NAHL SÛRESİ

Bu sûre Mekke'de, son üç, âyeti Medine'de nâzil olmuştur. 128 âyettir.

1

Allah'ın emri gelmiştir. Artık onu istemekte acele etmeyin. Allah, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir.

Allah’ın emri gelmiştir.”

Yani o her ne kadar geleceği beklenen bir şey ise de , kıyamet günü gelmiş gibidir. Çünkü her ne kadar ileride geleceği bekleniyorsa da, gelmesi öyle uzak değil, oldukça yakındır. Zira mutlaka meydana gelecektir.

Artık onu istemekte acele etmeyin. Allah, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir.” Azîz ve Celil olan Allah, kendisinin bir ortağı bulunmasından uzak ve beridir, onların kendisine şerik-ortak koşmalarından münezzehtir.

Âyette yer alan, (.......) harfi ya mevsûledir veya mastariyedir. Burada bu harfin müşrik ve kafirlerin aceleciğiyle bağlarıtısına gelince, bu, onların gelecek olan azap ile ve kıyamet günü ile alaycı bir tavır takınmaları, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i yalanlamaları sebebiyledir. Kısaca aralarındaki irtibat bu açıdandır. Bu ise yine bir manasıyla şirk koşmak anlamımdadır.

2

Allah kendi emri gereği melekleri, kullarından dilediği kimseye bir vahiy ile şöyle uyarıda bulunsunlar diye gönderir: “Benden başka ilâh olmadığına dair (kullarınıı) uyarın ve benden korkun.”

Allah kendi emri gereği melekleri, kullarından dilediği kimseye bir vahiy veya Kur'ân- ile şöyle uyarıda bulunsunlar diye gönderir:”

Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (.......) kelimesini şeddesiz olarak okumuşlardır. Âyette geçen (.......) kavli de ya vahiy veya Kur'ân ile demektir. Çünkü hem vahiy ve hem Kur'ân, din açısından bedene göre ruh ne ise bu ikisi de aynen öyledir. Ya da cehalet sebebiyle ölen kalpleri ya da gönülleri diriltir, onları yeniden hayata kazandırır, demektir.

“Benden başka ilâh olmadıka gına dair kullarınıı uyarın ve benden korkun!” Burada geçen, (.......) edatı müfessiredir. Çünkü meleklerin vahiyle indirilmesi ifadesi içerisinde, “demek ve söylemek” anlamında olan, (.......) manası vardır. Dolayısıyla, (.......) kavlinin manası şöyledir: “İyi bilin ki, Allah'ın emri şöyledir!...” Bu kelime, (.......) ifadesinden alınmadır ki, bir şeyi bildiğin zaman böyle dersin. Mana şöyledir: “Benim,'Benden başka hiçbir ilâh yoktur ve Benden korkun'sözümü halka bildirin.” (.......) kelimesini, kırâat imâmlarından Ya'kûb, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur.

Bundan sonra Yüce Allah vahdaniyetine, bir tek ilâh olduğuna ve kendisinden başka ilâh olmadığına delil olarak vahyi ve Kur'ân'ı göndermenin yanında yine hiçbir gücün ve kuvvetin asla kâdir olmayacağı, gökleri ve yeri yaratmada sadece kendisinin kâdir olduğu gerçeğini de şu kavliyle dile getiriyor:

3

Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan münezzehtir.

Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. O, koştukları ortaklardan münezzehtir.”

Kırâat imâmlarından Hamza ile Ali Kisâî birinci âyet ile bu âyette geçen,

(.......) kavillerini “T” harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır.

Aynı zamanda Yüce Allah insanların yaratılışının ve onlardan meydana gelenlerin de yaratılışlarını, varlığının ve gücünün delili olarak göstererek şöyle buyurmaktadır:

4

O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bakarsın ki insan Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.

O, insanı bir damla sudan yarattı. Fakat bakarsın ki insan Rabbine apaçık bir hasım oluvermiştir.” İnsanoğlu daha önce hissiz, duyarsız ve hareket etmeyen bir nutfe yani sperm ya da bir damla su-meni iken, bir de bakıvermişsin çok konuşan, kendini savunan, mücadele eden, düşmanlarına karşı kavgacı olan, gerektiğinde hüccetini yani delilini ortaya koyan biri oluvermiştir. Ya da, “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” (Yasin,78) diyecek kadar Rabbine hasım ya düşman olabilen, yaratanını inkara kalkışan bir kimse oluveriyor. İşte işin bu yönü insanın onun çirkin olan yüzünü, hayasızliğinı, sürekli nankörlük içinde bulunduğunu göstermektedir. Hep kendisi için mutlak anlamda gerekli olan ve yemesi, binmesi, yüklerini taşıması ve diğer gereksinimlerini ya da ihtiyaçlarını karşılaması için lazım gelen hayvanları yaratmasını ister.

İşte işin bu noktasını da Rabbimiz şu kavliyle açıklıyor:

5

Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz.

Hayvanları da O yarattı.” Burada sözkonusu edilen hayvanlar bilindiği gibi bu erkekli dişili olarak sekiz çifti, deve, sığır, koyun ve keçiyi özellikle kasdetmektedir.

Ancak burada geçen (.......) kelimesi daha çok develer için kulla nılan bir kelimedir. Bu kelimenin mensûb olması ise, zahir olan kelimenin kendisini açıklaması, tefsiri sebebiyle bir muzmer kelime iledir.

Meselâ, (.......) (Yasin,39) kavlinde olduğu gibi.

Yahut da bu kelime, (.......) üzerine atfedilmek suretiyle mensûb kılın mıştır.

Yani bu, (.......) takdirindedir.

Yani insanı ve hayvanları yarattı, demektir. Bundan sonra da, (.......) yani, “sizin... yarattı” buyurdu.

Yani ey insan denen cins! Başka şey için değil, sadece sizin için yarattı” anlamındadır.

Onlarda sizin için ısıtıcı şeyler ve birçok faydalar vardır,”

Yani sizi ısıtacak, soğuktan koruyacak yünlerinden, post veya derilerinden, tüy ve kıllarından yapılmış giysiler. Bir de bunlardan doğacak yâvrulanndan ve sütünden de ayrıca yararlanırsınız.

Onlardan bir kısmını da yersiniz.” Burada zarf fiile takdim olunmuş yani fiilden önce getirilmiştir. Bunun da nedeni ihtisas maksadıyladır.

Yani her ne kadar bunlar dışındaki hayvanlardan yararlarısanız bile özellikle ve öncelikle sayıları bu hayvanlardan faydalanırsınız, demektir. Çünkü bu hayvan türlerinden her birinden insanlar geçimleri ve hizmetleri için de ayrıca yararlanırlar. Bunlar dışında kalan hayvanlardan yiyecek olarak yararlanmaya gelince Meselâ, tavuk, kaz, Ördek, kara avı ve deniz avı gibi ve daha sayılamayan diğerleri gibi onlardan da yararlanırsınız.

Yani âdeta bir eğlenme ve güzel vakit geçirme olarak ayrıca bu gibi işlerle de uğraşırsınız.

6

Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik (bir zevk) vardır.

Sizin için onlardan ayrıca akşam leyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik bir zevk vardır.”

Yani akşam vaktinde otlak ve meralarından evlerine, yerlerine dönüşlerinde sizin için bunlarda bir güzellik olduğu gibi aynı zamanda sabahleyin onları otlak alanlarına salıverirken de ayrı bir güzellik vardır. Yüce Allah nasıl ki bunlardan çeşitli yönlerinden yararlanmayı lütfetmiş ise aynı şekilde o yerlerin bunlar sayesinde güzelleşmesini de lütfetmiştir. Çünkü hayvan sahiplerinin de asıl istedikleri zaten budur. Zira çobanlar ya da hayvancılıkla uğraşanlar o hayvanlarını akşam vakti ağıllarına getirmeleri, gündüz ise onları otlaklarına salıverip götürmeleri kendileri açısından ayrı bir mutluluktur. Çünkü bu hayvanların gidip gelmeleriyle o alanlarda ve topraklarda bir canlılık ve bir süslenme, ziynet oluşur. Sahipleri de bunlardan dolayı oldukça mutlu olurlar. Bu durum yani hayvan sâhibi olma durumu kendilerine toplum nazannda bir yer ve mevki kazandınr.

Burada âyette öncelik, bu hayvanların akşamleyin yerlerine getirilişine yer verilip önceliğin sabahleyin salıverilme olayına verilmeme nedeni, çünkü dönüşteki mutluluk bir başkâdir. Zira hayvanlar kannları doymuş ve memeleri de süt toplamış olarak döndüklerinden dolayı bunun doğurduğu zevk ve mutluluk bir başka olmaktadır ve bu haliyle çok daha görünür bir şeydir.

7

Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı, ancak güçlüklere katlarıarak varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. Şüphesiz Rabbmiz çok şefkatli, pek merhametlidir.

“Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı -yüklerinizi- ancak güçlüklere katlarıarak varabileceğiniz bir memlekete taşırlar.” Kırâat imâmlarından Ebû Cafer, (.......) kelimesini, şin harfinin fethiyle, “Bi Şakki” olarak okumuştur. Her iki şekilde de bu kelime meşakkat ve zorluk manasına gelir. Denildiğine göre bunun meftuh olmasının sebebi, kelimenin, (.......) kökünden alınmış olmasıdır.

Meselâ (.......) gibi.

Yani burada işin aslı şudur; zora koşmak, zorlarıarak götürmek ki bu, sıkıntılarla, yorgunluk çekerek, demektir. Esasen, “eş-Şıkk” kelimesi yan, bir şeyin yansı demektir. Sanki bu ifade ile çektiği sıkıntı ve zorluk sebebiyle canının yansı gitmiş gibi olmaktadır. Mana şöyle oluyor: “Ağır yüklerinizi kendi sırtınızda taşımanızı bir tarafa bırakın, eğer develer yaratılmamış olsaydı ancak güçlüklere katlarıarak, yarı canınızı dişinize takarak taşıyabileceğiniz yüklerinizi develer bile zorluklarla taşırlarken siz ne yapacaktınız?” Yahut da bunun manası şöyledir: “Siz o yükleri oraya ancak canınızı dişinize takarak, sıkıntı ve zorluklarla ulaştırabilirdiniz. Bir tefsire göre de, (.......) yani “ağırlıklarınız, yükleriniz” kelimesin den murat, bedenleriniz, demektir diye de söylenmiştir. Nitekim cin ve insan manasında olan, “es-Sakalan” sözcüğü de bu köktendir. Aynı şekilde, (.......) (Zilzal, 2) âyetinde geçen “Eşkal” sözcüğü de aynı köktendir.

Yani Âdemoğulları yüklerini zorluklarla... demektir.

Şüphesiz Rabbiniz çok şefkatli, pek merhametlidir.”

Yani şu sözkonusu yüklerinizi taşıyan hayvanları yaratmak ve işlerinizi kolaylaştırmakla size merhamette bulunmuştur.

8

Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve (gözlere) ziynet olsun diye (yarattı.) Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır.

Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve gözlere ziynet olsun diye yarattı.” Burası, bundan önce 5. âyette geçen, (.......) üzerine atfedilmiştir.

Yani: “Şu sözü edilen hayvanları binmeniz, yüklerinizi taşıtmanız ve ziynet olsun için yarattı.”

İmâm Ebû Hanîfe delil olarak bu ayete dayanmak ve bunu hüccet göstermek suretiyle atların etlerini haram saymıştır. Çünkü bu hayvanların yaratılış gerekçesini ya da amacını binmeye ve ziynete, süse bağlamıştır, bu maksatla yaratılmışlardır, demektedir. Çünkü burada, daha önce geçen âyetlerde olduğu gibi sözkonusu edilen hayvanların ya da davarların durumu aktarılırken orada bu hayvanların yani En'am diye zikredilen hayvanların yenilebilirliliğinden söz etmektedir. Çünkü bunlardan yemek suretiyle menfaat sağlama daha fazla olan bir ihtiyaçtır ve haliyle bu tür menfaat daha da kuvvet kazanmaktadır. Halbuki burada bu âyette böyle bir durumdan söz edilmemektedir. Âyetin gelişi bize verilen ya da sunulan nimetleri açıklamak içindir. Kaldı ki Hakîm olan bir zata, minnet yerlerinde en basit iki nimeti anlatıp da bu iki nimetin daha üzerinde olan nimetleri zikretmemesi, terketmesi Onun için yakışık almaz, O'na yaraşmaz.

Bir de (.......) kelimesinin mefulü leh olarak mensûb kılınması ise,

(.......) kavlinin mahalline atfedilmesi sebebiyledir. Bir de yaratıklarının arasında çeşit olarak sizin daha bilemediğiniz ve bilemeyeceğiniz daha nice nice varlıklar vardır. Bunun içindir ki Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice nakil vasıtaları yaratır.” İşte niteliği böyle olan bir zât, elbette kendisine başka bir şeyin şerik yani ortak koşulmasından münezzehtir, uzaktır ve beridir.

9

Yolun doğrusunu göstermek Allah'a âittir. O yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.

Yolun doğrusunu göstermek Allah'a âittir.” Burada murat olunan şey cinstir. Bunun içindir ki burada aynı zamanda, “O yolun eğrisi de vardır” diye buyurdu. Burada geçen, (.......) kelimesi, fâil anlamında mastardır. Bu da, (.......) demektir. Meselâ (.......) gibi. Ki bu, doğru yol, demektir.

Sanki yola giren kimsenin amaçladığı, gitmek istediği ve ondan dönmek istemediği hedefi demek istiyor gibidir. Manası ise şöyledir: “Ulaştırılması gereken hak yol, gösterilmesi icabeden hak yol Allah'a âittir.” Bu şu ayete benzer: “Doğru yolu göstermek bize âittir.” (Leyl,12) Ancak bu aidiyet vucub gerektiren manada bir aidiyet değildir. Çünkü hiçbir şey Allah üzerine vacip ve gerekli değildir. Ancak Allah bütün bunları fazlı ve ikramı gereği yapar. Bir tefsire göre de bunun manası, (.......) dır, denmiştir.

Zeccâc da diyor ki bunun manası şöyledir: “Dosdoğru olan yolu açıklayıp göstermek ve delillerle o yola davette bulunmak Allah'a âittir.”

O yolun eğrisi de vardır”

Yani o yoldan doğruluktan uzak olup da eğri olan yol da var dır.

Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.”

Yani genel olan hidâyetten sonra muvaffakiyet ve nimet vermekle lütfuna hidâyet etmektir, yönlendirmektir.

10

Gökten suyu indiren O'dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler vardır.

Gökten suyu indiren O'dur. Ondan hem size içecek vardır,” Âyetteki, (.......) kavli,

(.......) kavline mütealliktir ya da (.......) kelimesinin haberidir. Bu da içilecek şey, demektir.

Hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler vardır.” Âyette geçen, (.......) kavli burada hayvanların otlayacağı otlar, yeşillikler vs. demektir.

Buradaki, (.......) fiili, (.......) manasındadır, bu da otlamak, otladığı zaman, demektir. Başıboş bırakmak, salıvermek, meraya bırakmak demektir.

Yani sâhibi tarafından otlağa bırakıları anlamındadır. Kelime, (.......) den alınmadır. Bu ise alâmet demektir. Çünkü hayvanlar otlamakla, o toprağın ve o bölgenin damgasını üzerlerinde taşırlar, oralardan etkilenirler.

11

(Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.

Allah su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir.” Bu âyette, (.......) her meyveden birazını, bir kısmını, diye buyurdu ve fakat, (.......) her meyveyi tattırdı, buyurmadı. Çünkü meyvenin hepsi ve tamamı ancak cennette olur. Ancak Yüce Allah yeryüzünde bu hepsinden sadece bir kısmını bitirip meydana getirdi ki, o nimetleri hatırlatsın içindir.

İşte bunlarda düşünen bir toplum için büyük bir ibret vardır.” Bu delillere bakarak Yüce Allah'ın varlığını, Onun kudretini ve hikmetini delil olarak görebilirler. Çünkü âyet, çok açık bir şekilde buna delalet etmekte ve bu gerçeği ortaya koymaktadır.

12

O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullarıanlar için pek çok deliller vardır.

O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah'ın emri ile hareket ederler.” Bu âyette geçen her dört kelime de, (.......) kavli üzerine ma'tûf sayılarakmensûb olmuşlardır. Ancak kırâat imâmlarından sadece Hafs, (.......) kavlindeki her dört kelimeyi de mübteda ve haber olarak merfû' olarak kırâat etmiştir.

Şüphesiz ki bunlarda aklını kullarıanlar için pek çok deliller vardır.” Burada geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Âyette aklı zikretmesinin nedeni şu sebepledir. Ulvi yani yüce olan şeyler apaçık olan kudretin varlığını daha açık olarak gösterir ve azamet ve kibriya sâhibi olan Yüce Allah’ın varlığına daha açık bir şekilde tanıklık ederler.

13

Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.

“Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da –yani yarattığı canlılarda, ağaçlarda, meyvelerde ve daha bilemediğimher şeyde de öğüt -nasihat- alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.

Burada, (.......) kavli, (.......) üzerine ma'tûftur.

14

İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.

İçinden taze et, balık yemeniz” Burada geçen, (.......) kavli yani taze et ifadesi, balık demektir. Nitekim mealde de buna işaret olunmuştur. Özellikle burada, “Taze et” ifadesinin kullanılmış olmasının sebebi, bunun çok çabuk bozulması sebebiyledir. Bunun çabuk yenilip tüketilsin ve bozulmasın için buna dikkat çekilmiştir. Bir kimse, et yemeyeceğim diye yemin etse, fakat bunun üzerine balık yese, yeminini bozmuş sayılmaz. Çünkü yemin ler örfe göre değerlendirilirler. Dolayısıyla bir kimse kölesine ya da çocuğuna veya işçisine, şu paraları al da, bununla et satın al, demiş olsa, o da gidip et yerine balık satın alsa, bunu geri çevirmeye, kabul etmemeye hakkı vardır. Çünkü örf olarak et denilince deniz ürünleri değil, eti yenen kara hayvanları, davarların eti akla gelir.

ve takacağınız bir süs eşyası -inci ve mercan- çıkarmanız için denizi emrinize veren O'dur.” Âyette geçen, (.......) kavli yani “giyeceğiniz, takacağınız” ifadesiyle demek istenen şey, kadmlarının o ziynetleri takmaları anlamındadır. Çünkü kâdirılar bu ziynetleri ve süsleri erkekler için takıp takıştınrlar. Böylece sanki bu, erkeklerin âdeta ziyneti ve takısı olmuş gibi oluyor.

Gemilerin denizde suları yara yara gittiklerini de görüyorsun.”

Yani su içinde hareket ede ede, suyu yara yara, demektir, (.......)Suyu/denizi göğsüyle yarmak,” demektir. Ahmed b. Hanbel rivâyet etmiştir. Bak. Müsned: 1/206,268

Bütün bunlar onun lütfunu aramanız” Bu cümle mahzûf bir kelime üzerine ma'tûf bulunmaktadır.

Yani ibret almanız için ve Onun lütfunu aramanız için, demektir. Burada, “Fazlını aramak” demek, ticaret yapmanız için, demektir.

Ve -Allah'ın kendisiyle size ikramda bulunduğu- nimetine şükretmeniz içindir.”

15

Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.

“Sizi sarsmaması -düşürmemesi, sallamaması- için yeryüzünde -sağlam ve sarsılmaz- dağları, yolunuzu bulmanız -istediklerinizi elde edebilmeniz veya Rabbinizin birliğini kavrayabilmeniz- için de ırmakları ve yolları yarattı.”

Yahut, (.......) kavli, (.......) takdirindedir ve, “sizi sarsmaması, düşürmemesi için...” demektir. Ancak muzafın hazfı daha çok olmaktadır. Denilmiştir ki; Allah yeryüzünü yarattı. Ancak yeryüzü hareket etmeye, sarsılmaya başladı. Melekler dediler ki: “Bunun üzerinde hiçbir kimse duramaz, yerleşemez.” Ancak sabahladıklarında, bir de gördüler ki dağlar dikili verilmiş, çakılmış. Ancak melekler neden ve niçin yaratıldığını bilemediler.

Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi aynı zamanda, (.......) manasını da taşır, bu manaya da gelir. Dolayısıyla yeryüzünde nehirler de yarattı, demektir.

16

Daha nice alâmetler (yarattı.) Onlar, yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.

Daha nice alâmetler yarattı.” Bunlar yolları gösteren nirengi noktaları, işaretleri demektir. Dolayısıyla yolcuların kendisiyle yollarını bulabildikleri ve tayin ettikleri her dağ, işaret vb. gibi şeyler bu manadadırlar.

Onlar, yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.” Burada yıldızlardan murat cins demektir. Ya da bunlardan murat Süreyya Yıldızı, Küçükaymm iki parlak yıldızı, Küçük ve Büyükayı, Kuzey Yıldızı gibi yıldızlar kasdolunmuş olabilir.

Şayet, (.......) kavliyle muhatap kipiyle zikretme yerine gaip kipiyle zikretti, burada yıldız yani, (.......) kelimesi takdim olunmuş, başta zikredilmiştir. Özellikle de, (.......) zamîriyle de buna vurgu yapılarak büyük bir önem verilmiştir. Sanki şöyle denmiş gibidir: “Özellikle yıldızlarla ve bilhassa onlarla yollarını bulurlar.” O hâlde “onlardan” murat nedir? dersen, benim buna cevabım şudur: Sanki burada Kureyş kasdolunur gibidir. Çünkü onlar gidiş ve gelişlerinde yollarını hep yıldızlarla bulurlardı. Onların bu konuda bir takım bilgileri de vardı, bu konuda Kureyş'in sahip olduğu bilgilere başkalan sahip değillerdi. İşte bu bakımdan bunların daha çok Allah'a şükretmeleri gerekir. En çok bunların ders çıkarmaları icabeder. İşte bunun için özellikle diye tahsis edildiler, buna dikkat çekilmiş olundu.

17

O hâlde, yaratan (Allah,) yaratmayan (putlar) gibi olur mu? Hâla düşünmüyor musunuz?

O hâlde, yaratan -Yüce- Allah, yaratmayan putlar gibi olur mu?” Âyette görüldüğü gibi, ilim ve akıl sâhibi varlıklar için kullanılan, (.......) edatı getirilmiştir. Bunun nedeni, puta tapanların bu putlarına ilâh diye isim vermiş olmaları iddiasından ve onlara tapmalarından ötürüdür. Böylece putları da âdeta ilim ve akıl sâhibi varlıklar imişçesine değerlendirdiler.

Ya da bunun manası şöyledir: “Yaratan Allah, yaratmayan ilim sahipleri gibi olur mu? Ya bir de hiçbir ilimleri olmayanlar nasıl yaratabilirler ki?”

Ancak burada, (.......)

Yani, “Yaratmayan nasıl yaratan gibi olur?” diye buyurmadı. Halbuki mananın ve cümlenin asıl akışı böyle söylenmesini gerektirirdir, uygun olanı ve yeri de doğal olarak bu idi. Buna rağmen böyle demedi. Bunun sebebi, puta tapanları ilzam etmek ve susturmak içindir. Çünkü bunlar putlarını haşa Allah'a benzeterek ilâh diye adlandınyorîardı. Zira bu puta tapanlar, isim vermede ve tapmada putlarını, Allah'tan başkasını O'nun gibi isimlendirince, böylece her şeyden münezzeh olan yüce Allah'ı da yaratılmışlar cinsinden ya da türünden saymaya, onlara benzetmeye başladırlar.

İşte âyette: (.......) buyurmakla, onların bu tür sakat görüşlerini reddetmiş oldu. Bu âyet, kullar fiillerinin yaratıcısıdır, görüşünü savunan Mu'tezile mezhebi mensuplarının aleyhinde bir hüccet, bir delildir..

Hâla düşünmüyor musunuz?” Hala düşünüp de üzerinde ısrar ettiğiniz inancınızın bozuk ve yanlıliğinı anlamış değil misiniz?

18

Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek merhamet edendir.

Allah'ın nimetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız.” O nimetlerin sayı ve adetlerini tespit edemezsiniz. Bu nimetlerin hakkını yerine getirmeniz, şükrünü eda etmeniz bir yana, aslında sizin buna gücünüz yetmez. Yüce Allah, yukanda birçok nimetlerini saydıktan hemen sonra bunu zikretmesi şu noktaya dikkat çekmek içindir. Bunlar görülen ve bilinen nimetlerdir.. Halbuki sizin bilemediğiniz ve bilemeyeceğiniz bunun ötesinde daha sayısız nimetler vardır. Bunlar sayıya da gelecek değildir.

Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” Nimetin şükrünü eda etmede ve yerine getirmedeki kusur ve eksikliklerinizi de görmezden gelir, bağışlar; aşırı gitmeniz ve yanlışlara sapmanızdan dolayı o nimetleri sizden kesmez.

19

Allah, gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir.

Allah, gizlediğinizi de açıkladığınızı da bilir.”

Yani sözleriniz olsun, fiilleriniz olsun Allah hepsinden haberdardır. Burada hem vaad ve hem de tehdit bulunmaktadır.

20

Allah'ı bırakıp da taptıkları (putlar,) hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır.

Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar,” Allah'ı bırakıp da kafirlerin taptıkları ilâhlar, Kırâat imâmlarından Hafs dışında hepsi “T” harfiyle okumuştur.

Hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü onlar kendileri yaratılmışlardır.”

21

Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.

Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.” Böylece Yüce Allah, tapınılan ve ilâh diye ileri sürülen bu putların yaratan olmadıklarını, böyle bir özellik ve güce sahip bulunmadıklarını, hiç ölmeyecek diriler olmadıklarını, ne zaman dirileceklerini de bilenler olmadıklarını belirtmekle, bunlara izafe edilen ya da nispet olunan ilahlık özelliğini reddetmektedir. Bunların özelliklerinin de tıpkı diğer yaratılmışların aynısı olduğunu ve öleceklerini, ölümlerinden sonra da ne zaman dirileceklerini de bilmediklerini ve bilmeyeceklerini zikrediyor.

Âyetin başında yer alan, (.......) kavli, (.......) takdirindedir. Ayrıca, (.......) kavlinin manası şöyledir. “Eğer ilâh diye ileri sürdükleri putları gerçekten ilâh olmuş olsalardı, kesinlikle hiç ölmeyen diriler olmaları gerekirdi.

Yani bunlar için ölüm câiz olmazdı. Halbuki bunların durumları tamamen aksi olan bir durumdur. Çünkü herkes gibi onlar da ölecek ve dirilecekleri zamanlarını da bilmeyeceklerdir.

(.......) kavlindeki zamîr ise bu işe davette bulunanlara ya da bunlara dua edenlere râcidir.

Yani bunlar, kendirlerine tapan kullarının ne zaman dinleceklerini de bilmezler. Burada aynı zamanda müşriklerle bir tür alay ifadesi de yatmaktadır. Çünkü tapınmakta oldukları tanrıları onların ne zaman dirileceklerini bilmiyorlar. O hâlde bu putlar, suçllarını işledikleri amellere göre değerlendirmek, cezâ veya mükâfat vermek için bu zamanı ve vakti nasıl bilebilecekler ki? Bu âyet, aynı zamanda mutlaka ölümden sonra dirilmenin kesin olacağına da delildir.

22

İlâhınız bir tek Tanrıdır. Fakat âhirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkârcı, kendileri de böbürlenen kimselerdir.

İlâhınız bir tek İlahtır.”

Yani daha önce geçen ve okumuş olduğumuz âyetlerden de öğrendiğimiz ve anlaşıldığı gibi ilahlık Allah'tan başkasına âit değildir. Şüphesiz sizin mabudunuz, ilahınız bir tektir.

Fakat âhirete inanmayanlar var ya, onların kalpleri inkârcı,” kalpleri vahdaniyeti, Allah'ın birliğini inkâr eder, “Kendileri de böbürlenen kimselerdir.” Tevhidi kabullenmekten büyüklenen ve onu ikrardan kibirleri sebebiyle kaçan kimselerdir.

23

Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları asla sevmez.

Hiç şüphesiz -gerçek olan şu ki- Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir.”

Yani gizlilerini de, açıkça işlediklerini de bilir ve buna göre onları cezâlandınr. Bu bir tehdit ifadesidir.

O, büyüklük taslayanları asla sevmez.”

Yani Tevhide karşı çıkan ve şirki kabullenen, böylece Allah'a karşı büyüklenen kimselerdir.

24

Onlara: Rabbiniz ne indirdi? denildiği zaman, “Öncekilerin masallarını” derler.

Onlara -söz konusu edilen bu kafirlere-: Rabbiniz ne indirdi?'denildiği zaman,'Öncekilerin masallarını'derler.”

Âyette geçen, (.......) kavli, (.......) kavliyle mensûbtur.

Yani,

“Rabbiniz size hangi şeyi, neyi indirdi?” demektir. Ya da mübteda olarak merfûdur.

Yani, “Rabbinizin size indirdiği o şey nedir?” demektir.

(.......) kavli ise mahzûf mübtedanın haberidir.

Bir tefsire göre de denilmiştir ki: “Bu, Mekke'nin giriş ve çıkışlarını kendi aralarında bölüştürerek tutan ve dışarıdan Mekke'ye gelenleri kendilerince Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e karşı uyarıp ondan uzaklaşmalarını sağlamaya çalışanların söyledikleri bir ifadedir. Çünkü Câhiliye dönemin de Mekke'ye hac için gelen heyetlerin, Resûlüllahne indirilen şeyin ne olduğunu sordukları zaman, bunlar da: “Öncekilerin masallarını, derler.” Cevabıyla karşılık verirlerdi.

Yani geçmiş toplumların başlarından geçen olayları, onların bâtıl ve anlamsız inançları kendisine iniyor, demekte idiler. (.......) kelimesinin müfredi yani tekili, (.......) dir.

Ancak Mekke'ye gelenler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbıyla karşılaştıklarında, bunlar, gelen o yabancılara, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in doğru, dürüst biri olduğunu ve onun Allah'ın da peygamberi olduğunu söylüyorlardı. İşte doğru ve gerçeği söyleyenler bu sahâbe idiler.

25

Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için (öyle derler.) Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür!

Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmım yüklenmeleri için öyle derler.” Evet Yolları tutup da bu şeyleri söyleyenler, halkı doğru olan hak yoldan saptırmak için yapmaktadırlar. Böyle yapmakla hem tamamen kendi sapıklıklarının vebalini ve günahlarını yüklenecekler, hem de bunların saptırması sonucu yollarını saptıran kimselerin vebalinden de bir kısmım yükleneceklerdir. Bu vebal ise, o insanları saptırma sebebiyle olan günah ve vebaldir. Çünkü saptıranın kendisi olsun, saptıran sebebiyle haktan sapan kimseler olsun suçta ortaktırlar. (.......) kavlindeki, “Lam” harfi, talil yani sebep ve gerekçe bildirmek içindir. (.......) kavli de mefulden hâldir.

Yani, “kendilerini yoldan saptıranların sapık kimseler olduğunu bilmeden onları saptınrlar, onlar da bunlara kanıp saparlar” demektir.

Bak ki yüklenecekleri şey ne kötüdür!” Burada geçen, (.......) harfi mahallen merfûdur.

26

Onlardan öncekiler de (peygamberlere) hile yapmışlardı. Sonunda Allah da onların binalarını temellerinden söktü üstlerindeki tavan da tepelerine çöktü. Bu azap onlara, farkedemedikleri bir yerden gelmişti.

Onlardan öncekiler de peygamberlere hile yapmışlardı. Sonunda Allah da onların binalarını temellerinden söktü,”

Yani temel direkleri, somelleri bakımından yerlerinden söküp attı. Burada geçen, (.......) kelimesi, kolon ve sütün anlamlarına gelir ki temel direkler demektir. Bu bir temsili anlatımdır.

Yani bu müşrik ve kâfirler Allah'ın Resullerine karşı bir takım hile ve tuzaklar kurarlar ve kurdukları bu tuzaklarıyla onları yanıltmaya, zora düşürmeye çalışırlar. Yüce Allah da onların helaklerini ve yok oluşlarını kurdukları kendi tuzaklarını başlarına geçirmekle verir. Bu âdeta bir bina yapan topluluğun durumuna benzer. Bunlar yaptıkları binalarını direkler, someller, kendilerince sağlam temeller üzerinde kurarlar. Derken bu direklerde meydana gelen bir sarsıntı sonucu bina hemen çöküverir, hepsi de çöken binanın altında kalıp ölürler, yok olup giderler.

Cumhûrun görüşüne göre burada sözü edilen kafir Nemrût bin Kenan'dır. Çünkü bu kişi Bâbil'de bir saray yaptınr. Sarayın uzunluğu beşbin zira idi. Bir rivâyete göre de iki fersah uzunluğunda bir saray idi. Allah bir rüzgar ve kasırga fırtınası estirdi, saray buna dayanamayıp, Nemrût'un kendisinin, kavminin üzerine çöküverdi. Hepsi de helâk olup gittiler. (.......) kavli, Allah o binayı kökünden, temelinden söküp atmasını rüzgara emretti” demektir.

Üstlerindeki tavan da tepelerine çöktü. Bu azap onlara, farkedemedikleri bir yerden gelmişti,”

Yani hiç hesap edemedikleri ve hiç beklemedikleri bir anda ve bir sırada geliverdi.

27

Sonra kıyamet gününde (Allah,) onları rezil eder ve der ki: “Kendileri hakkında (mü’minlere) düşman kesildiğiniz ortaklarını nerede?” Kendilerine ilim verilmiş olanlar derler ki: “Şüphesiz bugün rezillik ve kötülük kâfirleredir.”

Sonra kıyamet gününde Allah, onları rezil eder” Dünyada gördükleri ve cezâlarıdırıldıkları azap dışında âhirette de Allah onları en aşağılayıcı ve rezil bir azap ile cezâlandınp zelil ve hakir kılar.

Ve der ki: “Kendileri hakkında mü’minlere düşman kesildiğiniz ortaklarını nerede?”

Burada Yüce Allah, (.......) kavliyle, onların izafetlerini yani durumlarını kendi nefsine/zâtına izafetle buyurmuş ki, bu şekilde onlarla alay yollu bir azarlama, onları kötülemedir.

(.......) yani mealde de belirtildiği gibvsiz, bu ilâh diye adlarıdırdığınız putlar sebebiyle mü’minlere karşı düşmanlık ediyor ve onlara karşı hasmane bir şekilde davranıyordunuz. Kırâat imâmlarından Nâfi, (.......) kavlini nun harfinin kesriyle, (.......) olarak okumuştur. Bu da, (.......) takdirindedir ve, “Onlar yüzünden bana zorluk-düşmanlık gösteriyordunüz” demektir. Çünkü mü’minlere karşı gösterilen düşmanlık ve zorluk, bir manada Yüce Allah'a karşı yapılan düşmanlık demektir.

Kendilerine ilim verilmiş olanlar -yani peygamberler, onların ümmetlerinden olup da onları îman etmeye davet eden alimler, onlara vaaz verenler, kendilerine dönüp bakmayan ve düşmanlık çıkaran o kimselere- derler ki:” Bunu, onlara karşı sırf bir şamata, bir alay olsun için derler. Ya da bunu diyenler meleklerdir.

Şüphesiz bugün rezillik rüsvayhk ve kötülük -azap- kâfirleredir.”

28

Kendilerine haksızlık ederlerken meleklerin canlarını aldıkları kimseler: Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk, diyerek teslim olurlar. (Melekler onlara şöyle der:) “Hayır, Allah, sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.”

Kendilerine- Allah'ı ve Allah'a îmanı inkâr sebebiyle- haksızlık ederlerken meleklerin canlarını aldıkları kimseler: Biz hiçbir kötülük yapmıyorduk -daha önce kendilerinde bulunan inkârcıliği, küfrü ve düşmanliği hiç yapmamışlar gibi inkâr ederek ve böyle bir işte bulunmuyorduk-, diyerek -barış içinde ve teslim bayrağını çekerek yani dün-yada yaptıkları kötülüklerinin ve düşmanlıklarının aksine, durumlarını gizlemek suretiyle iyi kimselermiş havasında- teslim olurlar.”

Melekler -bu hususta bilgi sâhibi olanlar- onlara şöyle der: “Hayır, Allah, sizin yaptıklarınızı elbette çok iyi bilendir.” Bundan dolayı da sizi cezâlarıdıracaktır. Bu da yine onlarla bir tür alay etmektir. Nitekim bundan sonraki âyet de böyledir.

(.......) kavlini, kırâat imâmlarından Hamza, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Nitekim bundan sonra gelecek olan 32. âyeti de böyle okumuştur.

29

“O hâlde, içinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!”

(.......) O hâlde, içinde ebedî kalacağınız cehennemin kapılarından girin! Kibirlenenlerin yeri -cehennem olarak- ne kötüdür!”

30

(Kötülüklerden) sakınanlara: Rabbiniz ne indirdi? Denildiğinde, “Hayır (indirdi)” derler. Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükâfat vardır. Âhiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir!

Kötülüklerden -Allah'a şerik koşmaktan uzak durup- sakınanlara: Rabbiniz ne indirdi? denildiğinde, “Hayır indirdi” derler.” Bu âyette geçen, (.......) kelime si mensûb kılınmış, daha önce, bu surenin 24. âyetinde geçen, (.......) kelimesi de merfû' kılınmıştır. Çünkü burada, (.......) kelimesinin başına,

(.......) fiili takdir olunmuş ve bu nedenle de mensûb olmuştur.

Yani,

“Hayrı indirdi” demektir. Böylece sorulan soruya cevabı uygun bir şekilde kondurmuş oldu, yerine oturttu. Halbuki 24. âyette ise takdir edilen,

(.......) zamîridir.

Yani, (.......) takdirindedir. Böyle sorudan hareketle cevaba yöneldi.

“Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükâfat vardır.”

Yani îman edip iyi ve güzel ameller işleyenler ya da, “La İlahe İllallahdiyenler, için mükâfat vardır, demektir. (.......) kelimesi raf ile gelmiştir.

Yani sevap vardır, güven ve emniyet vardır, ganimet vardır, demektir. Bu da âyette geçen, (.......) kelimesinden bedeldir ve şirkten, kötülüklerden sakınanların sözlerini hikâyedir, anlatmaktır.

Yani, “Şu sözü dediler” demektir. Önce hayır diye adlarıdırdığı şeyi zikretti, takdim etti, sonra da hikâye yoluyla anlattı. Ya da bu, bir çok söyleyenlerine âit yeni bir cümledir, kelamdır. Dolayısıyla bunların söylediklerini yaptıkları iyiliklerden saymış olmaktadır.

Âhiret yurdu ise daha hayırlıdır.”

Yani bunlar için dünyada hayırlı olandan çok daha hayırlısı âhirette vardır. Bu tıpkı Rabbimizin şu kavli gibidir: “Sonunda Allah da onlara dünya nimetini/sevabını ve (en önemlisi) âhiret sevabının güzel olanını verdi.” (Al-i îmran,148)Takva sahiplerinin -âhiretyurdu gerçekten güzeldir!” Burada, ifade daha önce geçtiğinden ötürü, medih sebebiyle mahsus hazfolunmuştur.

31

(O yurt,) girecekleri, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Onlar için orada kendilerine diledikleri her şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükâfatlarıdırır.

O yurt, girecekleri, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleridir.” Buradaki,(.......) kavli, mahzûf bir mübtedanın haberidir. Yahut da mahsusun bilmefi dihtir. “Onlar için orada kendilerine diledikleri her şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle mükâfatlarıdırır.”

32

(Onlar,) meleklerin kendilerine: “Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin” diyerek tertemiz olarak canlarını aldıkları kimselerdir.

Onlar, meleklerin kendilerine: “Size selâm olsun. Yapmış olduğunuz iyi işlere karşılık cennete girin” deyerek tertemiz olarak -küfre sapmamak suretiyle kendilerini zulümden anndırmakla- canlarını aldıkları kimselerdir.”

Burada geçen (.......) kavli, bundan önce bu surenin 28. âyetinde geçen, (.......) kavline karşılık olarak gelmistir. (.......) kavli için denilmiştir ki; Mü’min olan bir kul ölüm döşeğinde iken, ölüm meleği kendisine gelir ve ona: “Ey Allah'ın dostu, sevgili kulu! Allah sana selâm eder,” der ve kendisini cennetle müjdeler. Âhirette bunlara şöyle denilir: “Yapmış olduğunuz iyi işlere -güzel amelinize- karşılık girin cennete!”

33

(Kâfirler) kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rablerinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

Kâfirler kendilerine -canlarını almaları için- meleklerin gelmesinden veya Rablerinin emrinin -onların kökünü kazıyacak azâbın veya kıyametin- gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?” Bu kâfirler başka bir şeyi değil, bunu mu bekleyip duruyorlar!?.. “Onlardan öncekiler de böyle -Allah'a şirk koşmak ve peygamberlerini yalanlamak gibi işler- yapmışlardı. Allah -onları ortadan kaldırmakla- onlara zulmetmedi, fakat onlar -kendilerini yok edebilecek suçları işlediklerinden ve bu şekilde cezâlarıdırmayı hakkettiklerinden dolayı kendi- kendilerine zulmediyorlardı.”

Kırâat imâmlarından, Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kavlini (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuştur.

34

Sonunda yaptıklarının cezâsı onlara ulaştı ve alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre kuşatıverdi.

Sonunda yaptıklarının -kötü amellerinin karşılığı ve- cezâsı onlara ulaştı ve alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre kuşatıverdi.” Alay ve eğlencelerinin cezâsı sonunda kendilerini kuşatıverdi. Kazdıkları kuyuya kendileri düştü.

35

Ortak koşanlar dediler ki: “Allah dileseydi ne biz ne de babalarınıız ondan başkasına tapardık. Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlerin üzerine açık seçik tebliğden başka bir şey düşer mi!

Ortak koşanlar dediler ki: “Allah dileseydi ne biz ne de babalarınıız ondan başkasına tapardık.” Bu söz müşrikler tarafından alay olsun diye söylenen bir ifadedir. Halbuki bunu gerçekten inandıklarından söylemiş olsalardı daha doğru olurdu, dürüst davranmış olurlardı.

Onun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.”

Yani Bahire, Şaibe ve benzerleri gibi haram kılmazdık. Bunlarla ilgili bilgi daha önce, (Mâide,103) âyetinde açıklanmıştı. Oraya bakılsın.

Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı.”

Yani resulleri yalanlamışlar, helali haram kılmışlardı. Müşrikler bütün bu sözleri hep onların alay etmeleri gibi alay olsun diye söylüyorlardı.

Peygamberlerin üzerine açık seçik tebliğden başka bir şey düşer mi!” Onların görevleri sadece hakkı tebliğden ve halkı da şirkin bâtıl ve anlamsız olduğunu, geçersiz olduğunu, çirkinliğini bildirmek ve onları bundan haberdar etmekten ibârettir.

36

Andolsun ki biz, “Allah'a kulluk edin ve Tâğut'tan sakının” diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıkliği hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!

And olsun ki biz, “Allah'a kulluk edin -Allah'ı birleyin ve bir tek olarak Onu tayın- ve Tâğuttan -şeytandan- sakının -ona itâat etmeyin-” diye emretmeleri için her ümmete bir peygamber gönderdik.”

Allah, onlardan bir kısmım doğru yola iletti.” hidâyet yolunu, doğruyu seçmeleri sebebiyle, Allah kendilerini doğru yola yönlendirdi.

Onlardan bir kısmı da sapıkliği hak ettiler.”

Yani bunlar da dalalet ve sapıkliği tercih ettiklerinden onlara da o gerekli kılındı.

Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!” Allah onları nasıl da helâk etmiş, ortadan kaldırmış, ülkelerini ellerinden alıp onlardan boşaltmış, gezin de bütün bunları görün.

Yüce Allah bundan sonra Kureyş'lilerin inatçıliğinı ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in onların îman etmesini ne kadar çok arzulayıp durduğunu zikretmektedir. Ve kendisine bunların, kendilerine dalalet ve sapıklık hakkedenlerden oîdukianın bildirerek şöyle buyurmaktadır:

37

(Resûlüm!) Sen, onların hidâyete ermelerine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi (dilemezse) hidâyete erdirmez. Onların yardımcıları da yoktur.

Resûlüm! Sen, onların hidâyete ermelerine çok düşkünlük göstersen de bil ki Allah, saptırdığı kimseyi dilemezse hidâyete erdirmez.” Bu âyette geçen, (.......) kelimesini Kûfe kırâat okulu (.......) harfinin fethi yani üstün harekesi ve dal harfini de kesriyle yani esresiyle olmak üzere, “Yendi” şeklinde okumuşlardır. Bunlar dışındaki kırâat imâmları ise, (.......) harfinin zammesi yani ötüresi ve dal harfinin de fethası yani üstünüyle olmak üzere, (.......) şeklinde okumuşlardır. Bunun da gerekçesi, (.......) kavlinin mübteda ve, (.......) kavlinin de bunun haberi olmasındandır. “Onların yardımcıları da yoktur.”

Haklarında Allah'ın hükmünüm uygulanmasına engel olabilecek biri de yoktur. Aynı şekilde onlar için hazırlanmış olan azâbı da onlardan önleye cek bir yardımcıları yoktur.

38

Onlar: “Allah ölen bir kimseyi diriltmez” diye olanca güçleriyle Allah'a and içtiler. Aksine, bu O'nun bizzat kendisine karşı gerçek bir vadidir. Fakat insanların çoğu bilmez.

Onlar: “Allah ölen bir kimseyi diriltmez” diye olanca güçleriyle Allah'a and içtiler. Aksine,” Bu, ret olayından sonra, gerçeği kanıtlamaktır.

Yani onların dediklerinin ve inandıklarının aksine (Allah onları mutlaka diriltecektir.)

Âyetteki, (.......) kavli, (.......) kavli üzerine ma'tûftur. “Bu Onun bizzat kendisine karşı gerçek bir vadidir.” Burada geçen, (.......) kavli, (.......) kavlinin gösterdiği yani delalet ettiği gibi müekked mastardır. Çünkü yeniden diriltmek Allah'ın kesin vadidir. Allah'ın bu vadini yerine getireceğinin de gerçek olduğu gayet açıktır.

Fakat insanların çoğu bilmez.”

Yani Allah'ın vadinin hak ve gerçek olduğunu ya da onları dirilteceğinin gerçek olduğunu bilmezler.

39

Hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da kendilerinin yalancılar olduklarını bilmeleri için Allah onları diriltecek.

Hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklaması” Âyetin başındaki, (.......) kavli, (.......) kavlinin gösterdiği şeye taallûk etmektedir.

Yani, “Onları diriltir ki, “Hakkında ihtilaf ettikleri şeyi -gerçeği, hakkı- onlara açıklaması” için, demektir.

(.......) kavlindeki zamîr ise, hem mü’minleri, hem de kâfirleri kapsamaktadır, her ikisine de şamildir.

Ve kâfir olanların da kendilerinin -Allah ölenleri diriltmeyecek, diye söyledikleri sözlerinde- yalancılar olduklarını bilmeleri için Allah onları diriltecek.”

40

Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona (söyleyecek) sözümüz sadece “Ol” dememizdir. Hemen oluverir.

Biz, bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona söyleyecek sözümüz sadece “Öl” dememizdir. Hemen oluverir.”

Yani o şey de oluverir, demektir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Ali Kisâî, (.......) kavlinin cevabı olmak üzere, (.......) kavlini nasb ile okumuşlardır. (.......) ifadesi, mübteda dır., (.......) kavli de bunun haberidir. (.......) kavli tam fiil olan ve meydana gelmek, var olmak manasına gelen, (.......) fiilindendir.

Yani: “Biz bir şeyin olmasını, meydana gelmesini istediğimizde, başka değil, Biz ona sadece, “var ol” deriz. O da beklemeksizin hemen anında var olur” demektir. Aslında bu ifade yaratılma olayının ne kadar hızlı ve çabuk meydana geldiğini anlatmak için söylenen bir ibâredir. Şöylece kesin olarak anlaşılmıştır ki, Allah'ın muradettiği, istediği bir şey, asla kendisi için mümteni değildir, olamaz değildir. Zaten böyle bir şey Allah için düşünülemez. Bir şeyi, Allah'ın murat etmesi hâlinde, onun var olması beklemesizdir, yani zamana vb. gibi bir şeye asla gerek yoktur.

Bu, âdeta kendisine itâat olunan bir amirin, emretmesi üzerine hemen kendisine her an ve her bakımdan itâatkâr olan bir memuruna, emre konu olan şeyi derhal amirinin önüne koyması, işi anında yapması gibidir. Artık orada bir başka söze ve ifadeye yer yoktur. Söylenen gerçekleşir. Buna göre mana şöyledir:

“Takdir olunan her şeyin var edilmesi Allah hakkında oldukça basit bir şeydir ve bu kolaylıktadır. Madem ki Allah hakkında her şey böyledir, nasıl olur ki öldükten sonra dirilîemesin. Halbuki bu da onun takdir ettikleri içerisinde sadece biridir. Elbette buna da kâdirdir.”

41

Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür.

Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda -Allah hakkı ve Allah nzası için- hicret edenlere gelince,” Bunlar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashâbıdırlar. Mekke halkı kendilerine zulmettiler. Dinlerini yaşamak uğruna Allah'ın emrettiği yere hicret ettiler. Bunlardan kimisi inancım yaşamak üzere Habeşistan'a hicret etmiş, sonra da buradan Medine'ye hicret ederek iki hicreti bünyelerinde toplamışlardı. Kimisi de doğrudan Medine'ye hicret etmişlerdi.

Onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz.” Buradaki, (.......) kelimesi, mastann sıfatıdır. Bu da:

(.......) dernektir. Ya da, (.......) demektir. Bu da Medine şehridir. Çünkü Allah onları oraya yerleştirdi ve oradaki halk da onlara kucak açtılar ve onlara orada yardım ettiler.

Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür.”

Burada, (.......) kavlinde durmak vakfı lazımdır. Çünkü, (.......) kavlinin cevabı mahzûftur. zamîr de kafirlere râcidir.

Yani; “Eğer onlar bu gerçeği bilselerdi, mutlaka dine rağbet edip ona koşarlardır.” Ya da bu zamîr muhacirlere yani dinleri uğurunda yurtlarını terketmek zorunda kalanlara râcidir.

Yani, “Eğer bilebilselerdi, gayretlerinde ve çabalarında daha çok gayret ederlerdi ve daha fazla sabır gösterirlerdi.”

42

Onlar sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.

Onlar sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.”

Âyetin başında geçen, (.......) kavli, “Onlar sabredenlerdir” takdirindedir. Ya da: “Ben sabredenleri kasdediyorum,” demektir. Sonuçta her ikisi de medih yani övgüdür.

Yani bunlar ülkelerinden, vatanlarından ayrı düşmelerinden dolayı buna dayanıp sabr ettiler. Bu vatan, herkesin gönlünde sevgisi yatan Allah'ın Harem'idir. Herkes bu mübarek belde için gönülden yanıp tutuşurken, sevgisi gönülleri kavururken, peki ya bir de burada doğup büyümüş olanların oradan aynliği sebebiyle gönülleri nasıl yanıp tutuşmasın ki? Ya da cihad etmede sabır gösterdiler, Allah yolunda canlarını feda ettiler.

Rablerine de dayanıp güvenerek tevekkülde bulundular.” İşlerini Allah'a havale ettiler, dinleri bakımından başîanna gelenlere nza gösterdiler.

43

Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.

Senden önce de, kendilerine -melekler aracıliğiyla- vahyettiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik.” Kırâat imâmlarından sadece Hafs, (.......) olarak kırâat etmiştir.

Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun.” Burada bilenler diye mealde geçen zikir ehlinden kasıt, kitap ehli demektir. Size öğretmeleri için onlara sorun. Onlar, Allah'ın önceki ümmetlere de insandan başkasını peygamber olarak göndermemiştir. Denildiğine göre, kitap ehline zikir ehli denilmesinin sebebi, öğüt almaları ve bir de gafilleri, aymazları uyarmak içindir.

44

Apaçık mu'cizeler ve kitaplarla (gönderildiler.) İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik.

Apaçık mu'cizeler ve kitaplarla gönderildiler.” Âyetin başında yer alan, “B” harfi, (.......) kelimesine, sıfatı olarak taallûk eder.

Yani, mu'cizelerle beraber gönderilen adamlar” demektir. Ya da bu harf; (.......) kavline mütealliktir.

Yani, “Biz onlara beyyineler, belgeler ve mu'cizelerle vahyederiz” demektir. Ya da, (.......) kavline mütealliktir. Bu durumda, (.......) kavli, anlatıları tefsirler çerçevesinde itiraz yani parantez cümlesidir.

İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için -zikrin yani Kur'ân'ın içinde yer alan hükümleri, emredilen ve yasaklarıan şeyleri, nelerin vaad olunduğunu ve nelerle uyarıldığım anlatman için- ve düşünüp anlasınlar uyanlarına dikkat etsinler de uyansınlar- diye sana da bu Kur'ân'ı indirdik.” Âyette geçen ve mealde de görüldüğü gibi, zikirden, murat Kur’ân-ı Kerîm'dir.

45

Kötülük tuzakları kuranlar, Allah'ın, kendilerini yere geçirmeyeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azâbın gelmeyeceğinden emin mi oldular?

Kötülük tuzakları kuranlar, Allah'ın, kendilerini -kendilerinden öce geçen ümmetlere yaptığı gibi- yere geçirmeyeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri bir yerden azâbın -ansızın- gelmeyeceğinden emin mi oldular?”

Buradaki, (.......) kavli kötülüklerle dolu çeşit çeşit tuzaklar kuranlar, demektir. Burada sözü edilenler de Mekke halkı ile, kendisiyle Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne tuzak kürdukları şeyler, demektir.

46

Yahut onlar dönüp dolaşırlarken Allah'ın kendilerini yakalanayacağından emin mi oldular? Onlar (Allah'ı) âciz bırakacak değillerdir.

Yahut onlar dönüp dolaşırlarken -ya da ticaret yaparlarken- Allah'ın kendilerini yakalanayacağından (emin mi oldular?) Onlar Allah'ı âciz bırakacak değillerdir.”

47

Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezâlarıdırmayacağından emin mi oldular? Şüphesiz Rabbin çok şefkatli, pek merhametlidir.

Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezâlarıdırmayacağından emin mi oldular?” Hep korku ve sıkıntı beklentisi içerisinde kalmaktan güvence içine mi girdiler?

Yani kendilerinden önce ortadan kaldırıları bir toplumun başına gelenlerden dolayı korkuya kapılıp bu korku ve endişe içerisinde her an bir azâbın gelip kendilerini yakalanaktan kendilerini güvencede mi sanıyorlar?

Bu ifade, “Şüphesiz Rabbin çok şefkatli, pek merhametlidir.” Çünkü hatalarınız sebebiyle her şeye rağmen acele davranmayıp size yumuşak muamele eder. Cezâyı hakkettiğiniz hâlde onu vermekte aceleci davranmaz. Bu durumda mana şöyle olmaktadır:

“Eğer sizde bulunan kötü davranışlarınıza, hata ve isyanlarınıza rağmen sizi yakalayıp cezâlarıdırmıyorsa bu, Allah'ın sizi korumadaki acıması, himaye etmedeki merhameti sayesindedir.”

48

Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner.

Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi?” Kırâat imâmlarından Hamza, Ali Kisâî ve Ebû Bekir, (.......) kelimesini, “T” harfiyle, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. (.......) edatı ise, (.......) kavliyle Mesuledir.

Yani buna bağlı ilgi zamîridir ve mübhemdir. Bu mübhemliği ya da kapalılığı kaldıran da, (.......) kavlidir.

Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner.”

Yani o gölgeler bir yerden diğer bir yere döner. (.......) Kavlini Basra kırâat okulu “T” harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır .(.......) kelimesi, Şimal kelimesinin çoğuludur. (.......) kavli de, (.......) kavlinden hâldir. Mücâhid'ten rivâyete göre demiştir ki: “Güneş döndüğü zaman her şey secde eder. (.......) kavli, “onlar da küçülerek” anlamındadır.

Bu, aynı zamanda, (.......) kavlindeki zamîrden hâldir. Çünkü bu, cemi' yani çoğul manası taşır.

Yani bu şu demektir; Allah'ın yaratmış olduğu her varlığın bir gölgesi vardır. (.......) kelimesinin vav ve nun harfiyle cemi' yapılmış olması, (.......) kelimesi akıllı varlıkların taşıdığı vasıflardandır. Ya da bu ifade içerisinde akıllı varlıkların da yer alması sebebiyle işin bu yönü galip gelmiştir. Mana şöyledir: “Onlar Allah'ın yaratmış olduğu cisimleri görmediler mi ki bütün bu varlıkların sağa ve sola dönen gölgeleri vardır.”

Yani gölgeler sırf Allah'a boyun eğmek için bir taraftan diğer bir tarafa dönerler, Allah kendilerini ne için yaratmış ise, o görevlerinden kaçmmaksızın o gaye için bir yandan diğer bir yana dönerler. Kaldı ki bizzat ecramın yani cisimlerin kendileri küçüîüp Allah'ın fiillerine o konuda karşı çıkmaksızın küçülüp boyun eğerler.

49

Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler.

Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a secde ederler.” Âyette geçen, (.......) kavli, göklerde ve yerde ne varsa hepsini içine alan bir açıklamadır.

Çünkü gökte de tıpkı yerdeki insanlar ve diğer canlılar gibi hareket eden canlılar ve yaratıklar vardır. Ya da bu kelime sadece yeryüzünde olanları açıklamaktadır. Gökteki varlıklardan murat ise Allah'ın melekleridir. Ayrıca zikredilen (.......) kavliyle de Hafaza melekleri ve bunların dışındakiler murat olunmuştur. Denilmiştir ki; “Mükelleflerin secdesi” , onların Allah'a itâat ve ibâdetleri demektir..Başkalannm secdeleri ise; onların Allah'ın irâdesine ram olmaları, boyun eğmeleridir. Ancak inkiyad kelimesinin anlamı, mükellef olanları da olmayanları da mana açısından bünyesinde bulundurur. İşte bu balandan her ikisinden de bir tek lafızla söz etmek câiz görülmüştür. Ayrıca âyette, (.......) edatının getirilmiş olması, bu harfin hem akıllı varlıklar için hem de diğerleri için kullanılmaya everişli bir harf olmasındandır. Şayet âyette, (.......) edatı yerine, (.......) edatı getirilmiş olsaydı, bu takdirde sadece ve özellikle akıl sâhibi olan varlıkları kapsamış olurdu.

50

Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emr olunursa onu yaparlar.

Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar” Burada, (.......) kavli, bundan önceki, (.......) kavlindeki zamîrden hâldir.

Yani, Allah'tan korkup dururlarken O'na karşı büyüklük taslamazlar” demektir. (.......) deki edatı eğer, (.......) kavline müteallik kabul edersen, bu durumda mana şöyle olur: “Rablerinin kendilerini galebe edeceğinden, üstün geleceğinden ve kahredeceğinden korkarlar.” Bu tıpkı Yüce Allah'ın şu kavli gibidir: “O, kullarının üzerinde her türlü tasarruf ve hükümranlığa sahiptir.” (En'am,18)

Ve kendilerine ne emroiunursa onu yaparlar.” Bu âyet, aynı zamanda meleklerin de mükellef varlıklar olduğuna delildir. Bunlar emir ve nehiyler konusunda idareci ve görevlidirler. Onlar da umut ile korku arasında yaşarlar.

51

Allah buyurdu ki: İki tanrı edinmeyin! O ancak bir tek İlah'dır. O hâlde yalnız benden korkun!

Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O ancak bir tek İlah'dır.” Eğer sen, “Bir ila iki sayılarının ötesindekiler için yani sayı ile sayıları yani adet ile madut olan şeyler için cemi' ifade kullanırlar ve, (.......) derler. Çünkü madut yani sayıya konu olan ya da sayıları şey, zaten belli ve özel bir sayıya delalet etmekten atidir, uzaktır.

Yani buna aslında gerek yoktur.

Şayet bir tek adam yani (.......) veya iki adam yani, (.......) söz konusu ise burada zaten madut olan şeyde yani sayıya konu olan şeyin kendisinde adede yani sayıya zaten delalet vardır. Bu itibarla ayrıca, (.......) ve (.......) diye söylemenin bir yaran yoktur, buna ihtiyaç da yoktur” diye soracak olursan, ben de cevap olarak derim ki:

“Müfred ve tesniye manasını bünyesinde taşıyan isim, iki şeye delalet eder. Biri cinsiyete, diğeri de özel sayıya delalet etmesidir. Eğer delalet açısından bu ikisinden kasıt sayı murat olunuyorsa, bu takdirde onu tekit edecek şey ile tesniye kılınır. Bununla da bu şey ile kasdolunan ne ise ona delalet olunur, o şey gösterilir ve ona titizlik gösterilir. Görmez misin, eğer sen, (.......) demiş olsan, ve bu cümleyi ayrıca,

(.......) ile takviye etmezsen güzel bir iş olmaz. Böyle bîr durumda senin bu ifadenden, Hanlıktan söz ederken, O'na birliği ve vahdaniyeti tespit etmemiş, “Bir tek ilâh” dememiş olursun.”

O hâlde yalnız benden korkun!” Burada cümle gaiplikten mütekellime birinci şahsa dönüştü. Bu da iltifat yoluyla olan bir ifadedir. Bu tür ifadeler konuyu teşvik ve terğipte çokta geçerlidir, etkilidir.

Yani, (.......) yerine, (.......) kavlini, (.......) olarak kırâat etmiştir.

52

Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur, din de yalnız O'nun dur. O hâlde Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?

Göklerde ve yerde ne varsa, O'nundur, din -taat - de -vacip, gerekli ve sabit olarak- yalnız O'nundur.” Çünkü her nimet Allah'tandır. İşte bu itibarla insanların Allah tarafından kendilerine nimet olarak verilen her şey sebebiyle O'na itâat etmeleri farzdır. Burada geçen, (.......) kelimesi, hâldir, bunda amel eden de zarftır Ya da, “Cezâ da sürekli olarak O'na âittir.”

Yani sevap ve cezâ vermesi de Allah'a âittir.

O hâlde Allah'tan başkasından mı korkuyor sunuz?”

53

Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız Ona yalvarırsınız.

Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır.” Size nimet olarak her ne sunulursa. Meselâ afiyet, sağlık, zenginlik ve bolluk olarak ne verilmiş ise hepsi de Allah tarafındandır.

Buradaki (.......) kavli, (.......) takdirindedir.

Yani “O şey Allah'tandır” demektir.

Sonra size bir zarar - hastalık, fakirlik ve kuraklık- dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız.”

Başkasına değil sadece ve sadece O'na niyazda bulunur, Ona yakanrsınız. (.......) kelimesi, dua ederken, yardım isterken sesi yükseltmek anlamındadır.

54

Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir zümre, hemen Rablerine ortak koşarlar!

Sonra da sizden o zararı giderdiğinde, içinizden bir zümre, hemen Rablerine ortak koşarlar!” Eğer (.......) kavliyle yapılan hitap veya sesleniş, Amm yani genel ise, bununla murat olunan kafir olan guruplardır. Eğer buradaki hitap müşriklere ise, bu durumda, (.......) kavli, teb'îz için değil, beyan yani açıklama içindir. Sanki şöyle denilmektedir: “Hemen kafir bir gurup., işte onlar da sizlersiniz. Burada bu kimseler arasında ibret alanların olması da câizdir. Tıpkı Rabbimizin şu kavli gibi: Allah onları karaya çıkararak kurtardığı zaman içlerinden bir kısmı orta yolu tutar.” (Lokman, 32)

55

Kendilerine verdiklerimize karşılık nankörlük etmeleri için (öyle yaparlar.) O hâlde bir süre daha faydalanın; fakat yakında hakikati bileceksiniz!

Kendilerine -sıkıntılarını önlemek ve nimetleri açmak maksadıyla- verdiklerimize karşılık nankörlük etmeleri için öyle yaparlar.” Sanki şirk koşmakla amaçları Allah'ın kendilerine verdiği nimetlere karşı nankörlükte bulunmakmış gibi bir duruma getirdiler Bundan sonra Yüce Allah onları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:

O hâlde bir süre daha faydalanın; fakat yakında hakikati bileceksiniz!” Burada gaip kipten bir tehdit olmak üzere hitap kipine dönmüştür.

56

Bir de kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilmedikleri şeylere (putlara) pay ayırıyorlar. Allah'a andolsun ki, iftira etmekte olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz!

Bir de kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, mahiyetini bilmedikleri şeylere, putlara pay ayırıyorlar.” Âyetteki, (.......) kavli şu anlamadır. Bunlar tapmakta oldukları putlarına ilâh diye isim vermekteler. İlah diye adlarıdırdıkları bu putlarının kendilerine zarar verebileceğine ya da fayda sağla yacağma, Allah katında da şefâatçi olabileceklerine inanmaları sebebiyledir. Halbuki durum hiç de bunların söyledikleri gibi değildir. Çünkü bunlar zarar verebilecek ve yarar sağlayabilecek durumda olmayan bir takım cansız varlıklardır.

Ya da, (.......) kavlindeki zamîr ilâhlara râcidir.

Yani bilgi ile herhangi bir nitelikleri bulunmayan, hissetmeyen ve hayvanlardan ve ekinlerinden onlara bir payın var olup olmadığından bile haberleri bulunmayan bir takım varlıkları mı ilâh ediniyorlar? Çünkü müşrikler ilâh olarak adlarıdırdıktan putlarına, onlara yalan olmak amacıyla bunları sunuyorlardı.

Allah'a andolsun ki, iftira etmekte olduğunuz -ilâhlar olarak savunduğunuz, bunların, kendilerine yakın olabilmek için bu sunulara ehil olduklarını ileri sürdüğünüz- şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz!” Bu sorguya çekilme konusu onlar için tehdit ve korkutmayı içeren bir ifadedir.

57

Onlar, kızların Allah'a âit olduğunu iddia ediyorlar. Hâşâ! Allah bundan münezzehtir. Beğendikleri de (erkek çocuklar) kendilerinin oluyor.

Onlar, kızların Allah'a âit olduğunu iddia ediyorlar.” Huzaa ve Kinane kabileleri, melekler Allah'ın kızlarıdır, diyorlardı. “Hâşâ! Allah bundan münezzehtir.” Bu, Allah'ın zâtına çocuk izafe edilmesini tenzih eden bir ifadedir. Ya da onların söyledikleri bu söz sebebiyle bu, bir hayret ve şaşkınlık ifadesidir.

“Beğendikleri de, erkek çocuklar kendilerinin oluyor.” Burada geçen, (.......) edatının mübteda olarak merfû' olması da câizdir. (.......) ise haberdir. Ayrıca, (.......) üzerine atıfla nasbi da câizdir. (.......) kavli ise ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında itiraz yani parantez cümlesidir.

Yani, “Kendileri için de arzuladıktan erkek çocuk sâhibi olmasını uygun gördüler” demektir.

58

Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş olarak yüzü kapkara kesilir.

Onlardan birine kız müjdelendiği zaman öfkelenmiş -öfkesi sebebiyle hanımına karşı kin dolmuş- olarak yüzü kapkara kesilir.” Burada geçen, (.......) kelimesi,

(.......) manasındadır. Çünkü (.......) ve (.......) kelimeleri (.......) manasında kullanılırlar. Çünkü çoğu doğumlar geceye tesadüf eder. Böylece gündüzü de kararmış, tasalı duruma getirilmiş olur. Sıkıntıdan ve utançtan, insanlara karşı olan hayasından ötürü yüzü simsiyah kesilir.

59

Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!

Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir.” Kendisine verilen kötü müjde sebebiyle içinde bulunduğu toplumundan gizlenip saklanır. Ayıplarıacağım, diye toplum arasına çıkamaz olur. Kendi kendine konuşarak ve düşünerek:

Onu -kendisine aşağılık ve horluk içinde müjdelenen kız çocuğunu-, aşağılık duygusu içinde yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün!” diye bir karamsarlık içinde bocalar durur.

Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!” Çünkü kendileri nezdinde yeri ve değeri bu olan bir yavruyu, yani kızları Allah'a nispet ederlerken iyi oluyor da, kendilerine bunun tam aksi olanını yani erkek çocuklarını da kendilerine nispet ederler. Gerçekten ne kötü bir şey!..

60

Kötü sıfat, âhirete inanmayanlar içindir. En yüce sıfatlar ise Allah'a âittir. Çünkü O, her şeyden üstün ve hikmet sâhibidir.

Kötü sıfat, âhirete inanmayanlar içindir.”

Yani erkek çocuk sâhibi olmaya ihtiyaç duymaları, kız çocuklarını hoş karşılamamaları, bunlardan rahatsızlık duymaları, açlık korkusuyla onları diri diri toprağa gömmeleri gibi kötü nitelikler, aslında inanmayanların sahip oldukları bir özelliktir.

En yüce sıfatlar ise Allah'a âittir.” Çünkü Yüce Allah alemlere muhtaç değildir, o bunlardan müstağnidir. Yaratılmışların sahip oldukları nitelik ve özelliklerden münezzehtir, uzak ve beridir.

Çünkü O, her şeyden üstün -istediğini infaza kâdir olan- ve -kullarına mühlet vermekle de- hikmet sâhibidir.”

61

Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezâlarıdıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.

Eğer Allah, insanları zulümleri -küfürleri ve ma'siyetleri- yüzünden cezâlarıdıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı.” Kesinlikle hepsini, zalimlerin zulmü yüzünden, kötülüğünden mutlaka helâk ederdi.

Nitekim Ebû Hureyre şöyle rivâyet ediyor: “Zalimin zulmü yüzünden kesinlikle toy kuşları yuvalarında ölüp kalırlardı.” İbn Mesud'dan gelen rivâyete göre: Âdemoğlunun işlediği günahlar yüzünden neredeyse bokböceği bile deliğinde helâk olup gidecektir” demiştir. ibn Abbâs'tan gelen rivâyet ise: (.......) kavliyle murat, yeryüzün de dolaşan bir müşrik bırakmazdı, şeklindedir.

Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor.”

Yani herkesi, tayin edilen süresine kadar erteler ya da hikmetin gerektirdiği vakte kadar veya kıyamete kadar, demektir.

Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”

62

Kendilerinin hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a isnat ediyorlar. En güzel sonucun kendilerinin olduğunu anlatan dilleri de yalanın Meselâi veriyor. Hiç şüphesiz onlar için sadece ateş vardır ve onlar, (ateşe) terkolunacaklar.

Kendilerinin hoşlarına gitmeyen şeyleri Allah'a isnat ediyorlar.” Kendilerine yakıştıramadıkları, kendileri İçin uygun görmedikleri kız çocuklarını Allah'a nispet ediyorlar, Başkanlıklarında ya da liderliklerinde başka kimselerin kendilerine ortak olmasını arzu etmedikleri hâlde Allah'a ortak koşarlar. Kendi elçilerinin basite alınmamasını istedikleri hâlde kendileri, Allah'ın peygamberlerimi hafife alıp alay ediyorlar. Kendileri için böyle bir şeyi arzu etmedikleri hâlde, mallarının en değersiz olanlarını, en önemsizlerini Allah için ayırırken putları içinse en değerlilerini, gözdelerini ayırıyorlar.

En güzel sonucun kendilerinin olduğunu anlatan dilleri de yalanın Meselâi veriyor.” Bütün bunlarla birlikte bir de yalan söylüyorlar. Eğer öldükten sonra dirilme olayı gerçek ise, Allah katında da en güzel şeyin yani cennetin kendilerinin olmasını istiyorlar. Bu, onun şu kavli gibidir: “Rabbime döndürülmüş olsam bile muhakkak Onun katında benim için daha güzel şeyler vardır.” (Fussilet 50) Âyetteki (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir.

Hiç şüphesiz onlar için sadece ateş vardır ve onlar, ateşe terkolunacaklar.” Burada geçen, (.......) kavlini, esreli olarak Nâfi, (.......) şeklinde okumuştur.

Ebû Cafer de bunu (.......) harfinin şeddesiyle (.......) olarak okumuştur. Bu kelimenin meftuh yani üstünlü olarak okunması durumunda, “Ateşe takdim olunacaklar, bir an önce oraya atüması için acele olunacaktır” demektir. Meselâ, su aramada ya da istemede, birini geçtiğinde,

(.......) dersin. Ya da bu, tamamen unutulmuş, terkedilmiş anlamındadır. Meselâ, (.......) demen gibi.

Yani birini geride bırakıp terkettiğin ya da unuttuğunda bunu söylemen gibi. Esreli ve şeddesiz hâli ile bu kelime İf al babından İfrat kökünden alınma olup ma'siyetlerde ve günah işlemede aşırıya kaçmak anlamındadır. Bunun şeddeli hâli ise tefritten yani Tef il babından, Allah'a taatte kusurlu olmak, gerektiği gibi görevini yapmamak, demektir.

63

Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (îman etmediler.) İşte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.

Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de peygamberler göndermişizdir.”

Yani sen peygamber olarak gönderilmeden önce de daha evvelki ümmetlere de biz peygamberler gönderdik.

Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi -küfrü ve peygamberleri yalanlamayı çekici gösterdi- de îman etmediler.”

İşte o, bugün onların velisidir.”

Yani dünyada onların en yakını olup, aldatmak suretiyle onları saptırandır. Ya da buradaki zamîr Kureyş müşriklerine râcidir.

Yani: “Bunlardan önce de kafirlere amelleri süslü ve cazip gösterildi. Çünkü şeytan onların da velisi, yakınıdır, zira bunlar da aynen onlardandır. Ya da, (.......) kavli muzâfun hazfine göre değerlendirilir. Bu da: “Şeytan, bugün onlar gibi olanların da yakınıdır” demektir.

Ve onlar için -kıyamet gününde- elem verici bir azap vardır.”

64

Biz bu Kitab'ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve îman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik.

Biz bu Kitab'ı -Kur'ân'ı- sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi -öldükten sonra dirilmeyi- insanlara açıklayasın” çünkü onlar arasında buna îman edenlerde vardı.

Ve îman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olsun diye indirdik.” Burada geçen, (.......) kavilleri, (.......) kavlinin mahalline ma'tûf bulunmaktadırlar. Ancak her İkisi de Mefulün leh olmak üzere mensûbturlar. Çünkü her ikisi de Kitabı indirenin fiilidirler. (.......) kelimesinin başına lam harfinin dahil olması, muhatap fiili olması sebebiyledir. Yoksa inzâl olunan şeyin fiili değildir.

65

Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen toplum için bir ibret vardır.

Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz ki bunda dinleyen toplum için bir ibret vardır.”

Yani insaf ölçüleri içerisinde ve düşünerek, tedebbür ederek can kulağıyla dinleyen... Çünkü can kulağıyla dinlemeyen bir kimse âdeta baştan savan, dinler gibi gözükerek hiç dinlemeyen gibidir.

66

Şüphesiz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen,) içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.

Şüphesiz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır.” Bir âyet ve mu'cize vardır.

“Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından gelen, içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.”

Kırâat imâmlarından Nâfi, İbn Âmir ve Ebû Bekir Şube (.......) kavlindeki nun harfini fetha ile, (.......) olarak kırâat etmislerdir. Zeccâc, (.......) ve (.......) aynı anlamdadırlar, diyor.

İmâm Siybeveyh de, (.......) kelimesinin fiiller üzerine gelen ve gayn Munsarıf olan müfret isimlerden olduğunu zikrediyor. İşte bunun içindir ki, buna râci olan zamîri müfret yani tekil olarak getirdi. Ancak Mü'minûn sûresi 21. âyetindeki, (.......) kavlinde yer alan zamîrin müennes olmasına gelince -ki burada zamîr müzekkerdir-, mana itibariyle cemi' yani çoğul olduğundandır ve buradaki istinaf cümlesidir yanı başlı başına bir cümledir, yeni bir cümledir. Sanki burada şöyle bir soru soruluyor gibidir:

Yani nasıl bir ibret ya da âyet var ki?” Bunun üzerine şöyle buyuruluyor:

Çünkü onların karınlarından gelen şeyden-sütten içiririz.” Ve o süt, “İçenlerin boğazından kolayca geçen..” İçerken boğazdan gayet kolaylıkla geçen... Denmiştir ki: “Hiçbir zaman süt, hiçbir kimsenin boğazından geçerken asla boğazında kalmamıştır.” Âyetteki ilk, (.......) edatı, teb'îz içindir. Çünkü süt, hayvanların karnında olanlardan sadece bir kısmıdır. İkinci (.......) edatı ise, İptidai gaye içindir.

67

Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem de güzel gıdalar edinirsiniz. İşte bunlarda da aklını kullarıan kimseler için büyük bir ibret vardır.

Hurma ve üzüm gibi meyvelerden hem içki hem de güzel gıdalar edinirsiniz.” Bu Âyetteki, (.......) mahzûf olan bir kavle taallûk etmektedir. Bunun da takdiri, (.......) şeklindedir.

Yani bunların şırasından... Buradaki hazif ise, bundan önce geçen, (.......) kavlinin buna delalet etmiş olmasındandır. Yine, (.......) kavli de içirme olayının künhünü, mahiyetini, neye yaradığını ve niçin yaratıldığını açıklayıp meydana koymaktadır. Ya da bu, (.......) kavline ma'tûf bulunmaktadır. (.......) ise, tekit maksadıyla zarfın tekrandır. (.......) kavlindeki zamîr ise, mahzûf olan muzafa râcidir ki, bu mahzûf muzaf da çıkanları şıradır; yani,

(.......) kelimesidir. (.......) ise, şarap, içki anlamındadır. Kelime burada, (.......)(.......) ve (.......) kökünden alınma mastar olarak isimlendirilmiş bir kelimedir. Tıpkı, (.......) , (.......) kavli gibi. Ayrıca bunda iki yön vardır: Bunlardan birincisi, âyet içki yasağından, içkinin haram kılınmasından önce nâzil olan bir ayettir. Dolayısıyla âyet hüküm itibariyle mensûh bir ayettir, yani hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. İkinci nokta ise; “Âyetin itap ile minneti bünyesinde toplamış olmasıdır. Denilmiştir ki: Burada geçen, Sükerden kasıt Nebiz demektir ki, bu da üzüm, kuru üzüm ve hurmadan elde edilen şıra demektir. Bunun elde olunması için ateşte üçte iki miktan kayboluncaya kadar kaynatılmak ve sonra da soğumaya terkedilerek kâtilaşırıcaya kadar bekletilip elde edilen bir şıra ya da içecektir ki, bu, İmâma Azam Ebû Hanîfe ve talebesi İmâm Ebû Yûsuf’a göre helaldir. -Allah her ikisine de rahmet buyursun. Bu helallik sarhoşluk sınınna kadardır. Çünkü bu sınırdan itibâren haramlık başlamaktadır. Her iki imâm da delil olarak bu âyeti hüccet göstermişlerdir. Bir de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: “Her şeyden, maddeden elde edilen içki haramdır” buyurmuştur. Her iki imâm bu ayetle birlikte bu hadisi de delil göstermişlerdir. Ayrıca oldukça fazla delillerle bunun haramliğim zikretmişlerdir.

güzel gıdalar, rızıklar” ile murat olunan güzel, temiz olan şeyler ki, bunlar helaldir. Meselâ: sirke, meyve peltesi ya da reçel, pekmez, hurma, üzüm ve benzeri şeylerin sıraları, meyve suları gibi.

İşte bunlarda da aklını kullarıan kimseler için büyük bir ibret vardır.”

68

Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin, diye ilham etti.

Rabbin bal arılarına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan -bu çardakların ya da evlerin tavanlarında- kendine evler, kovanlar edinin, diye ilham etti.” Âyette yer alan, (.......) edatı müfessiredir. Çünkü vahyetmek kelimesinde, (.......) manası vardır.

Zeccâc diyor ki: (.......) kelimesinin tekili, (.......) kelimesidir. Tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibidir. Bunların müenneslikleri için de bu husus göz önünde tutulur. Ya da dağlarda anlar için yaptıkları kovanlar.. Ağaçlar ve evler bal anlarının'ballarını yaptıkları kovanlarını hazırladıkları yerlerdir. (.......) teb'îz içindir. Çünkü bal anları her dağda her ağaçta ve her çardakta yuva ya da kovan yapmazlar. (.......) kavlindeki zamîr, (.......) kavline râcidir.Kırat imâmlarından İbn Âmir ve Ebû Bekir Şube, (.......) kavlindeki (.......) harfini zammeli olarak, (.......) diye okumuşlardır.

69

Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.

Sonra meyvelerin her birinden ye”

Yani evleri, kovanları yap, bundan sonra da istediğin her türlü meyvelerden ye, meyveleri yedikten sonra, “Ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti.” Artık bundan böyle Rabbinin sana ilham ettiği, gösterdiği yollara gir ve bal yapman için sana gösterdiği şekilde bu işe giriş. Ya da kovanlarından, evlerinden uzakta bulunan meyve ve ürünlerden alıp yediğin şeyleri al, artık kovanlarının/evlerinin yolunu tut ve böylece Rabbinin sana gösterdiği yola dön. O yoldan hiç sapma! Bu âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur ve (.......) kelimesinden de hâldir. Çünkü Yüce Allah o yolları zelil kıldı yani onun için kolay gidilip gelinecek hale getirdi, kolayca bulabilecek imkan verdi, demektir.

Yahut da bu, (.......) kavlindeki zamîrden hâldir.

Yani sen, sana emrolunduğun şekilde hiçbir engel çıkarmaksızm, karşı koymaksızm Allah'a boyun eğip haddini bilensin.

(.......) kelimesinin nekre olması, balda var olan şifanın büyüklüğü, önemi ve benzeri durumlarına dikkat çekilmesi içindir. Ya da bal bütünüyle değil de kısmen şifadır, anlamındadır.Çünkü nekre müspet manada değerlendirildiğinde hususiyet kazanır, yani tümü değil de bir kısmı gibi bir anlam taşır. Adamın birisi kardeşinin ishal olduğundan söz edince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: “Ona bal şerbeti içirin” diye buyurur. Ancak bu adam tekrar Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gelir ve, ey Allah'ın Resûlü bal içirdim, ama bu, onun ishâlini artırmaktan başka bir işe yaramadı, dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: Allah doğru söylemiştir, ancak senin kardeşinin karnı yalan söylemiştir. Sen git bal içir, buyurdu. Adam da gidip tekrar bal içirdi. Sonunda kardeşi ishâlden kurtuldu.” Buharı, Tıp; 5684. Müslim, Selâm;2217

İbn Mes'ud (radıyallahü anh) tan rivâyete göre, “Bal her derde şifadır. Kur'ân da sinelerdeki hastalıklara şifadır. Size iki şifa kaynağına sarılmanızı tavsiye ederim: Bunlardan bir Kur'ân, diğeri de baldır.”

Ancak sapık Rafıziler bunu farklı tefsirlayarak, “Burada arıdan murat Hazret-i Ali ve kavmidir” diye zikretmişlerdir. Yine rivâyete göre adamın biri, el-Mehdi Ebû Abdullah Muhammed b. Mansûr'un yanında der ki: “Burada Nahl yani arıdan kasıt, Haşimoğullarıdır. Çünkü ilim onların içinden çıkmıştır.” Bunun üzerine bir adam da kendisine şöyle der: Allah yediğini ve içtiğini onların kannlarından çıkandan eylesin.” Bu konuşma üzerine bu, Mehdi için gülmeye sebep bir mizah olur. Bu olayı bundan böyle Mansûr Ebû Cafer Abdullah b. Muhammed b. Abbâs bu sözü her yerde konuşur ve bunu bir mizah, gülmeye sebep olan bir tekerleme haline getirir.

Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.”

Yani arının gerçekten şaşkınlık ve hayret uyandıran bu işinde... Çünkü akıl sâhibi insanlara nasıl ki gerçeği bulmaları için kendilerine akıl verilmiş ise, bu böcekler de, Allah'ın bu konuda kendilerine bir bilgi ve görev verdiğini biliyorlar.

70

Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek. Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü çağına kadar yaşatılacak şüphesiz ki Allah bilgilidir, kudretlidir.

Sizi Allah yarattı; sonra sizi vefat ettirecek.” Bedenlerinizden canlarınızı ya da ruhlarınızı almakla vefat ettirecektir. “Daha önce bilgili iken hiçbir şeyi bilmez hale gelsin -bildiklerini unutsun veya bildiği şeylere yeni bilgiler ekleyip öğrenmesin- diye sizden bazı kimseler ömrün en kötü, -en çökmüş, en zor duruma düşmüş, en beğenilmeyen- çağına kadar yaşatılacak,” İşte bu yaş sınırı, 75 yaş ile 80 veya 90 yaş arasındaki dönemdir, “Şüphesiz ki Allah bilgilidir, -yani en mükemmel çağından en önemsiz ve en sıkıntılı çağa dönmesini bilir ya da dirilmesinden ölümüne kadar olacakları da bilir- kudretlidir.”

Yani eşyadan dilediklerini dilediği gibi değiştirmeye de kâdirdir.

71

Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?

Allah kiminize kiminiz den daha bol rızık verdi.”

Yani sizleri rızık açısından çok farklı olarak yarattı. Sizin nzkınız elinizin altında bulunanlarınkinden daha değerlidir.

Halbuki onlar da sizin gibi beşerdirler. “Bol rızık verilenler,”

Yani sizden rızık bakımından üstün kılman krallar, idareciler, despotlar,

rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar.” Halbuki asıl yakışanı, size verdiğim nzkın önemlisini, fazlasını, sizinle -yemede, içmede ve giyimde eşitliği sağlamanız gerekirken böyle yapmıyorsunuz.- elinizin altındakilerin eşit olmaları için onlara vermenizdir. (.......) kavli isim cümlesi olup, fiil cümlesi yerinde gelmiş ve mahallen mensûb bir cümledir. Çünkü bu, “F” edatıyla olumsuzluğun cevâbıdır. Bunun takdiri ise (.......) şeklindedir. Böylece rızık bakımından ellerinin altında bulunan köleleri, işCinleriyle bir olmuş, eşit duruma gelmiş olurfar. Bu, Allah'a ortak koşanlar hakkında, Allah'ın bir örnek olması için ifade buyurduğu bir örnektir. Buna göre onlara şöyle diyor; “Siz ki, nimet olarak size verdiğim şeylerle, köle ve emriniz altında bulundurulanlarla aynı eşitlikte olmuyorsunuz, aranızda böyle bir eşitliğe karşısınız. Onları bu nimetleriniz konusunda kendinize şerikler ve ortaklar kılmıyorsunuz, böyle bir durumu kendi adınıza hoş karşılamıyorsunuz, o hâlde nasıl oluyor da, benim yarattığım kullarınıı bana ortak koşarsınız. Bu, hiç olacak bir şey mi ? “

Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” Kırâat imâmlarından Ebû Bekir Şube, (.......) kavlini “T” harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Allah bu durumu nimetlerini inkâr cümlesinden görmüştür.

72

Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklarıdırdı. Onlar hâla bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?

Allah size kendi nefislerinizden -kendi cinsinizden- eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı” Burada geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur.

Yani itaate ve hizmete koşar. Nitekim kunut duasını okuyan bir kimse de duasında bu kelimeyi kullanmakta ve: (.......) demektedir. Bu konuda ihtilaf olunmuştur, denilmiştir ki; yani bunlar kızlardan sorumlu iki kız kardeştir. Bir diğer tefsire göre bu, çocuğunun çocuğu yani torunu demektir.

Mana şöyledir: “ve sizin için torunlar yarattı.”

Yani işlerinize koşacak, işlerinizde size yardım edecek, gayret gösterecek, hizmet edecek kimseler yarattı.” “ve sizi -bir kısım- temiz gıdalarla rızıklarıdırdı.” Çünkü temiz rızıkların tamamı cennettedir. Dünyadaki temiz rızıklar ise onlardan sadece birer örnektirler.

Onlar hâla bâtıla -putların kendilerine yarar sağlayacağına ve şefâatte bulunacaklarına- inanıp Allah'ın nimetine -İslam inancına- nankörlük mü ediyorlar?” Ya da âyette geçen, (.......) kelimesinden kasıt şeytandır ve (.......) kelimesinden kasıt da Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir.

Yani, “Onlar şeytana inanıp da Muhammed'i inkâr mı ediyorlar?” demektir. Ya da, burada geçen “Batık” ifadesinden maksat, şeytanın onlara süsleyip güzel gösterdiği Bahire ve Şaibe ve benzeri hayvanların haram olduğuna inanıyorlar da, Allah'ın nimeti olan helâl şeyleri inkâr mı ediyorlar?” anlamındadır. Bahire ve Şaibe gibi konular için Mâide sûresi ilgili ayete bakın.

73

(Müşrikler) Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve buna asla güçleri yetmeyen şeylere (putlara) tapıyorlar.

Müşrikler Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiçbir şey veremeyen ve buna asla güçleri yetmeyen şeylere, putlara tapıyorlar.” Halbuki putlar hiçbir şey ellerinden gelmeyen, hiçbir şeye rızık vermeye güçleri olmayan cansız varlıklardır. Burada geçen rızık kelimesi mastar manasında'olabileceği gibi, rızık verilen şey manasına da gelebilir. Eğer bu kelime ile mastar manasını kastedersen, bu durumda, (.......) kelimesini bununla nasbetmiş olursun.

Yani, “Hiçbir şeyi rızıklarıdırmaya mâlik olmaz” demektir. Eğer bu kelimeden rızıklarıan varlıklar kasdolunuyorsa bu takdirde, (.......) kelimesi bundan bedel olur. Bu da az bir rızık, demektir. Eğer kelime maşlar ise, (.......) kavli de (.......) kelimesinin sılası yani yan cümleciği olur.

Yani, “Gökte olanlar rızık olarak yağmur vermeyecekleri gibi yerdekiler de rızık olarak bitki-ürün vermezler.” Eğer rızıklarıan varlıklara ad olan bir ifade ise bu takdirde bu kelime, sıfattır.

(.......) kavlindeki zamîr de, (.......) edatına râcidir. Çünkü bu, (.......) buyurduktan sonra “İlahlar” anlamındadır ve (zamîr) lâfza râcidir. Mana ise şöyle olmaktadır: “Onlar rızık vermeye mâlik değiller ve onlar için buna mâlik ve sahip olma imkanları da yoktur ve onlar bundan hiçbir şey de getiremezler” demektir.

74

Allah'a birtakım benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her şeyi) bilir, Halbuki siz ise bilemezsiniz.

Allah'a birtakım benzerler icat etmeyin.” Örnekler, denkler var etmeyin. Çünkü hiçbir şey ve hiçbir varlık asla O'na denk ve eş olamaz.

Yani Allah'a bir takım ortaklar koşmayın” demektir.

Çünkü Allah her şeyi bilir,” yani yaratmış olduğu varlıklardan hiçbir şeyin O'nun dengi ve eşi olmayacağını bilir.

Halbuki siz ise -bunu- bilemezsiniz.”

Ya da, “Çünkü Allah her şeyi bilir,” kavli, nasıl eşler ve denkler edinildiğini bilir. “Halbuki siz ise -bunu- bilemezsiniz.” Diye de tefsirlanmış ise de, asıl olan birinci tefsirdur. Yüce Allah bundan sonra da darbı meseli yani örneği vermek üzere şöyle buyurmaktadır:

75

Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak harcayan hür bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı? Şüphesiz hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

Burada geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden bedeldir.

Yine âyette yer alan, (.......) ve (.......) kelimeleri hâl olarak gelen iki mastar kelimedirler.

Yani: “Sizin gibi Allah'a ortak koşanların hâli âdeta şu tasaıruftan âciz ve elinden hiçbir şey gelmeyen bir efendinin emrinde kul- köle olan biri ile elinde imkan olan ve mâlik olmaya da hâiz bulunan özgür birini eşit tutmaya, denk kabul etmeye benzer. Allah o mâlik olan ve istediği gibi tasarruf etme imkanına da sahip bulunan kimseye malından rızık olarak kendisine veriyor. Bu özgür kimse de Allah tarafından kendisine verilen bu maldan dilediğince infak ediyor, harcamada bulunuyor. Âyette kölenin, memluk ifadesiyle kayıtlanmış olması, yani bu şekilde belirtilmiş olması, onun özgür olan kimseden ayırt edilmesi içindir. Çünkü “Abd” yani “Kul” ismi köleye de, özgür olana da verilir. Çünkü sonuçta her ikisi de Allah'ın kuludurlar. Bu bakımdan başka bir efendinin emrinde kul yani köle olan, diye belirtmiştir.

Hiçbir şeye gücü yetmeyen” diye kayıtlanması da, mükatep köle ile kendisine bir takım tasarruf yetki ve izni verilen kölelerden ayırt olunsun içindir. Çünkü mükatep köle ile yetki verilmiş köle berikisinden farklıdırlar, bunların tasarruf ve harcama yetkileri bulunmaktadır. (.......) edatı mevsûfedir.

Yani, “Özgür bir kimseye rızık ve imkan sunduk ki, bir köle ile bunun karşılaştırılması yapılabilsin “demektir. Ya da bu edat, mevsûledir. Burada (.......) kavlindeki zamîrin çoğul olarak gelmiş olması, bunun çoğul manası murat olunması sebebiyledir.

Yani: “Karşılaştırıları bu iki örnek eşit olamazlar” demektir.

Şüphesiz hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” Çünkü hamd ve kulluk ancak Allah içindir, O'na yapılır. Bundan sonra da daha açık bir şekil de durumu ortaya koymak için şöyle buyurdu:

76

Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez ve efendisinin üstüne bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi, bu adamla, doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse eşit olur mu?

Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir -ne konuşularıı anlar, ne de kendisi anlaşılır, meramını anlatamaz.-, hiçbir şey beceremez”

ve efendisinin üstüne bir yüktür.”

Yani ailesi ve bakımıyla yükümlü olanların sırtında bir ağırlık ve bir yüktür.

Onu nereye gönderse bir hayır getiremez.” Nereye ve ne iş için, hangi görevle gönderirse göndersin hiçbir şeyi ve işi beceremez, verilen ve ihtiyaç duyuları hiçbir hizmeti de başaramaz. Efendisine bîr yarar getirmez. Gittiği bir görevden de başanlı dönemez. Bütünüyle bir yüktür.

Şimdi, bu adamla, doğru yolda yürüyerek -yani duyu organları yerinde ve sağlıklı olan, gerçekten çok fayda getiren ve gittiği yerde işi becerebilen, dinden ve dürüstlükten ayrılmayan, herkese de iyiliği ve- adaleti enir eden kimse eşit olur mu?” Çünkü dürüst davranan kimse haddi zatında güzel ve doğru bir gidişat üzeredir. Doğru ve sağlıklı bir dini inanca sahiptir.

Nitekim kullarının üzerinde nimetlerinin ve rahmetinin eseri tecelli etmektedir. Halbuki putlar hiçbir zararı ve faydası olmayan ölü varlıklardır.

77

Göklerin ve yerin gaybı Allah'a âittir. Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibârettir. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.

Göklerin ve yerin gaybı Allah'a âittir.”

Yani göklerde ve yerde kulların bilgisinden uzak tutulan, gayb denilen bilinemezliklerin bilgisi sadece Allah'a mahsustur. Gayba âit bilgi onlardan gizlenmiştir. Ya da burada, “göklerin ve yerin gaybı” ifadesinden murat kıyamet günüdür. Çünkü kıyamet günü ne zamandır? Göktekilerin ve yerdekilerin bu konuda bilgileri yoktur. Bunun bilgisi onlardan saklanmıştır. Bunlardan hiçbir kimse bunun bilgisine muttali olamamışlardır.

Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi” yani kıyametin vaki olmasının yakınlığı açısından ve çok çabuk oluvermesi bakımından âdeta göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir süre gibidir, bir tarafa dönmesi gibidir. Burada böyle bir Meselâ verilmiş olması, verilen bu süreden daha kısa bir zaman süresinin örnek olarak bilinememesindendir.

Veya -bu iş ya da olay- daha az bir zamandan ibârettir.” Burada verilen bu şekildeki örnek ifadesinde muhatabın bu konuda şüphesi bulunduğu açısından değildir. Ancak mana şöyle olmaktadır: “O kıyamet günü beklentisini böyle bir duygu içerisinde ve bu şekilde değerlendirin” demektir. Yine denilmiştir ki: “Veya daha az bir zamandan ibârettir” ifadesi, “Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.” Kavlinde belirtildiği gibi Allah, kıyameti meydana getirmeye, yaratılmışları yeniden diriltmeye de kâdirdir, demek olabilir. Çünkü bu verilen örnekler Allah'ın kâdir olduğu şeylerdendir ve zaten O'nun kudreti dışında hiçbir şey de tasavvur olunamaz.

Bundan sonra Yüce Allah kudretine delalet eden şeyleri örnek göstererek şöyle buyurmaktadır:

Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı;” Bu âyette geçen (.......) kelimesini, kırâat imâmlarından Ali Kisâî, bu kelimeden önce geçen kelimedeki nun harfinin esre harekesine uysun diye, elif harfini esreli ve mim harfini de ötre harekeli olmak üzere, (.......) diye okumuştur. Hamza ise her ikisini de yani hem elif harfini ve hem mim harfini esreli olarak, (.......) diye okumuştur. Bir de, (.......) kelimesindeki “He” harfi zâidedir ve tekit içindir. Bu tıpkı şu kelimede yapılan fazlalık gibidir.

Meselâ (.......) okumak gibi. Bu “He” harfinin kelimenin müfredine ilavesi oldukça ender rastlarıan bir durumdur, şazdır.

(.......) kavli de hâldir.

Yani sizi analarınızın karnında yaratan ve nimeti veren zât hakkında herhangi bir şey bilmedikleri hâlde” demektir.

78

Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.

Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”

Yani size verilen bu organlar, sırf sizin cehaletinizi ve bilgisizliğinizi ortadan kaldırmak içindir. Çünkü siz bu cehalet ve bilgisizlikle dünyaya geldiniz. Dolayısıyla bilgi ve beceriyi, ameli elde etmeniz, size bu nimetleri veren zata şükretmeniz, ona karşı kulluk görevinizi yerine getirmeniz ve Allah'ın üzeriniz deki haklarına riayet ederek uygulamanız içindir.

Âyette geçen, (.......) kelimesi, “Fuad” kelimesinin çoğuludur.

Tıpkı, “Ağribe” kelimesinin müfredinin, “Ğurab” olması gibi. Bu da, başkalannda duyma ya da dinleme durumunun olmaması bakımından cemi' kesret yerine geçen cemi' kılîet türlerindendir.

79

Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi? Onları orada Allah'tan başkası tutamaz. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.

Göğün boşluğunda emre boyun eğdirilmiş olarak uçuşan kuşları görmediler mi?” Kırâat imâmlarından İbn Âmir ve Hamza, (.......) kavlini “T” harfiyle (.......) olarak okumuşlardır. (.......) yani kendilerine sunulan kanatlar sayesinde uçmaya uygun, uçabilecekleri şekilde... kısaca bu iş için uygun sebepler var eden ya da veren, demektir. (.......) yani havada, boşlukta, yerden uzakta ve yükseklerde demektir.

Onları orada Allah'tan başkası tutamaz.”

Gerek kanatlarını kendilerine çekerken, gerek açarken ve gerekse dururken onları bütün bu hallerinde kudretiyle tutan ancak Allah'tır. İşte burada, tabiat ya da doğa güçlerinin etki özelliğinin var olduğunu, bunlarda asıl etken doğa koşullarıdır vehmini, ya da düşünce ve tasavvurunu da böylece reddetmektedir.

Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.” Çünkü yaratılmışlar hiçbir zaman yaratana muhtaç olmaksızın hiçbir şey başaramazlar ve hep O'na muhtaçtırlar.

80

Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı ve sizin için davar derilerinden gerek göç gününüzde, gerekse konaklama gününüzde, kolayca taşıyacağınız evler; yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar (faydalarıacağınız) bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi.

Allah, evlerinizi sizin için bir huzur ve sükûn yeri yaptı” Burada geçen (.......) kelimesi, (.......) kalıbından mefûl manasınadır.

Yani insanın içinde huzura kavuşacağı, dinlenebileceği bir yer ve her türlü sıkıntıdan kurtulup başırıı soktuğu bir ev ya da ünsiyet ve yakınlık elde ettiği bir yer..

Ve sizin için -tabaklanmış- davar derilerinden gerek göç gününüzde, gerekse -evlerinizde ve çadırîannızda- konaklama gününüz de, kolayca taşıyacağınız -ve gerek kurarken, gerek kurduğunuz yerden sökerken ve gerekse taşırıırken size fazla yük getirmeyecek şekilde- evler -çadırlar-;”

Âyette geçen, (.......) kelimesindeki ayın harfinin sükunu ile kiraat İmâmlarından Kufe kırâat okulu mensupları ve İbn Âmir, (.......) olarak okumuşlardır.

Yani burada görüldüğü gibi kırâat etmişler. Diğer kırâat imâmları ise ayın harfinin fetha harekesiyte, (.......) olarak okumuşlardır. Bu kelime ister ayın harfinin sükunu ile okunsun, ister fetha harekesiyle okunsun, bir yerden diğer bir yere intikal etmek, geçmek ve taşırımak gibi manalara gelir.

Nihayet bunun manası şöyledir: “Bu evler ya da çadır sizin için gayet kolaydır. Çünkü gerek sefer yani yolculuk hâlinizde ve gerekse konaklamanız durumunda sizin için gayet kolay bir iştir.” Âyette geçen, (.......) kelimesi de vakit manasındadır.

Yünlerin den, yapağılarından ve kıllarından bir süreye kadar faydalarıacağınız bir ev eşyası ve bir ticaret malı meydana getirdi.”

Yani koyunların yünlerinden, develerin yapağısından, keCinlerin kıl ve tiftiğinden evleriniz için gerekli mobilya, eşya edinirsiniz ve bundan başka bunlardan yararlanabileceğiniz daha birçok şeyler elde edersiniz. Ki bütün bunlar beli bir süreye ve zamana kadardır.

81

Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı. Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar yarattı. İşte böylece Allah, Müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor.

“Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı.” Meselâ ağaçlardan ve tavanlardan gölgeler yaptı ki konmasınız.

Dağlarda da sizin için barınaklar yarattı.” Burada geçen, (.......) kelimesi, “Kenn” kelimesinin çoğuludur. Bu da insanı bir çok şeylerden koruyan mağaralar, barınaklar, oyuklar anlamındadır.

Sizi sıcaktan -ve aynı zamanda soğuktan- koruyacak elbiseler” yünden mamul gömlekler, giysiler, keten ve pamuk yarattı. Burada sadece sıcaktan demekle iki karşıt olan şeyin sadece birini söylemekle diğerinin de anlaşılacağından bununla yetinilmiştir. Çünkü göçebeler için sıcaktan korunmak onlar açısından çok daha önemlidir. Kaldı ki soğuk süresi sıcağa göre daha az devam eder ve katlamlabilinir.

Ve savaşta sizi koruyacak -demirdenzırhlar yarattı.” Böylece düşmanlarınızın savaş esnasında size yönelecek silâhlarını önleyebilirsiniz. Âyette geçen, (.......) kelimesi, çok şiddetli savaş demektir. Yine burada geçen, (.......) tekili, “Sirbal” genel bir ifade olup demirden yapılacak savaş aletleri, zırhlar anlamında kullanıldığı gibi bunlar dışındaki şeyler için de kullanılır.

İşte böylece Allah, Müslüman olmanız için üzerinize nimetini tamamlıyor.”

Yani Yüce Allah'ın bu kadar taşacak şekilde nimetlerine bakarsınız da bu sayede îman etmiş olursunuz ve O'na boyun eğersiniz.

82

(Ey Resûlüm!) Yine de yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak açık bir tebliğden ibârettir.

Ey Resûlüm! Yine de -İslam'dan- yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak açık bir tebliğden ibârettir.” Artık bundan böyle senin yapabileceğin bir şey ve sorumluluk yoktur. Çünkü sana düşen asıl görev, senin apaçık olarak tebliğ etmendir. Zaten sen de bunu yaptın.

83

Onlar Allah'ın nimetini bilirler (itiraf ederler.) Sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdir.

Onlar Allah'ın nimetini bilirler, itiraf ederler.”

Yani onlar kendi ifadeleriyle ve ağızlarıyla sayıp döktükleri bu nimetler gerçeğini bilip itirafta bulunuyorlar ve onlar; “bütün bunlar Allah tarafındandır” demektedirler ama, “Sonra da onu inkâr ederler.” Çünkü bu inkarlarını bizzat kendi fiilleriyle göstermektedirler. Zira gidip Allah'tan başkasına tapınıp kullukta bulunuyorlar. Ya da sıkıntı ve kıtlık anlarında, başları sıkıştığında Allah'ı bilip tanıyorlar, ancak bolluğa ve huzura kavuşunca da derhal inkâr ediyorlar.

Onların çoğu kâfirdir.”

Yani itirafta bulunmayan gerçek anlamda azılı kafir ve inkârcıdırlar. Ya da burada geçen, Allah'ın nimetinden” murat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamberliğidir. O inkârcılar, onun peygamberliğini bilirler ama sonra da bunu inkâr edip kabul etmezler. Bu itibarla onların çoğu gerçekten içten ve kalplerinin derinliklerinden inkârcı olan azılı kafirdirler.

Âyette geçen, (.......) edatı, şu noktaya işaret etmektedir. Bir defa bunlar bir şeyin gerçek olduğunu, hak olduğunu bilip öğrendikten sonra bunu kolay kolay inkâr edemezler, bu, uzak bir olasılıktır. Çünkü nimeti bilip tanıyan ve öğrenen kimsenin hakkı yani asıl görevi, onu inkâr etmek değil o nimeti kimden geldiği noktasında tanımasıdır.

84

Her ümmetten bir şâhit göndereceğimiz gün, artık ne kâfir olanlara (özür dilemelerine) izin verilir ne de onların özür dilemeleri istenir.

Her ümmetten bir şâhit göndereceğimiz gün,”

Yani kendilerinin peygamberleri ve getirdiklerini doğruladıklarına, ya da yalanladıklarına, îman ettiklerine veya küfürlerine dair lehlerinde veya aleyhlerinde tanıklıkta bulunacak bir peygamberi hasredip göndereceğimiz gün,

Artık ne kâfir olanlara özür dilemelerine izin verilir,” ne bunların özür dilemeleri sırasında mazeretleri kabul edilebilir, bu durumda mana şöyledir: “Artık onların lehlerine dair bir hücceti yoktur.” Çünkü âyette bunlara izin verilmemesi, ellerinde dayanabilecekleri bir hüccetlerinin veya delillerinin, bir özürlerinin bulunamayandandır.

Ne de onların özür dilemeleri istenir.”

Yani ne de onlardan Rablerini memnun etmeleri istenir.

Yani onlara: “Rabbinizi memnun edin” denmeyecektir, Çünkü âhiret yurdu amel yurdu değil, ödül ve cezâ yurdudur. Âyette geçen, (.......) edatının manası, bu kimselerin aleyhine peygamberlerin -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun- tanıklıkta bulunmalarından sonra daha şiddetli ve daha ağır bir şekilde cezâları dırılac'aklardır. Çünkü bunlara konuşma hakkı verilmeyeceği gibi, onlara mazeretlerini ortaya koyabilecekleri ya da hüccet getirerek delil sunabilecekleri imkanı da tanınmaz. Çünkü dünyada peygamberlere açıkça karşı çıkmışlar ve peygamberler de aleyhlerine en doğru tanıklar olarak şâhitlikte bulunmuşlardır, bundan böyle onlara susmak düşecektir, konuşmak değil.

85

O zulmedenler azâbı gördüklerinde, artık onlardan azap hafifletilmez, onlara mühlet de verilmez.

O zulmedenler -kafir olanlar- azâbı gördüklerinde -ve azâbı çekmek üzere cehenneme girdikten sonra-, artık onlardan azap hafifletilmez, onlara mühlet de verilmez.” Herhangi bir süre de bundan önce kendilerine verilmez.

86

(Allah'a) ortak koşanlar, ortak koştukları şeyleri gördükleri zaman derler ki: “Rabbimiz! İşte bunlar, seni bırakıp da tapmış olduğumuz ortaklarınıızdır.” Onlar da bunlara: “Siz mutlaka yalancılarsınız” diye söz atarlar.

Allah'a ortak koşanlar, ortak koştukları şeyleri -tapmakta oldukları putlarını- gördükleri zaman derler ki:”

Rabbimiz! İşte bunlar, seni bırakıp da tapmış olduğumuz ortaklarınıızdır.”

Yani bunlar sana ortak koştuklarınıız olup bunlar sebebiyle seni bırakıp bunlara kullukta bulunduk.

Onlar da bunlara: Siz mutlaka yalancılarsınız'diye söz atarlar.”

Yani onlar da berikilerini yalanlamak suretiyle kendilerine cevap verirler. Çünkü Allah'a ortak koştukları putlar cansız varlıklar olup kendilerine tapanları, kendilerini şerik olarak kabul edenleri bilmezler, tanımazlar. Bunun şöyle bir tefsir ihtimali de vardır: “O tapındıkları şeyler, kendilerini şerik yani ortak olarak kabul edenleri, kendilerini şerikler ya da ortaklar, ilâhlar diye isimlendirenleri, Allah'ı ortaklıktan tenzih için yalanlarlar.

87

O gün Allah'a teslim (bayrağım) çekerler ve uydurmakta oldukları şeyler onlardan kaybolup gider.

-Küfrü seçerek zulmetmiş olanlar - O gün Allah'a teslim bayrağım çekerler” Önce bundan kaçarlarken ve dünyada büyüklük taslayıp dururlarken bundan sonra, Allah'ın emrine ve hükmüne karşı teslim bayraklarını çekerler.

Ve uydurmakta oldukları şeyler Allah'ın ortakları var, bunlar kendilerine yardım edecekler ve onlara şefâatte bulunacaklar diye uydurdukları putları onlardan kaybolup gider.”

Yani onları yalanladıklarında ve onlardan beri ve uzak olduklarını söylediklerinde onları bırakıp gidecekler.

88

İnkâr edip de (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar var ya, işte onlara, yapmakta oldukları bozgunculuklar sebebiyle, azaplarını kat kat artıracağız.

-Kendi adlarına- İnkâr edip de insanları Allah yolundan alıkoyanlar -onları da tıpkı kendileri gibi küfre sevkedenler- var ya,”

“İşte onlara, yapmakta oldukları -insanları Allah yolundan menederek, halkı yanlış yola yönlendirerek- bozgunculukları -ve küfürleri, Allah'ın yolundan saptırmaları- sebebiyle, azaplarını kat kat artıracağız.”

89

O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şâhit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şâhit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.

O gün her ümmetin içinden kendilerine -peygamberlerini aleyhlerine- birer şâhit -olarak- göndereceğiz.” Çünkü ümmetlerin peygamberleri, onlardan ve onların içinden olan kimselerdir.

Seni de ey Resûlüm Muhammed!- hepsinin -ümmetinin- üzerine şâhit olarak getireceğiz.”

Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey -dini konularla ilgili bütün şeyler- için -net ve kesin- bir açıklama,” Ancak nass ile belirlenmiş olan hükümler zaten apaçık olarak ortadadır. Nitekim Sünnet veya icma ile sabit olanlar, yahut da sahâbe sözü veyahut kıyas yoluyla sabit olanlar zaten apaçık olarak meydandadırlar. Çünkü bütün bu sayılanların asıl mercii, kaynağı Kitaptır yani Kur'ân'dır. Zira Kitapta Yüce Allah, bize Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e tabi olmamızı ve ona itâat etmemizi şu kavliyle emir buyurmakta ve şöyle demektedir: Allah'a itâat edin ve Resûlüne de itâat edin.” (Teğabun,12) Yine Yüce Allah Kur'ân'da bizi, icmaa yapmaya teşvik etmektedir ve şöyle buyurmaktadır: “Ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa,” (Nisa,115) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin ashâbına tabi olması sebebiyle bundan memnun kalmıştır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Ashâbım yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsanız, o sizi doğru yola götürür/hidayet eder.” Buhârî, 5684 ve Müslim, 2217

Çünkü bu sahâbe içtihadda bulunmuşlar, kıyas yapmışlar ve aynı zaman da içtihad ve kıyas yollarını düzenlemişlerdir. Kaldı ki Yüce Allah bize, şu kavliyle de bunu emretmektedir: “Ey akıl sahipleri! ibret alın, (ders çıkarın.)(Haşr,2) Çünkü Sünnet olsun, icma olsun, kıyas olsun hepsi de Kitabın açıklanmasına dayanmaktadır. Böylece Kitabın her şeyin açıklayıcısı olduğu da ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” Hakkı gösteren, onlar için rahmet olan ve onlara cenneti müjdeleyen bir kitap olarak indirdik.

90

Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınliği da yasaklar. O, düşünüp Uttasınız diye size öğüt veriyor.

“Muhakkak ki Allah, adaleti,” Aranızdaki hukukta eşitliği; zulmü ve haksızliği bırakmayı, her hak sâhibine hakkını ulaştırmayı, “İyiliği,” size kötülükte bulunanlara iyilikle karşılık vermeyi emreder. Ya bunun her ikisi de farzdır veya menduptur. Çünkü farz olan bir şeyde mutlaka onda bir takım eksiklikler, yanlışlar olabilir, insan hata yapabilir. İşte mendup olan şeyler de bunları telafi eder, bunların önüne geçer.

Akrabaya yardım etmeyi emreder,”

Yani yakın ve uzak tüm akrabaya yardım etmeyi, sılayı rahîm yapmayı, akraba ile bağları koparmamayı emreder.

Çirkin işleri -çirkinlikte oldukça iğrenilen kötülükleri, bu anlamda işlenen günahları-, fenalık -akıl açısından kötü görülen serleri- ve azgınliği zulüm, haksızlık ve kibirle başkalanna üstünlük sağlamayı- da yasaklar.”

O, düşünüp tutasmız diye size öğüt veriyor.”

Burada geçen, (.......) kavli, hâldir veya müstenef bir cümledir.

Yani sizler, Allah'ın size verdiği öğütler sayesinde olur ki nasihat alırsınız.

Bu âyet Osman İbn Maz'un'un İslam dinini kabul etmesine sebep olmuş, bunu sağlamıştır. O şöyle dermiş: “Ben aslında Müslüman olacak değildim. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ısrarlı daveti ve bana çokça İslam'ı arzetmesi sebebiyle kabul ettim. Fakat buna rağmen İslam dini bir türlü içime sinmiş değildi. Bu halim, bu âyet ininceye kadar devam etti. Bu sırada ben, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yanında bulunuyordum. Bunun üzerine îman kalbimde tamamen yer etti. Ben de bu âyeti Velid b. Muğire'ye okudum. O da bunu dinledikten sonra dedi ki: “Allah adına yemin ederim ki bunda bir tatlılık, çekicilik vardır, bir güzellik vardır. Şüphesiz bütün yukarısı meyve vermekte, altı kısmı da bol bereketlidir. Bu, bir insan sözü değildir.” Ebû Cehil de demiştir ki: “Onun ilahı, kesinlikle en güzel ahlâkı emretmektedir.” Bu âyet Kur'ân'daki âyetler içinde iyilik ve kötülüğü tümüyle ele alan en kapsamlı ve cami ayetidir. İşte bunun içindir ki her hatip minberde her hutbenin sonunda bu âyeti okur ki, bununla beraber her Müslüman nelerle emredilip nelerden de yasaklandığını öğrenmek için etraflı olarak bir öğüt alabilsin, onlar için bir nasihat olabilsin.

91

Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şâhit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir.

“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin” Burada anlatılmak istenen husus, İslam'ın öngördüğü şekilde Müslümanların bu İslam hükümleri çerçevesinde Resûlüllahne biatte bulunmaları emridir. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: “Şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmek tedirler.” (Fetih, 10)

Ve Allah'ı üzerinize -kefil- şâhit -ve murakıp- tutarak, -çünkü kefil olan kimse, hakkında kefaletini üstlendiği kimsenin durumuna riayet eder ve ona kolaylık sağlar, yardımcı olur- pekiştirdikten -Allah adına yemin ettikten- sonra -biat konusunda verdiğiniz- yeminleri bozmayın.”

(.......) ve (.......) kelimeleri iki fasih lügattir, yani fasih olarak her ikisi de Arap dilinde kullanılan iki kelimedir ve aynı anlamdadırlar. Kelimenin aslı vav harfiyledir, hemze ise bunun yerine kullanılmıştır.

Şüphesiz Allah, yapacağınız peyleri pek iyi bilir.”

Yani yemininizi tutup tutmadığınızı, iyiliğinizi ve yalan söylediğinizi, yalan yere yemin ettiğinizi de bilir ve size buna göre muamele edip ya cezâlarıdırır veya ödüllendirir.

92

Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın. Allah, bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ihtilafa düşmekte olduğu nuz şeyi kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır.

Burada, (.......) buyururken, yani yeminleri bozma konusun da, “İpliğini sağlam bir şekilde eğirip büktükten ve sağlarılaştırdıktan sonra onu tekrar bozup, (.......) yeniden çözülmüş durma getiren kadın gibi olmayın.” Söylendiğine göre bu kadın oldukça ahmak ve bunak olan Riyta adında bir kadın imiş. Onun bu hâlinden bir darb-ı mesel şeklinde olay aktarılmıştır. Bu kadın kendisi ve komşuları sabahtan öğleye kadar ipi eğirip sağlam bir duruma getirdikten sonra, bu defa kâdirılara, büküp eğirdikleri ipleri çözmesini kâdirılardan ister ve onlar da büküp sağlarııl aştırdık! an bu ipleri yeniden çözerler.

(.......) kavli, (.......) gibi hâldir. (.......) kelimesi, (.......) kavlinin iki mefulünden biridir.

Yani bu şu manayadır: “O yeminleri aranızda bir bozgunculuk, bir fesat, bir ihanet aracı olarak kullanmayın.”

(.......)

Yani bir Ümmet olma sebebiyle, yani Kureyş cemaati demektir.

(.......) yani, “Mü’min cemaatten sayıca daha fazla ve mal bakımından çok daha imkan sâhibi olan bir toplum yüzünden,...” (.......) kavli mübteda ve haberdir. Raf mahallinde gelmiştir, (.......) kelimesinin de sıfatıdır. (.......) kelimesi aynı zamanda (.......) kavlinin failidir. Nitekim, (.......) kelimesi de nakıs fiil değil, tam fiildir. (.......) iki nekre kelime arasında geldiği için fasî zamîri değildir.

Allah, bununla sizi imtihan etmektedir.”

Burada (.......) kavlindeki zamîr mastar içindir.

Yani, “Ancak Allah'ın sizi denemesi, onların çok daha fazla olmaları iledir. Böylece siz, Allah'a vermiş olduğunuz sözünüzde, Resûlüllahne kesin olarak vermeyi taahhüt ettiğiniz biat konusundaki yeminlerinizde durup bu vefa ipine tutunacak mısınız? Yoksa Kureyş'in sayıca ve servetçe çokluğuna, mü’minlerin ise sayı bakımından azliğina ve yoksulluklarına aldanarak onlarla mı olacaksınız?

Hakkında ihtilafa düşmekte olduğunuz şeyi kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır.”

Yani sizleri sevap ve cezâ konusunda işlediğiniz amellere göre değerlendirdiğinde, buna göre sizi cezâlarıdırdığında... Burada İslam dinine aykırı hareket eden ve ona muhalefet edenler hakkında bir uyan bulunmaktadır.

93

Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız.

-Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı;” Hepinizi Hanif dinine bağlı Müslümanlar kılardı,

Fakat O, dilediğini -ezeli bilgisiyle sapıkliği ve küfrü seçeceklerini bildiği kimseleri bu yüzden- saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.”

Yani ezeli bilgisinde hidâyet yolunu tercih edeceklerini bildiği kimseleri de doğru yola yönlendirir.

Yaptıklarınızdan -kıyamet günün de- mutlaka sorumlu tutulacaksınız.” Ve bunlardan dolayı da cezâlarıdıracaksınız.

94

Yeminlerinizi aranızda fesâda araç edinmeyin, aksi hâlde (İslâm'da) sebat etmişken ayağınız kayar da (insanları) Allah yolundan alıkoymanız sebebiyle (dünyada) kötülüğü tadarsınız. Sizin için âhirette de büyük bir azap vardır.

Yeminlerinizi aranızda fesâda araç edinmeyin,” Burada da, yapılan yeminlerin, andiçmelerin kendi aralarında herhangi bir fesâda ve bozgunculuğa araç olmaması için aynı ifade yeniden tekrarlanmış olmaktadır. Bu, onlar aleyhine bir tekit uyarışıdır ve işin önemine ve büyüklüğüne dikkat çekmedir, bu büyüklüğü göstermektir.

Aksi hâlde İslâm'da sebat etmişken ayağınız kayar da” Aksi durumda ayaklarınız İslam'ın apaçık yolu ve hücceti üzerinde karar kılmışken yanlışa sapmakla kayabilir. Âyeti kerimede “ayak” kelimesi tekil ve nekre olarak gelmiştir. Bunun sebebi bir tek ayağın üzerinden sebat edip kesin yerleştikten sonra haktan sapması, kaymasının büyük bir olay ve vebal olduğuna göre ya bir çok ayaklar yani kimseler bu gerçekten sonra saparsa halleri nice olur?

“İnsanları Allah yolundan alıkoymanız -saptırmanız, dinden çıkıp uzaklaşmanız veya başkalannı dinden soğutup uzaklaştırmanız... çünkü eğer o insanlar biat konusunda vermiş oldukları kesin sözlerini, yeminlerini ve antlarını bozarlar da dinden dönerler, iıtidat ederlerse, bu davramşlarıyla yani yeminlerini bozmakla kesin olarak başkalanna bir sünnet, bir yol veya çığır açmış olurlar ki, onları görenler de aynen bu yolu kendileri için bir metot kabul ederler ve onu izlerler- sebebiyle dünyada kötülüğü tadarsınız.”

Sizin için âhirette de büyük bir azap vardır.”

95

Allah'ın ahdini az bir karşılığa değişmeyin! Şayet anlayan kimseler iseniz, şüphesiz Allah katında olan (sevap) sizin için daha hayırlıdır.

Allah'ın ahdini -Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptığınız biati- az bir karşılığa -basit bir dünyalık için- satmayın! -değişmeyin!-” Mekke'de iken İslam dinini kabul edenlerden kimilerine şeytan, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile biatlerinde ettikleri yeminlerini ve Allah kendilerini İslam üzere sabitleştirdikten sonraki antlarını bozma iannı onlara süslü ve cazip olarak göstermişti. Çünkü Kureyşliler Müslüman olan bu kimselere Hazret-i Peygamberle yaptıktan antlaşmadan dönmeleri vadinde bulunmuşlardı. Bunlar da Kureyş kabilesinde var olduğunu gördükleri görkemden ve güçlerinden ürkmüşler, Müslümanların ise onlar karşısında güçsüz ve zayıfîıkları kanaatine varmışlardı. Halbuki Allah bunların İslam üzere sebatlarını sağlamıştı.

Şayet anlayan kimseler iseniz, şüphesiz Allah katında olan -âhiret- sevabı sizin için daha hayırlıdır.”

96

Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir, Allah katındakiler ise bâkîdir. Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.

Sizin yanınızdaki dünya malı tükenir, Allah katındakiler -rahmetinin hazineleri- ise bâkîdir.” Tükenmez.

Elbette sabırlı davrananlara -müşriklerin eza ve cefalarına, işkencelerine karşı ve İslam'ın ilk dönemdeki sıkıntılarına katlarııp sabırlı olanlara- yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.”

Âyette geçen, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi İbn Kesîr ve Âsım nun harfiyle olarak, (.......) okumuşlardır.

97

Erkek veya kadın, mü’min olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.

Erkek veya kadın, mü'min olarak kim iyi amel işlerse,” Âyetin başında yer alan, (.......) edatı, mübhemdir ve erkek-kadm her iki nevi de kapsamaktadır. Ancak ilk bakışta sanki erkekler içinmiş gibi bir durum gözükmektedir. Bu itibarla, (.......) kavlinden her iki nevi de yani hem erkeği ve hem kadın da genel olarak içerecek şekilde olduğu meydana çıkmış bulunmaktadır. (.......) ifadesiyle de imanlı olmuş olmaları koşul ya da şart olarak getirilmiş bulunmaktadır. Çünkü kafirlerin işledikleri veya amelleri bundan sayıları türden şeyler değildir. Ayrıca bu âyet, amelin îman için bir şart olmadığını da göstermekte ve bu konuya da delalet etmektedir.

onu mutlaka -dünyada da- güzel bir hayat ile yaşatırız.” Çünkü, “Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.”

Kavli bu gerçeğe işaret buyurmaktadır. Burada Rabbimiz bu kavliyle mü'min kullarına kadın olsun, erkek olsun hem dünya sevabını, mutluluğunu ve hem âhiret saadetini vadetmektedir ve bu tıpkı Rabbimizin şu kavli gibidir: “Sonunda Allah da onlara dünya nimetini/sevabını ve en önemlisi âhiret sevabının güzel olanını verdi.” (Al-i İmran,148)

Bunun böyle olması ise, sâlih amel işleyen mü’minler, ister bolluk ve refah içinde olsunlar, ister sıkıntı ve zorluk içinde bulunsunlar, bütün bunlarla beraber çok daha mutlu bir yaşantı geçireceklerdir. Gerçi kişi zengin ve mutlu bir hayat içinde idiyse, bunun durumu zaten ortadadır. Eğer sıkıntı ve yoksulluk içinde bulunuyorsa, bununla beraber onun da hayatı güzeîleşecek ve mutlu bir yaşam geçirecektir. Bu ise kanaat etmek, Allah'ın taksimatına nza göstermek suretiyle mümkün olabilecektir. Yoksul mü’min bunlardan ötürü şikayetçi olmayacaktır.

Facir, zâlim ve kötü olan kimseler ise, bunların durumları az önce örnek olarak verdiğimiz mü’minlerin aksi olacaktır. Bu facir, zâlim ve kötüler eğer zengin iseler durumları belli. Şayet fakir ve yoksul iseler, hırs, dünyaya olan düşkünlük gibi şeyleri terketmeyeceklerdir. İçinde bulunduğu hayattan asla memnuniyetini kabul etmeyecektir.

Söylendiğine göre, “Hayatı Tayyibe” , kanaat ve Allah'a yapılan itaatten tat ve haz almaktır ya da Allah'ı bilmek ve tanımaktır, Allah'ın emirleri karşısında Onunla doğruluk içerisinde bir ve beraber olmaktır. Allah'ın emri karşısında doğru ve dürüst olarak üzerine düşeni gerektiği gibi yapmaya gayret etmektir. Allah'tan başkasından yüzçevirmek ve onlara dönüp bakmamaktır.

98

Kur'ân okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!

Kur'ân okuduğun zaman” Kur'ân okumak istediğin zaman “O kovulmuş veya larıetlenmiş şeytandan -İblîsten- Allah'a sığın!” Burada fiilin irâde olunması, bizzat fiil lafzıyla belirtilmiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh) demiştir ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzurunda okudum da: “Euzü Billahissemiil alimi mineşşeytanirracim” dedim. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana: “Öyle deme, fakat: Euzü Billahi mineşşeytanirracim” de, diye buyurdu ve Cebrâîl (aleyhisselâm) bana bunu bu şekilde okuttu'dedi. Bunu Kudai, Müsnedu'ş-Şihab,837 de rivâyet etmiştir. Efbani de, “Silsiletu’l-Ehadis'd-Daife; 1/439 da bunun mevzu yani uydurma olduğunu söylemiştir. Bunun gerekçesi de ravileri arasında Cafer bin Abdulvahid'in var olmasıdır

99

Gerçek şu ki: Îman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur.

Gerçek şu ki: Îman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler -mü’minler-üzerinde onun, şeytanın bir hakimiyeti -bir gücü ve velayeti- yoktur.” Mü’minler onun vesvesesini kabul de edecek değillerdir.

100

Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere ve onu Allah'a ortak koşanlaradır.

Onun hakimiyeti, ancak onu dost edinenlere” kendileri üzerinde onun egemenlik ve üstünlüğünü kabul edenlere, onun vesveselerine uyanlara “ve onu -şeytanı- Allah'a ortak koşanlaradır.” Burada, (.......) kavlindeki zamîr (.......) kavline râcidir ya da, (.......) na râcidir.

Yani onun yüzünden, onun sebebiyle demektir.

101

Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- “Sen ancak bir iftiracısın” dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.

Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman”

Yani bir âyetin yerine bir başka âyeti getirdiğimiz deki bu neshetmek, yürürlükten kaldırmak demektir. Çünkü yüce şerî'at-leri yine başka şerî'atlerle gördüğü bir hikmet gereği nesheder, hükümlerini yürürlükten kaldırır.

Bu da, “-Ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir-” kavlinin manasıdır. (.......) kavlini İbn Kesîr ve Ebû Amr şeddesiz olarak, (.......) diye okumuşlardır.

Sen ancak bir iftiracısın” dediler.” Bu,

(.......) edatının cevâbıdır. (.......) kavli, itiraz/parantez cüm leşidir. Müşrikler şöyle diyorlardı; “Şüphesiz Muhammed ashâbıyla alay ediyor. Bugün onlara bir şey emrediyor, ertesi gün de onları bu şeyden menediyor. Onlara daha ehven ve kolay olanını getiriyor.” Bu davranışlarıyla iftiraya kalkışıyorlardı. Halbuki Allah dilerse ağır hüküm taşıyanı dilediği takdirde daha hafif hükümle değiştirir, daha hafif olanını ise daha ağırı ile değiştirebilir. Bu, tamamıyla Allah'ın irâdesine bağlıdır.

Hayır; onların çoğu -bu konudaki hikmeti bilemezler- bilmezler.”

102

De ki: Onu, Mukaddes Rûh (Cebrâîl), îman edenlere sebat vermek, Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.

De ki: O'nu, Mukaddes Rûh, Cebrâîl, indirdi.” Burada bunun (.......) kelimesine izafe olunması, temiz olması sebebiyledir. Bu tıpkı, “Hatemu'l-Cud” kavli gibi bir ifadedir. Bundan murat ise, Mukaddes ruh “er-Ruhu'l-Mukaddes” ve Cömert Hatem “Hatemu'l-Cevad” demektir. Mukaddes demek, günahlardan, hatalardan arınınış tertemiz demektir.

Rabbin katından -O'nun nezdinden ve O'nun emriyle- hak -hikmetle dolu- olarak indirdi.” (.......) burada hâldir.

Îman edenlere sebat vermek,” onları nesh ile ilgili hükümlerle imtihan etmek için. Ta ki onlar bu konuda şöyle dediler: “O Rabbimiz tarafından gelen gerçek ve haktır, hikmettir. Çünkü Allah Hakiym'dir, O ancak hikmet içeren ve doğru olan şeyleri işler. Allah, onların lehine olarak sağlam yere basan, inandığından dönmeyen, kesin, sahih yakin ve inanç sâhibi, kalpleri gelenlerle-indirilenlerle tatmin olmuş, huzur bulmuş kimseler diye hüküm vermiştir.

Müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için,...” Buradaki, (.......) kelimelerinin her ikisi de, (.......) kavlinin mahalline ma'tûfturlar ve mefulün lehdirler. Bunun da takdiri şöyledir: “Onları orada sabit kadem kılmak, sarsılmaz yapmak, doğru yola iletmek ve kendilerine müjde vermek için...”

Burada, (.......) ifadesinde, başkalanna âit olarak var olan zıt haslet lerin olması hâlinde bir tariz ifadesi yer almış olmaktadır.

103

Şüphesiz biz onların: “Kur'ân'ı ona ancak bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur'ân) apaçık bir Arap'çadır.

Şüphesiz biz onların: Kur'anı ona ancak bir insan öğretiyor'dediklerini biliyoruz.” Müşrikler bunu söylerken şunu demek istiyorlardı: Huveytip adında bir müşriğe âit bir köle vardı. İsmi da Aiş veya Yaiş idi. Bu köle İslam dinini kabul eder ve gerçekten çok iyi bir Müslüman olur. Bu ehli kitaptan olan bir kişi olup eski bilgiler, dini kaynaklar hakkında bilgisi bulunuyordu, Meselâ İncîl'i bilmesi gibi.

Yani okuma ve yazması olan biriydi. Ya da bu kişi, Amir b. Hadremi'nin kölesi olup kendisi Rum asıllıydı. Yahut da bunlar biri Cebr diğeri de Yesar adlarında iki köle idiler. Her ikisi de Tevrât ve İncîl okumasını biliyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ikisinin Tevrât ve İncîl okuyuşlarını dinlerlerdi. Yahut bu kişi Selman Farisi idi.

Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kelimesini, “Y” ve “H” harflerinin fetha harekesiyle, (.......) olarak okumuşlardır.

Halbuki bu Kur'ân apaçık bir Arapçadır.”

Yani Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in getirdiği Kur'ân'ı, Filancadan öğren di diye nispet ettikleri şahsın dili yabancıdır, adam Arap değildir. Dolayısıyla dili anlaşılacak gibi değildir. Halbuki bu Kur'ân ise apaçık Arapça dilinde gelmiş olan bir Kitaptır. Gayet fasih ve her bakımdan anlaşılır bir kitap. Bu ifadeyle Rabbimiz onların bu konuda söylediklerini ve dil sarkıntılıklarını reddetmiş olmaktadır.

(.......) cümlesinin cümle içerisinde i'rabtan mahalli yoktur. Çünkü bu, müstenefe bir cümledir, yani yeni ya da bağımsız bir cümledir ve onların sözlerine bir cevaptır.

Âyette geçen, (.......) kelimesi, konuşuları dil anlamındadır. Ayrıca, “elhada'l-kabre” , (.......) ve (.......) denir ki bu, bir şeyin kazılmasını, kazılması gereken doğrultudan saptırmak anlamındadır. Böyle o şeyin bir yanını kazdı, demektir. Daha sonra bu kelime bir istiâre olarak amacından ve doğrultusundan saptırıları her şey hakkında kullanılan bir kelime oldu. Meselâ şöyle derler: “Filân kimse sözünde ilhad etti.” , “Dininden ilhad etti” gibi. Bu, sözünden döndü, dininden vazgeçti manalarındadır. Nitekim mülhid yani dinsiz, inkara kaçan, ifadesi de böyledir. Bu itibarla sözkonusu bu kelime, “görüşünü, mezhebini, tüm din ve inançlarını bırakıp bir başka yola saptı” demektir.

104

Allah'ın âyetlerine inanmayanlar yok mu, şüphesiz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için elem verici bir azap vardır.

-Allah'ın âyetlerine -Kur'ân'a- inanmayanlar yok mu, işte ontor küfrü seçtikleri, tercih ettikleri müddetçe- şüphesiz Allah onları doğru yola iletmez ve onlar için -küfürleri yüzünden âhirette- elem verici bir azap vardır.”

105

Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak yalan uydurur. İşte onlar, yalancıların kendileridir.

Allah'ın âyetlerine inanmayanlar, ancak -Allah adına- yalan uydurur.”

Yani yalan söylemek suretiyle iftirada bulunmak ancak imansızların işidir. Çünkü böyle kimseler cezâ olarak kendilerini neyin beklediğini düşünmezler ve böyle bir beklentileri de olmaz. Bu ifadeyle Yüce Allah, bu yalancı ve iftiracı kafirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında:

Sen ancak yalan uyduran bir iftiracısın” sözlerine de bir cevaptır, “İşte onlar, -yani îman etmeyenler- yalancıların ta kendileridir.”

Yani gerçekte îman etmeyenler, yalan söylemekte üzerlerine adam bulunmayanlar işte bu yalancıların kendileridir, başkası değil. Çünkü Allah'ın âyetlerini yalanlamak, yalanların en büyüğüdür. Ya da onların, “Sen ancak yalan uyduran bir iftiracısın” diye söyledikleri sözlerinde, asıl yalancılar, bunların kendileridir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) değil.

106

Kim îman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse -kalbi îman ile dolu olduğu hâlde (inkâra) zorlarıan başka- fakat kim kalbini kâfîrliğe açarsa, işte Allah'ın gazâbı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.

Kim îman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse -kalbi îman ile dolu -bu sayede sakin ve huzur içinde- olduğu hâlde inkâra zorlarıan başka-” Burada, (.......) kavlinin şart olarak mübteda olmasını ve cevabmm da mahzûf olmasını uygun bulmuşlardır. Çünkü, (.......) kavlinin cevabı buna delalet etmektedir. âdeta şöyle denilir gibidir: Kim Allah'ı inkâr ederse, Allah'ın gazâbı onlar üzerine olsun.

“Fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, -yani küfürle hoşnut kalbi bundan memnun kalırsa ve buna îman ederse- işte Allah'ın gazâbı bunlaradır;” “Onlar için büyük bir azap vardır.”

Bu son cümlenin, (.......) kavlinden bedel olması, (.......) kavlini, bedel ile mübdelün minh arasında itiraz-parantez cümlesi kabul etmek durumuna göredir. Mana şöyledir: “Ancak yalan uyduranlar, îman ettikten sonra Allah'ı inkâr edenlerdir.” Fakat bunlar içerisinden kendilerine baskı uygularıan yani ikrah edilenler dışta tutulmuş, istisna edilmiştir. Bunlar Allah'ın dinin yalanlayıp iftira edenlerle aynı hüküm altında görülmemişlerdir.

Sonra da; (.......) diye buyurmuştur. Bu cümlenin mübtedadan bedel olması da mümkündür ki o da, (.......) kavlidir.

Yani; “Kim îman ettikten sonra Allah'ı inkâr ederse, küfre girerse, işte onlar yalancıların kendileridir” demektir.

Yahut da, Haberden bedeldir ki bu da, (.......) kavlidir.

Yani,

“İşte bunlar var ya, îman ettikten sonra Allah'a küfreden, Allah'ı inkâr edenlerin kendileridir” demektir. Aynı zamanda zem üzere mensûb olma sı da mümkündür.

Rivâyete göre Mekke halkından bir takım kimseler irtîdat ederler, dinlerinden dönerler. Bunlar arasında üzerlerinde baskı kullanılmak suretiyle zorla irtidada sevkedilenler de bulunmuştur. Bunlar sadece dilden kafirlerin kendilerinden istedikleri küfür sözlerini söylemişlerdir. Fakat buna rağmen asla kalben imanlarından ve inançlarından dönmemişlerdir. Bunlar arasında Ammar bin Yasir de vardı. Ancak babası ve annesi Yasir ve Sümeyye öldürülüp şehit edilmişlerdi. Bunun her ikisi de İslam'ın ilk iki şehididirler.

Bu aileye yapılan baskı sonucu Ammar’ın müşriklerin baskıları sonucu kendisinden istedikleri sözü dilden söylemesi üzerine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Şüphesiz Ammar küfre girmiştir” diye söylediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu duyunca, “Asla öyle bir şey olamaz, çünkü Ammar, baştan aşağı îman dolu bir kişidir” diye buyurdu. Hafız diyor ki; Salebi bunu rivâyet etmiş ve Vahidi de bunu, “el-Vasiyt” kitabında Salebi'den rivâyet etmiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf,2/634

“Îman, onun eti ve kanı ile karışmıştır, mümkün değil.” Ebû Nuaym bunu Hilye kitabında rivâyet etmiştir. 1/139

Hazret-i Ammar bu şekilde ağlayarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in huzuruna geldi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun göz yaşlarını silerek kendisine dedi ki: “Senin durumunla ilgili hiçbir zorluk yoktur. Eğer yeniden sana böyle bir baskı yapmaya kalkışırlarsa, daha önce söylediğini onlara aynen tekrar et! İbn Asakir rivâyet etmiştir

Ammar’ın babasının baskı altındaki hareketi, tavizsiz oluşu güzeldir, efdaldir. Çünkü ölüme dayanıp sabretmek, İslam'ın güç kazanması için buna katlanmak İslam'ın izzeti ve şerefi vardır, yükselmesi, galip gelmesi vardır.

107

Bu (azap) onların dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmemesinden ötürüdür.

“Bu azap, onların dünya hayatını âhirete tercih etmelerinden”

Yani bu dünya hayatını ebedî âhiret hayatından üstün görüp tercih etmelerinden.

Buradaki, (.......) işaret ismi tehdide işaret etmektedir. Bu da Allah'ın gazâbının bu kimselere erişmesi, en büyük azap ile cezâlarıdırılmaları demektir.

Ve Allah'ın kâfirler topluluğunu -küfürlerinde direnip bunu tercih ettikleri sürece- hidâyete erdirmemesinden ötürüdür.”

108

İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridir.

İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir,” Bu itibarla inceden inceye düşünemezler, herhangi bir öğüde ve vaaza kulak vermezler, dosdoğru olan yolu da görmezler.

Ve onlar gafillerin kendileridir.”

Yani öylene bir gaflet içindedirler ki bundan aymaları ya da uyanmaları asla mümkün değildir. Çünkü ilerisini düşünmemek, sonlarının ne olacağını akla getirmemek gerçekten en büyük aymazlık ve en aşırı ve nihayetsiz gaflettir.

109

Hiç şüphesiz onlar âhirette ziyana uğrayanların ta kendileridir.

Hiç şüphesiz onlar âhirette ziyana uğrayanların ta kendileridir.”

110

Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenler hakkında Rabbin elbette çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten -eza ve cefa yoluyla işkence gördükten ve zorla küfrü yeniden kabullenmeleri için baskı uygulayıp yeniden küfre girmeleri için baskı ve zulüm uygulandıktan- sonra -Mekke'den- hicret edip, ardından da cihad eden ve sabreden kimseler hakkında...

Bu âyetin başında yer alan, (.......) edatının delalet ettiği şey şudur:, şu inkârcı ve işkenceci zâlim kafirlerin durumu ile, îman etmiş ve imanlarının gereği haksızlığa başkaldırmış olan mü’minlerin durumu birbiriyle hiçbir zaman kıyaslanamayacak şekilde uzaktır. Çünkü Mekke'den hicret edenlerin her şey lehlerine, onları buradan çıkaranların da aleyhine durumlar olacaktır.

Yani hicret edenlerin velisi, yardımcısı sadece Allah tır ve Allah onların düşmanı olmadığı gibi onları ezip rezil de edecek değildir. Bu ifade âdeta şuna benzer. Bir kralın, bir adama, bundan böyle senin aleyhinde oluşacak bir durum yoktur. Bu ifade işte o kimse için bir korunma,bir himaye ve bir kalkan olur, hiçbir zarara uğramaksızm bundan yararlanmış olur. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, âyette geçen,

(.......) kavlini (.......) olarak okumuştur.

Yani mü’minlere işkence ettik ten sonra Müslüman olanlar, demektir.

Bütün bunlardan -yani işledikleri bu fiillerinden ve eylemlerinden yani hicret etmek, cihad yapmak ve sabr etmek durumlarından- sonra Rabbin elbette çok bağışlayan, pek merhamet edendir.”

Yani daha önce bir takıyye olarak söyledikleri küfür kelimelerini onlardan, onların lehine olarak bağışlayacak ve baskı ve ikrah sonucu söylemiş oldukları sözler yüzünden onlara azap etmeyip esirgeyecektir.

111

O gün, herkes gelip kendi canım kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez.

O gün, herkes gelip kendi canım kurtarmak için uğraşır” Bu âyetin başında geçen, (.......) kavli, ya (.......) ile veya, (.......) ite mensûbtur. Yine bu âyette geçen, nefis kelimesin diğer nefse izafe olunmuştur. Çünkü bunun sebebi, aynı olan bir şey için, onun zâtı denir ki bu, nefsi, kendisi demektir. Nitekim zıddı için de başkası diye söylenir. Nefis olduğu gibi cümledir. İlk nefis cümledir, ikincisi de onun aynısı ve zatıdır. âdeta burada şöyle denilir gibidir: “O gün her insan kendi zatıyla mücadele ederek, kendi derdiyle uğraşarak huzura gelir. Başkasının hâli ya durumu onu hiç ilgilendirmez. Herkes o gün nefsi, nefsi, canımı kurtarmak istiyorum, kendimi kurtarmak istiyorum, deyip duracaktır.” Burada âyette geçen, mücadele kelimesinin ya da ifadesinin anlamı, kendi adına mazeret uydurmak veya bulmak çabasında olmak anlamındadır. Bu, tıpkı inkârcıların, puta tapanların: “İşte bizi saptıranlar bunlardır” (A'raf,38) âyetinde ifade edildiği gibi olacaktır sözleri. Yine bunların sözleri şöyle olacaktır: “Ey Rabbimiz! Biz reislerimize, liderlerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzâb,67) ve: “Rabbimiz, Allah adına yemin ederiz ki biz müşriklerden değildik.” (En'am,23) gibisinden hep konuşup mazeretler uyduracaklar ama, yüzlerine bakılmayacaktır.

Ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez.” Herkese, bu konuda hiç haksızlığa uğratılmaksızm ne yapmışlarsa, yaptıklarının karşılığını eksiksiz olarak ve tastamam bir şekilde verilir.

112

Allah, (ibret için) bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.

Allah, ibret için bir ülkeyi örnek verdi:”

Yani durumu şu şekilde olan bir kasabayı, kasaba halkını, Allah'ın kendilerine nimet sunduğu her kavme ibret olsun için örnek olarak gösterdi. Allah'ın verdiği nimet sebebiyle şımanp hadlerini aştılar ve nankörlük edip inkara kalkıştılar. Gelen hakka da yüzçevirdiler. İşte bu davranışları yüzünden Yüce Allah, kendilerine intikamını indirdi-gönderdi. Burada “Karye” yani ülke ya da kasaba ifadesiyle durumları buna uygun düşen mukadder bir toplumun murat olunmuş olması da câizdir. Aynı zamanda bu ülke ya da kasabanın çok daha önce geçmiş olan ve durumları bu şekilde olan herhangi bir ülke veya kasaba da olmuş olabilir. Dolayısıyla Yüce Allah bunun bir örnek ve ibret olması açısından ve onların da akıbetleri bakımından aynı duruma düşmemeleri için Mekke halkını uyarmak için örnek olarak verilmiştir.

“Bu ülke güvenli, huzurlu idi;”

Yani saldırıdan, öldürülmekten ve esir düşmekten güvende idiler. Onları korkutacak, huzursuz edecek herhangi bir durumda yoktu. Çünkü güvenin olduğu yerde huzur ve sükunet vardır. Korkunun olduğu yerde de hep rahatsızlık, can sıkıntısı ve huzursuzluk, güvensizlik egemendir.

Ona rızkı her yerden -ve her ülkeden- bol bol -ve genişçe- gelirdi.”

Sonra onlar -o ülke ve kasaba halkı- Allah ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler.” Burada geçen, (.......) kelimesi, alışılanın dışında (.......)harfiyle gelen “Nimet” kelimesinin çoğuludur. Tıpkı, (.......) kelimesinin, kelimesinin çoğulu olduğu gibi. Ya da bu, “Nuumin-Nu'min” kelimesinin çoğulu da olabilir.

Tıpkı, “Bu'sin-Buusin” ve “Ebus” gibi.

Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.” Âyette geçen, (.......) ve (.......) kelimeleri burada istiâredirler. İstiare manasındaki tattırmak ifadesi yine istiâre olan elbise, giydirme üzerinde vaki olmuştur. Bunun doğru ifadesi şöyledir: “Tattırma yani izaka” ifadesi, onlara göre hakikat yani gerçek yerine geçen bir ifade olmaktadır. Çünkü bu ifade bela, şiddet ve sıkıntılar için oldukça yaygın bir şekilde kullanılır. Bu balandan insanların başına herhangi bir sıkıntı ve buna benze bir durum gelince şöyle derler: “Filân kimse sıkıntı ve zararı tattı.” ve “Ona azâbı tattırdı” gibi.

Burada zarar ve acının etkilerinin idraki ya da anlaşılması hâli, tadıları acı ve tiksindirici bir yemeğin durumundan algılarıan ya da idrak olunan şeye benzetilmiştir. (.......) kelimesine gelince, bununla insanı örten ve kapatan şeye benzetme yapılmıştır. Çünkü bu, onu giyeni de kapsamına almaktadır da bu yönden bir benzetmeye gidilmiştir. Zira bir takım durumları sebebiyle bir benzerlik göstermektedir.

Tattırma olayının açlık ve korku elbisesi üzerine giydirilmesine ya da vaki olmasına gelince bu, şundan ötürüdür: bu ikisini de kaplayacak derecede bir ibâre yani bir durum sözkonusu olursa, ve bir de diğerine giydirilirse veya benzetilirse sanki şöyle denilmiş gibidir: Allah, açlık ve korku endişesiyle onları kuşatacak durumla nihayet tattırdı, karşı karşıya getirdi” demektir.

113

Andolsun kî, onlara kendilerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Onlar zulmederlerken azap onları yakalayıverdi.

“Andolsun ki, onlara kendilerinden bir peygamber -Muhammed- geldi de onu yalanladılar. Onlar zulmederlerken azap onları yakalayıverdi.”

Yani zulüm ve eza içerisinde iken kendilerini yakalayıverdi. Bu konuda şöyle bir tefsir getirmişler ve demişler ki: bu, Bedir savaşı gününde kılıçla öldürülmeleri olayıdır.

Rivâyete göre kıtlık yıllarında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir miktar gıda ile Mekke'ye doğru yöneldi ve o gıdayı onlar arasında dağıttı. Mekke halkı iyice açliğin ne olduğunu tattıktan sonra Yüce Allah onlara şöyle buyurdu:

114

Artık, Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin, eğer (gerçekten) yalnız Allah'a ibâdet ediyorsanız, onun nimetine şükredin.

Artık, Allah'ın size -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in eliyle sunduğundan- verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin,” Hem de baskınlarla, gasp yoluyla, haram kazanç yollarıyla elde edip yediğiniz pis, murdar ve haram olan şeylerin ya da malların yerine Allah'ın Muhammed eliyle verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin.

Eğer gerçekten yalnız Allah'a ibâdet -itâat ve kulluk- ediyorsanız, onun nimetine şükredin.”

Ya da putlara tapmakla gerçekten Allah'a kulluk ettiğiniz iddianız ve onların Allah katında size şefâatçi olacakları savınız doğru ise...

Bundan sonra da Allah bu kimselere, haram kıldığı şeyleri teker teker sayarak, kendilerini uyardı ve kendi heva ve heveslerine uyarak haramı helâl, helâl olanı da haram kılmamaları için yasağını koydu, onları bundan menetti. Sonra da bunları açıklamak üzere şöyle buyurdu:

115

(Allah) size, sadece ölü hayvanı kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanı haram kıldı. Ancak kim mecbur kalırsa (başkalannın haklarına) saldırmaksızm, sınırı da aşmadan (bunlardan yiyebilir) Çünkü Allah çok bağışlayan, pek merhamet edendir.

Âyette geçen, (.......) kelimesi, hasr içindir.

Yani haram kılınan bu şeylerdir. Yoksa Bahire ve benzeri haram kıldığınız hayvanlar haram değildirler. Âyetin geri kalan kısminin tefsiri daha önce benzer âyetlerde geçmişti.

116

Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.

Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helâldir, şu da haramdır” demeyin,” Bu âyetin başında yer alan; (.......) kavli, (.......) kavliyle mensûbtur.

Yani, “kimi hayvanların helâl ve kimilerinin de haramliği hakkında dillerinizin uydurduğu yalanları konuşmayın. Çünkü siz şöyle diyordunuz: “Şu hayvanların kannlarındaki yavrular, canlı olarak doğmaları hâlinde yalnızca bizim erkeklerimize âittir, kadınlarınııza ise haramdır. Şayet (yavru) ölü doğarsa bu durumda (erkek-kadın) hepsi bunda ortaktırlar.” (En'am,139) Artık böyle demekten uzak durun. Çünkü siz herhangi bir vahye, bir kıyasa dayanılarak çıkarıları bir hükme de dayanmaksızın bunları söyleyip duruyordunuz.

(.......) kavlindeki lam harfi tıpkı, (.......) kavlindeki lam gibidir. (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir. Bu arada istersen,

(.......) kavlini, (.......) kavliyle mensûb edebilir ve, (.......) harfini de mastariye olarak değerlendirebilirsin.

Bu arada, (.......) kavli de, (.......) kavline taallûk eder.

Yani, “Bu helaldir, şu da haramdır, demeyin. Bu, sizin dillerinizin yalan olarak uydurdukları bir şeyden ibârettir.”

Yani: “Sadece dillerinizin konuştuğu bir yalan ifade olarak, ağzınızda hep geveleyip durduğunuz ve herhangi bir hüccet ve delile dayanmayan boş sözlerle haramı helâl kılmayın ve helâl olanı da haram kılmayın” demektir. Çünkü söyledikleriniz boş lakırdıdan, sözlerden ibârettir ve delili olmayan,bir burhana dayanmayan boş ve anlamsız bir davadır.

(.......) kavli fasih olan güzel ifade ile sunulan bir cümledir. Böylece Allah, âdeta onların sözlerini yalanın kendisi imiş gibi anlattı. Bu sözleri onların dilleri konuşunca, hemen yalanları bütün çıplakliğiyla ortaya dökülüvermekte ve onu yalan olduğu şekliyle göstermektedir. Bu tıpkı, “Onun yüzü, güzelliği, gözü de büyüleyici bir hâli yansıtıyor” ifadesine benzer bir ifadedir.

Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” Burada geçen,

(.......) kavlindeki lam harfi, garaz manasını kapsamayan talil yani sebep içindir.

117

(Kazandıkları) pek az bir menfaattir. Halbuki onlar için elem verici bir azap vardır.

(.......) Kazandıkları pek az bir menfaattir. Halbuki onlar için elem verici bir azap vardır.” Bu cümle mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani câhiliye fiil ve düşüncesiyle elde ettikleri menfaatleri âhirete nispetle bir hiçtir ve fakat azâbı oldukça büyüktür.

118

Sana anlattıklarınıızı, daha önce, Yahûdî olanlara da haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine haksızlık ediyorlardı.

“Sana anlattıklarınıızı, daha önce, Yahûdî olanlara da haram kılmıştık.” Bu, En'am sûresinde geçmişti.

Yani, “Yahûdîlere tırnaklı hayvanların tümünü haram kıldık. Sığırların ve koyunların iç yağlarını da haram kıldık...” (En'am,146)

Biz onlara -haram kılmakla- zulmetmedik, fakat, onlar kendilerine haksızlık ediyorlardı.”

Ancak onların ma'siyetleri üzerine biz bu şeyleri onlara haram laldık.

119

Sonra şüphesiz Rabbin, câhillik sebebiyle kötülük yapan, sonra da bunun ardından tevbe edip durumunu düzeltenleri (bağışlayacaktır.) Çünkü onlar tevbe ettikten sonra Rabbin elbet çok bağışlayan, pek merhamet edendir.

Sonra şüphesiz Rabbin, câhillik sebebiyle kötülük yapan,” Buradaki, (.......) hâl yerinde gelmistir.

Yani, “Şehevi arzularının, heva ve heveslerinin baskın gelmesi sebebiyle, sonlarınt düşünmediklerinden câhil bir hâlde kötülük işlediler. Onların arzuları, Mevla'ya isyan değil, heva ve heveslerinin tadını çıkarmaktı.

Sonra da bunun ardından tevbe edip durumunu düzeltenleri bağışlayacaktır. Çünkü onlar tevbe ettikten sonra Rabbin elbet çok bağışlayan, pek merhamet edendir.”

Yani daha önce işlemiş oldukları çokça suç ve günahları sebebiyle onları fazlasıyla bağışlayan, kesin kararlılıktan sonra vermiş oldukları gerçek güvenleri sebebiyle de pek merhamet edendir.

120

İbrâhîm, gerçekten Hakk'a yönelen, Allah'a itâat eden bir önder idi; ve o Allah'a ortak koşanlardan değildi.

İbrâhîm, gerçekten Hakk'a yönelen, Allah'a itâat eden bir ümmet -önder- idi;”

Yani Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) ümmetiler içinde tek başına bir ümmet idi. Çünkü o, bütün iyilik ve güzellik özelliklerini en mükemmel şekliyle kendisinde toplamış olan biri idi. Şâir Ebû Nuvas'ın şu kavlinde ifade ettiği gibi:

Allah'a güç değildir göstermek tüm alemi bir tek kişide sergilemek

Mücahid'den rivâyete göre demiştir ki: “Bir tek mü’min, bütün kafir kimselere bedeldir.” Ya da, ümmet kelimesi, uyuları, peşinden gidilen, lider gibi manalara gelir. Çünkü halk ya da insanlar, ondan iyilik ve hayır elde edebilmek için onu kendilerine önder tayin ederler.

(.......) mealde de kısaca belirtildiği gibi, Allah'ın kendisine emrettiklerini harfiyen yerine getiren, itâat edip uygulayan idi, demektir.

İbn Mes'ud -Allah kendisinden râzı olsun- demiştir ki: “Muaz bin Cebel tek başına bir ümmet idi, Allah'a itâat eden tavizsiz bir kimse idi.” Kendisine; “Bu ifade Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) için söylenmiştir” denilince, şöyle cevaplamıştır: “Ümmet: Hayn, iyilik ve güzelliği bilen demektir. Delil ise; Allah ve Resûlüne tamamen itâatkâr olan, demektir. İşte Muaz da böyle bir zât idi.”

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, “Eğer Muaz hayatta olsaydı, kesinlikle hilafet makamına onu getirirdim” demiştir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den şunu dinledim: “Ebû Ubeyde bu ümmetin emini, en güvenilir kişisidir. Muaz da Allah için bir ümmet, örnek bir insandır. Allah'a ihlas ve samimiyetle itâat eder. Kıyamet gününde onunla Allah arasında peygamberlerden başkası yoktur” diye buyurmuştur. Ebû Nuaym, Hilye adlı eserinde,1/140'ta rivâyet etmiştir.

(.......) Tüm bâtıl din, inanç ve sistemlerden sadece İslam dinine yönelen ve buna bağlı kalan, demektir.

Ve o Allah'a ortak koşanlardan değildi.” Yüce Allah, Kureyş kafirlerini yalanlamak ve söylediklerinin asılsız olduğunu bildirmek için, onun müşrik olmadığını gösteriyor ve onları da reddetmiş oluyor. Çünkü Kureyş'in iddiaları, kendilerinin ataları İbrâhîm'in dini üzere olduklarını ileri sürmeleriydi. (.......) kelimesinden nun harfinin hazfedilmiş olması, Lin harflerine benzemesi sebebiyledir.

121

Allah'ın nimetlerine şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve doğru yola iletmişti.

Allah'ın nimetlerine şükrediciydi.” Rivâyete göre Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) misafirsiz yemek yemezdi. Bir misafir gelsin diye yemeğini ertelerdi, geciktirirdi. Bir de ne görsün beşer yani insan suretin de gelen ve aslında melek olan konuklar. Hazret-i İbrâhîm, onların melek olduklarını bilemediğinden onları sofrasına davet buyurdu. Bu defa melekler sofraya oturmamak için, biz de cüzzam hastaliği var, diye bir bahane ileri sürdüler. Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) da bunun üzerine; “İşte şimdi sizin yemeniz gerekli hale geldi.. Bunu da Allah'ın beni sağlıklı ve sizleri de hastalığa müptela kılmış olmasından ve bu imtihandan ötürü şükretmek mak sadıyla oturup yemelisiniz” diye konuştu. “Çünkü Allah, onu seçmiş” ona bir özel durum tahsis etmiş ve onu peygamberlik görevi için'seçmiş (.......) Ve doğru yola -İslam dinine- iletmişti.”

122

Ona dünyada güzellik verdik. Muhakkak ki o, âhirette de sâlihlerdendir.

Ona dünyada güzellik verdik.” Peygamberlik, mal, evlat, Allah'ı ibâdet ve taatle tazim etmesi, her din Erbâbının onu veli edinip, ona gelmesi vb. gibi güzellikleri verdik. Yahut da bu, namaz kıldığımızda, bizim onun için, “Kema Salleyte Ala İbrâhîm” dememizi...

Muhakkak ki o, âhirette de -cennete girecek olan cennet ehli- sâlihlerdendir.”

123

Sonra da sana: “Doğru yola yönelerek İbrâhîm'in dinine uyî O müşriklerden değildi” diye vahyettik.

Sonra da sana: Doğru yola yönelerek İbrâhîm'in dinine uyî O müşriklerden değildi'diye vahyettik.” Âyette geçen, (.......) edalıyla peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin yeri ve öneminin büyüklüğünü, konumunun üstünlüğünü belirtiyor. Bu arada Hazret-i İbrâhîm Halîlullafc'a verilen en değerli ikramın, bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in onun dinine tabi olmasını bildirmesidir.

124

Cumartesi tatili, ancak onda ihtilaf edenlere (farz) kılınmıştı. Kıyamet günü Rabbin, muhakkak onların ihtilafa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir.

Cumartesi tatili, ancak onda ihtilaf edenlere farz kılınmıştı.”

Yani o güne tazimde bulunmaları, o günde avlanmamaları bunlara farz kılınmıştı.

Kıyamet günü Rabbin, muhakkak onların ihtilafa düştükleri şey hakkında aralarında hüküm verecektir.” Rivâyete göre Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) kavmine, haftada bir günlerini Allah'a ibâdet için ayırmalarını emreder. Bu günün de cuma günü olmasını ister. Ancak onlar bundan kaçındılar ve dediler ki: “Biz cuma günün değil, Allah'ın yerleri ve gökleri yaratma işini bitirdiği günü isteriz. Bu gün ise Cumartesi günüdür. İşte bu sebeple cuma günü olsun diyenler oldukça azınlıkta kaldılar. İşte bu olay onların cuma ve Cumartesi günleri üzerindeki ihtilafa düşmeleridir, anlaşamamalarıdır. Çünkü bazıları Cumartesi günü olsun derlerken, bazıları da bu günün Cuma günü olmasını istemişlerdir. Bu tartışmaları üzerine Allah onlara Cumartesi gününü seçmelerine izin verir ve onlara aynı zamanda o gün avlanmayı da yasaklar, haram kılar. Cuma günü olsun diye nza gösterenler ise Allah'ın emrine itâat etmiş oldular. Bunlar artık avlarınııyorlardı. Ancak onlardan sonra gelenler, buna dayanamayıp yasağı çiğnediler ve avlandılar. İşte Allah, yasağı dinlemeyen bu kimseleri diğerlerinden ayırarak başka bir varlığa dönüştürdü. Allah kıyamet gününde bunların arasında hükmünü verecektir. Dolayısıyla her iki taraf da layık oldukları muameleyi görecekler ve buna göre kimi cezâlarıdırılacak ve kimisi de ödüllendinlecektir.

125

(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de çok iyi bilir.

Resûlüm! Sen, Rabbinin yoluna -İslam'a- hikmet -doğru ve sağlam sözlerle, çünkü bu, hakkı gerektiği gibi delile dayalı olarak açıklamak ve şüpheleri, kuşkuları ortadan kaldırmaktır.- ve güzel öğütle çağır” ki bu güzel öğüt, senin bu şeylerle onlara öğütte bulunduğun husus ve bu öğütle onlara yarar sağlamayı amaçladığın da onlara gizli kalmamalıdır.. Ya da Kur'ân ile öğüt ver.

Yani onları bizatihi hikmet olan ve güzel öğüt içeren Kitab'a onları davet et.

Yahut da Hikmet: Fiillerin mertebelerini bilip öğrenmektir.

(.......) Rağbeti rehbet ile birbirine mezcetmektir.

Yani umut ile korkuyu beraberce yaşamalılar. İkaz ile müjdeyi birlikte taşısınlar.

Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!”

Yani mücadele yollarının en iyisi, en güzeli ve en ideali olanla sürdür. Bu da yumuşak davranmak, güzel muamelede bulunmak ve sert davranmamakla olabilir. Yahut da kalpleri uyaracak, gönülleri öğütle yumuşatacak, akılları aydınlatacak bir yöntemle mücadeleyi yürüt. Bu da din konusunda ve aleyhte konuşmayı sürdürenlere, haddini bilmeyenlere, kabule yanaşmayanlara cevap vermekle olabilir.

Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, bidayete erenleri de çok iyi bilir.”

Yani Allah onlari daha iyi bilendir. Eğer bir kimse de hayır varsa, anlayacak ve kavrayacak kafa varsa, ona az öğütte bulunsan da bu, ona yeter. Eğer bir kimsede hayır yoksa, artık buna bir çare bulunmaz veya onu yola getirmekten hüner sahipleri bile âciz kalırlar.

126

Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.

Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin.” Birinci fiil ukubet diye isimlendirilmiştir. Ukubet ise ikincisidir.

Yani burada birinci fiil ikincisinin ismiyle isimlendirilmiştir. Çünkü her iki kelime de aynı anlamda ve iç içedirler. Bu ifade âdeta Rabbimizin şu kavli gibidir:

(.......) yani kötülük değildir. Bunun manası şöyledir: “Eğer size, Meselâ öldürme ve benzeri manada kötü bir fiil uygulanırsa, siz de size uygulanın aynısıyla karşılık verin, onların yaptıklarının üzerinde fazla bir şey yapmayın.” Rivâyete göre müşrikler Uhûd savaşı gününde Müslümanları müsle suretiyle yani en alçakça şekliyle cezâlarıdırdılar. Çünkü şehit edilenlerin kannlarını deşiyorlar, erkeklik organlarını kesiyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), amcası Hazret-i Hamza'nın karnının deşildiğini gördüğünde, şöyle buyurdular: Allah'a yemin ederim ki, seni bu duruma getirenlerden yetmiş kişisini bende aynen cezâlarıdıracağım, müsle yapacağım.” Ancak bu âyetin inmesiyle, yaptığı yeminden dolayı kefaretini ödedi ve yapmak istediği şeyden de geri durdu. İbn Hacer, bu hadisi bulamadım, demiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf;2/642

Tartışmasız müsle uygulaması yani öldürülen veya cezâlarıdırıları kimseye yaptığından fazlasıyla cezâlarıdırmak yasaklanmıştır. Çünkü bu konunun yasakliğina ilişkin olarak gelen haberler bunu gerektirmektedir. Hatta bu, saldırgan bir köpek de olsa, ona da yapılamaz.

Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” Burada geçen, (.......) zamîri, (.......) kelimesinin mastanna râcidir. (.......) kavlinden murat, buna muhatap olan kimselerdir.

Yani, “Eğer sabrederseniz, gerçekten sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır.” Burada yüce Allah, (.......) kavlini, Allah'tan bir sena ve övgü olsun için ismi zahir olarak getirmiştir. Çünkü bu kimseler şiddet ve sıkıntılara dayanabilen, sabır gösteren kimselerdir.

Daha sonra yüce Rabbimiz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için şöyle buyurmuştur:

127

Sabret! Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir. Onlardan dolayı kederlenme; kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma!

“Sabret!” Sen görevinde sabret ve bunda kararlı ol.

Senin sabrın da ancak Allah'ın yardımı iledir.”

Yani Allah'ın seni muvaffak kılması ve bunda sebatını sağlaması sayesindedir.

Onlardan dolayı kederlenme;” Kâfirler îman etmezlerse bu yüzden üzülme, kafirlerin mü’minler aleyhine işlediklerinden ötürü de mü’minlere de üzülme. Çünkü mü’minler istediklerini elde edeceklerdir.

kurmakta oldukları tuzaktan kaygı duyma!” Burada geçen, (.......) kavlini kırâat imâmlarından, İbn Kesîr, “Dıyk” olarak okumuştur. Bu ise, “Dayyık” kelimesinin şeddesiz halidir.

Yani sıkıntı ve hüzün veren bir şeyden... Bununla beraber bu her ikisinin de tıpkı, (.......) ve (.......) gibi mastar olmaları da câizdir.

Yani, göğsünü, onların hile ve tuzakları sebebiyle sıkma, bundan ötürü bir tasa duyma. Çünkü onlar sana bir şey yapamazlar.

128

Çünkü Allah, (kötülükten) sakınanlar ve güzel amel edenlerle beraberdir.

Çünkü Allah, kötülükten sakınanlar ve güzel amel edenlerle beraberdir.”

Yani Allah günah ve kötülüklerden sakınanların velisidir, dostudur ve itâat etmek suretiyle amelde bulunanların da yardımcısıdır.

Denilmiştir ki: Her kim fiillerinde Allah'tan sakınıp hata yapmaz, amellerinde güzel işler İşlerse, Allah bütün durumlarında onunla beraber olur. Allah'ın kulu ile beraber olması, emredilen konularda ona yardım etmesi ve sakıncalı olan şeylerden de onu korumasıdır.

0 ﴿