HİCR SÛRESİ

Bu sûre Mekke'de nâzil olmustur; 99 âyettir.

1

Elif. Lam. Râ. Bunlar Kitab'ın ve apaçık bir Kur'ân’ın âyetleridir.

Elif. Lam. Râ. Bunlar Kitab'ın ve apaçık bir Kur'ân’ın âyetleridir.” Burada geçen, (.......) işaret ismi, sûre âyetlerinin içerdiği hususlara işaret etmektedir. Kitaptan kasıt da apaçık Kur'ân demektir ki, sûreyi açıklamaktadır. Kur'ân kelime sinin nekre olarak gelmesi de tazim ve saygı ifadesi içindir. Mana ise şöyledir:

Yani gerçek anlamda bir kitap olması bakımından işte bu muazzam ve mükemmel Kitab'ın içinde yer alan bu surenin ayetleridir ve her şeyi açıklayan Kur'ân'ın da ayetleridir.” Burada âdeta şöyle denilir gibidir: “Her manada kemali cami olan ve beyanda, açıklamada hayret ve şaşkınlık uyandıran bu Kitap!”

2

İnkâr edenler zaman zaman, keşke Müslüman olsaymışlar diye arzu edecekler.

İnkâr edenler zaman zaman, keşke Müslüman olsaymışlar diye arzu edecekler.” Bu âyetin başında yer alan, (.......) kavli, Medine kırâat okulu mensupları yani Nâfi ve Ebû Cafer ile Âsım tarafından tahfif ile yani şeddesiz olarak, (.......) şeklinde kırâat olunmuştur. Bunlar dışındakiler ise bunu şeddeli olarak, (.......) şeklinde okumuşlardır. Bu kelime bünyesinde yer alan, (.......) ise kaffedir yani amel edemez. Çünkü bu, mabadını mecrûr kıları bir cer edatıdır ve nekre olan isme mahsustur. Bu (.......) harfi amelden menedildiğinde, kendisinden sonra mazi fiili ve isim gelir. Ancak burada, (.......) harfi amelden menedildiği hâlde bundan sonra gelen fiilin mazi değil de muzari olarak gelmesinin câiz görülmesi, şu açıdandır: Allah tarafından haber verilen herhangi bir şey, muzari fiil ile de haber verilmiş olsa bile o şeyin kesin olarak tahakkuk edeceğinin bir ifadesi olması itibariyledir. Sanki burada, (.......) değil de, (.......) demiş gibidir. Kafirlerin böyle bir temennide'bulunmaları ise, can çekiştikleri bir sırada veya kıyamet gününde kendi durumlarıyla Müslümanların durumlarını gördükleri zaman olacaktır. Ya da Müslümanlardan cehenneme girip de cezâlarını çektikten sonra oradan çıkıp cennete gittiklerinde kâfirler bu duyguyu ve'arzuyu duyacaklardır. Kafir olan kimseler de o anda kendilerinin de keşke Müslüman olsaydık, temennisinde olacaklarını belirtiyor.

Nitekim İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre; “Keşke Müslüman olsaymışlar” diye olan temennilerini, hikâye yoluyla anlatmaktadır, onların ağzından ifade etmektir. Ancak âyette, “Keşke Müslüman olsaydık” diye hitap ifadesiyle değil de, gaip ifadesiyle getirilmiş ya da zikredilmiş olması, onların durumlarını haber vermesi veya aktarması sebebiyledir. Bu tıpkı senin; “Bunu kesin olarak yapacağına dair Allah adına yemin etti” ifadene benze bir ifadedir. Eğer: “Kesin olarak yapacağım diye Allah adına yemin etti” demiş olsaydı yani, “Keşke Müslüman olsaydık” deseydi daha güzel olurdu. Ancak bu, burada geçen, (.......) edatıyla azlık anlamı verildi. Çünkü bu, “zaman zaman, ara sıra, bazen” gibi anlamlara gelir. Zira kıyametin o dehşet veren hâli kendilerini böyle bir temennide bulunmaya pek zaman tanımayacaktır. Ancak zaman zaman azap şiddetinin sarhoşluğundan uyanıp biraz akılları başlarına geldiği vakit böyle bir temennide bulunacaklardır ve keşke Müslüman olsaydık, diyeceklerdir. Bir de “rube - rubbe “edatı ile azlık manası değil, çokluk anlamı kasdolunur, diye söyleyenler vardır ki, bu onların bir yanılgısıdır. Çünkü bu, Lügat bilginlerinin yani dil bilimcilerinin bildirdiğinin aksinedir ve azlık manası için kullanılan bir kelimedir.

3

Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalaya dursun. (Kötü sonucu) yakında bilecekler!

Onları bırak;” Bu ifade bir tür aşağılama, basit olarak görme anlamında bir emirdir.

Yani onların durumlarını sergilemekten, çirkinliklerini ortaya dökmekten uzak dur. Onları yapmakta oldukları işten menetmeyi de bırak artık, ilgilenme onlarla. Onlara hatırlatmada bulunmaktan, öğüt vermekten de geri dur. Bırak ve halleri varsa görsünler.

Yesinler, eğlensinler” dünyalanyla gülüp oynasmlar “Ve boş ümit onları oyalayadursun.” Boş umutları, ilerilere dönük temenni ve beklentileri onları îmandan alıkoysun. “Kötü sonucu yakında bilecekler!” yaptıklarının kötü sonucunu yakın bir gelecekte bileceklerdir. Burada şöyle bir uyan ve ikaz bulunmaktadır. Dünya lezzetlerini ve nimetlerini tercih etmek, tul-i emele götürecek şeylerin peşinden koşturmak, bir mü’mine yakışmayacak şeylerdendir. Mü’min böyle bir kötü ahlâka sahip olmamalıdır.

4

Helâk ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında (bizce) bilinen bir yazgı olmasın.

Helâk ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında bizce bilinen bir yazgı olmasın.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kelimesine sıfat olarak gelmiştir. Ancak kural gereği, sıfat ile mevsûfu arasına vav harfinin girmemesi icab eder.

Tıpkı: (.......) (Şuara, 208) âyeti olmalıydı. Ancak burada araya vav harfinin girmiş olması, sıfatın mevsûfa bağlılığını pekiştirmek içindir. Çünkü vav harfi olmasızın mevsûfa bağlı olan sıfatın daha da pekiştirilmesi için vav harfi getirilir.

İşin aslı şöyledinBu cümle mevsûf bir isim hükmünde sayıldığından, (.......) kelimesinin hâli olmalıdır. Sanki şöyle denilmektedir: “Kasabalardan helâk ettiğimiz herhangi bir kasaba yoktur ki...” demektir.

Yani vasıf olarak değil. (.......) yani bilinen bir yazgıları vardır ki bu da onların Levh-i Mahfûz'da yazılı bulunan süreleridir ve bu gayet açıktır. Nitekim Rabbimizin şı kavlini görmez misin? Bak ne buyuruyor:

5

Hiçbir millet, ecelinin önüne geçemez, ve onu geciktiremez.

Hiçbir millet, ecelinin hakkında yazılanın önüne geçemez, ve onu geciktiremez.” Belirlenen süreden sonrasına da ertelenemez. Burada, (.......) bilindiğinden hazfedilmiştir. Bir de önceki fiilde (.......)müennes yani dişi kabul edilmiş, sonrakinde ise aynı kelime müzekker yani eril kabul edilmiştir. Bunun da sebebi ilkinde bizzat kelimenin lâfzı yani kendisi kasdolunmuş ve buna göre müennes kabul edilmiştir. İkincisinde ise lafız değil de kelimenin manası kasdolunmuş ve buna göre de müzekker olarak getirilmiştir.

6

Kâfirler dediler ki: “Ey kendisine Zikir (Kur'ân) indirilen (Muhammed!) Sen mutlaka bir mecnunsun!”

Kâfirler dediler ki: “Ey kendisine Zikir- Kur'ân- indirilen Muhammed! Sen mutlaka bir mecnunsun!” Mealde de belirttiğimiz gibi burada deli ifadesiyle Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'i kastetmektedirler. Onlar bu seslenişi, sadece alay olsun diye yapıyorlardı. Nitekim Fir'avun da böyle diyordu: “Size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir, dedi.” (Şuara, 27)

Dikkat edilirse, bunlar zikrin yani Kur'ân'ın ona indirildiğini ikrar ettikleri hâlde, nasıl da gidip ona delilik damgasını vurup deli diye larıse ediyorlar. İfadelerinden de alaycı oldukları yansımaktadır Çünkü bunda bir tür baskıcı manada bir eğlenme, alay etme manası yatınaktadır. Dolayısıyla böylene aynı şekilde cevap vermek câizdir.

Nitekim şu âyet bunun bir örneğidir: “Onlara çok acıklı ve elim bir azâbı müjdele!” (Al-i İmran, 21) ve “Halbuki sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!” (Hûd, 87) gibi. Mana şöyle olmaktadır; “Sen, Allah tarafından sana zikir yani Kur'ân indirildiğini söylemekle, böyle bir iddiaya kalkışmakla gerçekten sen böylece deliler gibi saçmalıyorsun.”

7

“Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.”

Eğer doğru söyleyenlerden idiysen, bize melekleri getirmeliydin.” Burada, (.......) harfi, (.......) harfiyle birlikte, başka bir şeyin varlığı sebebiyle diğer bir şeyin olmayacağını ifade anlamında gelmişlerdir veya bu tahziz-teşvik ya da yönlendirmek içindir.

(.......) edatı, (.......) edatıyla birlikte sadece tahziz yani yönlendirme anlamını yüklenir. Mana şöyle olmaktadır:

(.......)

Yani “senin doğru söylediğine şâhitlikte bulunabilecek melekler getirmeli değil miydin?” demektir. Ya da “Eğer sen doğru söyleyenlerden idiysen o hâlde seni yalanlamamızdan ötürü bizi cezâlarıdırmaları için meleklerle gelmeli değil miydin/getirmeli değil miydin?”

8

Biz melekleri ancak hak ile indiririz. O zaman onlara mühlet verilmez.

Biz melekleri ancak hak -hikmet- ile -bağlı olarak- indiririz.” Burada geçen, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi kırâat imâmlarından Ebû Bekir dışında Kufe okulu yani Hafs, Hamza ve Kisâî aynen (.......) olarak okumuşlardır. Ebû Bekir ise bunu (.......) olarak ve başkalan da (.......) olarak okumuştur.

O zaman onlara mühlet verilmez.” Burada, (.......) onların cevâbıdır. Şartın cezâsı ise mukadderdir. Takdiri de şöyledir:

(.......) yani, “Eğer biz onların üzerine melekler indirseydik, onlara mühlet verilmeyecek ve bu durumda da azapları ertelenmeyecekti.”

9

Zikri (Kur'ân'ı) kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.

Zikri-Kur'ân'ı- kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” Bu ifade, müşrik ve kafirlerin;

(.......) (Hicr, 6) âyetinde söyledikleri gibi sözlerini ve Hazret-i Peygamber ile alaylarını reddetmektedir. İşte bunun içindir ki Rabbimiz, (.......) diye buyurdu. Bununla Yüce Allah, bu Kur'ân-ı indirenin kesinlikle Allah olduğunu, yani kendisi olduğunu tekid etmektedir. Ve bunu, önceki kitapların aksine şeytanlardan korunmuş olarak indirenin de bizzat kendisi olduğunu, her zaman ve her vakit onu eklemelerden ve eksiltmelerden, tahriften, üzerinde oynanmaktan koruyacak olanın da yine bizzat kendisi olduğunu bildirmektedir. Çünkü yüce Kur'ân'dan önce indirdiği kitaplar hakkında bu anlam da onları korumakla ilgili olarak herhangi bir garanti vermemiş, ancak bunların korunmasını Rabbanilerden ve ahbar denen din bilginlerinden istemiştir. Ancak bunlar da kendi aralarında taşkınlık ve azgınlıkları sebebiyle anlaşmazlığa düştüler. Bunun sonucunda da tahrif denilen bozulmalar ve değiştirmeler meydana gelmiş oldu. Ancak Allah, Kur'ân'ın korunması ya da muhafazası konusunu başkalanna havale etmemiştir.

Nitekim, (.......) kavlini de, bu Kur'ân'ın kendi katından indirilen bir kitap olduğuna delil kılmıştır. Çünkü eğer bu Kur'ân beşer sözü olsaydı ya da bir tek âyeti değiştirilseydi, nasıl ki başka söz ve ifadelere bir takım eklemeler yapılıyor ve çıkarmalar oluyor idiyse mutlaka buna da eklemeler ve çıkarmalar yapılabilirdi.

Ya da burada, (.......) kavlindeki zamîr, tıpkı (Mâide,67) (.......) kavlindeki olduğu gibi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne âittir.

10

Andolsun, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.

Andolsun, senden önceki milletler arasında da elçiler gönderdik.” Burada geçen, (.......) kelimesi, “eş-Şia” kelimesinin çoğuludur ve bu da fırka ve gurup anlamındadır. Fırka ise, Herhangi bir mezhep ya da görüş ve tarikat üzerinde ittifak eden toplum ve cemaat anlamındadır.

11

Onlara bir peygamber gelmeyedursun, hemen onunla alay ederlerdi,

Onlara bir peygamber gelmeyedursun, hemen onunla alay ederlerdi.” Burada (.......) kavli, mazi halin hikâyesidir. Çünkü (.......) harfi ancak hâl manasında olan muzari fiilin başına dahil olur ve bir de hale yakın manada olan mazi fiilin başında yer alır. Burada yüce Rabbimiz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) inİ teselli buyurmaktadır.

12

İşte böylece biz onu, (inkârcıliği) suçluların kalplerine sokarız.

İşte böylece biz onu, inkârcıliği -küfrü veya alaycıliği önceki toplumlar ve milletler arasına soktuğumuz gibi senin ümmetinden de bu yolu seçen- suçluların kalplerine- de küfrü veya alaycıliği sokarız.” İğneden iplik geçirilince,

(.......) veya (.......) denir. İşte bu âyet, Mu'tezilenin “Asları” görüşü ile “kullar fiillerinin yaratıcılarıdır” görüşü konusunda onların aleyhlerine bir delildir.

13

Öncekilerin başına gelenlerden ders almaları gerekirken onlar hâlâ buna inanmıyorlar.

Öncekilerin başına gelenler den -Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle Allah'ın onları helâk etme ve ortadan kaldırma adetinden ya da sünnetinden veya kanunundan- ders almaları gerekirken onlar hâlâ buna -Allah'a veya zikre, Kur'ân'a- inanmıyorlar.” Bu, aslında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i yalanlamaları konusunda Mekke toplumu için bir tehdit ve uyandır. (.......) kavli hâldir.

14

Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar,

Onlara gökten bir kapı açsak da”

Yani biz onlara en açık ve en görünür bir mu'cize göstersek bile ki bu gökten bir kapı açılması da olsa ve “oradan yukarı çıksalar,” oraya tırmanıp yükselseler,

15

Kesin olarak diyeceklerdi ki: “Gözlerimiz boyandı, daha şüphesiz bize büyü yapılmıştır.”

Kesin olarak diyeceklerdi ki: “Göz Serimiz boyandı,” Gözlerimiz şaşırtıldı, gözlerimizin görmesi engellendi, gibisinden bahaneler uydururlardı. Âyetteki, (.......) kelimesi ya, (.......) veya (.......) kökünden türemedir. Kırâat imâmlarından İbn Kesîr, (.......) kelimesini (.......) olarak okumuştur. Bu da, nehrin su akışının önü kesilip set ile durdurulduğu gibi durdurmak, hapsetmek, engellemek manasınadır. Buna göre mana şöyledir: “Şu müşrikler var ya, öylene bir inatlaştılar ki, onlar için göğün kapıları açılmış olsa ve oraya yükselip çıkmaları için çıkma imkanı sağlarısa bile, görmek istediklerini apaçık baş gözleriyle de görmüş olsalar da, yine de, “bize bir takım hayaller gösterildi, gerçekle ilgisi olmayan şeyler canlarıdırılıp gösterildi” diyeceklerdir. Ve yine devamla kesinlikle diyecekler ki:

Daha şüphesiz bize büyü yapılmıştır”

Yani Muhammed böylece bize büyü yaptı, bizi büyüledi.

Ya da buradaki zamîr meleklere râcidir. Buna göre mana şöyledir: “Eğer biz onlara, meleklerin açıkça gözler önünde göğe yükselip çıktıklarını gösterseydik, yine de böyle diyeceklerdi.” Burada bir önceki âyette (.......) yani (.......) kelimesinin zikredilmiş olması, bunların göğe geceleyin değil, güpegündüz çıkmaları ve her şeyi ayan beyan görmeleri gerçeğini pekiştirmek içindir. Bir de, (.......) demiş olması da, bu inkârcıların, kesin olarak gözlerinin boyandığım, gerçeklerin kendilerinden gizlendiğini söyleyeceklerini kesin bir şekilde anlatmak ve belirtmek içindir.

16

Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyredip ders çıkaranlar için onu süsledik.

Andolsun, biz gökte birtakım burçlar -yıldızlar, gezegenler, ya da içinde korucuların, muhafızların yer aldığı saraylar ya da yıldızlar için yörüngeler -yarattık ve seyredip ders çıkaranlar için onu -göğü- süsledik.”

17

Onu, taşlanmış (kovulmuş) her şeytandan koruduk.

Onu -semayı ya da göğü-, taşlanmış, kovulmuş -larıetlenmiş veya yıldızlarla taşlanmış- her şeytandan koruduk.”

18

Ancak kulak hırsızliği edenler olursa. Onun da peşine apaçık bir alev düşüp kovalar.

Ancak kulak hırsızliği edenler olursa”

Dinlemeye ve duymaya çalışmak için içine girdiği dinleme hırsızliği meydana gelirse...(.......) edatı istisna üzere mahallen mensûbtur.

Onun da peşine apaçık bir alev -yıldızdüşüp kovalar.” O yıldız onları izler ve hemen üzerlerine çullarııp geri çevirir.

Yani bakıp görenler o alevi açık olarak görürler. Denilmiştir ki bunlara bütün semalar engellenmiş, yasaklanmış değildi. Ancak Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) dünyaya gelince, bunlara üç göğe çıkmaları yasaklandı. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in dünyaya gelişiyle bunların tüm göklere yükselmeleri yasaklandı, engellendi.

19

Yeri uzatıp yaydık ve orada sabit dağlar yerleştirdik, yine orada miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik.

Yeri uzatıp yaydık” O yeri Kâ'be'nin altından itibâren yayıp döşedik. Cumhûr’a göre yüce Allah, yeri-dünyayı suyun üzerinde yayıp döşedi. “Ve orada sabit dağlar yerleştirdik,” yeryüzünde dengeyi sağlayan sabit dağlar yerleştirdik,

Yine orada miktarı ve ölçüsü -hikmet terazisiyle ölçülen- belirli olan şeyler bitirdik.”

Yani gerektiği miktar ve ölçüde, herhangi bir fazlalık veya eksiklik olmaksızın var ettik, meydana getirdik. Ya da yarar ve nimet bakımlarından bir değeri ve ölçüsü olan şeyler... ya da safran bitkisi, altın, gümüş, bakır, demir ve benzeri ağırliği olan, tartılabilen şeyler meydana getirdik. Burada özellikle tartılabilen şeylerden örnek verilmiş olması sonuçta kilo ile olan şeylerin de aynı yere varması sebebiyledir.

20

Orada hem sizin için hem de rızıkları size âit olmayanlar için (gerekli) geçim vasıtaları yarattık.

Orada -yeryüzünde- hem sizin için hem de rızıkları size âit olmayanlar için gerekli geçim vasıtaları yarattık.” Âyette geçen, (.......) kelimesi; yiyecek açısından insan ve diğer canlıların gereksinim duyduktan şeylerdir ve bu kelime, (.......) kelimesinin de çoğuludur. Kelime açık olarak (.......) harfiyle, (.......) olarak, (.......) ve benzeri kelimelerin aksine gelmiştir.

Yani bu kelime (.......) ve benzeri kelimeler gibi, (.......) olarak gelmemiştir.

(.......) kavlindeki, (.......) edatı, (.......) üzerine atfedildiğinden veya, (.......) kavlinin mahalli üzerine atfedildiğinden nasb mahallinde gelmiştir. Sanki burada şöyle denilir gibidir:

(.......)

Yani “Orada hem sizin için gerekli geçim vasıtaları yarattık ve hem de rızıkları size âit olmayanlar için gerekli geçim vasıtaları yarattık” demektir.

Ya da, (.......) yani mealde verdiğimiz gibi, “Orada hem sizin için hem de rızıkları size âit olmayanlar için gerekli geçim vasıtaları yarattık” demektir. Bununla kasdolunanlar ise, aile bireyleri, köleler ve hizmetCinlerdir. Çünkü insanlar, bunları rızıklarıdıranların, geçimliklerini sağlayanların kendileri olduğunu sanıyorlar. Halbuki böyle sanmakla yanılıyorlar. Çünkü nzkı veren bizzat Yüce Allah'tır. Allah hem bunların kendilerini ve hem de sorumlulukları altında bulunanların rızıkîannı veriyor. Haliyle bunun içine anlam olarak bütün hayvanlar, canlılar ve benzeri her şey girer.

Ancak burada, (.......) edatının, (.......) kavlindeki mecrûru zamîrin mahalline atfedilerek mahallen mecrûr olması câiz değildir. Çünkü, cer edatı tekrar edilmeksizin bir kelime, mecrûr olan zamîr üzerine atıf yapılamaz.

21

Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.

Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” Burada hazinelerden söz edilmiş olması temsili manadadır. Mana şöyledir: “Kulların yararlandıkları hiçbir şey yoktur ki, onu meydana getirmeye kâdir olan ve onu var eden, onunla nimet veren ancak Biziz. Biz de bunu ancak bilinen ölçülerde ve miktarda veririz.” Burada hazinelerin bir örnekleme olarak verilmiş olması, Allah'ın her takdir olunana gücünün yettiğini göstermesi ve bu gerçeği ifade etmesi içindir.

Yani her türlü miktan ve ölçüyü, değerlendirmeyi biz koyarız, başkası değil.

22

Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli suyu) depolayamazdmız.

Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik” Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur.

Yani “Biz rüzgarları bulutları taşıyıcı olarak gönderdik” demektir. Çünkü rüzgarlar, içinde bulutları taşıyarak eserler. âdeta bulutlara gebe gibidirler. Meselâ, (.......) denir ki, deve gebe kaldı, demektir.

Dolayısıyla kelime bu kökten alınmadır ve üzerinde taşıma, beraberinde götürme anlamındadır. Bunun zıddı ise akiym yani kısırlıktır.

Kırâat imâmlarından Hamza, (.......) kelimesini tekil olarak, (.......) olarak okumuştur.

Ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık.” Onu sizin için susuzluğu giderme imkanı kıldık.

Biz bunları yapmasaydık siz onu, yeterli suyu depolayamazdınız.” Yüce Allah daha önce kendi zâtını ilgilendiren;

(.......) yani, “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır.” Kavliyle her şeyin kendisine âit olduğunu bildirmenin yanında, bu ayetiyle de kullarının böyle bir şey yapmaya güçlerinin yetmeyeceğini açık olarak belirtiyor. Rabbimiz burada âdeta: “Göğü yaratmaya, oradan yağmur indirmeye-yağdırmaya biz kâdir oluğumuz gibi siz asla ona kâdir değilsiniz” manası çerçevesinde, “suyu depolayıp biriktiren de Biziz, başkası değildir” demek istiyor gibidir. Bütün bunları, kudretinin ve gücünün azametine, kullarının da bundan âciz olduklarına delil getiriyor.

23

Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz! Ve her şeye biz vâris oluruz.

Şüphesiz biz diriltir ve biz öldürürüz!”

Yani var etmekle diriltir, ortadan kaldırmak ve yok etmekle de öldürürüz. Ya da -takdim ve tehir esasına göre- ecellerinin bitiminde onları öldürürüz ve amellerinin karşılığını görmeleri içinde diriltiriz. Çünkü, (.......) ve (.......) kelimeleri arasında yer alan vav harfi mutlak cemi' içindir.

Ve her şeye biz vâris oluruz.”

Yani tüm yaratılanların yok olmasından ve helâkinden sonra bâkî kalan Biziz. Denilmistir ki; geride kalanlar için, (.......) ya da “Mirasçı” kelimesinin kullanılması, Ölüye mirasçı kalma ifadesinden istiâre yoluyla kullanılan bir ifadedir. Çünkü ölünün gitmesinden sonra geride onun varisi kalır. Bu İtibarla burada bu kelime istiâre olarak kullanılmıştır.

24

Andolsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.

And olsun biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, geri kalanları da biliriz.”

Yani doğum ve ölüm olarak daha önce geçenleri de, sonradan gelecek olanları da bilmişizdir. Ya da erkeklerin sulbünden-belinden çıkanları da henüz çıkmamış olanları da biliriz. Veya İslam'a, taate, cemaat saflarına veya savaş saflarına kimlerin önce girdiğini de, kimlerin geride kaldıklarını da biliriz.

25

Şüphesiz Rabbin onları kıyamette toplayacaktır. Çünkü O, hakimdir, alimdir.

Şüphesiz Rabbin onları kıyamette toplayacaktır.”

Yani sadece ve yalnızca onları kıyamette hasretmeye, toplamaya kâdir olan Allah'tır ve O yalnızca onların hepsini ihata edecektir.

Çünkü O, hakimdir, alimdir.” Hikmeti apaçıktır ve ilmi de her şeyi kuşatan manada geniştir, ilmine nihayet yoktur.

26

Andolsun biz insanı, pişmemiş kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.

Andolsun biz in sanı -Âdem'i-, pişmemiş kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattık.” Âyette geçen, (.......) kelimesi pişmemiş kuru çamur demektir. (.......) kelimesi de bunun sıfatıdır.

Yani, “Onun yaratılışı değişken siyah balçıktan şekil verilmiş olan pişmemiş çamurdandır.”

Bunun yaratılışı şöyle olmuştur: Önce toprak idi, sonra su ile yoğrulup çamur haline getirildi. Bir müddet böyle bekletildikten sonra değişiklik geçirerek siyah çamur hâlini almıştır. Nihayet süzülerek, öz haline getirilip sülale denen süzme çamura dönüştü. Bundan sonra da şekil verilerek bu haliyle kurumaya bırakıldı ve sonunda değişmeyen ve salsal denilen ve ses çıkaran pişmemiş kuru çamur hâlini aldı.

27

Cannı/Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık.

Cannı/Cinleri de daha önce -Âdem'den- zehirli ateşten -yakıcıliği ve etkin zehirleyici özelliğiyle şiddeti olan ateşten- yaratmıştık.” Denmiştir ki, ateşin bu zehirleyici yakıcıliğinın derecesi veya bir parçası, cehennem ateşinin yetmiş parçasından ya da derecesinden sadece bir derecesidir ki, işte Yüce Allah Can denen cinlerin atasını ve cinleri bu ateşten yaratmıştır.

Âyette geçen, (.......) kelimesi ile cinlerin atası demek isteniyor, nitekim Âdem ile de insanların atası kasdolunur. Bu kelime muzmer bilfiil ile mensûb olup bundan sonra gelen, (.......) kavli bunu açıklıyor.

28

(Hatırla!) hani Rabbin meleklere bir zamanlar demişti ki: “Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.”

“Hatırla! hani bir zamanlar Rabbin meleklere demişti ki: “Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım.”

29

“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!”

Ona şekil verdiğim” yani onun yaratılışını bitirdiğim ve onu, ruh üflemeye hazır durumuma getirdiğim,

Ve ona ruhumdan üflediğim zaman “ona ruh ya da can verdiğim ve dirilttiğim vakit.. Aslında ortada bir üfleme faları yoktur, fakat bunlar sadece temsili manada, sembolik olarak belirtilen ifadelerdir.

(.......) kelimesindeki izafet tahsis yani hususiyet ve özellik amacıyladır. Kısaca Hazret-i Âdem'i onurlarıdırmak içindir.

Siz hemen onun için secdeye kapanın!”

Yani yere kapanın, yani onun için secde edin.

Yine Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......) ve (.......) kelimesinden türemedir. Kelimenin başına “F” harfinin gelmesi ise, (.......) edatının cevabı olmasındandır. Bu aynı zamanda, emrin, fiilin zamanından önce olmasının câiz olduğunun da bir delilidir.

30

Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler.

Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler.” Burada, (.......) kelimesi Amm olan bir cemidir, kendisinde mübalağa açısından iki türlü tekit vardır. Aynı zamanda tahsise de ihtimali vardır. Ancak, âyette geçen, (.......) kavliyle bu tahsis durumu ortadan kalkmış oldu. Ancak, (.......) kelimesi de tefsir olarak ayrılma ve bölünme ihtimalini gündeme getirdi. Böyle bir ihtimalin önlenmesi için de (.......) kelimesi getirilerek buna meydan verilmemiş oldu.

31

Fakat İblîs hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kuçmdı.

Fakat İblîs hariç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.” Âyette, “Fakat İblîs hariç!” diye yapılan istisna da ilk bakışta ve görünürde İblîsin de meleklerden bir melek olduğu gibi bir anlam çıkmaktadır. Çünkü müstesna yani dışta tutulan şey, müstesna minhin yani kendisinin dışında tutulan ile aynı cinsten olur.

Hasen-ı Basrî diyor ki: “Buradaki istisna munkatı istisnadır. İblîs meleklerden bir melek değildi.” Biz diyoruz ki: “Bir şey ile emrolunmayan kimse, emredilmediği şeyi terketmek ya da bırakmakla melun yani lânete uğramış olmaz. Keşşaf da şöyle demektedir: “Onlar arasında, meleklerle beraber secde etmekle emredilenler vardı. Bu itibarla, melekler daha çoğunlukta olduklarından melek ismi diğerlerine baskın geldi, galebe çaldı. Daha sonra bu baskın isim arasından baskın olmayan isim istisna edildi, dışta tutuldu. Meselâ; “Hint dışında onları gördüm” cümlesi gibi. “O secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.” Onlarla beraber olmaktan imtina etti, kaçtı.

Âyette geçen, (.......) kelimesi, söz söyleyenin ifadesine yani Kailin kavlini takdir etme durumuna göre bu bir istinaf cümlesidir yani yeni cümledir. O kail yani konuşan: “O secde etmedi mi?” diye soruyor ve buna da şöyle cevap veriliyor: “O bundan kaçındı ve büyüklük tasladı” demektir. Bir diğer tefsire göre ise bunun manası: “Ancak iblis kaçındı” demektir.

32

(Allah) dedi ki: “Ey İblîs! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?”

Allah dedi ki: “Ey İblîs! Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?” Burada, cer edatı (.......) edatı mahzûftur. Cümlenin takdiri şöyledir:

(.......)

Yani: “senin secdeden kaçınmandaki amacın ve maksadın nedir?” demektir.

33

(İblîs) de şöyle dedi: “Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim.”

İblîs de şöyle dedi: “Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim.” Burada, (.......) kavlindeki lam harfi tekit içindir.

Yani, “Benim gibi bir varlığın secde etmesi doğru değildir, uygun değildir” demektir.

34

(Allah) şöyle buyurdu: “Öyle ise oradan çık! Artık kovuldun!”

Allah şöyle buyurdu: “Öyle ise oradan -gökten veya cennetten ya da aralarında bulunduğun melekler toplumundan- çık! Artık -sen Allah'ın rahmetinden- kovuldun!”

Yani mana olarak sen lânetlendin, demektir. Çünkü lânet, Allah'ın rahmetinden kovulmak, uzaklaştırılmak, demektir.

35

“Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır!”

Muhakkak ki kıyamet gününe kadar lânet senin üzerine olacaktır!” Âyette, lânet için sınır kıyamet gününe kadar olan zaman dilimi örnek olarak verilmiştir. Çünkü bu şekilde bir ifadeyi insanlar, olmayacak gibi olan işler hakkında kullanırlar. (

Yani bekle, kıyamete beklersin gibi..) Bundan maksat, sen çok kötüsün, yerildin. Artık bundan böyle göklerde olsun yerde olsun ta kıyamet gününe kadar herhangi bir azap sözkonusu olmaksızın hep larıetlenecek ve lânetle anılacaksın, demektir. Artık o beklenen kıyamet günü gelince geciktirilen azâbınla beraber larıetlenmen de devam edecektir.

36

(İblîs) dedi ki: “Ey Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver.”

İblîs dedi ki: Ey Rabbim! Öyle ise, varlıkların tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver.”

Bana süre tanı, o güne kadar beni ertele.

37

(Allah) buyurdu ki: “Sen mühlet verilenlerdensin”

38

(“Allah katında) bilinen vaktin gününe kadar...”

(Fâtiha,4) de geçen, (.......) kavli, (A'raf,14) de geçen, (.......) kavli ve burada geçen (.......) kavli, hep aynı manayadır ve kıyamet günü demektir. Ancak ifadede Belâgat yolu izlendiğinden ibâreler arasında sadece lâfzı farklılık bulunmaktadır. Manaları ise aynıdır.

Denilmiştir ki: “İblîs, sırf ölmemek için insanların diriltileceği gün olan kıyamete kadar kendisine zaman tanınmasını ve mühlet verilmesini istemiştir. Bunun da nedeni, insanların diriltildiği gün, artık bundan böyle ölüm denen olay olmayacaktır ve dolayısıyla kendisi de ölmemiş olacaktır. İblîs böyle bir hileye başvurmuş olmakla birlikte ona, sorumluluk günlerinin kalkacağı günlerin sonuna kadar bu mühlet tanınmıştır. Ölüm den kurtuluşu olmayacaktır.

39

(İblîs) dedi ki: “Ey Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!”

İblîs dedi ki: “Ey Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde -gurur ve aldanma yurdu olan dünyada- onlara günahları süsleyeceğim” Ya da bununla şunu murat etmiştir: “Ben, Âdem henüz semada iken, onu gerçekten tuzağa düşürebilir ve ona yasaklarıan ağaçtan yemeği de çekici gösterebilirim, ben bu güce sâhibim. Şimdi o gökte iken ben ona böyle bir tuzak kurabildiysem eğer, dünyada onun çocuklarına dünyayı ve ma'siyetleri çok daha kolay olarak süslü ve çekici gösterebilirim, buna semadakinden daha çok gücüm yeter.

Ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!”

Âyette geçen, (.......) kelimesindeki “B” harfi kasem yani yemin manasınadır ve (.......) ise mastariyet harfidir. Kasemin yani yeminin cevabı da;

(.......) kavlidir. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Senin sadece beni azdırman sebebiyle yemin ederim ki, ben onlara mutlaka ma'siyetleri süslü ve çekici olarak göstereceğim.”

Bu âyette geçen (.......) kavlinin bir benzeri de, (Sad,82)

(.......) kavlidir.

Yani yemin anlamında olması bakımından... Ancak bu iki ayetten birinde yapılan yemin, zatın sıfatına yapılırken, birinde ise fiilin sıfatına yemin edilmektedir. Fakihler bu ikisini farklı farklı değerlendirmişlerdir. Irak Ekolü ya da okulu mensupları, kudret, azamet ve izzet gibi yüce Allah'ın zatıyla alâkalı sıfatlara yapılan ant içmeler yemindir, ancak rahmet, gazap-öfke gibi fiilini ilgilendiren sıfatlar ile ant içmek yemin değildir, diyorlar.

Ancak burada en doğru olan yol, örfe göre yapılan yeminlerdir. Toplumun kendi aralarında yemin olarak değerlendirdikleri ve yemin diye uygulaya geldikleri ve kabul ettikleri şeyler yemindir, bu şekilde kabul etmedikleri ise yemin değildir.

Bu âyet, fillerin yaratılması ve işin zahir yönünü bırakıp bunları sebebiyete yüklemeleri konusunda Mu'tezile mezhebinin aleyhlerine bir delildir.

40

“Ancak onlardan ihlâsh kulların müstesna.”

Ancak onlardan ihlâsh kulların müstesna.” Âyette geçen, (.......) kelimesinin lam harfini, kırâat imâmlarından Basra, Mekke ve Şam okulu mensupları esreli olarak,

(.......) olarak okumuşlardır. İblîs yoldan çıkaracakları arasından, ancak ihlaslı olanlar dışında demekle, zaten bunlar üzerinde uğraşmasının, onları yoldan çıkaramayacağını, tuzağa düşüremeyeceğini ve onlar tarafından kabul görmeyeceğini bildiği için bunları ayrıca zikretmiştir ve bunlar hariç, demiştir.

41

(Allah) şöyle buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur.”

Allah şöyle buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur.”

Yani işte bu, bana gelen ve benim de gözetmem ve korumam icabeden dosdoğru olan yolumdur.

42

“Şüphesiz kullarını üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.”

Şüphesiz kullarını üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur. Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.” Çünkü senin benim kullarını üzerin de bir hakimiyetin ve etkin olmayacaktır. Sadece onlardan, aptallıkları yüzünden senin peşinden gelmeyi seçenler, benim samimi ve dürüst olan kullarınıın dışında kalacaklardır.

“Bir diğer tefsire göre ise, (.......) kavlinin manası, (.......) demektir. Kırâat imâmlarından Ya'kûb bunu, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da şanı, şerefi ve değeri üstün olan, onur sâhibi demektir.

43

Muhakkak cehennem, onların hepsine vâdolunan yerdir.

Muhakkak cehennem, onların hepsine vâdolunan yerdir.” Buradaki zamîr azıp sapanlara râcidir.

44

Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer gurup ayrılmıştır.

Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan -İblîsin yandaşlarından, ona uyanlardan- her kapı için birer gurup ayrılmıştır.” Her bir kapı için ayrılmış belli bir pay, bir gurup bulunmaktadır. Denildiğine göte cehennemin kapılarından kasıt, onun tabakalan ile derekeleridir, yuvarlanacakları yerlerdir. Bunun en üst tabakası tevhid inancına sahip olanların bulunduğu tabakadır ki, bu kimseler burada günahları ve suçlarıılın ağırliğinca azap görüp cezâlarını çektikten sonra buradan çıkarılacaklardır. İkinci tabakada Yahûdîler, üçüncüsünde Hıristiyanlar, dördüncüsünde Sâbiîler, beşinci tabakada Ateşe tapan Mecusiler, altıncı tabakada müşrikler ve yedinci tabaka da münâfıklar içindir.

45

(Allah'ın azâbından korkup rahmetine sığman) takva sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.

Allah'ın azâbından korkup rahmetine sığman takva sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.”

Kırâat imâmlarından Nâfi, Ebû Amr ve Hafs burada geçen, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi ayın harfinin zammıyla okumuşlardır.

Mütteki: Bu kelime mutlak anlamda yasaklanmış olan şeylerden kaçınmaları ve sakınmaları gereken kimseler demektir. Ebû Mansûr Mâturîdî'nin Şerh'de yani “Tevilat” eserinde söylediğine göre:

“Eğer, (.......) kavline büyük günah işleyenler de giriyorsa, bu takdirde “takva” sahiplerinden kasıt, büyük günahlardan sakınanlar, demektir. Eğer bundan kasıt bu değilse, bu takdirde bununla muradolunanlar, şirkten sakınıp korunanlar, demektir.

46

(Onlara denilir ki:) “Selâmetle-Esenlikle ve emniyet-güven içinde girin oraya.”

Onlara denilir ki: Esenlikle ve emniyet-güven içinde -bir daha cennetten ve pınar başlarından uzaklaşmamak, çıkmamak ve orada hiçbir kötülükle, afetle karşılaşmamak üzere- girin oraya.” Burada geçen, (.......) kelimesi hâldir.

Yani her sıkıntıdan ve azaptan kurtulmuş, sağ salim bir hâlde cennete girin, ya da, size selâm ve esenlik olsun, yahut kendilerine selâm verilir olduğu hâlde oraya girin, demektir. Çünkü melekler size selâm vereceklerdir.

Ayrıca buradaki, (.......) kelimesi bir başka hâldir.

47

Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.

Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık;” Burada geçen, (.......) kelimesi, kalpte gizli olan kin ve düşmanlık, demektir.

Yani herhangi bir mü’minin dünyada iken bir başkasına karşı duyduğu gizli bir kin ve nefreti varsa, Yüce Allah cennette bunu onların kalplerinden çıkarıp atacaktır. Hepsini de tertemiz kalp sahipleri kılacaktır.

Hazret-i Ali'den rivâyete göre demiştir ki: “Ben, benim, Osman'ın, Talha'nın ve Zübeyr'in bu kimselerden olmamızı umut ederim.”

Bir diğer tefsire göre bunun manası şöyledir denmiştir: Allah, onların cennetteki dereceleri sebebiyle birbirlerini kıskanmamaları için gönüllerinden hasedi silip tertemiz hale getirir. Gönüllerinde ne kadar kin, nefret ve kıskanma duyguları varsa hepsini çıkarır ve bunların yerine sevgi, muhabbet ve dostluğu yerleştirir. “

Onlar artık -bu şekilde- köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.”

Burada geçen, (.......) kelimesi hâldir. Bir de denilmiştir ki:

“Kendileri nereye ve hangi tarafa yönelirlerse yönelsinler, sevinç ve mut luluk da onlarla beraber hep döner durur. Böylece her hallerinde hep karşılıklıdırlar, hepsi de birbirlerini görüp durumlar.”

48

Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.

Onlara orada -cennette- hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.” Çünkü asıl nimetin bütünü ya da tamamlanmış olması, orada ebedî olarak kalmaları iledir.

49

(Resûlüm!) Kullanma, benim, çok bağışlayıcı ve pek merhamet edici olduğumu haber ver.

Resûlüm! Kullanma, benim, çok bağışlayıcı ve pek merhamet edici olduğumu haber ver.”

50

Benim azâbımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.

“Benim azâbımın elem verici bir azap olduğunu da bildir.” Daha önce anlatılanları pekiştirmek ve bunun gönüllerde iyice yerleşmesini sağlamak için Rabbimiz bu iki âyette durumun insanlara bildirilmesini peygamberinden istemektedir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Eğer kul, Allah'ın affetmesinin ne kadar geniş olduğunu takdir edebilseydi, haramdan hiç geri durmazdı ve eğer azâbının ne denli ağır ve şiddetli olduğunu bile bilseydi, kendisini büsbütün ibâdete verirdi ve hiçbir günaha asla cesaret edemezdi.

51

(Ey Resûlüm!) Onlara İbrâhîm'in misafirlerinden, (meleklerden) de haber ver.

Ey Resûlüm! Onlara -ümmetine- İbrâhîm'in misafirlerinden, meleklerden de haber ver.” Böylece Allah tarafından Lût kavmine reva görülen azâbın veya cezânın neden ileri geldiğinden ibret alıp kendileri için ders çıkarsınlar. Allah'ın gazâbının neden ileri geldiğini ve suçlulardan, günahkarlardan nasıl intikam alındığını anlayabilsinler. Aynı zamanda Allah katındaki azâbın nasıl gerçekleşmiş olduğunu ve O'nun azâbının da “Elem verici bir azap olduğunu” görsünler.

Bu âyetin başında yer alan, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûf bulunmaktadır. (.......) yani misafir veya konuk anlamındaki bu kelime, misafirler, konuklar demektir.

Yani, (.......) anlamındadır. Bu misafirler de Hazret-i Cebrâîl (aleyhisselâm) ve onbir melek idiler.

(.......) hem tekil ve hem çoğul olarak kullanılan bir kelimedir. Çünkü bu kelime, (.......) kökünden mastardır.

52

(Melekler) onun yanma girdikleri zaman, “selâm” dediler. (İbrâhîm) onlara dedi ki: “Biz sizden çekiniyoruz.”

Melekler onun yanına girdikleri zaman, “selâm” dediler.”

Yani biz sana selâm vererek, huzuruna esenliklerle gireriz veya biz seni bir selâm ile selâmlayarak girdik, dediler.

İbrâhîm onlara dedi ki: “Biz sizden çekiniyoruz.” Endişe duymaktayız. Çünkü melekler ortaya konan sofraya yaklaşmamışlardı ya da eve izinsiz ve zamansız girmiş olmaları sebebiyle idi.

53

(Melekler) dediler ki: “Korkma; biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.”

Melekler dediler ki: “Korkma;” Korku ve endişeye kapılacak bir durum yok.

Biz sana bilgin bir oğul müjdeliyoruz.”

Burada geçen, (.......) kavli, korkmaya yer olmadığını bildiren bir gerekçe mahiyetinde olan yeni bir cümledir.

Yani, “Sen muştularıan ve güven içinde olan birisi, sakın korkup endişeye kapılma!” demektir.

Kırâat imâmlarından Hamza, şeddeli olan (.......) kelimesini şeddesiz olarak ve nun harfinin de fethiyle (.......) olarak okumuştur.

Burada sözü edilen bilgin çocuk, Hûd sûresinde de, 71. âyetinde “Biz onu İshak ile müjdeledik” belirtildiği gibi bu, Hazret-i İshak'tır.

54

(İbrâhîm) de şöyle dedi: “Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Beni ne ile müjdeliyorsunuz?”

İbrâhîm de şöyle dedi: Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz?”

Yani yaşımın oldukça ilerlemiş olmasına rağmen siz benim bir çocuğumun olabileceğini mi bana müjdeliyorsunuz?

Yani doğal olarak yaş ilerleyince, böyle ilerlemiş bir yaş döneminde bir çoğunun doğması pek olabilecek bir şey olarak görülemez. İşte bunun için böyle bir tepki gösteriliyor.

“Beni ne ile müjdeliyorsunuz?” Burada, (.......) kavlinde ki, (.......) harfi, soru edatıdır, ancak buna hayret ve şaşkınlık manası kazandırılmıştır. Sanki şöyle denilir gibidir: “Hayret uyandıracak, şaşkınlık verecek ne gibi bir şey ile beni müjdeliyorsunuz?”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr; (.......) kelimesini, Nun harfinin kesri ve şeddeli olarak, (.......) olarak kırâat etmiştir. Kelimenin aslı (.......) idi, Burada cemi' nunu, asıl olan nuna idğam olundu ve sonra da “Y” harfi hazfedildi, delil olarak da kesre yani esre harekesi kaldı ve kelime, (.......) olarak kaldı. Kırâat imâmlarından Nâfi ise bu kelimeyi şeddesiz olarak, (.......) şeklinde okumuştur. Bunun da aslı, (.......) idi. Burada da (.......) harfi, kesre İle yetinildiğinden hazfedilmiştir. Cemi' nunu da iki nun harfi bir arada toplanmasın diye hazfedilmiş yani kaldırılmıştır. Diğer kırâat imâmları ise, bunu nun harfinin fethiyle ve mefulün hazfiyle (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Nun ise cemi' nunudur.

55

(Melekler) dediler ki: “Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!”

Melekler dediler ki: Sana -içinde şüpheye ve kuşkuya yer bırakmayan kesin- gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!” sakın ye'se kapılanlardan olma!

56

(İbrâhîm) dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan baş ka kim ümit keser?”

İbrâhîm dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan -doğru olan yoldan sapanlardan veya kâfirlerden- başka kim ümit keser?” Kırâat imâmlarından, Ebû Amr, Ya'kûb ve Ali Kisâî, (.......) kelimesindeki nun harfini esreli olarak, (.......) olarak okumuşlardır. Diğer taraftan Âyetteki, (.......) kavlinden kasıt kâfirler olmuş olabilir. Nitekim bir diğer âyette şöyle buyurulmuştur: “Şüphesiz kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf, 87)

Yani: “Ben bu olayı Allah'ın rahmetinden umudumu kesmiş olarak söylüyor değilim. Yalnız bunu böyle görmemin sebebi doğal olarak ilahi sünnet gereği şimdiye kadar olagelen âdet hep böyle cereyan etmiştir, diye düşünmem sebebiyledir, yoksa başka bir şekilde değil.”

57

(İbrâhîm) dedi ki: “Ey elçiler! Başka ne işiniz var?”

İbrâhîm dedi ki: “Ey elçiler!

Başka ne işiniz var?” Başka ne gibi bir görevle geldiniz?

58

(Melekler) dediler ki: “Biz, suçlu bir topluma (onları helâk etmeye) gönderildik.”

Melekler dediler ki: “Biz, suçlu bir topluma -Lût kavmine- onları helâk etmeye gönderildik.”

59

“Ancak Lût ailesi hariç. Onların hepsini kurtaracağız.”

Ancak Lût ailesi hariç.” Burada Hazret-i Lût’un îman etmiş olan ailesi demek isteniyor. İstisna ise munkatı istisnadır. Çünkü kavmi zaten suçlu bir niteliğe sahiptirler. Müstesna ise böyle suçlu olanlar değildir. Ya da buradaki istisna muttasıl istisnadır. Bu durumdaki istisna ise, (.......) kelimesindeki zamîrden olabilir. Sanki burada şöyle buyurulmaktadır: “Sadece Lût ailesinin dışında, kavminin tümünün suçlu oldukları bir topluluğa...” demektir. Kısaca mana her iki istisna durumuna göre farklılık gösterir. Çünkü Lût ailesi, munkatı istisnada, irsal yani meleklerin gönderilmesi hükmünün dışında kalmaktadırlar. Melekler aslında Lût ailesi için değil, özellikle mücrim olan, suçlu görülen topluma gönderilmiş bulunuyorlar. “Bunların mücrim, günahkar ve inkârcı olan bir topluma gönderilmiş olmalarının” masına gelince; âdeta okun, hedeftekilere atılıp gönderilmesi gibidir. Çünkü bunda azap verme, cezâlarıdırma ve helâk ile yok edilmeleri anlamı yatınaktadır. Sanki burada şöyle denilmektedir: “Biz mücrim yani suçlu ve günahkar olan inkârcı bir kavmi helâk ettik. Ancak Lût ailesine gelince, Biz onları kurtardık.” Muttasıl istisnaya gelince; bu durumda Hazret-i Lût'un ailesi de meleklerin gönderildiği hüküm amacı içine dahildirler.

Yani melekler, diğerlerini helâk etmek ve berikileri de kurtarmak üzere bunların hepsine gönderildiler.

Eğer istisna munkatı olursa, bu takdirde,

Onların hepsini kurtaracağız.” Kavli, (.......) kavliyle ittisal yani bağlarıtılı olarak (.......) edatının haberiymişçesine değerlendirilir. Çünkü mana şöyle olmaktadır: “Fakat Lût ailesi kurtulmuş olacaklar.” Eğer muttasıl istisna olarak değerlendirilirse, bu takdirde yeni bir cümle olarak kabul edilir. Bu durumda ise sanki Hazret-i İbrâhîm onlara şöyle demiş gibidir: “Peki ya Lût ailesinin durumu ne olacak?” Onlar da: “Biz onları kurtaracağız” demişlerdir.

60

“Fakat (Lût'un) karısı müstesna; biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.”

Fakat Lût'un karısı müstesna;” Bu müstesna,

(.......) kavlindeki mecrûr zamîrden istisna edilmiştir. Yoksa bu, bir istisnadan bir istisna daha yapmak anlamında değildir. Çünkü istisna olandan tekrar istisna yapmak, ancak aynı hükümde bir olmaları, muttahit bulunmaları hâlinde olabilir.

Yani şöyle demek gibi:

Biz onları helâk ettik, karısı dışında Lût ailesi müstesna.” İşte burada iki hüküm birbirine karışmış olmaktadır. Çünkü, (.......) kavli, (.......) kavline veya, (.......) kavline müteallik bulunmaktadır.

Halbuki, (.......) kavli ise, (.......) kavline mütealliktir. Bu takdirde bir istisnadan tekrar nasıl istisna yapılmış olabilsin ki?!

Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kavlini, şeddesiz olarak, (.......) okumuşlardır.

Biz onun geri kalanlardan olmasını takdir ettik.” Geride kalarak azap görenlerden olmasını takdir ettik. Kırâat imâmlarından Ebû Bekir Şube, (.......) kavlini şeddesiz olarak,

(.......) diye okumuştur. Denmiştir ki, eğer, bunun haberine lam harfi gelmemiş olsaydı, bu takdirde mutlaka, (.......) edatının fethalı olarak,

(.......) şeklinde gelmesi gerekli/vacip olurdu. Çünkü bu edat isim ve haberiyle beraber, (.......) kavlinin mefulüdür. Ancak bu, (Saffât,158)

(.......) kavli gibidir. Ancak burada, takdir fiilini yani (.......) fiilini melekler kendilerine isnat ettiler ve melekler:

Allah bunu böyle takdir buyurdu” demediler. Çünkü kendileri zaten Allah'a yakındırlar ve zaten Onun emri ile gelmişlerdir. Nitekim kralın gözde adamları, “Biz şöyle emrettik” dedikleri zaman, emredenin aslında kral olduğunu, onun adına böyle söylediklerini ifade etmiş oluyorlar. Bu da öyledir.

61

(Melek olan) cinler Lût ailesine gelince,

Melek olan cinler Lût ailesine gelince,”

62

Lût onlara dedi ki: “Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz”

Lût onlara dedi ki: “Hakikaten siz tanınmayan kimselersiniz”

Yani ben sizi tanımıyorum, siz yabancı kimselersiniz. Ancak üzerinizde uzun yoldan geldiğinizi gösteren bir belirti de yok, buralı da değilsiniz. Endişem o ki, sizin yüzünüzden bir kötülükle karşı karşıya kalacağım.

63

(Melekler) dediler ki: “Bilâkis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi, (azâbı ve helâkı) getirdik.”

Melekler dediler ki: “Bilâkis, biz sana, onların şüphe etmekte oldukları şeyi, azâbı ve helâki getirdik.”

Yani durum sebebiyle bizden hoşlanmadığın ve rahatsız olacağın bir şey için gelmiş değiliz biz. Aksine biz, seni sevindirecek, mutlu kılacak ve seni düşmanlarından kurtaracak bir iş için sana geldik. Bu ise, senin kendilerini kendisiyle korkutup tehditte bulunduğun ve inmesini beklediğin azâbı getirdik. Halbuki onlar bu azâbın geleceği hakkında şüpheli idiler ve seni yalanlıyorlardı.

64

“Sana gerçeği getirdik; biz, hakikaten doğru söyleyenleriz.”

“Sana gerçeği -onların kesinleşen azâbını- getirdik; biz, hakikaten -onlara ineceğini bildirdiğimiz azap konusunda- doğru söyleyenleriz.”

65

Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalanndan yürü. Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın, istenen yere gidin.”

Gecenin bir bölümünde aile fert lerini yola çıkar,” Gece bitiminde veya gecenin hareket etmeye elverişli olan bir amnda onları yola çıkar.

Sen de arkalanndan yürü.” Onları görebilmen ve durumlarını öğrenmen, sıkıntılarını paylaşman için sen de arkalanndan git., onları gözet.

Sizden hiç kimse, sakın dönüp de ardına bakmasın,” Kavimlerinin başına inen azâbı görmemeleri ve onların başlarına gelenler sebebiyle onlara acıma hissi duymamaları için kimse dönüp geriye bakmasın. Ya da buradaki yasaklamadan maksat, yürürken İşi yavaştan almamaları, hızlı hareketi elden bırakmamaları, durup beklememeleri ifadesinden kinayedir. Çünkü etrafına bakınıp duran kimse, az da olsa yürüyüşünde duraklamalara ve gecikmelere neden olur.

İstenen yere gidin.” Allah'ın size gitmesini emredip istediği yere gidin. Bu yerler de Şam ya da Mısır'dır.

66

Biz Lüt'a şu hükmümüzü vahyettik: “Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır.”

Biz Lût'a şu hükmümüzü vahyettik:”

Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) cer edatı ile müteaddi yani geçişli hale gelir. Çünkü bu kelime, “Vahyettik” manasım tazmin etmektedir, taşımaktadır. Sanki: “Biz ona kesin olarak ve katiyetle şunu vahy ettik, bildirdik” denir gibidir.

Vahyedilen bu şey ise, “Sabaha çıkarlarken -tam sabaha girmek üzerlerken- mutlaka onların ardı -son lar- kesilmiş olacaktır.” Kavliyle yapılan açıklamadır. Bunun mübhem yani üstü kapalı ifade olmasında, tefsirinde yani açıklamasında, bu işin önemine işaret vardır. (.......) kelimesi son ve sonları demektir.

Yani, “kökleri kazınana ve kendilerinde tek bir kişileri kalmayana kadar” demektir. (.......) kavli, (.......) kavlinden hâldir.

67

Şehir halkı, birbirlerini kutlayarak, (meleklerin yanına) geldiler.

Şehir halkı -Sedum şehrinin halkı-, birbirlerini kutlayarak, meleklerin yanına geldiler.” Kötü emellerini tatmin amacıyla meleklerin olduğu yere geldiler. İsmi geçen Sedum şehrinde yaşayan insanların iğrenç fiilleri sebebiyle bu kötülük için darbı mesel haline gelmiştir.

68

(Lût) onlara şöyle dedi: “Bunlar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın;

Lût onlara şöyle dedi: “Buniar benim misafirimdir. Sakın beni utandırmayın;”

Yani misafirlerimin rezil kılınmasıyla beni rezil etmiş olursunuz. Çünkü misafirlerime kötülük edenler, bana kötülük etmiş olurlar.

69

Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!”

Allah'tan korkun, beni rezil etmeyin!”

Yani misafirlerimi ya da konuklarınıı aşağılık bir konuma düşürmekle beni de onların yanında aşağılar duruma getirmeyin. Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......) kavlini (.......) harfiyle, (.......) ve (.......) olarak okumuştur.

70

(Kavmi de ona) dediler ki:” Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?”

Kavmi de ona dediler ki:” Biz seni, elâlemin işine karışmaktan men etmemiş miydik?” Hiçbir kimseyi korumamanı ya da savunmamanı senden istememiş miydik? Çünkü bunlar kim olursa olsun herkese saldırıyor, taarruzda bulunuyorlardı. Hazret-i Lût (aleyhisselâm) onları yasaklarıan bu kötü şeyden menetmeye uğraşıyordu, karşı koymaya çalışıyordu. Onlarla taarruza uğrayanlar arasında bir siper, bir engel olmaya gayret gösteriyordu. Ancak kavmi onu tehdit ediyor ve ona şöyle diyorlardı:

“Ey Lût! Eğer (bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki, mutlaka sürgün edilenlerden olacaksın.” (Şuara, 167)

Ya da böyle yabancıları konuk edinip korumaktan geri durmazsan seni sürgüne göndeririz.

71

(Lût da onlara) dedi ki: “İşte kızlarını! (Düşündüğünüzü) yapacaksanız (onlarla evlenin.)

Lût da onlara dedi ki: “İşte kızlarını!” Onlarla nikahlarııp evlenin. O dönemde kafirlerle inanmış kâdirıların evlenmeleri caizdi. Gelin benim misafirlerime dokunmayın. “Dü şündüğünüzü yapacaksanız onlarla evlenin.” Eğer şehevi isteklerinizi tatmin etmek peşinde iseniz, haram olan yoldan değil de gelin helâl yoldan, kızlarınıla evlenmekle bu ihtiyacınızı giderin. Hazret-i Lût'un bu telaşı karşısında melekler Lût (aleyhisselâm) a şöyle dediler:

72

(Resûlüm!) Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.

Resûlüm! Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.”

Yani onların akıllarını başlarından alan azgınlık ve sapkınlıkları içerisinde bocalayıp duruyorlardı. Öyle ki yanlışla doğruyu ayırt edemeyecek bir hâlde idiler. Bununla bu toplumun kadınları bırakıp erkeklerle tatmin olmaya gittiklerine işaret olunmaktadır. Şimdi onlar böyle bir şaşkınlık içerisinde bulunurlarken, akıllarını yitirmiş bir hâlde iken senin sözlerini nasıl kabul edebilirler ki? Senin öğütlerine nasıl kulak versinler ki?

Ya da buradaki hitap Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e dir ve yapılan yemin de onun hayatına yapılmaktadır. Ondan başka kimsenin hayatı adına Allah yemin etmemiştir. Bu da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e tazim ve saygı ifadesidir. Allah'ın kendisine verdiği önemi göstermektedir. İster, “Amr” kelimesi olsun, ister “ömür” kelimsi olsun mana bakımından her ikisi de aynıdır ve ömür anlamındadır. Bu da beka anlamındadır. Ancak burada yemin ifadesinde, (.......) diye ayın harfinin meftuh olarak özellikle zikredilmiş olması, hafif olan harekeyi tercih sebebiyledir. Çünkü bu, dillerde çokça yemin anlamında hep dolaştığından fetha hareke tercih edilmiş ve bu bakımdan da haberi de hazfolunmuştur. Bu, “Senin ömrüne, hayatına yemin ederim ki,” demektir.

73

Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.

Güneş doğarken onları o korkunç ses yakaladı.” Cebrâîl (aleyhisselâm)’in sesi... tam güneş doğmaya başladığı bir sırada...Güneş ışınları parlamaya başladığında... gün ışımasıyla beraber...

74

Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.

“Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik.” Cebrâîl (aleyhisselâm) o kasabaları, şehirleri göğe kaldırıp sonra da yere attı, altını üstüne getirdi. Âyetteki zamîr Hazret-i Lût'un kavminin şehir ve kasabalarına râcidir.

Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.”

75

İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.

İşte bunda ibret alanlar için işaretler vardır.”

Yani düşünüp uzağı görenler, feraset sâhibi olanlar için alınacak dersler vardır. Sanki bu gibi kimseler bir şeyin iç yüzünü, dış yüzündeki birtakım işaret vc belirtilerle bilen ve anlayan kimselerdir.

76

Onlar hâla gözler önünde duran bir yol üzerindedirler.

Onlar -o şehir ve kasabalar, bunların kalıntıları- hâlâ gözler önünde -ayakta, sabit olarak- duran bir yol üzerindedirler.” İnsanlar oralardan gelip geçerlerken onları hâlâ ayakta duruyor olarak ve henüz kalıntılar yok olmamış bir şekilde görmekteler. Evet onlar bu eserleri yani kalımdan görüyorlar. Burada Kureyş toplumuna bir uyanda bulunulmaktadır. Bu âdeta, (Saffât,137-138) (Ey insanlar!) Siz de sabah ve akşam onlara uğruyorsunuz” kavli gibidir.

77

Hakikaten bunda îman edenler için bir ibret vardır.

Hakikaten bunda îman edenler için bir ibret vardır.” Çünkü bu gibi şeylerden ancak inananlar bakıp ders alırlar ve bunlardan yararlanırlar.

78

Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler.

Asıl olan durum şu ki: Eyke yani yoğun ve kesif ormanlık bölge- halkı da gerçekten zâlim -kafir- idi ler.” Bunlar Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)’in kavmi idiler.

79

Biz onlardan da intikam aldık. Gerçek şu ki, sözkonusu her iki (günahkar) toplum da (bugün bile görülebilen) ana-işlek yol üzerin de yaşamaktaydılar.

Biz onlardan da intikam aldık.” Bunlar Hazret-i Şuayb'ı yalanlayınca, Biz de kendilerini helâk ettik.

Gerçek şu ki, sözkonusu her iki günahkar toplum da -Lût kavmi ile Şuayb kavminin şehir ve kasabaları halkı- bugün bile görülebilen ana-işlek yol üzerinde yaşamaktaydılar.”

Âyetteki, (.......) kavli, apaçık yol, ana yol, demektir. Çünkü, (.......) kelimesi, kendisiyle eksiklik tamamlarıan veya kendisine uyuları, izinden gidilen demektir. Burada yol anlamında geçmektedir. Aynı zamanda yapı ustalarının ucuna ip bağlı bulunan şakul aletine de denir ki, belli bir yol ve düzlem anlamındadır. Çünkü ancak bu ikisiyle yapılacak şeyler tamamlarıabilir.

80

Andolsun, Hicr halkı da peygamberleri yalanlamıştı.

Andolsun, Hicr -Semûdhalkı da peygamberleri -Sâlih peygamberi- yalanlamıştı.” Çünkü bunların Peygamberi Hazret-i Sâlih idi. Burada çoğul olarak geçmesi ise, tüm peygamberlerin, ümmetlerini bütün peygamberlere îman etmeye davet etmeleri açısındandır. Dolayısıyla bu peygamberlerden herhangi birini yalanlamak, hepsini yalanlamak gibidir. Ya da burada Hazret-i Sâlih ve onunla beraber ona îman etmiş olanlar muradolunmuş olabilir. Nitekim İbn Zübeyr ve ashâbı için kısaca Âyette geçen, Hubeybiler denir.

Yani böyle denince bunlar anlaşılır. “Hicr” ise onların bulundukları vadidir ki burası Medine ile Şam arasında yer alan bir yerleşim bölgesiydi.

81

Biz onlara mu'cizelerimizi vermiştik; fakat onlardan yüz çevirmişlerdi.

Biz onlara mu'cizelerimizi vermiştik; fakat onlardan yüz çevirmişlerdi.”

Yani gönderilen mu'cize îerden yüzçevirdiler ve onlara inanmadılar.

82

Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı.

Onlar, dağlardan emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı.”

Yani taşları yontarak dağlardan güven içinde kalabilecekleri, hırsızların ve düşmanların ulaşıp delip yıkamayacakları sağlamlıkta yapılar yapıyorlardı. Kısaca düşmanlar ve hırsız lar tarafından yıkıîamayacak sağlamlık ve güvenilirlikte, binalar inşa ediyorlardı. Yahut da kendilerini Allah'ın azâbından koruyup kurtaracak binalar inşa ediyorlardı. Zavallılar böyle yapmakla kendilerini bu sağlam yapılar sayesinde Allah'ın azâbından korunacaklarını sanıyorlardı.

83

Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç ses yakaladı.

Onları da sabaha çıkarlarken o korkunç ses yakaladı.

84

Kazanmakta oldukları şeyler onlardan hiçbir zaran savmadı.

Kazanmakta oldukları şeyler onlardan hiçbir zararı savmadı.” Ne o sağlam ve güvenli yapı dedikleri binaları ve ne de kazandıkları değerli mal varlıkları kendilerini o azaptan kurtarmamıştı.

85

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. O saat (kıyamet) mutlaka gelecektir. Şimdilik onlara güzel muamele et.

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık.”

Yani bâtıl kanşmaksızm ve abes olmaksızın yarattık. Ya da cezâ gününde, dünyada iken işlenen ameller sebebiyle adaletin uygulanması ve haksızliğin önüne geçilmesi sebebiyle yarattık.

O saat-kıyamet, mutlaka gelecektir.” Âyette görüldüğü gibi, kıyamete “Saat” adının verilmesi, her an için meydana gelme beklentisi olması sebebiyledir. İşte o gün geldiğinde Allah, düşmanlarından senin öcünü alacak, seni de onları da yaptıkları iyilikleri ve kötülükleri sebebiyle hesaba çekecektir, iyiliği olanlara mükâfat, kötülük işlemiş olanlara da cezâ verecektir. Çünkü Allah gökleri de yeri de ve ikisi arasında var olan şeyleri de sadece bunun için yaratmıştır.

Şimdilik onlara güzel muamele et.”

Onlara karşı şimdilik güzel davran, yumuşaklıkla yaklaş, sert çıkış yapma. Denilmiştir ki bu âyet, Seyf ayetiyle yani savaşa izin veren ayetle nıensuh kılınmıştır yani yürürlükten kaldmlmıştır. Şayet bununla onlara uymama, onlara muhalefet et manası muradolunuyorsa, bu takdirde âyet mensûh değildir yani hükmü yürürlüktedir.

86

Şüphesiz Rabbin hakkıyla yaratan pek iyi bilendir.

Şüphesiz Rabbin hakkıyla -seni de onları da- yaratan, -senin de onların da durumlarını- pek iyi bilendir.” İşte bu bakımdan aranızda geçenlerin tamamını bilir, Ona hiçbir şey gizli kalmaz ve aranızda da O hüküm verecektir.

87

Andolsun ki, biz sana tekrarlarıan yedi âyeti ve yüce Kur’ân'ı verdik.

Andolsun ki, biz sana tekrarlarıan yedi âyeti...” Fâtiha sûresini veya yedi uzun sûreyi verdik. Ancak yedinci surenin hangi sûre olduğu hakkında ihtilaf olunmuştur. Kimi bu surenin Enfal ve Berae yani tevbe sûresi olduğunu, çünkü bu iki sûre bir tek sûre hükmündedir, demişlerdir. Delil olarak da her iki sûre arasında Besmelenin yazılmamış olduğunu ileri sürmüşlerdir. Kimisi de bu yedincisi, Yûnus süresidir, demiştir. Ya da Kur'ân'ın Esbaı (yedi uzun sûresi).

(.......) bu kelime, “Tesniye” kelimesinden alınmadır. Bu da tekrarlanmak demektir. Çünkü Fâtiha sûresi her namazın her rek'atında tekrarlarıan bir suredir. Ya da bu kelime, “Sena” kökünden alınmadır. Çünkü Fâtiha sûresi Allah'a övgüyü de kapsadığından bu isim verilmiştir. Bu kelimenin tekili, âyetin sıfatı olarak, ya, (.......) veya (.......) olabilir. Ya da sureler veya Esba (yedi uzun sûre) olabilir. Çünkü bu surelerde kıssaların tekrarı, öğütler, vaatler, tehdit ve uyanlar ve sena yer almaktadır. Bütün bunlarda hep Allah'a övgü yer alır. Eğer, sadece yediyi tekrarlarıan anlamında değerlendirecek olursan, bu durumda, (.......) edatı tebyin yani açıklama anlamındadır. Ancak tekrarlarıan olarak Kur'anı kastedersen, bu takdirde, (.......) edatı teb'îz içindir.

Ve yüce Kur'ân'ı verdik.” Bu, aynı şeyin kendisi üzerine atfı değildir. Çünkü eğer burada, “Yedi” ile kasıt Fâtiha sûresi veya yedi sûre ise, bunlar dışında kalan kısmına da Kur'ân ismi verilmektedir. Çünkü Kur'ân ismi, Kur'ân'ın tümüne isim olarak verildiği gibi, bir kısmı için de aynı şekilde Kur'ân denir. Bunun da delili şu ayettir: “Biz sana bu Kur'ân'ı (sûreyi) vahyetmekle geçmiş toplumların haberlerini sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz.” (Yûsuf, 3)

Eğer bununla muradolunan şey Esba'ise bu takdirde mana şöyle olur: “Biz sana, kendisine Seb'u'l-Mesani denilenleri ve yüce Kurân'ı verdik.”

Yani şu iki niteliği cami olanı., bu nitelikler de ya tekrarlanmadır ya da sena ve ululuk, büyüklüktür. Yüce Allah daha sonra Resûlüne şöyle buyurmaktadır:

88

Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve mü’minlere alçak gönüllü ol.

“Sakın onlardan bazı sınıflara -Meselâ Yahûdî, Hıristiyan ve Mecusilere- verdiğimiz dünya malına göz dikme,” Gözlerini onlara dikerek, onların özlemini duyarak tamah etme, onları arzulama.

Yani: “Sana, nimetler üstü en büyük verildi. İşte bu nimet, en büyük nimetlerin bile yanında oldukça basit olarak kaldığı en büyük nimet ki bu, Kur'ân-ı Azim'dir. Sana bununla yetinmeni emrederim. O hâlde gözlerini basit dünya metama çevirme!” Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Kim Kur'ân ile yetinmez veya teğannide bulunmaz ise o bizden değildir.” Buhârî;7527

Ebû Bekir'in rivâyet ettiği hadis de şöyledir: “Kime Kur'ân verilir de, kendisine dünyalık verilmiş olan birine bakıp da, ona verileni değer li görürse, bu kimse değeri büyük olanı küçültmüş ve değeri basit olanı da büyütmüş olur.” Hafız. Ebû Bekir'den böyle bir rivâyete rastlamadım, demiştir. Haşiyetu'l-Keşşaf; 2/588

Onlardan dolayı üzülme”

Yani onların ellerinde var olan mal varhklarını temenni etme Ve onlar îman etmediler, etselerdi, onlar sayesinde İslam ve Müslümanlar güç kazanırlardı diye de,

“Onlardan dolayı üzülme” Ve mü’minlere alçak gönüllü ol.” Seninle birlikte hareket eden fakir ve yoksul mü’minlere göğüs ger, alçak gönüllü olarak davran. Zenginlerin îman etmesindense bunlardan bir tanesini hoş tutmaya bak. Bırak îman için zenginlerin peşine takılmayı.

89

(Ey Resûlüm!) De ki: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım.”

Ey Resûlüm! -Onlara- de ki: “Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım.” Ben sizi delil ve burhan ile uyanyor ve size, Allah'ın azâbı başırııza inecektir” diyorum.

90

Nitekim biz, (Kur'ân'ı) kısımlara ayıranlara azâbı indirimsizdir.

Nitekim biz, Kur'ân'ı kısımlara ayıranlara azâbı indirimsizdir.”

Yani Kendilerine kitap verilip de onun bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak suretiyle parçalara ayıran kitap ehline nasıl kitap indirdiysek, onun gibi sana da Kur'ân-ı indirdik.

Buradaki, (.......) kavli, daha önce geçen (.......) kavline mütealliktir.

91

Onlar, Kur'ân'ı bölüp ayıranlardır.

Onlar, Kur'ân'ı bölüp ayıranlardır.” Burada geçen, (.......) kelimesi, parçalar, cüzler demektir. Kelime çoğuldur. Tekili ise, (.......) kelimesidir. Kelimenin aslı da, (.......) olup kelime, (.......) kahbındadır. Koyunu parçalara ayırdı anlamın da olan, (.......) cümlesinde olduğu gibi. Çünkü kitap ehli inatlarında ısrarla şöyle diyorlardı: “Kur'ân'ın bir kısmı haktır, Tevrât ve İncîl'e uygun düşmektedir. Bir kısmı ise batıldır, Tevrât ve İncîl'e aykırıdır.” Böylece Kur'ân'ı hak olan ve bâtıl olan diye kısımlara ve parçalara ayırıyorlardı. Denilmiştir ki, bunlar Kur'ân ile alay ediyor ve bunlardan bir kısmı: “Bakara sûresi benim içindir, bir diğeri de Al-i İmran sûresi benim içindir” diyordu. Ya da bunlar Kur'ân ile kendi kitaplarında okuduklarını demek istiyorlardı. Çünkü bunlar kitaplarını da kısımlara ayırmışlardı. Yahûdîler Tevrât'ın bir kısmına inanıyor ve bir kısmına da inanmayıp yalanlıyorlardı. Nitekim Hıristiyanlar da İncîl'in bir kısmını kabul ediyor ve bir kısmını da yalanlıyorlardı.

Ayrıca, (.......) kailinin, daha önce geçen, (.......) kavliyle mensûbtur.

Yani, “Ben, Kur'ân'ı büyüdür, şiirdir, efsanedir gibi parçalara ayıranları uyariyorum, bunlar da tıpkı daha önce kendilerine indirdiğimiz kitapları kısımlara ayıranlar gibi yapmaktadırlar.” Bunların sayıları oniki kişidir. Bunlardan her biri ayrı ayrı yerler de hac mevsiminde Mekke'nin girişlerini tutmuşlar, böylece Mekke'ye gelenleri, Resûlüllahne îman etmekten menediyorlardı ve şöyle diyorlardı: Bizden aynları şu kimseye aldanmayın, o bir büyücüdür. Bir diğeri de, o bir yalancıdır, bir başkası ise o şairdir, diyordu. Böylece Allah onları helâk etti.

(.......) kavli, birinci veçhe ya da değerlendirmeye göre ikisi arasında itiraz yani parantez cümlesidir. Çünkü bunların Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ü yalanlamaları ve ona karşı düşmanlıkta bulunmaları sebebiyle bu Resûlüllah için bir teselli, bir gönül alma, gönlünü hoş tutmadır. Bu bakımdan teselli manasında olan itiraz cümlesini yasakla ihtiva eder bir şekilde getirdi. Burada yasak olayı, bunların dünyalıklarına iltifat etmemesi, değer vermemesi ve bunların kafirliklerinde ısrar etmelerinden dolayı da Hazret-i Peygamberin buna üzülmemesi konusu idi. Evet Safirlere, zenginliklerine aldırmayacak, onları önemsemeyecek ve kendini bütünüyle mü’minlere vermesi gerektiği hususundaki emir. İnanalar ister yoksul, ister zengin, ister sağlam ve ister sakat olsunlar, mutlaka bunlara itibar edilmesi gerektiği emri Resûlüllahne verildi.

92

Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini sorguya çekeceğiz-

Rabbin hakkı için, mutlaka onların hepsini sorguya çekeceğiz.”

93

Yaptıklarından dolayı.

Yaptıklarından dolayı.” Allah'ın zâtına, Rububiyetine yemin olsun ki, hepsi de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), ya da Kur'ân veya Allah'ın kitapları hakkında, bunlar arasında ayınm yaptıkları için kıyamet gününde tek tek mutlaka hesaba çekileceklerdir.

94

Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!

“Sana emrolunanı açıkça söyle” Onu ortaya dök, izhar eyle, aşikare söyle. Nitekim açıkça konuşulduğu zaman, hüccet ve delillerle konuştu, haykırdı ve seslendi, diye söylenir. Bu, (.......) kelimesi, (.......) kökünden türemedir. Bu ise yarmak ve tan yeri ağarması, açıklık ve netlik anlamındadır. Ya da, (.......) kavli hak ile batılı birbirinden ayırdet, demektir. Bu da camdaki çatlaklık demektir ki açıklık, görülme anlamındadır. Mana şöyle olmaktadır: “Sana emrolunan şerî'atı...”

Burada cer edatı hazfolunmuştur.

Yani bu, (.......) takdirindedir. Tıpkı şâirin şu kavli gibi: “Ve ortak koşanlardan yüz çevir!” Bu, onları basite indirme, Önemsememe konusunda bir emirdir.

95

(Seninle) alay edenlere karşı biz sana yeteriz.

Seninle alay edenlere karşı biz sana yeteriz.” Cumhûr’a göre bu âyet beş kimse hakkında nâzil olmuştur. Bunlar aşırı derecede Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ezada bulunuyorlar, onunla alay edip eğleniyorlardı. Allah da onları helâk etti.

Bu kimseler de şu isimlerden oluşuyordu: Velid b. Muğire. Bunun ölümü ok ile oldu. Elbisesinin bir tarafına bir ok takılır ve buradan da topuğundaki bir damara saplanır, daman keser ve bundan dolayı ölür. As bin Vail: Ayağına bir diken batar, dikenden dolayı ayağı şişer, o da bundan dolayı ölür. Esved bin Abdulmuttalip: bunun da gözleri kör olur. Esved bin Abd Yeğus: Bu bir ağacın altında oturuyordu, burada bir hastalığa yakalandı. İşte bu yüzden başırıı hep bir ağaca toslayıp duruyordu, sürtüyordu. Yüzüne de bir dal ile vurup dururdu, nihâyetinde bu da böylece geberdi. Haris bin Kays: Bu da sümkürürken burundan kan ve irin geliyordu, o da nihâyetinde bu hastalıktan geberdi.

96

Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir/ (Kimin doğru olduğunu) yakında bilecekler!

Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir. Kimin doğru olduğunu yakında -kıyamet gününde işlediklerinin akıbetini ve sonunu- bilecekler!”

97

Onların söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını andolsun biliyoruz.

Onların -senin hakları da, ya da Kur'ân veya Allah hakkında- söyledikleri şeyler yüzünden senin canının sıkıldığım andolsun biliyoruz.”

98

Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!

Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!” Sen, seni Allah'a döndürecek olana sanl. Sıkıntılara aldırma. Bu ise Allah'ı her an, her yerde ve hep anmaktır, zikretmektir. Çokça secdede bulunmaktır.İşte böyle yapman durumunda Allah sana yeter ve bu sayede Allah senin tüm sıkıntılarını senden giderip seni kurtaracaktır, önünü de açacaktır.

99

Ve sana yakîn (Ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!

Ve sana yakîn -ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet-e devam - et!”

Yani yaşadığın müddetçe hep ibâdet ve Allah'a kullukla meşgul ol. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir iş ve durum konusunda bunaldığında veya sıkıldığında, derhal namaza başlarlardı. Bak, Ahmed b. Hanbel, Müsned; 1/206, 268

0 ﴿