İSRA SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur. 111 âyettir. 1Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir. “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye Muhammed kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sıfatlardan münezzehtir;” Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi, Allah'ı kötülüklerden ve eksiklikten beri kılmak, uzak tutmaktır. Bu kelime, nasıl ki, Osman ismi, adam için bir özel isim ise bu da teşbih için yani, “sübhânellah” demek anlamında bir özel ifadedir. Mensûb olması ise, izharı metruk olan yani ortaya çıkmasına, söylenmesine gerek duyulmayan muzmer bir fiil iledir. Takdiri de: (.......) şeklindedir. Daha sonra, (.......) kelimesi fiil yerine indirildi ve bu onun yerine geçmiş oldu ve bu, en açık ve en net şekilde tenzih manasına delalet eder. Diğer taraftan, (.......) ve (.......) aynı anlamda iki kelimedirler. (.......) zarf olarak mensûbtur. Burada özellikle, “gece” kaydının konulmuş olması, İsrâ' denen olay geceleyin yapılan yürüyüş ve yolculuk anlamında olduğundan bu da konuyu tekit için gelmiştir. Yahut da kelimenin nekre olarak gelmiş olması ile İsrâ' denen olayın süresinin çok az bir müddet içinde geçtiğine delalet etmek ve göstermek içindir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gecenin az bir bölümünde Mekke ile Şam-Sûriye toprakları kırk günlük bir yol uzaklığında iken, Mekke'den yani Mescid-i Harâm'dan geceleyin yürütülüp götürülmüştür. Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geceleyin amcası Ebû Talib'in kızı Ümmü Hânî'nin evinden geceleyin alınıp götürülmüştür. Burada Mescid-i Harâm'dan murat, Harem-i şeriftir. Çünkü Mescid-i Harâm da, Harem sınırları içinde bulundurmaktadır. Bu açıdan bu şekilde zikredilmiştir. Dolayısıyla birbirleriyle bu anlamda özdeşleşmişlerdir. Abdullah ibn Abbâs -Allah kendisinden râzı olsun- 'tan gelen rivâyete göre; “Harem'in bütünü Mesciddir.” Bir diğer anlatıma göre de bu, “Mescid-i Harâm'ın kendisidir.” Sahih olan görüş de budur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Ben, Mescid-i Harâm'da, Beyt'in yanında Hicr denilen yerde uyku ile uyanıklık arasında bulunuyor idim. Ben bu hâlde iken Cebrâîl bir Burak ile bana geldi ve o gece beni semâya yükseltti, çıkardı.” Buhârî,3207. Müslim,164. Ahmed İbn Hambel, Müsned;4/208-209 Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in miraca çıkışı, Beyt-i Makdis'ten yani Kudüs'ten başladı. Kureyş tarafından yalanlanınca, onlara kervanlarının gelişini ve nerede olduklarını, kaç develerinin bulunduğunu, durumlarını bildirdi. Ayrıca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) semada gördüğü şaşkınlık ve hayret uyandıran olayları da onlar haber verdi. Orada peygamberlerle -Allah’ın selâmı üzerlerine olsun- karşılaşmasını, Beyt-i Mamur'a ve Sidre-i Münteha'ya vardığını anlattı. İsrâ' olayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hicretinden bir yıl önce meydana gelmişti ve bu olay uyanık hâlde gerçekleşmiştir. Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) annemizden rivâyete göre o, şöyle demiştir: “Allah’a yemin ederim ki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in bedeni kaybolmadı. Ancak O (sallallahü aleyhi ve sellem) ruhuyla mi'râc yaptı.” Muâviye'den de benzeri bir rivâyet gelmiştir. Ancak Cumhûr ilk görüşü benimsemiştir. Çünkü rüya görene bir değer izafe olunamaz ve uyuyan kimsenin gördüklerinin de bir meziyeti olamaz. Evet, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescid-i Harâm'dan Mescid-i Aksa'ya geceleyin götürüldü. Burası Beytu'l-Makdis yani Kudüs'tür. Çünkü o zaman ondan başka Mescid bulunmuyordu, “çevresini mübarek-bereketli kıldığımız” Bu ifadeyle burada anlatılmak istenen şey, din ve dünya ile ilgili bereket ve mübarek oluşudur. Çünkü burası, bütün peygamberlerin -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun- ibâdet merkezidir, vahyin indiği yerdir. Akar sular ve ırmaklarla, meyve veren türlü ağaçlarla çevrelenmiş bir yerdir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, bizim birliğimize, onun da peygamberliğinin doğruluğuna delalet eden âyetlerimizi gösterelim için., çünkü gökleri ve oradaki âyetleri görmekle bu gerçeği daha huzurlu olarak anlamış olacaktır. “O, gerçekten -söylenen sözleri- işitendir, -işlenen fiilleri de- görendir.” Görüldüğü gibi bu âyette şöyle bir yol izlenmiştir. Çünkü cümlede gelen fiil ya da kelime gaip yani üçüncü şahıs kipi, bundan sonra da mütekellim yani birinci şahıs kipi getirilmiştir. Yani cümlede böyle bir yol izlenmiştir. Böylece önce, (.......) denildi, bundan sonra, (.......) kavli getirildi ve bundan sonra da, (.......) kavli getirildi. İşte bu şekilde izlenen bir cümle kuruluşunda belâgat ile alâkalı yollardan biri olan iltifat yolu ya da metodudur. 2Biz, Mûsa'ya Kitab'ı verdik ve İsrâ'il oğullarına: “Benden başkasına dayanılıp güvenilen bir Rab edinmeyin” diyerek bu Kitab'ı bir hidâyet rehberi kıldık. “Biz, Mûsa'ya Kitab'ı -Tevrât'ı- verdik” “ve İsrâ'il oğullarına: “Benden başkasına -işleriniz konusunda- dayanılıp güvenilen bir Rab edinmeyin” diyerek bu Kitab'ı bir hidâyet rehberi kıldık.” Âyette geçen, (.......) kavlini kırâat imâmlarından Ebû Amr, “Y” harfiyle, (.......) olarak okumuştur. Yani, (.......) olarak okumuştur. 3(Ey) Nûh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin nesli! Şunu bilin ki Nûh, çok şükreden bir kul idi. “Ey Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin nesli!” Burada, (.......) kelimesinin nasb oluşu ya ihtisas üzeredir veya, (.......) diye nehiy anlamında okuyanlara göre de nida üzere mensûb bulunmaktadır. Yani, “Biz onlara dedik ki; ey Nûh ile beraber gemiye yüklediğimiz nesil! Benden başka dayanılıp güvenilen varlıklar edinmeyin!” “Şunu bilin ki o -Nûh, bollukta da zorluk anlarında da Allah'a- çok şükreden bir kul idi.” Şükür: Nimeti verene karşı onu, verdiği nimet sebebiyle şükürle karşılayıp yadetmek, teşekkürde bulunmaktır. Rivâyete göre Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) el-Hamdulillah demedikçe yemez, içmez ve giyinmezdi. Halbuki siz de ona îman eden onunla beraber gemiye binip taşınanların neslindensiniz. O hâlde nasıl ki atalarınız onu kendileri için bir örnek, uyulacak bir zât kılmışlarsa siz de onu aynen kendinize örnek ve model edinin. Çünkü çocukların doğru yolda olduklarının delili, atalarının yoluna doğru bir şekilde uymak ve onları izlemekledir. Siz orada atalarınızın durumunu öğrendiniz, o hâlde ey çocuklar! Siz de aynen onlar gibi olun! 4Biz, Kitap'ta İsrâ'iloğullarına: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik. “Biz, Kitap'ta -Tevrât'ta- İsrâ'iloğullarına: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız” Biz İsrâ'iloğullarına çok kesin ve net bir şekilde, kuşkuya yer bırakmayacak tarzda yeryüzünde bozgunculuk edeceklerine dair vahyettik, bildirdik. (.......) kavli mahzûf bir kasemim cevâbıdır. Ya da kesin olarak gerçekleşecek olan hüküm ya da durum, kasem yerine geçmiştir. Böyle olması hâlinde, (.......) kavli bu defa bunun cevabı olur. Bu takdirde âdeta şöyle der gibidir: “Biz yemin ile bildirdik ki, siz yeryüzünde mutlaka iki kez bozgunculuk çıkaracak be böylece anarşizmi doğuracaksınız.” Bunun ilki, İsrâil oğullarını Allah'ın gazâbına uğramak konusunda uyarmaları sebebiyle Hazret-i Zekeriya (aleyhisselâm) yı öldürmeleri ve Ermiya (aleyhisselâm) yı da tutuklayıp hapse atmalarıdır. İkincisi ise Hazret-i Zekeriya (aleyhisselâm) nm oğiu Hazret-i Yahya (aleyhisselâm) yı öldürmeleri ve Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) yı da öldürmeye kalkışıp kasd etmeleridir. “Ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik.” Allah'a itâat etmeyi kendinize yedirmeyip mutlaka büyüklük taslayacaksınız. Bu, Rabbimizin şu kavlinde ifadesini buluyor: “Fir'avun (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını çeşitli guruplara ayırmıştı.” (Kasas,4) Burada bu ifadelerden kasıt, bunların azgınlıkları, zulüm ve baskıları, terör estirmeleridir ki bu, teröristlerin ve bozguncuların gerçekten ıslahatçı ve dürüst arabuluculara galebe çalmaları ve onlara baskın gelmeleridir. 5Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarınıızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi. “Bunlardan -söz konusu iki terörizm ve bozgunculuk hareketinden- ilkinin- -yüzünden cezâlarıdırmaları için azap- zamanı gelince,” “Üzerinize güçlü kuvvetli kullarınıızı gönderdik.” Başırııza onları musallat kıldık. Çünkü onlar savaşma konusunda oldukça şiddetli ve acımasızdırlar. Yani bu kimseler Senharib ya da Sencarib ve ordusunu, Yahut Buhtunnasar'ı veya Câlut'u başırııza musallat kıldık. Bu acımasız zalimler bunların ilim adamlarını öldürdüler, Tevrât'ı yaktılar, mabet ve mescit leri tahrib ettiler ve İsrâ'il oğullarından yetmişbin kişiyi esir aldılar. “Bunlar, evlerin arasında dolaşarak sizi aradılar.” Evlerinizde, saklandığınız en ücra yerlerde bile bütün değerlerinize saldırdılar, evlerinizi, yurtlarınızı didik didik ettiler. Zeccâc diyor ki: Cevs: Herhangi bir şeyi bütün yönleriyle en mahrem sayılacak şeylere kadar arayıp bulma peşinde olmaktır. “Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi.” Bu azâb vadi, mutlaka yerine getirilecek bir azaptı. 6Sonra onlara karşı size tekrar (galibiyet ve zafer) verdik; servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; sayınızı daha da çoğalttık. “Sonra onlara karşı size tekrar galibiyet ve zafer verdik;” Sizlerin üzerinize gönderilenlerin zulmü ve baskınlıkları karşısında gerçeği anlayıp tevbe ederek, bozgunculuktan ve Terör estirmekten, üstünlük taslamaktan hakka dönmeniz üzerine, yeniden size devlet ve üstünlük sağladık. Söylendiğine göre bu durum, Buhtunnasar’ın öldürülmesi ile olmuştur Çünkü onun öldürülmesi üzerine, İsrâ'il oğulları denen Yahûdîler onların ellerinden esirlerini ve mallarını kurtarmış oldular, böylece mülk yani egemenlik yeniden bunların eline geçmiş oldu. Bir diğer tefsir de şöyle yapılmıştır: Biz onlara yeniden devlet ve güçlerini kral Talut sayesinde verdik. Bu arada Hazret-i Dâvud da Câlut'u öldürmüştü. “Servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık; sayınızı -önce olduğunuzdan- daha da çoğalttık.” (.......) kelimesi temyizdir ve, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da, kendi kavminden ya da topluluğundan olan kişinin komutasında savaşa girmek anlamındadır. 7Eğer iyilik ederseniz kendi lehinize iyilik etmiş, kötülük eder seniz yine kendin aleyhinize kötülük etmiş olursunuz. Artık diğer cezâlarıdırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e, (Süleyman Mâbedi'ne) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başırııza yine düşmanlarınızı musallat kıldık.) “Eğer iyilik ederseniz kendi lehinize iyilik etmiş, kötülük ederseniz yine kendi aleyhinize kötülük etmiş olursunuz.” Söylendiğine göre, (.......) kavlindeki lam harfi, (.......) manasındadır. Tıpkı, (.......) (Bakara,286) kavli gibi. Ancak sahih olanı kendi konusu üzerine atfıdır. Çünkü Lam harfi ihtisas içindir yani aidiyet bildirir. Amil ise ister iyi, ister güzel olsun amelinin cezâsına ya da cevabına mahsustur. Yani ister iyilik anlamında ihsan olsun, ister kötülük manasında isaet olsun her ikisi de, (.......) kavline âittir. Dolayısıyla yarar olsun zarar olsun sizden başkasına geçmez. Hazret-i Ali'den rivâyetle: “Kimseye iyilikte bulunmadım ve kimseye de kötülük etmedim” demiş ve bu âyeti okumuştur. “Artık diğer -ikinci- cezâlarıdırma zamanı gelince,” Yine o düşmanlarınızı gönderip başırııza musallat kıldık ki, “yüzünüzü -o düşmanlar- kara etsinler,” Bunun hazfı ise, daha önce geçmesinin buna delalet etmesi sebebiyledir. Yani yüzleri, gördükleri kötülüğü ve çektikleri sıkıntıyı açıkça dışa vursun da, karanp morardıklarını görsünler diye... Bu da tıpkı, “Mülk, 27) (.......) kavli gibidir. Kırâat imâmlarından İbn Âmir, Hamza, Ebû Bekir, (.......) kavlini, (.......) olarak okumuşlardır. zamîr ise Azîz ve Celil olan Yüce Allah'a râcidir. Ya da bu zamîr, (.......) kavline râcidir yahut da, (.......) ya râcidir. Kırâat imâmlarından Ali Kisâî aynı kelimeyi, (.......) olarak okumuştur. “Daha önce -oraya- girdikleri gibi yine Mescid'e, Süleyman Mâbedi'ne -Beyt-i Makdis'e- girsinler” “Ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler diye, başırııza yine düşmanlarınızı musallat kıldık.” Âyetteki, (.......) kavli, (.......) kavlinin mefulüdür. Yani üstünlük kazanmaları suretiyle ellerine geçirdikleri her şeyi yok edip ortadan kaldırsınlar ve orayı istila ederek oraya egemen olsunlar diye. Ya da bunun manası; “Orada üstünlüklerini devam ettirdikleri sürece...” demektir. 8Belki Rabbiniz size merhamet eder; fakat siz eğer yine (fesatçılığa) dönerseniz, biz de sizi yine cezâlarıdırırız. Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık. “Belki Rabbiniz size merhamet eder;” Bu ikinci sapıkliğinızdan, haddi aşmanızdan sonra eğer tevbe edip yaptıklarınızdan döner ve ma'siyetlerden de uzak durursanız olur ki Allah size rahmetiyle muamele eder. “Fakat siz eğer -üçüncü bir defa olarak- yine fesatçılığa dönerseniz, biz de sizi yine cezâlarıdırırız.” Biz de yeniden sizi cezâlarıdırmaya geçeriz. Nitekim durmadılar ve yeniden fesâda, teröre giriştiler, isyan ettiler. İşte bunun üzerine Yüce Allah onların başına kisraları musallat kılarak, kendilerinden haraç alınarak intikam aldık. İbn Abbâs'tan rivâyete göre, “Kıyamete kadar mü’minler bunlara musallat kılınmışlardır.” “Biz cehennemi kâfirler için bir hapishane yaptık.” Âyette geçen, (.......) kelimesi hapishane demektir. Çünkü zindana, “Muhsar” ve (.......) denilir. 9Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan mü’minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müj deler. “Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir;” Yani içinde bulunuları durumlardan en iyisine ve doğru ve sağlıklı olanına yönlendirir. Bu ise Allah'ı bir tanımak yani tevhiddir, peygamberlerine îman etmektir, O'na itâat etmek suretiyle görevlerini yerine getirmektir. Ya da bu, en iyi dine veya en iyi yola iletir, demektir. davranışlarda bulunan mü’minlere, kendileri için büyük bir mükâfat -cennet- olduğunu müjdeler.” Âyette geçen, (.......) kavli, kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî tarafından (.......) olarak okumuştur. Yine burada geçen, (.......) kavli de, (.......) demektir. 10Âhirete inanmayanlara gelince, onlar için de elemli bir azap hazırlamışızdır. “Âhirete inanmayanlara gelince, onlar için de elemli bir azap -cehennem ateşi- hazırlamışızdır.” Buradaki, (.......) kavli (.......) demektir. (.......) kavli de, (.......) demektir. Ancak dal harfi (.......) harfine kalbedilmiştir. Bu âyet, “İki menzile arasında bir menzilededir” görüşüne de bir ret Cevâbıdır. Çünkü âyet mü’minlerden ve onların alacakları mükafatlarından, kâfirlerden ve bunların çarptınlacakları cezâdan söz ettiği hâlde, fâsıklardan söz etmemiştir. 11İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir! “İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister.” Yani bir kimse, kendisine, çoluk-çocuğuna ve malına hayır duada bulunduğu gibi, kızıp öfkelenince, kendisine, ailesine, malına ve çocuklarına karşı Allah'tan bedduada bulunur. Ya da ileride büyük zararlara sebebiyet verecek şeylerden korunma isteyeceğine, faydası az da olsa hemen eline geçebilecek bir menfaati ister. “İnsan pek acelecidir!” Çünkü insan, aklına ne düşerse, hatırına her ne gelirse bunların tez elden oluvermesini, sağlanmasını ister. Bu gibi konularda uzağı gören ve olayları etraflı bir şekilde değerlendiren basiret sâhibi kimseler gibi teennili davranmaz, işi yavaştan ele alıp değerlendirmez. Ya da burada, “İnsan” ifadesiyle kâfirler demek istenmiş olabilir. Çünkü kafir sırf alay ve eğlence olsun diye azâbın gelmesini istemekte aceleci davranır, hemen oluvermesini ister. Tıpkı bir şiddet ve sıkıntı ile karşılaştığı zaman hayır ve iyilik istediği gibi... “İnsan pek acelecidir!” kavli ile şöyle denilmektedir: “Şüphesiz azap mutlaka gelecektir. O hâlde bu aceleniz de niyedir?” İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre bu aceleci olan kişi, “Nadr İbn Haris'tir. Çünkü bu adam şöyle dua etmişti: “Allah'ım! Eğer (Muhammed'in bize okuduğu) bu şey, senin katından indirilen/gönderilen hak bir kitap ise, derhal üstümüze gökten taş yağdır veya bizi bir başka acıklı ve şiddetli azap ile cezâlarıdır.” (Enfal, 32) Bu duasına ica bet olundu ve hapsedilmek suretiyle boynu vuruldu. Burada, (.......) kelimesinden vav harfinin hattan yani yazıdan düşmesi, lâfza uysun diyedir. 12Biz, geceyi ve gündüzü birer âyet (delil) olarak yarattık. Öyle ki, gece âyetini ortadan kaldırıyoruz ve bunun ardından da her tarafı aydınlatan gündüz âyetini getiriyoruz. Ki bu sayede Rabbinizin fazlından payınıza düşeni arayıp bulaşırıız. Bir de (gece ile gündüzün birbirini izlemeleri sayesinde) yılların, (ayların ve günlerin) sayısını ve hesaplarını bilip farkına varasmız. Böylece (dünya ve din ile alâkalı) her şeyi açık ve seçik olarak ortaya koyduk. “Biz, geceyi ve gündüzü birer âyet, delil olarak yarattık.” Yani bizzat gece ile gündüzün kendilerini iki mu'cize olarak yarattık. “Öyle ki, gece âyetini ortadan kaldırıyoruz ve bunun ardından da her tarafı aydınlatan gündüz âyetini getiriyoruz.” Bu âyette geçen, (.......) ve (.......) kavillerindeki izafet tıpkı adedin maduda yani sayının sayıları varlığa izafesi gibi tebyin yani açıklamak içindir. Yani biz bir âyet ve mu'cize olan gece delilini silip kaldırdık ve bunun yerine de yine bir âyet ve mu'cize olan gündüz delilini de bir aydınlatıcı olarak getirdik. Ya da, “Biz gece ile gündüzü aydınlatan iki şeyi yani ay ile güneşi birer mu'cize olarak getirdik. “Biz gece âyetini sildik” ki bu, gökteki aydır. Çünkü ayın kendisi bizzat güneş gibi ışık kaynağı değildir. Allah onu böyle yaratmamıştır. Bu itibarla ayın tıpkı güneş gibi ışınları yoktur. Ancak yine de ayın aydınlatması sayesinde eşyayı açık ve net olarak geceleyin görebilirsin. Güneşe gelince biz onu bizzat ısı ve ışık kaynağı kıldık, ışınlarını her tarafa yayar olarak yarattık. Dolayısıyla güneşin aydınlatması sebebiyle kişi gündüz her şeyi ve her yeri görebilir. “Ki bu sayede Rabbinizin fazlından payınıza düşeni arayıp bulaşırıız.” Gündüzün aydınliği ve beyazliği sayesinde maişet ve geçiminiz için gerekli olan tasarrufta bulunasımz. “Bir de gece ile gündüzün birbirini izlemeleri sayesinde yılların, ayların ve günlerin sayısını ve hesaplarını bilip farkına varasmız.” Mealde de işaret ettiğimiz gibi, “Cedideyn” den murat gece ile gündüzdür. Hesap sayesinde de ecellerin ya da süreli ve vadeli işlerinizin sürelerini, yaptığınız işlerin mevsimlerini bilmeniz, herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmamanız için. Eğer her ikisi de aynı olsalardı yani var olmasalardı bu durumda gece ile gündüz bilinemezdi, dolayısıyla çalışanlar, iş, kazanç ve ticaret peşinden koşturanlar da dinlenme imkanı bulamazlardı. “Böylece dünya ve din ile alâkalı ihtiyaç duyduğunuz her şeyi açık ve seçik olarak ortaya koyduk.” Hiçbir karışıklığa meydan bırakmayacak bir şekilde apaçık olarak izah ettik. Böylece itirazlarınız önledik ve aleyhimizde hüccet ve delil olarak kullarıabileceğiniz hiçbir şeyi size bırakmadık. 13Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağladık. İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız. “Her insanın amelini veya kaderini boynuna bağladık.” Yani kişinin işlediği ameli, maim üzerindeki etiket misali âdeta boyundaki gerekli bir gerdanlık ve ona âit bir parça gibi bağladık. Ya da boynundan hiç çıkmayan bir halka misali dolayıverdik. “İnsan için kıyamet gününde, açılmış olarak önüne konacak bir kitap çıkarırız.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır. Kırâat imâmların dan İbn Âmir, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuştur. (.......) kelimesi de, (.......) kavlinden hâldir. Yani önüne serilecek olan kitap durulmuş olmayacak, her şeyi açıkça gösteren bir durumda olacaktır. Ya da bunun her ikisi de yanı, (.......) kavli beraberce, (.......) kelimesinin sıfatıdırlar. Ve Biz o gün ona şöyle deriz: 14Oku kitabını! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter. “Oku kitabını!” Yani amellerinin ve yaptıklarının işlendiği kitabı oku! Çünkü o gün herkes kabrinden dirilirken okuyan biri olarak dirilecektir. “Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” Âyette geçen, (.......) kavlinin başında yer alan, “B” harfi zâidedir. Yani bu, (.......) demektir. (.......) kelimesi de temyizdir ve bu kelime hesaba çeken anlamında, (.......) demektir, (.......) cer edatı da buna mütealliktir. Bu ifade Meselâ, (.......) kavli gibidir. Yahut da bu, kafi yani yeter manasındadır. Kelime bu haliyle şâhitlik yerinde kullanılan bir ifadedir ve (.......) cer edatı ile geçişli olmuştur. Çünkü şâhit veya tanık iddia sâhibinin önem verdiği şeyde, konuya açıklık getiren kimsedir. Bu da öyledir. Bu âyette, (.......) kelimesinin zikredilmiş olması, şâhit, kadı ve emir gibi olayı bütünüyle görüp ona vakıf olan konumundadır. Çünkü bu tür işlerde yaygın ve egemen olan şey, bu tür görevleri erkeklerin üstlenmeleridir. Burada sanki şöyle denilir gibidir: (.......) Yani, senin nefsin, kendin, kendini hesaba çeken bir adam olarak sana yeter, demektir. Ya da nefs kelimesi şahıs olarak tevil olunabilir. 15Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz. “Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur.” Yani doğru yola girmenin sevabı kendi lehinedir, sapıklığa sapmanın da vebali kendisine âittir. “Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez.” Yani her nefis veya her can ya da kişi bir günah, bir vebal üstlenecektir ama bu ancak, kendi günahını ya da vebalini taşımak olacaktır. Yoksa bir başka kimsenin günahını veya vebalini taşıyacak değildir. “Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz.” Dünyada bir topluluğun kökünü kazıyacak şekilde ortadan kaldırmamız bize yakışmaz, bizim için sahih ve doğru olmaz. Ancak bir peygamber göndermek ve onlara gerekli olan hücceti sunmak suretiyle, bunun gereğini yapmadıkları'takdirde azap edip cezâlarıdırırız. 16Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helake müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz. “Bir ülkeyi -halkını- helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış ve taate karşı koyan zorba- elebaşılarına iyilikleri emrederiz;” Ebû Amr ve Zeccâc'tan böyle tefsir edilmiştir. “Buna rağmen onlar orada kötülük işlerler.” Yani emri tanımazlar, verilen emrin dışına çıkarlar. Bu âdeta, “Emertuhu Fe Asa” kavli gibidir ya da, (.......) kelimesi çoğalttık, artırdık, demektir. Bunun bu manaya gelişi de, kırâat imâmlarından Ya'kûb'un, “Aamerna” diye okumasıdır. Nitekim bu manada gelen hadiste şöyle buyurulmuştur: “Malın en hayırlısı aşısı yapılmış hurma ağaçları veya nesli çok olan bir taydır.” Ahmed b. Hanbel, 3/468; Taberânî, 6470 ve 6471; Buhârî, Tarihu'l-Kebir,2/144; Kudai, Müsnedü'ş-şihab;778 “Böylece o ülke, helake müstahak olur;” Bunlara artık cezâ ve vaid zorunlu hale gelir, “biz de orayı darmadağın ederiz.” Taş üstünde taş bırakmamak kaydıyla ortadan kaldırırız. 17Nûh'tan sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik. Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak Rabbin yeterlidir. “Nûh'tan sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik.” Yani Âd, Semûd ve benzeri kavimleri... Âyette geçen (.......) mefuldür. (.......) kavli de, (.......) kelimeşini açıklayan bir cümledir. “Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak Rabbin yeterlidir.” Onlar bu günahlarını içlerinde saklı ve gizli tutsalar da Allah bunlardan haberdardır ve üzerini kapatsalar da Allah onları görendir. 18Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. “Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarım dünyada hemen verir,” Yoksa dileyenin dilediği kadannı değil. Âyette geçen, (.......) kavli, cer edatının iadesi-tekran ile (.......) kavlinden bedeldir. Bu, bedeli külden bedeli ba'zdır. Çünkü zamîr, (.......) kelimesine râcidir. Yani, “Kimin isteği ve amacı bu dünya ise ve bundan başka bir tasası yoksa, Meselâ kâfirler gibi.. Biz de o dünya çıkar îanndan istediklerimize dilediğimiz kadarını veririz. Burada muaccel olan dünya çıkarlarını Cenab-ı Hak kendi meşietine, dilemesiyle ve istenen ya da arzularıan şeyin de kendi irâdesine bağlı olmakla kayıtlamıştır. Nitekim zaten durum da böyledir. Hatta bakarsın ki bu tip kimseler önü ve ardı kesilmeyen istek ve arzular peşindedirler, böyle olduklarını görürsün. Fakat bütün bu isteklerine rağmen onlara sadece isteklerinin bir kısmı verilir. Bunlardan bir çokları da arzuladıklarının bir kısminin kendilerine verilsin isterler ve fakat bundan da yoksun bırakılırlar. Dolayısıyla bu tür kimselerin bünyesinde hem dünya yoksulluğu ve hem âhiret fakirliği birükte toplanmış olur. Ancak takva sâhibi, Allah'ın emirlerine bağlı ve yasaklarından'uzak duran mü’minlere gelince; bunlar gerçekten âhiret zenginliğini tercih ederler. Eğer bu tercihlerine rağmen kendilerine dünyalık da verilmiş ise bu elbette güzeldir. Yok eğer böyle bir mü’min dünyada da fakirlik ve yoksulluk içindeyse bu durum onun için çok daha hayırlıdır. “Sonra da onu, kınanmış -Allah'ın gazâbına uğramış- ve -Allah'ın rahmetinden uzaklaştınîmış ve- kovulmuş olarak -âhirette- gireceği cehenneme -atanz- sokarız.” 19Kim de âhireti diler ve bir mü’min olarak ona yaraşır bir çaba île çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. “Kim de âhireti diler ve bir mü’min olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa,” Âyette geçen, (.......) mefulün bihtir. Yani onun gayreti sebebiyle kazandığı ve müstahak olduğu şey, sâlih amellerinden de beklentisi bir inanmış kimse olarak, vadi ve tehdidi (vaidini) doğrulayıp kabul eden bir mü’min olarak beklentisine gelince, “İşte bunların çalışmaları -Allah katında- makbuldür.” Ve bundan dolayı da sevap kazanmışlardır. Seleften biri şöyle diyor: “Bir kimsede üç özellik bulunmuyorsa, işlediği ameli ona herhangi bir yarar sağlamaz. Bunlar da: sabit ve sağlıklı bir îman; sâdık, samimi ve dürüst bir niyet ve üçüncüsü de isabetli bir ameldir. Sonra da bu âyeti okumuştur.” Çünkü bu âyette üç tane şart bulunmaktadır. Şöyle ki: Teşekküre değer bir gayret ve çabanın makbul olabilmesi için hayn ve iyiliği istemek gerekir, sorumlu bulunduğu şey konusunda gayret göstermelidir ve sabit ve sağlıklı bir îmana sahip bulunmaktır. 20Hepsine, onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de âhireti isteyenlere de) Rabbinin ihsanından (istediklerini) veririz. Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir. “Hepsine, onlara da bunlara da dünyayı isteyenlere de âhireti isteyenlere de Rabbinin ihsanından -rızkından- istediklerini veririz.” Yani iki taraftan her birine de...(.......) kelimesindeki tenvîn, muzâfun ileyhten yani tamlayandan ivazdır, ona karşılık olarak gelmiştir ve bu, (.......) kavliyle mensûbtur. (.......) kavli de, (.......) kelimesinden bedeldir. Yani, “Bu tarafların her ikisine de, onlara da bunlara da ... veririz. Yani dünyayı isleyene de âhireti arzulayana da veririz.” (.......) edatı, (.......) kavline mütealliktir. (.......) kelimesi, verilen, bahşedilen şeyin adıdır. Yani Biz, onlara ihsanımızı, lütfumuzu artırırız. Önceden verdiğimiz nimetleri daha sonraki nimetlerimizle sürdürürüz ve onu kesmeyiz. Böylece hem itâatkâr ve hem de asl olanların tamamını bizden bir lütuf olarak rızıklarıdmnz. “Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.” Kulları kendisine karşı isyana kalkışsalar bile yine de onlardan lütfunu esirgeyecek değildir. 21Baksana, biz insanların kimini kiminden nasıl üstün kılnuşızdırî Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür. “Baksana, biz insanların kimini kiminden nasd üstün kılmışızdır.” Şöyle bir ibret gözüyle bak da gör; Biz insanların kimisini kimisinden mal, makam, mevki, imkan, üstünlük ve olgunluk gibi özelliklerle nasıl da farklı olarak yaratmışızdır. “Elbette ki âhiret, derece ve üstünlük farkları bakımından daha büyüktür.” Rivâyete göre eşraftan bir topluluk ile onlardan konum bakımından daha düşük seviyede olan bir kısım kimseler, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)’in kapısı önünde toplanırlar. Ancak içeri alınıp kendileriyle görüşülmesi konusunda izin sadece Hazret-i Bilal Habeşi ile Hazret-i Suheyb-i Rumi'ye çıkar. Bu durum Ebû Süfyan’ın zoruna gider. Bu durum üzerine kafası çalışan ve Kureyş kabilesinden de olan Süheyl İbn Amr, Ebû Süfyan'a şöyle der: “Bu durum sadece bizim kendi kabahatimiz sebebiyle olmuştur. Çünkü huzura alınan bu kimseler de İslam'a çağınîdılar, biz de çağırıldık. Ancak bu daveti kabullenmede onlar bizden çok daha erken davranıp İslam'ı kabul ettiler, biz ise bu dini kabul etmekte işi ağırdan aldık. Bunda yadırganacak bir durum yok. İşte Hazret-i Ömer'in kapısı! Eğer burada durum böyle ise, acaba âhirette nasıl bir durumla karşılaşılır ki? Eğer siz Hazret-i Ömer'in kapısında onlara haset ediyorsanız, onları çekemiyorsamz, o hâlde Allah'ın cennette bunlar için hazırladığı şey buradakinden daha çok ve daha büyüktür.” 22Allah ile birlikte bir ilâh daha tanıma! Sonra kınanmış ve kendi başına terkedilmiş olarak kalırsın. “Allah ile birlikte bir ilâh daha tanıma!” Bu hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e dir. Bundan murat ise ümmetidir. “Sonra kınanmış ve kendi başına terk edilmiş olarak kalırsın.” Böylece tüm kötülük tepkilerini kendi üzerine çekmiş ve rezil bir duruma düşmüş olursun. Denilmiştir ki: aşağılanmak suretiyle kötü ifadelere maruz kalırsın ve bundan böyle yapılacak olan yardımlardan da mahrum bırakılırsın. Çünkü rezil ve perişan olmak, yardım almanın, kendisine arka çıkılmanın zıddıdır. Yapayalnız kalmanın da sebebidir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah size yardım ederse artık size üstün gelecek hiçbir kimse (ve kuvvet) yoktur. Ve eğer bir de sizi (yardımsız) bırakırsa, ondan sonra size yardım edecek olan kimdir?” (Al-i İmran, 160) Eğer ayete iyice dikkat edilecek olunursa, rezil olmanın, yardımsız bırakılmanın karşısında hemen yardım ve zaferi zikredilmiştir ki, mü'min ler bundan kendileri için ders çıkarsınlar. 23Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “of!” bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle. “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti.” Âyetin başında geçen, (.......) kelimesi, kesin bir emir ola/ak ve kati bir ifadeyle emretti, demektir. (.......) kavli, (.......) demektir ve buradaki, (.......) müfessiredir. (.......) fiili nehiydir. Ya da bu, (.......) demektir. Ayrıca, (.......) kavli de, (.......) yani anne ve babaya da iyilikte bulun, onları incitme!” demektir. Yahut da bu, (.......) yani, “Ana ve babanıza da iyi dav ranmanızı emretti” demektir. “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa,” Âyetin bu kısmında geçen, (.......) kelimesi, iki harften oluşmaktadır. Bunlardan biri, şart anlamında olan, (.......) edatıdır, diğeri de buna ek olarak manayı pekiştirmek için ilave olunan (.......) harfidir. İşte bunun içindir ki, (.......) fiiline tekit nunu dahil edilmiştir. Şayet tek olarak, (.......) edatını dahil edersen, bu takdirde (.......) harfinin dahil olması sahih olmaz. Yani bu durumda, (.......) diyemezsin. Fakat, (.......) demek başka... (.......) kavli, (.......) fiilinin failidir. Bu kelime kırâat imâmlarından Hamza ile Ali Kisâî tarafın (.......) olarak okunmuştur. Bu ise, ana ve babaya râci olan elifin zamîrinden bedeldir. (.......) kavli de, (.......) üzerine fâil ve bedel olarak atf olunmuştur. “Kendilerine “of!” bile deme;” Buradaki, (.......) kelimesi, Kırâat imâmlarından Nâfi ve Hafs tarafından görüldüğü gibi okunmuştur. Ancak İbn Kesîr ve İbn Âmir tarafından ise, “Uffe” diye okunmuştur. Bu imâmların dışında dalanlar ise bu kelimeyi, “Uffu” olarak oıcumuşlardır. Bu kelime, herhangi bir sıkıntı, zorbalık be zarar görme sırasında söylenen bir ifadedir. Bunun meksur okunması, iki sakinin birleşmesi sebebiyledir. Kelime esasen mebni olan bir kelimedir. Fetha ile okunması, tahfif içindir. Tenvinii olarak gelmesi de tenkir yani nekrelik içindir. Yanı kızdırıp öfkelendirecek bir'harekette bulunma. Bunun terki ise, ma'rifelik içindir. Yani bilinen azarlama ve kızdırıp öfkelendirme şekliyle sakın ola ki onlara karşı çıkma!. “Onları azarlama;” Senin hoşuna gitmeyecek bir şekilde durumlarının karşısında sakın onları azarlama, onlara karşı çıkma! Burada geçen, kelime yasaklama, menetme, manalarına gelir. Yani Arapça'daki Nehiy ile Nehr kelimesi aynı anlamdadırlar. “İkisine de güzel söz söyle.” Burada (.......) kavli, (.......) ile, (.......) kavillerinden bedeldir. (.......) Yani uygun edep ve güzel ahlâk neyi gerektiriyorsa bunun gerektiği gibi yumuşak, güzel ve tatlı söz söyleyin. Kaba ve hırçın olmayın. Ya da ey anacığım ve ey babacığım, diye karşılayın. Babanızı ve annenizi adlarıyla çağırmayın. Çünkü onları adlarıyla çağırmak, onlara bir tür rahatsızlık, vermek demektir. Ancak babasının ya da ebeveyninin adlarını başlarının yanında onlar orda değilken, ismiyle söylemelerinde bir sakıca yoktur. Nitekim Hazret-i Âişe (radıyallahü anha) şöyle demiştir: “Ebû Bekir bana şöyle bir bağışta bulundu.” Diye söylerken bizzat babası Hazret-i Ebû Bekir'in ismini zikretmiş ve babam bana şöyle şöyle yardımda bulundu, dememiştir. Gerçi öyle demek de câiz olmakla beraber, başkasının yanında babasını veya annesini, onlar olmaksızın isimlerini vererek konuşabilir, bunda bir sakınca yoktur. Önemli bir Husus: Âyette geçen, (.......) yani “Senin yanında” ifadesinden çıkanları ders şudur: Şayet anne ve baba, çocuğu ya da çocuğunun sırtında bit yük durumuna gelirlerse ve o çocuktan başka da sırtlarını dayayacakları ya da yardım alacakları bir kimseleri de yoksa ve anne ile babanın her ikisi de o çocuğun yanında, onun evinde ve himayesinde iseler ve beraber kalıyorlarsa bu durum da çocuğa gerçekten zor ve ağır geliyorsa, burada çocuğa yine de şöyle bir görev düşmektedir: Evlat bütün bu sayılanlara rağmen her ikisine yumuşak davranmazdır, güzel ahlâk ile yaklaşmalıdır. Eğer anne ve babasından sıkıntı verecek, gerçekten rahatsızlık doğuracak bir durum görse bile, bu durum üzerine onlara kaşı sert ve kaba davranması bir tarafa, hatta onlara “Öööf'bile demeyecektir, dememelidir. Çünkü her şeye rağmen Yüce Allah anne ve babanın haklarına karşı çocukları için çok önemli ve karşı koyulmaması gereken tavsiye yani emirlerde bulunmuştur. Çünkü Yüce Allah anne ve babaya iyilikte bulunmayı, dikkat edilirse kendi birliği yani tevhid manasıyla yan yana zikretmiştir. Bunun da hemen ardından olayın önemini çok daha zorlayıcı ve ağır yük getirici anlamında emir vermiştir ki, çocuk anne ve babaya karşı gevşeklik edip bir yanlışa sapmasın için kesin emir ve hükmünü icra etmiştir. Onlara karşı en basit bir anlamda da olsa, sıkıntı ve zorluk da getirse, hatta neredeyse insanın sabnnı taşırma noktasında bile olsa, yine onlara yumuşak davranılmasını emir buyurmaktadır. 24Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: “Rabbim! Küçüklüpmde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!” diyerek dua et. “Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger” Yani anne ve bana kanatlarını ger, onları koru, onları gözet. Bu âdeta; “Mü’minlere karşı alçak gönüllü ol” (Hicr,88) kavli gibidir. Yani onlara karşı şefkatli ol, onlara kol kanat ger. Nasıl ki, Hatem-i Tai İsmi, Cud kelimesine izafe olunmuş ise bu âyette de aynen buna benze bir izafe yapıldı ve (.......) kelimesi, (.......) kelimesine izafe olundu. Yani bu, kısaca mevsûf kelimenin kendi sıfatına izafe olunması türünden bir izafet şeklidir. (.......) Yani anne ve babaya karşı aşırı ve fazlaca olan merhamet duygusuyla ilgilen. Yaşlılıkları sebebiyle her ikisine de şefkatli ol. O ikisinin bugün sana muhtaç oimaları âdeta dün Allah'ın en korumasız kimsenin, yoksulun onlara muhtaç olması gibidir. Yani sen dün dünyaya geldiğinde nasıl ki Allah'ın en korumasız bir yaratığı idiysen ve onların bakımlarına muhtaç idiysen, bugün de o ikisi aynı dorumda sana muhtaç hale gelmişlerdir. O hâlde onların gönüllerini her şeye rağmen hoş tutmaya bak. Zeccâc diyor ki, “Senin onlara karşı sonsuz bir merhamet ve acıma duygusu içinde olman kaydıyla onun her ikisine de şefkat ve merhamet kanatlarını ger” demektir, “ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasd yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara öyle rahmet et!” diyerek dua et.” Ana ve babana karşı şefkatin, devamlıliği olmayan bir merhamet duygusuyla kalmamalıdır. Dolayısıyla her ikisi için de Allah'ın bâkî ve sürekli olan rahmet ve merhamet duygusuyla duada bulun ki, Allah onlara karşı merhametini artarsın. Bunu yaparken de, onların sen henüz küçücük bir bebek iken sana karşı olan merhametleri, seni bağırlarına başınaları ve senin üzerinde titreyerek seni eğitme duygu ve inancıyla, onların sana yaklaştığı gibi sen de onlara yaklaş. Buradaki hitap Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e değil, onun dışında olan bizleredir. Dua ebeveyne yani ana ve babaya hastır. Bu arada şöyle de bir soru sorulabilir ve denebilir ki: Ana ve baba kafir iseler, bunlara karşı nasıl hareket edilmeli? Bu durumda da çocuğun görevi Allah'ın kendilerine îman nasip etmesi için istekte bulunması ve Allah'ın onların her ikisini de hidâyete erdirmesi için de dua etmelidir ve bu anlayışla olmaları şartıyla bunlara merhametle yaklaşılır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizden rivâyete göre şöyle buyurmuşlardır: “Allah'ın rızası, ana ve banın rızasını almak ve onları memnun kılmaktan geçer. Allah'ın gazâbı da, ana ve babanın gazâbından, memnuniyetsizliğinden geçer.” Tirmizî;1899 Rivâyet olunduğuna göre denilmiştir ki: “Ana ve babasına hürmetkar, iyilik sever ve saygılı davranan bir kimse her ne işlerse işlesin o asla ateşe girmeyecektir. Ana ve babasına da eza eden bir kimse istediği kadar eza etsin o da asla cennete girmeyecektir.” Hafız diyor ki, bu hadisi Salebi rivâyet etmiştir. Bak. Haşiyetu'l Keşşaf;2/659 Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den rivâyete göre şöyle buyurmuştur: “Ana ve babaya eza ve cefa vermekten sizi uyarırım. Çünkü cennetin kokusu bin yıllık uzak bir mesafeden duyulup hissedildiği hâlde, ana ve babasına karşı eza ve cefada bulunan bir kimse, akraba ile bağlarını koparan kimse, zina yapan yaşlı kimse, kibirlilik sebebiyle eteklerini yer de sürüyen kimseler cennet kokusunu asla duyamayacaklardır. Çünkü kibriya yani büyüklük sadece Alemlerin Rabbi Allah'a âittir.” Bak, Heysemi, Mecmauzzevaid;5/125 25Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevt&ye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır. “Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir.” Yani ana ve babanıza karşı vicdanen neye sahip olduğunuzu, onlara hizmet konusunda ne kadar istekli ve saygılı olup olmadığınızı muhakkak en iyi olarak bilendir. “Eğer siz iyi olursanız,” Eğer siz iyilik, salah, dirlik ve düzenlik niyetinde iseniz, ancak bununla beraber eğer sizde herhangi bir öfke hâlinde ve kafanızın iyice bunalması, sıkıntı meydana gelmesi durumunda sizi onlara karşı eza verecek, bir yanlış yapacak herhangi bir aşırılığa gitme gibi bir konuma gelirseniz, bundan sonra da siz bu yanlışınızdan Allah'a dönerseniz, hemen bunun ardından da Allah'tan mağfiret dilerseniz, “Şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.” Âyette geçen, “el-Evvab” kelimesi, bir kimse herhangi bir günah işleğinde hemen bunun ardından derhal tevbeye koşan demektir. Diğer taraftan böyle bir yanlışın ve suçun içine giren herkes için bu durum câizdir. Eğer yaptıklarından sonra Allah'a tevbe ederse Allah dilediği takdirde onu mağfiret eder, çünkü bu, câizdir. Bir de kişinin ebeveynine yani ana ve babasına karşı böyle bir suçu işlemesi hâlinde de durum aynıdır. Yeter ki tevbe etmesini bilebilsin. Çünkü cinâyetinden yani suç ve hatasından dönüp tevbe eden bir kimse, ancak böyle bir olaym meydana gelmesinden sonra sözkonusudur. 26Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. “Bir de -senden olanakrabaya, yani yoksul ve fakirliği sebebiyle sana nafaka bakımından muhtaç ise bu akrabalara ve ayrıca- yoksula, yolcuya -da vermen gereken zekâttan hakkını ver.” “Gereksiz yere de saçıp savurma.” Sakın saçıp savurma, savurganlık etme. Denilmiştir ki: “Tebzir:” mal varlığını helâl olmayan ve harcanmaması gereken yere harcamaktır. Mücahid'den rivâyete göre şöyle demiştir: “Eğer bâtıl ve uygun olmayan yerlere bir müd yani bir ölçek değerinde de olsa yapılan harcama tebzirdir, yani saçıp savurmaktır. Kimi insanlar da var ki, varlığım, nafakasını ya da harcamasını hayır yoluna yapar ve fazlasıyla da yapar.” Arkadaşı ona der ki: “İsrâ'fta hayır yoktur.” Bunun üzerine o da: “Hayır yolunda yapılan harcama lar israf değildir” der. 27Zira böylene saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. “Zira böylene saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar.” Şer işlemekte ve kötülükte şeytanın benzerleridirler. Dikkat edilirse bu, gerçekten çok ağır bir suçlamadır. Çünkü bu tür kimseleri, kötülükte şeytanların benzerleri olarak zikrediyor ki, bilindiği gibi şeytandan daha kötü bir varlık yoktur. Ya da bunlar şeytanların bizatihi kardeşleri, dostları, yandaşlarıdırlar. Çünkü şeytan onlardan her ne istiyorsa, her neyi emrediyorsa israf ve savurganlıkta ona itâat ediyorlar. “Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” Bu itibarla ona itâat etmek bir mü’min için yakışık alacak bir durum değildir. Zira şeytan onları tıpkı kendisinin işlediği fiiller gibi fiil işlemeye davet eder. 28Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için onların yüzlerine bakanuyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle. “Eğer Rabbinden umduğun, beklemek durumunda olduğun bir rahmet-rızık için onların yüzlerine bakanuyorsan,” Eğer yakın akrabandan, yoksul ve, fakirlerden, yolda kalmış olanlardan yüzçevirmen, onlar bunu ret ederler duygusuyla bir utanma içerisinde isen, böyle bir haya duygusu taşıyorsan, “Hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle.” Yani eğer onlardan yüzçevirmen ya da yüzlerine bakmaman, Rabbinin senin yolunu açmasını umduğun bir nzkm veya bir varlığın olmamasından ileri geliyor ise -ki âyette rızık anlamında rahmet kelimesi zikredilmiştir- bu takdirde bari onlara güzel bir karşılık vererek onların üzülmemelerini sağla. Âyette, (.......) yani “Beklenti” kelimesi, burada yokluk, elde bir şeyin olmaması anlamında değerlendirilmiştir. Çünkü rızık bulamayan bir kimse, sonuçta onu arar. Bu itibarla elde bulunmamak, bir şeye sahip olamamak demek, onu aramaya ve bulmak için gayret içine girmeye bir sebeptir. Dolayısıyla İbtiğa Müesebbeün anhtır. Bu durumda müsebbip sebep yerine konmuştur, öyle değerlendirilmiştir. Meselâ, (.......) ifadesi gibi ki bu da tıpkı, (.......) gibidir. Ancak, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden İsmi mefûl yani edilgen sıfat fiildir. Yani, (.......) kelimesinin (.......) kelimesinin, (.......) ve (.......) kelimesinin de, (.......) anlamında ismi mefûl manasında olmaları gibi. Denilmiştir ki bunun manası şöyledir: “Onlara de ki” Allah bizi de sizi de fazlından ikramda bulunarak rızıklarıdırsın. Yani zor durumda olan birinin, akrabasını veya bir yakınını zengin sanarak ya da imkanı olan biri olarak tanıyarak gelir de bu şahıstan bir yardım talebinde bulunursa ve kendisinden yardım istenen de gerçekten bu durumda değilse, onlar için hayır duada bulunsun, dolayısıyla Allah onlara fakirlik ve yoksulluklarını kolaylaştınr. Sanki bunun manası âdeta şöyle gibidir: “Bari kolaylık dilemeyi, sıkıntılarının bir an önce ortadan kalkmasını istemeyi içeren bir duada bulunsun.” Çünkü Meysur kelimesi yüsr yani kolaylık anlamında olan bir kelimedir. Yani içinde hayır ve kolaylık dilemeyi bulunduran bir duada bulunsun. (.......) kelimesi mefulün lehtir. Ya da hâl yerinde gelmiş olan bir mastardır, bu takdirde (.......) kavli de hâldir. 29Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma.” Kelimenin kendisine izafeti sebebiyle mastar olarak mensûb kılınmıştır. Bu, cimriyi ve israfçmm saçıp savurma durumundan menetmek için bir temsil, bir örneklemedir. Halbuki iktisatlı davranmayı emretmek ise israf ile büsbütün elini kısan arasında gidilen orta bir yoldur. (.......) Sonra kınanır, kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.” Böylece otura kalırsın. Zira Allah katında kınanmış biri olursun. Çünkü savurgan ve israfçı bir kimse ne Allah katında sevilir, ne halk tarafından ve ne de kendisince makbul sayılır. Çünkü muhtaç duruma düştüğünde bu defa yaptıklarına pişmanlık duyar. Çünkü Fakir: “Filancaya verdi ve beni ise mahrum bıraktı” derken zengin de: “Bu adam elindeki maişetini, geçimini idare etmeyi pek bilmiyor” der. (.......) Elinde hiçbir şey kalmayan bir duruma düşer, hasret çekersin. Çünkü artık elde avuçta kalan bir şey yoktur. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden alınmadır. Meselâ, “Sefer-yolculuk onu hasret içerisinde bırakıverdi, adamı çökertti” denmesi gibi. Yani bu durum kişinin üzerinde çok net ve açık olarak bir etki bıraktığında böyle denir. Ya da çıplak olarak ortada bırakıverir. Bu da aynı kökten, “Başırıı açtı” ifadesine benzerdir. Bir Müslüman kadın, kuması olan bir Yahûdî kadırıla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Mûsa'dan çok daha cömerttir, diye aralarında tartışıp bahse tutuştular. Bunun üzerine Müslüman kadın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e kızını gönderip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den, üzerindeki gömleğini annesinin istediğini söyler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de gelen kız çocuğuna, istenen gömleğini üzerinden çıkarıp verir, ancak çıplak kaldığından evde oturakalır ve dışan çıkamaz duruma gelir. Bu arada namaz için ezan okunmuştur, bu yüzden de cemaate çıkamamıştır. İşte bu olay üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Bak. Vahidi, Esbabü’l-Nüzul, s:194 Daha sonra Yüce Resûlüllahnü (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli babında, onun çektiği sıkıntı ve zorluk sebebiyle aşağıdaki âyeti indirdi. Bu arada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, çektiğin sıkıntı senden kaynaklarıan bir şeyden, bir zafiyetten dolayı değildir, senin cimrilik gibi bir durumun yok ki bundan dolayı kendini suçlayasın. Ancak bilmen gereken şey şu ki rızkı genişletmek de, daraltmak da sadece Allah'a âittir, diye teselli buyurmak için işte şimdi tefsirini okuyacağımız bu âyet nâzil olmuştur: 30Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür. “Rabbin rızkı dilediğine bol verir -bunu genişletip bollaştırmak senin elinde olan bir şey değildir, dilediğine daraltır.” Yani daraltan da odur. Bundan dolayı kendini suçlu hissetmen, ya da kınaman diye aleyhinde bir durumda yoktur. “Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır - ne gibi maslahatları varsa bilir ve gerekeni yapar-, onları çok iyi görür.” Ne tür ihtiyaçları varsa onları da karşılar. 31Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur. “Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın.” Burada bunların çocuklarını öldürmeleri meselesi, bu kimselerin kız çocuklarını diri diri gömerek öldürmeleri demektir. (.......) kavli de mealde zikredildiği gibi, geçim sıkıntısı bahanesiyle, ya da fakirlik veya yoksulluk endişesiyle... demektir. “Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz.” Yüce Allah âyetin bu kısmıyla, çocuklarını olmayacak nedenlerden ötürü öldürmekten insanları menediyor ve onların rızıklarını garanti ediyor. “Onları öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.” Çok büyük bir günah ve vebaldir. Âyette geçen, (.......) ve (.......) kelimeleri kalıp ya da vezin olarak tıpkı, (.......) kelimeleri gibidir. Ancak kırâat imâmlarından İbn Âmir bu kelimeyi, (.......) olarak okumuştur. Bu kelime, doğrunun karşıtıdır, yani doğru olmayan, yanlış olan, suç oluşturan demektir. Kelime aynı zamanda, (.......) kelimesinden mastar isimdir. Denilmiştir ki; (.......) ve (.......) âdeta, (.......) gibidir. İbn Kesîr ise bu kelimeyi, kesre hareke ile medli olarak yani uzatarak okumuştur. 32Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur. “Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır.” Şerî'atın ve aklın koyduğu sınırları çiğnemek anlamın da bir ma'siyettir. Çoğunlukla, (.......) kelimesi kasr ile yani uzatmaksızm okunur ve fakat dil açısından med ile yani uzatılarak da okunabilmektedir. Bu ise, zinaya açan yolları, zinayı çağıran durumları nehyetmekte yani yasaklamaktadır. Meselâ dokunmak, öpmek ve benzeri durumlar gibi. Şayet zinaya açan bütün yolları değil sadece zina fiilinin yasaklanması murat olunmuş olsaydı bu takdirde, (.......) yani “zina etmeyin” diye buyururdu. “ve çok kötü bir yoldur.” Yani zina yolu gerçekten öylene kötü bir yoldur ki, bundan daha kötü bir yol yoktur. 33Haklı bir gerekçe olmadıkça Allah'ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bir kimse haksız yere öldürülürse, onun velîsine (hakkını alması) için yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu yetki verilmekle) o, alacağım almıştır. “Haklı bir gerekçe -yani öldürülmek istenen kişinin öldürülmesini mubah kıları ya da gerektiren bir neden- olmadıkça Allah'ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın.” “Bir kimse haksız yere öldürülürse,” yani kanının akıtılmasını gerektiren bir durum, mubah kıları bir sebep var olmadiği hâlde öldürülürse, “onun velîsine hakkını alması için yetki verdik.” Yani kâtilden kısas yoluyla alınması gereken hakkını alma yetkisi öldürülen tarafın velisine âittir, ona verdik. “Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin.” Burada zamîr maktûlün velisine âittir. Yani öldürülen tarafın velisi durumundakiler, kâtil yerine, onun yakınlarından bir başkasını öldürmeye kalkışmasınlar. Ya da kâtil tek kişi ise, onun yerine maktûl adına iki kişiyi öldürmeye kalkışmasınlar. Çünkü câhiliye dönemindeki âdetler böyle idi. Ya da israftan kasıt müsle yapmak demektir. Yani kâtili öldürmekle yetinmeyip ayrıca vücûdunu parçalanak, bir yerlerini koparıp atmak gibi bir yanlışa sapmamalıdır. Ya da zamîr ilk kâtile râcidir. Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî (.......) kavlini (.......) harfiyle, (.......) diye okumuşlardır. Yani bu takdirde ya veliye seslenilmekte, veya mazlumun yani haksız yere öldürülenin kâtiline seslenilmektedir. Yani hitap bunlaradır. “Zaten kendisine bu yetki verilmekle o, alacağını almıştır.” Burada zamîr veliye râcidir. Yani bu konuda Yüce Allah'ın ona yardım edip hakkını almasını sağlaması onun için yeter bir haktır. Yani kısas hakkını vermekle, bu hakkı onun için vacip kılmakla zaten hakkını almıştır ve kesin alacaktır. Dolayısıyla bundan fazlasını isteyerek işi aşırıya götürmesin. Ya da zamîr mazluma yani haksız bir şekilde öldürülen kimseye âittir. Yani Allah o mazlumun yardımcısıdır, demektir. Yani mazlumun öldürülmesiyle yüce Allah onun için kısas yapılmasını vacip kılmıştır. Âhirette de ona sevap vermekle de ondan yardırmm ayrıca esirgememiştir. Yahut da veli tarafından haksız olarak öldürülen ve onun öldürülmesiyle yetinmeyip haddini aşarak çok ileri giden kimsenin aleyhinde olarak veli tarafından haksız yere öldürülen mazlum için de Yüce Allah onun da hakkını zaten vermiştir. Çünkü Yüce Allah öldürme konusunda aşırıya kaçan veli için de kısas yapılmasını vacip kılmıştır. Âyet ayrıca ilk bakışta yani zahire göre şu hususa da delalet etmektedir: Kısas olayı hür ile köle, Müslüman ile gayri müslim zimmi arasında da caridir, geçerlidir. Çünkü içerik olarak zimmet ehli ile kölelerin de canları âyet kapsamı içerisinde yer almaktadır Çünkü onlar da saygındır ve dokunulmazlıkları vardır. 34Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşırı. Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir. “Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar -yani yetim olan kimse ya da kimseler onsekiz yaşına gelinceye kadar- ancak en güzel bir niyetle -yani en halis ve en samimi bir şekilde, en güzel bir yoldan yaklaşıp değerlendirin. Yani onların mallarını hem koruyun ve hem de nemalandınp artırma yollarını seçin, yaklaşırı.” “Verdiğiniz sözü de yerine getirin.” Yüce Allahın verdiği emirler ve koyduğu yasaklar konusunda da verdiğiniz sözleri de kesinlikle tuttu. “Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.” Bu bakımdan sorumluluk altında bulunan kimseden üzerine aldığı görevi ihmal etmemsi, basitten ele almaması gerekir ve bu, ondan istenir, görevi gereği ne yapması gerekiyorsa verdiği sözleri mutlaka yerine getirmelidir. Yahut da sözü veren taraf ya da kimse bundan sorumludur. 35Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir. “Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru -mutedil, bir sapması ve hatası olmayan hassas bir- terazi ile tartın.” Âyette geçen (.......) kelimesi, kırat imâmlarından Hamza, Ali Kisâî ve Hafs tarafından burada görüldüğü, gibi kesre ile okunmuştur. Bu da ister küçük olsun ister büyük olsun dirhem ve benzeri şeyleri tartan her şey demektir. Denildiğine göre bu kıstas kelimesi, “Karestun” demektir ki bu da “Kabban” anlamındadır ki, kantar demektir. “Bu, hem -bu dünyada- daha iyidir, hem de neticesi -yani sonucu- bakımından daha güzeldir.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, Tef il babından bir kelime olup, bu da geri dönmek anlamındadır. Kelime, (.......) kökündendir. Yani sonuçta dönüp dolaşıp varacağı yer anlamındadır. 36Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur. “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme.” Bilmediğini bir şeyin peşine takılma, üzerine düşme. Yani görmediğin hâlde gördüm, duymadığın hâlde duydum, deme. İbn Hanefîye'den rivâyete göre demiştir ki: “Yalan yere şâhitlikte bulunma.” İbn Abbâs da: “Hakkında hiçbir bilgin olmayan bir konu hakkında bir kimse için bir şeyler atma, uydurma! Sırf içtihadı iptal etmek için böyle bir yoldan bir sonuca gitmek, yani bu ayete dayanarak içtihadı reddetmek sahih değildir. Çünkü içtihad da bir tür ilimdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer siz de onların inanmış kâdirılar olduklarını öğrenirseniz, ...” (Mümtehine,10) Şari'yani kanun koyucu Allah, galip zannı ilim değerinde ikame etmiş ve tıpkı şâhitliklerde olduğu gibi bununla amel edilmesini emretmiştir. Anlattığımız ölçü çerçevesirfde bize göre haberi vahid ile amel etmek câizdir. “Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” Âyette geçen, (.......) işaret ismi, kulak, göz ve gönüle işaret etmektedir. Çünkü, (.......) işaret ismi ile akıl sâhibi varlıklara işaret olunduğu gibi, aynı zamanda bununla diğer varlıklar da işaret olunmaktadır. Nitekim Ebû Harze Cerir'in şiiri ya da kavli buna bir delildir. Âyetteki, (.......) kavli fâil yerinde olarak ref mahallindedir. Yani, “Bütün bu sayıları organlar, bu şeyden sorumlu tutulacaklardır.” (.......) kelimesi, car ile mecrûra isnad etmektedir. Bu âdeta, (Fâtiha,7) âyeti (.......) kavlindeki, (.......) kelimesi gibidir. O gün insana şöyle denilir: “Senin hakkında dinlenmesi haram olan bir şeyi neden dinledin? Senin için bakılması haram olan bir şeye neye dayanarak baktın? Aynı şekilde senin için atılman helâl olmayan bir şeye niçin atıldın ya da yöneldin?” Nitekim bu, “Keşşafta da aynen böyledir. Ancak bazılarına göre burada durum pek de denildiği gibi değildir. Çünkü car ve mecrûr, eğer fâil olan kelime fiilden taahhur ederse, yani fiilden sonra gelirse bu takdirde fâil yerine geçerler. Ancak car ile mecrûr eğer fiilden önce gelirlerse, bu câiz olmaz, doğru değildir. 37Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de dağlarla ululuk yarışma girebilirsin. “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma.” Burada geçen, (.......) kelimesi hâldir. Yani şımararak, kendini beğenmiş bir hâlde olarak, demektir. “Çünkü sen ağırlık ve azametinle ne yeri yarabilir” Sen yerin üzerine çok sağlam başınak, üzerinde gezmek ve şiddetle çiğnemek suretiyle onu yaramazsın, buna asla gücün yetecek değildir. “Ne de dağlarla ululuk yarışma girebilirsin.” Sen boyca dağlarla da yarışacak değilsin, yanşamazsım Bu ifadeler aslında kendini beğenmiş olan gurur, kibir sâhibi zorbaları bir tür aşağılamadır, bir hiç olduklarını ortaya koymaktır. Ya da sen güç ve kuvvet bakımından onlarla aynı düzeyde olamazsın. (.......) kelimesi ya failden veya özneden hâldir. 38Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde sevimsizdir. “Bütün bu sayılanların kötü olanları,” Kırâat imâmlarından Kufe ve Şam okulu imâmlarına göre, (.......) kelimesinin, (.......) kelimesinin zamîrine muzaf kılmak suretiyle okumuşlardır. Bu imâmların dışındakiler ise bu kelimeyi, olarak okumuşlardır. “Rabbinin nezdinde sevimsizdir. Âyette, (.......) kelimesinin müzekker olarak gelmesi, (.......) kelimesinin günah ve vebal anlamına gelen isimler hükmünde olması sebebiyledir. Dolayısıyla böyle olunca da bundan sıfatlara âit hüküm ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bu itibarla bunun müennes olmasına herhangi bir itibar yoktur. Nitekim sen, (.......) dediğini görmez misisin? Halbuki zina kelimesi müzekker olması rağmen “Seyyie” kelimesi müennestir ama, isim hükmünde olarak gelmiştir. Bu açıdan müenneslik nazan itibara alınmamıştır. Nitekim, (.......) de denebilmektedir. Şayet, sözkonusu hasletlerin kimisi kötüdür, çirkindir ve kimisi de iyidir, güzedir. İşte sır bunun için bazı kimseler bunu, izafetle, (.......) olarak okumuşlardır. Yani: “Yukanda kötü/seyyi'diye sayıları şeyler Allah katında sevimsiz olan şeylerdir.” O hâlde bu kelimeyi, (.......) olarak okuyanların gerekçeleri nelerdir, diyecek olursan? Benim buna cevabun şöyle olacaktır: (.......) kavli, özellikle yasaklarıan ve insanların uzak durmaları istenilen şeyleri ihata etmektedir. Yoksa sayıları tüm hasletleri kapsıyor değildir. 39İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilâh edinme; sonra kınanmış (ve Allah'ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın. “İşte bunlar -yani bu surenin 22. âyeti olan, (.......) âyetinden başlayıp, (.......) Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir.” Kavline kadar olan bu kısım, yani aklın doğruluğuna hükmettiği ve nefsin de bu yoldan gitmek doğruya ulaşıp ıslah olacağı şeyler... hikmetlerdir. “Allah ile birlikte başka ilâh edinme; sonra kınanmış ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştmlmış olarak cehenneme atılırsın.” İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre, işte bu onsekiz âyet, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) nın Tevrât levhalarındandır. Bu ayetlerin ilki, (.......) (İsrâ', 22) diye başlayan âyet olup, sonuncusu da işte, (.......) diye biten bu, (İsrâ', 39) ayetidir. Dikkat edilirse özellikle burada bir noktaya bilhassa dikkat çekilmiş bulunmaktadır. Bu da 22. âyette de şirkten, yasaklama vardır. Bu son âyette de yine şirkten yasaklama vardır. Şirkten yasaklama ile başlıyor ve bitiş de aynı yasakla sona eriyor. Çünkü Tevhid inancı her hikmetin başıdır ve her şey ancak bununla sağlıklı bir sonuca varıp ulaşır. Bunu kaybeden, bundan yoksun kalan ise, bu hikmetten ona bir yaran olmaz. Hatta bilge kişiler bu konuda çok ilerlemiş olsalar da ve bu kafasıyla göğe ulaşsa da yine kendisine bir yarar sağlamaz. Kaldı ki bilge kişilerin kitapları felsefesiz yazılmamıştır, bunun için de onlar Allah'ın dininden uzaklaşmada hayvanlardan daha sapkındırlar. Bundan sonra Yüce Allah, “Melekler Allah'ın kızlarıdır” diye konuşanlara şu kavliyle seslenmektedir: 40(Ey müşrikler!) Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi! Gerçekten siz, (vebali) çok büyük bir söz söylüyorsunuz. “Ey müşrikler! Rabbiniz, erkek çocukları sizin için ayırdı da, kendisi meleklerden kız çocuklar mı edindi!” Âyetin başında yer alan hemze-soru edatı inkâr içindir. Yani Yüce Rabbiniz size özellikle, ihlas ve samimiyettiniz sebebiyle en değerli çocukları size mi has olarak yarattı ki, bunlar erkek çocuklardır. Bunlardan aşağı olarak kabul edilenleri de kendisine mi has kıldı ki bunlar da kız çocuklarıdır. Şüphesiz bunun hikmetle hiçbir ilgisi yoktur, hikmetin hilafı olan bir şeydir. Sizce makul görülenin de aksi olan bir şeydir bu. Çünkü efendiler, en basiti ve en bayağısını alırlarken köleler hiçbir zaman en değerli ve en seçkin şeylere layık görülemezler. “Gerçekten siz, vebali çok büyük bir söz söylüyorsunuz.” Öyle ki siz Allah'a çocuk izafe ediyorsunuz ki bu durum cisimlere âit bir özelliktir. Sonra da kendinizi O yüce zattan üstün kıldınız. Çünkü kendiniz için hoşlanmadığınız bir şeyi Allah'a isnad ediyorsunuz. 41Biz, onların akıllarını başlarına toplamaları için bu Kur'ân da (çeşitli ikaz ve ihtarları) türlü şekillerde tekrar ettik. Fakat bu, onlara, daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor. “Biz, onların akıllarını başlarına toplamaları için bu Kur'ân'da -indirilen bu kitapta- çeşitli ikaz ve ihtarları türlü şekillerde tekrar ettik.” Buradaki, (.......) kavlinden murat, (.......) demektir. Yani bu mana indirilen kitabın bir çok yerlerinde zikrettik, tekrar tekrar ele aldık. zamîrin terkedilmesi ise, meselenin zaten bilinir olması sebebiyledir. (.......) kavlini Hamza ve Ali Kisâî tahfif ile yani şedde siz olarak okumuşlardır. Yani, “Biz bunu, öğüt alsınlar, bundan ders çıkarsınlar için tekrar tekrar anlattık.” “Fakat bu, onlara, daha da kaçıp -haktan- uzaklaşmaktan başka bir şey sağlamıyor.” İmâm Sevri bu âyeti okuduğu zaman şöyle derdi: “Düşmanlarınm senden uzaklaşmalarını ne kadar sağlıyorsa bu, benim için o kadar sana karşı olan saygımı artmyor.” 42De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar, Arş'ın sâhibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı. “De ki: Eğer söyledikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar da bulunsaydı,” Kırâat imâmlar ndan İbn Kesîr ve Hafs, (.......) kelimesini âyette görüldüğü gibi “Y” harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. “O takdirde bu ilâhlar, Arş’ın sâhibi olan Allah'a ulaşmak için çareler arayacaklardı.” Yani kralları birbirlerine karşı üstünlük kazanmak için yaptıkları gibi bu ilâhlar da, mülk ve Rububiyet kendisinin olan Allah'a karşı gelmek ve üstünlük kazanmak için bir yol, bir çıkış ararlardı. Ya da Ona yaklaşmak için bir yol, bir çıkış ararlardı. Nitekim bu surede bundan birkaç âyet sonra gelecek olan 57. âyetinde de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Onların yalvardıklarıı bu varlıklar Rablerine vesile ararlar.” Âyetteki, (.......) kavli, mabadına delalet eder ki bu da, (.......) kavlidir, müşriklerin mukabelesine bir cevaptır ve (.......) kelimesinin de cezâsıdır. 43Allah, onların söyledikleri şeylerden münezzehtir; son derece yücedir ve uludur. “Allah, onların söyledikleri şeylerden münezzehtir; son derece yücedir ve uludur.” Kırâat imâmlarından Hamza ve Ali Kisâî, (.......) kavlini “T” harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır. (.......) kelimesi de daha üstün, daha yüce manalarınadır. Bundan murat ise, Yüce Allah'ın müşriklerin söylediği şeylerden beri, uzak ve münezzeh olduğunu anlatmaktır. (.......) kelimesiyle de, Yüce Allah'ın büyüklük ve Kibriya sıfatlarıyla muttasıf bulunduğunu, söylenenlerden tamamen beri olduğunu 344 çok daha aşırı bir ifade ile anlatmak manasına gelmektedir. Allah, müşrik lerin kendisi hakkında ileri sürdükleri nitelemelerden tamamen uzaktır. 44Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu teşbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların teşbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu teşbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.” Kırâat imâmlarından Ebû Bekir Şube dışında Basra ve Kufe yani Iraki kırâat imâmları âyetin başında geçene, (.......) kelimesini âyette görüldüğü gibi “T” harfiyle, olarak okumuşlardır. Yani hepsi de, “Sübhanellahi ve bi hamdihi” diye Allah'ı takdis ve tenzih ederler. Süddi'nin anlattığına göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuş: “Denizde avlarıan bir balık, havada uçan bir kuş avlanmamış olsun ki bu mutlaka o hayvanın Allah'ı tesbih etmedeki bir kusuru yüzündendir.” “Ne var ki siz, onların teşbihini -dillerinin farklı oluşları açısından veya onu kavramanın zor olması bakımından- anlamazsınız.” Ya da ona bakanın teşbihine “Sübhanellah” demelerine sebep olmaları yönünü anlayamazsınız. Çünkü bir hayra ya da iyiliğe önderlik eden, yol gösteren kimse âdeta onu işlemiş gibidir. Ancak asıl en doğru olan tefsir ilk tefsirdur. “O, halimdir, bağışlayıcıdır.” O, kullarının cehaletleri ve bilgisizlikleri ile hatalarını yumuşaklıkla karşılar, onları hemen cezâlarıdırmaz, mühlet ve süre tanır. Mü’minlerin de günahlarını mağ firet buyurur. 45Biz, Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına gizleyici bir örtü çekeriz. “Biz, Kur'ân okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına gizleyici bir örtü çekeriz.” Örtülü hale getiririz. Ya da görülmeyen bir perde gereriz. İşte o örtüdür. Yani görünmeyen şey demektir. 46Ayrıca, onu anlamamaları için kalplerine bir kapalılık ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Sen, Kur'ân'da Rabbinin birliğini yâdettiğinde onlar, canları sıkılmış bir vaziyette, gerisin geri dönüp giderler. “Ayrıca, onu anlamamaları -anlamak istemeyi hoş karşılamadıkları- için kalplerine bir kapalılık ve kulaklarına -duymalarını engelleyen- bir ağırlık veririz.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da herhangi bir şeyin üzerini kapatan ve örten anlarınnadır. “Sen, Kur'ân'da Rabbinin birliğini yâdettiğinde” Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) ve (.......) kökünden alınmadır. Tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibidir. Bu, hai yerine geçen bir mastar kelimedir. Burada bunun aslı, (.......) olup bu da, (.......) manasınadır. “Onlar, canları sıkılmış bir vaziyette, gerisin geri -arkalan, topukları üzere- dönüp giderler.” Burada geçen, (.......) kelimesi, tevliye, yani dönüş anlamında mastardır. Ya da, (.......) kelimesinin çoğuludur. Tıpkı, (.......) ve (.......) kelimeleri gibi. Yani oniar, ilâhlarının da onunla beraber anılmasını isterler. Çünkü müşriktirler. Müşrik olmaları sebebiyle de, Tevhid inancından kaçıp uzaklaşıyorlar. 47Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zalimlerin: “Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!” dediklerini çok iyi biliriz. “Biz, onların seni dinlerken ne mak satla dinlediklerini,.... çok iyi biliriz.” Yani Biz onları hangi ruh haleti içerisinde veya hangi yol-maksat sebebiyle Kur'ân'ı dinlediklerini en iyi bileniz. Çünkü dinlenen şey bizzat Kur'ân'ın kendisidir. Bu da mahzûftur. (.......) hâldir ve (.......) harfini açıklamak içindir. Yani, “Onlar Kur'ân'ı sırf, onunla eğlenmek için dinlerler, yoksa ciddi ve doğru anlamda inanmak için dinlemezler. Halbuki onlara farz ve gerekli olan şey, Kur'ân'ı en ciddi bir şekilde dinlemeleridir.” (.......) kavli, (.......) fiiliyle mensûbtur. Yani onların, Kur'ân'ı dinledikleri sırada, onu hangi niyet ve maksatla dinlediklerini Allah çok iyi bilendir.” “Kendi aralarında fısıldaşırlarken de” Yani aralarında Kur'ân hakkında neleri fısıldaştıklarını, çünkü onlar hep gizlilik peşindeler, her şeyi gizli yürütmek isterler.. “O zalimlerin: “Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!” dediklerini çok iyi biliriz.” Buradaki, (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir. (.......) yani büyü yapılarak cinnet geçiren bir adamdır. 48Baksana; senin için ne türlü benzetmeler yaptılar! Bu yüzden, (öyle bir) saptılar ki, artık (doğru) yolu bulamayacaklardır. “Baksana; senin için ne türlü benzetmeler yaptılar!” Seni şaire, büyücüye ve deliye benzettiler. “Bu yüzden, öyle bir saptılar ki, artık doğru yolu bulamayacaklardır.” Yani bunlar öylene sapıttılar ki, hemen her konuda, çölde yolunu şaşırıp, hangi yoldan gideceğini bilemeyen şaşkınlara döndüler, öylene her konuda bir sapıklık içindedirler. Adam, kendi yolunu bulmaya kâdir değildir ve durumu hakkında şaşkınlık içerisindedir. Artık ne yapacağını bilemez hale gelmiştir. İşte o müşriklerin hâli de tıpkı yolunu çölde şaşıran bu adamın hâli gibidir. 49Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir yaratılışla mı diriltileceğiz, öyle mi! “Bir de onlar -ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenler- dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir yaratılışla mı fio diriltileceğiz, öyle mi!” (.......) hâldir ve yaratılmış olarak, demektir. 50De ki: “İster taş olun, ister demir.” 51İsterse aklınıza (yeniden dirilmesi) imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık! (Bunlar, Allah'ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez.) Diyecekler ki: “Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?” De ki: Sizi ilk kez yaratan. Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve “Ne zamanmış o?” diyecekler. De ki: Yakın olsa gerek! “İsterse aklınıza yeniden dirilmesi imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık! Bunlar, Allah'ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez.” Yani gökler ve yer. Çünkü bunlar size göre yeniden dirilmeyi kabul noktasında zor ve olamayacak bir şey gibi görünebilir, işte o zaman bu kimseler, “Diyecekler ki: “Bizi tekrar hayata kim döndürecek? De ki: Sizi ilk kez yaratan -sizi iade edecek, yeniden diriltecek-” Mana şöyledir: “Size göre Yüce Allah'ın sizi yeniden yaratıp hayat vermesi oldukça uzak bir şeydir. Sizin kupkuru kemiklere dönüşüp toz haline gelmenizden sonra yeniden hayata döndürmesini uzak görmektesiniz. Kaldı ki kimi kemikler dirilmenin bir parçası durumundadır. Hatta diğer parçaların veya organların üzerlerinde yaratılışları bakımından ayakta duracağı temel direğidir. Yoksa Yüce Allah'ın onları kudretiyle ilk durumlarına reddetmesi yani yaratması, ilk defa olan yepyeni bir icat olayı değil ki!? Ancak eğer siz yeniden hayata dönüşe en uzak bir durumda bile olsanız, yani taş, demir gibi şeyler haline gelmiş olsanız bile, elbette Yüce Allah sizi yeniden hayata geçirmeye kâdirdir. “Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak” Şaşkınlık, hayret ve alaylı bir şekilde onlar sana karşı başlarını sallayıp duracaklardır. “Ve “Ne zamanmış o?” diyecekler.” Yani o dirilme denen olay da ne zaman olacakmış?! diyerek bunun olamayacak ve oldukça uzak bir ihtimal olduğunu ileri sürerek ret edeceklerdir. “De ki: Yakın olsa gerek!” Yani o gerçekten yakındır. Çünkü, (.......) vucub manasındadır. 52Allah sizi çağıracağı gün, kendisine hamdederek çağrısına uyarsınız ve (dirilmeden önceki hâlinizde) çok az kaldığınızı sanırsınız. “Allah, sizi -muhasebeye- çağıracağı gün -ki bu, kıyamet günüdür-, (.......) kendisine hamdederek çağrısına uyarsınız” Yani O'nun davetine hamd ederek icabet edersiniz. (.......) kavlindeki, “B” harfi hâl içindir. Said b. Cubeyr'den rivâyete göre demiştir ki: Üst ve başlarından toprağı silkelemek suretiyle, “Sübhanekellahumme ve bi hamdike” derler. “Ve dirilmeden önceki hâlinizde çok az kaldığınızı sanırsınız.” Yani az bir kalış süre, veya dünyada çok az bir zaman ya da kabirde çok az bir süre... 53Kullanma söyle, sözün en güzelim söylenler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır. “Kullanma -mü’minlere- söyle, -müşriklere kelimenin- sözün en güzelini -en yumuşak olanını- söylenler.” Onlara en sert ve haşırı söz söylemesinler. Onlara sözün en güzeli olan, “Allah size hidâyet versin” diye söylemeleridir. “Sonra şeytan aralarını bozar.” Şeytan aralarına fesat ve bozgunculuk sokar, aralarında zorluk doğsun diye, birini ötekine saldırtır. “el-Nezğ” kelimesi; araya kötülük sokmak, ortalığa şer atmak, insanların arasını bozmak demektir. Talha (.......) olarak okumuştur. Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamda kullanılmaktadırlar. “Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” Yani onun düşmanliği açıkça ortadadır. 54Rabbiniz, sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder; dilerse sizi cezâlarıdırır. Biz, seni onların üstüne bir vekil olarak göndermedik. “Rabbiniz, sizi en iyi bilendir. Dilerse size -hidayet kılmak ve sizi hakka muvaffak etmekle- merhamet eder;” Yahut da, (.......) kavli, bu cümle ile tefsîr olunmuştur, açıklanmıştır. “Dilerse sizi -rezil etmekle- cezâlandınr.” Yani onlara bu ve benzeri sözler söylenir. Yoksa onlara, siz cehennemliksiniz, gibisinden onları kızdıracak, onları daha da hırçınlaştınp kötülüğe sevk edecek sözler söylenmez. Bir önceki âyette geçen, (.......) kavli itiraz cümlesidir. “Biz, seni onların üstüne bir vekil olarak göndermedik.” Onların amellerini muhafaza eden biri olarak göndermedik. Biz seni, ancak müjdeleyen ve uyaran olarak gönderdik. Onları idare et, ashâbına da, onlarla iyi geçinmelerini, işi idare etmelerini emret. 55Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir. Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; Dâvud'a da Zebûr'u verdik. “Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilendir.” Onların durumlarını ve her birinin neye ehil olup olmadıklarını daha iyi bilir. “Gerçekten biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık;” Burada bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in diğer peygamberlerden daha üstün olduğuna işaret vardır. “Dâvud'a da Zebûr'u verdik.” Kavliyle de onun üstünlük yönüne delalet etmektedir. Çünkü bizim peygamberimiz bütün peygamberlerin sonuncusudur ve onun ümmeti de ümmetlerin en hayırîısıdır. Çünkü bu, Hazret-i Dâvud'un Zebûr'unda da böyle yazılıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun Zikir'den sonra Zebûr'da da: Yeryüzüne iyi kullarını varis olacaktır'diye yazmıştık.” (Hicr, 105) İşte bu âyette sözü edilen sâlih-iyi kullar ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz ile onun ümmeti denmek istenmektedir. Bu âyette geçen, (.......) ismi ma'rife olarak geçmediği hâlde, az önce mealini verdiğimiz Enbiyâ',105. âyetinde bu isim, (.......) diye ma'rife olarak zikredil mistir. Bu ifade de tıpkı, (.......) ve (.......) ile, (.......) ve (.......) gibidir. 56(Resûlüm!) De ki: “Allah'ı bırakıp, da (ilâh olduğunu) ileri sürdüklerinize yalvarm. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler.” “Resûlüm! De ki: “Allah'ı bırakıp da ilâh olduğunu ileri sürdüklerinize yalvarm.” İlah diye ileri sürdükleri şeyler de ya meleklerdir, ya da Hazret-i Îsa ve Hazret-i Uzeyir'dir yahut da bir kısım cinlerdir ki bazı Arap kesimleri onlara tapıyorlardı. Daha sonra cinler İslam dînini kabul ettiler. Ancak onlar bunu bilmediler. “Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler.” Yani onlara dua edip durun bakalım. Halbuki onlar herhangi bir hastalık, fakirlik veya azap gibi şeyleri sizden giderecek, önleyecek değiller, buna güçleri yetmez. Ya da bir durumdan bir başka duruma değiştirebilecek bir güçleri de yoktur. 57Onların ilahlaştırıp yalvardıkları bu varlıklar da Rablerine hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; Onun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, sakınılacak bîr azaptır. “Onların ilahlaştırıp yalvardıkları bu varlıklar da, - Rablerine hangisi daha yakın, olacak diye- vesile ararlar;” Burada, (.......) mübtedadır. (.......) kavli sıfattır. Yani, ilâhlarına dua edip çağıranlar veya onlara kulluk edip ibâdet edenler.. (.......) kavli de bu nun haberidir. Yani bu kimselerin ilâh diye taptıkîan o kimseler ve varlıklar da, Allah'a nasıl yakın olabiliriz, diye bir yol, bir vesile arayıp dururular. Vesile, Azîz ve Celil olan Yüce Allah'a yakın olmak, demektir. (.......) ise, (.......) kavlinin vav harfinden bedeldir, (.......) kelimesi de mevsûledir. Yani, “Onlardan kim Allah'a daha yakındır, diye vesile-yol ararken nasıl oluyor da yakın olmayandan yardım beklerler?!” Ya da, “Vesile ararlar, ifadesi, vesile aramaya düşkün ve haristiler manasım tazammun etmektedir. Sanki şöyle denilmektedir: “Hangisi Allah'a daha yakındır, diye bu işin üzerine hırsla varırlar, demektir. Bu ise taat ile ve çok çok hayır yapmakla kazanılır. “Onun rahmetini -İlah diye kabul ettikleri bu kimseler ve varlıklar da Allah'ın diğer kulları gibi Allah'ın rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar.” O hâlde bunların ilâh olduklarını nasıl ileri sürerler ki? “Çünkü Rabbinin azâbı, sakınılacak bir azaptır.” Bırakın sıradan kimseleri, Allah'a yakın olan melekler ve peygamber olarak gönderilmiş olan elçiler bile, kısaca herkesin O'nun azâbından sakınmaları daha çok yerine getirilmesi gereken, sakınılması icab eden bir durumdur. 58Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk edecek veya en çetin bir şekilde azaplarıdıracağız. Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfûz'da) yazılıdır. “Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk edecek veya en çetin bir şekilde azaplarıdıracağız.” Denilmiştir ki helâk sâlih olanlar içindir, azap ise küfürde direnenler içindir. “Bu, Kitap'ta (Levh-i Mahfûz'da) yazılıdır.” Mükâtil'den rivâyete göre demiştir ki: “Dahhak’ın kitaplarında bu âyetin tefsiriyle alâkalı olarak gördüm. Şöyle ki; “Mekke'nin tahribi Habeşliler eliyle olacaktır. Medine ise açlıkla helâk edilecektir. Basra halkı suda boğulmakla, Kufe halkı beldeyi Türkler eliyle, Kuhistan halkı yıldırımlar ve yer sarsmtılarıyla cezâlarıdırılacaklardır. Horasan halkı çeşitli çalkantılarla, iç çekişmelerle helâk edilecek, Belh halkına da büyük bir sarsıntı ve ses isabet ederek buranın halkı da bununla olacaktır. Bedehşan bölgesi de başka milletlerin akınıyla tarumar edilip cezâlarıdırılacaklar, Tirmiz bölgesi halkı da veba salgınıyla yok edilecek. Sağanyan ya da safanyan bölgesinden ta İşçird bölgesine kadar olan bölge halkları da çok feci bir ölüm ile hayatlarına son verilecektir. Semerkant bölgesi halkının da egemenliğine Benu Kantura -Türkler veya Sudanlılar- halkı son verecektir ve bunlar Semerkant halkını en feci ölümlerle hayatlarına son vereceklerdir. Nitekim Fergana, Şaş, İspicap, Harzem halklarının sonları da ismi geçen Kantura oğullarınca getirilecek. Buhara ise zalimlerin çoğunlukla yer aldığı ve zorbaların kol gezdiği bir topraktır. Buranın halkı da kıtlık ve açlık sonucu öleceklerdir. Merv bölgesi halkı kum fırtınasıyla karşı karşıya kalacaklar, alim ve âbidleri böylece helâk olacaktır. Herat bölgesi halkı yılanların salgınına uğrayacak, gökten yağmur misali gelen yılanlar bunları yeyip bitirecek. Nisabur bölgesi halkı yıldınmlarla, şimşeklerle ve karanlıkla cezâlandın lacak ve çoğu böylece helâk olacaklardır. Rey bölgesi halkı Taberiye ve Deylem bölgesi halklarınm baskınları sonucu ortadan kaldırılacaklardır. Ermenistan ve Azerbaycan halkları da atların, orduların, yıldmmların ve yer sarsmtılarının baskınları sonucu helâk olacaktır. Hemedan ve Deylem halkı buralara girip buraları harabeye dönüştürecekler. Hulvan bölgesi halkı da esen sakin bir rüzgar sonucunda, henüz hepsi uykuda iken sabaha maymun ve domuzlara dönüşmüş bir hâlde uyanacaklardır. Daha sonra Cüheyne kabilesinden çıkan bir adam Mısır'a girecektir. Buranın halkına ve Şam-Suriye, Afrika, Remle halklarına yazıklar olsun! Bu adam Beyt-i Makdis'e-Kudüs'e girmeyecektir. Sicistan halkına gelince, bunlara da günlerce süren bir kasırga fırtınası isabet eder, sonra da şiddetli bir sarsıntı ve bir ses ile ölecekler, alimleri de orada ölüp gidecektir. Kirman, Isfahan ve Faris-İran toprakları üzerindeki halklara gelince, onlara da öyle bir düşman saldında bulunacak ve öyle dayanılmaz bir ses çıkaracak ki bu sebepten kalpler korku dolacak ve bedenler de ölüp gidecektir.” Bu haberi rivâyet eden müfessir Mukâtil İbn Süleyman'dır. Ancak kendisi yalancılıkla suçlanmıştır. Alıntıları genelde kitap ehlinden yani Yahûdî ve Hıristiyanlardan yapar. Anlatıldığına göre kendisi Dahhak ile buluşmamıştır. Bak. Mizanu'l-İ'tidal;4/173 59Bizi, âyetler (mu'cizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semûd kavmine, açık bir mu'cize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zâlim oldular. Halbuki biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz. “Bizi, âyetler, mu'cizeler göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu âyetleri yalanlamış olmasıdır.” Burada, mu'cizelerin gönderilmesinden menetmek, alıkoymak ifadesi bir istiâre olup terketmek anlamındadır. Âyette geçen ilk, (.......) edatı sılasıyla beraber nasb mahallinde gelmiştir. Çünkü bu, (.......) kavlinin ikinci mefulüdür. İkinci, (.......) edatı ise sılasıyla birlikte ref mahallindedir, çünkü, (.......) kavlinin failidir. Cümlenin takdiri şöyle olmaktadır: “Bizi, mu'cizeler göndermekten alıkoyan şey, sadece daha önce geçen toplumların bunları yalanlamış olmalarıdır.” Burada sözkonusu edilen âyetlerden ya da mu'cizelerden murat, Kureyş tarafından istenen Safa tepesinin altına dönüştürülmesi, ölülerin diriltilmesi ve buna benzer talepleridir. Yüce Allah'ın milletler hakkında geçerli olan kanunu şöyledir. Eğer ümmetlerden ya da milletlerden herhangi birisi bir âyet ya da mu'cize ister de, onların bu isteklerine olumlu cevap verilip mu'cize gösterildiğinde, buna rağmen îman etmedikleri takdirde, derhal onların köklerinin kazılmasına sebep bir azap gönderilir. İşte buna göre mana şöyledir: “Onların istedikleri âyetleri ve mu'cizeleri göndermekten bizi engelleyen şey, önceki toplumlardan Meselâ ad ve Semûd kavimleri gibi kalpleri damgalanmış olup da istekleri üzerine gelen mu'cizeleri yalanlamaları sebebiyle bunların durumları da onların durumlarına benzeyeceğindendir. Eğer istedikleri o âyetler gönderilmiş olsaydı, bunlar da tıpkı ismi geçenlerin âyetleri yalanladıkları gibi gelen âyetleri mutlaka yalanlayacaklardı. Bunun üzerine de köklerini kazıyacak azâba da müstahak olurlardı. İşte biz bu nedenle, seni kendilerine peygamber olarak gönderdiğimiz toplumun işini kıyamet gününe erteledik.” Yüce Allah daha sonra, önceden geçen toplumların istedikleri muci zeleri anlatıyor. Bunun ardından da mu'cizelerin istekler üzerine gönderildiği hâlde bunları yalanlamaya kalkışmaları yüzünden de helâk edildiklerini gösteren bir âyet-mu'cize zikrediyor. Bu mu'cize de Hazret-i Sâlih (aleyhisselâm)’in dişi devesidir. Çünkü bu kavmin helâk ediliş belirtileri onların sınırlarına gelip dayanmıştı. Zira gelip geçen herkes de bunu görüyordu. İşte bunun üzerine Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Nitekim Semûd kavmine, -istekleri üzerine- açık bir mu'cize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, bu deveyi boğazladılar -buna rağmen nankörce davranıp kafir oldular- ve bu yüzden zâlim oldular.” Yani küfre girdiler “Halbuki biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.” Eğer bununla istenen âyet ya da mu'cizeler demek isteniyorsa, murat bu ise, mana şöyle olur: “Bu takdir biz onların isteklerine bakarak âyet göndermeyiz. Ancak korkutmak maksadıyla azap için bir öncü haber, bir ileri gözcü olsun diye göndeririz. Eğer buna rağmen korkmazlarsa azap başlarına iniverir.” Eğer mu'cize ya da âyet istekleri bunun dışında bir gaye içinse buna göre mana şöyle olur: “Biz Kur'ân âyetleri ve daha başka âyetler gibi mu'cizeleri sadece âhiret azâbıyla korkutmak için göndeririz. (.......) mefulün lehtir. 60Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'ân'da larıetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz. “Hani sana: Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır, demiştik. Sana gösterdiğimiz o görüntüleri ve Kur'ân'da larıetlenen ağacı, ancak insanları sınamak için meydana getirdik.” Ey Resûlüm! Şunu iyice hatırla ki, hani Biz sana vahiyle bildirmiş, senin Rabbin, Kureyş kavmini ilim ve kudretiyle ihata edip kuşatmıştır” diye haber vermiştik. Onların hepsi Onun kabzasındadır„ Sakın onlara aldırma ve onları önemseme! Sen işini sürdür, görevine devam et. Sana gönderilen ne ise onu tebliğ et. Ya da Biz seni, Bedir olayından haberdar ederek, Bedir savaşırıı kazanıp zafer elde edeceksin, diye müjdeledik. İşte bu, şu kavlin manasıdır: “O Topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalannı dönüp kaçacaklardır.” (Kamer, 45) Ve bir de şu kavlin manasıdır: “(Resûlüm! Her türden ve renkten) kafirlere de ki: “Pek yakın bir gelecekte siz yenilecek ve (kıyamet gününde) cehennem de de toplarıacaksınız. Gidip ebedî olarak kalacakları o yer ne kötü bir yerdir.” (Al-i İmran,12) Bu ayetlere dikkat edilirse, Rabbimiz ileride olabilecek şeyleri âdeta olmuş ve sonucu da görülmüş gibi bildirmektedir. Bu bakımdan, “İnsanları çepeçevre kuşatmıştır” diye buyurmuştur. Bu da Onun haber verdiği şeyler gibi ilahi kanun yani sünnetullah gereği gerçekleşecektir. Belki de Yüce Allah, Resûlüne rüyasında o savaş alanlarını da göstermiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'e vardığın da: “Allah'a yemin ederim ki sanki ben topluluğun savaş alarıım görür gibiyim” diyordu. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) eliyle yeri işaret ederek: “İşte şurası Filancanın düşeceği-öldürüleceği yerdir” diye işaret ediyordu. Müslim, H.1779 Ancak Kureyş topluluğu da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Bedir savaşıyla alâkalı olarak vahyedilen şeyleri ve rüyasında onların öldürülüp yıkılacağı yerlerin kendisine gösterildiğini” duymuşlar ve bunu, eğlenerek, alay ederek aralarında konuşuyor ve yine alaylı bir şekilde eğer bunlar olacaksa hemen oluversin diye acele ile, bir an önce olmasını istiyorlardı. Çünkü buna inanmıyorlardı. Onlar bu mu'cizevi gerçeklerle alay ediyorlardı. “Kur'ân'da larıetlenen ağacı” kavli de, “Kur'ân'da larıetlenen ağacı da ancak insanlara bir imtihan olsun için yarattık” demektir. Çünkü müşrikler, “Şüphesiz Zakkum ağacı, gü nahkarların yemeğidir.” (Duhan, 43-44) âyetini duydukları zaman, bunu alay konusu edinmişlerdi ve şöyle diyorlardı: “Muhammed, cehennemin taşları yakacağım ileri sürüyor ve ardından da, orada ağaç biteceğinden söz ediyor.” İşte böylece alay edip duruyorlardı. Halbuki Allah'ı gerektiği gibi takdir etmediler, tanımadılar. (6/91). Çünkü müşrikler ve kâfirler bunu söylerlerken, böyle bir şeyin mümkün olamayacağından söz ediyorlardı. Yani ateşin ağacı yakmaması olacak iş değildir. Ağaç yanmaktan imtina edemez, Allah böyle bir şeyi yapamaz. Kısaca Allah, ateşin yakmaması mümkün olmayan ve her halükarda yanacak türden bir şeyi yanmaz hale getiremez diye konuşuyorlardı. Halbuki Türk beldelerinde yaşayan ve ateşte dolaşıp yanmayan Semender-Semendel denen bir tür kurbağa ya da canlı var ki, bunun tüyünden mendil elde edilir ve bu mendil kirlendiğinde ateşe atılır, üzerindeki kir yanaı ve fakat mendile bir şey olmaz. Ateşin bunun üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Nitekim devekuşunun kor hâlinde ateşi yuttuğunu ve fakat bunun ona bir zarar vermediğini görebilirsin. Nitekim her bir ağaçta bir ateş yaratılmıştır ama bu ateş onu yakmaz. Dolayısıyla ateşte-cehennemde de, ateşin onu yakmayacağı bir ağacın yaratılması da câizdir, olabilirdir. Mana şöyledir: Âyetler veya mu'cizeler ancak kulları uyarmak ve korkutmak için gönderilirler. İşte bunlar yani Mekke Müşrikleri de dünyadaki azap ile korkutulmuşlardır. Bu da Bedir gününde öldürülmeleridir ve ayrıca âhiret azâbıyla korkutulmalarıdır ki bu da zakkum ağacıdır. Ancak onlara bu bir etki sağlamadı. Yüce Allah daha sonra şöyle buyurdu: “Biz onları -dünya ve âhiret korkularıyla- korkuturuz da, bu -korkutma- onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz.” Şimdi durumları bu olan bir topluluk, kendilerine gönderilmesini istedikleri ayetlerin gönderilmesi üzerine nasıl korkabilirler ki? İnkar iliklerine işlemiştir. Söylendiğine göre rüyadan kasıt İsrâ' olayıdır. Fitneden kasıt ise, bu olayları büyüterek, olamazlığını kabul ederek dinden dönmek, irtidat etmektir. Burada aynı zamanda, “İsrâ' olayı rüyada olan bir durumdur” diyenlerin, o uyanık hâlinde olmuştur diyenlerin görüşlerine de bir bağlarıtı kurulmaktadır. Buna da bir taallûku bulunmaktadır. Bir de rüya rüyet yani görmekle tefsîr olunmuştur. Buna rüya diye isim vermesi, onu yalanlayanların sözü üzerinedir. Çünkü bunlar: “Belki de bu, senin görmüş olduğun bir rüyadır” diyorlardı. Bu, onların böyle bir durumu uzak bir şey olarak görmeleri sebebiyledir. Yani bu, tıpkı kafirlerin eşyayı kendi açılarından isimleriyle adlarıdırmaları gibi bir durumdur. Meselâ şu Âyetteki ifade gibi: “İbrâhîm onların iiahlarının-putlarınm yanma vardı.” (Saffât,91) Dikkat edilirse Hazret-i İbrâhîm müşriklerin ifadeleriyle, “Onların ilâhları..” diye söylüyor. Çünkü onlar, kendi kafalarınca putlara ilâh ismini koymaktadırlar. Yine, “Nerede benim ortaklarını” kavli gibi. (Nahl,27) Ya da sözkonusu rüya Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Mekke'ye gireceğine dair olan rüyasıdır. Fitneden kasıt Hûdeybiye'de meydana gelen durumdur. Eğer, Kur'ân'da zakkum ağacının larıetlendiği yoktur, diye sorarsan, sana cevap olarak şöyle derim: “Bu ağaçtan yiyecek olan larıetlenmiş kimseler demektir ki bunlar da kafirlerdir.” Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Sonra siz ey sapıklar, yalancılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı ondan dolduracaksınız.” (Vakıa, 51-53) Burada oraya gireceklerin larıetleneceklerini mecâzî bir anlamda nitelemektedir. Çünkü Araplar hoşlanmadıkları zararlı olan her yiyeceğe larıetli anlamında melun demektedirler. Çünkü lânet, Allah'ın rahmetinden uzak olmaktır. Lânet ise, cehennemin en alt tabakasında ve onun temelinde yer alan ve rahmetten de uzak olan en uç noktadır. 61Meleklere: Âdem'e secde edin! demiştik. İblîs'in dışında hepsi secde ettiler. İblîs: “Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!” “Meleklere: Âdem'e secde edin! demiştik. İblîs'in dışın da hepsi secde ettiler. İblîs: “Ben, dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!” Âyetteki, (.......) kelimesi temyizdir. Yahut da mevsulden hâldir. Buna etki eden amil de, (.......) kavlidir. Yani, “O bir çamurdan olduğu hâlde ben mi ona secde edeceğim?” demektir. Yani aslı çamurdan olan. 62Dedi ki: “Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım!” “Dedi ki: “Şu benden üstün kıldığına da bir bak!” Mana şöyledir: İblîs dedi ki, şu benden üstün olarak yarattığın varlıktan bir haber ver hele, neden dolayı onu benden üstün olarak yarattın? “Ben ondan daha hayırlı ve üstünüm. Çünkü Sen beni ateşten yarattın onu da çamurdan yarattın.” (Sad,76) konuş manın devamı niteliğinde olan âyetin bu kısmı burada ihtisar yani cümleyi kısa tutmak maksadıyla hazfedilmiştir. Çünkü zaten öncesi mananın gelişinin böyle olduğunu göstermektedir, bu bakımdan buna yer verilmemistir. Bu âyette (.......) kavlinde yer alan “Kef'harfinin i'rabtan mahalli yoktur. Sadece tekit olarak hitap maksadıyla zikredilmiştir. (.......) ise mefulün bihtir. Sonra şöyle sözüne başlamıştır: “Yemin ederim ki, eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında -ki onlar da ihlas sâhibi olan kimselerdir-, onun neslini kendime bağlayacağım!” Denildiğine göre her bin kişiden bir kişidir. Ancak melun İblîs bunu, bildirilme yoluyla öğrenmişti. Ya da İblîs Âdemoğullarının şehevi duygu lara sahip kimseler olarak yaratıldıklarını görmüştü, biliyordu. İşte bunun için öyle söylemişti. Kufe kırat okulu imâmları ve İbn Âmir, (.......) kavlini âyette görüldüğü gibi “Y” harfi olmaksızın okumuşlardır. (.......) deki lam harfi mahzûf olan kasem içindir. 63Allah buyurdu: Git! Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezâsı cehennemdir. Tam bir cezâ! “Allah buyurdu: Git!” Burada geçen, “git” ifadesi, gelmenin karşıtı olan git demek değildir. Ancak bu, şu anlama gelmektedir: “Önünden geleni ardına bırakma, rezil biri olarak seçtiğin bu rezilce işi yapmanda serbestsin, sana süre tanınmıştır. Bundan sonra Yüce Allah, onun bu kötü seçimini seçenlerin sonlarının nereye varacağını da şöyle buyurarak zikretmektedir: “Onlardan kim sana uyarsa, iyi bilin ki hepinizin cezâsı cehennemdir. Tam bir cezâ!” yani öyle bir cezâ ki ne cezâ! Aslında burada, (.......) yani “sizin ya da hepinizin cezâsı” ifadesi yerine, (.......) denmeliydi, Çünkü takdiri böyledir. Yani, “Onların ve senin cezân...” Daha sonra muhatap ifadesi gaip ifadesine baskın gelmekle, (.......) diye buyuruldu. (.......) kavli, gizli olan, (.......) ile mensûb kılınmıştır. 64Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle şaşırt; süvarilerinle, yayalannla onları yaygaraya boğ; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaadlerde bulun. Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vâdetmez. “Onlardan gücünün yettiği kimseleri davetinle -vesvese vermekle, şarkılar ve nağmelerle, çalgılarla- şaşırt;” Onları basite al, onları yoldan kaydır. (.......) kelimesi, birini hafife almak, basite indirmek demektir. “el-Fezz” kelimesi de, hafif ve basit manasına gelir. “Süvarilerinle, yayalannla onları yaygaraya boğ;” Yani fesat ehli, bozguncu bütün atlıların ve piyadelerinle onları toplayıp şamataya boğ, demektir. Âyette geçen, (.......) kelimesi atlılar, süvariler, motorize guruplar manalarına gelir. (.......) kelimesi de, yaya olarak yürümenin, piyade olmanın çoğul ismidir yani ism-i cemidir. Bunun benzeri de, (.......) ve (.......) kelimeleridir. Kırâat imâmlarından Hafs (.......) kavlini burada görüldüğü gibi okumuştur. Yani fâil manasında feilen olarak... tıpkı, ve (.......) gibi. Yani sen piyadelerini toplayarak saldır, üzerlerine üzerlerine var, manasındadır. Çünkü bu, aslında işleri toparlamak noktasında gücünü en son raddeye kadar ortaya koymak demektir. Yani atları-süvarileri yayalan ya da piyadeleri... Yine bu hususta, burada sözü edilenler, İblîse âit atılar ve yayalardır, diye denilmesi de câiz görülmüştür. “Mallarına, evlâtlarına ortak ol,” Zeccâc diyor ki: Mal ve çocuk konusunda her ma'siyette İblîs onların bu hususta ortağıdır. Meselâ faiz, haram kazanç, Bahire, Şaibe ismiyle” hayvanların haram kılınması gibi (Bak. Mâide sûresi ilgili âyet). Fâsıklık yolîannda harcama yaptırtmak, israf ve savurganlığa yönlendirmek, zekât vermelerine mani olmak gibi her konuda onların ortağıdır. Haram yollardan çocuklara sahip olmak, çocuklarına Abduluzza ve Abduşşems gibi put isimlerini vermek.. “Kendilerine vaadlerde bulun.” Onları yalan vaatlerle, ilâhlarınız size şefâatçi olacak türünden uydurmalarla, Allah'a karşı soylu neseplerle üstünlük taslamak türünden palavralarla, dünyayı âhirete tercih ettirmekle ve benzeri vaatlerle yoldan saptınr. “Şeytan, insanlara, aldatmadan başka bir şey vâdetmez.” Yani hata ve yanlış olan şeyleri doğru imişler gibi süslü ve cazip ifadelerle bir vehim verdirmek suretiyle yoldaff çıkarmaktan başka bir şey söz veremez. 65Şurası muhakkak ki, benim (ihlâslı) kullarını üzerinde senin hiçbir ağırliğin olmayacaktır. (Onları) koruyucu olarak Rabbin yeter. “Şurası muhakkak ki, benim ihlâslı ve sâlih kullarını üzerinde senin -imanlarını değiştirmek gibi hiçbir gücün ve- hiçbir ağırliğin olmayacaktır.” Ancak onlara İsyanı ve ma'siyeti süslü, cazip gösterebilirsin. “Onları koruyucu olarak Rabbin yeter.” Onları senden korumak ve istiaze yoluyla senden uzaklaştırmak için onlar Rablerine dayanıp güvenirler, O'na tevekkül ederler. Bunların tümü tehdit içeren ve bu gibi durumlarda cezâlarıdırılmayı kapsayan emirlerdir. Ya da bu, bir aşağılamadır ki, yani bunlardan hiçbir şeyle mülkümü ihlal edecek değilsin. 66(Kullarını!) Rabbiniz, lütfuna nail olmanız için denizde gemileri sizin için yüzdürendir. Şüphesiz O, sizin için çok merhametlidir. “Kullarını! Rabbiniz, lütfuna nail olmanız -ticaret yaparak kar elde etmeniz- için denizde gemileri sizin için yüzdürendir -ve yüzdürmeyi kolaylaştırandır-. Şüphesiz O, sizin için çok merhametlidir.” 67Denizde başırııza bir musibet geldiğinde, Ondan başka bütün yaşardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski hâlinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür. “Denizde başırııza bir musibet geldiğinde,” boğulma korkusuyla yüz yüze geldiğinizde “O'ndan -Allah'tan- başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider.” Olaylarınızda, iş ve durumlarınızda kendilerini çağırıp durduğunuz vehminiz sebebiyle peşlerinden koşup dua ile çağırdıktanız hep ortadan kaybolup gidecekler. Yalnızca O yani Allah kahr. Artık öyle bir anda Allah'tan başkasına yakanp durmazsınız. Ya da, “kendilerine dua edip imdatlarını istediğiniz tüm ilâhlarınız sizden uzaklaşıp gidecek, yok olacaktır. Ancak umut beklediğiniz tek varlık ve yegane zât olarak Yüce Allah'ı arayacak, O'ndan imdat isteyeceksiniz. Yani burada istisna munkatı istisna olarak değerlendirildiğinde mana böyle olur. “O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, yine eski hâlinize dönersiniz.” Yani kurtulduktan sonra, bundan önceki samimi yakarışlarınızı bırakınız. “İnsanoğlu çok nankördür.” Yani kafir olan kimseler nankördürler.. 68O'nun, sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden, yahut başırııza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız. “O'nun, sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden, -kurtulduğunuza- emin misiniz?” Âyetin başında yer alan (.......) kavlindeki hemze inkâr anlamındadır. “F” harfi ise, mahzûf olan bir kelime üzerine ma'tûftur. Yani bu, “siz, kurtulup güvende olduğundan emin mi oldunuz ki, bu hâl sizi O'ndan yüz çevirmeye sevk ediyor” demektir. (.......) kelimesi, (.......) fiiliyle mensûb mefulün bihtir. Bu tıpkı Rabbimizin şu (.......) (Kasas,81) kavlinde geçen, (.......) ise hâldir.-Mana ise: “Kara tarafından yerin dibine geçirmeyeceğinden..” Yani siz o karanın üzerinde iken bulunduğunuz o kara parçasını alt-üst etmeyeceğinden...” demektir. İşin özeti şudur ki dünyanın her tarafı O'nun kudretinde eşittir. O'nun kudreti her tarafta caridir, geçerlidir. Bu yerler ister kara parçaları olsun, ister denizler olsun asla farketmez. Hepsi de helâk sebeplerinden birer sebeptirler. Yoksa sadece denizlerin bulunduğu yerler ve taraflar tehlikelidir, helâk edicidir, anlamında değildir. Halbuki denizlerde boğulma tehlikesinin yanında kara parçalarında da yere batma, yerin dibine geçme durumu vardır. Çünkü, (.......) kelimesi toprağın altına gömülüp kaybol maktır. Boğulma olayı ise suyun altında boğulup yok olmaktır. Halbuki akıllı kimseye düşen görev, Allah'a karşı olan korkusunu her tarafta ve her yerde, karada olsun, denizlerde olsun eşit olarak tutmasıdır. Birinde güvence var, diğerinde yok demek değildir. Kısaca her nerede olursan ol, Allah korkusunu unutma. “Yahut başırııza taş yağdırmayacağından...” (.......) kelimesi taş savuran rüzgar, kasırga ve taş yağmuru anlamlarına gelir. Yani rüzgar ile sizi taşlamak.. Yani eğer ayaklarınızın altındaki yerleri yerin dibine geçirmekle size bir felaket ve helâk vermese bile, kesinlikle göndereceği bir rüzgar sayesinde üzerinize taşlar yağdırmaktan kendinizi güvencede mi sanıyorsunuz? “Sonra kendinize -sizden bela ve felaketleri, musibetleri önleyecek- bir koruyucu da bulamazsınız.” 69Yahut O'nun, sizi bir kez daha oraya (denize) gönderip üzerinize bir kasırga yollayarak, inkâr etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz? Sonra, bundan dolayı kendinize (intikamınızı almak için) bizi arayıp soracak bir destekçi de bulamazsınız. “Yahut O'nun, sizi bir kez daha oraya, denize gönderip üzerinize bir kasırga yollayarak, inkâr etmiş olmanız sebebiyle sizi boğmayacağından emin misiniz?” Yoksa siz, yeniden sizi oraya, denizlere gönderecek güçlü nedenler var ederek ve oradan bolca gerek duyduğunuz ihtiyaçlarınızı sağlayıp tekrar dönmenizden, kendisinden daha önce kurtulup karaya çıkmakla yüzçevirip unuttuğunuz o denizlerde, sırf sizden intikam almak maksadıyla yeniden yolculuk yaptırtarak üzerinize bir kasırga, bir rüzgar fırtınası gönderip şiddetli bir ses ile veya gemilerinizin direklerini kırarak siz, inkâr ettiğiniz ve nankörlükte bulundu ğunuz nimetler sebebiyle orada boğulmaktan kendinizi güvencede mi sandınız? Kasifli rüzgar demek, şiddetli ses ve gürültü çıkaran, gemilerin direklerini kıran, gemilerin alabora olmasına neden olan çok şiddetli kasırga demektir. Nimetlere karşı nankörlük etmeleri ise, sizi kurtardığımız zaman yüz çevirip Bizi unutmanız ve eski durumunuzu sürdürmenizdir. “Sonra, bundan dolayı kendinize intikamınızı almak için bizi arayıp soracak bir destekçi -bir yardım isteyeceğiniz bir kimse- de bulamazsınız.” Bu, tıpkı, (.......) (Bakara,178) kavli gibidir. Yani talep ve istekte bulunabilecekleri bir kimseyi de... demektir. Mana şöyledir: “Biz, onlara yapacağımızı yaparız. Sonra da onlar, bizim onlara yaptıklarınıizdan ötürü öç almak maksadıyla bize karşı bir sorgulama yapacak, bizim tarafımızdan yapılanlara karşı bir intikam alacak birilerini de bulamazsınız.” Bu âdeta Rabbimizin şu kavline benzer: (.......) (Şems,15) Kırâat imâmlarından İbn Kesîr ve Ebû Amr, (.......) , (.......) , (.......) , (.......) ve (.......) kelimelerini burada verdiğimiz gibi hepsini nun harfiyle okumuşlardır. 70Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahihi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarınıızın birçoğundan cidden üstün kıldık. “Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sâhibi kıldık.” İnsana verdiğimiz akıl, konuşma, yazı yazma, güzel şekil ve suret, normal bir boy, hem dünya ve hem âhiret işleriyle ilgilenme, başkalanna egemen olma, eşyanın önün emrine verilmesi ve elleriyle yemek yemesi gibi özelliklerle üstün ve saygın kıldık. Harun Reşit'ten rivâyete göre: “Kendisi bir yemek ziyafeti hazırlatır. Yemek İçin kaşık istetir. Bu sırada İmâm Ebû Yûsuf da oradadır. İmâm Ebû Yûsuf bunun üzerine Harun Reşid'e şöyle der: Senin deden İbn Abbâs’ın -Allah ondan râzı olsun- tefsirinde, Yüce Allah'ın (.......) kavli şöyle tefsîr edilmiştir: Biz onlara parmaklar verdik, onlar parmaklarıyla yemek yerler. Bu arada kaşıklar getirilir, ancak o kabul etmez ve yemeği parmaklarıyla-elleriyle yer.” “Onları, çeşitli nakil vasıtalar ile karada -karada hayvanlarla ve diğer araçlarla- ve denizde -gemilerle- taşıdık;” “kendilerine güzel güzel rızıklar verdik;” türlü tat ve lezzette rızıklar verdik ya da ellerinin kazancıyla çeşitli rızıklar sunduk, “yine onları, yarattıklarınıızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” Yani hepsine... Bu tıpkı, “Ve Ekseruhum kazibun” (Şuara,223) kavli gibidir. Hasen-ı Basrî de: “ Yani onların hepsini, demektir” demiştir. Yine, “Ve ma Yettebiu ekseruhum illâ zannen” (Yûnus,36) kavli gibi. Keşşaf tefsirinde, “ekser-çoğu” kelimesinden murat hepsinden, tümünden demektir, diye zikredilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den şöyle rivâyet olunmuştur: “Allah katında mü’min kimse meleklerden daha saygın ve daha üstündür.” Bak. İbn Mâce,3947 Çünkü bunun böyle olma nedeni, melekler sadece ve sadece taat için yaratılmışlar, görevleri budur. Onlarda akıl var ama şehvet olayı yani erkeklik ve dişilik yoktur. Hayvanlarda ise akıl yok fakat şehvet vardır. Halbuki Âdemoğlunda bunun her ikisi de vardır. Kim aklını şehvetine baskın kılar, aklını şehvetten önde tutarsa, bu kimse meleklerden daha üstündür. Kim de şehvetini öne çıkarıp aklını bastınr ve akla göre hareket etmezse o kimse de hayvanlardan daha kötüdür. Çünkü Yüce Allah bütün bunları insanlar için yaratmıştır ve insanı da kendi” nefsi için yaratmıştır. 71Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar. “Her insan topluluğunu önderleri ile birlikte çağıracağımız o günde” Âyetteki, (.......) kelimesi, (.......) fiiliyle mensûbtur. (.......) kavlindeki “B” harfi ise,hâl içindir. Cümlenin takdiri şöyledir: “O günde herkesi önderleriyle, liderleriyle bir arada, karışık olarak çağırırız.” Yani Peygamberlerden kimi kendilerine örnek edinmişler, dinde kimi öncü kabul etmişler, ya da hangi kitaba veya dine mensuplar ise o kimselerle ve mensubu bulundukları inançlarıyla çağrılacaklardır. Meselâ; Ey filân kimsenin tabileri! Ey Filân dinin mensupları veya ey şu kitabın sahipleri gibi kendilerine seslenilecektir. Denilmiştir ki, herkes amellerinin kitabı, amel defterleriyle çağrılacaktır. Meselâ, ey Hayır işleyen kitabın sâhibi, ey kötülük işleyen defterin sâhibi, gibi. “-Bu çağrılanlardan- kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak -sevaplarından en basit bir şey de bile bir eksiltme yapılmaksızın- amel defterlerini okuyacaklar.” Âyette kâfirler zikredilmedi, çünkü onların kitapları ya da amel defterleri sol tarafîanndan verilecektir. Nitekim bundan sonraki âyette de buna işaret edildiğinden ayrıca bunları zikretmeye gerek duyulmamıştır. Ayrıca âyette, (.......) denmiş olması, (.......) edatının çoğul manasında olması sebebiyledir. 72Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır. “Bu dünyada kör olan kimse âhirette de -aynen- kördür; üstelik -körlerden de öte- iyice yolunu şaşırmıştır.” Yani yolca onlardan da sapıktır. Âyette kör ifadesine yer verilmiş olması, basiretleri kapalı olan idrak yoksunu kimselerden istiâredir. Çünkü duyu organları dengesiz olan, bozuları, bu sebeple de kurtuluş yolunu bulamayanlar için bir istiâredir. Bunların dünyadaki körlükleri, ders alma ve ibret çıkar özelliklerini kaybetmiş olmaları demektir. Âhirette ki körlükleri ise, orada gerçeği görüp doğru yola yönelmelerinin kendilerine bir yarannın olmayacağıdır. Ayrıca bu âyette geçen âhiret körlüğü yani ikinci körlük, birincisine göre daha fazla bir körlüktür. Çünkü burada geçen ikinci (.......) kelimesi sıfat anlamında (.......) olmayıp ismi tafdildir. Bunun da delili, (.......) kavlinin atfedilmiş olmaşıdır. Nitekim kırat imâmlarından Ebû Amr birince (.......) kelimesini imaleli olarak okumuş ve ikincisini de Tefhim ila yani vurgulamak, kuvvetle seslendirmek suretiyle okumuştur. Çünkü Ef'aluttafdil denilen kelimelerin tamamı, (.......) ile gelir. Dolayısıyla bundaki elif harfi, kelime ortasında gelmiş hükmündedir ve bu bakımdan da imale kabul etmez. Halbuki birincisine bir şey taallûk etmemiştir ve bunun elifi, tarafta yani sonda gelmiştir bu itibarla da imaleye kalblonmuştur. Ancak Hamza ile Ali Kisâî her iki (.......) kelimesini de imaleli olarak okumuşlar, diğerleri ise her ikisini de tefhim ile yani vurgu yapmakla okumuşlardır. Kureyş topluluğu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den, rahmet âyetini azâba, azap âyetini de rahmete dönüştür ki biz de sana îman edelim demeleri üzerine işte şimdiki okuyacağımız âyet inmiştir. 73Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. “Müşrikler, sana vahyettiğimizden -emirlerimizden, nehiylerimizden, vadimizden ve vaidimiz-tehdidimizden- başka bir şeyi yalan yere -bizim söylemediğimiz bir şeyi aleyhimizde senin söylemen için- bize isnat etmen için -yani vadi tehdit olarak, tehdidi de vaat olarak göstermeni istedikleri için- seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar” Âyetin başındaki (.......) harfi şeddeli hâlinden hafifletilmiş halidir. (.......) kavlinde bulunan lam harfi ise, bununla nefi yani olumsuzluk manasına gelen (.......) harfinden ayırdetmek içindir. Mana ise şöyledir: “Durum neredeyse seni ... den saptıracak bir hale gelmişti.” Yani aldatmak suretiyle seni baştan çıkaracaklar, ayartacaklardı. “Ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi.” Yani sen onların isteklerine boyun eğmiş olsaydın, işte bu takdirde seni kendileri için candan dost kabul edeceklerdi. Sen de onlara dost olsaydın, mutlaka benim dostluğumdan çıkardın, dostluğumu kaybederdin. 74Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. “Eğer seni sebatkâr kılmasaydık,” Şayet Bizim seni kararlı, sabit kılmamız ve korumamız olmasaydı, “gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin.” Neredeyse birazcık onların tuzaklarına meyledip o tuzağa düşüverecektin. Bu ifade, Yüce Allah'ın peygamberini gayrete getirmesi ve onun kararlıliğinı önemini göstermesi içindir. 75O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bîr yardımcı da bulamazdın. “O zaman, -Eğer sen onlara en basit anlamda bir eğilim, bir yaklaşım içine girseydin- hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık;” Âyetteki, (.......) âhiret ve kabir azâbı anlamındadır. Bu her iki azâbı da katlayarak sana tatönrdık. Çünkü bulunduğun konum, saygınlık ve peygamberliğin bakımından suçun çok büyük olurdu. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azâbı iki katına çıkarılır.” (Ahzâb,30) Peygamber hanından için durum böyle olunca, acaba müşriklere basit anlamda meyledecek bir peygamber hakkında durum nasıl olur? Onu da siz değerlendirin, demek isteniyor. Sözün özü şöyledir: “Sana mutlaka hem hayatın ve hem ölümün azâbını tattırırdık.” Çünkü azap iki türdür. Bunlardan biri ölümle gelen azaptır ki bu kabirde sözkonusudur. Diğeri de âhiret azâbıdır ki, bu da cehennem ateşi azâbıdır. Azâbın kat kat yani, (.......) kelimesiyle nitelenmiş olması Rabbimizin şu kavlindeki gibidir: “Rabbimiz! Şunlar var ya, işte asıl bizi yoldan çıkaranlar, saptıranlar onlardır. Bu bakımdan onların ateşteki azâbım fazlasıyla kat kat olarak ver!” (A'raf,38) Burada sanki sözün aslı şudur: “Mutlaka sana henüz hayatta iken kat kat bir azap tattırırdık ve bir de ölümden sonra kat kat bir azap tattırırdık.” Daha sonra mevsûf hazfedilmiş, sıfat onun yerine. geçirilmiş ya da ikame edilmiştir. Bu da, (.......) kelimesidir. Daha sonra, sıfatın mevsûfa izafet şeklinde bu izafe olunmuştur. Böylece, (.......) denmiştir. Aynı zamanda, (.......) kavliyle dünya hayatının azâbı da muradolunmuş olabilmesi de câizdir. (.......) kavliyle de, hemen ölümü izleyen kabir azâbı ve cehennem ateşi azâbı kasdoîunmuş olabilmesi de câizdir. Ayrıca bir önceki âyette tuzak kunılmasından ve bunun azliğindan söz edilmiş olması, bunu ise her iki dünyada da kat kat şiddetli azap ile tehdit olarak izlemesi, şuna delildir: Çirkin ve kötü olan bir şeyin çirkinliği ve kötülüğü, onu işleyenin durumunun büyüklüğüne, makam ve konumuna, bulunduğu yere göre değerlendirilir. Nitekim bu âyet nâzil olunca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: “Allah'ım! Göz açıp kapayacak kadar beni nefsimle haşhaşa bırakma! “İbn Hacer; “Ben bu hadisi bulamadım, bunu Katâde'den Saiebi mürsel olarak rivâyet etmiştir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf;2/685 “Sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” Senden azâbı önieyecek bizim dışımızda kendin için başka bir yardımcı da bulamazsın. 76Yine onlar, seni yurdundan çıkarmak için nerdeyse dünyayı başına dar getirecekler. O takdirde, senin ardından kendileri de fazla kalanazlar. “Yine onlar, -Mekke halkı- seni -tuzaklarıyla, düşmanlıklarıyla rahatsız ve huzursuz ederek- yurdundan -Mekke'den- çıkarmak için nerdeyse dünyayı başına dar getirecekler.” “O takdirde, senin ardından sen gittikten sonra, senin oradan çıkarılmandan sonra kendileri de fazla kalanazlar.” Orada bâkî değiller. Onlar orada çok az bir süre kalabilecekler ve şüphesiz Allah onları helâk edecektir. Nitekim durum Yüce Rabbimizin buyurduğu gibi de gerçekleşmiştir. Zira Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Mekke'den çıkarılışından az bir süre sonra kendileri de Bedir’de helâk edilmişlerdir. Ya da mana şöyledir: “Eğer onları seni oradan çıkaracak olurlarsa mutlaka kendileri de kesin olarak babalarının ülkesinden kökleri kazmacaktır.” Kırâat imâmlarından Ebû Bekir Şube dışında Hafs, Hamza ve Kisâî, (.......) kelimesini âyette olduğu gibi okumuşlardır. İbn Âmir de aynı manada okumuştur. 77Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da budur.) Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın. “Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun da budur.” Yani her toplulu ğun peygamberi onların kendi içlerinden çıkarılıp gönderilmiştir. Allah'ın kanunu ise, karşı çıkanları helâk etmektir. (.......) kelimesinin mensûb olması, müekked mastann tekidiyle nasb edilmiştir. Yani bu, (.......) takdirindedir. “Bizim kanunumuzda hiçbir değişiklik ve tebdil bulamazsın.” 78Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar (belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını. Çünkü sabah namazı şâhitlidir. “Gündüzün güneş dönüp -güneşin zevaliyle, işte buna göre bu ifade beş namazın tümünü camidir, hepsini kapsamaktadır. Ya da batışıyla, buna göre bundan öğle ile ikindi namazı ortaya çıkar-, gecenin karanlığı bastırıncaya kadar bu da yatsı vaktidir. Çünkü, (.......) karanlık demektir, belli vakitlerde namaz kıl;” “bir de sabah namazını.” Çünkü, (.......) kavli mealde de ifade olunduğu gibi “Sabah namazı” demektir. Buna, “Kur'ân” diye ad verilmiş olması, -ki bu kırâat yani okumak anlamındadır- ve namazda kırâat ise, o namazın bir rüknü ve temelidir. Nitekim Rüku ve secde diye de isimlendirilmiştir. İşte bu âyet Ebû Abdurrahmân İbn Ulvan’ın yani Asam'ın (273/886) görüşünün aleyhinedir. Çünkü Asam'ın iddiasına göre namazda kırâat, namazın bir rüknü değildir. Yahut da buna, “Kur'ân” diye isim verilmesi, sabah namazında kırâatin uzun uzun olarak okunması sebebiyledir. Çünkü bu, (.......) yani namaz üzerine atfolunmuştur. “Çünkü sabah namazı şâhitlidir.” Yani sabah namazına gece ve gündüz melekleri birlikte tanıklık ederler. Gece melekleri sabahleyin görevleri gereği sabah namazına gelenleri gördükten sonra göğe çıkarlarken, bu sırada gündüz melekleri de yere inerler. Bir tür görev devir teslimi yaparlar. Bu olay gece divanının sona erip sabah divanının ya da meclisinin başlamasıdır. Yahut da genel olarak birçok insanların sabah namazında hazır bulunmaları sebebiyledir. 79Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir Nâfile olmak üzere namaz kd. Böylece Rabbinin, seni, övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin. “Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir Nâfile olmak -farz kılınan beş vakit namaza ek olarak ve sana mahsus olduğu- üzere namaz kıl.” Sana düşen bir görev de gecenin bir kısmında kalkıp namaz kılmandır. Teheccüd: Namaz kılmak için geceleyin uykuyu terketmek, demektir. Nitekim aynı zamanda uykudan uyanmaya da teheccüd denir. (.......) yani Kur'ân ile namaz kıl. Âyette, (.......) kavli, (.......) yerine konmuştur. Çünkü Teheccüd beş vakit namazın dışında fazla olan bir namaz demektir. Bu itibarla, gerek Teheccüd ve gerekse Nâfile kelimelerinin her ikisi de tek manayı, aynı anlamı toplamışlardır. Bu durumda mana şöyle oluyor: “Sana bir ganimet ve bir kazanç olmak üzere ya da diğer Müslümanlardan ayrı olarak özellikle sana beş vakit namaza ek olarak teheccüd-gece namazı da farz kılındı.” Çünkü Teheccüd namazı mü’minler için Nâfile olan bir namaz olup farz değildir. “Böylece Rabbinin, seni, Övgüye değer bir makama göndereceğini umabilirsin.” (.......) kavli zarf olarak mensûb kılınmıştır. Yani, “Böylece Rabbinin seni, kıyamet gününde, Makam-ı Mahmud denilen övgüye değer makama yerleştirir, ikamet ettirir.” Yahut da, (.......) kavli, (.......) manasını içermektedir. Bu da cumhura göre şefâat etme makamıdır. Nitekim buna dair gelen haberler-hadisler de bunu göstermektedirler. Yahut da, kendisine Livau'i-Hamd adlı sancağın verildiği makam anlamındadır. 80Ve ey Resûlüm! şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla; çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla. Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver. “Ve ey Resûlüm! Şöyle niyaz et: Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla;” Burada geçen, (.......) kelimesi mastardır. Yani, “Ey Rabbim! Gireceğim kabre benden hoşnut kalmış ve zellelerden arınıp tertemiz hale gelmiş olarak girme mi sağla” demektir. “Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla.” Yani, “Beni diriltip kabirden çıkardığında, benden memnun ve hoşnut kalmış olarak, ikram ve saygınlıkla karşılarıarak, kınanmaktan emin olarak çıkmamı sağla!” demektir. Bunun delili, öldükten sonra dirilme olayının zikredilmesinin ardından zikredilmiş olmasıdır. Bir tefsire göre de denilmiş ki, bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret ile emredilince nâzil olmuştur. Bununla Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Medineye girişi ve Mekke'den de çıkışı anlatılıyor. Ya da bu, herhangi bir iş olsun veya yer olsun oralara giriş ve çıkışta söylenmesi istenen ve her Müslüman için de uyulması gereken anlamda genel bir ifadedir. “Bana tarafından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” Bana muhalefet edenlere karşı katından bir hüccet ve delil bana ver. Ya da kafirlere karşı İslam'ı üstün kılacak olan bir mülk-varlık ve güçlü bir destek ver, onlara karşı benim üstün gelmemi, zafer kazanmamı sağla, demektir. 81Yine de ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur. “Yine de ki: Hak -İslam- geldi; bâtıl-şirk yıkılıp gitti, helâk oldu.” Ya da Kur'ân geldi, şeytan helâk oldu. “Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.” Aslında her zaman ve her yerde bâtıl yok olmaya, tarumar olmaya mahkûmdur. 82Biz, Kur'ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır. “Biz, Kur'ân'dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, mü’minler için -gönüllere, kalp hastalıklarına- şifa ve -sıkıntılardan kurtulmak, kusurları temizlemek, günahları örtmek için- rahmettir;” Hadiste şöyle buyurulmuştur: “Kur'ân ile şifa bulmayan kimseye Allah şifa vermesin!” Hafız diyor ki: Bunu Salebi tahric etmiştir. Bak. Haşiyetu'l-'Keşşaf;2/689 Darekutni de, Kenzu'l-Ummal, 28106 da geçtiği gibi el-Efrad kitabında rivâyet etmiştir.” Âyetin başındaki, (.......) kelimesini Ebû Amr şeddesiz olarak, (.......) diye okumuştur. Yine âyette geçen, (.......) edatı da tebyin yani açıklama içindir. “Zalimlerin -kafirlerin- ise yalnızca ziyanım -ve sapıklıklarını- artırır.” Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i ve ona gönderilenleri yalanlamışlar ve inkâr etmişlerdir. 83İnsana nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa İyice karamsarlığa düşer. “İnsana nimet -sağlık, sıhhat, afiyet ve bol imkanlar- verdiğimiz zaman -ya da Kur'ân ile inam da bulunduğumuz zaman- bizden -Allah'ı anmaktan- yüz çevirip yan çizer;” Âyette geçen, (.......) kavli, (.......) yüzçevirme manasını pekiştirmek, tekid etmek içindir. Çünkü bir şeyden yüzçevirmek demek, ona karşı yüzünü bir başka cihete döndürmek, ona bakmamak, onu önemsememek, demektir. (.......) ise, kişiye sırtım dönmek, ondan şefkatini esirgemek demektir. Ya da büyüklenme isteğidir. Çünkü büyüklenmek, kendisini büyük göstermek müstekbirlerin adetidir. (.......) kelimesini Hamza imaleli olarak okumuş, Ali Kisâî ise kesre ile okumuştur. “Ona bir de zarar ziyan -Meselâ fakir lik, hastalık veya herhangi bir musibet ya da felaket- dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer.” Allah'ın rahmetinden neredeyse umudunu tümüyle keser. Çünkü şiddetli bir yeis-umutsuzluk içindedir. 84Resûlüm! De ki: Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar. Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi bilendir. “Resûlüm! De ki: Herkes, -Her insan hidâyet ve dalalette durumu kime benziyorsa işte bu açıdan- kendi mizaç ve meşrebine -mezhebine, yoluna- göre iş yapar.” “Bu durumda kimin doğru bir yol tuttuğunu Rabbiniz en iyi büendir.” Kimin daha doğru mezhep ve görüş, kimin daha doğru bir yolda olduğunu Rabbiniz en iyi bilendir. 85Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir. “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” Yani bu, Rabbimin bildiği şeylerdendir. Cumhûr’a göre Ruh: Canlılarda var olan şeydir. Bunun mahiyeti, hakikati nedir, diye Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e sordular. O da (sallallahü aleyhi ve sellem), bunun Allah'ın bilgisi dahilinde olan bir iş olduğunu haber verdi. Yani Allah bunun bilgisini kendisine bırakmış, bu konuda detaya varan bilgi vermemiştir. Ebû Hureyre'den rivâyete göre, Hazret-i Peygamber ruhun mahiyetini bilmeden bu dünyadan göçüp gitti.” Hafız diyor ki: Bunu Vahidi, “el-Vasiyl” kitabında zikretmiştir. Bak. Haşiyetu'l Keşşaf, 2/690 Önceki ümmetler, ruhun mahiyetinin, ne olduğu üzerinde tüm ömürlerini tüketmişlerse de ve bütün mesailerini bunun üzerinde yoğunlaştırmışlarsa da buna rağmen ruhun mahiyetini anlamaktan âciz düşmüş lerdir. Bunun hikmetine gelince; aklın, kendisiyle mücavir olan, aynı olan bir yaratığın ruh mahiyetinin ne olduğunu idrakten acze düşmesidir. Kendisi gibi bir yaratığın mahiyetini anlamaktan âciz olan bir varlığın, kendisini yaratan zâtını idrakten elbette çok daha büyük bir acz içinde olduğunun bu, bir delili ve delili olmaktadır. İşte bunun içindir ki, ruhun tanımı hakkında şöyle denmiş veya cevap verilmiştir: Ruh; her canlının her parçasında da var olan dakik ve havai bir cisimdir. Yine denilmiş ki ruh; meleklerden de üstün ruhani olan büyük bir yaratıktır. İbn Abbâs'tan rivâyete göre, bu, Cebrâîl (aleyhisselâm) dır. Çünkü Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur: “(Resûlüm!) Onu Ruh'l-emin-Cebrâîl (senin kalbine) indirmiştir.” (Şuara,193) Hasen-ı Basrî'den rivâyete göre; Kur'ân bunun delilidir. Çünkü Kur'ân'da şöyle buyurulmuştur: “İşte böylece sana da emrimizle ruhu vahyettik.” (Şura,52) Çünkü ancak gönüller yani kalpler onunla hayat bulur. Ruh kalplerin hayatıdır. (.......) yani Rabbimin vahyindendir ve O'nun kelamı beşer kelamı değildir. Rivâyete göre Yahûdîler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) den bir takım soru sormaları için Kureyşlilere bir heyet gönderirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e Ashâbı-ı Kehif'ten, Zülkarneyn'den ve Ruhtan soru sormalarını söylerler. Haklarında soru soruları bu şeylerle ilgili olarak eğer Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hepsine de cevap verirse veya hiçbirine cevap vermezse, demektir ki o, peygamber değildir. Eğer sorulanların bir kısmını cevaplar ve bir kısmını da cevaplayamazsa, o peygamberdir, dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara iki olayı yani Ashâbı Kehf ile Zülkarneyn olaylarını ya da kıssalarını açıkladı. Ancak Ruh hakkındaki somlarını mübhem olarak bıraktı, tam olarak cevaplayamadı. Zaten bu durum Tevrât'ta da mübhem olarak zikredilmişti. Bunun üzerine sorduklarına pişman oldular. Çünkü böylece peygamber olduğu gerçeği onlarca bilinmiş oluyordu. Bir başka rivâyete göre soru, ruhun yaratılışıyla alâkalıdır. Yani ruh mahlûk mu? Yaratıları bir varlık mı? Değil mi? üzerindedir. Dolayısıyla, “Size ancak az bir bilgi verilmiştir.” Buradaki hitap genel bir hitaptır. Rivâyet olunduğuna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu söylediği zaman, onlar da demişler ki: “Bu ifadeye muhatap olanlar sadece biz miyiz? yoksa bizimle birlikte sen de bu hitaba dahil misin?” Hz, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onlara şu karşılığı verdi: “Aksine biz ve siz hepimiz bununla muhatabız, bu hitap hepimizedir. Bize pek az bir bilgi verilmiştir” Denildiğine göre bu hitap özellikle Yahûdîleredir. Çünkü Yahûdîler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e şöyle demişlerdi: “Bize Tevrât verildi. Onda hikmet vardır ve sen de şunu okudun: “Hikmet -faydalı ilim- kime verilirse, ona çok hayır (dünya ve âhiret hayrı) verilmiş demektir.” (Bakara,269) Kendilerine denildi ki, Allah'ın ilmi yanında Tevrât'taki ilim azdır.” Burada sözkonusu edilen azlık ve çokluk gibi ifadeler aslında izafi olan yani göreceli olan şeylerdendir. Meselâ Allah'ın kuluna verdiği hikmet, bizatihi kendisinde oldukça çok hayır bulunan bir şeydir veya çok olan hayrın ta kendisidir. Ancak bu, yüce Allah'ın ilmine izafe edilince, Onun ilmine nispetle bu oldukça azdır. Sonra Yüce Allah vahiy nimetine dikkat çekiyor ve bunun yanında, soruları sorular sebebiyle meydana gelen üzüntü verici tartışmalara karşı şu ayetiyle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e sabretmesini tavsiye ediyor. 86Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın. “Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız;” Buradaki (.......) kavli, şartın cezâsının yerine geçen mahzûf bir yeminin cevâbıdır. Bir de, (.......) edatının başına gelen lam harfi ise, Kasem içindir veya kasem için konmuş bir lamdır. Mana şöyle olmaktadır: “Eğer dikseydik Kur'ân'ı ortadan kaldırır ve onu Mushaflardan ve gönüllerden de silerdik de ondan bir tek iz bile bırakmazdık.” “Sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir koruyucu bulamazsın.” Yani o Kur'ân'ı ortadan kaldırdıktan sonra sen onu tekrar gönderilmesi ve yeniden satırlarda muhafazası için bize dayanıp güvenecek bir kimseyi de bulamazsın. 87Ancak Rabbinin rahmeti (sayesinde Kur'ân bâkî kalmıştır). Çünkü O'nun sana lütufkârliği çok büyüktür. “Ancak Rabbinin rahmeti sayesinde Kur'ân bâkî kalmıştır. Çünkü O'nun sana lütufkârliği çok büyüktür.” Yani meğer ki Rabbin sana merhamet buyursun. İşte o takdirde o Kur'ân'ı yeniden sana iade eder ve döndürür. Dikkat edilirse burada Allah'ın rahmet ve merhameti, Kur'ân'ın yeniden iadesi için dayanılıp güvenilecek şey olarak gösterilmiştir. Ya da buradaki istisna Munkatı istisnadır. Yani ancak Rabbinden gelecek olan bir Rahmet ve merhamet sayesinde Kur'ân'ı yok etmeyip kalıcı kılar. İşte bu gerçek sebebiyledir ki, yüce Allah'ın büyük lütuf ve ihsanından ötürü Kur'ân'ı, indirdiği şekliyle koruyup muhafaza edeceğini ve böylece bâkî kılacağı gerçeği Allah'tan bir ikramdır, bir ihsandır. Aşağıda tefsirini okuyacağımız âyet, Nadr adındaki şahsın ve benzeri kafir ve müşriklerin; “Eğer istersek buna benzer sözler düzmeyi biz de kesinlikle başarabiliriz.” (Enfal,31) demeleri üzerine nâzil olmuştur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: 88De ki: Andolsun, bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak üzere eğer insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler. “De ki: Andolsun, bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak üzere eğer insanlar ve cinler -yardımcı olmak için- bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (.......) kavli, mahzûf cevabın kasemidir. Eğer lam harfi kasem için olmamış olsaydı mutlaka şartın cevabı olması da câiz olurdu. Bu âdeta Şâir Züheyr İbn Ebû Sülemi'nin şu kavli gibidir: Çünkü şart mazi olarak gelmiştir. Yani, “Onlar belâgatta, nazminin güzelliğinde ve telifinde onun bir benzerini getirmek üzere birbirleriyle yardımlaşmış olsalar, birbirlerine arka da çıksalar yine de onun benzerini getirmekten mutlaka âciz kalırlardı” demektir. 89Muhakkak ki biz, bu Kur'ân'da insanlara her türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. “Muhakkak ki biz, bu Kur'ân'da insanlara her türlü misali -tekrarlayarak, cevaplayarak- çeşitli şekillerde anlattık.” Yani garabette ve güzellikte, şaşkınlıklar içerisinde bırakmakta ne varsa her örneği onlara gösterdik, söyledik. “Yine de insanların çoğu inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.” Tek bildikleri şey kesin inkâr olmuştur. Burada, (.......) kavIİ bu Şekilde câiz görülmüştür. “Darebtu İlla Zeyden” ise câiz görülmemiştir. Çünkü, (.......) keli mesi, olumsuz olarak tefsir edilmiştir. Sanki burada, “Onlar inkârcılıktan başka hiçbir şeye rıza göstermediler” denilir gibidir. 90Onlar: “Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.” “Onlar: “Sen, dediler, bizim için yerden -Mekke topraklarından- bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.” Bol su veren bir kaynak yani ardı arası kesilmeyecek, suyu hiç bitmeyecek olan bir kaynak (.......) kelimesi, “Yeful” kalıbında bir kelimedir. Suyun kaynayıp çıktığı pınar veya pınardan suyun kaynayıp çıkması demektir. Kufe kırâat okulu imâmları, (.......) kelimesini burada görüldüğü gibi şeddesiz olarak oku muşlardır. 91“Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.” “Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki? içlerinden -ortasından- gürül gürül ırmaklar akıtmalısın.” (.......) kavlindeki teşdit yani şeddeli oluşu, mastarını tasrih içindir. 92“Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmahsm veya Allah'ı ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin.” “Yahut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmahsın” Burada geçen, (.......) kelimesi, Nâfi ve Âsım tarafından bu şekilde sin harfini fethiyle okunmuş tur. Bu da parçalar hâlinde demektir. Meselâ; (.......) yani bana elbiseden bir parça ver, gibi. Bu iki imâmın dışındakiler ise bu kelimeyi sin harfinin sükunu ile okumuşlardır. Kelime, tıpkı, “Sidretun” ve “Sidrun” kelimeleri gibi (.......) kelimesinin çoğuludur. Bunların kastı şu âyette geçtiği şeydir: “Dilersek onları yere batırırız, ya da üzerlerine gökten parçalar düşürürüz.” (Sebe, 9) “Veya Allah'ı ve melekleri -söylediklerinin doğruluğuna şâhit ve kefil olmaları için- gözümüzün önüne getirmelisin.” Bu, tıpkı Şâir Frezdak’ın söylediği gibidir: Ya da, (.......) kelimesi, “Mukabüen” kelimesinin karşılığıdır. Tıpkı, “Aşiyr” kelimesinin “Muaşir” karşılığı olduğu gibi. Nitekim bunun benzeri şu ayettir: (.......) (Furkân, 21) ya da bu, (.......) kelimesi bir cemaat demektir ve bu kelime, (.......) kelimesinden hâldir. 93“Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.” Resûlüm! De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim. “Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın.” Yükselmelisin. “Bize, okuyacağımız -içinde senin doğruluğunu gösteren- bir kitap -gökten- indirmediğin sürece göğe çıktığına da asla inanmayız.” Sen göğe çıktın diye inanacak değiliz. Âyetteki, (.......) kavli, (.......) lafzının sıfatıdır. “Resûlüm! De ki: Rabbimi tenzih ederim. -Bu ifade, onların böyle olmayacak isteklerde bulunmaları üzerine bir taaccüp, bir hayret ifadesidir.- Ben, sadece beşer bir elçiyim.” Yani ben de diğer peygamberler ya da elçiler gibi bir peygamberim, bir elçiyim. Onlar da tıpkı sizin gibi beşer yani insan idiler. Peygamberler, içinde bulundukları topluluklarına Allah'ın kendilerine verdiği ve ümmetlerine göstermek için sunduğu âyet ya da mu'cizeler le gelmişlerdir. Yoksa ayetlerin veya mu'cizelerin getirilmesi benim elimde olan bir şey değildir. Bu, yalnızca Allah'a âittir. Size ne oluyor ki onu yapamazsan, şunu yap veya şunları şunları yap gibi bir muhayyerlikle karşı karşıya bırakıyorsunuz? Halbuki bu, benim ihtiyarımda olan bir şey değildir. İbn Kesîr ve İbn Âmir ise, (.......) kelimesini, (.......) diye okumuşlar. 94Zaten, kendilerine hidâyet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, “Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?” demeleri engellemiştir. “Zaten, -Mekke halkı- kendilerine hidâyet rehberi -peygamber ve Kur'ân- geldiğinde, insanların buna inanmalarını sırf, Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi?” demeleri engellemiştir.” Burada, (.......) kavli, (.......) kavlinin ikinci mefûl olması sebebiy le mahallen mensûbtur. (.......) kavli de, (.......) kavlindeki hemze inkâr içindir. Onların bu inkarları bir hikmet gereğidir. Yani bunlar Allah katında inkârcıdırlar. Çünkü Allah'ın hikmeti gereği, insanlara peygamber olarak bir meleği göndermeyeceği gerçeğidir. Ancak onları kendisi gibi olanlara veya peygamberlere elçi olarak gönderir. 95(Ey Resûlüm! Onlara şunu) söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik. “Ey Resûlüm! Onlara şunu söyle: Eğer yeryüzünde yerleşmiş -tıpkı insanlar gibi karar kılmış, burada yerleşmiş ve onlar gibi ayakları üzerinde- gezip dolaşan -kanatlarıyla göğe uçmayan ve oradakilerden bir şeyler dinleyip duymayan, Allah'ın ilminin gerektirdiği şeyleri de bilmeyen- melekler olsaydı,” Âyetteki, (.......) hâldir. “elbette'onlara gökten, -kendilerine hayır öğreten ve onları doğru yola yönlendiren- peygamber olarak bir melek gönderirdik.” Ancak insanlara gelince, melek ancak onların içinden peygamber olarak seçilmiş olan kimselere gönderilir. Seçilen bu peygamber de onların davetiyle ilgili görevlerini yapar ve insanları irşat eder. (.......) ve kelimelerinin berikisi de (.......) kelimesinden hâldirler. 96De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şâhit olarak Allah kâfidir. Zira O, kullarını hakikaten bilip görmektedir. “De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şâhit olarak Allah kâfidir.” Yani benim gönderilmiş olduğum şeyi size tebliğ ettiğim ve sizin de onu yalanladığınız ve inatçılık edip direndiğiniz konusunda aramızda şâhit olarak Allah yeter. (.......) kelimesi hâl olabileceği gibi temyiz de olabilir. “Zira O, kullarını -uyaranları da uyanlanları da- hakikaten -her hallerini- bilip -her fiillerini de- görmektedir.” İşte Allah buna göre onları cezâlarıdıracaktır. Bu, Resûlüllahnü teselli ve kâfirleri de tehdit ve korkmayı içeren bir ifadedir, ayettir. 97Allah kime hidâyet verirse, işte doğru yolu buları odur; kimi de hidâyetten uzak tutarsa, artık onlara, Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir hâlde yüzükoyun hasrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça onun alevini artırırız. “Allah kime hidâyet verirse, işte doğru yolu buları odur;” Yani kişiyi hidâyete, doğru yola götüren şeyleri kabul etmeye Allah kimi muvaffak kılarsa, işte Allah katında hidâyete eren odur. Âyette geçen (.......) kelimesini kırâat imâmlarından Ya'kûb ve Sehl, (.......) harfiyle, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Vasl yani geçiş hâlindeki okuyuşta Ebû Amr ile Nafı ve Ebû Cafer bu ikisine kâtilmışlardır. “kimi de hidâyetten uzak tutarsa,” Kimi de rezil eder ve hatta şeytanın vesveselerinden önce de olsa, korumasa “Kıyamet gününde -tıpkı dünyada olduğu gibi, nasıl ki gerçekleri görmezlikten geldilerse, nasıl ki hakkı konuşmamışlarsa ve nasıl ki kulaklarını hakkı dinlemekten uzak tutup işi sağırlığa dökmüşlerse- onları kör, dilsiz ve sağır bir hâlde yüzükoyun hasrederiz.” Yani yüzüstü süründürerek huzurda toplarız. Bu ifade aynen; “O gün yüzüstü ateşe sürüklendiklerinde...” (Kamer,48) kavli gibidir. Dünyada halleri bu olanların haliyle âhirette de aynı olacaktır, gözlerinin ikrar ettiğini görmezler, kulaklarınm dinlediklerini işitmezler, onlardan kabul edilecek gerçekleri konuşamazlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Yüzü koyun nasıl yürüyecekler?” diye sorulması üzerine, şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz onları ayakları üzerin de yürütmeye kâdir olan Allah, elbette onları yüzüstü de yürütmeye kâdirdir.” “Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça -ateşin şiddeti dindikçe, sönmeye yüz tuttukça- onun alevini artırırız.” 98Cezâları işte budur! Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr etmişler ve: “Sahi bizler, bir kemik yığını ve kokuşmuş toprak olduktan sonra yeni bir yaratılışla diriltilmiş mi olacağız?” demişlerdir. (.......) Cezâları işte budur! Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr etmişler ve: Sahi bizler, bir kemik yığını ve kokuşmuş toprak olduktan sonra yeni bir yaratılışla diriltilmiş mi olacağız?'demişlerdir.” Onların bu azapları, öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr etme leri sebebiyledir. Yüce Allah, bunları cezâ olarak, tüm vücut organlarının cehennem ateşi tarafından yenmesi için ateş onlara musallat kılmıştır. Sonra o organlarını yeniden iade edecek ve cezâ böylece kesilmeksizin sürüp gidecektir ki, öldükten sonra yeniden dirilmenin ne olduğunun üzüntüsünü iyice yaşasınlar içindir. 99Düşünmediler mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin benzerini yaratmaya da kâdirdir! Allah, onlar için bir vâde takdir etti. Bunda şüphe yoktur. Ama zalimler, inkârcılıktan başkasını kabullenmediler. “Düşünmediler -görüp bilmediler- mi ki, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah, kendilerinin benzerini -benzeri insanları- yaratmaya da kâdirdir!” “Allah, onlar için bir vâde -ölüm veya kıyamet- takdir etti. Bunda şüphe yoktur.” “Ama zalimler, bütün apaçık delillere rağmen- inkârcılıktan başkasını kabullenmediler.” 100De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır! “-De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız,” Yani nzkı ve yaratıklarına âit diğer nimetleri size bıraksaydı, harcama yetkisini size verseydi... (.......) kavlinin takdiri şöyledir: “Eğer siz sahip olsaydınız.” Çünkü, V” kelimesi, isimlere değil fiillere dahil olur. Bu itibarla mutlaka bundan sonra bir fiil bulunmalıdır. İşte bu bakımdan, (.......) kelimesi şart kuralı yani tefsîr şartı gereği gizli kalmış ve muttasıl zamîr olan vav harfi, munfasıl zamîr olan, (.......) zamîrinden bedel kılınmıştır. Çünkü burada lâfza muttasıl olan şey düşmüştür, ibârede yer almamıştır.(.......) zamîri de muzmer fiilin failidir. (.......) de bunun tefsiridir. İşte işin bu yönü, i'rab ilminin gerektirdiği husustur. Ancak Beyan ilminin gereklerine göre ise; burada, (.......) kelimesi aslında hususiliğe ve özelliğe delalet içindir. Çünkü insanlarda özellikle cimrilik ve aşırıya gidecek şekilde pintilik vardır. Bu durum onların şaşmaz özelliğidir. “Harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!” Harcama suretiyle bitip tükenir diye bu korku ve endişe ile kesinlikle cimrilik edip hemen hemen bütünüyle kısma yolunu seçerdiniz. Fakat insan oğlu gerçekten pek cimridir. 101Andolsun biz, Mûsa'ya açık açık dokuz âyet verdik. Haydi İsrâ'il oğullarına sor. Mûsa onlara geldiğinde Fir'avun ona, “Ey Mûsa! dedi, senin büyülenmiş olduğunu saniyorum!” “Andolsun biz, Mûsa'ya açık açık dokuz âyet verdik.” İbn Abbâs'tan rivâyete göre -Allah her ikisinden de râzı olsun- bunları şöyle zikretmiştir: Asanın yılarıa dönüşmesi, elinin bembeyaz olarak parlaması, çekirge, kımıl -ürünleri yeyip bitiren bir tür böcek- ya da bit, kurbağa, kan, taş-kayadan su çıkartması, deniz den -yarılması ile- İsrâ'il oğullarını geçirip kurtarması, İsrâ'il oğullarının üstüne Tûr dağını kaldırıp îman etmemeleri hâlinde bunun üzerlerine düşürüleceği gibi âyetler ya da mu'cizelerdir. Hasen-ı Basrî'den rivâyete göre bu âyetler: Tufan, kıtlık, ürünlerin azalması, taşırı bulunduğu yer, deniz ve Tûr gibi ayetlerdir.” Haydi İsrâ'iloğullarına sor.” “Biz ona dedik ki, îsrail oğullarına sor, onlara Fir'avun hakkında sor ve kendilerine de ki: “İsrâ'il oğullarını benimle birlikte gönder...” (A'raf,105) “Mûsa onlara geldiğinde Fir'avun ona,” kavli, mahzûf olan bir kavle müteallik bulunmaktadır. Yani: “Biz ona dedik ki onlara sor, Mûsa onlara gelince... “Ey Mûsa! dedi, senin büyülenmiş olduğunu saniyorum!” Hepsini büyüleyip kafalarını karıştırdın. 102(Mûsa Fir'avun'a:) “Pekâlâ biliyorsun ki, dedi, bunları, birer ibret olmak üzere, ancak, göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ey Fir'avun! Ben de senin hakikaten mahvolduğunu saniyorum!” “Mûsa Fir'avun'a: “Pekâlâ biliyorsun ki, dedi, bunları, -bu âyet ve mu'cizeleri- birer ibret olmak üzere, ancak, göklerin ve yerin Rabbi -yaratıcısı- indirdi.” Buradaki, (.......) kelimesi hâldir. Yani açık ve meydanda olduğu hâlde indirdi. Ancak sen inatçılık ediyorsun. Bunun bir benzeri de şu ayettir: “Kendileri de bunlara kesin olarak ve yakinen îman ettikleri hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları inkâr ettiler.” (Neml,14) Kırâat imâmlarından Ali Kisâî, (.......) kelimesini, “Âlimtu” olarak zamme ile yani mütekellim siygasıyla okumuştur. Yani, “Senin anlattığın gibi ben büyülenmiş biri değilim. Aksine ben olayın doğruluğunu bilen biriyim. Aslında bu âyetleri ve mu'cizeleri indiren de göklerin ve yerin Rabbidir. Daha sonra Hazret-i Mûsa Fir'avun'un kendisi hakkındaki zannını ve düşüncesini şu kavliyle başına çarptı, onu uyardı: “Ey Fir'avun! Ben de senin hakikaten mahvolduğunu saniyorum!” Sanki şöyle demektedir: “Eğer sen beni büyülenmiş biri olarak sanıyorsan, ben de senin helâk olduğunu bılıyorum. Dolayısıyla benim zannım yani bilmiş olmam, senin zannm yanında en doğru olanıdır. Çünkü benim zannımm, söylediklerimin bir takım işaretleri ve emareleri bulunmaktadır. Bunlar da, senin de doğruluğunu bildiğin gerçekleri inkâr etmiş olmandır. Bütün açıkliğina ve netliğine rağmen Allah'ın gösterdiği âyetler ya da mu'cizeler karşısında büyüklenmekte direnmendir. Bir de bu gerçeği de biliyorsun. Senin zannına gelince kesin olarak yalandır, aslı ve astan yoktur. Çünkü, benim davamın ya da işimin doğruluğunu bildiğin hâlde, buna rağmen, “Sen büyülenmiş birisin” demen senin kesin olarak yalan söylemendir ve yakan bir ifadedir. İmâm Ferrâ' demiş ki: (.......) demek, hayırla alakası olmayan, hayırdan uzak duran demektir. Bu ifade, (.......) cümlesine benzer ki, yani seni meneden, sana engel olan, bundan alıkoyan nedir? anlamındadır. 103Derken, Fir'avun onları ülkeden çıkarmak istedi. Bu yüzden biz onu ve maiyetindekilerin hepsini (denizde) boğduk. “Derken, Fir'avun onları ülkeden -Mısır'dan- çıkarmak -veya onları öldürmek ve köklerini kazımak suretiyle yeryüzünden silmek-İstedi.” Yani Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ve kavmini.. “Bu yüzden biz onu ve maiyetindekilerin hepsini denizde boğduk.” Allah da onu kendi kurduğu tuzağıyla kuşatarak kendisini kıptisiyle birlikte ülkesinden çıkarıp boğulmalarını sağladı. 104Arkasından da İsrâ'il oğullarına dedik ki: “O topraklarda oturun! Âhiret vâdi tahakkuk edince, hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.” “Arkasından -Fir'avun'dan sonra- da İsrâ'il oğullarına dedik ki: -Fir'avun'un sizi çıkarmak istediği- O topraklarda oturun!” “Âhiret -kıyamet- vâdi tahak kuk edince, hepinizi -sizi de onları da beraberce- toplayıp bir araya getireceğiz.” Sonra da aranızda hüküm vereceğiz. Böylece iyi olanlarınızla kötü olanîannızı ayırt edeceğiz. (.......) kelimesi, farklı kabilelerden bir araya toplarıan cemaatler demektir. 105Biz Kur'ân'ı hak olarak indirdik; o da hakkı getirdi. Seni de ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. “Biz Kur'ân'ı hak olarak indirdik; o da hakkı getirdi.” Biz Kur'ân'ı ancak hikmetle indirdik. Onda inen ne varsa, mutlaka hakkı ve hikmeti beraberce taşımaktadır. Çünkü Kur'ân haynn ya da iyiliğin her çeşidine insanı yönlendirmeyi kapsam olarak içeren bir kitaptır. Ya da biz onu gökten sadece hak ile ve hakkı içeren, melekler tarafından korunan ve gözetim altında tutulan bir kitap olarak indirdik. Çünkü Kur'ân, şeytanların onun üzerinde oyun oynamasından, tahrif ve tebdillerinden korunmuş bir hâlde Resûlüllahne indirilmiştir. Ravi diyor ki:Muhammed İbn Semmak rahatsızlandı, şikayeti vardı. Ona âit suyunu alıp, bu suyu bir Hıristiyan doktora götürdük. Derken güzel yüzlü, temiz şimali ve mis kokan, tertemiz giysili bir adam biz karşıladı ve bu adam bize: “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu. Biz de filân doktora gidiyoruz, ona İbn Semmak’ın suyunu göstereceğiz, diye kendisine söyledik. Bizim bu sözlerimiz üzerine şaşkınlığını gizlemeyip bize: “Sübhanellah! Siz Allah'ın düşmanından Allah’ın bir velisini iyileştirmesi için yardım etmeye gidiyorsunuz demek ha! Hemen o suyu yere dökün ve İbn Semmak'a dönün, kendisine deyin ki: Elini vücûdunun ağnyan yerine koy ve (.......) âyetini oku. Sonra da adam kaybolup gitti. Biz de geri döndük, İbn Semmak'ın yanma vardık ve bize söylenenleri ona bildirdik. O da hemen ağnyan yerine elini koydu ve adamın tarif ettiği gibi âyeti okudu ve o andan itibâren ağnsı kesildi. Sonra da dedi ki, size bunu söyleyen Hızır (aleyhisselâm) idi. “Seni de ancak -cennetle- müjdeleyici ve -cehennemden de- uyarıcı olarak gönderdik.” 106Biz onu, Kur'ân olarak, insanlara dura dura okuyasın diye (âyet âyet, sûre sûre) ayırdık; ve onu peyderpey indirdik. “Biz onu, (Kur'ân) olarak, insanlara dura dura -içlerine sindire sindire- okuyasın diye âyet âyet, sûre sûre ayırdık;” etraflıca anlattık veya onunla hak ile batılı birbirinden ayırdık. “Ve onu peyderpey -gelişen olaylara göre- indirdik.” 107De ki: Siz ona ister inanın, ister inanmayın; şu bir gerçek ki, bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur'ân) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. “De ki: Siz ona ister inanın, ister inanmayın;” Yani tercihinizi ya ebedî nimetlerden yana koyup nefsiniz için bunu seçin veya acıklı azaptan yana koyar, onu seçin. Sonra durumu şu gerekçe İle açıklıyor: “Şu bir gerçek ki, bundan -Kur'ân dan- önce kendilerine ilim -Tevrât- verilen kimselere” “O Kur'ân okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar.” Buradaki, (.......) kelimesi hâldir. 108Ve derlerdi ki: Rabbimizi teşbih ederiz. Rabbimizin vadi mutlaka yerine getirilir. “Ve derlerdi ki: Rabbimizi teşbih ederiz. Rabbimizin vâdi mutlaka yerine getirilir.” Bu, “İster O'na îman edin, ister etmeyin” kavli üzerine söylenmiş ve kesin olarak Allah'ın vadinin gerçekleşeceğini bildiren bir hükümdür. Yani ondan kimileri yüz çevirip eğer ona îman etmemişlerse, Kur'ân'ı da doğrulayıp tasdik etmemişlerse., haklarında elbette Allah'ın vadi yerine getirilir. Onlardan hayırlı olanlar ise, kitapları okuyup da onlara îman edenlerdir, Kur'ân'ı tasdik edenlerdir ve Kur'ân kendilerine okununca derhal yere kapanıp secde edenlerdir. Allah'ın emri gereği ve O'na tazim için O'nu takdis ve tenzih edenlerdir. Allah tarafından indirilmiş olan kitaplarda yer alan hükümleri ve orada vadedilenleri de uygulayanlardır. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in peygamber olarak gönderileceğini müjdesine ve ona Kur'ân indinleceği haberine inanıp buna göre hareket edenlerdir. Çünkü burada söz konusu edilen vaatten murat da zaten budur. Âyette geçen, (.......) harfi, (.......) manasındadır. Bu da fiili tekid etmektedir. Nitekim, (.......) ve (.......) edatları da ismi tekid etmektedirler. Nitekim (.......) edatı lam harfiyle de tekit olunmaktadır. Meselâ; (.......) (Saffât,127) İşte burada da, (.......) edatı, (.......) kelimesindeki lam harfiyle tekid olunmuştur. 109Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur'ân okumak) onların saygısını artırır. “Ağlayarak yüz üstü yere kapamrlar.” Âyette geçen çeneleri üstü yere kapanırlar, demek, yüzüstü yere düserler, kapanırlar, demektir. Âyette özellikle “Çene” sözcüğünün kullanıl mış olması, secde sırasında insan yüzünün yere en yakın olan kısmı çene kısmıdır. Bu açıdan böyle gelmiştir. Nitekim yüzü koyun yere serildi, çenesinin üstüne düştü, Yüzüstü düştü, çenesi için düştü” tabirleri hep bu manayadır. Cümlenin (.......) cer edatı ile kullanılması ile yine cer edatı olan “Lam” harfiyle kullanılmasının manasına gelince bu da şöyledir: (.......) cer edatı ile kullanılması konusu gayet açık olarak bilinmektedir, bunun izahına gerek yoktur. Ancak “Lam” cer edalıyla kullanılmasına gelince, sanki bu harfi getirmekle, çene ile yüzü yere kapanmak, yüzükoyun yere serilmek için var etmiş gibi bir anlam yer almaktadır. Sanki çene ile yüz sırf bunun için tahsis edilmiş gibidir. Çünkü cer edatı olan lam harfi ihtisas içindir yani aidiyet bildirir. kelimesinin âyetlerde tekrar edilmiş olması, durumların farklıliği sebebiyledir. Her ikisi de hem secde hallerinde yere kapanmayı, hem de ağlarken yere kapanmayı içermektedir. Yani onlar secdeye varırlarken yüzükoyun yere kapanırlar, ağlarlarken de yüzükoyun sürünerek ağlarlar, demektir. “Kur'ân okumak onların saygısını artırır.” Ya ni gönüllerini yumuşatır, gözlerini de hep nemli yani ağlamaklı tutar. 110De ki: “İster Allah deyin, ister Rahmân deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır.” Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut. “De ki: “İster Allah deyin, ister Rahmân deyin.” Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in Ya Allah, Ya Rahmân, diye söylediğini duyduğu zaman, “Muhammed bizim iki ilaha tapmamızı yasaklarken, Halbuki kendisi başka bir ilaha da tapmaktadır” demiş. İşte bu âyet bu nedenle nâzil olmuştur. Bir diğer rivâyete göre bu âyet kitap ehli hakkında nâzil olmuştur. Çünkü bunlar Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Sen, Allah'ın ismi olan Rahmân ismini çok az zikretmektesin. Halbuki Tevrât'ta, Allah, bu Rahmân ismini daha çok zikretmiştir” dediler. İşte âyet bunun üzerine nâzil olmuştur. Âyette geçen çağırma yani dua ifadesi, isimlendirmek anlamındadır. Yoksa seslenmek, manasında değildir. Yine âyette geçen, (.......) kelimesi muhayyerlik içindir. Yani ister Allah'ı bu isimle anın, ister diğer isimle anın hiç farketmez. Ya da ister bunu zikredin, söyleyin, ister şunu zikredin, söyleyin, demektir. “Hangisini deseniz olur.” Tenvîn Muzâfun ileyh yerine gelmiştir. (.......) harfi tekit için ziyade kılınmıştır. (.......) kelimesi, (.......) fiiliyle mensûbtur. Ve (.......) kelimesi de, (.......) ile meczumdur. Yani bu iki isimden hangisini söylerseniz söyleyin, ve hangisiyle adlandınrsanız adlarıdırın, demektir. “Çünkü en güzel isimler O'na hastır.” Burada, (.......) kavlindeki zamîr Yüce Allah'ın zâtına râcidir. “F” harfi de şartın cevabıdır. Yani hangi isimle çağırır ve dua ederseniz, o da güzeldir. Çünkü, (.......) bu anlamda zikredilmiş ve konulmuştur. Çünkü, Allah'ın her ismi mademki güzeldir, bu iki isim de haliyle aynen güzeldir. Zira bu iki isim Allah'ın diğer isimlerimden olan isimlerdir. Bunun “İsimlerin en güzeli olmasının” manası ise; çünkü tüm bu isimlerde yücelik, azamet, kudsiyet, tazim ve temcid gibi manaları kapsamaları sebebiyledir. (.......) Namazında yüksek sesle okuma;” Yani namaz kılarken yüksek bir sesle Kur'ân okuma. Burada muzaf hazfolunrnuştur. Çünkü bu ifadeye bir başka mana karışmaz. Zira açıktan yüksek ses ile hafif-alçak sesle nihâyetinde iki sıfattırlar, sonuçta her ikisi de ses için kullanılmakta, başka şey için değil. Namaz ise bir takım fiillerden ve zikirlerden ibâret olan bir ibâdet şeklidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) okurken sesini yükseltirdi. Müşrikler bunu duydukları zaman, gürültü çıkarıp Kur'ana hakaret ediyorlardı. İşte bu nedenle daha alçak bir sesle Kur'ân okuması kendisine ernrolundu. Buna göre mana şöyledir: Müşriklerin duyabileceği tarzda yüksek bir sesle okuma!” “Onda sesini fazla da kısma;” Yani arkanda olan cemaatin duyamayacakları kadar da sesini alçaltma. “İkisinin arası bir yol tut.” Yani ne fazla yüksek sesle ne de büsbütün sessiz olarak değil, ikisinin ortası olan bir ses tonuyla oku. Yahut da bunun manası şöyledir: “Bütün namazlarında açıktan yüksek sesle okuma ve yine bütün namazlarında alçak-düşük tonlu bir ses ile de okuma. Bunlar arasında orta bir yol tut. Meselâ gece namazlarını sesli olarak kıl ve gündüz namazlarını da sessiz olarak kıl, demektir. Ya da, (.......) yani namazında, ifadesi, “duanda” manasın da olabilir. 111(Ey Resûlüm!) De ki: “Çocuk edinmeyen, hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı olmayan Allah'a hamd ederim.” İşte hep O'nu yücelterek an ve O'nun şanını ilân et! “Ey Resûlüm! De ki: Çocuk edinmeyen, -çünkü Yahûdîler, Hıristiyanlar ve Müleyh oğulları, Allah'ın çocuğunun olduğunu iddia ediyorlardı.- ve müşriklerin ileri sürdükleri gibi- hakimiyette ortağı bulunmayan, acizlikten ötürü bir dosta -bir yardımcıya- da ihtiyacı olmayan Allah'a hamdederim.” Ya da acizliği sebebiyle herhangi birilerini kendine dost edinerek onun dostluğu sayesinde, olabilecekleri bertaraf etmeye de ihtiyacı olmayan Allah'a hamd ederim. “İşte hep Onu yücelterek an ve Onun şanını ilân et!” Ona tazimde bulun! Bu âyette, Allah'ın çocuk edinmekten münezzeh ve yüce olduğunu, şeriki ve ortağı bulunmadığını belirterek şanının yüceliğini anlatıyor. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti, İzzet-ululuk âyeti diye isimlendirmiştir. Abdulmuttalip oğullarının çocukları konuşmaya başladıklarında, onlara bu âyeti öğretirlerdi. Hafız diyor ki, bu hadisi İbn Ebû Şeyhe ve Abdurrezzak tahric etmişlerdir. Bak. Haşiyetu'l-Keşşaf. 2/701 |
﴾ 0 ﴿