KEHF SÛRESİ

Bu sûre Mekke'de nâzil olmuştur; 110 âyettir.

1

Hamd, O Allah’a ki, kuluna kitabı indirdi ve ona hiçbir eğrilik koymadı.

Kuldan murat, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Kitap ise, Kur'anı Kerîm'dir. Âyeti kerime de Allah, bahşettiği en güzel İslam nimeti ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) a indirdiği kurtuluş vesilesi kitap için nasıl hamd-u sena edeceklerini kullarına telkin ediyor. Eşyalarda ki eğrilik için denilir ki: “Fikrinde eğrilik var” “Asasında eğrilik var” Âyeti Kerîme de “Kur'anda ihtilaf ve tezadın bulunmadığı ve içerisindeki herşeyin hikmet ihtiva ettiği kast olunmaktadır.

2

Onu dosdoğru bir kitap olarak indirdi ki katından gelecek şidletli azâba karşı (küfredenleri) uyarsın ve iyi işler yapan mü'minlere de kendileri için güzel bir mükâfat bulunduğunu müjdelesin.

Dosdoğru, yani istikameti düzgün (.......) kelimesi, gizli bir zamîrle mensup olmuştur. Takdiri ise “Onu dosdoğru kıldı” dır. Onda eğriliğin olmadığının söylenmesi, dosdoğru olduğunun söylenmesidir. Biri yeterli olduğu hâlde ikisinin bir arada zikredilmesi ise, te'kit içindir. Bununla beraber, araştırıldığında, istikameti doğru nice kişilerin, ufak tefek hatalardan, salim oldukları görülür.

(.......) kelimesi, diğer kitapları tasdik eden ve onların sıhhatini doğrulayan manasına da olabilir. (.......) fiili müteaddidin İki mefûl alır. “Muhakkak ki biz, sizi yakın bir azapla uyardık” âyetin de olduğu gibi. Ancak burada mefullerden birini almadı. Aslı ise “Küfredenleri uyarsın diye” dir.

Yani kendi katından gelecek azâba karşı küfredenleri uyarsın diye. (.......) fiilinin îlk mef'ûlünden birisini hazfetti. Çünkü uyanları şey, kendisine doğru gidilen şeydir, bu sebeple sadece onu zikretti. Sâlih amel işleyen mü'minlere de kendileri için güzel bir mükâfat, cennet bulunduğunu müjdeledi. (.......) fiili Hamza ve Ali'ye göredir.

3

Onlar ebedî olarak o mükâfat içinde bulunacaklardır.

(.......) kelimesi (.......) daki (.......) dan hâldir. “Orada o cennette ebedî olarak kaldıkları hâlde” demektir.

4

Allah çocuk edindi diyenleri de uyarsın.

Burada yukarıdakinin aksine uyarılanları zikretti. Uyarıları şeyi zikretmedi. Çünkü uyarıları şeyin zikri daha önce geçmişti.

5

Bu husuta kendilerinin, ne de atalarının hiçbir ilgisi yoktur. Ağızlarından en büyük söz çıkıyor. Onlar yalandan başka şey söylemiyorlar.

Yani onların “Çocukla” ilgili ya da Allah'ın çocuk edinmesiyle” ilgili hiçbir bilgileri yoktur. Bu sözleri bilgiden değil, cehaletten kaynaklanmaktadır. Allah'ın çocuk edinmesi, aslında muhâldir. “Nasıl oluyor da, bu hususta onların hiçbir bilgisi yoktur?” dersen, derim ki; “Onların bir bilgisi yoktur. Çünkü, bunun var olması aslında mümkün olmadığındandır. Taklitçi babalarının da bu hususta hiçbir bilgisi yoktur.

(.......) kelimesi temyizdir, mensuptur. Burada şaşkınlık manası vardır. Sanki şöyle denilmiştir: “Ne kadar da büyük kelime oldu”

(.......) kelimesindeki zamîr, Allah çocuk edindi” cümlesine râcidir. “Kelime” olarak adlarıdırılması ise kasidenin kelime olarak adlandıniması gibidir.

(.......) nm sıfatıdır. Bu sözü konuşma hususundaki cüretlerinin büyüklüğünü ifade ediyor. Çünkü insanlar, şeytanın kalplerine verdiği kötü vesveselerden bir çoğunu gizleyip ağızlarına alanazken, bu kadar çirkin bir şeye nasıl muktedir oluyorlar? Onlar yalandan başka bir şey söylemiyorlar. (.......) hazfedilmiş bir mastann, yani (.......) sıfatıdır.

6

Herhâlde sen, onlar bu sözü inanmıyorlar diye peşlerinden üzüntüden kendini helâk edeceksin.

Yani, kâfirler için kendini öldüreceksin. Âyet-i kerime de, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kendine inanmadıkları ve terk ettikleri için üzüntüye düşmesi anlatılıyor. O da, onların izine düşüyor. Onların durumuna ve ayrılışına üzülerek kendini helâk ediyor. Bu söze, yani Kur'ân'a inanmıyorlar diye üzüntüden dolayı kendini helâk edeceksin.

(.......) mef'ûlün lehtir.

Yani “şiddetli üzüntüden dolayı” demektir. Esef kelimesi, üzüntü ve gazap hususlarında mübalağa için kullanılır.

7

Biz yeryüzündeki şeyleri, kendisine süs olsun diye yarattık ki, onların, hangisinin daha güzel yaptığını deneyelim.

Dünya ve dünyada yaşayanlar için, dünya süslerinden ziynet almaya elverişli olanları ve güze! görünen şeyleri süs olsun diye yarattık. Güzel amel ise, dünyaya karşı zahit olmaktır. Onunla aldanmayı terk etmektir. Ona karşı meyli bile bile terk etmektir.

8

Biz elbette (birgün) yerin üzerindekileri kupkuru bir toprak yaparız.

O yerin üstündeki ziynetleri, otların bittiği yemyeşil bir durumdan ot bitmeyen kupkuru çorak bir toprağa çeviririz.

Yani onu, hayvanları öldürmek, otları ve ağaçları kurutmak suretiyle harap bir hale getiririz. Yeryüzünün sayılamayacak kadar çeşitli mahlûkâtla bezemesi ve sonradan bunların hiç yokmuş gibi yok edilmesi külli âyetlerdendir.

9

Yoksa sen Kehf ve Rakîm sahiplerinin bizim şaşılacak ayetle rimizden olduklarını mı sandın?

Yani bu arzı yeşertip sonra kurutmamız, Ashâb-ı Kehf'in kıssasından ve onların uzun müddet yaşatılmalarından daha büyüktür. Kehf, dağdaki geniş mağaraya denir. Rakîm ise, onların köpeğinin ismi veya köy lerinin ismi veya onların durumlarını yazan kitapların kâtipleri veya mağaranın bulunduğu dağın adıdır. Onlar, şaşılacak delillerimizden biriydiler.

(.......) mastardır, sıfattır.

10

Hani o gençler mağaraya sığınmışlar ve “Rabbimiz, bize katından bir rahmet ver ve bize şu işimizden bir çıkış yolu hazırla” demişlerdi.

Bize rahmet hazinelerinden ver ki, burada o, mağfiret, rızık ve düşmanlardan emin olmaktır. İşimizden, yani kâfirlerden ayrı olduğumuz şu durumdan bir çıkış yolu ver! Taki onun sebebiyle kurtulalım ve hidâyeti bulalım. Veya bütün işlerimizi hayırlı eyle veya nzanın yollarını bize kol ayl aştır.

11

Bunun üzerine mağarada nice yıllar onların kulaklarına ağırlık vurduk (onları derin bir uykuya daldırdık.)

Yani onlar üzerine uyku örtüsü geçirdik. Onları, seslerin bile uyandıramayacağı ağır bir uykuya daldırdık. Burada mefûl hazfedilmiştir. O da örtüdür.

Nice yıllar sözündeki (.......) kelimesi (.......) nin sıfatıdır. Zeccâc şöyle demiştir: “Yılları çok olduğu için sayarsın. Az olduğunda ise miktarı sayılmaksızın bilinir. Gümüş paraların sayılması ise, az olduğunu gösterir. Çünkü onlar, az olunca sayarlar, çok olunca tartarlardı.”

12

Sonra onları uyandırdık kî (onların uyuma müddetleri hakkın da ihtilaf eden) iki zümreden hangisinin, (onların) kaldıkları süreyi daha iyi hesap edeceğini bilelim.

Çünkü onlar uyandıklarında bu hususta ihtilafa düşmüşlerdi. Onlardan biri “Ne kadar kaldınız?” dedi. “Bir gün yada günün bir parçası (kadar kaldık)dediler. (Kimi de) şöyle dedi: “Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir” Rabbiniz, kaldığınız müddeti daha iyi bilir diyenler, burada uzun müddet kaldıklarını anladılar. Bu ihtilaf başka iki gurubun ihtilafı da olabilir.

(.......) geçmiş zaman fiilidir. (.......) kelimesi (.......) nin zarfıdır. Veya mef'ûlun lehtir. Fiil-i mazi, mübtedanın haberidir.

Mübteda da (.......) olur. Mübteda, haberiyle beraber (.......) fiilinin iki mefulunun yerine geçmiştir. Mana şudur: “Kaldıkları vakti en iyi tesbit edip öğrenenler hangileridir.”

Kim (.......) fiili (.......) nın İsmi Tafdili'dir derse hata etmiştir. Çünkü onun binası sülasi mücerretin dışındadır. Kıyas ile değildir. Çünkü âyet-i kerime de Allah, bildiği hâlde “bilelim” dedi. Buradaki kastı, ilmin taallûk ettiği şeyin, onların imanlarını ve ibret almalarını artırmak için ortaya çıkmasıdır Ayrıca kendi zamanlarında yaşayan mü'minler için bir lütuf, kâfirler için apaçık bir delil olması için ortaya çıkmasıdır. Ya da buradaki maksat, o iki gurubun ihtilafını var olmadan önce bildiğimiz gibi var olduğu hâlde de bilmemiz için demektir.

13

Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz. Onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidâyetlerini artırmıştık.

Onların haberlerini doğru olarak anlatıyoruz. (.......) genç manasına gelen (.......) ın çoğuludur. Fütüvvet ise, iyilik yapmak, eziyet vermekten sakınmak, şikâyeti terk etmek, haramlardan kaçınmak ve en güzel ahlâklı olmak demektir. Denildiki, “Genç, bir işi yapmadan evvel yaparım demeyen, yaptıktan sonra da gurura kapılmayandır” Biz onların yakinlerini artırdık. Dakyanus'un has adamlarındandılar. Şöyle dediler: “İkişer ikişer çıkalım ki iki kişiden biri diğer arkadaşırıın gizlisini saklısını ortaya çıkarsın” bunu uyguladılar ve îman üzerinde karar kıldılar.

14

Onların kalplerini metin kildik, kalktılar, dediler ki: “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, biz ondan başkasına ilâh demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.

Vatandan ayrılığa ve mağaralarda saklanmaya sabretmeleri için kalplerini kuvvetlendirdik. Onların, hak sözü söylemeleri ve Müslümanlıklarını ortaya koymaları için cesaretlendirdik. Putlara ibâdeti terk ettikleri için kendilerini arzulayan Dakyanus'a karşı pervasızca ayağa kalktılar ve övünerek şöyle dediler: “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına ilâh demeyiz. Eğer onlara ilâh dersek saçma sapan konuşmuş oluruz. Bu da zulümde ileri gitmek demektir,”

15

Şu bizim kavmimiz, ondan başka tanrılar edindiler. Onların tanrı olduğuna dair açık bir delil getirmeleri gerekmez miydi. Allaha karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir.

(.......) mübtedadır, (.......) atfı beyandır. “Ondan başka tanrılar edindiler” haberdir. Bu, inkâr anlamındaki bir ihbardır. Onlara ibâdet etmelerine dair apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi. Bu bir azardır. Çünkü, putlara ibâdet etmeye dair delil getirmek imkansızdır.

(.......) kelimesinde muzaf hazfedilmiştir. Ona ortak koşmak suretiyle Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir.

16

(İçlerinden biri şöyle dedi) “Madem ki siz, onlardan ve onların Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o hâlde mağaraya sığının ki Rabbiniz size rahmetini yaysın. Ve size (şu) işinizden yararlı bir şey hazırlasın.”

Bu dinleri için kaçmaya azmettiklerinde birbirlerine söyledikleri sözdür. (.......) mensûbtur, zamîr üzerine atıftır.

Yani onlardan ve onların ma'bûtlarından aynldtğınız da demektir.

(.......) İstisnai muttasıldır. Çünkü onlar, yaratıcıya inanıyorlardı. Fakat Mekke halkı gibi ona ortaklar koşuyorlardı. Ya da istisnai munkatıdır. O, zaman da mana, kâfirlerden ve Allah'tan başka taptıkları putlardan ayrıldınız demektir. Ya da bu, konuyla alakası olmayan bir sözdür ki Hazret-i Allah, bu gençlerin Allah'tan başkasına tapmadıklarını bununla haber veriyor. Mağaraya girin ve onu kendinize sığmak yapın ki Rabbiniz size rahmetini rızık yönünden yaysın. Ve size şu işinizde kendisiyle faydalarıacağınız bir şey hazırlasın.

(.......) kelimesi, Medenî ve Şamî'ye göre (.......) dir. Bunu, Allah'ın fazlına olan güvenlerinden, ona olan tevekküllerin den, ümitlerinin kuvvetinden ve yakinlerinin netliğinden dolayı söylemişlerdir. Ya da bunu, onlara kendi asırlarındaki peygamberleri haber vermiştir.

17

Güneşi görürsün, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğiliyor, battığı zaman da sola doğru onları makaslayıp geçiyor, (hiçbir hâlde onların üzerine düşüp kendilerini rahatsız etmiyor.) Ve onlar mağaranın geniş bir dehlizi içindedirler. Bu (durum) Allah'ın âyetlerindendir. Allah, kimi doğru yola iletirse o, yolu bulmuştur. Kimi de sapıklıkta bırakırsa, artık onun için yol gösteren bir dost bulamazsın.

Kûfi'ye göre (.......) daki, (.......) sakindir. Şamî'ye göre (.......) şeklinde okunur. Bazıları da (.......) demişlerdir. Aslı (.......) dur.

nın (.......) ye idğamıyla veya hazfıyla hafifletilrniştir. Hepsi de (.......) kelimesinden gelir. Bu da doğrudan sapmak demektir. Güneşi, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru meylediyor ve ışınları onların üzerine düşmüyor görürsün. Battığı zaman da onları makaslayıp sola doğru meylettiğini, yani yine onların üzerine düşmediğini görürsün. Onlar mağa ra da geniş bir boşluk içindedirler.

Yani onlara, geniş ve açık bir mekân da olmalarına rağmen gün boyunca, ne doğarken ne de batarken güneş ışınları isabet etmiyor. Allah'u Teâlâ güneşi onlara karşı perdelemeseydi bu böyle olmazdı. Denildiki: “Mağaralarında bir dehliz vardı. Oradan hava ve rüzgarın serinliği geliyordu. Bu sayede mağaranın havasızliğinı hissetmiyorlardı. Güneşin doğarken ve batarken meyletmesi, onları makaslaması Allah'u Teâlâ'nın onlar için yarattığı âyetlerdendir.”

Yani o bölgeye güneş ışınları isabet ediyor, fakat bir lütuf eseri olarak onlara isabet etmiyordu. Denildiki: “Mağaranın kapısı kuzey tarafta ve onlara dönüktü. Onlar ise asla güneş almayan yerdeydiler.” Onların bu durumları ve sözleri, bunun Allah'ın âyetlerinden olduğunu gösteriyor. Allah kimi doğru yola iletirse o yolu bulmuştur. Bu onlar için bir övgüdür. Çün kü onlar, Allah için cihat etmişler ve ona teslim olmuşlar. Allah'da onları bu yüksek keramete nail kılmıştır. Kimi de sapıklıkta bırakırsa ona kimse hidâyet edemez.

18

Uykuda oldukları hâlde sen onları uyanık sanırsın. Onları (uykuda) sağa sola çeviririz. Köpekleri de girişte iki ön ayağını uzatmış vaziyettedir. Onların durumunu görseydin mutlaka dönüp kaçar din. Ve onlardan içine korku dolardı.

(.......) fethasıyla. Bu Ağşa'nın dışında Şamî, Hamza ve Âsım'ın görüşüdür. “Uyanık sanırsın” hitabı herkes içindir. (.......) kelimesi (.......) un çoğuludur.

Denildiki “Onlar uyurken gözleri açıktı. Bu sebeple onlara bakan onları uyanık zannediyor” Onları uykuda sağa sola çeviririz. Denildi ki: “Onlar yılda iki defa çevriliyorlardı.” Yine denildiğine göre: “Yılda bir defa Aşurâ günü çevriliyorlardı.” Köpekleri de avluda ya da eşikte iki ön ayağını uzatmış vaziyettedir. Bu, hâlin mazi olarak ifade edilmiş şeklidir. Çünkü İsmi Fâil, mazi manasında olduğunda amel etmez. Onlara muttali olup baksaydm yüz çevirip kaçardın.

(.......) kelimesi mastar üzerine mensûbtur. Çünkü (.......) demek (.......) (kaçardın) demektir. (.......) deki (.......) Hicâzi'ye göre mübalağa için olduğundan şeddelidir. (.......) temyizdir. Şamî ve Ali'ye göre (.......) ötrelidir.

Rub; kalbe dolan korkudur. Bu, Allah'ın onlara verdiği heybetten ya da tırnakları, saçları ve cüsseleri büyüdüğü içindir. Muâviye'den rivâyet edildiğine göre o, rumlara karşı savaşmış ve bir mağara önüne gelmişti. İçeri girmek istiyorum deyince, İbn Abbâs (radıyallahü anh) ona: “Senden daha hayırlı olana bile, 'onlardan kaçardın' denildi” dedi. Muâviye'nin emriyle bir gurup mağaraya girdi ve korku onları yaktı.

19

Yine böyle onları dirilttik ki, kendi aralarında (birbirlerine) sorsunlar. İçlerinden biri “Ne kadar kaldınız?” dedi. “Bir gün ya da günün bir parçası (kadar kaldık) dediler. (Kimi de şöyle dedi) “Ne kadar kaldığını Rabbiniz daha iyi bilir. Birinizi şu gümüş (para) ile şehre gönderin baksın hangi yiyecek daha temiz (ve nefisallallahü aleyhi ve sellem) ise ondan size rızık getirsin. Fakat çok dikkatli davransın, sakın sizi birine sezdirmesin.

Allah'ın uyutmaya da diriltmeye de kâdir olduğunu göstermek için onları, bu uykuya daldırdığımız gibi uyandırdık. Birbirlerine sorsunlar da durumlarını ve Allah'u Teâlâ'nın, kendi üzerlerinde icra ettiklerini öğretsinler, ibret alsınlar. Allah'ın kudretinin bahşettiği nimete şükretsinler. Onların reisleri “Ne kadar kaldınız?” dedi. “Bir gün yada günün bir parçası (kadar kaldık) dediler, bu zannı galibe göre verilmiş bir cevaptır. Burada içtihadın câiz olduğuna ve zannı galip ifade eden sözlerin söylene bileceğine dair deliller vardır. İçlerinden bir kısmı, onların kalmayla ilgili bu sözünü inkâr ederek “Ne kadar kaldığımızı Rabbiniz daha iyi bilir” dediler, sanki onlar, müddetin çok uzun olduğunu ve onun miktarını Allahtan başka kimsenin bilemeyeceğini delillere bakarak ya da ilham yoluyla anlamışlardır. Rivâyet edildiğine göre onlar mağaraya sabah vakti girdiler. Uyanmaları ise öğleden sonra oldu. Bu onlara aynı günde oldukları zannını verdi. Ancak tırnaklarına ve saçlarına baktıklarında bu (ikinci) sözü söylediler.

İbni Abbâs (ra.) rivâyete göre onların sayısının yedi olduğunu söylüyor ve “Çünkü âyette içlerinden biri'ne kadar kaldınız'dedi. Ona cevap olarak “Bir gün ya da günün bir parçası (kadar kaldık)dediler. Bu çoğuldur. En azı üçtür. Sonra kimileri de: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir'dediler. Bu da başka bir grubun sözüdür. Böylece yedi oldular. Sonra “birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin” dediler, sanki burada “Rabbiniz bunu daha iyi bilir, sizin de gücünüz bunu bilmeye yetmez. Öyleyse siz, sizi ilgilendiren başka bir şey yapınız ve içinizden birini Yemliha'yı gümüş para ile gönderiniz. Bu gümüş, para haline getirilmiş de olabilir, getirilmemiş de olabilir.”

(.......) kelimesinde ki (.......) Ebû Amr'a, Hamza'ya, ve Ebû Bekir'e göre sakindir. Şehir Tarsus'dur. Kaçışları esnasında yanlarına para almaları, nafaka ve yolcuya gerekli olan diğer eşyanın alınmasının Allah'a tevekkül edenlerin görüşü olduğuna delildir. İşi tesadüflere bırakan ve başkalannın nafakalanna bel bağlayanların görüşü değil. Beytullah'a karşı şiddetli arzu duyan âlimlerin bir kısminin “Bu sefer için gözya şı ve rahmâna tevekkülden başkası gerekmez” demeleri ayrı bir mevzudur. Baksın hangi yiyecek daha lezzetli, daha temiz, daha çok ucuz ondan bir rızık getirsin.

Fakat aldanmaması için yapacağı alışverişte ya da tanınmaması için gizlenme işinde çok dikkatli davransın. Sakın sizi birine sezdirmesin. Anlamadan bizi öğrenecekleri bir iş yapmasın. Burada'onun diğerlerine hissettirmesi'diye söylendi, çünkü sebep olur.

20

Çünkü onlar sizi ellerine geçirirlerse taşlayarak öldürürler. Yahut dinlerine döndürürler ki o taktirde asla iflah olamazsınız.

(.......) daki zamîr, (.......) daki mukadder (.......) kelimesine râcidir, onlar size muttali olurlarsa sizi en kötü bir öldürüşle, taşlayarak öldürürler. Ya da sizi zorla sinelerine döndürürler. (.......) kelimesi şarta delâlet eder.

Yani, onların dinine girdiğinizde de ebediyyen iflah olmazsınız.

21

Böylece onları buldurduk kî Allah'ın (öldükten sonra dirilme) vadinin gerçek olduğunu ve kıyamet saatinin şüphe götürmez olduğunu kesinlikle bilsinler. (Bulanlar) o sırada kendi aralarında onların durumlarını tartışıyorlardı. “Onların üstüne bir bina yapın” dediler. Rableri onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelen yetkililer “Mutlaka onların üstüne bir mescit yapacağız” dediler.

Onları, uyuttuğumuz ve uyandırdığımız da olduğu gibi buldurma mızda da hizmetler vardır. Buldurduğumuz kişiler, onların hallerini görsünler ve Allah'ın vadinin yani tekrar dirilmenin hak olduğunu bilsinler. Çünkü onların uyku ve uyanışlarındaki hâli, ölen sonra da dinlen kişi nin hâli gibidir. Yine kıyamet saatinin şüphe götürmez olduğunu bilsinler. Çünkü onlar, onların bu durumuyla tekrar dirilmenin olacağı sonucunu çıkarıyorlar.

Yani o zamanın halkını, onlara muttali kıldığımız da halk, dinleri konusunda tartışıyorlardı. Yeniden dirilişin hakikati hususunda ihtilaf içindeydiler. Bazısı “Ruhlar dirilecek cesetler değil” diyor. Bazısı da “Ruhlarla beraber cesetlerde dinlecek” diyordu. İhtilafın ortadan kalkması için ve cesetlerin de ölüm öncesinde olduğu gibi ruhlarla beraber canlı bir şekilde dirileceği hakikati ayan beyan ortaya çıksın diye Allah halkı onlara muttali kıldı.

Ashâb-ı Kehf vefat edince, türbeleri, halktan sakınmak ve korumak için “Bulundukları mağaranın kapısı üzerine bina inşa edin” dediler. Nitekim Resûlüllah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)’in türbesi de etrafı çevrilerek koruma altına alınmıştır. Onları en iyi Rableri bilir. Bu Ashâb-ı Kehf'in nesep leri, durumları ve uyku müddetleri hususunda söz söyleyen ve onların durumunu müzakere eden tartışmacıların sözüdür. Hakikati bulumadıklarında ise “Onların en iyi Rableri bilir” demişlerdir. Ya da bu söz, onlar hakkında sözü uzatan kişileri red için Allah'u Teâlâ'nın söylediği bir sözdür. Onların işine galip gelen Müslüman yetkililer ki onların üzerine bina yapmaya en layık olanlarda onlardır. “Müslümanların namaz kılması ve onların mekânlarıyla teberrük etmeleri için mağaranın kapısına mescit yapacağız “dediler.

Rivâyet edildiğine göre Hıristiyanlar büyük günahlar işlemeye ve kralları da zulmetmeye başladı. Sonunda putlara tapmaya başladılar. İnsanları onlara ibâdete zorladılar. Bu hususta en şedit davrananı Dakyanus'tu. Kavminin eşrafından gelen gençlerin şirk koşmalarını istedi ve onları ölümle tehdit etti. Onlar îmana sanldılar ve kararlı davrandılar. Sonra bir mağaraya kaçtılar. Yolda karşılaştıkları bir köpek onlara tabi oldu. Onu kovdular. Allah'da onu konuşturdu. “Benden ne istiyorsunuz?” ben Allahın sevdiklerini seviyorum. Uyuduğunuz da sizi beklerim” dedi. Denildiki onlar, köpeği olan bir çobanın yanına geldiler. O da onların dinine tabi oldu. Ve mağaraya girdiler. Allah onların kulaklarına ağırlık verdi. Allah onları uyandırmadan önce onların şehrine îman sâhibi sâlih bir adam kral oldu. Memleket ahalisi yeniden diriliş hususunda ihtilaf içindeydiler. Bir kısmı inanıyor, bir kısmı inanmıyordu. Hakkı beyan etmesi için Allaha yalvardı. Allah aniden bir adamın kalbine koyunları için ağıl yapmak üzere mağaranın ağzına yapılan duvan yıkmasını ilham etti ve adam duvan yıktı. Ashâb-ı Kehf'in yiyecek satın almak üzere gönderdikleri adam şehre girdi. Gümüş parayı çıkardı. Dakyanus zamanında bastırılmıştı. Onu hazine bulmakla suçladılar ve krala götürdüler. Ashâb-ı Kehf'ten olan kıssayı ona anlattı. Kral ve halk onunla birlikte yola çıktılar. Ve Ashâb-ı kehf onlara gösterildi. Yeniden dirlişi gösteren bu delil üzerine Allah'a hamd etitler. Sonra gençler krala: “Seni Allah'a emanet ediyoruz. Cin ve insan şerrinden ona sığındmyoruz” dediler ve yattıkları yere döndüler ve Allah emanetini aldı, öldüler. Kral onların üzerine elbisesini örttü. Her biri için altından bir tabut yapılmasını emretti. Fakat rüyada onların altını çirkin gördüklerini görünce saçtan yapılmasını emretti. Mağaranın kapısı üzerine de mescit yaptı.

22

Gayba taş atar gibi: “Onlar üçtür, dördüncüleri köpeklerdir” diyecekler. “Beştir, altıncıları, köpekleridir,” diyecekler, (hayır) yedidir sekizincileri köpekleridir” diyecekler. Deki: Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onları bilen azdır” onun için onlar hakkında, sabit tartışma dışında, derin münakaşaya girme ve onlar hakkında bunlardan hiçbirine bir şey sorma.”

(.......) deki zamîr, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, onların kıssalarına daları mü’minler içindir. Ehli kitap, onlar hakkında Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a sordu. Onlarla ilgili vahiy gelinceye kadar cevabı geciktirdi. Vahiy, sayıları hakkında kendi aralarında geçecek olan ihtilafları haber vererek, ayrıca onlar yedidir, sekizincileri köpekleridir, diyenlerin isabet ettiğini haber vererek indi.

Rivâyete göre Seyyid ve Akıb, Necran ahalisinden olan arkadaşlarıyla beraber Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) nin yanındaydılar. Ashâb-ı Kehf'in zikri geçti. Seyyid Ya'kûbi'ydi. “Onlar üç kişiydiler, dördüncüsü köpekleriydi” dedi. Akıb Nasturiya idi. “Onlar beş kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi” dediler. Müslümanlarda “Yedi kişiydiler, sekizincileri köpekleriydi” dediler. Allah Müslümanların sözünü doğruladı. Bunu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in haber vermesiyle ve az önce zikrettiğimiz şeylerle bildiler. Ali (radıyallahü anh) den: Onlar yedi neferdir. İsimleri Yemliha, Mekselina, Mislina, bunlar kralın sağında bulunurlardı. Solunda bulunanlar ise Mernuş, Debernuş, Şazenuş idi. Kral, işlerini bu altısıyla istişare ederdi. Yedincisi ise Dakyanus'tan kaçarken karşılaştıkları çobandır. İsmi Kefeştatayyüş'tür. Şehirlerinin ismi Efsus'tur. Köpeklerinin ismi Kıtmir'dir.

(.......) deki istikbal sözü sadece birinci fiilin başına gelse de diğer iki fiili de içine alır. Senin “İkram ve in'am etti” sözünde olduğu gibi. Mana her iki fiilde de aynıdır. Ya da muzari fiil, istikbal manasını da içerdiğinden bu kastedilmiştir. (.......) haberdir. Mübteda hazfedilmiştir.

(.......) dur. Aynı şekilde “Beştir ve yedidir” de haberdir. (.......) mübteda ve haberden oluşan cümle (.......) un sıfatıdır (.......) ve (.......) da bu şekildedir.

Gayba taş atmak demek, bilinmeyen bir haberi savurmak ve bunu delil olarak getirmek demektir. Gaybı taşlıyorlar sözünde olduğu gibi.

Yani bilinmeyeni delil olarak getiriyorlar. Ya da taşlamayı zannm yerine koyuyorlar. Onlar çok defa zan kelimesi yerine zanla taşlamak kelimesini kullanıyorlar. Hatta onlara göre bu iki ibâre arasında hiçbir fark bulunmuyor. Üçüncü cümle üzerine dahil olan vav ise, nekrenin sıfatı olarak vaki olan cümleye dahil olan vavdır. Marife üzerine dahil olduğunda hâl olduğu gibi. Senin “Bana yanında başkası olan bir adam geldi” ve “Elin de kılıç olduğu hâlde Zeyd'e uğradım” sözlerinde olduğu gibi. Bunun faydası, sıfatın mevsûfa bitiştiriîmesidir. Mevsûf'un sıfatla muttasıl olması sabit bir iştir. Bu vav “yedidir ve sekizincileri köpeklerdir” diyenlerin yaptığı gibi zanla değil. Bunun delili de Allah'u Teâlâ önceki iki sözün sonunda ise “Onların taş atar gibi” buyurmasına rağmen üçüncüsünün sonunda ise “Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir de” buyurmuştur.

Yani onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Bunu da size “yedidir sekincileri de köpeklerdir” sözüyle haber vermiştir. Onları ancak çok az kişi bilir. İbni Abbâs (radıyallahü anh) şöyle diyor: “Ben bu az olanlardanım” denildiki: “Bu az olanlar kitap ehlinden olanlardır.”

(.......) deki zamîr onlara gidiyor.

Yani Ehl-i Kitap, onlar hakkında şöyle şöyle diyecekler. Ancak onlardan çok azı müstesna bu hususta bilgileri yoktur. Çoğu zan ve tahmin yürütüyorlar. Ashâb-ı Kehf hakkında Ehl-i Kitapla tartışma. Ancak derin olmayan sathi bir tartışma yapabilirsin. O da sadece Allah'u Teala'nm sana vahyettiklerini onlara hikâye etmendir. Doğruluğunu ortaya koymak için insanlar önünde onların cehaletini ortaya koymaya çalışma. Ve Ashâb-ı Kehfin kıssaları hakkında onlardan hiçbirine, cevap verdiklerinde reddedeceğin ve çürüteceğin ters bir soru sorma. Öğrenmek için de bir şey sorma. Çünkü Allah'u Teâlâ, onların kıssalarını vahyetmek suretiyle seni irşad etti.

23

Hiçbir şey için “Bunu yarın yapacağım” deme.

Azmettiğin herhangi bir şey için “Yarın veya daha sonraki bir zamanda bunu yapacağım” deme. Yarın kelimesi sadece ona mahsus olmak üzere kullanılmamıştır.

24

Ancak Allah dilerse (yapacağım de) unuttuğun zaman Rabbini an ve “Rabbimin beni doğruya, bundan daha yakın bir yola ulaştıracağını umarım” de.

Orada, sana bunun iznini Allah'ın vermesini ifade edersin ya da onu ancak Allah dilerse” ifadesini kullarıarak demelisin.

Yani “Ancak onun dilemesiyle birlikte” de. Bu hâl makammdadır.

Yani İnşeallah diyerek Allah'ın dilemesine sığmıtefsir. Zeccâc şöyle demiştir: “Bunun manası, bunu ancak Allah'ın izniyle yaparım de” demektir, çünkü Allah dilerse, şu işimi yapacağım” diyenin sözünün manası, onu ancak Allah'ın dilemesiyle yapacağım demektir. Bu Allah'tan peygamberi için getirilmiş te'dibi bir nehiydir. Yahûdîler Kureyş'e: “Ona ruhtan, Ashâbı Kehf'ten, ve Zülkarneyn'den sorun” demişler, onlar da sormuşlardı. Nebi (aleyhisselâm)Yarın bana gelin size haber vereyim” demiş, İnşeallah dememişti. Bunun üzerine vahiy gecikmiş zora düşmüştü.”

Rabbini an.

Yani Rabbinin dilemesini an ve İnşeallah de! Bu hususta sana unutma arız olursa, yani inşallah kelimesini söylemeyi unutursan ve sonra hatırına gelirse onu söyleyerek yerine getir.

Hasen'a göre konuşma meclisinde olduğu müddetçe söylenebilir. İbni Abbâs (radıyallahü anh) göre ise, bir sene sonra dahi olsa söylemelidir. Bu, İnşaallah kelimesinin kullanılmasıyla teberrükün kazanılmasına tefsir edilmiştir. Manayı değiştiren bir istisna ancak birlikte zikrediîirse sahih olur.

Hikâye edildiğine göre, Ebû Hanife (radıyallahü anh) nin meclisten sonra yapılan istisna hususunda İbni Abbâs (radıyallahü anh) muhalefet ettiği halîfe Mansûr'a ulaştı. Onu menetmek için huzuruna getirtti. Ebû Hanife ona “Bu senin aleyhine olur. Sen insanlardan yeminle biat alıyorsun. Senin yanında ayrıldıktan sonra istisnayı kullanıp sana karşı gelmelerine râzı olur musun?” Halîfe onun bu sözünü güzel buldu. Ve ona zarar vermek isteyen kişinin dışarı çıkarılmasını emretti.

Ya da mana, İnşeallah sözünü unuttuğunda Rabbini dikkat ve ihtimâm ile teşbih ederek istiğfar ederek zikret. Ya da unuttuğun namazı hatırladığın da kıl. Ya da bir şeyi unuttuğunda onu an ki unutuları şeyi sana hatırlatsın.

Ve Rabbimin beni doğruya, bundan daha yakın bir yola ulaştıracağını umarım de!

Yani bir şeyi unuttuğunda Rabbini zikret! Bir şey unutulduğunda Rabbin zikredilmesi, rabbimin beni, bu unutularıa bedel başka bir şeye, bundan daha iyisine, daha hayırlısına ve daha faydalısına ulaştıracağım umarım demektir.

(.......) , (.......) , (.......) , (.......) Mekki'ye göre iki hâlde de olurlar. Ebû Amr ve Medenî'de vasıl hâlinde ona muvafakat etmişlerdir.

25

Mağaralarında üçyüz yıl kaldılar. Dokuz (yıl) da ilave ettiler.

Burada mağarada diri olarak uyutuldukları müddet kastediliyor. Bu “Bunun üzerine mağarada nice yular onların kulaklarına ağırlık vurduk (onları derin bir uykuya daldırdık) mücmel âyetinin beyanıdır.

(.......) (yıllar) kelimesi (.......) (üç yüz) ün atfı beyanıdır.

(.......) Hamza ve Ali'ye göre izafetledir. Temyiz de çoğul tek yerine konur. (.......) de olduğu gibi. Dokuz yıl daha ilave ettiler (.......) mef'uîun bihtir. Çünkü (.......) fiili iki mefulu almayı (.......) fiili ise tek bir mefûl almayı gerektiriyor.

26

Deki “onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı onundur, ö ne güzel görendir, ne güzel işitendir. Onların ondan başka bir yardımcısı yoktur. Ve o, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez.”

Yani o Allah, onların kalma müddetlerini, ihtilafa düşenlerden daha iyi bilir. Gerçek sana haber verdiğidir. Ya da bu, Ehl-i Kitab'ın sözünün (Allah tarafından) hikâye edilmesi ve “Deki Allah daha iyisini bilir” sözü onlara bir cevaptır. Cumhûr’a göre bu onların şu kadar müddet kaldıklarına dair Allah'u Teâlâ'nın haber vermesidir.

Göklerin ve yerin gaybı onundur. Göklerdeki ve yerdeki bilinmeyenlere ve orada bulunanların gizli hallerine dair bilginin kendisine âit olduğunu zikretti. O ne güzel görendir, ne güzel işitendir.

Yani o bütün mevcudatı ne güzel gören ve bütün işitilenleri ne güzel işitendir. Gökler ve yer halkınınm ondan başka işlerine bakacak yardımcısı yoktur. O, kazasındaki hükmüne, onlardan hiçbir kimseyi ortak etmez.

(.......) kelimesi, Şamî'ye göre nehiy olarak “şirk koşma” manasına (.......) dir. Ona, bu Kur'ân'dan başkasına getir, yada onu değiştir diyorlardı. Ona denildiki:

27

Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. Onun sözlerini değiştirecek yoktur. Ondan başka sığınılacak bir kimse de bulamazsın.

Yani Kur'ân dan sana vahyedileni oku. Değiştirilmesini isteyerek hezeyan salvalarını sakın dinleme. Çünkü hiç kimse onu tebdil ve tağyire güç getiremez. Buna ancak tek başına o kâdirdir. Sığınmak istediğinde ondan başka sığınılacak birkimse de bulamazsın. Kâfirlerin reislerinden oluşan bir grup Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Şu köleleri yanından uzaklaştır ki seninle oturalım” dediler, onlar Suheyb, Ammar, Habbab, Selman ve diğerleriydi. Onların bu teklifi üzerine şu âyet indi:

28

Nefsini sabah akşam rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut, gözlerin dünya hayatının süsünü isteyerek onlardan başka yana sapmasın. Kalbini bizi anmaktan alıkoyduğumuz, keyfine uyan ve işi hep aşırılık olan kişiye itâat etme.

Nefsini her vakit duaya devam edenlerle beraber kıl. Ya da sabah vakti muvaffakiyet ve kolaylık isteyen, akşam vakti de kusurların bağışlanmasını talep edenlerle beraber kıl. Veya o ikisi sabah ve ikindi namazlarıdır. Şamî (.......) kelimesini (.......) şeklinde okumuştur.

Gözlerin onlardan başka yana sapmasın. Haddi aşma. Onun başka yana sapması, haddi aşmasıdır. (.......) fiili (.......) harfi ceriyle kullanılınca uzaklaşmak manasını içerir. Senin “Gözü ondan uzaklaştı” sözünde olduğu gibi. Kelimenin birkaç manaya gelmesinin faydası, manaların her birinin verilebilmesidir. Bu (gözlerini) soyutla manasını vermekten daha doğrudur.

“Dünya hayatının süsünü isteyerek” hâldir. Kalbini zikirden, bizi anmaktan alıkoyduğumuz kişiye itâat etme. Bu, bizim Allah'u Teâlâ, kulların fiillerinin yaratıcısıdır” sözümüzün delilidir. Keyfine uyan, işi aşırılık olan ve Haktan ayrıları kişiye uyma.

29

De ki: “Bu gerçek, Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” Çünkü biz zâlimlere öyle bir ateş hazırladık ki duvarları onları kuşatmıştır. Eğer (susuzluktan) feryat edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile kendilerine yardım edilir, o ne kötü bir içecektir. Ve ne kötü bir dayanak (koltuk) tur.

Bu gerçek, İslam ya da Kur'ân'dır. (.......) kelimesi haberdir. Mübteda, hazfedilmiş (.......) dir. Dileyen inansın dileyen inkâr etsin.

Yani hak gelmiştir, bahaneler kalkmıştır. Kendiniz için dilediğiniz, kurtuluş yoluna ya da helâk yolunu seçmekten başka şansınız yok. Emir lafzıyla ve tercihli getirildi. Çünkü o, bu ikisinden dilediği birini seçtiğinde sanki, iki yoldan dilediğini seçmekle emrolunmuş muhayyer biri olmaktadır. Daha sonra (Allah) küfrü seçen kişinin cezâsını zikretmiş ve “Biz zâlimlere yani kâfirlere ateş hazırladık” buyurmuştur. İşin hakikatinin anlatılmasının terk edilmesinde olduğu gibi muhayyer bırakma işi de cümlenin son kısımlarıyla kayıt altına alındı. Duvarları onları kuşatmış bir ateş hazırladık. Onları kuşatan ateşi, duvann etrafındaki odalara veya cehenneme girmeden önce kâfirleri kuşatan dumana veya onların etrafını saran ateşten duvara benzetmiştir. Eğer susuzluktan feryat edip yardım isteseler, erimiş maden gibi bir suyla, yani yağın posasıyla ya da erimiş madenle onlara azap edilir. İçmek için yaklaştırdığında yüzünü haşlar. Ve yüz bu hararetten dolayı kavrulur. Bu ne kötü içecek ve bu ateş, ne kötü dayanacak (koltuk) tur. Bu sözle, “ne iyi dayanacak” sözü arasında uygunluk vardır. Yoksa cehennem halkı için dayanmak yoktur. Îmanı seçenin mükafatını da açıkladı ve şöyle buyurdu.

30

Onlar ki inandılar ve sâlih ameller işlediler, elbette biz ameli güzel yapanın ecrini zayi etmeyiz.

Yeni bir başlarıgıç sözü. Bilinmeyen bir müfakatı beyan için buyurulmuştur.(.......) cümlesi ile (.......) kelimesi birlikte haberdir.

(.......) sözü de senin (.......) (iki ölçek yağ bir dirhemedir) sözünde olduğu gibidir. Ya da (.......) ile (.......) sözü aynı manaya söylenmiş iki farklı ifadedir. (.......)lafzını zamîr yörene koymuştur.

31

Onlar öyle kimselerdir ki kendileri için Adn cennetleri vardır. Altlarından ırmaklar akar. Orada altın bileziklerle bezenirîer. İnce ipekten yeşil giysiler giyerek koltuklar üzerine yaslanırlar. Ne güzel sevap ve ne güzel kalma yeridir.

(.......) den sonra ki (.......) başlarıgıç içindir. “Bilezikler” kelimesinin belirsiz (nekra) olarak getirilmesi, onun güzelliğini belirsizleştirmek içindir.

(.......) kelimesi (.......) kelimesinin, o da (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) deki (.......) beyan içindir. (.......) ince ipektir (.......) ise kâim ipektir.

Yani her iki çeşidi de bir arada kullanırlar.

“Orada koltukla üzerine yaslanırlar” diyerek özellikle yaslanmayı zikretmiştir. Çünkü nimet sahiplerinin ve krallların, aileleri arasındaki duruşları bu şekildedir. Ne güzel sevap, ne güzel cennet ve koltuklar.

32

Onlara şu iki adamı misal olarak anlat: ikisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafım hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik.

Hazret-i Allah, kâfir ve mü'minlerin durumlarını, iki adamın durumuyla örnekledi. İsrâ'il oğullarına mensup iki kardeştiler. Biri kâfir, diğeri mü’mindi. Kâfirin ismi Katrus, mü'minin ismi Yehuza idi. Bu ikisinin Saffât Sûresi'ndeki “Onlardan bir sözcü'benim dedi, bir arkadaşım vardı” âyetinde geçen iki kişi olduğu söylenmiştir. Bunlara babalarından sekiz bin dinar (altın) miras kaldı. Onu ikiye böldüler. Kâfir bin dinarla arazi satın aldı. Mü'min de Allah'ım, kardeşim bin dinara arazi satın aldı. Bende senden bin dinara cennetten arazi satın aliyorum” dedi ve onu tasadduk etti. Sonra kardeşi bin dinara bir ev inşa etti. O Allah'ım ben senden bin dinara cennetten bir ev satın aliyorum” dedi. Ve onu tasad-duk etti. Sonra muhtaç duruma düştü. Kardeşinin yolu üzerine oturdu. Kardeşi öfkeyle onun yanma geldi, onu tartakladı ve kovdu. Malını tasadduk ettiği için de azarladı.

İkisinin birine iki üzüm bağı vermiştik. Etraflarını hurmalarla çevirmiştik. Bu çiftCinlerin üzüm bağlarında yaptığı şeylerdendir. Onları meyve ağaçlarıyla örterler. İnsanlar bir yere konunca “onu sarın” derler.

Yani etrafını sann. Yine onu onlarla kuşattı” denir. (.......) fiili bir Mef’ûl alır.

(.......) ile geldiğinde ikinci mef'ûlu alır. İkisi arasında da ekin bitirmiştik.

Onu yiyecekleri meyveleri ve imar özelliklerini kendisinde bulunduran bir arazi haline getirmişti. Çünkü o, güzel şekli ve zarif düzenlemesiyle iç içe ve uyumlu bir görünüme sahipti. Onun bu tertip ve güzelliğini bozacak hiçbir şey onda yoktu.

33

Her iki bağda yemişini vermiş, ondan hiçbirşey eksik etmemişti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık.

(.......) kelimesi (.......) kelimesi üzerine hamledilmiştir. Çünkü (.......) kelimesi tekildir. (.......) denilseydi manaya göre o da câiz olurdu. Her iki bağa da yemişini vermiş, o yemişten hiçbir şey eksiltmemîşti. Aralarından bir de ırmak akıtmıştık. İki bağı da yemişini eksiltmeksizin tam olarak vermekle vasıflarıdırdı. Sonra da asıl hayn, içme işinin asıl maddesini ele aldı. Ve onu kendisiyle sularıan şeylerin en üstünü kıldı. O da orada akan nehirdir.

34

O adamın (başka) ürünü de vardı. Arkadaşıyla konuşurken ona “Ben malca senden zenginim, adamca da senden güçlüyüm” dedi.

Bağların sâhibine âit malının kazancından kaynaklarıan envai çeşit mal vardı.

Yani onun altını, gümüşü ve diğer çeşitlerden birçok malı vardı. Ürünü vardı ve bununla kuşatılmıştı.

(.......) kelimesi Âsım'a göre (.......) in ve (.......) nın fethasıyîadır.

Ebû Amr'a göre (.......) nin zammesiyle (.......) in sükunuyladır. Başkalanna göre ise her ikisinin zammesiyledir.

(.......) dan gelir. Katrus Müslümanın elini tuttu ve onu bağların içinde gezdirdi. Ona oradakileri gösteriyor ve sahip olduğu malla ona karşı övünüyordu. Ben malca senden zenginim, adamca da yardımcı, akraba ve erkek evlat yönünden de senden güçlüyüm diyordu. Erkek evlatları zikretti. Çünkü onlar onunla birlikte bulunuyorlar ve birlikte hareket ediyorlar, kızlar ise böyle değil.

35

(Böylece) kendisine yazık ederek bağına girdi: “Bunun yok olacağım hiç sanmam” dedi.

Allah'u Teâlâ'nın “bağına girdi” demesi, ya ikisinden birine girdiği için ya da duvarları bir olduğu için o ikisini bir kabul ettiğindendir. “İki bağ” diye adlarıdırması da aralarından geçen nehirden dolayıdır. Nefsine yazık etmesi küfre girmek suretiyle nefsine zarar vermesindendir. Uzun emelinden, gafletinin devam etmesinden ve kendisine verilen mühlete aldanmasından dolayı bağının yok olacağı hususunda şüpheye düştü ve “Bu bağın yok olacağını hiç sanmam” dedi. Müslüman zenginlerden birçoğunun da hâl diliyle böyle konuştuklarını görürsün.

36

Kıyametin kopacağını da sanmiyorum. Şayet rabbime döndürülsem bile (orada) bundan daha güzel bir sonuç (daha güzel bir yer) bulurum.

Bağ sâhibi, arkadaşırıın inandığı gibi Rabbine döndürüleceği düşünüldüğü takdirde bile, arkadaşına karşı üstünlüğünü ve konumunu iddia ediyor. (.......) kelimesi temyizdir. Dönüş yeri ve sonuç manalarına gelir.

37

Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra nutfeden (spermden) yaratan sonra da seni bir adam biçimine koyan Rabbine nankörlük mü ettin?”

Senin aslını topraktan yaratan demektir, çünkü onun aslının yaratılması, yaratılışmdaki sebeptir. Aslının yaratılması onun yaratılmasıdır.

Sonra seni bir adam biçimine sokan, insan olarak azalarını düzenleyip kemâle ulaştıran ve seni adamların ulaştığı noktaya erkek olarak ulaştıran Rabbine nankörlük mü ettin? Onun Allah'ı inkâr etmesi, yeniden dirilişi inkâr etmesindendir.

38

“Fakat O Allah benim Rabbimdir, ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.”

(.......) kelimesi Şâmî'ye göre vasıl hâlinde elifledir. Diğerlerine göre elifsizdir. Vakf hâlinde ise ittifaken elifledir. Aslı (.......) dir. Hemze hazfedildi ve harekesi (.......) in nunu üzerine konuldu. Böylece iki (Nun) yanyana gelmiş oldu. Birincisi sakin kılındıktan sonra ikincisine idğam edildi. O Allah benim rabbimdir.

(.......) zamîri şandır. Şan ise (.......) (Allah benim rabbimdir) cümlesidir. Cümle (.......) nin haberidir. (.......) deki mütekellim (.......) ona râcidir. “Rabbine nankörlük mü ettin?” sözüne karşı istidraktir. Kardeşine “Sen Allah'ı inkâr ediyorsun. Fakat ben mü'min muvahhit biriyim” diyor. Senin “Zeyd yok ama Amr burada demen gibi” burada hazif var o da (.......) (derim ki) dir. Bu da atıf deliliyle ortaya çıkıyor.

39

Bağına girdiğin zaman: “Maşallah, kuvvet yalnız Allah iledir, demen gerekmez miydi? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama.

(.......) îsmi mevsuîdur. Mahzûf bir mübtedanın haberi olarak mahallen merfûdur. Takdiri ise “Hüküm Allah’ın dilediğidir” ya da (.......) şart edatıdır, mensubtur. Şartın cezâsı ise mahzûftur.

Yani Allah hangi şeyi dilerse o olur” demektir. Âyetin manası ise “o bağa girerken ve orada Allah’ın sana verdiği rızıklara bakarken bu bağın içindekilerin Allah'ın dilemesiyle meydana geldiğini ve onların işinin Allah'ın elinde olduğunu, dilerse onu bu mamur hâlde bırakacağını ve dilerse onu yok edeceğini itiraf ederek maşaallah diyemez miydi” bağın imarına ve işletmesine sarfedilen gücün Allah iledir demen gerekmez miydi?

(.......) Kelimesini mensûb okuyan (.......) yi fasl yapmıştır. Merfû' okuyan -ki bu Kisâîdir- onu (.......) yi mübteda kılmıştır. Haberi de (.......) olur. Cümle (.......) fiilinin ikinci mef'ûlu olur. (.......) Kelimesi (.......) kelimesini çocuklar diye tefsîr edenlere göre yardımdır.

40- 41

 

“Rabbim! Bana senin bağından daha iyisini verebilir. Ve o (senin bağının) üzerine de gökten bir hesap görme afeti gönderir de bağın kupkuru bir toprak kesilir. Yahut suyu dibe çekilir de bir daha suyu arayamazsın.

Rabbim bana dünyada veya âhirette senin bağından daha iyisini verebilir. Ve o senin bağm üzerine gökten bir azap indirir de o, düz olduğu için taban tutmayan kupkuru beyaz bir toprağa dönüşebilir. Ya da suyu toprağa çekilir de, var olması bir yana, onu aramaya da muktedir olamazsın. Genel mana ise şudur: “Benim senden daha fakir olduğumu görüyorsun. Ama ben Allah'tan fakirlik ve zenginlik açısından benim ve senin durumunu değiştireceğini ve imanımdan dolayı beni, senin bağmdan daha güzel bir bağla rızıklarıdıracağmı, senden de küfründen dolayı nîmetini alacağını ve bağını yok edeceğini umuyorum.”

42

Derken (o inkârcı kişinin) ürünü yok edildi, çardakları üzerine yıkılmış durumda olan (bağ)’in karşısında ona harcadıklarına acıyarak ellerini ovuşturmaya başladı: “Ah nolaydı, ben Rabbime kimseyi ortak koşmamış olsaydım” diyordu.

Ürünü ihata edildi. “İhata edildi” lâfzı, yük edildi manasınadır. Bunun aslı “Düşman onu ihata etti (kuşattı)dır. Çünkü düşman onu kuşatınca ona sahip olur ve ona hükmeder. Bu ihata kelimesi, daha sonra yok oluşlar için de kullanılmaya başlandı. Kâfir, pişman ve üzüntülü olduğu hâlde ellerini ovuşturmaya ve onları birbirine vurmaya başladı. Ellerin ovuşturulması, pişmanlık ve üzüntüden kinayedir. Çünkü pişman kişi ellerini dıştan içe, içten dışa doğru ovuşturur.

(.......) ve (.......) lafızları da pişmanlıktan kinaye olarak kullanılmaktadır. (.......) lafzım (.......) harfi ceriyle geçişsiz hale getirdi ve sanki “pişman oldu” denildi.

Çardakları üzerine yıkılmış durumda olan bağın karşısında îman için harcadıklarına üzülerek ellerini ovuçturmaya başladı.

Yani, çardaklanmış üzümlerin çardakları yere düştü. Üzümler de onların üzerine düştü. Kardeşinin nasihatini hatırlayarak “Ah nolaydı ben, Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım” diyordu. Bu durumun küfür ve isyanından dolayı meydana geldiğini anlamıştı. Temenninin fayda vermediği bir zamanda, keşke müşrik olmasaydı da Allah bağını yok etmeseydi diye temenni etti. Ama böyle bir durumda şirkten tevbe, yapılanlardan pişmanlık duyup îmana girmek makbuldür.

43

Allah'tan başka kendisine yardım eden topluluğu da olmadı, kendi kendisine de kurtaramadı.

Allah'tan başka kendisine yardıma güç getiren bir topluluğu da olmadı.

Yani, ona yardım etmeye sadece Allah kâdirdir. Ondan başkası ona yardım edemez. O da hikmeti gereği yardım etmedi. Allah'ın intikamına kendi gücüyle de mani olamadı.

44

İşte bu durmda velilik (koruyuculuk) yalnız hak olan Allah'a mahsustur. Onun vereceği sevap da sonuç da daha hayırlıdır.

Hamza ve Ali'ye göre (.......) lâfzı (.......) şeklinde okunur.

(.......) de (.......) ın kesresiyledir. Fetha ile olursa nusret ve velilik, kesre ile olursa Sultan ve Kral demektir.

Bu makamda ve bu hâlde yardım işi ancak Allah'a âittir. Ondan başkası ona sahip değildir. Ve ondan başkası ona güç getiremez. Bu Allah’tan başka kendisine yardım eden bir topluluğu da olmadı” âyetini açıklamaktadır. Ya da bu durumda Sultan ve Kral, yenilmeyen Allah'tır. Ya da bu gibi şiddetli hallerde Allah yardım eder. Ve her sıkışan ona îman eder.

Yani Allah nolaydı ben, Rabbime kimseyi ortak koşmamış olsaydım” sözü kendisine sığınılmış bir sözdür ki o, küfrün uğursuzluğundan korkularak söylenmiştir. Böyle olmasaydı o söz söylenmeyecekti. Ya da koruyuculuk Allah'a âittir. Kâfirlere karşı mü'min dostlarına yardım eder ve onların intikamım alır.

Yani o, kâfirin, mü'min kardeşine karşı yaptığı hareket sebebiyle mü'mine yardım etti ve onun “Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verebilir. Ve o (senin bağının) üzerine de gökten bir hesap görme afeti gönderir” sözünü gerçekleştirdi. Bunu şu sözü teyit etmektedir. “Onun dostlarına vereceği sevap da, sonuç da daha hayırlıdır” ya da burada âhirete yönelik bir işaret vardır.

Yani orada hüküm Allah'a âittir, “Bugün mülk kimindir?” sözünde olduğu gibi.

(.......) Kelimesi, Ebû Amr ve Ali'ye göre ötrelidir. (.......) kelimesinin sıfatıdır. Ya da mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani (.......) veya (.......) (o haktır) Ebû Amr ve Ali'den başkalanna göre kesrelidir. (.......) Lafzının sıfatıdır. (.......) lâfzı ise, Âsim ve Hamza'ya göre (.......)ın sükûnuyladır. Onlardan başkalanna göre ötre iledir. Şaz kırâatlerde ise (.......) vezninde (.......) gelmiştir. Hepsi de akıbet, sonuç manalarına gelir.

45

Onlara dünya hayatının, tıpkı şöyle olduğunu anlat: “Gökten su indirdik, yerin bitkisi onunla karıştı ve (sonunda bitkiler) rüzgarların savurduğu çöp kırıntıları haline geliverdi. Allah herşeye kâdirdir.

Onlara şunu da misal göster. Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz su gibidir ki, bu su sayesinde yerin bitkisi gürleşip çoğalmış ve birbirine karışmış, ya da su bitkiye etki etmiş ona karışmış ve sonunda rüzgarların alıp savurduğu çer çöp haline gelmiştir.

(.......) Lafzının müfredi (.......) dir. (.......) Lâfzı, Hamza ve Ali'ye göre (.......)dir.

Allah herşeye Kâdirdir. Yaratmaya da Kâdirdir, yok etmeye de Kâdirdir. Dünyanın parlakliği ve alımlıliği sonra da onu takip eden yok oluş hâlini, kuruduktan sonra rüzgarların silip süpürdüğü yeşil otun haline benzetmiştir.

46

Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan güzel işler ise Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır. Umutça da daha hayırlıdır.

Servet ve oğullar kabir azığı ve âhiret hazırliği değil, dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan güzel işler ise, faydası insan da bâkî olan hayır işleridir. Ya da beş vakit namazdır. Ya da (.......) dir. Bu kalıcı güzel işler Rabbi'nin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit etmeye daha layıktır.

Çünkü bu gerçek bir vaaddir. Emellerin çoğu ise yanıltıcıdır.

Yani, bu kalıcı güzel işlerin sâhibi, dünya da iken Allah'ın sevabını ümit eder, âhiret'te de onu bulur.

47

O gün dağları yürütürüz. Yerin çırçıplak olduğunu görürsün onları (hep bir yere) toplamışız, hiçbirini bırakmamışızdır.

Dağları yürüteceğimiz o günü hatırla.

Yani dağlar havada yürütülecek. Ya da savrulup toz duman haline getirilerek yürütülecek.

(.......) Mekkî, Şamî ve Ebû Amr'a göre (.......) dir. Yürütülür demektir. Yeri çıplak olarak görürsün, üzerini örten dağ ve ağaç cinsinden hiçbir şeyi göremezsin. Ölüleri toplarınşızdır. Onlardan hiç kimseyi terk etmemişizdir.

(.......) Terk etti demektir. (.......) Buradan gelmektedir. Vefasız lık demektir. (.......) İse selin bıraktığı su manasına gelmektedir.

48

Ve hepsi sıra sıra Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır. And olsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz. Halbuki siz, size bir zaman tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız.

Rablerinin huzuruna saf saf arzedilirler. Görünür hâldedirler. Her birini tek tek gördüğün gibi, cemaat hâlinde de görürsün. Çünkü orada kimse kimseyi örtmez. Onların hâli, sultanın huzuruna çıkanları askerlerin hâli gibidir. Onlara: “Sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz” dedik. Bu gizli “dedik” lafzının (.......) daki (.......) nin mensûb olmasına sebep olan âmil olması mümkündür. Sizi ilk defa yarattığımız gibi dirilttik. Ya da bize, sizi ilk defa yarattığımız gibi üzerinizde hiçbir şey olmadığı hâlde çıplak olarak geldiniz. (.......) ve (.......) muzari fiillerinden sonra (.......) buyurdu. Bu fiilin, fiili mazi olarak getirilmesi haşnn, dağların yürütülmesinden ve huzura çıkışından önce olacağına delâlet eder. Bu, onların bu halleri görmeleri içindir. Ve sanki “Bundan önce onları topladık” denilmiştir. Yeniden dirlişle ilgili peygamberler diliyle vaad edildiğiniz şeyin yerine getirilmesi için bir vakit tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız. Ya da hesap için vaad edilmiş bir yer tayin etmeyeceğimiz sanmıştınız.

49

Kitap ortaya konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak: “Vah bize, bu kitaba da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor (yaptığımız) herşeyi sayıp döküyor” dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.

Amel defterleri ortaya konmuştur. Suçluların onun içindeki günahlardan korkmuş olduklarını görürsün. Vah bize, derler, bu kitaba da ne oluyor. Ne küçük ne de büyük hiçbir günah bırakmamış hepsini zaptetmiş. Sayıp dökmüş. Yaptıklarını ya da yaptıklarının karşılığım sahifelerde hazır olarak bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez ki, yapmadığını onun üzerine yazsın. Ya da cezâsını artırsın. Ya da suçsuz yere azap etsin.

50

Melekler: “Âdem'e secde edin” demiştik. Secde ettiler. Yalnız İblîs etmedi. O cinlerdendi. Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz, benden ayrı olarak onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar, sizin düşmanınızdır. Zâlim için ne kötü bir değiştirmedir.

Meleklere “Âdeme tahiyye (selâmlama) secdesi ya da inkıyat (boyun eğme) secdesi yapın demiştik, secde ettiler. Yalnız İblîs etmedi, kaçındı. O cinlerdendi. Sanki biri “O niye secde etmedi?” diye sordu da onu cevaben “O cinlerdendi” denildi. Rabbi'nin ona emrettiği secde emrinin dışına çıktı. Bu onun da meleklerde birlikte secde etmeye memur olduğuna dair delildir. Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz.

İnkâr ve tâcib içindir. Sanki şöyle denilmektedir “Onda ve onun soyunda ne buldunuz da onları dost edindiniz? Ediniyorsunuz?” Onun soyundan olanlar: Lakıs: Namaz da vesvese verir. Ağver: Zinaya sevkeder. Betir: Musibetlerin sebepkârı. Matus: tacirlere yalan söyletir. Dasim: besmele çekmeyenlerle birlikte yemek yer. Halbuki onlar sizin düşmanınızdır. Allah'a itâat yerine şeytana itâat ederek Allah'ı şeytana değiştirmek, onu değiştiren zâlimler için ne kötü değiştirmedir.

51

Ben onları, ne göklerin ve yerin yaratılmasında ve ne de kendilerini yaratdmasında hazır bulundurdum. Yoldan şaşırtanları (kendime) yardımcı tutmuş da değilim.

İblîsi ve soyunu göklerin ve yerin yaratılışında hazır bulundurmadım.

Yani siz onları, ibâdet hususunda bana ortak koştunuz. Onlar o hususta ortak olurlar. İlahhkta ortak olsalardı. “Ben onları göklerin ve yerin yaratûışında yaratma hususunda onlardan yardım almak ya da onlara o hususta danışmak için hazır bulundurmadım” diyerek Hanlıktaki ortakhklarını hükümsüz çıkarırdı.

Yani, ben eşyayı yaratmakta tekim. O hâlde ibâdeti sadece bana yapın, demektir, onları kendi yaratılışlarında da hazır bulundurmadım.

Yani onların bir kısmını yaratırken diğerleri hazır değildi.

(.......) Lafzının manası (.......) (kendinizi öldürmeyin) âyetinde olduğu gibidir. Yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim. (.......) Kelimesinin saptırmalarından dolayı onları aşağılamak için zamîr yerine koymuştur. Normal de (.......) olması gerekirdi. Yaratma hususunda bana yardımcı olmadıklarına göre size ne oluyor da onları ibâdet hususunda bana ortak koşuyorsunuz?

52

O gün (Allah, kafirlere) der ki: “Benim ortaklarını zannettiğiniz şeyleri çağırın İşte çağırdıkları zaman kendilerine cevap vermediler. Ve biz onların aralarına tehlikeli bir uçurum koyduk.

O gün Allah kâfirlere şöyle der: “Ortaklarını olduğunu zannettiklerinizi yüksek sesle çağırın bakalım. Sizi benim azâbımdan kurtarmaları için onları, ortak koşmuştunuz” burada onları azarlamak için kastediyor ve kendisine ortak koşulanları da ona ekliyor.

Hamza'ya göre (.......) fiili (.......) dur. Onları çağırdılar ama çağırdıkta kendilerine cevap vermedi. Ve biz onların aralarına tehlikeli bir uçurum koyduk. (.......) lâfzı (.......) fiilinden gelir. Ve yok edici demektir.

(.......) İse geniş bir berzahtır. Böyle olunca mana, aralarına uzak mesafeler koyduk. Çünkü onlar cehennemin dibinde diğerleri ise cennetlerin en üst makamlarındadır.

53

Suçlular ateşi gördüler, artık içine düşeceklerini iyice anladılar, fakat ondan kaçacak bir yer bulamadılar.

Suçlular ateşi gördüler ve yakinen oraya düşeceklerine inandılar. Ve o ateşten kaçacak bir yer de bulamadılar.

54

Andolsun biz bu Kur’ân'da insanlar için her türlü misali anlattık. Ama insan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür.

Andolsun biz, bu Kur'ân da insanlara ihtiyaç duydukfan her çeşit misali türlü biçimler de anlattık. Ama insan, tartışmaya herşeyden daha çok düşkündür.

(.......) kelimesi temyizdir.

Yani bâtıl yolda yapılan husumetleri ve mücadeleleri tek tek sayarsan tanşmanın daha çok olduğunu göreceksin. Kısaca, insanın tartışması, herşeyin mücadelesinden daha çoktur.

55

Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları inanmaktan ve Rablerine istiğfar etmekten alıkoyan şey, ancak evvelkilerin yasasının kendilerine de gelmesini yahut azâbın açıkça karşılarına gelmesi (ni beklemeleri) dir.

Hidayet derken, hidâyete sebep olan kitap ve peygamber kastedilmektedir.

(.......) Mensûbdur. (.......) İse merfûdur. (.......) dan önce mahzûf bir muzaf vardır. O da (.......) kelimesidir. Beklemek demektir.

Mana içerisinde takdiri ise şöyledir: “İnsanları îman ve istiğfar değil, ancak evvelkilerin yasasının kendilerine de gelmelerini beklemeleri dir ki o da helâk edilmeleridir” Ya da âhiret azâbının kendilerine gelmesini beklemeleridir.

(.......) kelimesi, Kûfi'ye göre (.......) kelimesinin çoğuludur. Çeşit çeşit manasına gelir. Diğerlerine göre ise (.......) dir. Açık açık manasına gelir.

56

Biz elçileri sadece müjdeyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. İnkâr edenler, hakkı batılla gidermek için mücadele ediyorlar (Onlar) âyetlerimle ve uyarıldıkları şeylerle alay ettiler.

“Biz elçileri sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz” dedikten sonra orada duruyor ve “İnkâr edenler, hakkı batılla gidermek çin mücadele ediyorlar. Onlar âyetlerimle ve uyarıldıkları şeylerle alay ettiler” diyerek başka bir konuya giriyor. İnkâr edenler, peygamberlere karşı “Sizde bizim gibi insanlarsınız. Eğer Allah, böyle bir şeyi dileseydi melekleri gönderirdi” gibi sözler sarfederek mücadele ediyorlardı. Hakkı, yani nübüvveti bu tip mücadelelerle iptal etmeye, yok etmeye çalışıyorlardı.

(.......) daki (.......) ismi mevsuldur. Sıladan kendisine râci olan zamîr, mahzûftur. Böyle olunca mana, Kur'ân'la ve onların uyardıkları azapla alay ettiler, demektir. Ya da (.......) mastariyyedir. O zaman da mana Kur'ân'la ve onların korkutmalarıyla alay ettiler, demektir.

(.......) alay konusu demektir. Hamza'ya göre (.......) ve hemzenin sükünuyladır. Hafsa göre hemzenin vava kalp edilmesiyledir. Onlardan başkalanna göre ise (.......) nin ve hemzenin dammesiyledir.

57

Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığı hâlde onlardan yüz çeviren ve ellerinin (yapıp) Öne sürdüğünü unutandan daha zâlim kim olabilir? Biz onların kalpleri üzerine, onu anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarının içine de ağırlık koymuşuz. Onları doğru yola çağırsan da bu hâlde asla doğru yola gelmezler.

(.......) (Âyetler) kelimesi, Kur'ân manasınadır. Bu sebeple (.......) daki zamîr ona müzekker olarak râci olmuştur. Kendisine Rabbi'nin âyetleri hatırlatıldığı hâlde onlardan yüz çeviren, hatırlatıldığında hatırlamayan ve düşünmeyen, ellerinin, düşünmeksizin ve iyi kötünün bir cezâsı, bir mükâfatı olacağına bakmaksızın yapıp öne sürdüğü küfür ve isyanlarınm sonucunu unutandan daha zâlim kim olabilir. Sonra, onların kalplerinin mühürlendiğini “Biz onların kalpleri üzerine örtüler koyduk” diyerek beyan ediyor ve bunun onların yüz çevirmelerine ve unutmalarına sebep olduğunu beyan ediyor.

(.......) kelimesi (.......) ın çoğuludur. Örtü demektir, onların kulaklarının içine de hakkı duymaktan uzaklaştıracak ağırlık koymuşuz. Müfretten sonra cem'i getirilmesi (.......) lâfzı ve manası üzerine hami edilir. Ya Muhammed! Onları îmana çağırsan elbette İhtida etmezler.

(.......) Kelimesi cezâ ve cevaptır. Peygamberin davetine icabet etme lerinin mümkün olmadığına delalet ediyor. Çünkü onlar, ihtidanın var olmasını gerektiren şeyi, onun yok olmasına sebep kıldılar. Yine o, peygambere verilen bir cevaptır. Takdiri ise, niçin onları, hırsla Müslüman olmaya çağırmayayım? Mukadder sözüne karşılık “Onları hidâyete çağır san da asla doğru yola gelmezler” cevabı verilmiştir. (.......) kelimesi, teklif müddetince demektir.

58

Ama çok bağışlayan, merhamet eden Rabbin eğer onları, yaptıklarıyla hemen cezâlarıdıracak olsaydı, onların azâbım çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman vardır ki, ondan (kaçıp) sığınacak bir yer bulamayacaklar.”

Son derece bağışlayıcı, merhamet sâhibi Rabbin eğer onları yaptıklarıyla hemen cezâlarıdıracak olsaydı, onların azâbını çabuklaştınrdı.

Yani Hazret-i Allah, Mekke halkını Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a son derece düşman olmalarına rağmen rahmetinden dolayı hemen cezâlarıdırmadı. Fakat onlar için vaad edilen bir zaman vardır ki bu Bedir günüdür, ondan kaçıp kurtulacakları bir kurtuluş yeri, bir sığmak bulamayacaklar. Kurtulduğunda (.......) denir, birine sığındığında ise (.......) denir.

59

İşte şu ülkeler de zulmetmeye başlayınca onları helâk ettik. Onları helâk etmek için de bir süre belirlemiştik.

(.......) mübtedadır. (.......) sıfattır. Çünkü işaret isimleri, cinslerin isimleriyle sıfatlanırlar. Haber (.......) dur. Ya da (.......) ile nasb edilmiştir.

Mana ise: İşte şu kentlerin halkını helâk ettik” demektir. Nûh, Âd, ve Semûd kavmi, kastediliyor. Onlar Mekke'lilerin zulmettiği gibi zulmet tiklerinde helâk ettik. Onları helâk etmek için, Bedir günü Mekke'lilere yaptığımız gibi geciktirmeyecekleri malum bir vakit tayin ettik.

Helâk etmek ve helâk vakti demektir. Hafs'a göre (.......) ın fethi ve (.......) ın kesresiyledir. Ebû Bekir'e göre ise, ikisinde de fetha iledir.

Yani helâk vakti için ya da helâk edilmeleri için (.......) kelimesi ise vakit ya da mastardır.

60

Mûsa uşağına demişti ki: “Durmayıp ya iki denizin birleştiği yere varacağım veya uzun bir zaman yürüyeceğim.”

Mûsa'nın uşağına dediğini hatırla. O Yûşâ b. Nun idi. Uşağı denildi, çünkü o Mûsa (aleyhisselâm) ya hizmet ediyordu. Onunla birlikte bulunuyor ve ondan ilim öğreniyordu. İki denizin birleştiği yere kadar varacağım.

Hâlin ve kelâmın delâletinden dolayı (.......) nun haberi hazfedil di. (.......) bırakmayacağım, devam edeceğim, demektir, hâlin delâletine göre, sefer hâlidir. Sefer hâlini bırakmayacağım demektir.

Kelâmın delâletine göre ise “İki denizin birleştiği yere kadar” sözüdür. Bu gayenin gerçekleştiği yerdir. O hâlde mana şöyle olmalıdır. İki denizin birleştiği yere varıncaya kadar yürümeye devam edeceğim. Mekân, Mûsa (aleyhisselâm) nın Hızır (aleyhisselâm) la karşılaşmayı vaat ettiği yerdir ki Basra Körfezi ile Akdenizin birleştiği noktadır. Hızır (aleyhisselâm) ın Hızır ismini almasının sebebi ise, her namaz kıldığı yerin etrafının yeşillenmesidir.

Rivâyet edildiğine göre Mûsa (aleyhisselâm) İsrâ'il oğullarıyla birlikte Mısır'a galip geldiğinde ve Kıpti Fir'avunun ölümünden sonra orada (Tih çölün de) karar kıldılar. Mûsa (aleyhisselâm) Rabbine sual edip: “Ya Rabbi kullarının sana en sevgilisi hangisidir?” demiş, buyurulmuş ki: “Beni zikreden ve unutmayan” “Hakîm kulun hangisidir?” demiş. Buyurulmuş ki: “Hak ile hükmeden ve hevasına uymayan” “En Âlim kulun kim?” demiş, buyurulmuş: “Belki bir kelimeye rastlarını da bir hidâyete delalet eder veya bir felaketten kurtarır diye insanların ilmini araştırıp ilmine ekleyen” Binaenaleyh Mûsa (aleyhisselâm) demiş ki: “Ya Rabbi! Kullarından benden daha bilgilisi varsa bana göster” “Var. Senden daha bilgilisi, Hızır'dır” buyurulmuş. “Onu nerde arayayım” demiş “Sahil de taşırı yanında” buyurulmuş. “Ya Rabbi onu nasıl bulurum?” demiş. “Zenbilin içine balık koyarsın. Onu nerede kaybettiğinde bana haber ver” Onu nerede kaybedersen o ordadır” buyurulmuş. Mûsa (aleyhisselâm) uşağına: “Baliği kaybettiğinde bana haber ver” dedi. Yürüyerek yola çıktılar. Bir müddet sonra Mûsa (aleyhisselâm) uyudu. Balık canlandı ve denize düştü. Yemek vakti gelince Mûsa (aleyhisselâm) baliği istedi uşağı baliğin denize düştüğünü söyledi. Taşırı yanma geldiler. Elbisesine bürünmüş bir adam gördüler. Mûsa (aleyhisselâm) ona selâm verdi. O “nasıl oluyor da bizim buralarda selâm verenler bulunuyor?” dedi. Onu tanıdı ve “Ey Mûsa ben Allah'ın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir ilmi bılıyorum. Sende Allah'ın sana öğrettiği ve benim bilmediğim bir ilmi biliyorsun “dedi.

61

İkisi iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular (balık) sıyrılıp denizde yolunu tuttu.

İki denizin birleştiği yere vardıklarında Yûşa baliği unuttu. Çünkü azık işine o bakıyordu. Delili de “Hakikaten ben baliği unuttum” sözüdür. Bu “Azıklarını unuttular” sözündeki gibidir. Onu, azık işini yerine üzerine alan unuttu. Denildiğine göre balık tuzluydu. Bir gece Aynu'l-Hayat kıyısına inmişlerdi. Mûsa (aleyhisselâm) uyumuştu. Suyun serinliği balığa vurunca canlandı ve suya düştü. Denizde yolunu tuttu.

Yani, karadan denize doğru kendine bir yol tuttu.

(.......) kelimesi mastar üzerine mensûbtur.

Yani (.......) demektir. İçine girdi ve kayboldu manasına gelir.

62

Orayı geçip gittiklerinde (Mûsa) uşağına: “Kahvaltımızı bize getir de (yiyelim) andolsun ki, bu yolculuğumuzda (epey) yorgunluk çektik” dedi.

İki denizin birleştiği yeri geçtiklerin de konakladılar. Epeyi yürümüşlerdi. Mûsa, uşağına “Kahvaltımızı getir, andolsun ki bu yolculuğumuz dan epey yorgunluk çektik.” Daha önce yorulmamış ve acıkmamıştı.

63

(Uşağı): “Gördün mü! dedi. Kayaya sığındığımız vakit baliği unuttum. Onu söylememi, bana ancak şeytan unutturdu. (Balık) şaşılacak biçimde denizin içinde yolunu tuttu.

Uşak: “Gördün mü, buluşma yeri olan o kayaya sığındığımız da ben baliği unutmuşum” dedi. Sonra özür beyan ederek: “Onu söylememi kalbime vesvese vermek suretiyle ancak şeytan unutturdu “dedi.

Hafs'a göre (.......) daki (.......) zamîri damme iledir. (.......) daki zamîrden bedeldir.

Yani “Bana onu zikretmeyi ancak şeytan unutturdu” demektir, balık şaşılacak biçimde denizin içinde yolunu tuttu. Nereye gittiyse iz bıraktı.

64

(Mûsa): “İşte aradığımız o idi” dedi. Tekrar izlerini takip ederek geriye döndüler (kayaya vardılar)

(Mûsa) “İşte aradığımız o idi” dedi. (.......) kelimesi, Mekki'ye göre (.......) şeklinde ya iledir. Ebû Amr ve Ali ve Medenî, vasl hâlinde onu muvafakat etmişlerdir. Bu kişilerin haricindekilere göre ise, mushafın yazılış şekline uyarak her iki hâlde de (vakf ve vasıl) (.......) siz okunur. Bu denizin yol edinebileceğine dair bir işarettir.

Yani bu bizim aradığımız şey, çünkü baliğin gidişi Hızır (aleyhisselâm) ile karşılaşma alâmetiydi. İzlerini takip ederek geldikleri yoldan geri döndüler.

(.......)

Yani tam olarak izlere tabi oluyorlar. Zeccâc şöyle diyor: (.......) izleri takip etmek demektir.

65

(Orada) kullarınıızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik.

Orada kullarınıızdan biri olan Hızır'ı buldular. Elbisesine bürünmüş uyuyordu. Ya da deniz üzerinde oturuyordu. Ona katımızdan vahiy ve nübüvvet ya da ilim ve uzun ömür vermiştik. Ona katımızdan bir ilim, yani gaybden haber vermeyi öğretmiştik. Denildiki ilmi ledünni; kulda ilham yoluyla hasıl olan şeydir.

66

Mûsa ona: “Sana öğretilenden, bana da bir bilgi öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi.

Dinim hususunda beni hayra irşat edecek bir bilgiyi öğretmen için sana tabi olabilir miyim? (.......) (hayra isamet etmek) kelimesi, Ebû Arnr'a göre (.......) (doğru) dir. Her ikisi de ayrı ayrı kelimelerdir.

(.......) (cimrilik) ve (.......) (çok cimri) de olduğu gibi.

Bu âyeti kerime de hiç kimsenin, son noktasına varsa bile ilim öğrenmekten kaçınmaması gerektiğine ve daha bilgili olan kişiye karşı da mütevazi olunması gerektiğine dair delil vardır.

67

(O da) “Sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın” dedi.

Hafs'a göre (.......) deki (.......) fetha iledir. ( O da) : “Sen benimle beraber bulunmaya dayanamaz inkâr edersin ve soru sormaya baslarsın” dedi.

68

(İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?”

(.......) temyizdir. Te'kit yoluyla, onun kendisiyle birlikte sabredemeyeceğini ifade etmektedir. Bunun da sebebini şu şekilde beyan etmiştir. “Kendisinin zahiri münker olan işler işlediğini, değil peygamber sâlih bir Müslümanın bile böyle bir şeyi gördüğünde kendisini tutamayıp müdahale edeceğini” söylemiştir.

69

(Mûsa): “İnşeallah, dedi. Beni sabredici bulursun, senin emrine karşı gelme.”

İnşeallah beni inkâra ve yüz çevirmeye karşı sabredenlerden bulacaksın. Yine beni senin emrine karşı gelmeyenlerden bulacaksın. Bu ikinci cümle mahallen mensûbtur.

(.......) üzerine atıftır.

Yani beni sabırlı ve isyan etmez bulacaksın. Ya da o ikinci cümle (.......) üzerine atıftır. O zaman da i'rabta mahalli yoktur.

70

(O kulu): “O hâlde, dedi, eğer bana tabi olursan ben sana anlatmcaya kadar (yaptığım) hiçbir şey hakkında bana soru sorma.”

Ben de, doğruluk yönü sana gizli kalmış, ama doğru olduğunu bildiğin ve nefsinin inkâr ettiği bir şey gördüğünde ben onu sana açmcaya kadar bana o hususta ne soru sor, ne de danış. Bu talebinin hocasına, tabi olanın tabi olunana karşı göstermesi gerekli edeplerdendir.

71

Bunun üzerine yürüdüler. Nihayet gemiye bindikleri zaman gemiyi deliverdi. (Mûsa) “Halkım boğmak için mi gemiyi deldin? Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın” dedi.

Deniz kıyısında gemi araştırarak yürüdüler. Ona binince gemidekileri “Bu ikisi hırsızdır” dediler. Geminin sâhibi ise “Onlarda peygamber yüzü görüyorum” dedi ve onları ücretsiz olarak gemiye bindirdi. Açıl dıklarında Hızır baltayı aldı ve suya temas eden tahtalardan ikisini sökmek suretiyle gemiyi deldi. Mûsa, deliği elbisesiyle tıkamaya çalıştı. Son ra da ona “Halkını boğmak için mi gemiyi deldin?” dedi.

Hamza ve Ali'ce göre (.......) fiilinden (.......) şeklindedir. O zaman da mana: “Halkın boğulması için mi gemiyi deldin?” olur. Büyük bir iş yaptın iş büyüdüğünde (.......) denir.

72

(O kul): “Sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın, demedim mi?” dedi.

-Mûsa, suyun delikten içeri girmediğini görünce gemiden kaçmadı ve şöyle dedi:

73

Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama ve bana işimden dolayı bir güçlük çıkarma.

Unuttuğum kimseyle veya unuttuğum şeyle veyahut da unutmakliğimla. Burada anlaşmayı unuttuğunu ve unutmanın da kınanmayacağım ifade etmek istemiştir. Ya da unutmakla terk etmeyi kastetmiştir.

Yani “İlk defa olarak terkeîtiğim şeyle beni kınama” demektir, sana tabi olma işimden dolayı bana güçlük yükleme.

Yani, sana tabi olma işini zorlaştırma, göz yummak ve münakaşa etmemek suretiyle onu bana kolaylaştır, demektir.

74

Yine yürüdüler. Nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. (O kul) hemen onu öldürdü. (Mûsa) “bir can karşılığı olmadan temiz bir cana kıydın ha? Şüphesiz sen çirkin bir iş yaptın” dedi.

Denildi ki: başım duvara vurdu. Şöyle de denildi: onu yatırdı sonra bıçakla boğazladı. Burada (.......) lafzını (.......) ile söyledi. (.......) lâfzı ise (.......) sız geldi. Çünkü (.......) şart için cezâ kılındı. (.......) ise kendisine ma'tûf olarak şart cümlesinden kılındı. Cezâdır. İkisi arasındaki farklıliğin bir sebebi de gemiyi delme işinin biner binmez olmaması, öldürme işinin ise çocukla karşılaşır karşılaşmaz olmasıdır.

(.......) Hicâzi'ye ve Ebû Amr'a göre (.......) dir. O da günahlardan pak olan demektir. Bu ya Mûsa indinde pak olduğundandır. Çünkü o, onun günah işlediğini görmedi. Ya da buluğ çağma varmamış küçük bir çocuk olduğundandır. O çocuk, birini öldürmedi ki bundan dolayı kısas olunsun.

İbni Abbâs (radıyallahü anh) dan rivâyet edildiğine göre, Necdetü’l-Hairi ona bir mektup yazdı. Orada Resûlüllah (SALLALLAHÜ ALEYHİ VE SELLEM) çocuklarını öldürülmesini yasakladığı hâlde onun öldürülmesinin nasıl câiz olduğunu” sordu. İbni Abbâs ona şöyle yazdı: “Çocukların durumu ile ilgili Mûsa'nın bildiğini buseydin öldürüleceğini anlardın.” (.......) deki (.......) Medenî ve Ebû Bekir'e göre nerede olursa olsun, damme iledir. Kötülük demektir, denildiki: (.......) kelimesinin ifade ettiği kötülük (.......) kelimesinin ifade ettiği kötülükten daha hafiftir. Çünkü tek bir kişiyi öldürmek, bir gemi adamı boğmaktan hafiftir. Ya da mana, “Öncekinden daha kötü bir şey yaptın” demektir. Çünkü deliğin kapatılması mümkündür. Ama öldürülmenin geri getirilmesi mümkün değildir.

75

(O kul): “Ben sana, sen benimle beraber bulunmaya dayanamazsın dememiş miydim?” dedi.

Bu âyete, önceki benzer âyette olmayan (.......) lâfzı ziyade edilmiştir. Çünkü ikinci olaydaki kötülük daha çoktur.

76

(Mûsa) dediki: “Eğer bundan sonra (bir daha) sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma. (O zaman) benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır (artık benden ayrılmakta mazur sayılırsın)

Eğer bu seferden sonra ya da bu sorudan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaş olma. Benim tarafımdan sana özür ulaşmıştır. Aramızdaki ayrılık meselesinde mazur sayılırsın. (.......) deki (.......) Medenî ve Ebû Bekir'e göre şeddesizdir.

77

Yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. (Köy halkı) onları misafir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular; Hızır hemen onu doğrulttu. (Mûsa): “İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın” dedi.

Kent halkına vanp yemek istediler. Kent Antakya ya da Eyle'dir. Eyle, Allah'ın gökten en uzak mekân'dır. Misafir edilmelerini istediler. Onlarda kaçındı.

(.......) onu indirdi ve misafir etti, demektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “O kent halkı düşük kişilerdi” “Kentlerin en şerlisi orada cimrilik yapılanıdır.” denilmiştir. O kentte uzunluğu yüz zira olan yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. Neredeyse yıkılıyordu.

(.......) , (.......) yaklaşmak ve sarkmak manalarına istişare olarak kullanılmıştır.

İstek ve azim manalarına istişare olarak kullanıldığı gibi. Onu eliyle doğrulttu. Ya da eliyle dokundu. O da doğruldu, düzgün hale geldi. Ya da önce onu yıktı, sonra yaptı. Onların yiyeceğe şiddetle ihtiyacı vardı. Hatta ihtiyaç onları kazanç yollarının sonuncusuna sevketmişti. O da istemekti. Yardım edecek birini bulamamışlardı. Hızır duvan doğrultunca Mûsa kendine hâkim olamadı. Çünkü muhtaçtılar ve mahrumiyet görmüşlerdi. Şöyle dedi: “İsteseydin buna karşdık bir ücret alırdın” yani çalışmana karşılık şu sıkıntıyı defedecek kadar bir ücret talep etseydin.

Basrfye göre (.......) şeddesiz (.......) kesreli ve (.......) idğamlıdır. Mekkî ye göre (.......) açık okunur. Hafsa göre (.......) şeddeli, (.......) fethalı ve (.......) açık okunur. Bunlardan başkaianna göre ise, (.......) şeddeli, (.......) fethalı ve (.......) ye idğam edilmelidir. (.......) deki (.......) deki (.......) gibi asıldır. (.......) Veznindeki (.......) ondandır (.......) dun geldiği gibi (.......) fiilinden değildir.

78

İşte dedi bu benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim.

Bu üçüncü soruya işarettir.

Yani bu itiraz aynlış sebebidir. Aslı bu, benimle senin aramızın aynlmasıdır. (.......) kelimesiyle söylendi. Mastar zarfa izafe edildi. Mef’ûlu bihe izafe edildiği gibi.

79

O gemi, deniz de çalışan yoksullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan bir kral vardı.

Çünkü onların önlerinde ya da arkalannda, dönüş yolları üzerinde bekleyip kusursuz sağlam gemileri zorla alan bir kral var. Kusurlu gemileri almıyordu.

Mastar ya da mef'ûlun lehdir. “Onu kusurlu kılmayı istedim” sözünün sebebi “Geminin çalınması korkusuyla o zaman onun hakkı, sebepten sonra gelmesi değil miydi?” diye sorarsan derim ki “Burada tehir edilen kastedilmiş ve öneminden dolayı da o cümle takdim edilmiştir.”

80

Erkek çocuğa gelince: onun anası babası mü’min insanlardır. Bunun için (çocuğun) onlara azgınlık ve nankörlükte boğmasından korktuk.

Çocuğun ismi Hüseyin'di. Mü'min ana-babaşına karşı gelmesinden, onların ona olan iyiliklerini inkâr etmesinden, onlara karşı isyan edip kötülük yapmasından ve dolayısıyla o ikisine şer ve bela isabet etmesinden korktuk. Ya da manevi hastaliğiyla ve sapkınhğıyla onları, saptırmasından ve onların da onun sebebiyle dinden çıkmalarından korktuk. Bu Hızır'ın sözüdür. Hızır bundan korktu. Çünkü Hazret-i Allah ona, onun durumunu bildirdi. Ve onu gizli olan sırra muttali kıldı. Eğer bu Allah'ın sözü ise o zaman mana: “Eğer yaşarsa ana babasının küfrüne sebep olacağını bildiğimizden korktuk” demektir.

81

İstedik ki Rableri onun yerine onlara ondan daha temiz, daha merhametli birini versin.

(.......) Medenî ve Ebû Amr'a göre (.......) dir. İstedik ki rableri onun yerine onlara daha günahsız, daha merhametli, daha hürmetkar ve daha dürüst birini versin.

(.......) Temyizdir. Rivâyet edildiğine göre onların bir kız çocuğu olmuş ve bir peygamberle evlenmiş. Ve o peygamberden bir ya da yetmiş peygamber doğmuştur. Ya da onlara kendileri gibi mü'min bir erkek çocuk vermiştir. Şamî'ye göre (.......) dir. Bunlar iki ayrı kelimedir.

82

Duvar ise şehirde iki yetim çocuğun idi. Altında onlara âit bir hazine vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Rabbin istedi ki onlar (büyüyüp) güçlü çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.

Çocukların ismi Asram ve Sarim idi. O duvar, zikri geçen kentteydi. Hazine ise altın bir levha idi. Üzerinde şunlar yazılıydı. Kadere inandığı hâlde üzülene şaşarım. Rızka inandığı hâlde yorularıa şaşanın. Ölüme inandığı hâlde rahat olana şaşanın. Hesaba inandığı hâlde gâfil olana şaşanın. Dünyanın ve onun halkının devri daim içerisinde olduğunu bildiği hâlde ona bağlarıana şaşanın. Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah'ın Rasûlü'dur.

Ya da o hazine de altın, gümüş ve içerisinde bazı ilmi hakikatlerin bulunduğu sahifeler vardı. Birinci görüş daha sağlamdır.

Katâde'den rivâyet edildiğine göre, hazineler bizden öncekilere helâl, bize haram kılındı. Ganimetler ise onlara haram, bize helâl kılındı.

Denildiğine göre, “Babaları” ifadesindekİ kişi onların yedinci dedesi idi. Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh) den rivâyet edildiğine göre, o bazı Hâricîlere aralarında geçen bir konuşmada şöyle demişti: Allah o iki çocuğu neyle muhafaza etti?” Onlar: “Babalarının iyiliğiyle” dediler, bu cevap üzerine o şöyle dedi: “Babam ve Dedem o iyi kişiden daha hayırlıdır”

(.......) mefulün leh ya da mastardır. (.......) iie mensûb olmuştur. Çünkü mana “O ikisine merhamet etmiştir” demektir. O gördüğün şeyler ben kendi düşünceme göre yapmadım. Onları Allah'ın emriyle yaptım.(.......) daki (.......) hepsine ya da duvara gider. İşte senin sabredemediğin şeylerin cevabı budur.

İfade kolayliği olsun diye (.......) daki (.......) hazfedildi. Veli'yi, peygamber üzerine tafdil eden sapık görüşlülerin ayakları kaydırmıştır. Bu açık bir küfürdür.

Onlar Mûsa, veli olan Hızır'dan öğrenmekle emrolundu” diyorlar. Bunun cevabı şudur: “Bazıları her ne kadar öyle olmadığını zannetseler de Hızır peygamberdir” bu olay, Mûsa (aleyhisselâm) hakkında bir imtihandır. Ehl-i kitap ve Mûsa'nın Mûsa b. İmran değil, Mûsa b. Men'an olduğunu söylemişlerdir. Veli'nin veli olabilmesi için peygambere inanması lazımdır. Ama Nebinin Nebi olabilmesi için veliye inanması gerekmez. Mûsa (aleyhisselâm) ın ilim öğrenmesinde bir zillet yoktur. Çünkü ilim, artması istenen bir şeydir.

Birinci olayda (.......) dedi. Çünkü o zahirde kötü bir şey yapmıştı. Üçüncü olay da (.......) dedi. Çünkü burada katıksız bir nimetlendirme vardır.

İkinci olayda ise (.......) dedi. Çünkü burada fiil yönünden kötülük, ona bedel başkasının verilmesi yönünden ni'metlendirme vardır. Zeccâc şöyle demiştir: (.......) Azîz ve celil olan Allah istedi, demektir, bunun benzeri Kur'anı Kerîm'de çoktur.

83-84

(Ey Resûlüm Muhammed) Sana Zülkarneyn'den soruyorlar. De ki “Size ondan bir hatıra okuyacağım.” Biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona herşeyden bir sebep verdik.

İmtihan kastıyla Yahûdîler ya da Ebû Cehil ve taraftarları sana Zülkarneyn'den soruyorlar, o bütün dünyaya hakim olan İskender'dir. Bütün dünyaya iki mü'min ve iki kâfir hakim olmuştur. Mü'minler, Zulkarneyn ve Süleyman (aleyhisselâm) dır. Kâfirler ise Nemrût ve Buhtunnasır'dır. Zamanı Nemrût'tan sonraydı. Denildiğine göre sâlih bir kuldu. Allah onu dünyaya hakim kıldı. Ona ilim ve hikmet verdi. Işığı ve karanlığı onun emrine verdi. Yürüdüğünde, önünden ışık yol gösteriyor. Arkasından karanlık örtüyordu. Peygamber olduğu, meleklerden biri olduğu söylendi.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) den rivâyet edildiğine göre o şöyle demişti: “O melek değildi. Peygamber de değildi. O ancak sâlih bir mü'mindi. Allah'a itâat hâlinde iken şakağından vuruldu ve öldü. Sonra Allah onu diriltti. Bu sefer sol şakağından vuruldu ve öldü. Allah onu tekrar diriltti ve onu Zulkarneyn diye isimlendirdi. Hazret-i Ali kendini kastederek “sizin içinizde onun bir benzeri vardır” dedi. Denildiğine göre, o, insanları tevhide çağırıyor, onlar da onu öldürüyorlardı. Allah da onu diriltiyordu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Zülkarneyn diye isimlendirildi. Çünkü o, dünyanın iki tarafını da gezdi dolaştı”

Yani doğusunu da batısını da gezdi. Onun Zülkarneyn diye isimlendirilmesi hakkında çeşitli sebepler sayılmıştır. İki saç örgüsü olduğu, onun devrinde yaşayan iki milletin olması, Rum ve Farsa hakim olması, Türkler'e ve Rumlara hakim olması, Tacı üzerinde iki boynuz olduğu, başı üzerinde boynuza benzer bir şey olduğu ve ana-baba cihatiyle kerem sâhibi sülalelerden gelmesi sebepler arasında sayılmıştır. Kendisi Rumlardandı. Biz onu orada güç ve kudret verdik. Mülkünde kastettiği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını verdik.

85

O da bir yol tuttu.

Sebep, kendisiyle maksada ulaşıları ilim ya da kudrettir. Batıya varmak İstedi ve kendisini oraya ulaştırarak bir yol tuttu. Sonunda oraya vardı. Aynı şekilde doğuya varmak istedi ve bir yol tuttu. İki şeddin olduğu yere varmak istedi ve bir yol tuttu.

Kufi ve Şamî'ye göre (.......) kelimesi (.......) şeklindedir.

Diğerleri ise elifin vaslı ve (.......) nin şeddesiyledir, demişlerdir. Rivâyet edildiğine göre Asmaî (.......) tabi olmak demektir, (.......) ise “Tabi, olmasada seçmek, tercih etmek demektir” demiştir.

86

Nihayet güneşin battığı yere ulaşırıca onu, kara balçıkta batar buldu. Onun yanında da bir kavim buldu. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn, (onlara) ya azâb edersin veya güzel davranırsın.”

Güneşin battığı yer, batı tarafında mamur bölgelerin bittiği yerdir. Doğduğu yer de böyledir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Zülkarneyn bu işe şöyle başladı: kitaplarda Sâmin çocuklarından birini hayat suyundan içtiğini ve ölümsüzleştiğini gördü. Bu sebepten o da onu arama ya başladı. Hızır, onun veziri ve teyzesinin oğluydu. O onu buldu ve içti. Zülkarneyn ise bulamadı” Onu kuru balçıklı bir gözede batar buldu.

Kuyu da karabalçık çok olduğundan (.......) denir. Şâmî ve Kûfî'ye göre (.......) dir. Hafs'ın dışındakilere göre bu, “sıcak” manasına gelmektedir.

Ebû Zer (radıyallahü anh) den rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: deve üzerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in terkisinde bulunuyordum. Batışı anında güneşi gördü. Dedi ki: “Ebû Zer, bu nereye batıyor biliyor musun?” “Allah ve Resûlü daha iyi bilir?” derim. Şöyle buyurdu: “O sıcak bir göze de batıyor”

İbni Abbâs (radıyallahü anh) Muâviye'nin yanında bulunuyordu. Muâviye (.......) şeklinde okudu. İbni Abbâs da “O (.......) şeklindedir” dedi. Bu sefer Muâviye, Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) “Bunu siz nasıl okuyorsunuz?” diye sordu. O “Mü'minlerin emirinin okuduğu şekilde” diye cevap verdi. Muâviye bu cevaptan sonra Ka'bü'l Ahbar'a döndü ve “Güneşin batışını nasıl buluyorsunuz?” dedi. O “Su ve balçıkta (batıyor) şeklinde. Onu Tevrât'ta da aynı şekilde buluyoruz” dedi ve İbni Abbâs (radıyallahü anh)’in sözüne muvafakat etti, ters düşmedi.

Bununla birlikte gözenin her iki vasfa da sahip olması câizdir. O gözenin yanında av hayvanlarının derisinden yapılmış elbiseler giyen yan çıplak bir kavim buldu. Bunlar denizin kıyıya vurduğu şeyleri yiyorlardı. Ve kâfirdiler. Ona “Ey Zulkarney onlara ya azâb edersin ya da güzel davranırsın” dedi. Zülkarneyn eğer peygamberse Allah ona bu şekilde vahyetmiş demektir, değilse Allah bir peygambere vahyefmiş o da ona bununla emretmiştir. Ya da bu bir ilhamdı. Zülkarneyn bu durumlarında ısrar ettikleri taktirde onları öldürmek suretiyle azap etmek ya da îman ettikleri taktirde onlara ikram etmek ve dinini öğretmek suretiyle güzel davranmak sarasında muhayyer bırakılmıştır. Ya da azap etmek, öldürmek, iyi davranmak, esir almak demektir. Çünkü esir almak öldürmeye nazaran ihsan sayılır.

87

Dedi ki: “Kim haksızlık ederse ona azap edeceğiz, sonra o Rabbine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azap edecektir.”

Kim zulmederse ona öldürülmekle azap edeceğiz. Rabbi de ona kıyamette görülmemiş bir şekilde azâb edecektir.

Yani İslam'a çağırdığım kişi kaçınır ve büyük zulüm şirk üzere kalmaya devam ederse iki cihanda da azâb olunacaktır.

88

Fakat inanıp sâlih amel işleyen kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleyeceğiz.

Îman edip imanın gerektirdiği işleri yapan kimseye en güzel mükâfat vardır. Onun için en güzel fiilin -ki o kelimei şehadettir -mükafatı vardır. Kûfî'ye göre, “en güzel cezâ” demektir. Ebû Bekir'in dışındakilere göre ise “onun mükafatı en güzel fiil” ona tarafımızdan kolay olanı söyleyeceğiz. Ona zoru ve meşakkati emretmeyeceğiz. Zekât, haraç ve diğer hususlarda da kolay olanı emredeceğiz.

89-90

Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşırıca onu, güneşe karşı kendilerine siper yapmadığımız bir kavim üzerine doğar buldu.

Onlar zencilerdi. Onlara güneşe karşı siper olabilecek çardaktan evler ya da elbiseler yapmadık. Onların arazisi binaları tutmuyordu. Orada izbeler vardı. Güneş doğunca izbelere giriyorlar, yükselince de yiyecek için dışan çıkıyorlardı.

Mücâhid'ten rivâyet edildiğine göre “Sudanlılardan güneşin doğuşunda elbise giymeyenler, yerli ahalisinin toplamından daha çoktur.”

91

İşte böylece onunla ilgili herşeyden haberdardık.

Zulkarneynin işi böyle idi.

Yani onu vasfettiğimiz gibiydi. Bu ifade onun işini yüceltmek için sevkedilmiştir. Onun yanındaki ordular, aletler ve hakimiyet araçları cinsinden olan şeyleri biliyorduk.

(.......) mastar olarak mensûbtur. Çünkü (.......) da (.......) (bildik) manası vardır. Ya da aynı şekilde güneşin doğduğu ve battığı yere (tekrar) vardığını bildik.

Yani onlar da diğerleri gibi kâfirdiler. Hükümleri de diğerlerinin hükmü gibiydi. Küfür üzere kalanları cezâlarıdırması, îman edenlere ihsan etmesiydi.

92- 93

Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki dağ arasına ulaşırıca onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu.

İki set, iki dağdır. Zülkarneyn, o ikisi arasına set çekti. Mekkî, Ebû Amr ve Hafsa göre (.......) ve (.......) şeklinde okunur. Hamza ve Ali'ye göre, (.......) ve (.......) şeklinde okunur, diğerlerine göre ise (.......) ve (.......) şeklinde okunur.

Şöyle de denildi: yaratılıştan var olan set dammefidir. Kulların yaptığı set ise fethalıdır. (.......) kelimesi, (.......) cümlesinde izafetle mecrûr ve (.......) cümlesinde merfû' olduğu gibi burada da (.......) fiilinin mefulun bihidir. Mansuptur. Çünkü o, isim ve zarf olarak kullanılan zarflardandır.

Bu yer, Türk topraklarının doğu sınırındadır. O iki setin arkasında hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Onlar Türktü. Onları ancak işaret ve benzeri yöntemlerle zorlukla anlıyordu.

Hamza ve Ali'ye göre (.......) dir.

Yani sözlerini dinleyene anlatamıyorlar, açıklayarmyorlardı. Çünkü onların konuştukları dil, bilinmeyen garip bir dildi.

94

Dediler ki: “Ey Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cüc bu yerde boz gunculuk yapıyorlar, bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir vergi verelim mi?”

Ye'cüc ve Me'cüc arap olmayan iki isimdir. Sarfedilmemeîeri buna bir delildir. Bu ikisini, sadece Âsim hemzeli okumuştur. Onlar Yafes'in çocuklarındandır. Ya da Ye'cüc Türklerden, Me'cüc ise Cil'den ve Deylem'dendir. Dediler ki: “Ey Zulkarney, Ye'cüc ve Me'cüc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar” denildiğine göre, onlar insan yiyorlardı. Yine denildiğine göre, onlar, ilkbaharda çıkıyorlar yemedik yeşillik ve götürmedik kuru madde bırakmıyorlardı. Ve onlardan hiçbiri kendi meslinden silah taşıyan bin erkeği görmedikçe ölmüyordu. Yine denildiğine göre onlar, iki sınıftı. Bir kısmı haddinden fazla uzun, diğer kısmı da haddinden fazla kısaydı. “Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana malımızdan çıkarıp vergi verelim mi?” Hamza ve Ali'ye göre (.......) okunur, bunun benzeri iki kelime (.......) ve (.......) dır.

95

Deki: “Rabbimin, beni içinde bulundurduğu imkânlar, daha hayırlıdır. Siz bana (insan) gücü (yle) yardım edin de sizinle onlar arasına sağlam bir engel yapayım.

(.......) deki (.......) idğamhdır. Mekkî'ye göre ayrıdır.

Rabbimin beni içinde bulundurduğu mal çokluğu ve bolluk gibi imkânlar sizin haraç olarak bana vereceğinizden daha hayırlıdır. Benim ona ihtiyacım yoktur. Sizler bana fiziki güç ve aletlerle güzel bir şekilde çalışarak yardım edin ki sizinle onlar arasına koruyucu bir duvar, sağlam bir engel yapayım” “Redm” setten daha büyüktür.

96

“Bana demir kütleler getirin” iki dağın arasını aynı seviyeye getirince: “Üfleyin” dedi. Nihayet o (demir kütleleri) mi bir ateş haline sokunca “getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim” dedi.

Bana demir parçaları getirin. (.......) büyük parça, yani kütle demektir.

Denildiğine göre temel, suya ulaşırıcaya kadar kazıldı. Temele taş ve erimiş bakır kondu. Duvar için ise, seviyesi iki dağın yüksekliğine varana kadar demir kütleleri kondu. Aralarına da odun ve kömür konuldu. Sonra körük getirildi. Ateş gibi olunca, kaynar demirin üzerine erimiş bakır döküldü. Bunlar birbirine karıştı ve sert bir blok haline geldi, denildiğine göre, iki şeddin arasındaki mesafe yüz fersah idi.

(.......) kelimesindeki (.......) ve (.......) fetha iledir. Mekkî, Basrî ve Şamî'ye göre (.......) Ebû Bekir'e göre (.......) şeklindedir.

Sadefeyni, iki dağın iki yakası demektir. Çünkü o iki yaka karşı karşıya bulunmaktadır. İki dağm arasım aynı seviyeye getirince çalışanlara “demire üfleyin” dedi. Nihayet o üflenilen demiri ateş gibi bir hale getirince “Verin üzerlerine erimiş bakır dökeyim” dedi. Çünkü o da akıcıydı.

(.......) kelimesi (.......) fiiliyle mensûb kılınmıştır. Takdiri ise (.......) dir.

İkinci bakır kelimesi birinciye delâlet ettiği için birinci hazfedildi. Hamza'ya göre (.......) vashyladır. Kendisiyle başlandığında elif meksur kılınır ve mana “bana gelir” olur.

97

Artık (Ye'cuc ve Me'cuc) onu ne aşabildiler ne de delebildiler.

(.......) daki (.......) hafiflik olsun diye hazfedildi. Çünkü (.......) nin mahreci (.......) nın mahrecine yakındır. Ne şeddin o yüksekliğine çıkıp onu aşmaya ve ne de sertliğine karşı onu delmeye çare bulabildiler.

98

(Zülkarneyn) dedi ki: “Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vadi geldiği zaman onu yerle bir eder, şüphesiz ki Rabbimin vadi gerçektir.”

Bu set, ya da onu bu şekilde yapabilmemiz için bize verilen güç ve kudret, Allah’ın kullarına olan bir ni'meti ve bir rahmetidir. Kıyametin gelişi yaklaştığında, gelmesine az kala onu yerle bir eder. Yükseltildikten sonra dağıları herşey yerle bir olmuş demektir.

Kûfî'ye göre (.......) dır. Ve düz bir yer manasına gelir. Ve düz bir yer manasına gelir. “Rabbimin vaadi gerçektir” Zülkarneyn'in son sözüdür.

99

Biz o gün (Ye'cüc ve Me'cüc'u) bırakmışızdır. Biribiri için de dalgalanırlar. Sur'a da üflenmiştir ve onları hep bir araya toplamışızdır.

Bütün haik insanlar ve cinler, şaşkın bir vaziyette birbirine karışır.

(.......) daki zamîrin Ye'cüc ve Me'cüc'e âit olması da mümkündür.

Zira onlar şeddin arkasından çıktıklarında dalgalar hâlinde ülkeleri istila ederler.

Rivâyet edildiğine göre onlar, deniz kıyısına geldiklerinde suyunu içerler ve hayvanlarını yerler. Daha sonra ağaçları ve galip geldikleri insanları yerler. Sadece Mekke, Medine, ve Kudüs'e giremezler. Sonra Allah, onların enselerinde kurt bitirir, onların kulaklarından içeri girerler ve böylece Ye'cüc ve Me'cüc ölür. Kıyametin kopması için sûra üflenir. Bütün mahlûkâtı mükâfat ya da cezâ görmek üzere toplarız.

(.......) kelimesi tekit içindir.

100-101

O gün cehennemi kâfirlere açıkça göstereceğiz. Onlar ki beni anmaya karşı gözleri perde içinde idi. Ve (Kur'ân'ı) dinlemeye tahammül edemezlerdi.

Cehennemi onlara gösteririz. Onlar da görür, şâhit olurlar. Onlar ki beni anmaya karşı veya bakıları ayetlere karşı ve ta'zim ile zikrettiğimiz Kur’ân'a karşı veya Kur'ân'a ve manalarını düşünmeye karşı gözleri perde içinde idi. Kur'ân'ı işitmeye de tahammül edemiyorlardı.

Yani Kur'ân'a karşı sağırdılar. Hatta daha da ileriydiler. Çünkü sağır bir kişi kendisine bağınldığında duyabilir. Bunlar ise kulakları sağırlaştınlmış kimselerdir ki, işitmeye mecalleri yoktur.

102

O kâfirler benden ayrı olarak kullarınıı kendilerine dostlar yapacaklarını mı sandılar? Biz kâfirlere cehennemi konak olarak hazırladık.

O kâfirler, kullarınıı, yani melekleri ve Îsa (aleyhisselâm) yı kendilerine dost olarak kabul etmelerinin kendilerine faydalı olacağını mı sanıyorlar. Ne kötü bir sanmak bu böyle.

Denildi ki (.......) sılasıyla birlikte (.......) nin iki mef'ûlunun yerine geçmiştir. (.......) ve (.......) kelimeleri (.......) nun iki mafuludur.

En münasip olanı da budur ki mana “Onlar, onlara dost olamazlar” demektir. Nüzul, misafir ve benzerleri için kuruları şeydir. Onları elem verici bir azapla müjdele.

103

De ki: “Size işleri bakımından en çok ziyana uğrayacak olanları söyleyeyim mi?”

(.......) temyizdir. Cemidir. Kıyasa göre heva ve heveslerin çeşitliliğinden dolayı müfret olarak gelmesi gerekirdi. Ziyana uğrayacak kişiler, Ehl-i Kitap ya da ruhbanlardır.

104

Dünya hayatında bütün çabaları boşa gitmiş olan ve kendileri de iyi iş yaptıklarını sanan kişileri.

(.......) mahallen merfûdur.

Yani (.......) demektir. Dünya hayatında bütün çabaları iptal olmuş, boşa gitmiş kişileri.

105

İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa çıkan kimselerdir. Kıyamet gününde onlar için bir terazi kurmayız.

Bizim katımızda onların hiçbir ağırliği, kadr-u kıymeti yoktur.

106

İnkâr ettikleri, âyetlerimi ve elçilerimi eğlence yerine koydukları için onların cezâsı cehennemdir.

“Cehennem” kelimesi (.......) nın atfı beyanıdır.

Yani, inkâr yi ettikleri ve Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini eğlence yerine koyduk ları için onların cezâsı cehennemdir, demektir.

107- 108

Îman edip sâlih amel işleyenlere gelince onların konağı da Firdevs cennetleridir. Orada sürekli kalacaklardır. Oradan hiç ayrılmak istemezler.

(.......) hâldir. Kendilerine verilen şeylere râzı oldukları için oradan başka bir yere geçmek istemezler. (.......) (yerini değiştirdi) denir.

Yani ondan daha fazlası yoktur ki arzuları ve ihtiyaçları adına, onlar için, nefisleri kavga etsin. Bu vasfetmenin son noktasıdır. Çünkü, dünyada ki insanın gözü, hangi ni'metler içinde olursa olsun daha yukarılara bakar, onları arzular. Ya da ifade edilmek istenen, değişmenin olma yacağı ve devamlıliğin te'kididir.

109

Deki: “Rabbim sözleri (ni yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir” Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez)

Denizden maksat deniz suyudur. Ebû Ubeyde'ye göre midad, kendisiyle yazı yazıları şeydir, Allah'ın ilmine ve hikmetine âit kelimeleri yazmaya kalksan, denizler mürekkep olsa da denizler, kelimeler tükenmeden tükenirler.

(.......) deniz kelimesiyle, deniz cinsi kastolunmuştur. Yardım için bir o kadar deniz daha getirsek, deniz tükenir, kelimeler tükenmez.

(.......) kelimesi temyizdir. (.......) (Benim onun gibi bir adamım var) cümlesinde olduğu gibi.

Meded, kendisiyle yardım olunan şey demektir ki, burada kendisiyle yardım olunan şey, mürekkebin bir benzeridir.

Hamza ve Ali'ye göre (.......) dur. Denildiğine göre bu âyet, Huyey b. Ahtab'ın “Sizin kitabınızda, “kime hikmet verilmişse gerçekten ona çok hayır verilmiştir” âyeti var. Ve ondan sonra da “size ilim çok azı verildi” âyetini okuyorsunuz, bu nasıl oluyor” sorusuna karşılık inmiştir.

Yani bu çok haberdir. Ancak Allah'ın kelimelerine âit denize kıyasla bir damladan ibârettir.

110

De ki: “Ben de sizin gibi bir insanım. Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bana vahyolunuyor. Kim rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa sâlih amel işlesin ve Rabbine (yaptığı) ibâdete hiç kimseyi ortak etmesin.”

Yani, kim Rabbinin kendisini iyi karşılamasını, râzı olarak ve makbul görerek karşılamasını isterse ya da kim Rabbinin kötü karşılamasın dan korkarsa, demektir.

Karşılama: onun huzuruna varmak demektir, onun görüîmesidir de denildi. Lafzın hakikati de bunu ifade etmektedir. Bu şekilde ki bir dilek hakikati üzerine hamlolunur.

“Amel-i sâlih işlesin” yani, Rabbinin rızasından başka bir şey istemeksizin ve ona bir başkasını ortak koşmaksızm amel etsin. Yahya b. Muaz'dan rivâyet olunduğuna göre, amel-i sâlih, kendisinden utanmadığı şeydir. “Rabbine yaptığı ibâdete kimseyi ortak koşmasın” bu şirkten, ve riyadan sakmdırmadır.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Küçük şirkten sakının.” Küçük şirk nedir?” dediler. “Riyadır” buyurdu.

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim Kehf sûresini okursa o sekiz gün boyunca olacak her fitneden korunmuştur. Bu sekizinci günde Deccal çıksa Allah onu Decccal'in fitnesinden korur. Kim de;

(.......) yi sonuna kadar yatarken okursa, bu onun için yattığı yerden Mekke'ye kadar uzanan parlak bir nur haline gelir. Melekler bu nuru sararlar. Ve yatağından kalkana kadar o kişi için istiğfar ederler. Eğer yattığı yer Mekke'de ise ve bunu okumuşsa onun için yattığı yerden Beytü'l-Ma'mura kadar uzanan parlak bir nur haline gelir. Melekler bu nuru sararlar ve uyanıncaya kadar onun için dua ve istiğfarda bulunurlar.”

0 ﴿