ŞUARÂ SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur; 227 âyettir. 1Tâ Sîn Mîm. A'şa, Bercemî ve Hafs'ın dışındaki Kûfeli'ler imale ile okumuşlardır. Yezid ve Hamza (.......) in yanındaki (.......) u açık okumuş, diğerleri ise onu, (.......) e idğam etmişlerdir. (.......) ın yanındaki (.......) u açık okumuş, diğerleri ise onu, (.......) e idğam etmişlerdir. 2Bunlar, apaçık kitabın ayetleridir. İcazı ve Allah katından gelişinin doğruluğu açıktır. Bununla kast olunan sûre ya da Kur'ân'dır. Mana, bu yaygın harflerden oluşmuş âyetler, apaçık kitabın ayetleridir. 3Onlar îman etmiyorlar, diye âdeta kendine kıyacaksın. (.......) işfak içindir. Yani, neredeyse, kavmin İslam'a girmedi diye hasret ve üzüntüden kendini öldüreceksin. Îman etmiyorlar diye, ya da îman etmesi mümkün olmadığı için ya da îman etmeyecekleri korkusundan dolayı âdeta kendine kıyacaksın. 4Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mu'cize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalırlar. Biz, onların îman etmelerini dilesek üzerlerine apaçık mu'cizeler indiririz de boyunları ona eğilir. Şartın cezâsında gelen mazi lâfzı gele meyecek manasınadır. “Beni ziyaret edersen, ben de sana ikram ederim” dersin. Aynı şekilde Zeccâc'da bunu demiştir. “Boyunları” yani başları, ya da ileri gelenleri, yada cemaatleri, demektir. İnsanlardan bir grup için “İnsanlardan bir boyun bize geldi” denir. İbni Abbâs (radıyallahü anh) dan rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir: “Bu âyet, idarenin onlar aleyhine bizim lehimize olması, bir takım zorluklardan sonra onların bize boyun eğmesi ve üstünlükten sonra düşüklüğü kendilerine ulaşması için, bizimle Ümeyye oğulları hakkında inmiştir. “ 5Kendilerine, O çok merhamet edici Allah'dan yeni bir öğüt gelmeye dursun, ille ondan yüz çevirirler. Allah onlara vahyi ile öğüt ve hatırlatmayı yenilemez ki onlar, mutlaka ondan yüz çevirmelerini ve onu inkâr etmelerini yenilemesinler. 6Üstelik yalanladılar. Fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında onlara gelecektir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i, kendilerine getirdiği hususlarda yalanladılar. Fakat onlar, alay edip durdukları şeylerin haberlerini yakında bilecekler. Bu, onlar için bir tehdit ve bir uyandır. Bedir günü ya da kıyamet günü Allah'ın azâbın kendilerine dokunduğunda o alaya aldıkları şeyin, yani Kur'ân’ın ne olduğunu bilecekler ve o zaman onlara, onun kendilerine gizli kalmış haberleri ve halleri gelecektir. 7Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki, orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirmişiz! (.......) , (.......) fiili ile mensuptur. “Her çiftten” maksat, her sınıf bitkiden, demektir. (.......) övülen, menfaati çok ve insanlarla hayvanların yediği şey, demektir. Kerîm olan sözünde olduğu gibi. Yani, faydası umumî olan adam, demektir. Çokluk ve kapsama kelimelerinin bir araya gelmelerindeki fayda şudur (.......) kelimesi, bütün bitki çiftlerini ayrı ayrı kapsamaya delalet etmektedir. (.......) ise, bu kapsayanın artışına ve aşırı çokluğuna delalet etmektedir. İşte, bununla, Allah, kudretinin büyüklüğüne dikkat çekmiştir. . 8Şüphesiz bunlarda (Allah'ın kudretine) birer nişane vardır. Ama çoğu îman etmezler. Bu smıf bitkileri bitirmekte, onları bitirenin ölüleri diriltmeye takdir olduğuna dair bir alâmet vardır. Allah, onların bir çoğunun kalp lerinin mühürlü olduğunu ve îman etmelerinin mümkün olmadığını bilmektedir. 9Şüphe yokki Rabbin, mutlak galip ve engin merhamet sahi bidir. Rabbin, kâfirlerden intikam alma hususunda mutlak galiptir. Îman edenler için de engin merhamet sâhibidir. Yukandaki âyette, bit kilerin çokluğunu haber verdiği hâlde (.......) kelimesini tekil kıldı. Çünkü bununla (.......) nun mastanna işaret edilmiştir. Ya da bundan maksat, bu çiftlerin herbiri hakkında ayrı ayrı birer alâmet var, demektir. 10-11Hani Rabbin Mûsa'ya “O zalimler güruhuna, Fir'avunun kavmine git. Hâlâ sakınmayacaklar mi onlar?” diye nida etmişti. (.......) Mef'ûlün bihdir. Yani nida ettiğini, çağırdığını hatırla, demektir. (.......) , (.......) (yani) manasınadır. İnkâr etmek, İsrâ'il oğullarını köleleştirmek ve erkek çocuklarını kesmek suretiyle nefislerine zulmeden o kavme git, onların zulümlerini tescil ettikten sonra “Fir'avunun kavmine” diyerek atf-ı beyanla onlara atıf yaptı. Sanki, zâlim kavmin manası ve tercümesi Fir'avun kavmidir. Sanki, ikisi de tek bir manadan ibârettir. Onlara, menederek git. Çünkü artık onların sakınma vakti geldi. Bu teşvik sözüdür. (.......) deki zamîrden hâl olma ihtimali vardır. Yani onlar, Allah'tan ve azâbından sakmmadıkları hâlde zulmediyorlar, demektir. İnkâr hemzesi hâl üzerine gelmiştir. 12(Mûsa): “Rabbim, ben onların beni yalanlamalarından korkuyorum” dedi. Korku; meydana gelecek bir iş için insana anz olan kederdir. 13“Benim göğsüm daralır, dilim dönmez, onun için Haruna da elçilik ver.” Onların beni yalanlamaları sebebiyle gönlüm daralıyor. Gördüğüm işlerden ve işittiğim tartışmalardan dolayı da bana, sinir hakim oluyor ve bu sebepten dilim dönmüyor. (.......) başlarıgıç cümlesidir. Ya da (.......) üzerine atıftır. Ya'kûb'a göre (.......) ve (.......) , (.......) ya atıf olmak üzere mensupturlar. Bu takdire göre korku, bu üçüne taallûk etmektedir. Merfû' olması takdirine göre ise sadece yalanlamaya taallûk etmektedir. Harun'a Cebrâîl'i gönder ve onu risâlete yardım eden peygamber kıl. Mûsa, peygamber olarak gönderildiğinde Şam'daydı. Harun ise Mısır'daydı. Mûsa (aleyhisselâm) ın bu iltiması, onu takip etmesi şartına bağlı değildir. Bilâkis bu, risâleti tebliğ hususunda kendisine yardım etmesi için yapılan bir iltimastır. Bir işin yerine getirilmesi için yapılan muayyen iltimas ile ilgili özrün kabulü, o işin takibi şartına bağlı değildir. Yardım talebi, onu kabul ettiğine dair delildir, bahane ileri sürmek değildir. 14“Hem benim üzerimde onlara karşı işlediğim bir suç da var. Onların beni öldürmelerinden korkuyorum.” Üzerimde Kıpti'yi öldürmek suretiyle işlediğim suçun takibi var. Muzaf hafzedilmiştir. Ya da suç takibi, suç olarak adlarıdmlmıştır. Kötülüğünde cezâsı, kötülük olarak adlarıdırıldığı gibi. Beni, ona karşı kısas olarak öldürmelerinden korkuyorum. Aynı şekilde bu da mazeret ileri sürme değildir. Bilâkis, bu beklenen bir belanın defedilmesini istemek ve risâlet görevini eda etmeden önce öldürülmekten korkmaktır. Bu sebepten Allah, ona, onu koruyacağını ve belaları ondan def edeceğini hayır kelimesiyle vadetmiştir. 15(Allah) “Hayır (seni öldüremezler) İkiniz mu'cizelerimizle gidin. Şüphesiz ki biz, sizinle beraberiz. (Olanları) işitiyoruz” dedi. Bu âyet-i kerime de iki duanın kabulünü biraraya getirmiştir. Çünkü o, onlardan gelecek belayı defetmesini istemişti. Allah da, onu korkudan emin kılacağını ve belaları ondan defedeceğini hayır sözüyle vadetmiştir. Kardeşinin peygamberliğiyle ilgili yaptığı iltiması da “gidin” sözüyle kabul etmiştir. Yani, onu senin birlikte Rasûl kıldım, gidin, demektir. (.......) , (.......) nin delalet ettiği fiil üzerine atıftır. Sanki şöyle demiştir: “Ey Mûsa, o düşündüklerinde müsterih ol. Ve derhal sen ve Harun gidin,” demektir. Mu'cizeler; el, asa ve diğerleridir. Sizinie birlikteyiz. Yani, yardımla, ikinizle birlikteyiz.,İlim ve kudretle de o gönderildiğiniz kişiyle birlikteyiz, demektir. (.......) , (.......) nin haberidir, (.......) un irabta mahalli yoktur. Ya da ikisi birlikte iki ayrı haberdir, (.......) işitiyoruz, demektir. Buranın haricindeki istima; işitmek için kulak vermek, demektir. “Füları, sözüne kulak verdi” denir. Yani, onu dinledi, demektir. Burada bu manaya hamletmek câiz olmadığı için işitmeye hamledildi. 16Haydi, Fir'avun'a gidin deyin ki: “Gerçekten biz, âlemlerin Rabbinin elçisiyiz.” “Biz Rabbinin iki peygamberiyiz” âyetinde olduğu gibi burada (.......) kelimesini tesniye (iki) getirmedi. Çünkü Rasûl kelimesi bazan peygamber, bazan de delege manalarına gelmektedir. Orada peygamber manasına kullandı. Ve onun tesniye olarak getirilmesi gerekli oldu. Burada ise delege manasına kullandı. Tekil, ikili ve çoğulun onunla vasfedilmeleri eşittir. Ya da o ikisi tek bir şerî'at üzerinde birleştikleri için tek bir peygamber gibi olmuşlardır. Ya da (.......) ile bizden herbiri manası kastedilmiştir. 17İsrâ'il oğullarını bizimle beraber gönder. Rasûl kelimesi, kendisinde söz manası bulunan göndermek mana sim içerdiğinden dolayı “gönder” denilmiştir. “Onları salıver ki bizim le birlikte Filistin'e gitsinler,” denilmek istenmiştir. Filistin, o ikisinin yaşadığı yerdir. Fir'avun'un kapısına geldiler. Onlara bir sene izin verilmedi. Nihayet kapıcı “Burada kendisinin, alemlerin Rabbinin elçisi olduğunu zanneden biri var” dedi. Fir'avun: “İzin ver ona, belki de güler, eğleniriz” dedi. Ona karşı daveti yerine getirdiler. Bu esnada Fir'avun, Mûsa'yı tanıdı. 18(Fir'avun) dedi ki: “Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?” Fir'avun'a gerdiler. Sözünü hazfetti ve kısaltarak şöyle dedi: Velîd: doğumu üzerinden fazla geçmemiş bebektir. Yani “seni küçük yaş ta iken terbiye etmedik mi? hayatının birçok yılını aramızda geçirmedin mi?” Denildiki: “Onların yanında otuz yıl geçirdi.” 19Sonunda o yaptığın işi de yaptın. Sen nankörün birisin. Mûsa (aleyhisselâm) Kıbti'yi öldürdü. Fir'avun da bunu hükümdar iken ortaya koydu. Sen, ekmekçi mi öldürmek suretiyle nimetimi inkâr edenlerden biri oldun. Ya da sen, küfür kaydığın bu dinimizde idin, demektir. Bu, onun Mûsa (aleyhisselâm) a iftirasıdır. Çünkü o, küfürden uzaktır, onlar la takiyye ile yaşıyordu. 20(Mûsa): “Onu yaptığım zaman câhillerden idim” dedi. O vakit, onun ölüme varacağını bilemeyecek kadar câhildim. Bir şeyden sapan demek; bilgisinden giden ya da unutan, demektir. Nitekim âyet-i kerime de: “Taki kâdirılardan biri şaşırırsa, diğeri ona hafırlatsın” buyurulmuştur. Mûsa (aleyhisselâm) kendinden küfür nitelemesini def etmiş yerine câhillik ve şaşkınlık nitelemesini getirmiştir. (.......) hem cevap, hem de cezâdır. Bu söz, Fir'avun'a cevap ve cezâ olarak söylenmiştir. Çünkü Fir'avun'un “yapacağını yaptın” sözünün manası, nimetine, bu yaptığın şeyle karşılık verdin/demektir. Mûsa (aleyhisselâm) da ona: “Evet, onu senin nimetine karşılık yaptım” diyerek onun sözünü kabul etmiştir. Çünkü onun nimeti, bu şekilde bir karşılığa layıktı. 21“Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı.” Beni öldürmenizden korkunca Medyen'e kaçtım. Bu korku, Fir'avun ailesinden îman eden zatın ona “Ey Mûsa, ileri gelenler seni öldürmek için aralarında konuşuyorlar. Sen çık (git)” dediğinde oluşmuştu. Rabbim bana peygamberlik ve ilim bahşetti de cehalet ve şaşkınlık benden gitti. Ve beni peygamberler topluluğundan kıldı. 22O nimet diye başıma kaktığın ise, İsrâ'il oğullarını kendine kul köle yapman (yüzünden) dir. Onun kendisini terbiye etmesiyle ilgili başa kakmasını tekrar ele aldı. Ve onu kökünden iptal etti. Onu nimet olarak adlarıdırmaktan kaçındı. Çünkü o, cezâdır. Şöyle açıkladı: Onun, onu nimetlendirmesinin hakikati, İsrâ'il oğullarının köleleştirilmesidir. Çünkü onların köleleştirilmesi ve erkek çocuklarınm öldürülmesine teşebbüs edilmesi, onun anında bulunmasının ve terbiye edilmesinin sebebidir. Eğer onları ken di haline bıraksaydı, onu, anababası terbiye edecekti. Sanki Fir'avun, kavmini köleleştirmesini ve onu ana babasının kucağından çekip almasını Mûsa (aleyhisselâm) ın başına kakmış oldu. Onların köleleştirilmesini, aşağılanması ve köle haline getirilmesidir. (.......) ve (.......) lafızlarında zamîri tekil kıldı. (.......) lafızlarında ise çoğul kıldı. Çünkü korku ve kaçış sadece ondan olmadı. Ondan ve onun öldürülmesini aralarında konuşan ileri gelenlerden oldu. Nitekim Âyet-i Kerîme'de: “İleri gelenler, seni öldürmek için aralarında konuşuyorlar” buyurulmuştur. Başa kakma ise sadece on-, dan kaynaklandı. Köleleştirme de aynı şekilde ondan kaynaklandı. (.......) ne olduğu bilinmeyen kapalı çirkin bir şeye işarettir. (.......) sözü, mahallen merfûdur. (.......) nm atfı beyanıdır. Yani, îsrail oğullarını köleleştirmen, başıma kaktığın nimettir, demek tir. 23Fir'avun şöyle dedi: “Âlemlerin Rabbi nedir?” Sen âlemlerin Rabbinin elçisi olduğunu iddia ediyorsun. Onun özellikleri nedir? Çünkü sen Zeydin özelliklerini sormak istediğinde “Zeyd nedir (kimdir?)” dersin. Bununla onun uzun, kısa, fakih, doktor olup olmadığım kastedersin. Keşşaf sâhibi ve diğerleri buna delil getir mislerdir. 24(Mûsa): “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanan kimselerseniz (bunu anlarsınız)” dedi. Mûsa (aleyhisselâm) onun sorusuna uygun şekilde cevap verdi: göklerin, yerin ve o ikisinin arasındaki şeylerin Rabbidir. Eğer eşyayı delili ile tanıyorsanız, size delil olarak bu eşyanın yaratılışı yeter. Ya da doğru bakış sebebiyle meydana gelen îkânm sizde hasıl olacağı umularsa, bu cevap size fayda verir. Değilse vermez. Îkân: düşünce sonucu öğrenilen ilimdir. Bu sebepten “Allah îkân sâhibidir” denmez. 25(Fir'avun) etrafmda bulunanlara: “İşitiyor musunuz?” dedi. Fir'avun'un etrafındakiler kavminin eşrafından olan beşyüz adam dı. Onların üzerinde sultanlara mahsus olan bilezikler bulunuyordu. Onun cevabına karşı kavmini hayrete düşürmek için “İşitiyor musunuz?” dedi. Çünkü onlar, onun, o ikisine değer verdiğini düşünüyorlar ve onların bu çıkışlarını ve ikisinin bir tek Rabbi olduğunu kabul etmiyorlardı. Mûsa (aleyhisselâm) onların, varlığına ve yokluğuna şâhit oldukları ile delil getirme ihtiyacı hissetti. 26(Mûsa) o, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir” dedi. O sizi ve babalarınızı yaratandır. Sizden başkalannı düşünüp yola gelmiyorsunuz. Bari kendinizi düşünüp de yola gelin.. “Babalarınızın Rabbi” dedi. Çünkü Fir'avun, sadece kendi asrında yaşayanların ilâhı olduğunu iddia ediyordu. Onlardan öncekilerin değil. 27(Fir'avun) “Size gönderilen bu bu elçiniz mutlaka delidir” dedi. Çünkü o, benden başka bir ilâhın varlığını kabul ediyor. Fir'avun, kendisinden başkasının ilâhlığmı kabul etmiyordu. 28(Mûsa): “Şayet aklınızı kullarısanız (anlarsınız ki) o, doğu nun, batının ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir” dedi. Benim söylediklerimi düşünseniz Rabbinizi tanıyacaksınız. Bu, irşadın son noktasıdır. Şöyle ki; önce, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışıyla ilgili genel bir çerçeve çizdi. Sonra kendi nefislerini ve babalarını zikrederek genelden özele geçti. Çünkü doğumun dan ölümüne kadar insan aklının üzerinde düşünceyi ilk şeyler, kendisi babası ve onun halleri ile ilgili onda gördüğü şeylerdir. Sonra da doğu ve batıyı zikretti. Çünkü güneşin, senenin mevsimleri içerisinde doğru bir takdir ve düzgün delil olacak en açık şeylerdendir. Açıkliğin dan dolayı Halîlü'r-Rahmân İbrâhîm (aleyhisselâm) da Nemrud b. Kenana karşı diriltme ve öldürme ile ilgili delili bırakıp buna yönelmiştir. Denildi ki: Fir'avun ona, onun mahiyetini, cevabını bilmeyerek sordu. Mûsa (aleyhisselâm) gerçek cevabı verince o, Mûsa cevap vermekten kaçındı zannetti. Çünkü o mahiyetini sormuş. Mûsa ise, onun Rabliğin den ve yarattığı eserlerden bahsetmişti. Bu sebeple Mûsa'nın cevabına şaşarak, etrafındakilere: “İşitiyormusunuz?” demiştir. Daha sonra Mûsa, birinci sözünün bir benzerini söyledi. Bu sefer Fir'avun, onu cevap vermekten kaçtığını zannederek, delilikle itham etti. Mûsa üçüncü olarak, ferdi hakikinin ancak sıfatlarla tanınabileceğini ve mahiyet hakkındaki bir sorunun manasız olduğunu açıklayarak birinci sözünün bir benzerini daha söyledi. “Şayet aklınızı kullanırsanız” sözündeki işaret de bunadır. Yani, onun bilinmesinin ancak bu yolla olacağını size bildiren bir akimiz varsa, demektir. Fir'avun mat olunca ve ona karşı kendini müdafaa edecek herhangi bir eserini gösteremeyince; 29“Benden başkasını tanrı edinirsen, seni mutlaka zindana atılanlardan yapacağım” dedi. “Seni, zindanlanmada, hallerini bildiğin kişilerden biri yapacağım” dedi. Onun adeti, hapse atmak istediğini, tek başına derin bir kuyuya atmaktı. O atıları orada ne bir şey görür ne de herhangi bir ses işitir. Bu, öldürülmekten de beterdi. “Seni hapse atacağım” deseydi, ifade yönünden kısa olsa da bu manayı vermezdi. 30Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı? dedi. (.......) hâl içindir. Başına soru hemzesi gelmiştir. Yani, sana apaçık bir şey getirsem de mi, bunu bana yapacaksın? demektir. Yani mu'cize getirsem de mi? demektir. 31(Fir'avun): “Eğer doğrulardansan onu getir (bakalım)” dedi. Doğruluğunu açıklayan şeyi, eğer varsa kendi lehine olan delili getir bakalım. Şartın cevabı “Onu getir bakalım” şeklinde takdir, olunmuştur. 32Bunun üzerine Mûsa, âsâsmı atıverdi. Birde ne görsünler, asâ apaşikar koca bir yıları oluvermiş! Yılarıhğı aşikar bir yıları. Göz bağcılık ve sihirle farklı gösterilen eşyada olduğu gibi hiçbir şey yılarıa benzemez. Rivâyete göre; “Asâ, gökte bir mil kadar yükseldi sonra da Fir'avun'a yönelerek düşmeye ve şöyle demeye başladı. “Ey Mûsa bana dilediğini emret.” Fir'avun da “Seni gönderenin hakkı için senden istiyorum şunu yakala” diyordu. Mûsa, onu aldı. O da asaya dönüştü. 33Elini de (koynundan) çıkardı. O da temâşâ edenlere bembeyaz (görünen, nur saçan bir şey) oluvermiş. Bunda, onun beyazliğinın, normalin dışında bir şey olduğundan dolayı, bakanların ona bakmak için bir araya geldikleri bir şey olduğuna dair delil vardır. Onun beyazliği nur gibiydi. Rivâyete göre Fir'avun, birinci mu'cizeyi gördüğünde, “Başka var mı?” diye sordu. O da elini çıkardı ve Fir'avun'a “Bu nedir?” diye sordu. Fir'avun: “Elin” dedi. Mûsa, onu koynuna soktu sonra da çıkardı. Onun, neredeyse gözleri alan ve ufku kaplayan bir ışığı vardı. 34(Fir'avun) çevresinde bulunan ileri gelenlere “Bu, şüphesiz çok bilgili bir sihirbaz” dedi. (.......) iki şekilde mensuptur. Lafzen mensuptur. Ondaki amil zarfta takdir olunandır. Mahallen mensuptur. (.......) kelimesinden hâl olarak mensuptur. Yani, etrafında oldukları hâlde, demektir. Bundaki âmil ise (.......) dir. Şüphesiz bu, sihri iyi bilen bir sihirbazdır. Daha sonra kavmini Mûsa (aleyhisselâm) a karşı şu sözüyle azdırdı. 35Sizi sihriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor, şimdi ne buyurur sunuz? (.......) mensuptur. Çünkü o, mefulun bitirir. Senin “Sana hayn emrettim” sözünün bir benzeridir. Onun bu işinde hapsedilmesi ya da öldürülmesi ile ilgili olarak ne diyorsunuz? (.......) , (.......) dan gel mektedir. İstişare etmek demektir. Ya da (.......) (Nehyin zıddı olan emir) den gelmektedir. Fir'avun, iki mu'cizeyi görmekle hayrete düşünce, ilâhlık davasını zikretmekten vazgeçti, omuzlarından Rablik kibiri kalktı, korkuyla endişeye düştü ve zannınca kendilerine ilâh olduğu ve kulları olan kavmiyle istişareye başladı. Ya da onları emir, kendisini memur kıldı. 36“Onu ve kardeşini eğle ve şehirlere toplayıcılar gönder” dediler. Onların işini geciktirir. Onları, fitneden korkarak acele ile öldürme. Şehirlere polisler gönder, sihirbazları toplasmlar. 37“Ne kadar bilgili sihirbaz varsa sana getirsinler.” Onlar, bu sözü Fir'avunun “Şüphesiz bu, bilgili bir sihirbazdır” sözüne karşı muaraza (karşılık); olarak söylemişlerdir. Fir'avun'un endi şeşini gidermek'için de sözü kapsayıcı bir kelimeyle ve mübalağa sıgasıyla söylemişlerdir. 38Böylece, sihirbazlar belli bir günün tayin edilen vaktinde biraraya getirildi. Bayram günü kuşluk vaktinde. Çünkü bu vakti onlara Mûsa (aleyhisselâm) tayin etti. Nitekim âyeti kerime de: (Mûsa) “Buluşma zamanımız bayram günü ve insanların toplarıacağı kuşluk vakti olsun” dedi buyurulmuştur. (.......) , tayin edilen zaman ya da mekândır, (.......) (İhrama girilen yerler) de bunun gibidir. 39Halka, “Sizde toplarııyor musunuz? (haydi çabuk olun)” de nildi. Toplanın. Bu, onların toplarıışım yavaş bulmaktır. Bundan maksat, onların acele etmeleridir. 40“Üstün gelirlerse, herhâlde sihirbazlara uyarız” dediler. “Mûsa'ya dininde galip gelirlerse onların dinine uyarız” dediler. Onların maksadı sihirbazlara uymak değildir. Bütün maksatları, Mûsa'ya tabi olmamaktadır. Bu sebeple sözü, kinaye yoluyla söylediler. Çünkü onlar, onlara tabi olduklarında Mûsa'ya tabi olmamış olacaklar. 41Sihirbazlar geldiklerinde Fir'avun'a “Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret vardır değil mi?” dediler. 42(Fir'avun): “Evet. Hem o taktirde siz (bana) yakınlardan olacaksınız” dedi. Ali’ye göre (.......) , (.......) şeklindedir. O ikisi, iki ayrı kelimedir. Fir'avun: “Evet sizin için benim nezdimde bir ücret vardır. Bununla birlikte siz makam ve mertebe itibarıyla bana yakınlardan olacaksınız. Benim yanıma ilk girenler ve son çıkanlar olacaksınız. Onların “Bize bir ücret var, değil mi?” sözü, delaletinden dolayı, şartın cezâsı manasında olunca, onun, “Hem o takdirde siz (bana) yakınlardan olacaksınız” sözü ona atfedilmiş olur. (.......) size cevap ve cezâ yönünle gerekli yere yerleşmiştir. 43Mûsa onlara: “Atacağınızı atın” dedi. Sihirden atacağınızı atın. Onun akibetini göreceksiniz. 44Bunun üzerine iplerini ve değneklerini attılar ye “Fir'avun'un kudreti hakkı için elbette bizler galip geleceğiz” dediler. Yetmiş bin ip ve yetmiş bin değnek attılar. Denildiki: İpler yetmiş ikibin tane idi. Değnekler de aynı sayıda idi. Fir'avun'un şeref ve kudretine yemin ettiler. Bu câhiliye yeminlerindendir. 45Mûsa da asasını attı. Bir de ne görsünler, o, onların uydurduklarını yutuyor. Birden o, onların şeklini ve hakikatini sihirleriyle ve süslemeleriyle değiştirdikleri şeyi yutmaya başladı. Onların, ipleri ve değnekleri, koşan yılanlar şeklinde görünüyordu. 46Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. Secdeye kapanmayı “Atıldılar” sözüyle müşakele yoluyla ifade etmiştir, (yani; değneklerini attıkları gibi kendilerini secdeye attılar, demektir) çünkü o, değneklerin atılmasıyla birlikte zikredilmiştir. Secdeye kapanmalarının hızlıliğindan dolayı onlar, sanki kendilerini atmış oldular. 47Âlemlerin Rabbine inandık” dediler. İkrime (radıyallahü anh) dan rivâyet edildiğine göre: “(Onlar) sihirbaz olarak sabahladılar, şehid olarak akşamladılar” buyurulmuştur. 48“Mûsa'nın ve Harun'un Rabbine” (.......) için atıf beyandır. Çünkü Fir'avun Rablik iddia ediyordu. Onlar da onu azletmeyi dilediler. Denildiki: “Fir'avun, onların “Alemlerin Rabbine inandık” demelerini işitince, “Beni mi kastettiniz?” diye sordu. Onlar da: “Mûsa ve Harunun Rabbine” diye cevap verdiler. 49(Fir'avun): “Ben size izin vermeden ona îman ettiniz ha! Şüphesiz size sihri öğreten büyüğünüzmüş o. Ama şimdi bileceksiniz. And olsun ki, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım” dedi. Ben size buna izin vermeden ona îman ettiniz ha! O, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Ve siz, bu iş ve hile hususunda anlaştınız. Ama yaptığınızın vebalini bileceksiniz. Daha sonra onu açıkladı, şöyle dedi: “Ortaya çıkan bu muhalefetinizden ötürü ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Ve hepinizi asacağım.” Sanki bununla, îman hususunda onlara tabi olmasınlar diye umumu korkutmak istedi. 50“Zararı yok, (nasd olsa) Rabbimize döneceğiz” dediler. (.......) nin haberi hazfedilmiştir. Yani, bu hususta ya da bizim üzeri mize bir zarar yok, demektir. 51“Biz, ilk îman edenler olduğumuz için, Rabbimizin hatalarınıızı bağışlayacağını umarız.” Burada hazır bulunanlardan ya Fir'avun'un halkından ilk îman edenler olduğumuz için. Onlar şöyle demek istediler. “Bu hususta aleyhimize bir zarar olması şöyle dursun, Bilâkis bizim lehimize olarak, Allah rızası için sabrettiğimizden dolayı, hataların bağışlanması şekilde hasıl olarak fayda daha büyüktür, ya da bizi kendisiyle tehdit ettiğin şey hususunda aleyhimize hiçbir zarar yoktur. Zira biz, ölüm sebeblerinden biriyle elbette Rabbimize gideceğiz. Öldürülme ise, onun sebeplerinden en kolayı ve en korkularııdır. Ya da senin öldürmende aleyhimize bir zarar yoktur. Şüphesiz ki sen bizi öldürdüğünde biz, bizi, tez bir şekilde imanla rızıklarıdırdığından dolayı, onun bağışlamasını ve rahmetini dileyen kimsenin dönüşü ile Rabbimize döneriz. 52Mûsa'ya; “Kullarınıı geceleyin çıkar, çünkü takip edileceksiniz” diye vahyettik. Hicazi'ye göre (.......) deki hemze vasl ile okunur. “Kullarınıı” lâfzından maksat, İsrâ'il oğullarıdır. Onları, peygamberine îman ettiklerinden dolayı kulları olarak isimlendirdi. Onları geceleyin yürüt. Bu, sihirbazların imanından seneler sonradır. Fir'avun ve kavmi, sizi takip edecek. Gece yürütme emrinin sebebini “Fir'avunun ve ordusunun, onların izini takip edeceği” sözüyle açıkladı. Yani, ben sizin işinizi ve onların işini, sizin çıkmanız ve onların sizi takip etmesi şeklinde plânladım. Taki onlar, deniz yolunda sizin girdiğiniz yere girecekler ve ben de onları orada helâk edeceğim. Rivâyet edildiğine göre, o gecede onların evlerinin herbirinde bir erkek çocuk öldü. Onlar, ölüleriyle meşgul olurken Mûsa kavmini çıkardı. Rivâyete göre, Allah'u Teâlâ, Mûsa (aleyhisselâm)a, İsrâ'il oğullarından her dört evi bir evde toplamasını, sonra keçi yavruları kestirmesini ve onların kanatlarını kapılarına sürmelerini (emretmiş) ve ben meleklere kapısında kan olan evlere girmemelerini ve kıbtilerin ilk çocuklarını öldürmelerini emredeceğim, sizde taze ekmek pişirin. Çünkü bu, en çabuk yapacağınız şeydir. Sonra da kullanım denizin nihâyetine kadar yürüt. Emrin sana (orada) gelecektir” diye vahyetmiştir. 53. 54Fir'avun da şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. “Şunlar, az bir topluluktur” dedi. İnsanları zorla toplayanları. Toplandıklarında Fir'avun “Şunlar az bir topluluktur” dedi. (.......) Şirzime; az bir topluluk, demektir. Önce onlar, azlığa delalet eden isimle zikretti. Sonra onları “az” lafzıyla sıfatlarıdırdı. Sonra da “az” sözünü, çoğul getirdi. Böylece onlardan her bir gurubu az kılmış oldu. Azlık için olan cemi' salimi seçti. Ya da azlıkla aşağıliği, zilleti kastetti, sayı azliğinı değil. Yani onlar, azlıklarından dolayı önemsenmezler. Ve onların galip -gelmesi düşünülmez. Mûsa'nın kavmi altıyüzyetmiş bin kişiydi. Yanında olanların çokluğundan dolayı bağımsız oldular. Dahhak'tan şöyle rivâyet edilmiştir: “Onlar, yedi milyon kişiydiler.” 55Artık bizi kızdırmaktadırlar. Onlar, bizi kızdıran ve göğsümüzü daraltan işler yapıyorlar. O da: şehrimizden çıkmaları, süs eşyalannıızı almaları ve çocuklarınıızı öldürmeleridir. 56Biz ise elbette uyanık bir cemaatiz. Şamî ve Kufi'ye göre (.......) şeklinde, diğerlerine göre ise (.......) şeklindedir, (.......) uyanık, demektir ise, devamlı sakınandır. Silah yönünün takviye olunandır” şeklinde de denildi. Bunu nefsini sakınmak ve ihtiyat için yapmaktadır. Yani biz, bütün işlerde adeti, uyanıklık ihtiyat ve basiretlilik olan bir toplumuz. Bize karşı çıkanlar olursa onun bozgunculuğunu kesmek için acele ederiz. Bunlar, kendisinde acizlik ve zayıflık olduğunu zannetmesinler diye şehirler halkına söylediği mazeretlerdir. 57. 58Ama biz onları, bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. Onlar, bostanlarından, akan nehirlerden, altın ve gümüş gibi görünen mallardan ve güzel evlerden çıkardık. Altın ve gümüş gibi görünen malları, “hazineler” olarak adlarıdırdı. Çünkü onlar, onları, , Allah'u Teâlâ'ya ibâdet hususunda harcamıyorlardı. İbni Abbâs (radıyallahü anh) dan yapılan rivâyete göre şerefli makamlardan maksat, mimberlerdir. 59Böylece bunları İsrâ'il oğullarına miras yaptık. Hasen'dan yapılan rivâyete göre; nehri geçtiklerinde geri döndüler ve onların evlerini ve mallarını aldılar. 60Gün doğumunda onların ardına düştüler. Onlara yetiştiler. Yezid'e göre (.......) şeklindedir, (.......) hâldir. Yani, güneşin doğuş vaktine girdikleri hâlde, demektir. Fir'avun'un kavmi, Mûsa'ya ve kavmine güneşin doğuş vaktinde yetişti. 61İki topluluk birbirini görünce, Mûsa'nın adamları, “Eyvah yakalandık” dediler. Her grup diğerini görecek şekilde karşılaştılar. Gruplardan maksat İsrâ'il oğulları ve Kıbtilerdir. (.......) yaklaştı, demektir. Mûsa'nın adamları “Düşmanımız bize yetişti. Önümüzde de deniz var” dediler. 62Mûsa: “Hayır, Rabbim benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir” dedi. Mûsa (aleyhisselâm) Allah'ın kendisine vadettiğine güvenerek “Hayır Allah'a karşı su-i zanda bulunmaktan sakının. Elbette onlar, size ulaşamayacaklar. Rabbim, benimle beraberdir. Bana, onların yetişmelerine ve hareketlerine karşı kurtuluş yolunu gösterecektir.” Hafs'a göre (.......) şeklindedir. (.......) Ya'kûb'a göre (.......) şeklindedir. 63Bunun üzerine Mûsa'ya “Asân ile denize vur” diye vahy ettik. Derhal yarıldı. Her parça koca bir dağ gibi oldu. Kızıl Denize ya da Nil nehrine. Mûsa vurdu, deniz yanldı, parçalandı. Kabilelerin sayısına göre on iki parçaya aynldı. O denizden aynları her parça göklere uzanan koca bir dağ gibi oldu. 64Ötekilerini de buraya yaklaştırdık. Denizin yarıldığı yere Fir'avun'un kavmini yaklaştırdık. Yani onları, İsrâ'il oğullarına ya da denize yaklaştırdık, demektir. 65Mûsa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Boğulmaktan. 66Sonra ötekilerini suda boğduk. Fir'avun'un ve kavmini. Bunda, yıldızların, eceller ve diğer hadiseler üzerinde etkili olduğunu söyleyen görüşün iptali vardır. Çünkü onlar, burçlarının farklıliğina rağmen aynı anda ölmüşlerdir. Rivâyete göre Cebrâîl (aleyhisselâm) İsrâ'il oğullarıyla, Fir'avun'un gurubu nun arasındaydı. İsrâ'il oğullarına: “Sonuncunuz evvelkinize yetişsin” diyordu. Sonra da Kıbtilere dönüyor “Yavaş olun, sonuncunuz evvelkinize yetişsin” diyordu. Mûsa denize dayandığında Yuşa'Mûsa (aleyhisselâm) a “Emrolunduğun nerede? İşte deniz önünde. Fir'avun'un gurubu da seni sardı?” diye sordu. Mûsa “İşte burası” dedi. Yuşa'suya daldı. Mûsa da asâsıyla denize vurdu. Ve girdiler. Rivâyete göre Mûsa (aleyhisselâm) o esnada şöyle dedi: “Ey herşeyden ön ce varolan, herşeyi var eden ve herşeyden sonra var olmaya devam eden.” 67Bunda şüphesiz bir ibret vardır. Ama çokları îman etmiş değildirler. Mûsa ve Fir'avun'u yaptıklarınıızda nitelendinlemeyecek kadar acaip bir ibret vardır, “çokları” sözünden maksat boğulanlardır. Dediler ki: “Onlardan sadece Asiye, Fir'avun'un ailesinden olan mü’min Hazgil ve Mûsa'ya Yûsuf'un kabrini gösteren Meryem îman etmiştir. 68Şüphesiz ki Rabbin, işte üstün odur, merhamet eden O'dur. Düşmanlarına karşı intikamıyla galiptir. Dostlarına karşı da nimet vermesiyle merhamet edendir. 69Onlara İbrâhîm'in haberini de oku. Kavim İbrâhîm'in ya da babasının kavmidir. “Neye tapıyorsunuz?” Yani, hangi şeye tapıyorsunuz?, demektir. İbrâhîm (aleyhisselâm) onların putlara taptığını biliyordu. Fakat onlara, o ibâdet ettiklerinin ibâdete layık olmadıklarını göstermek için sordu. 70Hani o, babaşına ve kavmine “Neye tapıyorsunuz?” demişti. “Neye tapıyorsunuz?” un cevabı “putlara” sözü, “Sana Allah yolunda ne vereceklerini soruyorlar;” Deki: “İhtiyaç fazlasını” ve Rabbiniz ne buyurdu? 71“Putlara tapıyoruz. Ve onlara tapmaya devam edeceğiz” dediler. Dediler ki: “Hakkı” ayetlerinde olduğu gibidir. Çünkü bu, ibâdet edilen hakkında soruları bir sorudur. İbadet hakkında değil. “İbadet ederiz” lafzını, onlara ibâdetle iftihar ederek ve övünerek cevaba ilave etmişlerdir. Ve yine bu sebepten “İbadet ederiz” lâfzı üzerine “ve onlara tapmaya devam edeceğiz” lafzını aftettiler. Yani, gündüz boyunca onlara tapacağız, demektir. Çünkü onlar, gündüz ibâdet ediyor lardı, gece değil. Ya da (.......) nun manası, devam etmek, demektir. 72(İbrâhîm): “Peki, yalvardığınızda onlar sizi işitiyorlar mı?” dedi. Duanızı istiyorlar mı? “Yalvardığınızda” sözünün delaletinden dolayı muzafin hazfi üzere gelmiştir. 73Yahut size fayda ya da zarar verebiliyorlar mı? Onlara ibâdet ettiğinizde size fayda ya da onlara ibâdeti terkettiği niz de size zarar verebiliyorlar mı? 74“Hayır, ama biz, babalarınıızı böyle yaparken gördük” dediler. (.......) idraptır. (Kendisinden önceki kelimeden vazgeçildiği, sonra kine dönüş yapıldığı için idrap denmiştir.) yani onlar işitmez, fayda ve zarar vermezler. Biz ona bunlardan biri için ibâdet etmiyoruz. Fakat babalarınıızı böyle yaparken gördük de onları taklit ettik. 75. 76“İşte gördünüz mü? Siz ve eski atalarınız neye tapıyorsunuz” dedi. 77Şüphesiz onlar benim düşmanımdır. Ancak âlemlerin Rabbi (benim dostumdur) O putlar benim düşmanımdır. (Dost, arkadaş) kelimeleri, tekil manaya da çoğul manaya da gelirler. Yani, eğer onlara ibâdet etseydim, kıyamet gününde bana düşman olurlardı. Nitekim; “Onlar, bunların tapmalarını inkâr edecekler ve bunlara düşman olacaklardır” âyeti kerimesinde buyurulduğu gibi. Ferrâ şöyle demiştir: “Bu, manası ters çevrilenlerdendir. Yani, ben onların düşmanıyım,” demektir. “Sizin” değilse “Benim düşmanımdırlar” demesi, kabule zemin hazırlasın diye söylenmiş artı bir nasihattir. Eğer “onlar sizin düşmanınızdırlar” deseydi, bu seviyede olmayacaktı. (.......) istisnai munkatı'dır. Çünkü o, düşmanlar sınıfına dahil olmamıştır. Sanki şöyle demiştir. “Lakin, alemlerin Rabbi (be nim dostumdur).” 78Ki o beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Beni, tekvin (sıfatıyla) sağlam bir yerde yaratan ve dünyanın işlerini ve dinin menfaatlerini bana gösteren odur. İnayet zikredildiği için (.......) de istikbal manası vardır. Çünkü bu “Beni, daha önemli, daha üstün, daha eksiksiz ve daha olgun olana hidâyet eder” manasınadır. Ya da o, beni hizmet sebepleri için yaratmıştır ve beni kendisiyle dostluğun azâbına hidâyet eder, demektir. 79Beni yediren, içirendir. Yedirmeyi, nimet verenin sâhibine izafe etti. Çünkü sebeplere meyletmek hayvanların adetidir. İbni Atâ şöyle demiştir: “Beni yiyeceğiyle yaşatan, içeceğiyle suya kandıran odur.” 80Hastalandığım zaman bana şifa verendir. “Beni hastalarıdırdığında” demedi. Çünkü bunu, zikir lisanıyla zikretti. Dolayısıyla zaran gerektiren şeyi ona izafe etmedi. İbni Atâ şöyle demiştir: “Mahlûkatı görmekle hastalandığımda hakkı müşahade ile bana şifa verir.” Sâdık şöyle demiştir: “(Yaptığım hayırlı) fiilleri görmekle hastalandığımda o, yüceltme nimetini göstermekle bana şifa verir.” 81Benim canımı alacak, sonra diriltecek olandır. “Öldüğümde” demedi. Çünkü o, buluşma vaadinden dolayı, bela hapishanesinden ve fani dünyadan sonsuzluk bahçesine çıkıştır. Yok etme işinden elçektiği için diriltme kelimesinin başına (.......) getirmiştir. hidâyet ve şifa kelimelerinin başına (.......) getirmiştir. Çünkü o ikisi, yaratma ve hastalanmayı takip etmektedirler. Onlarla beraber gelmemiştirler. 82Ve cezâ günü, hatamı bağışlayacağını umduğumdur. Köle efendisinden ihsan umar. Yoksa ondan istemek hakkına sahip değildir, “hatamı” sözü için denildiki; “O, onun “Ben hastayım” “Bilâkis onu, büyükleri yaptı” doğan ay güneş için “Bu benim rabbimdir” ve Sare için “Bu benim kız kardeşimdir” şeklinde söylediği sözleridir. Bunlar, câiz olan üstü kapalı sözlerdir. Tevbe edilmesi istenen hatalar değildir. Peygamberlerin istiğfarı, onların, Rablerine karşı teva zu, nefislerinin boyun eğişi ve bağışlanmayı istemeyi milletlere öğretmektir. Din günü, cezâ günü demektir. 83“Rabbim! Bana hikmet ver ve beni sâlihler (zümresine) kat.” (.......) hikmet veya insanlar arasında hak ile hükmetmek veya peygamberliktir. Çünkü Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem), kullar arasında hikmet ve hüküm sâhibiydi. Sâlihlerden maksat peygamberlerdir. Allah'u Teâlâ “şüphesiz, o âhirette sâlihlerdendir” sözüyle ona icabet etti. 84“Sonra gelecekler içinde beni doğrulukla anılanlardan eyle.” Bundan sonra gelecek olan milletler arasında iyi bir övgü ve güzel bir şöhret nasip et. Bunlar ona verildi. Bütün (semavî) din inananları, onu dost edinirler ve onu överler. (.......) (dil) lâfzı, (.......) (söz) yerine kullanılmıştır. Çünkü söz onunla söylenmektedir. 85“Beni, nimeti bol cennetinin varislerinden kıl.” (.......) Hazfedilmiş bir sözü, yani (.......) kelimesine taallûk etmektedir. Beni orada devamlı kalanlardan eyle. 86Babamı da bağışla. Çünkü o, sapmışlardandır. İslam'ı vermek suretiyle onu bağışlarıanlardan eyle. Ondan aynldığı gün, ona İslam'ı vaadetmişti. “o, sapmışlardandır” yani, kâfirlerdendir. 87(İnsanların) dirilteceği gün beni utandırma. (.......) (utandırmak), (.......) lâfzından gelmektedir. Zelil olmak, demektir. Ya da utanma manasına gelen (.......) dan gelmektedir. Bu, beyan ettiğimiz gibi istiğfann bir benzeridir. (.......) (diriltile çekleri) deki zamîr kullara âittir. Çünkü bu bilinen bir şeydir. Ya da (.......) (sapmışlar) ye âittir. O zaman da bu, onun babası için yapmış olduğu istiğfar cümlesinden kılınmış olur. Yani, babam içlerinde olduğu hâlde sapmışların diriltileceği günde beni utandırma, demektir. 88O gün ki ne mal, ne evlat fayda vermez. (.......) den bedeldir. Ne mal, ne de evlat, hiç kimseye fayda vermez. 89Ancak Allaha temiz bir kalple gelenler (fayda görür) İnkârdan ve münâfıklıktan uzak temiz bir kalple gelenler müstesna kafirin ve münafığın kalbi hastadır. Nitekim âyet-i kerime de; “Onların kalplerinde hastalık vardır” buyurulmuştur. Yani, malı, iyilik yollarına harcarsa ve oğulları, sâlih kimseler olursa, o, malla ve kalb-i selim sâhibi çocuklarla faydalanır. Ya da malı ve çocukları zenginlik manasında kullanılmıştır. Sanki şöyle demiştir: “Temiz bir kalple gelenin zenginliği hariç, hiçbir zenginliğin fayda vermeyeceği bir gün, çünkü kişinin dindeki zenginliği kalbinin temizliğiyledir. Dünyadaki zenginliğinin, malı ve çocuklarıyla olduğu gibi. (.......) lafzını, (.......) ye Mef’ûl kılmıştır. “ Yani mal ve çocuklar fayda vermez-” Ancak Allah yolunda harcadığı malı ve dine yönlendirdiği ve kendisine şer'i meseleleri öğrettiği çocuğu kalbi temiz adama fayda verir. Buna göre, “mal ve evlat fitnesinden salim kalmış bir kalple gelenler müstesna” tefsiri de câizdir. Yüce Allah, Halîl İbrâhîm'in istisnasını ona ikram olmak üzere tasvip etmiş, sonra da onu, ona şu âyet-i kerimesinde sıfat kılmıştır: “İbrâhîm de onun kolundan idi. Zira Rabbine tertemiz bir kalple gelmişti.” İbrâhîm (aleyhisselâm) in müşriklere karşı söylediği sözü ne de güzel tertip olunmuş. Önce onlara, cevap almak için değil, tasdik ettirmek için ibâdet ettikleri şeyler hakkında sordu. Sonra ilâhlarına döndü. Onların zarar ve fayda vermediğini, işitmediğini söyleyerek onların işini iptal etti. Bundan sonra eski atalarını taklit etmelerine yöneldi. Ve onu, delil olmak bir yana şüphe olmaktan da çıkardı. Sonra, meseleyi, onları bırakıp kendi nefsinde şekillendirdi. Sonunda mesele Allah'ın zikrine yükseldi. Onun şanını yüceltti. Âhirette, rahmetinden umduğu şeylerle birlikte, yaratıldığı günden vefat anma kadar olan nimetlerini saydı. Sonra bunu, ihlas sahiplerinin dualarıyla ve Allah'a çokça yönelenlerin niyazlarıyla dua edip yalvararak devam ettirdi. Sonra bunu, kıyamet gününün zikriyle, Allah'ın sevabı ve azâbıyla ve o gün müşriklerin, üzerinde bulundukları sapkın lığa karşı çektikleri pişmanlıkla ve îman ve itâat etmeleri için tekrar dünyaya gelmeyi temenni etmeleri yönünde çektikleri hasretle sonuçlarıdırdı. 90(O gün) Cennet, takva sahiplerine yaklaştırılır. Cümleyi cümleye atfetti. Cennetliklerin durduğu yere yaklaştmlır da onlar, ona bakarlar. 91Cehennem de azgınlara apaçık gösterilir. Neredeyse alevleri onları yakalar. Azgınlardan maksat kâfirlerdir. 92. 93Onlara “Allahtan başka taptıklarınız hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı veya kendilerine yardımları dokunuyor mu?” denilir. Şirk koştukları için azarlanırlar. Onlara: “İlâhlarınız nerede? Size yardım edecek fayda sağlıyorlar mı?” Ya da “galip gelerek kendilerine faydalı oluyorlar mı?” denilir. Çünkü onlar ve ilâhları, cehennem yakıtıdırlar. 94. 95Artık onlar, o azgınlar ve İblîsin orduları, toptan tepe taklak oraya atılırlar. İlâhlar, azgınlar, cehennemin kendilerine gösterildiği, putlara tapanlar ve iblisin orduları toptan birbiri üzerine başaşağı bir şekilde cehenneme atılırlar. “Altüst olmak” , “Yüzüstü yere düşmek” kelimelerinin iki defa tekrarlanmış şeklidir. Tekrarın, lafızda olması, manada da tekrara delildir. Sanki o, cehenneme atıldığında, cehennemin dibini buluncaya kadar tekrar tekrar yuvarlanır. Bundan Allah'a sığınırız. İblîsin orduları; şeytanlardır. Ya da ona tabi olan isyankâr insanlar ve cinlerdir. 96Orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler: Bu, ya konuşma ve çekişmenin olması için Allah'u Teâlâ'nın put-ları konuşturmasıdır. Ya da bu, isyankârlarla şeytanlar arasında cereyan etmektedir. 97. 98Vallahi biz, gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi âlemlerin Rabbi ile bir seviyede tutuyordu. Ey putlar! Biz, sizi, ibâdet hususunda âlemlerin rabbine eş tutuyorduk. 99Bizi ancak o günahkârlar saptırdı. “Günahkârlar” dan maksat; onları yoldan çıkaran reisleridir. Ya da İblîs ordusu ye şirk yoluna girenlerdir. 100Şimdi bizim, ne şefâatçimiz var.” Mü’minler için peygamberler, veliler ve melekler olduğu gibi. 101Ne de bir yakın dostumuz. Onların arkadaşları olduğunu gördüğümüz gibi. Zira âhirette ancak mü’minler arkadaşlık yaparlar. Cehennemliklerin aralarında ise düş manlık vardır. Nitekim: “O gün, muttakiler dışında dostlar, birbirine düşman dır” “Şimdi bizim ne şefâatçimiz var, ne de şefâatçi ve dost saydığımız kimselerden yakın bir dostumuz” buyurulmuştur. Çünkü onlar, putlar hakkında onların Allah katında kendilerinden şefâatçileri olacağına inanıyorlardı. Ve onların insan şeytanlarından arkadaşları vardı. Üzülmek, tasalanmak manasına gelen (.......) dan gelmektedir. Yani seni üzen şeyin kendisini üzdüğü kişidir. Ya da (.......) dan gelmektedir. Seçkin manasınadır. O, seçkin arkadaştır. Normalda şefâatçiler çok olduğundan şefâatçiyi çoğul, arkadaşı tekil kıldı. Arkadaş; “Sana karşı sevgisinde dürüst olandır. Seni üzen şeyin kendisini üzdüğü kişidir.” Bu da azdır. Hakîme arkadaştan soruldu da şöyle dedi: “Manasız bir isimdir” arkadaş kelimesiyle çoğul kastedilmesi de mümkündür. 102“Ah keşke (dünyaya) bir kere daha dönebilsek de mü’min lerden olsak.” (.......) in cevabı hazfedilmiştir. O da “şöyle şöyle yapardık” ya da benim için bunun bir benzeri olsa, demektir. Yani temenni manasınadır, (.......) in ve nin manaları arasında benzerlik olduğundan dolayı sanki şöyle denilmiştir: “Keşke bizim için bir defa daha olsaydı.” 103Bunda elbet bir ibret var. Ama yine çokları inanmazlar. Bu zikredilen haberlerde ibret alacaklar için bir ibret vardır. Ama çokları ona inanmazlar. Ve onlardan ancak bir grup îman etti. 104Şüphesiz Rabbin, işte o mutlak galip ve engin merhamet sâhibidir. Rabbin, İbrâhîm'i yalanlayanlardan cehennem azâbıyla intikam alıcıdır. Her temiz kalp sâhibini de Naîm cennetine havale edendir. 105Nûh kavmi de peygamberleri yalanladı. kelimesi, müzekker ve müennes kılınmıştır. Denildiki: Nûh (aleyhisselâm) Âdem (aleyhisselâm) zamanında doğdu. “Peygamberler” sözünden maksat, Nûh (aleyhisselâm) dır. Bunun bir benzeri senin, tek bir hayvanı ve tek bir hırkası olan biri için, “faları hayvanlara biner ve hırkalar giyer” şeklindeki sözüdür. Yada esasen onlar peygamberlerin gönderilmesini inkâr ediyorlardı. İşte bu sebeple çoğul kılındı. Ya da onların birini inkâr eden hepsini inkâr etmiş demektir. Çünkü her peygamber, insanları, bütün peygamberlere îmana çağırmaktadır. Aynı şekilde bu surede bulunan şeylerin hepsine de îmana çağırmaktadır. 106Hani kardeşleri Nûh, onlara şöyle demişti: “Sakınmaz mısınız?” Nûh, onların nesep yönünden kardeşidir, din yöminden değil. İnsanların yaratıcısından sakınmaz mısınız da putlara ibâdeti terkedesiniz. 107Ben sizin için güvenilir bir elçiyim. O, onlar arasında, Muhammed (aleyhisselâm) ın Kureyş arasındaki güvenilirliği gibi güvenilirlikle meşhurdu. 108Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itâat edin. Size emrettiğim ve sizi davet ettiğim hakka âit hususlarda bana itâat edin. 109Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatım, yalnız âlemlerin Rabbine âittir. Bu iş için sizden hiçbir karşılık istemiyorum. Medenî, Şamî, Ebû Amr ve Hafs'a göre, (.......) şeklinde fetha iledir. Ücretim, yalnız âlemlerin Rabbine âittir. İşte bu sebepten onu istiyorum. 110O hâlde Allah'tan korkun ve bana itâat edin. Bu sözü, kalplerine yerleştirmek için, her defasında, ayrı bir sebebe bağlayarak tekrar etti. Birinci sebep; onun, onlar arasında güvenilir olmasıdır. İkinci sebep; onun, onlara karşı beklenti içerisinde olmasıdır. Sanki o, şöyle demiştir: “Peygamberliğimi ve güvenilirliğimi bildiğinizde Allah'tan sakının. Sonra benim ücretten sakınışımı bildiğinizde yine Allah'tan sakının.” 111Dediler ki: “Sana düşük kimseler tabi olmakta iken biz sana îman edermiyiz?” (.......) deki vav hâl içindir. Ondan sonra gizli bir (.......) vardır. Delili de Ya'kûb'un (.......) şeklindeki kırâatidir, (.......) (tabi olan) kelimesinin çoğuludur. (.......) ve (.......) da olduğu gibi. Ya da (.......) (tabi olan) kelimesinin çoğuludur ve (.......) da olduğu gibi. (.......) ve (.......) kelimeleri, düşüklük ve rezillik demektir. Onları düşük saymaları, neseplerinin zayıf olmasından ve dünyadaki nasiplerinin azliğindandır. Denildiki: “Onlar, düşük sanatlarla uğraşanlardı. Sanat da din edinmekle hafifsenmez. Zenginlik din zenginliğidir. Soy ise takva soyudur. “Mü’minin, insanların en fakiri de olsa, soy yönünden en zayıfı da olsa “Rezil” diye adlarıdırılması câiz değildir, peygamberlere tabi olanlar bu hâl üzere devam edegelmişlerdir. 112(Nûh) dediki: “Ben onların yaptıklarını bilmem.” Onların yaptıklarını bildiğim sanatlarla ilgili hiçbir bilgim yoktur. Ben onlardan sadece îman etmelerini istiyorum. Denildiki: “Onlar, onları, hor ve hakir görmeleriyle birlikte, onların, imanlarını da yalanladılar, şöyle dediler: “Sana îman edenlerin kalplerinde, ortaya koydukları, bu şeyler yoktur.” Bu söz üzerine Nûh (aleyhisselâm): “Bana düşen dış görünüşe itibara almaktır. Kalpleri teftiş etmek değil” dedi. 113Anlayışımız olsa, onların hesabının Rabbime âit olduğunu bilirsiniz. Şüphesiz Allah, onları, kalplerindekine göre hesaba çekecektir. 114Ben o îman edenleri kovacak değilim. Benim işim, îman etmeniz için mü’minleri kovmak suretiyle sizin heveslerinize uymak değildir. 115Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım. Bana düşen, sizi ancak kendisiyle hakkın batıldan ayrıldığı sağlam delillerle apaçık bir şekilde uyarmaktır. Sonra siz kendi işinizi dahi iyi bilirsiniz. 116Dediler ki: “Ey Nûh (bu davadan) vezgeçmezsen, iyi bilki, taşa tutulanlardan olacaksın. Bu dediklerinden vazgeçmezsen taşla öldürülenlerden olacaksın. 117(Nûh): “Rabbim! Kavmim beni yalancılıkla itham etti” dedi. Görüneni ve görünmeyeni bilen (Allah) ın daha iyi bildiğini bildiği için onların bu yalanlamasını söylemesi haber verme değildir. Ancak o, bununla, onların kendisini, Allah'ın vahyi ve Allah'ın peygamberleri hususunda yalanladıkların kastetti. 118Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar.” Benimle onlar arasında hükmet. (.......) hükümet, yargı demektir. (.......) ise hakim demektir. Çünkü o, zor meseleleri çözer. Hakîme (.......) da denmiştir. Çünkü o düşmanlıkların arasını aymr. Hafs'a göre (.......) , (.......) şeklindedir. Onların yaptıklarınm azâbından beni ve beraberimdeki mü’minleri kurtar. 119Bunun üzerine biz, onu ve beraberindekileri, yüklü gemi nin içinde (taşıyarak) kurtardık. (.......) gemi demektir. (.......) veznindedir. Çoğulu ise (.......) vezninde, (.......) şeklindedir. (.......) dolu demektir. (.......) (şehrin asayiş memuru) sözü buradan gelmektedir. Yani, onu kifayet miktan asayişle) dolduran, demektir. 120Sonra da, geri kalanları suda boğduk. Nûh'u ve îman edenleri kurtardıktan sonra kavminin geri kalanla nm boğduk. 121 122Şüphesiz bunda bir ders vardır. Ama çokları îman etmiş değillerdir. Şüphesiz Rabbin, işte üstün odur, merhamet eden odur. İnkâr edip ısrar eden kişileri, hor ve hakir kılarak intikam alarıdır. Birleyip diliyle ifade eden kişileri de yardımıyla nîmetlendirendir. 123Âd (kavmi) de peygamberleri yalanladı. Âd, bir kabiledir. Aslında kabilenin babası olan adamın adıdır. 124. 125. 126Hani kardeşleri Hûd onlara şöyle demişti: “(Allah'a karşı) gelmekten sakınmaz mısmız?” “Biliniz ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” “Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itâat edin.” Güvenilir elçileri yalanlama hususunda Allah'tan korkun. 127“Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükafatmu verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır.” 128“Siz, her yüksek yere, bir alâmet bina edip eğlenir durur musunuz?” Her yüksek yere, güvercin kuleleri ya da yüksekliği sebebiyle işaret gibi olan binalar kurarak, o binaların yanma gelenleri alaya alıyorlar ve onlarla eğleniyorlardı. 129“Temelli kalacağmızı umarak sağlam yapılar mı edinir siniz?” Dünyada ebedî kalmayı arzulayarak su bentleri, yada köşkler ya da saraylar bina ediyorsunuz. 130“Yakaladığınız zaman, zorbalar gibi yakalıyorsunuz.” Birini cezâlarıdırdığınızda kılıçla öldürüyor ve kırbaçla vuruyor sunuz. Cebbar, yani zorba; gazapla öldüren ve döven kişidir. 131“Artık Allah'tan korkun ve bana itâat edin.” Bu yakalana hususunda Allah'tan korkun ve sizi davet ettiğim şeyde bana itâat edin. 132Bildiğiniz şeyleri size veren (Allah) tan korkun.” Davarlardan bildiklerinizi sonra onları, onlara saydı. Şöyle dedi: 133“O, size davarlar, oğullar verdi.” Çoçukları, davarlarla birlikte zikretti. Çünkü onlar, onlara, o hayvanların muhafazası ve idaresi için yardım ederler. 134“Bahçeler ve çeşmeler (verdi)” 135“Şüphesiz sizin hakkınızda büyük bir günün azâbından endişe ediyorum.” Eğer bana isyan ederseniz. 136Dediler ki: “Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizce birdir.” Öğüt versen de sussan da sözünü ve davetini kabul etmeyiz. Âyet sonlarınm uygunlaşmasından dolayı (.......) demedi. 137“Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir.” Hayat, ölüm ve bina kurmak ile ilgili yaşattığımız şu adetler ancak öncekilerin adetleridir. Ya da üzerinde bulunduğumuz şey, öncekilerin dinidir. Mekkî, Basrî, Yezid ve Ali'ye göre (.......) , (.......) şeklindedir. Yani, senin getirdiğin öncekilerin uydurması ve senden önce peygamberlik iddiasında bulunanların yalanlarıdır. Senin, “öncekilerin efsane leri” sözünde olduğu gibi. Ya da biz, öncekilerin yaratılışı gibi yaratıldık. Onların yaşadıkları gibi yaşar ve ölürüz. 138Biz azâba uğratılacak değiliz. Dünyada azâba uğratılacak değiliz. Diriliş ve hesap da zaten yok. 139Böylece onu yalanladılar. Biz de kendilerini helâk ettik. Şüphesiz bunda ibret vardır. Ama çokları îman etmiş değildir. Hûd'u yalanladılar. Biz de onları, kasıp kavuran şiddetli bir rüzgârla helâk ettik. 140Şüphesiz Rabbin, işte o üstündür, merhamet edendir. 141Semûd (kavmi) de peygamberleri yalanladı. 142Hani kardeşleri sâlih onlara şöyle demişti: “Korunmaz mısınız?” 143“Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” 144“Artık Allah'tan korkun ve bana itâat edin.” 145“Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır.” 146“Siz burada güven içerisinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?” Sonsuza kadar nimetleri içerisinde bırakılacakları ve o nimetlerden aynlmayacakları görüşünü inkârdır. Bu mekânda bulunan nimetler içerisinde, azaptan, yok olmaktan ve ölümden emin bir şekilde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz? 147“Böyle bahçelerde, çeşme başlarında?” Bu da aynı şekilde kısa özet ifadedir. Geniş izahat sonra geldi. 148“Ekinler ve salkımları sarkmış hurmalıklar arasında?” Bahçe kelimesi, hurmayı da içermesine rağmen, hurmayı diğer ağaçlara üstün kılmak için (.......) (hurma) kelimesini, (.......) (bahçeler) kelimesi üzerine atfetmiştir. (.......) (salkım) kılıcın ucu gibi, hurmadan çıkan şey, demektir. (.......) olgun, hurma demektir. Sanki; meyvesi olgunlaşmış hurma, demiştir. 149Dağlarda mahir ustalar olarak evler yontuyorsunuz. Samı ve Kufî'ye göre “mahir ustalar” manasına gelen (.......) şeklindedir. Hâldir. Diğerlerine göre ise; aşırı sevinçli olanlar, şımanklar” manasına gelen (.......) şeklindedir. (.......) zekâ ve çalışkanlık demektir. 150Artık Allah'tan korkun ve bana itâat edin. 151Müfritlerin emrine uymayın. Kâfirlere ya da deveyi boğazlayan dokuz kişiye uymayın. Emri, mecâzî hükmî olarak itâat edilen kıldı. Maksat ise; emir verendir. Bu, onların “İlkbahar yeşilliği bitirdi” sözünde olduğu gibi tevili gerektiren ve kendisiyle ifade olunan hükmü hafızadaki yerinden çıkaran cümlelerdendir. 152Yeryüzünde bozgunculuk yapıp dirlik düzen vermeyen (o kimselere) uymayın. Yeryüzünde zülüm ve inkârla bozgunculuk yapan, îman ve adalet le islah etmeyen kimselere uymayın. Mana şöyledir: “Bazı bozguncuların haline biraz iyilik bulaşmıştır. Ama bunların bozgunculuğunda iyilik adına hiçbir şey yoktur. Tamamen bomboştur. 153“Hakikaten sen büyülenmişlerdensin” dediler. (.......) ; aklı gidinceye kadar birçok defa büyülenmiş kişidir. Denildiki: “O, insana, cinlerle yapılan büyüdendir.” 154Sen de ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer doğru söylüyorsan, haydi bize bir mu'cize getir. Peygamberlik davasında doğru söyleyenlerden isen. 155(Sâlih): “İşte (mu'cize) bu dişi devedir. Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı da sizin” dedi. Sudan ona âit âit bir pay var. Dolayısıyla o hususta ona zahmet vermeyin. Belli gündeki sizin hakkınızda/da o size zahmet vermesin. Rivâyet edildiğine göre onlar, “Bu taştan çıkan ve yavrusunu doğuran hamile bir deve istiyoruz” dediler. Sâlih (aleyhisselâm) düşünmeye başladı. Cebrâîl ona “İki rek'at namaz kıl ve Rabbinden dişi deveyi iste” dedi. Deve çıktı ve iriliği kendisi gibi olan bir yavru doğurdu. Göğsü altmış zira idi. İçme günü olduğunda onların suyunun tamamını içti. Onların gününde ise hiç su içmiyordu. Bu, karşılıklı anlaşmanın câiz olduğuna dair delildir. Çünkü onların, “Onun için (bir gün) su içme hakkı var, belli bir günün içme hakkı da sizin” sözü karşılıklı anlaşmadandır. 156Ona bir kötülükle ilişmeyin. Yoksa sizi muazzam bir günün azâbı yakalayıverir. Onu, dövmek, boğazlamak ya da başka bir kötülük yapmak suretiyle ilişmeyin. Günün büyüklüğü, onda azâbın oluşundandır. Günü onunla (büyüklükle) nitelendirmesi, azapla nitelendirmesinden daha ebedidir. Çünkü vakit, onun sebebiyle büyüdüğünde, azâbın durumu daha şiddetli olur. 157Sonunda deveyi kestiler. Fakat pişman oldular. Onu bir deve kasabı kesti. Fakat onlar bu işe râzı oldular. Bu sebepte kesme işi onlara izafe edildi. Rivâyete göre onu kesen “Hepiniz râzı olmadıkça onu kesmem” dedi. Bunun üzerine çadır içindeki kâdirılara dahi gittiler, “Râzı oluyor musunuz?” diye sordular. Onlar da “Evet” dedi. Aynı şekilde çocuklarına da sordular. Fakat üzerlerine azâbın inmesinden korktukları için onu boğazladıklarına pişman oldular.'Pişmanlıkları tevbe pişmanliği değildi. Ya da pişmanliğin fayda vermediği bir anda, yani azâbı gördükleri anda pişman oldular. Ya da yavruyu bıraktıkları için pişman oldular. 158Bunun üzerine onları azap yakaladı. Şüphesiz bunda (alınacak) ders vardır. Ama çokları îman etmiş değildirler. Onları yukanda zikri geçen azâb yakaladı. 159Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sâhibidir. 160Lût (kavmi) de peygamberleri yalanladı. 161Hani kardeşleri Lût onlara şöyle demişti: “Sakınmaz mısınız?” 162“Bilin ki ben, size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” 163“Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itâat edin.” 164“Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorm, benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır.” 165“Âlemlerin içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?” “Âlemler” kelimesiyle insanları kastetti. Kadmların çokluğuna rağmen insanların erkeklerle mi ilişkiye giriyorsunuz? Ya da siz, sizin dışındaki âlemler arasından erkeklerle mi ilişkiye giriyorsunuz? Demektir. Yani, siz, bu çirkin fiili tercih ediyorsunuz, demektir. Buna göre “âlemler” kelimesi, canlılardan ilişkiye girilebilecek herşeydir. 166“Ve Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyor sunuz? Şüphesiz siz haddi aşmış bir kavimsiniz.” (.......) harfi ceri, (.......) yi açıklamak (beyan) içindir. Ya da teb'îz (ondan bir parçayı göstermek) içindir. “Sizin için yarattığı” sözünden maksat kâdirılardaki mubah organdır. Onlar, onun benzerini kadmlarına da yapıyorlardı. Bunda, eşlere ve cariyelere dübürlerinden (arka yoldan) yanaşılmasını haram olduğuna dair delil vardır. Kim bunu câiz görürse çok büyük hata yapmış olur. (.......) müfrit zulmün de haddi aşan, demektir. Yani, Bilâkis siz, bunun gibi büyük bir günahı işlemek suretiyle “haddi aşanlar” olarak nitelendirilmeye en layık olan bir kavimsiniz, demektir. 167Dediler ki: “Ey Lût! Vazgeçmezsen, mutlaka sürülenlerden olacaksın.” Bizi ayıplayıp menetmekten ve işimizi kötülemekten vazgeçmez sen, mutlaka aramızdan çıkardığımız ve beldemizden kovduğumuz kimseler cümlesinden olacaksın. Belki de onlar, çıkardıkları kişiyi, sen kötü bir durumda çıkan yorlardı. 168(Lût): “Şüphesiz ben, sizin bu işinize buğzedenlerdenim” dedi. “Buğzedenlerdenim” sözü “Buğzedenim” sözünden daha ebedidir. “Faları alimlerdendir” sözüde senin, “faları alimdir” sözünde daha edebidir. Çünkü sen, onun, ilimde onlara iştirak ettiğine şâhitlik edi yorsun. (.......) buğzetmek demektir. (.......) kalbi ve ciğeri yaktı demektir. Bunda, günahın büyüklüğüne dair delil vardır. Çünkü onun yanması din yüzündendir. 169“Rabbim! Beni ve ailemi onların yapageldiklerin (in vebalinden) kurtar.” Onların amelinin cezâsından kurtar. 170. 171Bunun üzerine onu ve geride kalan yaşlı bir kadın dışında bütün ailesini kurtardık. Kızlarını ve onunla birlikte îman edenleri kurtardık. Lût (aleyhisselâm) ın kansı ihtiyar kadm hariç. O, buna razıydı. Günaha nza gösteren, günahkâr hükmündedir. Aile îman ettiği hâlde kâfir kadının onlardan istisna edilmesi, onlara, imanda iştirak etmese de, bu isimde iştirak ettiğinden dolayıdır. (.......) (geride kalan) lâfzı, kadının sıfatıdır. Yani o, azapta kalanlar içindir. Ondan kurtulmadı. Lugatta (.......) kalan demektir. Sanki şöyle denilmiştir: “Geride kalan ihtiyar kadın hariç.” Yani, onun geride kalması taktir olunmuştur. Zira geride kalma onların kurtarılma vaktinde onun sıfatı olmadı. 172Sonra, diğerlerini helâk ettik. Helâk edilmelerinden maksat, alt üst çevrilmeleridir. 173Üzerlerine de yağmur yağdırdık. Uyarılanların yağmuru ne de kötü idi. Katâde'den yapılan bir rivâyete göre; Allah şehirden çıkanlar üzerine gökten taş yağdırmış ve böylece onları helâk etmiştir. Denildiki: “Allah, alt üst çevirmekle yetinmemiş, onun ardından taş yağdırmıştır. “ (.......) nin faiK (.......) dir. Mahsus (.......) (kötülenen) (.......) dur. Hazfedilmiştir. “Uyarılanlar” sözüyle kavmin kendisini kast etmedi. Bilâkis kâfirleri kastetti. 174Bunda elbette ibret var. Ancak çokları îman etmiş değildirler. 175Şüphesiz Rabbin, işte o, mutlak galip ve engin merhamet sâhibidir. 176Eyke halkı da peygamberleri yalanladı. (.......) hemze ve esre iledir. Halîl'den yapılan rivâyete göre Eyke yeşil taze yapraklı ağaçların olduğu ormandır. Hicazı ve Sami'ye göre şeklindedir, (.......) süresindeki de böyledir. Belde adıdır. Denildiki: “Ashâbu'l-Eyke; sıcaklık kendilerine vurduğunda ormana sığman Medyen halkıdır.” Doğru olanı ise, onların, ağaçlarınm çoğu “ak günlük” bitkisi olan, çöldeki ormana inen başkalan olmasıdır. Bunun delili de “kardeşleri Şuayb'ı” defnemesidir. Çünkü o, onların soyundan değildi. Medyen halkının soyundandı. Hadis-i Şerifte: Şuayb’ın, Medyen halkından olduğu ve onlara ve Ashâbu'l-Eyke'ye gönderildiği bildirilmiştir. 177Hani Şuayb onlara: “Sakınmaz mısınız?” demişti. 178“Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.” 179“Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itâat edin.” 180“Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbi Allah'tır.” 181“Ölçeği tam ölçün, eksiltenlerden olmayın.” Onu tamamlayın. İnsanların haklarını eksiltmeyin. Tam ölçek emredilmiştir. Eksiltmiş ölçek, yasaklanmıştır. Fazla olması hususunda ise hiçbir şey söylenmemiştir. Onun zikredilmemesi, onu yaparsa iyilik etmiş olacağına, yapmazsa üzerine hiçbir şey gerekmeyeceğine delildir. 182Doğru terazi ile tartın. (.......) Ebubekir'in dışındaki Kûfeli'lere göre (.......) ın esresiyledir. Terazi ya da kantar demektir. “Adalet” manasına gelen (.......) kelimesinden geliyorsa aynel fiili tekrar edilmiş demektir. Ve vezni de (.......) şeklindedir. Değilse o, rubaidir. (Dört harfli kelimelerdendir.) 183İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Birinin hakkını kıstığında (.......) denir. “İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın” sözünden maksat; onların, dirhemlerini ve dinarlarını etraflarından kesmek suretiyle azaltmayın, demektir. Orada, yol kesmek, gece baskını yapmak ve ekinleri mahvetmek gibi bozgunculuklar yaparak haddi aşmayın. Onlar, bunu yapıyorlardı da bundan menedildiler. Yer yüzünde bozgunculuk yaptığında (.......) ve (.......) denir, (.......) , (.......) nın ayrı bir ifadesidir. 184Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allah) tan korkun. (.......) kelimesi (.......) üzerine atıftır. Yani, sizi yaratan ve sizden öncekileri yaratan (Allah) tan korkun, demektir. Önceki nesillerden maksat; geçmiş nesillerdir. 185Dediler ki: “Sen iyice büyülenmişlerdensin.” 186Ve sen de bizim gibi bir beşersin. Ve biz seni yalancılardan sayıyoruz. “Sen iyice büyülenmişlerdensin” ve “ve sen de bizim gibi bir beşersin” sözleri arasına (.......) harfinin getirilmesi, onlara göre peygamberliğe ters olan iki ayrı manayı ifade etmek içindir. Büyülenmiş olmak ve insan olmak. Semûd kıssasında ise tek bir manayı, yani büyülenmişliği ifade etmek istediğinden bu vavı terketti. Onun kendisi gibi bir beşer olduğunu da daha sonra tekrarlandı. (.......) , (.......) den hafifletilmiştir. (.......) deki (.......) onunla, olumsuzlayan (.......) arasını ayırmak için gelmiştir, (.......) fiilinin ve onun ikinci mef'ûlünun başına geldiler. Çünkü onların aslı, mubteda ve haberin başına gelmektir. (.......) (şüphesiz ki Zeyd aynldı) sözünde olduğu gibi (.......) ve (.......) babları, mubteda ve haber babı cinsinden olduklarından bunu iki babta da yaptı. Bu sebeple “Zeyd mutlaka ayrılmıştır” ve “Onun mutlaka ayrıldığın saniyorum” denilmiştir. 187“Şayet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten parçalar düşür.” (.......) Hafs'a göre (.......) şeklindedir. Her ikisi de (.......) kelimesinin çoğuludur. Parça demektir. (.......) ise ona kesti, demektir. Gökten yani, buluttan ya da gölgeden. Eğer sen, peygamber olduğuna dair sözünde doğru isen Allah'a dua et de üzerimize gökten parçalar düşürsün. Yani azap olarak gökten parçalar düşürsün, demektir. 188(Şuayb): “Rabbim, yaptıklarınızı en iyi bilendir” dedi. Hicazî ve Amr'a göre (.......) , (.......) şeklindedir. Diğerlerine göre ise (.......) sakindir. Şüphesiz ki Allah sizin amellerinizi ve onlara karşı hak ettiğiniz azâbı daha iyi bilir. Gökten parçalar indirmek suretiyle size azap etmek isterse bunu yapar. Başka bir şekilde azap etmek isterse onu yapar. Hüküm ve irâde ona âittir. 189Onu yalanladılar da kendilerini o gölge gününün azâbı yakalayıverdi. Gerçekten o büyük bir günün azâbı idi. (.......) bir buluttur. Rüzgârdan mahrum bırakıldıktan ve yedi gün müddetince sıcakla azap edildikten sonra sıcaktan korunma amacıyla bu bulutun altında toplandılar oradan üzerlerine atış yağdırıldı da yandı gittiler. 190Şüphesiz bunda (alınacak) ders vardır. Ama çokları îman etmiş değildirler. 191Şüphesiz Rabbin, işte o, mutlak galip ve engin merhamet sâhibidir. Bu sûredeki bütün kıssaların başına ve sonuna, manaları kalplere yerleşsin ve nasihat ve tehdit açısından daha etkili olsun diye bu tekrarları getirdi. Çünkü ondaki her kıssa başlı başına bir konudur. Ve ondan alınarak ders diğerlerindeki gibidir. Bu sebebten, layık olan ona benzerindeki şeyle başlamak ve benzerindeki şeyle bitirmektir. 192Muhakkak ki o (Kur'ân) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Ondan indirilmiştir. 193Onu, Ruhu'l-Emin indirdi. Yani Cebrâîl indirdi. Çünkü o, kendisinde hayat olan vahiy hususunda güvenilirdir. Hicâzî, Ebû Amr, Zeyd ve Hafs'a göre (.......) şeklindedir. Diğerlerine göre ise (.......) şeklinde şeddelidir ve (.......) kelimesi de mensubtur. Fâil, Allah'u Teâlâ'dır. Yani, Allah, Ruhu'l-Emini onu indirmekle görevli kıldı, demektir. Her iki kırâate göre (.......) geçişlilik içindir. 194Senin kalbine, uyarıcılardan olasın diye. Onu, senin hafızana ve anlayışına unutulmayan bir şeyin yerleştirilmesi gibi yerleştiririm. “Sana okuyacağız da unutmayaçaksın” âyetinde olduğu gibi. 195Apaçık Arapça bir dille. Kureyş ve Cûrhûm diliyle. Mubîn; açık ve umumun yüz çevirdiği şeylerden arındırılmış, demektir. (.......) ye (.......)ye taallûk etmektedir, (.......) ye taallûk ederse, “Bu dille uyaranlar dan biri olasın diye” manasına gelir. Bu dille uyaranlar; Hûd, Sâlih, Şuayb ve İsmâîl (aleyhisselâm) dır. (.......)ye taallûk ederse, “Onunla uyarasın diye onu, Arapça ola rak indirdi” manasına gelir. Çünkü onu yabancı bir dille indirmiş olsaydı, katiyetle ondan kaçarlar “anlamadığımız şeyi ne yapalım?” derler ve uyan, bununla imkansızlaşırdı. Bu açıdan bakıldığında, o Kur’ânın senin ve kavminin diliyle Arapça olarak indirilmesi, kalbine indirilmesi demektir. Çünkü sen ve kavmin onu anlarsınız. Eğer yaban cı bir dille olsaydı sadece kulağına inmiş olacaktı, kalbine değil. Çünkü sen harflerin seslerini işitirsin ama, manalarını ne anlarsın ne de idrak edersin. Bazıları birkaç dil bilirler. Ana diliyle dışmdakilerle konuştuğunda ise, çok iyi bilse de, aklına, ilk önce lafızları, sonra manaları gelir. Bu, Allah'ın Kur'anı, onun kalbine açık bir Arapçayla indirmesinin açıklamasıdır. 196Şüphesiz o, daha öncekilerin kitaplarında davardır. O Kur'ân’ın zikri, diğer semavi kitaplarda sabittir. Denildiki: Onlar da olan onun manalarıdır. Bunda, Kur'ân’ın, Arapça dışındaki diller de yapılan tercümelerinin de Kur'ân olduğuna dair delil vardır. Bu sebeple bu, namazda Kur'ân’ın, Farsça okunmasının câiz olduğuna dair delil olmaktadır. 197Beni İsrâ'il oğullarının onu bilmesi, onlar için bir delil değil midir? Şamî'ye göre (.......) cümlesi (.......) , (.......) nin ismi kılınmıştır. Haberi de (.......) dur. Yani, Tevrât'ta zikri geçtiği için Kur'ân'ı bilmeleri, demektir. Denildi ki: (.......) de zamîri kıssa vardır ve (.......) öne geçmiş haberdir. Mübteda (.......) dur. Cümle de (.......) nin haberidir. Yine şöyle denildi: (.......) tam fiildir. Faili (.......) dur. (.......) , dan bedeldir. Ya da hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Yani, onlar için delil hasıl olmadı mı? demektir. Diğerlerine göre ise (.......) müzekker şekildedir. (.......) onun haberi olmak üzere mensuptur. (.......) da isimdir. Takdiri şöyledir: “Onlar için Beni alimlerinin bilgisi delil olmadı mı?” Beni İsrâ'il alim lerinden maksat, Abdullah b. Selâm ve diğerleridir. Allah'u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlara (Kur'ân) okunduğunda: “Ona inandık. O Rabbimizden gelen hakikattir. Zaten biz, bundan önce de Müslümanlardık” derler. (.......) kelimesi, mushafta eliften önce vavla yazılmıştır. 198. 199Biz onu Arapça bilmeyenlerden birine indirseydik de, bunu o okusaydı, yine de îman etmezlerdi. (.......) kelimesinin çoğuludır. O, açık konuşamayandır. (.......) de böyledir. Ancak onda fazladan nispet yası olduğu için te'kid daha fazladır. Dillerinden başka bir dili konuşan sözünü anlamadıkları biri olduğunda ona “A'cem” ve “A'cemî” dediler. Ve onu açık açık konuşmayan, meramını anlatamayan kimselere benzettiler. A'cemî; düzgün konuşsa da acem cinsinden olan kişidir. Hasen (.......) şeklinde okumuştur. Denildiki: (.......) kelimesi (.......) nin hafifletilmişidir. (.......) için nispet “ya” sim kaldırarak (.......) dedikleri gibi. Bu takdir olmazsa cem'i salimin çoğul kılınması câiz olmazdı. Çünkü bunun müennesi (.......) şeklindedir. Mana şudur: Şüphesiz ki biz, Kur'ân'ı Arapçası düzgün bir adama indirdik. Onu anladılar. Onun fesahatim ve icazını gördüler. Bütün bunlara, ondan önceki kitap ehli alimlerin onun indirilmesiyle ilgili müjdeye ve kitaplarındaki onun sıfatına dair ittifakı da ilave oldu. Onların kitapları onun manalarını ve kıssalarını içerdiler. Bunlarla anlaşıldı ki bunlar, Allah katındandır. Onların zannettiği gibi masallar gibidir. Ona inanmadılar. Onu bazen şiir, bazan de sihir olarak adlarıdırdılar. Bu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in uydurmasıdır, dediler. Şayet onu, onun bir benzerini söylemek bir yana, Arapçayı güzel konuşamayan yabancı birine indirirsek de o, onu, onlara bu şekilde icazla okusaydı yine inanmadıkları gibi inanmazlar, inkarlarına bahane olsun diye ona hile kanştmrlar ve onu sihir olarak adlarıdmrlardı, sonra şöyle buyurdu: 200Böylece onu günahkârların kalplerine soktuk. Yalanlamayı ya da inkân soktuk. Bu “ona inananlar olmadılar” âyetinin delalet ettiği şeydir. Günahkarlardan maksat; küfrü ve küfürde ısran seçtiklerini bildiğimiz kâfirlerdir. Yani onların kalbine böyle bir sokuş, soktuk. Ve onu orada yerleştirdik. Onlara, ne yapılırsa yapılsın ve işleri, nasıl ele alınırsa alınsın. Onları, üzerinde bulundukları inkârdan ve yalanlamadan saptırmak mümkün değildir. Nitekim âyet-i Kerîme de: “Eğer sana kağıt üzerine yazılmış bir kitap indirseydik de onlar elleriyle onu tutmuş olsalardı, buna rağmen inkâr edenler” Bu apaçık büyüden başka bir şey değildir” derlerdi buyurulmuştur. Bu, bizim, Mu'tezile'ye karşı, hayır ve şer yönüyle kulların fiillerinin yaratılması hususundaki delilimizdir. 201Elem verici azâbı görünceye kadar da ona îman etmezler. “O Kur'ân'a îman etmezler” sözü “Onu, günahakârların kalplerine soktuk” sözünü açıklayıcı ve özetleyicidir. Çünkü o, onların kalbi ne, yalanlanmış ve inkâr edilmiş olarak yerleşmesi için sevkedilmiştir. , Vad olundukları tehdidi gözleriyle görünceye kadar onu yalanlamaya ve inkara devam edeceklerine dair bu mananın ifade ettiği şey onu takip etmiştir. Bunun, hâl olması câizdir. Yani, ona inanmadıktan hâlde onu kalplerine soktuk, demektir. “Elem verici azâbı görünceye kadar” sözünden maksat; ölüm anında azâbın görülmesidir. Bu îman-ı Ye'stir ki onlara fayda vermez. 202İşte bu (azap) onlara, kendilerini farkında olmadan, ansızın geliverecektir. Gelişini hissetmezler. 203O zaman “Bize (îman etmemiz için) mühlet verilir mi acaba ? “diyeceklerdir. (.......) ve (.......) lafızları, (.......) üzerine atfedilmiştir. Onlar, göz açıp kapayıncaya kadar bir mühlet isterlerde buna icabet olunmaz. 204(Halbuki dünyada iken) onlar, bizim azâbımızı çarçabuk istiyorlardı. Bu, onların azarlanmasıdır. Ve onların “üzerimize taş yağdır ya da bize elem verici azâbı getir (bakalım)” sözünün ve benzeri sözlerinin inkândır. 205. 206Ne dersin! Eğer biz onları zevk içinde yaşatıp faydaiandırsak, sonra kendilerine va'dedilen (azap) gelse (acaba durumları ne olur?) “O yıllar, dünya hayatı müddeti içindeki yıllardır” denildi. 207Edindikleri faydalar ve aldıkları zevkler onlara hiç yarar sağlamaz. Bu yıllar içinde edindikleri faydalar ve aldıkları zevkler onlara fayda vermez. Yani, onların azâbın gelmesini istemeleri; onların, onun olmayacağına ve onlara dokunmayacağına dair inançlarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca onların, selâmet ve güven içerisinde uzun bir ömür yaşatılmalarından kaynaklanmaktadır. Nitekim Allah'u Teâla şöyle buyurmuştur: “(Onlar bunu) kibirlenerek, nimeti önemsemeyerek, alaya alarak ve uzun emele güvenerek (yapmışlardır)” Sonra şöyle demiştir: “Farzet ki iş, onların inandığı gibi uzun uzun yaşayacakları ve bol bol faydalarıdırılacakları şekilde olsun, peki ya bundan sonra bu tehdit onlara ulaşırsa, uzun ömürlerinden yada güzel yaşamalarından hangisi onlara fayda verecek?” Yahya b. Muaz şöyle demiştir: “İnsanlardan gafleti en fazla olanlar; hayatıyla aldananlar, her arzu ettikleriyle lezzetlenenler ve nefsi alışkanlıklara devam edenlerdir. Halbuki Allah'u Teâlâ: “Ne dersin! Eğer siz, onları, yıllarca zevk içinde yaşatıp faydalarıdırdıktan sonra kendilerine va'dedilen (azap) gelse (acaba durumları ne olur?) edindikleri faydalar ve aldıkları zevkler onlara hiç yarar sağlamaz.” Rivâyete edildiğine göre, Meymun b. Mihrân buluşmak istediği Hasen'la tavaf esnasında karşılaşmıştı. Ona “bana nasihat et” dedi. O da “Bu âyeti okumuş başka bir şey de ilave etmemişdi.” Meymun “nasihat ettin ve maksadı yerine getirdin” dedi. Rivâyete göre Ömer b. AbdülAzîz hüküm vermek için makamına oturduğunda bu âyeti okuyordu. 208. 209Biz, hiçbir memleketi, öğüt vermek üzere (gönderdiğimiz) uyarıcıları olmaksızın yok etmemişizdir. Biz zâlim değiliz. Kendilerini uyaran peygamberler olmadıkça hiçbir memleketi helâk etmedik. , (.......) dan sonraki cümle üzerine (.......) gelmemiştir. Çünkü asıl olan vav’ın olmamasıdır. Çünkü cümle (.......) (memleket) kelimesinin sıfatıdır. Vav'ın getirilmesi te'kid içindir, sıfatı mevsûfa bağlamaktadır. (.......) mensuptur. “Uyan” manasınadır. Çünkü (.......) ve (.......) (hatırlattı, uyardı) fiilleri manaca birbirilerine yakındır. Sanki şöyle denilmiştir: (.......) (uyancı yapanlar) ya da (.......) (uyaranlar) daki zamîrden hâldir. Yani, onları uyancılar olarak uyanyorlar, demektir. Ya da onun mef'ûlûn lehidir. Yani, uyan ve öğüt olsun diye uyanyorlar, demektir. Ya da (.......) hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olmak üzere merfûdur. Bu bir uyandır, manasınadır. Bu hâlde cümle, itiraz cümlesidir. Ya da sıfattır. Uyan sâhibi uyancılar, manasına gelmektedir. Ya da (.......) , (.......) fiilinin mefûl'ûn lehidir. Buna göre mana; zâlim bir memleket halkını, anacak, helâk edilmeleri, kendileri dışındaki için bir uyan, bir ibret olsun da onlar gibi isyan etmesinler diye kendilerine uyancılar göndermektir. Biz, zalimler değiliz ki zulm edenlerin dışındaki bir kavmi helâk edelim. 210Onu (Kur'ân'ı) şeytanlar indirmedi. Müşrikler “Bu Kur'ân'ı, Muhammed'e, şeytanlar telkin ediyor dediklerinde bu âyet indirilmiştir. 211Bu onlara düşmez. Zaten güçleri de yetmez. Bu onlara kolay gelmez. Buna güçleri de yetmez. 212Şüphesiz onlar, vahyi işitmekten uzak tutulmuşlardır. Yakıcı yıldızlar vesilesiyle menedilmişlerdir. 213O hâlde sakın Allah ile beraber başka tanrıya kulluk edip yalvarma. Yoksa azâba uğratılanlardan olursun. Bu nehiy, ta'riz olarak, ondan (Muhammed (aleyhisselâm) dan) başkası için gelmiştir. Onu da, ihlasını artırmaya teşvik etmektedir. 214En yakın akrabanı uyar. Töhmeti ortadan kaldırmak için onları özellikle zikretti. Çünkü insan akrabasına karşı kolaylık gösterir. Ya da onun, Allah katında onlar lehine hiçbir fayda sağlayamayacağını ve kurtuluşun akrabalıkta değil, ona tâbi olmakta olduğunu bilsinler diye onları özellikle zikretti. Bu âyet inince Muhammed (aleyhisselâm) Safâ tepesine çıktı. Akrabalarını en yakınlarını çağırdı. Şöyle dedi: “Ey Abdülmuttalip oğulları, Ey Haşim oğulları, Ey Abdu Menaf oğulları, Ey peygamberin amcası Abbâs, Ey Allah'ın Resûlü'nun halası Safiye! Şüphesiz ki ben, Allah katında sizin lehinize hiçbir şeye sahip değilim.” 215Sana uyan mü'minlere kanadını indir. Etrafındakilere yumuşak davran, tevazu göster. Bunun aslı; alçalmak istediğinde kuşun, kanatlarını toplamasıdır. Uçmak istediğinde de kanatlarını kaldırır. Bu sebepten dolayı, alçalma anında kanatların toplanması, tevazuya ve etrafındakilere karşı yumuşaklığa misal olmuştur. Akrabandan olan ve olmayan bütün mü'minlere kanadını indir. 216Şayet sana karşı gelirlerse deki: “Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım.” Yani, kavmini uyar. Eğer sana tabi olurlar ve itâat ederlerse onlara, şefkat kanadını indir. Ama eğer, sana isyan ederler ve tabi olmazlarsa, onlardan olup Allah'a şirk koşma ve yâir işlerinden uzaklaş. 217O mutlak galip ve engin merhamet sâhibine tevekkül et. İzzetiyle düşmanlarını kahredene, onlara karşı sana merhametiyle yardım edene ve onlardan ve diğerlerinden sana isyan edenlerin kötülüğünü senden uzaklaştırana tevekkül et. Tevekkül; kişinin, işini sâhibine zarar ve fayda vermeye güç getirene havale etmesidir. Dediler ki: “Tevekkül sâhibi; başına bir iş geldiğinde onu, günah bir işle defetmeye çalışmayan kişidir.” Allah kendisinden râzı olsun Cüneyd de şöyle demiştir: “Tevekkül; herşeyinle Allah'a yönelmen ve her şeyinle başkalanndan yüz çevirmendir. Çünkü sen iki dünyada da ona muhtaçsın.” (.......) Medenî ve Şamî'ye göre (.......) şeklindedir. (.......) ya da (.......) üzerine atıftır. 218O ki, (gece namaza) kalktığında seni görür. Gece namazına kalkan olarak. 219Secde edenler arasında dolaşmanı da (görür.) Namaz kılanlar arasında dolaşmam da görür. Peygamberine karşı merhametli oluşunun sebebini zikretti. O da; onun, gece yansı teheccüde kalkması ve ashâbından teheccüde kalkanların hallerini araş tırmak ve onların Allah'a nasıl ibâdet ettiklerini ve âhiretleri için nasıl çalıştıklarını öğrenmek için aralarında dolaşmasıdır. Denildiki: “Onun manası, o, seni insanlara cemaatle namaz kıldırmak için kalktığında seni görür. Secde edenler arasında dolaşması ise; onlara imâm olduğunda, onun; aralarındaki kıyamı, rukü, secdesi ve ettehiyyâtüye oturuşudur. “ Mukâtil'den rivâyet edildiğine göre o, Ebû Hanife'ye “Kur'anda cemaatle namazı gördün mü?” diye sormuş, o da ona bu âyeti okuyarak cevap vermiştir. 220Herşeyi işiten, herşeyi bilen O'dur. Söylediğim işitir, yücelttiğini ve bildiğini de bilir. Kendisini gördüğünüzü haber vermek suretiyle, onu, ibâdetin zorluklarından korumuş ve ona, işi hafifletmiştir. Çünkü Mevlâ'sının gözetimi altında amel ettiğini bilen biri için zorluk yoktur. Bu, senin “Benim için tahammül edenlerin tahammül ettikleri şeyler gözümdedir” sözünde olduğu gibidir. Müşriklerin “Şüphesiz ki bu sözü, Muhammed'e şeytanlar getiriyorlar” şeklindeki sözlerine cevap olarak şu âyet inmiştir: 221Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Ey Müşrikler! size, şeytanın kimler üzerine ineceğini haber vereyim mi? dedikten sonra haber vermiş, şöyle demiştir: 222Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. Günahları irtikap edenlere, ki onlar da kahinler ve sedîh, Tüleyha ve Müseyleme gibi peygamberlik taslayanlardır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ise bu sahtekârları yeriyor ve aşağılıyor. O hâlde şeytanlar ona nasıl inerler. 223Onlar kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır. Onlar şeytanlardır. Taşlanmak suretiyle mendilmeden önce yüce meleklere kulak verirler ve onların gayba âit muttali oldukları ve konuştukları bazı şeyleri ezberlerler, sonra da onu dostlarına haber verirlerdi. (.......) fiili hâldir. Yani onlar, kulak verdikleri şeyleri atarak inerler, demektir. Ya da (.......) in sıfatıdır. Çünkü o çoğul manasındadır. Dolayısıyla da cezâ yerindedir. Ya da yeni bir başlarıgıç cümlesidir. İrapta mahalli yoktur. Ve sanki “(o şeytanlar) niçin günaha düşkün olanlar üzerine inerler?” denilmiştir. Onların çoğu, onlara haber verdikleri hususlarda yalancıdırlar. Çünkü onlar, onlardan, işitmedikleri şeyleri de işitmektedirler. “O meleklerden duyduklarını dostlarına atarlar” şeklinde olduğu söylendi. Yine “O günaha düşkün olanlar, yalan söyleyerek ve şeytanlara iftira ederek onların kendilerine haber vermediği şeyleri onların üzerine atarlar” şeklindedir de denilmiştir, (.......) çokça iftira atan kişidir. Bunların iftiradan başka bir söz söylemedikleri anlamına gelmez. Burada, cinlerden hikâye ettikleri hususlarda bu iftiracılardan çok azmin doğru söylediği, çoklarınm ise uydurmacı olduğu kastedilmiştir, Hasen'dan yapılan rivâyete göre ise “çoğu” sözünden maksat hepsidir. “Şüphesiz ki o (Kur'ân) âlemlerin Rabbinin indirmesidir” “Onu (Kur'ân'ı) şeytanlar indirmedi ve şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi?” yetleri kardeş oldukları hâlde araları aynlmıştır. Kendilerinden olmayan ayetlerle araları aynlıp daha sonra tekrar tekrar onlara dönülmesi onların önemine işaret etmektedir. Çünkü sen de gönlünde önem verdiğin bir şey varken konuştuğunda, onu tekrar tekrar zikredersin, ondan kopmazsın. Şu âyet, şiir söyleyen ve “Biz de Muhammed'in söylediği gibi söyleriz” diyenler ve kavimlerinden onlara tabi olup onların şiirlerine kulak verenler hakkında inmiştir. 224Şairler (e gelince) onlara da sapıklar uyarlar. (.......) mübtedadır. Haberi (.......) şeklindedir. 225. 226Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Onların her söz vadisinde dolaştıklarını görmedin mi? (.......) nin haberidir. Yani, onları yalanın her türlüsünü konuşurken ya da boş ve bâtıl şeylerin herbirine dalarken görmedin mi? demektir. (.......) belirli bir hedefi olmaksızın burnu doğrultusunda giden, demektir. Bu, Antari'ye insanların en çok korkağı, Hakemi de insanların en cimrisi olarak kabul etme noktasına gelinceye kadar bütün sözlerinde zulme kayan kişiler için bir temsildir. Rivâyete göre Süleyman b. Abdülmelik, Ferazdak'm: “(Kâdirılar) iki yanımda yatarak gecelediler. Ben de bekâret kapılarını açarak geceledim” Sözünü işitince, “Ona had vâcib oldu” demiş. Farazdak ise: Allah'u Teâlâ “Şüphesiz ki onlar, yalanla ve verdikleri sözde durmamakla vasfetmiştir. Dolayısıyla da benden haddi uzaklaştırmıştır” demiştir. 227Ancak îman edip sâlih ameller işleyenler, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkâdir. Haksızlık edenler, hangi akibete döndürüleceklerini yakında bilecekler. Daha soma “îman edip sâlih ameller işleyenler ve Allah'ı çok çok ananlar bundan müstesnadır” sözüyle Abdullah b. Revaha, Hassan b. Sabit, Ka'b b. Züheyr ve Ka'b b. Mâlik (radıyallahü anh) gibi sâlih Müslümanlar şairleri bundan istsina etmiştir. “Allah'ı çok çok anarlar” yani, Allah'ın zikrini ve Kur'ân tilavetini şiirden daha çok yaparlar, de mektir. Şiir söylediklerinde Allah'ın tevhidi, övgüsü, Resûlüllahın, sahâbenin ve ümmetin sâlih kişilerinin medhi hususlarında, ayrıca hikmet, öğüt, zühd, edep ve benzeri günah olmayan hususlarda söylerler. Ebû Yezid şöyle demiştir: “Çok çok zikir, sayıyla ve gafletle olan değil, huzuru kalple olandır.” “Zulmedildikten sonra kendilerini savunanlar” hicvedildikten sonra hicvedenlerdir. Yani, Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Müslümanları hicvedenlerin hicvine cevap verenler, demektir. Mahlûkat içerisinde hicvedilmeye en layık kişi, Resûlüllahnü (sallallahü aleyhi ve sellem) yalanlayan ve onu hicvedendir. Rivâyet edildiğine göre Resûlüllâh (sallallahü aleyhi ve sellem) Ka'b b. Mâlik'e “Onları hicvet. Nefsimi kudret elinde bulundurana yemin olsun ki bu, onlara okdan daha tesirlidir” demiştir. Hassan'a da şöyle diyordu: “Söyle. Muhakkak ki Cebrâîl seninle birliktedir.” Sûre, arkalannı dönenlerin ciğerlerini parçalayacak şeyle sona eriyor. O da “yakında bilecekler” sözü ve ondaki açık tehdidle ilgili şey, “haksızlık edenler” sözü ve onun mutlak olarak kullanılması ve “Hangi akıbete döndürüleceklerini” sözü ve sözün kapalılığıdır. Bu âyeti, Ebû Bekir (radıyallahü anh) Ömer (radıyallahü anh) a hilâfeti devrederken okumuştu. Selef de bununla birbirine nasihatta bulunurdu. İbni Ata şöyle demiştir: “(Bunun manası) bizden yüz çeviren bizden neyi kaçırdığını yakında bilecek,” (demektir) (.......) , .(.......) fiili ile değil (.......) fiili ile, mastar olarak, mensup kılınmıştır. Çünkü soru isimlerinde kendilerinden öncekileri amel etmezler. Yani, “hani döndürülüşle döndürüleceklerini” demektir. |
﴾ 0 ﴿