olanların hepsi nankörlük etseniz, bilin ki Allah gerçekten zengindir, hamdedilmeye lâyıktır.” “Mûsa dedi ki: -Ey İsrâ'il oğulları!-'Eğer siz ve yeryüzünde olanların -insanlarınhepsi nankörlük etseniz,” “bilin ki Allah gerçekten zengindir, -sizin şükrünüze muhtaç değildir, hamdetmesi gerekenler hamdetmeseler de yine- hamd edilmeye lâyıktır.” Halbuki siz böyle yapmakla sadece kendinize zarar vermiş olursunuz, çünkü siz bu davranışlarınızla nefislerinizi o hayırlardan mahrum bırakmaktasınız. Halbuki mutlaka siz o hayra muhtaçsınız. 9Sizden öncekilerin, Nûh, ad ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mu'cizeler getirdi de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir şüphe içindeyiz. (.......) Sizden öncekilerin, Nûh, ad ve Semûd kavimlerinin -buraya kadar olan kısmı Hazret-i Mûsa'nın kavmine söylediği ifadelerdendir, ya da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in çağındaki topluma yapılan mübteda olan bir cümledir, yeni bir cümledir, ve onlardan sonrakilerin haberleri size gelmedi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez.” Burada, (.......) kavli, (.......) üzerine atfolunmuştur. (.......) kavli ise itiraz yani parantez veya muterize cümlesidir. Mana ise şöyledir: “Onlar öylene sayıca çokturlar ki, Allah'tan başka kimse onların sayılarını bilemez.” İbn Abbâs diyor ki: “Adnan oğulları ile İsmâîl oğulları arasında otuz ata geçtiği hâlde bunlar bilinememektedir.” Rivâyete göre bu âyetin indiği sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlar: “Soybilimciler yalan söylemişlerdir, yalancıdırlar.” İbn Sad bunu, “Tabakatu'l·Kübra, 1156” adlı kitabında İbn Abbâs'tan merfû' olarak rivâyet etmiştir. Ancak isnadı ciddi anlamda zayıf olan bir rivâyettir. İbn Cerir de Tefsirinde, 13/187 de İbn Mes'ud üzerinde mevkuf bir rivâyet olarak rivâyet etmiştir. “Peygamberleri kendilerine mu'cizeler getirdi” belgeler getirdi “de onlar, ellerini peygamberlerinin ağızlarına bastılar” Her iki zamîr de kafirlere râcidir. Yani parmaklarını şaşkınlıktan dolayı ısırdılar, dişlerinin arasına aldılar ya da öfke ve hınçlarından dolayı parmaklarını iyice ısırdılar. Ya da ikinci zamîr peygamberlere râcidir, buna göre mana şöyledir: “Kavimleri ellerini, peygamberlerinin gönderildikleri davayı anlatmamaları için onların ağızlarına tıkadılar, peygamberlerin ağızlarını kapattılar, susturdular.” “Ve dediler ki: Biz, size gönderileni inkâr ettik ve bizi kendisine çağırdığınız şeye -Allah'a îmana ve tevhit inancına- karşı derin bir şüphe içindeyiz.” Büyük bir şüphe içinde bulunmaktayız. 10Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarınıızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin! “Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?” Bura da geçen, (.......) kavlinin başına gelen hemze, zarf olarak inkâr anlamında olan bir hemzedir. Yani inkâr anlamında bir soru şeklidir. Çünkü kelamda, yani ifadede bir şüphe söz konusu değildir, şüpheyi içeren bir durum yoktur. Ancak burada hakkında şüphe duyuları konuda kendilerine soru yöneltilmektedir. Çünkü öyle deliller ortaya konmuştur ki, bütün deliller açık olarak şüpheye yer vermeyen anlamda açık ve nettirler. Bu, aslında onların, “bizi kendisine çağırdığınız şeye karşı derin bir şüphe içindeyiz” sözlerine karşı bir cevap niteliğindedir. “Halbuki O, -îman ettiğiniz takdirde- sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar -belirleyip tayin ettiği ve miktarını açıkladığı zamana kadar- yaşatmak için sizi hak dine -îmana- çağırıyor.” Burada görüldüğü gibi “Bağışlama” ifadesi kafirlere hitap ya da seslenme söz konusu olduğunda hep, (.......) edatıyla gelmiştir. Halbuki mü’minler sözkonusu olunca bu edata yer verilmemiştir. Şimdi kafirlere hitap vaki olan yerlerde bu edatın geldiğine bir iki örnek verelim. Şöyle ki: (.......) (Nûh,3-4) ve (.......) diye başlayan ayetten itibâren, nihayet, (.......) kavline gelinceye kadar olan kısımda görüldüğü gibi (.......) edatına yer verilmemiştir. (Saff,10-12). Bu ve benzeri daha nice âyetler vardır ki, incelendiğinde bunlar görülecektir. Bunun da nedeni iki hitap arasındaki ayınma dikkat çekmek ve yarın kıyamet gününde ikisinin eşit olmadıklarını göstermek içindir. Burada bu ayetlerin meallerine yer vermedik, ilgili surelerde zaten bunu okuyacaksınız. “Onlar -kavimleri- dediler ki: Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz.” Bizimle sizin aranızda bir üstünlük olmadığı gibi, ayrıca da sizin bize karşı bir üstünlügünüz de yoktur. O hâlde bizlerin dışında neden sizler peygamber olarak seçilmiş olacaksınız ki? Bizden farklı olarak ne özelliğiniz var sizin? (.......) kavli mealde de geçtiği gibi, “değilsiniz” anlamındadır. “Siz bizi atalarınıızın tapmış olduğu şeylerden -putlardan- döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin!” Bize apaçık bir hüccet ve delil getirin. Halbuki peygamberleri onlara apaçık belgelerle, âyet ve mu'cizelerle geldiler. Ancak bunların, (.......) kavliyle demek istedikleri şey, bizzat inat olsun ve işi yokuşa sürmek ve düşmanlık olsun diye kendilerinin olmasını istedikleri mu'cizeler demektir. 11Peygamberleri onlara dediler ki: “(Evet) biz sizin gibi bir insandan başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Mü’minler ancak Allah'a dayansınlar.” “Peygamberleri onlara “Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder.” Bize nasıl ki lütufta bulunmuş ise, kullarından dilediklerine îman ve nübüvvetle lütufta bulunur. “Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur.” Bu ifade peygamberlerin kavimlerinin, (.......) sözlerine bir cevaptır. Mana şöyledir: “Sizin bizden getirmemizi istediğiniz mu'cizeyi getirmek, bize âit olan ve elimizde olan bir şey değildir ve bu bizim gücümüz sınırları içinde de değildir. Ancak bu, yüce Allah'ın dilemesine kalmış olan bir şeydir. “Mü’minler ancak Allah'a dayansınlar.” Bu, peygamberlerden bütün mü’minlerin Allah'a dayanıp güvenmeleri ve tevekkülde bulunmaları konusunda bir emirdir. Burada onlar bu emirle elbette öncelikli olarak kendilerini sorumlu tutmaktadırlar ve bunu kastetmekteler. Sanki şöyle der gibiler: “Sizin bütün bu inatlaşmalarınıza, bize karşı olan düşmanlıkîannıza ve ezalarınıza karşın, bizim hakkımız, bize düşen görev sabretmek konusunda Allah'a dayanıp güvenerek tevekkülde bulunmam izdir.” Nitekim sen onun şu sözlerini görmez misin, bak ne diyor: 12“Hem, bize yollarınıızı göstermiş olduğu hâlde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlarıacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler.” “Hem bize yollarınıızı göstermiş olduğu hâlde ne diye biz, Allah'a dayanıp güvenmeyelim?” Ona tevekkülde bulunmamayı gerektirecek ne gibi bir mazeretimiz olabilir ki?! Halbuki O bizim kendisine tevekkülde bulunmamızı gerektiren şeyleri zaten bizim için yerine getirdi ve bize doğru olan yollarınıızı gösterdi. Bu ise bize kendisine giden doğru yola bizim hepimizi muvaffak kılması ve bu yola yöneltmesidir. Dini bakımdan bu yola girmek gereklidir ve farzdır! Ebû Türap Asker İbn Husayn (245/859) diyor ki: “Bedeni kulluğa adamak, gönlü Rububiyeîe bağlamak, verdiği zaman şükretmek ve felaketlere de sabretmektir.” “Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlarıacağız.” Bu, muzmer bir kasemin yani gizli bir yeminin cevâbıdır. Yani bunlar, onların ezalarına karşı sabredeceklerine ve onları hakka davetten de geri kalmayacaklarına dair yemin etmişlerdi. “Tevekkül edenler yalnız Allah'a tevekkülde sebat etsinler.” Yani tevekkülde bulunanlar bu tevekküllerinde sebat etsinler ki herhangi bir tekrar olmasın, bir döneklik olmasın. 13Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: “Elbette sizi ya toprağımızdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!” Rableri de onlara: “Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz!” diye vahyetti. “Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki:” Bundan önce geçen Âyetteki, (.......) kavliyîe bu Âyetteki, (.......) kavlini, kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) ve, (.......) olarak kırâat etmiştir. Diğer kırâat imâmları ise âyetlerde görüldüğü gibi okumuşlardır. “Elbette sizi ya toprağımızdan -yurdumuzdan- çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!” Yani sizin için önünüzde iki seçeneğiniz vardır. Ya burayı terketmeniz, çıkıp gitmeniz veya yeniden bizim inancımıza dönmeniz... Buna dair de bu tehdidi savuranlar bu konuda da yemin ettiler. (.......) kelimesi (.......) yani dönüş manasınadır. Bu, Arap dilinde çok kullanılır. Ya da bununla her peygambere ve onunla beraber ona îman edenlere karşı hitapta bulundular, demektir. Burada hitap konusunda tek bir kimseye seslenme yerine daha çok kimseye hitap anlamında ifadeye daha -çok yer verilmiştir. “Rableri de onlara: Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz!'diye vahyetti.” Burada “Vahyetti” fiili yerine kavi yani demek ve söylemek fiili aslında gelmesi uygun iken bu, burada gizlidir. Ya da burada vahyetme kavlini, kavi ifadesi yerinde kullanmıştır ki, aslında bu da aynı neviden bir ifadedir. 14Ve (ey inananlar) Onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan korkan ve tehdidimden sakınan kimselere mahsustur. “Ve ey inananlar! Onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz.” Yani zâlim toplumların yurduna ve ülkesine, onların topraklarına sizi mutlaka yerleştireceğiz. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Komşusuna eza verenler, Allah da topraklarını o eza görenlere miras olarak sunar.” Hafız, “Ben bunu bulamadım” diyor. Bk. Haşiyetu'l-Keşşaf 2/545, Acluni de diyor ki: “Aynı şekilde ben de, hadisleri bilmeyen kimselerin topladıkları şeylere bunu da hadis diye ekleyenlerin yaptıklarında gördüm. Sonra gördüm ki Necm bu hususta şöyle diyor: Bunu Keşşaf’ta irâdetti, verdi. Belki de bu, dilden dile dolaşan bir sözdür. Çünkü hadis değildir. Keşfu'l-Hafa 2/303-304 “İşte bu,” Yani bu helâk etme ve helâk edilenlerin yerine mağdur ve mazlumların, ezilenlerin geçirilmesi, oralara sahip kılınması olayı yani bu iş hak ve gerçek olan bir şeydir ve gerçekleşecektir. “Makamımdan korkan” Benim yerimden, yani hesaba çekecek olan o yer ve gündeki konumumdan korkanlara, ya da ilmim ile onları kendi denetimim altında bulundurmamdan korkan.. bu âdeta şu Âyetteki ifade gibidir: “Herkesin kazandığını gözetleyip muhafaza eden, hiç böyle yapmayan gibi olur mu?” (Rad,33) Mana şöyledir: “Şüphesiz bu, Allah'ın emirleri ve yasakları doğrultusunda hareket edenler için bir haktır.” “Ve tehdidimden -azâbımdan- sakınan kimselere mahsustur.” Kırâat imâmlarından Ya'kûb buradaki, (.......) kelimesini “Y” harfiyle, (.......) olarak okumuştur. 15(Peygamberler) fetih istediler (Allah da verdi.) Her inatçı zorba da hüsrana uğradı. “Peygamberler fetih istediler Allah da verdi.” Düş manlarına karşı peygamberler Allah'tan yardım ve zafer istediler. Bu cümle, bundan önce 13. âyette geçen, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. “Her inatçı zorba -her kendini beğenmiş şımank ve hakka karşı inatla karşı koyan- da hüsrana uğradı.” Böylece peygamberlere yardım yapıldı zafere kavuştular ve huzura erdiler. Bunun doğal sonucu olarak da bütün inatçı zorbalar ve toplurnları da hüsrana uğradılar. Bir tefsire göre de zamîr kafirlere râcidir. Buna göre mana şöyle olmaktadır: Kâfirler kendilerinin hak, peygamberlerin de bâtıl yolda olduklarını zannederek peygamberlere karşı kendilerine fetih kapılarının açılmasını, üstünlük elde etmelerini istediler. Böylece onlardan, “Her inatçı zorba da hüsrana uğradı.” Yardım ve fetih istemelerine rağmen felah bulmadılar, kurtulamadılar. Çünkü bâtıl üzere idiler. 16Ardından da (o inatçı zorbaya) cehennem vardır; kendisine irinli su içirilecektir! “Ardından da o inatçı zorbaya cehennem vardır;” Onun gözlerinin önünde kendisini bekleyen cehennem azâbı vardır. Bu o kimsenin kendisi halen dünyada olduğu hâlde onun hâlini anlatan bir durumdur. Çünkü onu cehennem beklemektedir. Sanki bu haliyle cehennem bu kimsenin önünde, gözlerinin önünde, kendisi de o cehennemin kenannda duruyor durumunda kendisini bekliyor gibidir.Ya da bu, onun âhiretteki hâlinin bir anlatımıdır. Çünkü kendisi yeniden diriltilecek ve hesap alanında bekletilip durumu sergilenecektir. “Kendisine irinli su içirilecektir!” Bu (.......) kavli mahzûf olan bir ifade üzerine ma'tûftur ki bunun da takdiri şöyledir: “Ardından da o inatçı zorbaya cehennem vardır” oraya atıları atılacaktır ve orada “kendisine irinli su içirilecektir.” Yani cehennem ateşinde yananların derilerinden akan irinden içirilecektir. “Burada geçen ve irin anlamında olan (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin atfı beyanıdır. Çünkü sadece su ifadesi mübhem yani tam olarak anlaşılamayan bir ifade olduğundan bu kelime, (.......) kelimesiyle açıklanmıştır. 17Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğazından geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, Halbuki o ölecek değildir (ki azaptan kurtulsun). Bundan ötede şiddetli bir azap da vardır. “Onu yudumlamaya çalışacak,” O irini yudum yudum içmeye gayret edecek “Fakat boğazından geçiremeyecek” bırak onu boğazından geçirmeyi, neredeyse ağzına bile yaklaştıramayacak. Bu boğazdan geçirme nasıl mümkün olabilecek kî?! Bu ifade âdeta şuna benzemektedir: “İnsan elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez.” (Nur,40)” Onu görmeye bile yaklaşması mümkün değilken, görme işi nasıl mümkün olabilsin ki? Yani yaklaşılması zor olan bir şeyi görmek hiç olabilir mi?! “Ve ona her yandan ölüm gelecek,” Yani ölüm sebepleri onu her yandan kuşatacak ama, ya da vücûdunun her bir tarafından ölüm ona gelecek ama, işte bu, böyle kişinin başına gelen acı musibetin dayanılmaz elemleri, acı ve üzüntüleridir. Eğer orada bir ölüm var olsaydı, o ölümlerden her birinden bir helâk oiuş olacaktı. “Halbuki o ölecek değildir -çünkü ölmüş olsa kurtulacak, azaptan dinlenme fırsatı bulacaktır. Halbuki o ölçmeyecek- ki azaptan kurtulsun.” “Bundan ötede -daha önünde- şiddetli bîr azap da vardır.” Yani her an onu bir önceki azâbına göre daha şiddetli ve daha dayanılmaz bir azap beklemektedir. Fudayl diyor ki bu, nefeslerin kesilmesi ve o nefeslerin cesetlerde hapsidir. 18Rablerini inkâr edenlerin durumu (şudur:) Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın, şiddetle savurduğu küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İyiden iyiye sapıtma işte budur. “Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur:” Burada, (.......) kelimesi haberi mahzûf mübtedadır. Yani size okunup anlatıları şeylerde.. (.......) kendisinde garabet bulunan sıfattan istiâre olunmuştur. (.......) kavli ise, “Bu kafirlerin durumu nedir?” diye mukadder yani var sayıları bir sorunun takdiri üzerine müstenef yani yeni bir cümledir. Bu soruya karşılık da şöyle denilmiştir: “Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârın, şiddetle savurduğu küle benzer.” Medine kırâat okulundan imâmlar, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Burada fırtına anlamında Asf kelimesi güne isnad edilmiştir. Çünkü fırtına gün içerisinde meydana gelir ki bu da rüzgardır. Bu, senin “yağmurlu bir gün” deme ifadene benzer bir ifadedir. Kafirlerin amellerine gelince bunlar, onların akraba ile olan bağlarını sürdürmeleri, köle azadetmeleri, esirleri esaretten kurtarmaları, gelen misafirlere deve kurban ederek ikramda bulunmaları türünden olan bu ve benzeri iyiliklerdir. Allah onların bu türden amellerini yok oluşta, bir işe yaramamada ve başarısızlıkta temelsiz bir oluşunda fırtınalı bir günde rüzgar önünde savrulup yok olan küle benzetmiştir. O temel de Yüce Allah'a îman etmektir. Onlar bu temelden yoksundurlar. “Kazandıklarından -amellerin den kıyamet gününde- hiçbir şeyi elde edemezler.” Yani nasıl ki fırtınalı günde rüzgar önünde uçup giden külden bir eser kalmazsa, onlar da kendileri için o günde sevaptan bir eser dahi göremezler. “İyiden iyiye sapıtma işte budur.” Bununla bu kafirlerin hak yoldan veya sevaptan ne kadar uzakta olduklarına işaret olunmaktadır. 19Allah'ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir. “Allah'ın gökleri ve yeri hak -büyük bir iş olarak ve boşuna yaratmaksızın hikmet - ile yarattığım görmedin mi?” Bu âyetin başında geçen, (.......) bilmedin mi anlamındadır ve bu hitap herkesedir. Yine burada geçen, (.......) fiilini, kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, muzaf olarak, (.......) şeklinde yani, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir.” Yani Allah, bu insanları ortadan yok etmeye kâdir olup, bunların yerine tıpkı onların yaratılışlarında olan başka insanlar da yaratmaya kâdirdir. Ya da onların bulundukları şeklin dışında bir başka yaratılışta yaratmaya da kâdirdir. Bununla da, Allah, kendisinin var olanı yok etmeye ve yok olan bir şeyi de var etmeye kâdir olduğunu bildirmek istiyor. 20Bu Allah'a güç değildir. “Bu, Allah'a güç değildir.” Allah haşa yapamayacak değil, bundan mazur olacak değildir. 21(Kıyamet gününde) hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki: “Biz sizin tâbiteriniz dik. Şimdi siz, Allah'ın azâbından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz?” Onlar da diyecekler ki: “(Ne yapalım) Allah bizi hidâyete erdirseydi biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi sızlarısak da sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur.” “Kıyamet gününde hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak” Burada görüldüğü gibi, (.......) fiili, mazi yani dili geçmiş zaman lafzıyla getirildi. Çünkü Azîzi ve Celil olan Allah'ın haber vermiş olduğu şeyin kesin doğruluğu sebebiyle sanki olmuş ve meydana gelmiş gibi gösterilmektedir. Çünkü bunun olması mutlak manada kesindir ve şüphe yoktur. Bunun benzeri, A'raf süresindeki 44 ve 50. ayetlerindeki ifadeye benzer. Yüce Allah bu âyetlerde şöyle buyuruyor: “Cennet ehli cehennem ehline .... seslendi” ve “Cehennem ehli, cennet ehline... seslendi” gibi bu ve benzeri âyetler.. (.......) kavlinin manası, yani Allah'ın huzuruna çıkmaları ifadesinden kasıt şudur. Yüce Allah'a gizli kalan, gözükmeyen bir şey yoktur ki, orada karşısına çıkarılmış olsun, görünmüş olsun. Ancak insanlar herhangi bir kötülük işlediklerinde, bunun görülmemesi için halkın gözlerinden kendilerini gizliyorlardı. Böylece zannediyorlar ki, kendilerini Allah'tan da gizlemiş oldular. Halbuki kıyamet günü geldiğinde bunların yaptıkları şeyler Allah katında ortaya dökülür. Böylece anlayacaklar ki Allah'a gizli kalan bir şey yokmuş, O'nun katında gizleyenin gizlediği diye bir şeye yer yoktur. Hepsi olduğu gibi meydana dökülecektir, gözlerinin önüne serilecektir. Ya da kabirlerinden çıkacaklar, hemen Allah'ın huzurunda hesap ile ve Onun hükmü ile karşı karşıya kalacaklar dır. “Ve zayıflar o büyüklük taslayanlara diyecekler ki:” Basit görüşlü kimseler. Bunlar alt tabakada bulunan, tâbi konumunda olan kimselerdir. Burada, (.......) kelimesi, hemzeden önce elifi tefhim ile okuyanlar hemze harfinden önce vav harfiyle yazılmıştır. Böylece bunlar hemzeyi vav harfine doğru imaleli olarak kırâat etmektedirler. Müstekbirler ise, ileri gelenler, idareciler, liderler demektir ki bunlar o sıradan insanları saptıran, peygamberleri dinlemekten ve onlara tâbi olmaktan kendilerini meneden kimselerdir. “Biz sizin tâbilerinizdik.” Uyanlarınızdık. Burada, (.......) kelimesi, (.......) olarak çoğul yapılmış âdeta “Hadim-Hadem, Ğaib-Ğayeb” kelimeleri gibi. Ya da bu, “Peşinizden gelenlerden idik, dediklerinizi uyguluyorduk” anlamındadır. (.......) kelimesi, (.......) manasındadır. Meselâ; (.......) gibi. “Şimdi siz, Allah'ın azâbından herhangi bir şeyi bizden savabilir misiniz?” Bizin şu anda içinde bulunduğumuz durumumuzdan bizi kurtarabilecek, savunacak bir gücünüz var mı? Buna muktedir misiniz? Burada geçen, birinci (.......) edatı tebyin yani açıklama ve beyan içindir, ikinci (.......) edatı ise teb'îz içindir. Sanki burada şöyle denilir gibidir: “Şimdi siz herhangi bir şeyi bizden savabilir misini?” Ki o bazı şeyler de Allah'ın azâbından bir kısmı ya da bazısı demektir. Bunu önleyebilecek gücünüz var mı sizin? Ya da bu (.......) edatlarının her ikisi de teb'îz anlammdadırlar. Yani, “siz bizden Allah'ın azâbından sadece bir kısmı olan o bazısını bizden savabilecek güçte misiniz?” Mademki bu sıradan kimselerini alt tabakadakilerin bu sözleri onları kötülemeye ve yermeye yöneliktir ve kendilerini hak yoldan saptırmaları sebebiyle onlara karşı bir azarlama ve sitem taşımaktadır. Bu demektir ki onlar liderlerinin kendilerini azâbın birazı da olsa ondan kurtaramayacaklarını, bunların güçlerinin yetmeyeceğini anladılar da cevap olarak kendilerine: “Onlar da -mazeretlerini ileri sürerek cevap olarak onlara- diyecekler ki: “Ne yapalım Allah bizi -eğer dünyada îman etmeye- hidâyete erdirseydi biz de sizi doğru yola -îman etmeye- iletirdik.” Ya da eğer Allah, bize azaptan kurtuluş yolunu gösterseydi biz de mutlaka size o yolu gösterirdik. Yanı sizi mutlaka o azaptan kurtarırdık ve nasıl ki size halk oluş yolunu çizmişsek size kurtuluş yolunu da elbette gösterirdik, sizi oraya yönlendirirdik. “Şimdi sızlarısak da sabretsek de birdir.” Artık bizim için sızlanmak olsun, sabretmek olsun farketmez, îkisi de aynıdır. Burada geçen soru edatı hemze olsun, (.......) edatı olsun her ikisi de eşitlik manasını vermek içindir. Rivâyete göre onutr cehennem ateşinde iken şöyle diyecekler:. “Gelin de buna sızlarıalım, dert yanalım. Bunun üzerine beşyüz yıl sızlarııp duracaklar, ancak bu sızlanma onlara herhangi bir yarar getirmeyecektir. Bu defa şöyle diyecekler: Gelin sabredelim. Bunun üzerine beşyüz yıl sabredecekler, ancak bu sabır onlara herhangi bir yarar getirmeyecektir. Bundan sonra da şöyle diyecekler: “Şimdi sızlarısak da sabretsek de birdir.” Böylece bu sözleriyle hem kendilerini ve hem de onları kastedecekler. Çünkü onlar nasıl ki sapıklık ve dalalet cezâlarıdırılmasında bir arada toplanmış idilerse, burada öylece onun üzerinde bir araya gelip toplanmışlardır. Şöyle diyecekler: “Nedir bu sızlarııp durma, nedir bu azarlama ve kötüleme, bunların bugün bir anlamı mı var ki? Nasıl ki sabretmenin bir yaran yoksa artık sızlanmanın da bir faydası yoktur ve olmayacaktır.” “Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur.” Sızlarısak da, sabretsek de artık bizim kaçabileceğimiz bir yerimiz ve kurtuluşumuz yoktur. Buradaki bu ifadelerin hem ayak takunmın ve hem liderlerinin hepsine âit söz ve konuşmaları olması da câizdir. 22(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: “Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O hâlde beni yerme-yin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtara-bilirsiniz! Şüphesiz daha önceden de ben, sizin beni (Allah'a) ortak koş-manızı reddetmiştim.” Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır. “Hesapları görülüp iş bitirilince, şeytan diyecek ki:” Yani yüce Allah cennetlik olanlara cennet ile, cehen nemlik olanlara da cehennem ile hükmedince, hesap işi de sona erince, cennetliklerin cennete girmelerinden, cehennemliklerin de cehennem ateşine atılmalarından sonra şeytan diyecek ki; Rivâyete göre şeytan, artık bu esnada cehennem ateşinde ateşten bir minber üzerine çıkarak, ateş ehline, cehennemliklere şöyle seslenecek: “Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâd etti,” Bu ise, yeniden diriltmek ve insanları amellerine göre ya mükafatlarıdırma veya cezâlarıdırma olayıdır. İşte Allah bu konuda size neleri vaat buyurmuşsa tüm vaatlerini yerine getirdi. “Ben de size -ölümden sonra dirilme yok, hesap yok ve cezâ da yok diye- vâdettim ama, size yalancı çıktım.” Sözümde durmadım. “Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu.” Benim herhangi bir tasallutum, gücüm ve kudretim yoktu, bulunmuyordu. “Ben, sadece sizi inkâra çağırdım,” Ancak ben tüm vesveselerimle, süslemelerimle sizi dalalet ve sapıklığa çağırdım. Buradaki istisna, munkati istisnadır. Çünkü çağn ve davet olayı, gücün varlığı cinsinden bir şey değildir. Fakat, “Siz de benim davetime hemen koştunuz.” Siz de hemen koşarak benim davetime sanidiniz. “O hâlde beni yermeyin,” Çünkü düşmanlığa soyunan kimse, kötü ve çirkin bir işe çağırdığında kınanmaz. Kaldı ki Rahmân olan Allah size şöyle buyurmuştu: “Ey Âdemoğulları! Babanızla annenizi -çirkin yerlerim kendilerine göstermek için- şeytan cennetten çıkardığı gibi sakınsizi de belaya uğratmasın.” (A'raf,27) “Kendinizi yerin.” Çünkü elimde herhangi bir belgem, hüccet ve burhanım ya da delilim olmaksızın siz gelip bana uydunuz, peşime takıldınız. İşte bu noktada Mu'tezile mezhebi diyor ki: “Bu delil de gösteriyor ki; insan isterse şakaveti-küfrü tercih eder, isterse saadeti-îmanı seçer. Bunu kendisi için elde eder. Allah'ın temkin dışında bunda hiçbir etkisi yoktur, yani Allah buna sadece imkan hazırlar, o kadar. Şeytanın ise ona sadece bunları süslü olarak göstermesinin dışında bir dahli yoktur. Olay bundan ibârettir” demektedirler. Bu görüş batıldır, geçersizdir. Çünkü şöyle buyurulmaktadır: “Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi, bizi yönlendirseydi.” Yani Allah bizi îmana yönlen di rsey di, “biz de mutlaka sîzi îmana yönlendirirdik.” Bu, daha önce geçmişti. O hâlde Mu'tezilenin görüşü batıldır. “Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz!” Yani kimimiz kimimizi Allah'ın azâbından kurtaracak değildir, onun yardımına da koşacak değildir. Israh kelimesi imdat istemek, medet beklemek demektir. Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini, kelimedeki “Ha” harfinin kesresine bağlı olarak, (.......) harfini de kesreli olarak, (.......) şeklinde okumuştur. Diğerleri ise (.......) harfinin fethiyle okumuşlardır ki, iki kesreden sonra bir kesre/esre ve iki adet (.......) harfi bir arada toplanmamış olsun diye okumuşlardır. Bu da (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu kelimedeki iki (.......) harfinden ilki cemi' yani çoğul harfidir, ikincisi ise müte kellim zamîridir. “Şüphesiz daha önceden de ben, sizin beni Allah'a ortak koşmanızı reddetmiştim.” Basra kırâat okulu mensupları, (.......) ile olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. (.......) ise mastariyedir. (.......) ise (.......) kavline mütealliktir. Yani; “Bugünden önce de yani dünyada da siz beni Allah'a ortak koşmak istemiştiniz bugün de ben, beni Allah'a ortak koşmanızı o gün reddettiğimi dile getiriyorum.” Bu şu kavil gibidir: “Kıyamet gününde de sizin ortak koşmanızı ret ederler.” (Fâtır,14) Burada, onların kendilerini ortak koşmalarını küfrü ifadesinin manası, şeytanın kendisini bundan arındırması ve böylece onlara karşı ret ile kendisini temize çıkarmaya kalkışmasıdır. Bu şu Âyetteki ifadeye benzer: “Biz sizden ve Allah'ı bırakıp da taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz.” (Mümtehine, 4) Ya da burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavline mütealliktir. (.......) ise mavsuledir. Yani “Ben bundan önce de Âdem'e secde etmekten kaçındığımda siz beni Azîz ve Celil olan Allah'a ortak koşmak istemiştiniz de bunu reddetmiştim.” Meselâ, “Filân beni şerik-ortak kıldı” dendiğinde bunun anlamı, “Beni ona ortak kıldı, şerik edindi” demektir. Onların şeytanı Allah'a ortak koşmalarının manası ise: putlara tapınmaları konusunda şeytanın onu onlara süslü gösterip o putlara tapınmalarını saplaması demektir. Şeytanın sözleri burada bitiyor. Bundan sonra gelen şu kavil: “Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.” Azîz ve Celil olan Yüce Allah'ın sözüdür. Bir tefsire göre de bu, İblîsin sözlerinin bütünü içerisindedir. Ancak Azîz ve Celil olan Yüce Allah, İblîsin o gün söyleyeceklerini burada hikâye ediyor, anlatıyor ki bu, dinleyenlere bir lütuf olmuş olsun. 23Îman edip de iyi işler yapanlar, Rablerinin izniyle içinde ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır. Orada (birbirleriyle) karşılaştıkça söyledikleri “selâm” dır. “Îman edip de iyi işler yapanlar, Rablerinin izniyle içinde ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetlere sokulacaklardır.” Burası daha önce geçen, (.......) üzerine ma'tûftur. (.......) kavli de , (.......) kavline mütealliktir. Yani melekler onları Allah'ın izniyle cennete sokacaklar. Onun emri “Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri “selâm” dır.” Yani cennet ehlinin cennet içerisinde birbirlerine selâmlarıdır veya meleklerin onlara selâm verişidir. 24Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi: Güzel bir sözü, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti.) “Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi:” Yani nasıl bir örnek onu tanıtıp açıkladı. “Güzel bir sözü,” Bu muzmer bir kelime ile mensûbtur. Yani güzel bir söz kılarak “Kökü yerde sabit -damarları toprağın derinliklerinde iyice kökleşip yerleşmiş olarak- dalları -üst kısımları ve başı da- gökte olan güzel bir ağaca benzetti.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavlinin tefsiridir. Bu tıpkı şu ifadeye benzer: (.......) Yani; “Emir, Zeyd'i onurlarıdırdı: Ona bir elbise giydirip onu at üzerinde gönderdi” gibi. Ya da, (.......) ile (.......) kelimeleri, (.......) ile mensûb kılınmışlardır. Yani, (.......) şeklinde olup bu da “güzel ve hoş bir sözü bir mesel- örnek kıldı” anlamındadır. Bundan sonra da: (.......) diye buyurdu. Böylece bunu mahzûf bir mübtedanın haberi yaptı. Yani, “İşte o güzel ve hoş bir ağaç gibidir” demektir. Burada geçen, Kelimeyi Tayyibe'den kasıt Tevhit kelimesidir. Kökünden kasıt ise, gönüllerden bunu tasdik edip doğrulamak demektir. Dallarından kasıt, dil ila ikrar etmektir. Meyveleri de, rükünlerle yani organlarla işlenen ya da yapılan amellerdir. Nitekim bir ağaç eğer bir şey taşımıyorsa yani meyvesiz ise o yine de bir ağaçtır. Bir mü’min de eğer inancının gereklerini yapmıyorsa o yine de bir mü’min kimsedir. Ancak bilinmelidir ki, ağaçlar sadece ürün alınmak ve meyvesinden yararlarıılmak için yetiştirilir, bunun için rağbet olunur. Bilinmelidir ki ateşin yakıtı da, ağaçların ürün verme zamanlarında ürün vermemeyi bir adet haline getirmeleri, sözünde durmamaları durumunda ateşe azık ya da yakıt olurlar. Burada geçen, “el-Şecere” kelimesinden kasıt, güzel ve hoş ürün ve meyve veren her ağaç demektir. Meselâ hurma, zeytin ve benzeri ağaçlar gibi. Cumhûr’a göre buradaki ağaçtan kasıt hurma ağacıdır. İbn Ömer'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün şöyle buyurmuş: “Şüphesiz Yüce Allah mü’minleri bir ağaca benzetmiştir. Bana bu ağacın hangisi olduğunu söyleyebilir ya da haber verebilir misiniz?” Bunun üzerine insanlar çöldeki ağaçların isimlerini bir bir saymaya başladılar. Ben de henüz küçük bir çocuk idim. Birden içime bu ağacın hurma ağacı olacağı düştü. Ancak bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e söylemeye cesaret edemedim. Çünkü ben oradakilerin en küçüğü idim. Bu sırada Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Bakın, kulak verin, bu ağaç hurma ağacıdır.” Bunun üzerine babam Ömer bana: “Behey oğlumî Eğer sen bunu demiş olsaydın, sen bana kırmızı develerden daha sevimli olurdun.” Buhârî, 61. Müslim,2811 25O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. “O ağaç, Rabbinin izniyle -yaratıcısının bunu kolaylaştırması ve öl demesiyle- her zaman yemişini verir.” Meyvesini vermesi için Yüce Allah'ın kendisi için belirlediği her ürün zamanında ürününü, meyvesini verir. “Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir.” Çünkü örnek göstermede, darb-ı mesel sunmada daha çok meseleyi ve olayı anlayıp kavrama, hatırla ve manaları tasvir edip canlarıdırma imkanı vardır. 26Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer. “Kötü bir sözün misali,” Bu küfür ve inkâr sözüdür. “Gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağaca benzer.” Bu kötü ağaç da yani “şecerei habise” de meyve vermeyen ya da iyi ürün vermeyen her türden ağaç demektir. Bir hadiste “Bu ağaç, Ebû Cehil karpuzudur” diye buyurulmuştur. Tirmizî,3119 (.......) Yani kökü ve damarları topraktan koparılmış, yerle bir bağı kalmamış olan demektir. Aslında ictisas, gövdenin tamamını koparıp almak demektir. Bu ifade daha önce geçen, (.......) kavlinin yani “Kökü ve damadan toprağın derinliklerinde olan” ifadesinin karşıtıdır. (.......) üzerinde ayakta durabileceği bir şeyi bulunmayan, kararsız olan demektir. Meselâ; (.......) gibi ki bu, (.......) kavli gibidir. Bu ifade ile, herhangi bir hüccete ve delile dayanmayan söz kasdolunmak ta'dır ki bu, yerinde durmayan, sabit olmayan, geçersiz sayıları söz anlamındadır. 27Allah, sağlam sözle îman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette sapasağlam tutar. Zalimleri ise Allah saptırır. Allah dilediğini yapar. “Allah, sağlam sözle -Bu, “La ilahe illallah Muhammedun Resûlüllah” sözüdür, işte bu sözle- îman edenleri hem dünya hayatında -hatta dinlerinden döndürülmek ve baştan çıkarılmak istenseler bile, tıpkı Ashâbı Uhdud'u ve benzerlerini yoldan çıkarmak için işkenceye başvurmalarına rağmen onların sebatlarından bir şey değiştirememişlerse, bunlar da aynen öyle sebat edeceklerdir- hem de âhirette- Cumhûr’a göre burada âhiretten kasıt kabirde cevabın kendilerine telkin edilme ve doğru olanda sebatlarının sağlanmasıdır. Bera b. Azib'ten gelen rivâyete göre; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mü’min kişinin ruhunun kabzından yani canının alınmasından söz etti de şöyle buyurdu: “Daha sonra onun ruhu cesedine iade olunur ve kendisine iki melek gelir, onu kabrinde oturturlar ve şöyle sorgulamaya bağlarlar: Rabbin kimdir, dinin nedir-hangi dindensin? peygamberin kimdir? Mü’min de şöyle cevap verir: Rabbim Allah, dinim İslam ve peygamberim de Muammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. İşte bu sırada gökten bir ünleyen şöyle seslenir: Kulum doğru söylemiştir. İşte bu ifade, (.......) kavlinin belirtmek istediği ifadedir. Artık bundan sonra o iki melek kendisine: Sen mutlu olarak bir hayat geçirdin, övgüye değer bir ölümle vefat ettin. Şimdi de bir gelin uykusuyla uykuya dal.” Ahmed b. Hanbel, Müsned:2/287. Abu Dâvud;3212. Ayrıca bak, Süyuti, Şerhau's-sudur s:91-93. Tahkik Yûsuf Budeyvi. Dar İbn Kesîr baskısı. Dimeşk-Beyrut “Sapasağlam tutar.” Yani onları o şey üzerinde devamlı kılar. “Zalimleri ise Allah saptırır.” Fitne yerlerinde Allah kendilerini sabit ve değişmez olan söz üzerinde sağlam ve tutarlı olarak tutmaz, öyle bırakmaz. Hemen ilk adımlarında Allah onları kaydınr. Bunlar âhirette ise daha da sapıtacaklar ve daha da bir kayacaklardır. C “Allah dilediğini yapar.” Allah'ın mü’minleri sağlam olan sözde sabit ve sapasağlam bırakmasına itiraz olmadığı ve olmayacağı gibi, zalimleri saptırmasına da itiraz olmayacaktır. Hiçbir güç Allah'a karşı itiraza kalkışmayacaktır. 28Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mi? “Allah'ın nimetine- şükür yerine- nankörlükle karşılık veren” Çünkü o nimetle şükretmek aslında onlara vacip iken onlar bu şükrün yerine nankörlükte bulundular, nankörlüğü koydular. Sanki bu davranışlarıyla şükrü küfre dönüştürdüler ve bunu bütünüyle değiştirdiler ki, bunlar da Mekke toplumudurlar. Allah kendilerine Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ikramda bulunduğu hâlde onların, kendileri için gerekli olan bu nimete şükretmeleri gerekirken buna karşı çıktılar, küfrettiler, inkara kalkıştılar ve nankörlük ettiler. “Ve sonunda kavimlerini helâk yurduna sürükleyenleri görmedin mi?” Ki o kavimleri küfürde izleyenler sonuçta helâk yurduna sürüklenmede kendilerini buldular. 29Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü karargâhtır! “Onlar cehenneme girecekler. O cehennem kalınacak yer olarak- ne kötü karargâhtır!” Âyetin başında geçen, (.......) kelimesi atfı beyandır. (.......) kavli mealde de geçtiği gibi gireceklerdir, anlamındadır. 30(İnsanları) Allah yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular. De ki: (İstediğiniz gibi) yaşayın! Çünkü dönüşünüz ateşe dir. “İnsanları Allah yolundan saptırmak için O'na ortaklar koştular.” İbadette veya isim vermede Allah'a ortaklar edindiler. Kırâat imâmlarından Mekke okulu ve Ebû Amr, (.......) kavlini “Y” harfinin fethiyle, (.......) olarak kırâat etmislerdir. “De ki: -dünyada- İstediğiniz gibi yaşayın!” Bundan murat bunların rezil olmaları ve yardımsız bırakılmalarıdır, ellerine bir şeyin geçmeyeceğidir. Zünnun Mısri diyor ki: (.......) kulun elinden geldiğince tüm gücünü şehevi isteklerini elde etmek için harcamaşıdır.” “Çünkü dönüşünüz ateşedir.” Sonuç ta dönüp varacağınız yer cehennem ateşidir. 31Îman etmiş olan kullanma söyle, namazı kılsınlar ve kendilerini merzuk etmiş olduğumuz şeylerden gizlice ve aşikare infakta bulunsunlar, bir günün gelmesinden evvel ki, onda ne satış vardır, ne de dostluk. 32O öyle Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveleri çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin için akıttı. “O öyle Allah'tır ki, gözleri ve yeri yarattı” bu âyette yer alan (.......) lâfzı celali mübteda yanfözendir. (.......) İse haber yani yüklemdir. “Gökten” bulutlardan “suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveleri çıkardı” (.......) edatı beyan içindir. Rızkın neler olduğunu açıklıyor. Yani o su veya yağmur sebebiyle sizin için meyve denen rızıkları yarattı. Yahut burada geçen (.......) ifadesi (.......) fiilinin mefulu yani tümlecidir. (.......) kelimesi de mefulden hâl olmuştur. “İzni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin için akıttı.” 33Düzeni seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. “Düzeni seyreden güneşi faydalı kıldı” bu âyette yer alan (.......) kelimesi (.......) olarak sürekli olarak manasına gelir ve güneş ile aydan hâldir. Yani yörüngelerinde harekette ve aydınlatmada süreklidirler. Karanlıkları ortadan kaldırıp yeryüzünde olabilecek olan herşeyi ıslah ediyorlar; ister varlıkların kendileri olsun, ister bitkiler olsun hepsi üzerinde tesirlidirler. “Geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi.” Her ikisi de maişetilerinizi, geçiminizi ve rahatınızı sağlayabilesiniz diye birbirlerini izlerler. 34O size istediğiniz herşeyden verdi. Allah’ın nimetim sayacak olsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zâlim, çok nankördür. “O size istediğiniz herşeyden verdi” Bu âyette geçen (.......) edatı bazısı bir kısmı gibi manalara gelir. Burada da öyledir ve bazısı manasınadır. Yani yüce Allah sizin istediğiniz herşeyin tamamını değil de, bir kısmını verdi veyahut da istediğiniz şeyleri de istemediğiniz şeyleri de size verdi, demektir, âyette geçen (.......) edatı mevsûfe olup, cümle ise onun sıfatıdır. İkinci cümle ise, hazfedilmiştir. Çünkü âyetin kalan kısmı zaten o ikinci cümlenin varlığına delalet ediyor. Bu âdeta (Nahl 81) de geçen (.......) âyeti gibidir. Ebû Amr'dan gelen okuyuşa göre ise (.......) okunmuştur. (.......) ise nefiydir yani olumsuzdur ve hâl olması itibariyle de mahallen mensûbtur. Yani bunun manası, isteyen kişi onu istemeden önce Allah bütün bu şeylerden size verdi. Yahut da buradaki (.......) edatı ilgi zamîridir. Bu durumda manası “Siz ihtiyaç duyduğunuz herşeyden Allah size sanki siz onu istemişsiniz gibi veya hâl diliyle onu dilemişsiniz gibi size verdi.” “Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız” Onları saymaya, sonuna kadar hesaplamaya güç yetiremezsiniz. Yani şöyle sıradan bir sayalım diye arzu etseler bile böyle bir işi asla başaramazlar. Hele teferruata, tafsilata gelince, onları sadece yüce Allah bilir. “Şüphesiz insan çok zâlim” verilen nimetlerin şükrünü yerine getirmede gaflete düştüğünden dolayı haksızlık eder, değerini bilmez. “Çok nankördür” Çünkü verilen tüm nimetlere karşı nankörlük edecek derecede gözleri görmez olmuştur. Âyette geçen (.......) kelimesi, aşırı derecede şikayetçi olan, herşeyde feryat eden, haksızlıkta ısrar eden demektir. “Keffar” nimetleri toplamada nankörlük eden ve başkalanna vermekte nankörlük eden insan kelimesi, cins anlamında yani insan türü demektir. Dolayısıyla içinde bu manada haksızlıkta bulunan ve nankörlük edenlerin de olabileceğini içeren bir ifadedir. 35Hatırla ki, İbrâhîm şöyle demişti: “Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl, beni ve oğullarınıı putlara tapmaktan uzak bulundur. “Hatırla ki, İbrâhîm şöyle demişti:” Âyetin başında yer alan (.......) harfi, “hatırla ki” anlamındadır. “Rabbim bu şehri emniyetli kıl” buradaki şehirden kasıt, harem beldesi olan Beytullah ve sınırlardı demektir. “Emniyetli” demek de, güven veren, demektir, bu âyet ile Bakara sûresinde geçen 126. âyet arasındaki fark şöyledir. Bakara süresindeki âyette üzerinde durulan nokta, Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) bu belde halkının da tıpkı halkı güven içinde olan öteki beldelerde olduğu gibi güvende kılmasını istiyor. Halbuki buradaki âyette üzerinde durulan husus şudur; artık buranın korkuları bir yer ve belde olmadığı özelliğinin verilmesi isteniyor. Buradaki korku ve endişe durumlarının kaldırılması isteniyor. Yani korku yerine güven veren bir belde olsun istiyor. Sanki Hazret-i İbrâhîm: “Burası korkuları bir yerdir, ancak Rabbim sen burayı güvenli bir yer kıl” der gibidir. “Beni ve oğullarınıı” Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) burada kendi öz soyundan gelen çocuklarını kast ediyor “Putlara tapmaktan uzak bulundur” Dinin üzere beni sabit kıl ve putlara tapmaya devamdan beni hep uzak tut. Tıpkı Bakara Sûresinde “Her ikimizi de müslüman olarak sana teslim olmuş iki müslüman kul eyle” (Bakara 128) âyetinde geçtiği gibi, bir duadır. Burada bizi dinin üzere sabit kıl, diyor. Bu son kısımda fiilden önce bir (.......) edatı bulunmaktadır. 36Rabbim! Çünkü onlar insanlardan birçoklarının sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, merhamet edensin.” “Rabbim! Çünkü onlar insanlardan birçoklarının sapmasına sebep oldular,” Burada putlar, dalalete götürmeye ve saptırmaya sebep oluşturduklarından ötürü, öyle gösterilmiştir. Çünkü halk bunlar sebebiyle yollarını şaşırmaktadırlar. Böyle olması sebebiyle de sanki saptıranlar putlar imiş gibi âyette öyle gösterilmiştir, “şimdi kim bana uyarsa” kim benim dinim üzere yaşarsa ve benim gibi tek Allah'a inanan Hanif bir müslüman olursa “o bendendir” yani benim bir kısmımdır. Çünkü soyundan gelenler kendi sulbü ve nesli olması sebebiyle bu ifadeyi kullanıyor. “Kim de” Allah'a şirk ve ortak koşma dışında ya da şirk manasında bir isyan ile bana karşı çıkarsa “Bana karşı gelirse, artık sen gerçekten çok bağışlayan, pek merhamet edensin” yani tevbe ederlerse ve îman ederlerse, demektir. 37Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını senin Beyti Harem'in yanında, ziraat yapılmayan bir vadiye yerleştirdim. Artık sen de insanlardan bir kısmmın gönüllerini onlara meyledici kıl ve meyvelerden bunlara rızık ver. Umulur ki bu nimetlere şükrederler. “Ey Rabbimiz!” Senin haram olan Beyti'nin yanın da “namazı dosdoğru kılmaları” orada sana ibâdette bulunarak orayı mamur duruma getirmeleri ve seni hep anmaları, ibâdet etmeleri için (.......) buradaki “lam” harfi (.......) fiiline mütealliktir. Yani yerleştirdiğin bu çıplak vadide, demektir. “Ben, neslimden bir kısmını” çocuklarınıdan bazılarını Meselâ Hazret-i İsmâîl ve onun soyundan gelenleri “senin Beyti Harem'in yanında” burası Beytullah'tır. Âyette de görüldüğü gibi “muharrem” denmesi, yüce Allah tarafından buraya saldırmanın yasaklanmış olması, taarruzda bulunmanın, basite alınmasının haram kılınması sebebiyledir. Çünkü yüce Allah bunun çevresini bu manada dokunulmaz kılmış, v'e sınırlarını bu şekilde tanımlamıştır. Ya da bu haram oluş durumunun ya da dokunulmazlığın hala devam ediyor olması ve böylece de devam edecek olması sebebiyledir. Bu itibarla bütün zalimler oraya saldırıdan korkar. Ya da çok büyük bir saygıya değer olması sebebiyle burası muhteremdir. Kimsenin buranın dokunulmazlığına veya saygınliğina zarar vermesine asla izin verilmez. Ya da burasının tufan ve benzeri afetlerden azade kılınması sebebiyledir. Burada bu tür afetlerin vuku bulması yasaklanmıştır. Nitekim buraya Atik ismi da verilmiştir. Çünkü buraya sığınan hürriyetine kavuşur. Bir de yüce Allah burayı zalimlerin saldırısından azade kılmış, uzak tutmuş olması ve bir de en eski yapı olması sebebiyledir. “Ziraat yapılmayan” Hiçbir zaman ziraat adına hiçbir şey yetişmeyen veya bulunmayan “bir vadiye yerleştirdim” bu vadiden kasıt, Mekke vadisidir. “Artık sen de insanlardan bir kısminin gönüllerini” bir an önce değişik bölgelerden ve ülkelerden oraya gidip ziyarette bulunmaları, oraya doğru özlemle uçar gibi gitmeleri için “onlara meyi edici kıl” Burada geçen (.......) edatı teb'îz manasınadır yani bazısı, bir kısmı demektir. Nitekim Mücahid'ten gelen rivâyete göre diyor ki: “Eğer İbrâhîm (aleyhisselâm) “bir kısminin gönüllerini” ifadesi yerine “İnsanların gönüllerini” demiş olsaydı, insanlar atlısıyla, yaya olanıyla, Rumu ile Türkü ve Hintlisi ile buraya akın ederlerdi. Bundan dolayı size zorluk çıkarırlardı. Yahut da buradaki (.......) edatı ibtida, başlarıgıç manasınadır. Meselâ: (.......) ifadesi gibi ifadedir. Ki bunun manası “Benden olan kalbim hastadır” demek olup, asıl ifade ettiği şey “kalbimin” hasta olduğudur. Çünkü burada denmek istenen asıl söz (.......) sözüdür. Bu da kalbim, demektir, sanki burada “halkın gönülleri” der gibi bir ifade bulunmaktadır. Bu örnekleme de, “ef ide” kelimesinin âyette nekre olması sebebiyle muzâfunileyh de nekre yani belirsizdir. Bununla da, sadece bazı gönülleri yönlendirme manası ifade olunmaktadır. “Ve meyvelerden bunlara” burada oturanlara, içinde hiçbir ziraat olmayan bu vadide, değişik bölgelerden ve beldelerden insanların celp olunarak gelmeleri suretiyle “rızık ver. Umulur ki” üzerinde hiçbir ekim yapılamayan, bir üründe yetişmeyen, bir ağaç ve su bulunmayan böyle bir vadide türlü meyve ve “Bu nimetlere şükrederler.” 38Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki sen bizim gizleyeceğimizi de, açık layacağımızı da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalanaz. “Ey Rabbimiz!” Burada tekrar olunan sesleniş, yakansın Allah'a sığınmanın bir delilidir. Şüphesiz ki sen bizim gizleyeceğimizi de, açıklayacağımızı da bilirsin. Açıktan işleneni bildiğin gibi, gizliden olarak işleneni de sen muhakkak bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalanaz. Hazret-i İbrâhîm'i doğrular mahiyette olan Allah kelamı olsun veya bizzat Hazret-i İbrâhîm'in söyledikleri olsun, Allah için gizli kalacak bir şey asla yoktur. Âyette geçen (.......) edatı istiğrak içindir. Sanki burada, her ne türden şeyler olursa olsun, Allah için gizli olan hiçbirşey yoktur ve olamaz, der gibidir. 39İhtiyar halimde bana İsmâîl'i ve İshak'ı lütfeden Allaha hamdolsun. Şüphesiz Rabbim, duayı hakkıyla işiticidir. İhtiyar halimde bana İsmâîl'i ve İshak'ı lütfeden Allaha hamd olsun. Burada geçen (.......) cer edatı, beraber manasına gelen (.......) manasınadır ve hâl ifade eder yani hâl yerinde gelmiştir. Mana “Ben tam da yaşlandığım hâlde veya yaşlandığım bir sırada” demektir, rivâyete göre Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) 99 yaşma geldiğinde oğlu İsmâîl dünyaya gelmiştir. 112 yaşına geldiğinde de oğlu îshak (aleyhisselâm) doğmuştur. Farklı bir rivâyete göre de İsmâîl (aleyhisselâm) doğduğu zaman Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) 64 yaşında bulunuyordu. Oğlu İshak (aleyhisselâm) dünyaya geldiğinde ise Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) 90 yaşında idi. Burada özellikle ihtiyarlık veya yaşlılık durumuna dikkat çekilmiş olması şundan dolayıdır. İnsanlar yaşlanınca kendilerine bir çocuk bağışlanmasına daha çok minnet duyarlar. Çünkü yaşlılık hâli artık doğumdan umutsuzluğun başladığı bir dönem olmaktadır. Böyle tam da doğuramaz diye umutsuzluk duyulduğu bir sırada, bir çocuğu verilmiş olması en büyük nimetlerdendir. Kaldı ki bu çok ilerlemiş olan bir yaşlılık döneminde Hazret-i İbrâhîm'e çocuk verilmesi de en büyük bir mu'cizedir, Hazret-i İbrâhîm için bir ayettir. “Şüphesiz Rabbim, duayı hakkıyla işiticidir” yapılan duaya icabet edendir. Mesela kral filân adamın sözünü duydu, dendiğinde bu, o kimsenin kral tarafından kabul görmesi ve sözlerinin onun tarafından dinlenir olması manası gelir. Nitekim “semiallahu limen hamiden” duası da bu manayadır. Anlamı “Allah, kendisine hamd ve senada bulunanların sözünü işitir” demektir. Çünkü Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) zaman zaman kendisine çocuk verilmesi için Allah'a dua ederdi ve nitekim: “Rabbim! Bana sâlihlerden olacak bir evlat ver” (Saffât: 100) diye dua ederdi. Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) yüce Allah tarafından duasına icabet buyurulması sebebiyle ve kendisine ikramda bulunduğu için şükretmiştir. Âyette işitme olayının duaya izafe olunması yani bir tamlama yapılmış olması, sıfatın mefulüne olan izafeti türündendir. Bunun aslı (.......) demektir. İmâm Sîbeveyh, kendi fiilin yaptığı işi-ameli gören aşırılık yani mübalağa manasım ifade eden amil kalıpları veya kipleri verirken bunu da zikrediyor ve “Semiun” kelimesi tıpkı “Rahîmun” kelimesi gibi olduğunu belirtiyor. Meselâ: (.......) yani “Bu babasına merhamet edendir” gibi. Rahîm kelimesi burada “ebahu” kelimesini mef'ûl olarak almış ve nasbetmiştir. 40Ey Rabbim! Beni ve neslimden gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul buyur. “Ey Rabbim! Beni ve neslimden gelecekleri” yani bir kısmını, demektir. Bu (.......) kelimesi ile mensûb olan bir kelime üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Sadece bir kısmı, çünkü Allah'ın bildirmesiyle o da biliyor ki, neslinden gelecek olanların hepsinin müslüman olacağı sözkonusu değildir, soyundan kafir olanlarda gelecektir. İbn Abbâs'tan rivâyete göre, Hazret-i İbrâhîm'in soyundan bazıları ta kıyamete kadar İslam fıtratı üzere hayatlarını sürdüreceklerdir. Namazı devamlı kılanlardan eyle. Ey Rabbimiz! Duamı kabul buyur. Kırâat imâmlarından Mekke ekolüne göre buradaki (.......) kelimesi hem “vasil” yani birleştirme ve hem vakf yani durma hâlinde olsun “ye” harfiyle (.......) olarak okunur. Bu okuyuşta Mekke'ye Ebû Amr da muvafakat etmiştir. Hamza ise, vasıl hâlinde ona kâtilmış, ancak vakf hâlindeki okuyuşta ona muvafakat etmemiştir. Geri kalan kırâat imâmları bu kelimeyi “ye” harfi olmaktasızm (.......) olarak okumuşlardır. Bunun da manası, duamı veya ibâdetimi kabul buyur, demektir. “Sizden de, Allah'ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıtefsir” (Meryem: 48) 41Ey Rabbimiz! Hesap olunacağı gün beni, anamı, babamı ve mü'minleri bağışla. “Ey Rabbimiz! Hesap olunacağı gün” sabit olan gün demektir. Ya da burada ailesinin, herkesin kalkacakları gün olan kıyam mecâzî manada hisap kelimesine isnad olunmuştur. Tıpkı Yûsuf 48 de “köye sor” âyetinde olduğu gibi. Halbuki buradaki mana “köye değil, köyde yaşayan ve orada bulunan insanlara sor” demektir. Mecâzî manada “köye sor” denmiştir. “Benî, anamı, babamı” yani Âdem ile Havva'yı yahut da Hazret-i İbrâhîm anne ve babası için dua etmekten men edilmeden önce ve onların îman etmelerinden umudunu kesmeden önce idi bu duası. “Ve mü'minleri bağışla.” 42Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak Allah onları korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor. “Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma” Âyet mazlumlar (ezinler) için bir teselli ve zalimler (ezenler) için de bir tehdit içermektedir. Buradaki hitap Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) değil, onun şahsında başkalann ismi r. Çünkü burada hitap eğer peygambere ise, bu taktirde bir durum tesbitidir. Yani Resululîah (sallallahü aleyhi ve sellem) asla Allah'ı gâfil sanmaz, demektir. Bu âdeta “Ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma” (En'am 14) âyeti gibidir. Yine “O hâlde sakın Allah ile beraber başka ilaha kulluk edip yalvarma” (Şuara 213) âyeti gibidir. Keza “Ey îman edenler! Allah'a, Resûlüne ... îman edin” (Nisa: 136) âyeti gibi. Söylendiğine göre, bundan kasıt, durum tesbiti ve bildirimdir. Yani yüce Allah zalimler herne yaparlarsa yapsınlar, Allah onu bilir. Allah için onların işledikleri hiçbirşey gizli kalmaz. İster az, ister çok olsun, o zalimler her ne işlemişlerse, yüce Allah onları işlediklerine göre cezâlarıdıracaktır. Bu bir türlü korkutma ve tehdit yoludur. Nitekim “Allah ne yaparsanız, hepsini bilir” (Bakara 283) “Ancak Allah onları” n cezâlarını “korkudan gözlerin dışarı fırlacayacağı bir güne erteliyor” Yani onların gözleri, gördükleri dehşetten ve korkudan ötürü yerinde duramaz, âdeta göz yuvarlağından dışarı fırlayacak gibi olur. 43Zihinleri bomboş olarak kendilerine bile dönüp bakamaz durumda, başları göğe dikilmiş bir vaziyette koşarlar. “Zihinleri bomboş” hayır olarak sıfır noktasında ve elleri bomboş olarak kenlerine bile dönüp bakamaz durumda” dikkatleri dönüp kendilerine bakacak hâlde değil ki, dönüp bakabilsinler. Korku sebebiyle ne yapacaklarını bilecek durumda değillerdir. “Başları göğe dikilmiş bir vaziyette” davetçiye doğru “koşarlar” Heva: öyle bir boşluktur ki, hiçbir şeyin girmediği, hep boş kaldığı yer, demektir. Bunun için bu şekilde nitelendirilmiştir. Meselâ: Filancanın kalbi havalıdır, dendiğinde, boştur ve korkaktır, kalbinde kuvvet ve cesaret adına bir şey bulunmayan demektir. Bir diğer ifade ile boştur, yani aklı yoktur, demektir. 44Kendilerine azâbın geleceği, bu yüzden zalimlerin: “Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bize süre ver de senin davetine uyalım ve peygambere tabi olalım” diyecekleri gün hakkında insanları uyar. “Daha önce, sizin için bir zeval olmadığına, yemin etmemiş miydiniz?” “Kendilerine azâbın geleceği, bu yüzden zalimlerin: “Ey Rabbimiz! Yakın bir müddete kadar bize süre” bizi dünyaya gönder, şöyle yakın bir süreye kadar bize bir zaman tanı “da senin davetine uyalım ve peygambere tabi olalım” Senin davetine icabetten kaçmak suretiyle kaçırdıklarınıızı, peygamberlerine uymamak suretiyle de işlediklerimizi affettirmek, yanlışlarınıızdan dönmek için bir zaman ver diyecekleri gün “kıyamet” hakkında insanları uyar. “Bunun üzerine onlara denir ki: “Daha önce sizin için bir zeval olmadığına, yemin etmemiş miydiniz?” Yani siz henüz dünyada iken, öldükten sonra biz böyle bir durumla asla karşılaşmayacağız, bir başka dünyaya taşırımayacağız diye ant içen sizler değil misiniz? Yani sizler öldükten sonra dirilmeye îman etmiyordunuz, inkâr ediyordunuz. Nitekim yüce Allah başka bir âyette de şöyle buyuruyor: Onlar: “Allah ölen bir kimseyi diriltmez” diye olanca güçleriyle Allah'a and içtiler. Âyette yer alan (.......) ifadesi, yeminin yani kasemin cevâbıdır. Ancak burada (.......) kavline hitap lafzıyla getirilmiştir. Eğer and içenlerin sözleri hikâye edilseydi yani onlara yer verilşeydi, burada “bizim için bir zeval yoktur” olurdu. Ya da burada “gün” sözü yakın gelecekte olacak olan bir azap ile helâk olunacakları gün manası murat olunmuştur veya ölümlerinin gerçekleştiği günde sekeratı mevt (Ölüm sarhoşluğunun) dehşeti ve şiddetiyle azap olunmalıdır, meleklerin kendilerine herhangi bir müjde getirmeksizin onları karşımalarıdır. İşte onlar böyle bir günde Rableri tarafından kendilerinin yakın bir geleceğe kadar ertelenmesini isteyeceklerdir. Âyette geçen (.......) kelimesi (.......) fiilinin ikinci mef'ûludur. Zarf değildir. Çünkü inzar (uyarma) kıyametin gerçekleştiği gün sözkonusu bile olamaz. 45Kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz. Onlara nasıl muamele ettiğimiz size apaçık belli oldu. Ve size misaller de verdik. İnkar etmek suretiyle “kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz” (.......) kelimesi (.......) kelimesinden alınmadır. Bu da durmak, kalmak manalarına gelir. Bu kelime “fi” cer edatı ile geçişli fiil haline gelir. “Evde karar kıldı” veya “orada kaldı” gibi. Ancak bu ker lime belli özel bir kalma, durma manasına nakledilince, bunda tasarrufa gidildi. Meselâ evde sakin oldu, yani kaldı, oturdu, ikamet etti gibi manalara gelir. Bu kelimenin aynı zamanda sükun manasına gelmesi de câizdir. Bu taktirde orada, o evde huzur içinde zorluksiz olarak yaşadılar, kendilerinden önce geçen toplumların gidişatı üzere davranarak zulm ettiler, haksızlık yaptılar, bozgunculuk çıkardılar. Kendilerinden önce gelenlerin başına neler geldiğinden söz etmez oldular, Allah tarafından başlarına neler geldiğinden ders çıkarmadılar, kötülüklerden uzak durmadılar. “Onlara nasıl muamele ettiğimiz” in haberlerini almakla veya bizzat görüp yaşayarak âyette geçen “Tebeyyene” fiilinin faili muzmerdır (gizlidir). Cümlenin kendisi bunu göstermektedir. Yani onların durum ları size açık hale geldi, demektir. Âyette yer alan (.......) kelimesi fâil değildir. Çünkü soru edatı kendisinden önce geçen kelime üzerinde amel etmez. Ancak bu kelime, bunun öncesinden yer alan ve “Onlara nasıl muamele ettiğimiz” cümlesi ile mensûbtur. Yani onları helâk ettik, onlardan intikam aldık, demek tir. “Size apaçık belli oldu. Ve size misaller de verdik” yani onların yaptıklarının özelliklerini sunduk, başlarına nelerin geldiğini anlattık. Bu da her zâlim kimseye esasen ders çıkanlâcak darbı meseller olarak gösterildi ama onlar yine de ders almadılar. 46Hilelerinin cezâsı Allah katında biliniyorken, onlar, tuzaklarını kurmuşlardı. Halbuki onların hileleriyle dağlar yerinden gidecek değildi. “Hilelerinin cezâsı Allah katında biliniyorken” Bu da önceki gibi faile muzaf olan bir ifadeair. Manası, onların hile ve tuzakları Allah katında yazılıdır, kayda geçirilmiştir. Allah da onları, yapageldikleri tuzaktan çok daha büyük bir tuzağa düşürecektir. Ya da bu, mefule muzaf olan bir ifadedir. Bu durumda manası şöyle olmaktadır. Allah'ın onlar için kurduğu ve hazırladığı tuzak, Allah katındadır. Bu da Allah'ın onlara vereceği azâbtır. Bu azap onların hiç de tahmin etmedikleri bir yerde gelip onları ansızın yakalayıverecektir. “Onlar, tuzaklarını kurmuşlardı” ellerinden her ne geldiyse yapmak istedikleri her kötülüğü yaptılar, her yola başvurdular. Kafirliği desteklemede olsun, İslamı geçersiz ve anlamsız hale getirmede olsun ellerinden gelen her yolu denediler. Halbuki onların hileleriyle dağlar yerinden gidecek değildi. Burada (.......) kelimesinde birinci “lam” harfinin esresi ve ikincisinin de nasbiyledir. Cümlenin anlamı şöyle olmaktadır: “Onların tuzakları, peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği işi önleyecek, ortadan kaldıracak değildir” Burada Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinden “dağ” ile söz olundu. Sebebi öneminin oldukça büyük olmasıdır. Âyette geçen (.......) tam fiildir, nakıs değildir. (.......) edatı cer ise nefiy yani olumsuzluk içindir. “Lam” harfi ise bunu tekit ve teyit için gel mistir. Bu âdeta, “Allah onlara azap edecek değildir” (Enfal 33) âyetinde geçen (.......) fülindeki “lam” harfi gibidir. Bu durumda mana şöyle oluyor: “Onların hile ve tuzakları sayesinde dağların yerinden kalkması veya oynaması muhâldir, olacak bir iş değildir. Burada “dağlar” kelimesiyle Allah'ın âyetleri ve şerî'atı, dini temsil olundu. Çünkü bunlar âdeta yerinden sarsılmaz olan sağlam dağlar misali hükümlerdir, ayetlerdir. Bunun böyle olduğunun da delili İbni Mesud'un kırâatidir. Çünkü İbn Mesud bunu (.......) olarak okumuştur. Yani onların tuzağı ... olmadı” demektir. İlk Lamın fethi ve ikincisinin de refiyle Ali okumuştur. Yani (.......) edatı ise (.......) edatının hafifletilmiş şeklidir. Lam harfi ise tekit içindir. 47O hâlde, sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah, mutlak üstündür, kimsenin yaptığını yanma bırakmaz. “O hâlde, sakın Allah'ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma!” Bununla hatırlarıan şey, yüce Allah'ın “Şüphesiz peygamberlerimize ve îman edenlere, hem dünya hayatında ve hem şâhitlerin şâhitlik edecekleri günde yardım ederiz” (Mü'min 51) mealindeki bu âyet ve bir de: “Allah, elbette ben ve elçilerim üstün geleceğiz, diye yazmıştır” (Mücadele: 21) mealindeki bu ayetidir. Âyette yer alan (.......) kelimesi (.......) fiilinin ikinci mefulüdür. (.......) kelimesi aynı zamanda (.......) ifadesine izafe olunmuştur. Bu (.......) da bunun ikinci mefulüdür. Birinci mefûl ise (.......) kelimesidir. Cümlenin manası: “Peygamberlerine, verdiği sözden” demektir, burada ikinci mefule birinciye göre öncelik vermesi, yüce Allah'ın asla sözünden dönmeyeceği gerçeğinin bilinmesi içindir. Tıpkı “Şüphesiz Allah asla sözünden dönmez” (Âl-i Imrân: 9) kavli gibidir. Daha sonra (.......) peygamberlerine, diye buyurması, yüce Allah'ın asla sözünden dönmeyeceğini bildirmek içindir. Allah nasıl olur da peygamberlerine verdiği sözden cayar? Bu hiç olacak bir şey midir? Çünkü peygamber onun tarafından seçilen seçkin insanlardır. “Çünkü Allah mutlak üstündür” asla kimse tuzağa düşüremez ve onunla yanşamaz da “Kimsenin yaptığını yanına bırakmaz” düşmanlarına karşı dostlarına yardım eder. 48Yer başka bir yer, gökler de başka gökler haline getirildiği, insanlar bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün. Şu tanıdığınız “yer -yüzü şu tanıdığınızdan ve bildiğinizden farklı-başka bir yer, gökler de -başka gökler haline- getirildiği” burada sadece “gökler” dedi ve fakat “başka gökler” ifadesine yer verilmedi. Sebebi, zaten cümlenin gelişi yani öncesi bu manaya delalet ettiğinden dolayı sözkonusu ifade hazf olunmuştur. Âyette geçen “tebdil” kelimesi “tağyir” yani değiştirme anlamındadır. Bu değiştirme olayı bazen maddenin kendisinde olabilir, bazen de vasıf olan kelimelerde kullanılır. Meselâ: “Dirhemleri dinarlarla veya gümüşleri altınlarla tebdil ettim” demek “değiştirdim” demektir. Burada değişme olayı maddeler üzerinde cereyan etmiştir. Mesela “Halka yüzüğü gümüşe tebdil ettim” yani değiştirdim, erit tim demektir ki, burada özellikle değişim olmuştur. Ki eritmek suretiyle yüzük, yüzüklükten çıkarılmış gümüş olarak eritilmiştir. Bir oluşumdan farklı bir oluşuma dönüşmüştür. Yeryüzünün ve göklerin değişiminin nasıl olabileceği üzerinde fark lı tefsirler yapılmıştır. Kimisi sadece vasıfları, özellikleri değiştirecek derken, kimisi de yeryüzündeki dağlar ortadan kalkacak, denizler coşup kaynayacak, yeryüzü dümsüz hale gelecektir. Hiçbir eğrilik bile üzerinde görülmeyecek demişlerdir. İbni Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyete göre, “yeryüzü yine yeryüzüdür ama sadece değişime uğrayacaktır. Gökte, yıldızların dökülmesi, güneş ve ayın batmasıyla, yarılmakla, her biri kapı olmakla değişime uğrayacaklardır.” Farklı bir tefsire göre bu yer ve gökler tamemen yok olacaklar ve yepyeni bir yer ve gökler yaratılmış olacaktır. İbni Mesud'dan (radıyallahü anh) rivâyete göre: “İnsanlar bembeyaz bir yer üze rinde haşr olunacaklar üzerinde hiçbir kimsenin hata işlemediği bir dünya üzerinde hesaba çekileceklerdir.” Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den gelen rivâyete göre; “Yeryüzü gümüşe, gökler de altına dönüştürülecektir.” İnsanlar bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna” kabirlerinden çıktıkları gün.” Bu âyet âdeta: “Bu gün hükümranlık kimindir? Kahhar olan tek Allah'ındır” (Mü’min 16) mealindeki âyet gibidir. Çünkü mülk ve varlık âlemi herşeye galip gelen, kendisine asla karşı çıkılamayacak olan Allah'ın olduğuna göre, hiçbir kimsenin Allah'tan başkasından medet beklemesi düşünülemez. Dolayısıyla durum oldukça şiddetli ve ağırdır. Bu âyetin başında yer alan (.......) kelimesinin zarf olarak mensûb olması, “İntikam” kelimesi sebebiyledir veya burada gizli (muzmer) bir (.......) (hatırla) fiili vardır onunla mensûb kılınmıştır. 49O gün, günahkarların zincire vurulmuş olduğunu görürsün. “O gün” yani kıyamet günü “günahkarların” kafirlerin “zincire vurulmuş olduğunu görürsün” Birinin ötekisine bağlandığını veya şeytanlarla birbirlerine zincirlendiklerini yahut da el ve ayaklarının zincire vurulduğunu görürsün. (.......) kelimesindeki cer edatı (.......) kelimesine taallûk etmektedir. Yani zincire vurularak demektir. Yahut da ona taallûk etmemektedir. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: Bukağılarıarak, zincire vurularak. 50Onların gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş bürür. “Onların gömlekleri katrandandır” Bu kara ardıç denen bir ağaç olup, kaynatılmak suretiyle bundan katran denen madde elde edilir. Bununla da uyuz develer katranlanmak suretiyle, uyuz olan yerler yakılır. Bu, çok çabuk tutunan bir maddedir, rengi siyahtır. Dolayısıyla cezâlarıdırılacak kimseler üzerine bu âdeta bir gömlek gibi sürülmek suretiyle katranla sıvanır ki, böylece o ateşin yakıcıliğinı bedenlerinde daha fazla hissetsinler, yakıcılık hızlı bir şekilde vücûdlarına yayılsın. Bunun bizim gördüklerimiz veya müşahade ettiklerimiz arasındaki fark, hiçbir zaman onun yakıcıliğinın ne kadar yüksek bir derecede olacağını bilemeyeceğimiz bir miktarda ve değerdedir. Sanki bizim bildiklerimiz ve gördüklerimiz, yanımızda var olanlar sadece isimden ibâret gibi kalır. Asıl müseması yani esas katran orada olanıdır. Allah'ın katran ile cezâlarıdırmasından oluşan gazâbından, azâbından ve öfkesinden Allah'a sığınırız. Zeyd bunun “min katrin anin” olarak okumuştur. “Yüzlerini de ateş bürür” yani o ateş tutuşarak yüzlerini sarar. Özellikle yüz denmesinin sebebi, bu organın vücut organları içinde en değerli ve en hassas organ olması sebebiyledir. âdeta içteki kalp gibi yüz de bu manada değerlidir. Bunun içindir ki, “yandıkça tırmanıp kalplerin ta üstlerine çıkan ateş” (Hümeze 6-7) buyurulmuştur. 51Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için onları diriltecektir. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir. “Allah herkese kazandığının karşılığını vermek için onları diriltecektir.” Allah suçlulara, kafirlere yapacağını yapacaktır ki her nefis ne yapmış ise, kazandığının karşılığını böylece görebilsin. Ya da her nefis, suçu ne ise onun cezâsını, itâatkâr ise onun da eririni görebilsin. Çünkü işledikleri suçlar yüzünden suçluları yüce Allah cezâlarıdırınca, böylece bileceklerdir ki Allah, itâatkâr olan mü’min kullarını da sevap ile ödüllendirir, “şüphesiz Allah hesabı çabuk görendir” Allah kullarının hepsini göz açıp kapayma kadar geçecek olan zamandan çok daha hızh bir zaman dilimi içerisinde hesaplarını görüverir. 52İşte bu Kur'ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğrensinler diye insanlara bir bildiridir. “İşte bu Kur'ân” yani bu surenin 42. âyetinden 51. âyetine kadar özellikleri anlatıları hususlar “kendisiyle uyarılsınlar” bu mesaj ile uyanlıp nasihat alsınlar için, burada geçen (.......) fiili mahfuz olan bir fiil üzere atfolunmuştur ki bu da, (.......) nasihat, öğüt alsınlar, demektir. Uyarılsınlar demek, Allah'tan başka ilâh olmadığını bilsinler demektir. Çünkü insanlar korktukları zaman, korku onları gerçekleri görmeye, onlara bakmaya yöneltir ki böylece tevhid inancına sahip olsunlar ister. Korku esasen her iyiliğin temelidir. “Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğrensinler diye insanlara bir bildiridir” Hatırlamada yeter bir ifadedir, bir öğüttür. |
﴾ 0 ﴿