NEML SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur, 93 âyettir. 1Tâ sîn. Şunlar, Kur'ân’ın ve apaçık bir kitabın ayetleridir. “Şunlar” kelimesi, sûrenin ayetlerine işarettir. Apaçık kitap; levh tir. Onun âyetleri ise olmuş ve olacak herşeyin onda yazılmış olmasıdır. O, ona bakanlara âyetlerini açıklar. Ya da (o) Kur'ân ve ayetleridir. Çünkü o ilimlere ve hikmetlere dair ona konulmuş şeyleri açıklamaktadır. Buna göre onun, “Kur'ân” kelimesi üzerine atfedilmesi iki sıfattan birinin diğerine atfedilmesi gibidir. “Bu, eli açık, cömert kişinin, işidir” sözünde olduğu gibi. “Kitap” kelimesi, daha edep olması için nekra kılınmıştır. Denildiki: “Kitap kelimesini burada nekra, Hicr sûresinde ma'rife kıldı. Kur'ân kelimesini ise burada ma'rife, orada nekra kıldı.” Çünkü Kur'ân ve kitap kelimeleri, Muhammed (aleyhisselâm) a indirilene alem olan iki isimdir ve onun iki vasfıdır. Çünkü o, okunur ve yazılır. Dolayısıyla ma'rife gelmesi hâlinde o alemdir. Nekra gelmesi hâlinde ise o vasıftır. 2Mü'minler için yol gösterici ve müjdedir. (.......) , (.......) kelimesinden hâl olarak mahallen mensuptur. Yani yol gösterici ve müjdeci olarak, demektir. Buradaki Fâil “şunlar” daki işaret manasına olan şeydir. Ya da (.......) , kelimesinden bedel olarak mecrûrdur. Ya da onun sıfatıdır. Ya da “o yol göstericidir ve müjdedir” takdirinde merfûdur. Ya da (.......) kelimesinden bedel olarak merfûdur. Yani, şunlar âyetlerdir, sapıklığa karşı doğru yolu göstericidirler ve cennetle müjdeleyicidirler ve sadece mü'minler için müjdedir.” 3Onlar ki namazı kılarlar, zekâtı verirler ve âhirete de kesin olarak inanırlar. Namaz’ın farzlarına ve sünnetlerine devam ederler. Mallarının zekâtlarını verirler. (.......) cümlesi, mevsulun sılası cümlesindendir. Bundan önce sılanın bitmesi ve bunun, yeni bir başlarıgıç cümlesi olması da muhtemeldir. O zaman sanki şöyle denilmiş olur. O, îman edip namaz kılmak ve zekât vermek suretiyle sâlih amelleri işleyenler, âhirete kesin olarak iman edenlerdir. İsim cümlesi olarak getirilmesi ve (.......) olan mübtedanın onda tekrar edilmesi buna delalet etmektedir. Böylece onun manası, âhirete kesin olarak iman edenler, ancak îman ile sâlih ameli biraraya getirenlerdir, demektir. Çünkü âkibet korkusu, onları, zorlu işleri yüklenmeye sevketmektedir. 4Âhirete inanmayanların işlerini onlara süsledik. Bu yüzden bocalar dururlar. Şehveti yaratmak suretiyle amellerini süsledik de sonunda, bunu, güzel görmeye başladılar. Allah'u Teâlâ'nm “Kötü işi kendisine gösterilip de onu güzel gören kimse (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?” âyetinde buyurduğu gibi. Yolunu kaybeden kişinin hâlinde olduğu gibi onlar, sapıklıklarında bocalar dururlar. 5Onlar, öyle kimselerdir ki, en kötü azap kendileri içindir. Âhirette de en çok ziyana uğrayacaklar onlardır. Kötü amellerine karşılık onlar için Bedir günü, öldürülme ve esir edilme vardır. Âhiret'te de en çok ziyan eden insanlar onlardır. Çünkü onlar, îman etselerdi, bütün ümmetler üzerine şâhitler olacaklardı. Ne yazık ki, kurtuluşu ve Allah'ın sevabını kaybettikleri gibi bunu da kaybettiler. 6(Rasûlum!) Bu Kur'ân sana hikmet sâhibi ve herşeyi bilen (Allah) tarafından verilmektedir. O sana kamil bir hikmet sâhibi ve kamil bir bilici tarafından veriliyor ve telkin ediliyor. Bu, o ikisinin (hikmet sâhibi ve bilen kelimelerinin) nekra şeklindeki manasıdır. Bü âyet, bundan sonra sevkedilecek olan kıssalar ve bu kıssalardaki hikmetine ve ilmine âit inceliklere dair şeyler için bir hazırlıktır. 7Hani: Mûsa ailesine şöyle demişti: “Hakikaten ben bir ateş gördüm, (gidip) size oradan bir haber getireceğim, yahut bir ateş koru getireyim ki, ısınasınız?” “hani” “hatırla” fiiliyle mensuptur. Sanki o “Bundan sonra onun hikmetinin ve ilminin eserlerinden Mûsa (aleyhisselâm) ın kıssasını al” demiştir. Mûsa Medyen'den Mısır'a gidişinde hanımına ve yanındakilere şöyle dedi: “Hakîkaten ben bir ateş gördüm. Oradan size yolun durumu hakkında bir haber getireceğim” Çünkü o, yolu kaybetmişti. Kûfe'ye göre (.......) kelimesi tenvinlidir. Işık veren ateş demektir. (.......) ise alınmış, ayrılmış ateş demektir. Bedel ya da sıfattır. Kûfe'lilerin dışındakilere göre ise (.......) şeklindedir, izafetledir. Çünkü o ateş parça hâlinde de bütün hâlinde de olur. Burada “size getireceğim” sözüyle diğer kıssalardaki “umulur ki size getiririm” sözü arasında, yani birinde ümit ifade eden diğerinde de kesinlik ifade eden bir sözle olması arasında tezat yoktur. Çünkü ümit sâhibinin ümidi güçlendiğinde olmama ihtimalini bilmekle beraber o “şöyle yapacağım ve şöyle olacak” der. “Getireceğim” sözünü, gelecek zamana âit (.......) ile söylemesi, onu onlara geç olsa da ya da mesafe uzak olsa da getireceğine dair ailesine verdiği bir sözdür. Onu (.......) ya da ile söylemesi ise, iki ihtiyacı birden göremezse de hiç olmazsa birini elde edeceği ümidi ifade etmektedir. O da ya yolun öğrenilmesi ya da ateşin alınmasıdır. Halbuki o, ateşin başında iki külli ihtiyacına -ki onlar dünya ve âhiret şerefidir- nail olacağını bilmiyordu. Kıssa bir olduğu hâlde iki suredeki lafzî farklılıklar, hadisin, mana olarak rivâyetinin câiz olduğuna, ve nikah'ın evlilik lâfzından başka lâfızlarla câiz olduğuna dair delildir. Umulur ki size isabet eden soğuğa karışırsınız. (.......) , (.......) dan dolayı, (.......) babının (.......) sinden (.......)ya dönüşmüştür. 8Oraya geldiğinde şöyle seslenilmişti: “Ateşin bulunduğu yerdeki ve çevresindekiler mübarek kılınmıştır. Alemlerin Rabbi olan Allah eksikliklerden münezzehtir.” Gördüğü ateşin yanına gelince Mûsaya nida edildi. (.......) , (.......) dan hafifletilmiştir. Takdiri ise (.......) şeklindedir. zamîr, zamîri şandır. Zemahşerî kabul etmese de karşılıksız olarak bu şekilde hazfi câizdir. Çünkü (.......) (mübarek kılındı) sözü duadır. Dua ise, bir çok hükümde başkasının yerine geçer. Ya da (.......) açıklayıcı (.......) dir. Çünkü nidada söz manası vardır. Yani, ona “mübarek kılındı” denildi. Mübarek kılındı, yani takdis olundu, mukaddes kılındı, ya da orada bereket ve hayır kılındı, demektir. Ateşin bulunduğu yerdekiler mübarek kılındı. Onlar meleklerdir. O ateşte dini bir iş tahakkuk ettiği için onun çevresindekiler de yani Mûsa da mübarek kılındı. O dini iş; “Allah'ın Mûsa ile konuşması, ona soru sorması ve onun üzerinde mu'cizelerini izhar etmesidir. “Âlemlerin Rabbi olan Allah eksikliklerden münezzehtir” sözü de nida edilenler cümlesindendir ki, Allah bununla kendi zâtını kendine layık olmayan benzetme ve diğer noksan sıfatlardan tenzih etmiştir. 9“Ey Mûsa! İyi bil ki ben, mutlak galip ve hikmet sâhibi Allah'ım.” (.......) daki zamîr şan içindir. Şan ise (.......) dur. (.......) mübteda ve haberdir. (.......) daki zamîr, kendisinden önce ona delalet eden şeye döner. Yani, seninle konuşan benim, demektir. Lâfzı da (.......) lafzının açıklamak içindir. (.......) açıklayıcı (.......) lafzının iki sıfatıdır. Bu konuşma, onun elinde izhâr etmek istediği mu'cizeler için bir hazırlıktır. 10“Asanı at” (Mûsa asayı atıp) onu yıları gibi deprenir görün ce dönüş arkasına bakmadan kaçtı. (Dedik ki:) “Ey Mûsa! Korkma! Çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz.” Mu'cizeni bilmen ve ona alışman için asanı at. “asanı at” cümlesi “mübarek kılındı” üzerine atıftır. Çünkü mana; ona ateşin bulunduğu yerdekiler mübarek kılındı ve asanı at” diye nida olundu, şeklindedir. Her ikisi de nida olundu sözünün açıklamasıdır. Daha açık mana ise şu şekildedir. Ona “Ateşin bulunduğu yerdekiler mübarek kılındı” denildi ve ona “asanı at” denildi. Kasas Sûresinde zikredilen şekil buna delalet etmektedir. Orada “Ey Mûsa bil ki ben Allah'ım” sözünden sonra “Asam at” şeklinde açıklama harfi olan (.......) in tekranyla gelmiştir, “deprenir, hareket eder” fiili “onu gördü” cümlesindeki (.......) dan hâldir. (.......) küçük yıları demektir, (.......) deki zamîrden hâldir. Mûsa, yılanın üzerine atılmasından korkarak ona arkasını dönüp kaçtı. (.......) arkasına bakmadı ya da ona dönmedi, demektir. Kaçtıktan sonra savaşmaya tekrar dönünce (.......) (faları döndü) denir. Ona “Ey Mûsa! Korkma! Çünkü benim huzurumda peygamberler, kendilerine hitap ettiğim hâlde iken korkmazlar” ya da “Benim huzurumda iken peygamberler benden başkasından korkmazlar” diye nida olundu. 11Ancak, kim haksızlık yapar, sonra yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse, bilsin ki ben (ona karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sâhibiyim. Fakat onların dışında kim haksızlık yaparsa, demektir. Çünkü peygamberler haksızlık yapmazlar. Ya da onlardan kim, peygamberlerin zellesi gibi bir kusur işler ve Âdem, Yûnus, Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm) ile ilgili kusurlarda olduğu gibi peygamberlere câiz olup kendisine izin vermediğim şeylerden birini işlerse, demektir. Sonra, bu zelleden sonra tevbe ederse bilsin ki ben onun tevbesini kabul ederim, zellesini bağışlanın, ona merhamet ederim ve onun dileklerini gerçekleştiririm. Bu, sanki Mûsa'nın Kıpti'yi öldürdüğünde söylediği “Rabbim, şüphesiz ki ben, nefsime zulmettim. Beni bağışla” sözüne karşı bir cevap olmuştur. Ve onu bağışlamıştır. 12Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Dokuz mu'cize ile Fir'avun ve kavmine (git) Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır. Elini gömleğinin cebine sok ve çıkar. Güneş ışığından daha parlak bir şekilde ve deri hastaliği olmaksızın çıkacaktır. (.......) ve (.......) hâldir. (.......) başlarıgıç sözüdür, (.......) harfi ceri hazfedilmiş (.......) kelimesine taallûk etmektedir. Yani Fir'avuna ve kavmine gönderilmiş demektir. Onlar, Allah'ın emrinden çıkmış, inkârcı bir kavim olmuşlardır. 13Âyetlerimiz onların gözleri önüne serilince “Bu apaçık bir sihirdir” dediler. Âyetlerimiz, yani mu'cizelerimiz (.......) hâldir. Yani apaçık olarak, demektir. Gerçekte, düşünen için ve düşünmekle birlikte olduğu hâlde (.......) kelimesini, (.......) ve “apaçık” kelimelerinin yerine kullanmıştır. Ya da hidâyet etmek için gösteriyormuş gibi kılındı. Çünkü ama başkasına hidâyet etmek bir yana, kendi yolunu bulmaya bile güç yetiremez. “yıpranmış çirkin kelime” sözü de buradan gelmektedir. Çünkü güzel söz doğruya irşad eder, kötü söz ise saptırır. “Düşünen kimselere zahir olan o ki, bu bir sihirdir” dediler. (.......) ve (.......) kelimeleri karşılaştınlmıştı. 14Vicdanları da bunlar (m doğruluğuna) tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü, onları bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak. “İnkâr ancak inkâr edenin ilminden kaynaklanmaktadır” denildi. Bu doğru değildir. Zira inkâr, kabul etmemektir. Bazan bir şeyi bilmemekten, bazan da bildikten sonra inattan dolayı olur. Şerhu't-te'vilat fa'da bu şekilde zikredilmiştir. Divan adlı eserde (.......) ve “Hakkını inkâr etti” cümlelerinin aynı manaya kullanıldığı zikredilmiştir. (.......) deki (.......) hâl içindir. Kendisinden sonra gizli bir (.......) vardır. “kanaat getirmek” kelimesi, (.......) kelimesinden manaca daha derindir. Onlar, ona kalpleriyle kesin olarak inandıkları hâlde onu, inkâr ettiler. (.......) kelimesi daki zamîrden hâldir. Hangi zulüm, onların Allah katından gelen âyetler olduğuna kesin olarak inanan sonra da onu apaçık bir sihir olarak adlarıdıran kişinin zulmünden daha çirkin olabilir? Mûsa'nın getirdiklerine îman etmekten kibirlenerek uzaklaştılar. Bozguncuların sonunun ne olduğuna bir bak. Burada boğulmak, orada yanmak. 15Andolsun ki biz, Dâvud'a ve Süleymana ilim verdik. Onlar “Bizi, mü'min kullarının birçoğundan üstün kıları Allaha hamd olsun” dediler. Bir takım ilimler ya da çokça yüksek ilim verdik, demektir. Maksat; din ve hikmete dair ilimlerdir. Bu âyet, en uygun olanın terki hususunda mu'tezileye karşı bizim için delildir. Burada (.......) ın atfının sahih olması için hazfedilmiş bir cümle gerekmektedir. Eğer bu cümle takdir edilmezse o zaman “ona verdim derhal teşekkür etti” sözünde olduğu gibi (.......) yerinde olacaktı. Takdiri ise şöyledir: O ikisine ilim verdik. Onunla amel ettiler ve onu öğrettiler. Ondaki nimetin hakkını tanıdılar ve “bizi üstün kıları Allah'a hamd olsun” dediler. Üstün kılındıkları çoğunluk, kendilerine ilim verilmeyenlerdir. Ya da o ikisinin kendisine verilmeyenlerdir. Bunda, o ikisinin, bir çokları üzerine üstün kılındığı ve bir çoklarının da o ikisine üstün kılındığı manası vardır. Âyette ilmin üstünlüğüne, ilim sahiplerinin ve ilim ehlinin üstünlüğüne dair delil vardır. İlim nimeti, nimetlerin en büyüklerindendir. O, kime verilirse, ona, kullardan birçoğuna karşı üstünlük verilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, ancak onların şeref ve makamlarını vmek için “Peygamberlerin vârisleri” olarak adlarıdırmıştır. Çünkü onlar, kendisi sebebiyle gönderildikleri şeyi ayakta tutanlardır. Bunda, onlara bu yüksek nimet kendilerine verildiği için Allah'a hamdetmelerine ve âlimin, bir çoklarına karşı üstün olsa dahi, birçoklarının da kendisinden üstün olduğuna inanması gerektiğine dair bir işaret vardır. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) m; “İnsanların hepsi Ömer'den daha anlayışlı” sözü ne kadar da güzel. 16Süleyman Dâvud'a vâris oldu ve dediki: “Ey İnsanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize herşeyden (nasip) verildi. Şüphesiz bu apaçık bir lutûftur.” Diğer oğulları dışında o, ona peygamberlik ve hükümdarlık hususunda vâris oldu. Diğer oğulları ondokuz taneydi. Ona babası gibi peygamberlik verildi. Bu sebebten o ona vâris gibi oldu. Değilse zaten peygamberlik miras kalmaz. O, Allah'ın nimetini açıklamak, nimetin yerini itiraf etmek ve insanları, kuş dilini bilme mu'cizesini zikretmek suretiyle tasdike çağırmak için “Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi” dedi. Konuşuları şey; tek ve birleşik anlaşılır ve anlaşılmaz şeylerin hepsidir. Süleyman (aleyhisselâm) onları, onlar birbirlerini anladıkları gibi anlıyordu. Rivâyete göre Üveyik kuşu sâhibi, onun “keşke yaratılış sahipleri yaratılmasalardı” dediğini, Tavus'un “Borç verdiğin gibi borç alırsın” diye öttüğünü, Çavuş kuşunun “Ey günahkarlar! Allaha istiğfar edin” dediğini, Kırlarıgıcın “İyilik yapın ki onu bulaşırıız” dediğini, Akbabanın, “Ey yüce Rabbim! Gökler ve yer doluşunca noksan sıfatlardan tenzih ederim” diye öttüğünü, Çaylağın “Allah'tan başka herşey helâk olacaktır” dediğini, Kaya kuşunun “Susan kurtulmuştur” dediğini, Horoz'un “Ey Gafiller Allah'ı zikredin” dediğini, Kerkenez kuşunun “Ey Âdemoğlu! Dilediğin kadar yaşa, sonun ölümdür” dediğini, Kartal'ın “İnsanlardan uzaklaşmada selâmet vardır” dediğini, Kurbağa'nın “Kuddûs olan Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim” dediğini haber vermiştir. “Bize herşeyden verildi” sözünden maksat verilen şeylerin çokluğudur. Senin “Faları herşeyi biliyor” sözünde olduğu gibi. “Ona herşeyden verildi” âyeti de bunun bir benzeridir. “Şüphesiz bu, apaçık bir lutûftur” sözü, teşekkür yoluyla söylenmiştir. “Ben Âdemoğlu'nun efendisiyim, övünmüyorum” sözünde olduğu gibi. Yani ben bu sözü şükür için söylüyorum. Övünmek için değil, demektir. (.......) ve (.......) daki (.......) itâat edilen tek kişi içindir. O itâat edilen bir sultandı da üzerinde bulunduğu hâl üzere itâat ehliyle konuştu. Kibirlenme bunun gereklerinden değildir. 17Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman'ın hizmetine toplandı. Hepsi birarada (onun tarafından) düzenli olarak sevkediliyordu. Rivâyete göre onun kışlası yüze yüz fersahtı. Yirmi beş fersah cinler için, yirmi beş fersah insanlar için, yirmi beş fersah kuşlar için ve yirmi beş fersah da vahşi hayvanlar içindi. Onun, odun üzerine billurdan yapılmış bin evi vardı. O evlerde üçyüz nikahlısı ve yediyüz cariyesi vardı. Cinler, onu altın ve İbrişimden bire bir fersah kilim dokumuşlardı. Üzerine oturduğu altın ve gümüşten ma'mul tahtı onun ortasında bulunuyordu. Etrafında altın ve gümüşten ma'mul altıyüz bin koltuk bulunuyordu. Altından ma'mul koltuklara peygamberler oturuyor. Gümüşten ma'mul koltuklara da âlimler oturuyordu. Onların etrafında insanlar, onların etrafında da cinler ve şeytanlar bulunuyordu. Güneş ışınları üzerine düşmesin diye kuşlar onu kanatlarıyla gölgeliyordu. Saba rüzgan kilimi kaldmyor ve onu bir aylık mesafeye götürüyordu. Rivâyet olunduğuna göre o, şiddetli rüzgara onu yüklenmesini, hafif esen rüzgara da onu götürmesini emrediyordu. O, gök ile yer arasında giderken Allah'u Teâlâ ona şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki ben, senin saltanatına, her kim bir şey konuşursa, onu, rüzgarın senin kulağına ulaştırmasını ilave ettim “ Hikâye olunduğuna göre o çiftçinin yanından geçiyordu. Çiftçi: “Davûd ailesine büyük bir saltanat verildi” dedi. Rüzgar bunu ona ulaştırdı. Bunun üzerine o yere indi, çiftçiye doğru yürüdü ve “Sana gücünün yetmeyeceği şeyleri temenni etmemen için geldim” dedi. Sonra da: “Allah'u Teâlâ'nin kabul ettiği bir teşbih Davûd ailesine verilen şeylerden daha hayırlıdır” dedi. Hepsi birarada düzenli olarak sevkedi liyordu. Öndekiler, geridekiler için durduruluyordu. Yani derli toplu olmaları için geridekiler öndekilere yetişsin diye öndeki askerler durduruluyordu. Bu, çok büyük bir topluluk oldukları içindi, (.......) menetmek demektir. Osman (radıyallahü anh)’in “Sultan, Kur'ân’ın menettiği şeyden daha fazlasını menedemez” sözünde olduğu gibidir. 18Nihayet Karınca Vadisine geldikleri zaman, bir Karınca “Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin.” Karınca Vadisine varıncaya kadar ilerlediler. Bu, Şamda Karıncası çok olan bir va'didir. (.......) harfi ceri ile müteaddi kılınmıştır. Çünkü onların gelişi yukandandı. Bu sebebten (.......) harfi ceriyle geldi. Kannca, “Tahiye” ya da “Münzire” diye adlarıdırıları topal bir kanncadır. Rivâyete göre, Katâde Kûfe'ye geldi. İnsanlar etrafını sardı. O “dilediğinizi sorun” dedi. Allah kendisinden râzı olsun genç yaşta olduğu hâlde Eb Hanife, ona “Süleymaân'ın (radıyallahü anh) karıncasının erkek mi, dişi mi” olduğunu sordu. Katâde de cevap veremedi. Bu sefer Ebû Hanîfe (radıyallahü anh) “O dişi idi” dedi. Ona “Bunu nerden bildin?” denildi. “Karınca dedi” sözünden. Eğer erkek olsaydı (.......) diyecekti. Kannca erkek ve dişi oluşu yönünden Güvercine benzemektedir. İkisinin (erkek ve dişi oluşunun) arası alâmetle anlaşılır. Mesela erkek Güvercin, dişi Güvercin (.......) (o) denir” dedi. “Dişiler için girin” demedi, “erkekler için girin” dedi. Çünkü Kânncayı, söyleyen, Kanncaları da, akıllılarda onlara (dişilere) hitap erkeklere hitap gibi icra olunduğu gibi hitap edilen kıldı. Sizi ezmesin, yani sizi kırmasın demektir. (.......) kırmak, demektir. “Sizi ezmesin” başlarıgıç cümlesidir. Yasaklamadır. Görünüşe göre Süleyman (aleyhisselâm) ı ezmekten mendir. Hakikatte ise Kanncaları ortaya çıkmaktan ve yolda durmaktan mendir. Sizi burada görmeyeyim. Yani bu yerde durmayın, demektir. Denildiki “Bu, emrin cevâbıdır” bu, te'kid nunun'un menettiği zayıf bir görüştür. Çünkü o şiir zaruretindendir. “Süleyman ve ordusu lafzıyla, Süleyman'ın ordusu sizi ezmesin demeyi murad etmiştir” denildi. Sonra da “Farkına varmadan” demek suretiyle çok edebi bir dil kullandı. Yani “sizin yerinizi bilmeden” demektir. “Eğer bilselerdi bunu yapmazlardı” demektir. Bunu özür olarak zikretti ve bununla Süleyman ve ordusunu adaletle tavsif etti. Süleyman da onun bu sözünü üç mil uzaklıktan duydu. 19(Süleyman) Onun üzerine gülümseyerek dedi ki: “Ey Rabbim, bana ve anababama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnud olacağın iyi iş yapmamı gönlüme getir. Rahmetinle beni iyi kulların arasına kat.” Süleyman (aleyhisselâm) onun, bu sakındırmasına ve karıncaların faydası için onlara yol göstermesine ve nasihat etmesine hayret ederek ya da adaletinin zuhurundan dolayı sevinerek gülümsedi. “gülerek” kelimesi hâldir, tekittir. Çünkü tebessüm gülmek manasındadır. Peygamberlerin en çok gülüşü ise tebessümdür. Zeccâc da böyle demiştir. (.......) bana ilham et, demektir. Hakikâti ise; beni nimetine şükretmekten başka herşeyden uzaklaştır, demektir. Bana, bana ve babama verdiğin peygamberlik, saltanat ve ilim nimetine şükretmeyi ilham et. Anababayı nimetlendirmek çocuğu nimetiendirmek demektir. Bana ömrümün geri kalanında râzı olacağın sâlih ameli işlemeyi ilham et! Beni rahmetinle cennete girdik! Sâlih amelimle değil. Çünkü Hadis-i Şerifte de geçtiği üzere onun rahmeti olmadan cennete hiç kimse girmeyecektir. Peygamberler zümresi içerisinde ya da sâlih kullarınla birlikte girdir! Rivâyete göre Kannca orduların sesini duydu ama onların hava da olduklarını bilemedi. Bu esnada Süleyman (aleyhisselâm) rüzgara emretti. Onları korkutmamak için, yuvalarına girinceye kadar havada durdular. Daha sonra da bu duayla dua etti. 20(Süleyman) kuşları gözden geçirdikten sonra şöyle dedi: “Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?” (.......) Mekkî, Ali ve Âsıma göre (.......) şeklinde diğerlerine göre nin sukûnuyladır. Tefakkud; göremediğin kişiye karşı şiddet göstermektir, (.......) Bilâkis manasınadır. Yani, o kuşları araştırdı. Onlar arasında Hüdhüd'ü bulamadı. Onun hazır olduğu ve kendisini zaten birşeyden ya da başka bir sebepten dolayı göremediği anlamamda “onu niçin göremiyorum?” dedi. Sonra onun orada olmadığı ortaya çıktı. Bu sebepten birinci sözünden vazgeçti ve “bilâkis o, kaybolmuş” dedi. Zikredildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm) haccettiğinde, Yemen'e doğru çıktı. Zeval vakti Sanâ'ya vardı. Namaz kılmak için yere indi. Su bulamadı, Hüdhüd onun yeraltındaki suyu tesbit eden elemanıydı. Suyu camda gördüğü vakit yeraltında da görüyordu. Şeytanlarda suyu çıkanyorlardı. İşte bu sebepten onu araştırdı. Yine zikredildiğine göre Süleyman (aleyhisselâm) ın başına güneş ışınlarından bir nebze düştü. Bu sebepten o, yukarı baktı, Hüdhüd'ün yerinin boş olduğunu gördü. Kuşların en bilgilisi Kerkenezi çağırdı. Ona sordu. Onda, onun bilgisini bulamadı. Sonra kuşların reisi Kartala “onu bana getir” dedi. O yükseldi ve baktı. Onun geldiğini gördü. Ona saldırdı, O da Allah adına ondan aman diledi. O da onu bıraktı. Süleyman (aleyhisselâm) a yaklaştı ve “Ey Allah'ın peygamberi! Allah'ın huzurundaki duruşunu hatırla” dedi. Süleyman (aleyhisselâm) titredi ve onu afetti. 21“Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek ya da onu şiddetli bir azâba uğratacağım, yahut boğazlayacağım.” Tüylerini yolmak ve güneşe koymak ya da onu arkadaşırıdan ayırmak ya da onu akranlarına hizmet etme mecburiyeti getirmek ya da kendisine düşman olanlarla birlikte hapsetmek suretiyle onu şiddetli bir azâba uğratacağım. Dediklerine göre düşmanlarla birlikte hapsedilmek en kötüsüdür. Ya da kafese koymak ya da yemeleri için karıncaların önüne atmak suretiyle onu azâba uğratacağım. Hayvanların ve kuşların yenilmesi ya da daha başka faydalar için kesilmesi helâl kılınmıştır. Kuşların onu hafife alması ancak cezâlarıdırma ya da siyaset yoluyla düzelir. (.......) Lâfzı (.......) lafzına uyması için şeddeli nunla gelmiştir. İmad nunu da hafifletilmek için hazfedilmiştir. Mekkîye göre (.......) şeklinde iki nunladır. Birinci nun te'kid için, ikinci nun ise imad nunudur. “açık bir delil” den maksat; kendisi için, içinde kayboluşuna dair açık bir mazeretin bulunduğu delil demektir. Burada anlaşılmayan kanşık bir nokta var. O da şu; o üç şeyden biri üzerine yemin etti. Onlardan ikisi kendi işi ve bunda hiçbir söz yok. Üçüncüsü ise Hüdhüd'ün işidir ki, işte müşkil budur, çünkü o, onun delil getireceğini nereden biliyordu da “Vallahi bana bir delil getirir” dedi. Bunun cevabı; onun azap ve kesme işi olmayacak, demektir. Bu ikisinden biri de olmasa bu anlaşılır bir dua olmazdı. 22Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip “Ben, senin bilmediğin birşeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim” dedi. Hüdhüd, Süleyman'ın kendisini aramasında sonra, çok geçmeden, yani kısa bir bekleyişten sonra veya (.......) (kısa zamanda) sözünde olduğu gibi uzun olmayan bir zamanda (geldi) Süleyman (aleyhisselâm) dan korktuğu için acele edişine delâlet etsin diye onun duruşunu vaktin kısaliği ile vasıflarıdırdı. Döndüğünde ona yok olduğu anlarda karşılaştığı şeylerden sordu. O da ona “Senin bilmediğin birşeyi her yönüyle öğrendim” dedi. Allah, Hüdhüd'e ilham etti de, o, kendisine peygamberlik fazileti ve birçok ilim verilmesine rağmen ilmi hususunda denenmesi için Süleyman (aleyhisselâm) a karşı bu sözle savunmada bulundu. Bundan, Rafizilerin'İmâm'a hiçbir şey gizli kalmaz. Ve onun zamanında ondan daha bilgilisi olmaz” sözlerinin bâtıl olduğuna dair delil vardır. (.......) Âsım, Sehl ve Ya'kûbun dışındakilere göre şeklinde kefin zammesiyledir, ikisi iki ayrı lügattir. Ebû Amr'a göre (.......) kelimesi gayn Munsarıftır. Onu, kabile ya da şehir ismi olarak kabul etmiştir. Diğerleri ise, onu tenvinli okumuşlardır. Ve onu mahalle ya da en büyük atalarınm ismi olarak kabul etmişlerdir. Nebe; önemli bir iş ile ilgili haberdir. “Sebe'den haber sözü, sözün güzelliğindendir. Bedî diye adlarıdırılır. Burada hem mâna ve hemde lafız yönüyle güzel ve bedî oldu. (.......) yerine doğru olduğu görülmüyor mu? Çünkü (.......) kelimesinde, durumun vasıflarıdırılmasmm da kendisine uyduğu bir fazlalık vardır. 23“Gerçekten, onlara (Sebe'lilere) hükümdarlık eden, kendi sine her türlü imkân verilmiş ve büyük bir tahta sahip olan bir kâdirıla karşılaştım.” O Şerahil kızı Belkıs'tır. Babası Yemen topraklarınm sultanıydı. Erkek çocuğu yoktu. Sadece o vardı. Bu sebepten saltanatı o ele geçirdi. O ve kavmi mecusiydiler, güneşe tapıyorlardı. (.......) daki zamîr, kavim ya da şehir halkı manasına tefsirlanmak suretiyle (.......) kelimesine döner. hâldir, başında gizli bir (.......) takdir olunmuştur. Her türlü imkandan maksat; dünya ve dünya hâli ile ilgili sebeplerdir. Taht, büyük bir dîvandır. Denildiki: “o seksene seksen zira idi. Yüksekliği de seksen zira idi. Altın ve gümüşten ma'mûldu. Türlü türlü mücevherlerle süslenmişti. Ayakları, kırmızı yakut, yeşil yakut, inci ve zümrüttendi. Üzerinde yedi kapı vardı. Her ev için kilitli bir kapı bulunuyordu.” Hüdhüd, onun durumunu Süleyman (aleyhisselâm) ın durumuna kıyasla küçümsedi ve bu sebepten bunu bildirmeyi önemsedi. Hakikâtten Allah'u Teâlâ bunu Süleyman (aleyhisselâm) a, gerekli gördüğü bir maslahattan dolayı, Yûsuf'un yerini Ya'kûb'a gizlediği gibi gizledi. 24“Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine, yaptıklarını süslü göstermiş de onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için hidâyete eremiyorlar.” Doğru yoldan maksat, tevhid yoludur. Onlar, hakka yol bulamıyorlar. Hüdhüd kuşunun, ilham yoluyla Allah'u Teâlâ'yı bilmesi, ona secde edilmesinin gerekliliğine ve güneşe secde edilmesinin haramliğina vâkıf olması, onu, diğer kuşlara ve hayvanlara, akıl sahiplerinin bile bilmediği çok ince bilgilerin ilham edilişi gibi, imkânsız bir şey değildir. 25“Göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bile Allah'a secde etmezler.” (.......) şeddelidir. Yani onları, secde etmemeleri için yoldan çıkardı, demektir. Harfi cer (.......) ile birlikte hazfedilmiş ve (.......) , (.......) a idğam edilmiştir. (.......) nm zait olması da mümkündür. O zaman bana “onlar secde etmeye yol bulamıyorlar” demek olur. Yezid ve Ali'ye göre (.......) secdesizdir. Takdiri de, “Hey sizler! Secde edin” şeklindedir. (.......) tenbih içindir (.......) nida harfidir. Nida edilen hazfedilmiştir. Şeddeli okuyan (.......) de durmuştur, şeddesiz okuyan ise (.......) de durmuş, sonra (.......) ile başlamıştır. Ya da (.......) da durmuş (.......) ile başlamıştır. Zeccâc’ın dışındakilere göre her iki okuyuşta tilâvet secdesi vaciptir. Ona göre secdeli okunan tilâvetle secde vâcib olmaz. Çünkü secde yerleri, ya onunla emredilen, ya onun yapılması övülen, ya da onu terkedenlerin kötülendiği yerlerdir. “gizli” kelimesini, mastar şeklinde (.......) kelimesiyle ifade etmiştir. Katâde “Gökyüzünün gizlediği yağmurdur. Yerin gizlediği de ottur” demiştir. Ali ve Hafsa göre (.......) ve (.......) nin ikisi de (.......) iledir. 26“(Halbuki) O, çok büyük arşın sâhibi Allah'tan başka tapılacak yoktur.” Hüdhüd'ün Allah'ın arşını “büyük” kelimesiyle vasıflarıdırması, göklerde ve yerde bulunan diğer mahlûkata nispetledir. Belkısın tahtını vasıflarıdırması ise, onun büyüklüğü, kendi cinsinden olan sultanların tahtlarına nispetledir. Hüdhüd'ün sözü burada bitti. 27(Süleyman Hüdhüd'e) dedi ki: “Doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mısın, bakacağız.” Sözünü bitirdikten sonra Süleyman (aleyhisselâm) Hüdhüd'e “Haber verdiğin hususta doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mısm bakacağız” dedi. “bakacağız” lâfzı, geniş düşünmek manasına olan (.......) kelimesindendir. “yalancılardan mısın” sözü “yalan mı söyledin” sözünden daha ebedidir. Çünkü yalancılara yoluna girmekle tanınmış biri şüphesiz ki yalancıdır. Yalancı ise haber verdiği hususta zan altındadır, kendisine güvenilmez. Daha sonra Süleyman (aleyhisselâm): “Allah'ın kulu Davûd oğlu Süleymândan Sebe Melikesi Belkıs'a. Rahmân ve Rahîm olan Allahın ismiyle. hidâyete tâbi olanlara selâm olsun. İmdi. Bana karşı gelmeyin. Bana, mü’minler olarak gelin” şeklinde bir Mektup yazdı. Onu miskle kokularıdırdı, mühürüyle mühürledi ve Hüdhüd'e şöyle dedi: 28“Şu mektubumu götür, onu kendilerine ver, sonra onlardan biraz çekil de ne sonuca varacaklarına bak.” (.......) lâfzı, Ebû Amr, Âsim ve Hamza'ya göre hafifletilmiş şekilde (.......) nm sukûnuyladır. Yezid, Kalun ve Ya'kûb'a göre hazfedilmiş (.......) ya delâlet etmesi için esrelidir. Diğerlerine göre ise (.......) şeklinde (.......) iledir. “onlara kendilerine” sözünden maksat, “Belkıs ve kavmidir. Çünkü onların erkekleri de onunla birliktedir, “onun ve kavminin güneşe secde ettiklerini gördüm” âyetinde de birlikte zikredilmiştir. Bu sebepten dolayı da mektuptaki hitap şekli, çoğul lafzıyla gelmiştir. “Sonra da dediklerini işitmek için onları gördüğün ama onların seni görmediği yakın bir yere çekil ve bak ne cevap veriyorlar.” Hüdhüd, mektubu gagasıyla aldı. Belkıs’ın olduğu yere aralıktan girdi. O uyurken mektubu boynunun üzerine bıraktı ve deliğe saklandı. Belkıs korkuyla uyandı. Ya da o, ona orduları etrafında iken geldi. Bir an uçtu ve mektubu onun kucağına bıraktı. Belkıs, okumasını biliyordu, mühürü görünce kavmine; 29“Beğler, ulular! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı” dedi. Alçak bir sesle korkarak dedi. Medeni'ye göre (.......) , (.......) şeklindedir, (.......) muhteviyatı güzel ya da mühürlü demektir. Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Mektubun kıymeti, onun mührüdür” Denildi ki: “Kim kardeşine bir mektup yazar da onu mühürlemezse onu hafife almış demektir.” Ya da (.......) ile mastardır. Yada o, kerem sâhibi bir sultan tarafından gönderilmiştir, manasınadır. 30Mektup Süleyman'dandır. Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle (başlamakta) dır. Bu, kendisine atıları şeyi açıklamak içindir. Sanki “bana çok önemli bir mektup bırakıldı” dediğinde, ona “kimden ve içeriği nedir?” denildi de o “o Süleyman'dır. Ve o şöyle şöyledir?” dedi. 31“Bana karşı baş kaldırmayın, teslimiyet göstererek bana gelin” diye yazmaktadır. (.......) daki “Onlardan bir gurup, “yürüyün” diyerek fırladı” âyetinde olduğu gibi açıklayıcı (.......) dir. Yani sultanların yaptıkları gibi bana karşı gelmeyin ve kibirlenmeyin. (.......) mü'minler olarak ya da teslimiyet göstererek, demektir. Peygamberlerin mektupları kısa ve özlüdürler. 32“Beğler, Ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam” dedi. Başıma gelen bu işte bana yol gösterin. Fetva, olaya dair cevaptır. İstiare yoluyla “gençlik” kelimesinden türemiştir. Buradaki (.......) dan maksat, bu husustaki görüşlerini ortaya koymalarıdır. - Belkıs'ın onların istişaresine müracaat etmesi, onların gönüllerini hoş tutup kendisine meyletmelerini ve onunla birlikte hareket etmelerini sağlamaktır. “Kestirip atmam” dan maksat, hükmetmem ya da hükmü imzalanam, demektir. (.......) deki (.......) esrelidir, üstün hareke hatadır. Çünkü (.......) ref hâlinde üstün harekelidir. Bu işe nasb hâlindedir. Aslı (.......) dir. Mensup olduğu için birinci (.......) hazfedildi. (.......) da, esre kendisine delâlet ettiği için hazfedildi. Yakûb'a göre vasıl hâlinde de vakıf hâlinde de (.......) iledir. (.......) den maksat, yanımda olmadan ya da bana yol göstermeden ya da onun (görüşümün) doğru olduğuna kâtilmadan, demektir. Yani işi ancak sizin huzurunuzda hallu faslederim demektir, denildiki: “Onun istişare heyeti üçyüz onüç adamdı. Her biri on bin kişinin başındaydı.” 33Onlar şöyle cevap verdiler: “Biz, güçlü kuvvetli kimseleriz. Zorlu savaş Erbâbıyız. Buyruk ise senindir. Artık ne emredeceğini düşün taşırı.” Ona cevap vererek “Biz güçlü kuvvetli kimseleriz. Zorlu savaş Erbâbıyız” dediler. “Kuvvetle” insan ve alet kuvvetini, “zorlu savaş” la da harpteki kahramanlık ve tecrübelerini kastettiler, “Buyruk senindir” yani, sana bırakılmıştır. Biz ise, sana itâat ederiz. Bize emret ki sana itâat edelim ve sana muhalefet etmeyelim. Sanki onlar, ona savaşı önerdiler. Ya da bu sözleriyle “Biz savaş erleriyiz. Fikir ve istişare erleri değil. Görüş ve tedbir sâhibi sensin. Düşün, sen ne uygun görürsen biz, ona tabi oluruz. Onların savaşmaya olan meylini görünce o, banşa meyletti. Cevabı sıralardı ve önce onların zikrettiklerini çürüttü. Ve o husustaki hatayı onlara gösterdi, şöyle ki: 34Melike “Hükümdarlar bir memlekete girdiler mi, orayı perişan ederler ve halkının ulularını hakir hale getirirler. Onlar da böyle yapacaklardır” dedi. Hükümdarlar, bir memlekete şiddet ve kahrile girdiler mi? Orayı tahrib ederler. Ulularını zelil kılarlar, şeref sahiplerini alçaltırlar, öldürürler ve esir ederler. Onlara, harbin kötü neticesini zikretti sonra da “Onlar da böyle yapacaklardır” dedi. Bununla, bu onların devam edegelen değişmez âdetleridir” manasını kastetti. Çünkü o, eski bir hanedana mensuptu. Bunun benzerlerini işitmiş ve görmüştü. Bundan sonra hediye meselesini ve sağlam gördüğü görüşünü zikretti. Denildiki: “Bu Allah'ın, onun sözünü tasdikidir” Yeryüzünü fesâda veren bu âyetle delil getirdi. Kim bir haramı mubah görürse küf re girmiştir. Haram'a, tahrif etmek suretiyle Kur'ân'dan delik getirmek ise iki küfrü bir araya getirmek, demektir. 35Ben onlara bir hediyye göndereyim de, bakalım elçiler ne (gibi bir sonuç) ile dönecekler. “Onlara hediye ile elçiler göndereyim de bekleyelim. Görelim elçiler, hediyenin kabulü ile mi reddi ile mi dönecekler? Çünkü hükümdarların âdeti ve hediyelerin onların katındaki hüsnü kabulü bilinmektedir. Eğer o hükümdârsa onları kabul eder ve barış yapar. Peygamberse onları reddeder ve bizden ancak kendi dinine tabi olmamızı ister” Bundan sonra üzerlerinde cariye elbisesi ve taçları olan beşyüz genç erkek gönderdi. Bunlar, ipek örtüyle örtülmüş, dizginleri ve eyeri altından olan mücevhâratlarla süslenmiş atlara binmişti. Beşyüz cariye de erkek elbiseleri içinde kısrak atlara bindi. Altın ve gümüşten yapılmış bir gerdanlık ve yakut ve incilerle bezenmiş bir taç ve içinde deliksiz bir inci ile delikli bir boncuk olan cam bir kutu gönderdi. Münzir bin Amr başkanliğinda elçiler gönderdi. Bunun delili; Allah'u Teâlâ'nm “Elçiler ne ile dönecekler” sözüdür. Belkıs, hediyelerin yazılı olduğu bir mektup yazdı ve orada şöyle dedi: “Eğer peygambersen erkek ve kız hizmetCinleri ayır. Cam kutunun içindekileri söyle, inciyi insan ve cinin müdahalesi olmadan demir kullanılmaksızın del. Ve boncuğa da insan ve cinin müdahalesi olmadan ip geçir.” Belkıs Münzire şöyle dedi: “Sana sinirli bir şekilde bakarsa o, hükümdardır. Onun görünüşü seni korkutmasın. Ama eğer onu güler yüzlü lütufkar görürsen o, peygamberdir.” Hüdhüd geri döndü ve herşeyi Süleyman (aleyhisselâm) a bildirdi. Süleyman cinlere emretti, altın ve gümüş gerdanlıklar yaptılar ve onları onun önündeki meydana serdiler. Uzunluğu yedi fersahtı. Meydanın etrafını balkonu altından ve gümüşten mamul bir duvar yaptılar. Kara da ve denizdeki en güzel hayvanlara emretti. Onları o gerdanlıklar üzerine meydanın sağından ve solundan bağladılar. Sayıları çok olan cinnilere sağ ve solda durmalarını emretti. Sonra da tahtına oturdu. Tahtın iki yanında koltuklar vardı. Şeytanlar, insanlar, vahşi hayvanlar, yırtıcılar, kuşlar ve haşaratlar, fersah fersah saf tutmuşlardı. Kavim yaklaşırıca ve hayvanların gerdanlıklar üzerine pislediklerini görünce yanlarında olan hediyeleri attılar. Önünde durduklarında, Süleyman (aleyhisselâm) onlara güler yüzle baktı. Ona Melike'nin mektubunu verdiler. Ona baktı ve “cam kutu nerede?” dedi. Ağaç kurduna emr etti. O da bir tüy aldı ve inciyi deldi. Ve beyaz kurt, ipi ağzıyla aldı ve onu boncuğun içinden geçirdi. Sonra su getirtti. Cariyeler suyu bir eliyle alıyor diğeri ile birleştirdikten sonra yüzüne vuruyordu. Erkekler ise suyu aldıkları gibi yüzlerine vuruyorlardı. Sonra hediyeyi reddetti ve Münzire “Onlara dön” dedi. 36(Elçiler, hediyelerle) gelince Süleyman dedi ki: “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir. Ama siz, hediyenizle böbürlenirsiniz.” Onun elçisi Münzir b. Amr gelince Süleyman (aleyhisselâm) “Siz bana mal ile yardım mı etmek istiyorsunuz? Allah'ın'bana verdiği peygamberlik, saltanat ve nîmet, size verdiği dünya zinetlerinden daha hayırlıdır” dedi. (.......) Mekkî ve Sehle göre iki nunludur. (.......) vakıf hâlinde de vasıl hâlinde de sabittir. Vasıl hâlinde, Medenî ve Ebû Amr, onlara iştirak etmiştir. Hamza ve Yakûb'a göre her iki hâlde de (.......) şeklindedir. Diğerlerine göre ise iki nunlu ve her iki durumda da (.......) sızdır. Bu hitap elçileredir, (.......) deki (.......) Medeni, Ebû Amr ve Hafsa göre fetha iledir. Hediyye; hediyye verilen şeyin ismidir. “Atiyye” nin verilen şey olduğu gibi. Hediyye, verene de verilene de izafe edilir. Sen “Bu falanın hediyyesidir” dersin. Bununla hediyye vereni yada hediyye verileni kastedersin. Mana şudur; benim yanımda en büyük hazzın ve en büyük zenginliğin olduğu dini vermesidir. Bana, dünyadan, artırılamayacak miktan verdi. Öyletse benim gibi biri nasıl mal yardımına râzı olur? Ancak siz dünya hayatının sadece dış yüzünü biliyorsunuz. Bu sebepten size verilenlerle ve hediye edilenlerle seviniyorsunuz. Çünkü bu sizin himmetinizin ulaştığı noktadır. Benim durumun ise sizin durumunuzun aksidir. Ben sizin îmana gelmeniz ve mecûsiliği terketmeniz dışında sizden gelecek hiçbirşeye râzı olmam ve onunla sevinmem. “sizden daha zengin olduğum hâlde bana yardım mı ediyorsunuz?” sözünü (.......) ile ya da (.......) ile söylemen arasındaki fark şudur; onu vavla söylediğimde muhatabımı zenginliğim hususunda bilgili ve bununla birlikte bana malla yardım eder kılıyorum. (.......) ile dediğimde ise, onu, zenginlik durumum hususunda bilgisiz kılıyorum ve o anda ona, onun yardımına ihtiyacımın olmadığım bildiriyorum. Sanki ona şöyle diyorum: “Yaptığın işi redde diyorum. Benim ona ihtiyacım yok.” Âyet de buna göre (.......) şeklinde gelmiştir. Bundan sonra Süleyman (aleyhisselâm) konuşu değiştirmiştir. O da şöyledir: Onların yardımını reddedince ve reddediş sebebini beyan edince bunu bıraktı ve onları buna sevkeden sebebin beyanına geçti. O da onların kabul ve mutluluk sebebi olarak dünya hazlarınm kendilerine verilmesinden başka bir şey bilmedikleridir. 37(Ey elçi) Onlara var (söyle) “İyi bilsinler ki, kendilerine asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, onları, muhakkak surette hor ve hakir bir hâlde oradan çıkarırız.” “Onlara var” sözü elçiye ya da Belkıs ve kavminin gelmesi ile ilgili başka bir mektubu götüren Hüdhüdedir. (.......) kendilerine güç getiremeyecekleri, demektir. (.......) sözünün hakikati; karşı koymak ve mukabele etmek manasınadır. Yani, onlara karşı mukabele etmeye güç yetiremezler, demektir. Onları “Oradan” yani Sebe'den çıkannz. Zillet içinde bulundukları izzet ve saltanatın onlardan gitmesidir. Hakirlik ise, esaret ve köleliğe düşmeleridir. Elçisi ona hediyelerle döndüğünde ve hikâyeyi ona anlattığında o “O peygamberdir, ona karşı güç getiremeyiz” dedi. Sonra da tahtını yedi evin sonuncusuna koydu, kapıları kilitledi. Onu, korumaları için muhafızlara bıraktı. Süleyman (aleyhisselâm) a “Neye davet ettiğini bilmek için sana geliyorum” diye haber gönderdi ve on iki bin kişiyle birlikte ona gitti. “Her Sebe beyinin idaresi altında binlercesi vardı” denildi. Belkıs Süleyman (aleyhisselâm) a bir fersah uzaklıktaki yere ulaşırıca Süleyman; 38(Müşavirlerine) dedi ki: “Ey Ulular! Onlar teslimiyet göste rip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtım bana getirebilir?” Bununla Allah'u Teâlâ'nm, bazı acaip işlerin icrasını onun eliyle gerçekleştirdiği, Allah'u Teâlâ'nm kudretinin büyüklüğü ve Süleyman (aleyhisselâm) peygamberliği ile ilgili delillere muttali olmasından sonra ona göstermek istedi. Ya da tahtı, Belkıs Müslüman olmadan önce almak istedi. Çünkü o, Müslüman olduktan sonra onun malının alınmasının kendisine helâl olmayacağını biliyordu. Ama bu, tahkik ehline göre uzak bir ihtimaldir. Ya da o, onu getirtip tanınmaz hale getirdikten ve değiştirdikten sonra bununla, onu tanıyıp tanımayacağına bakarak Belkıs’ın zekâsım denemek istiyordu. 39Cinlerden ifrit “Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm ve güvenim var” dedi. O, pis ve azgın bir cindir. İsmi da Zekrân'dır. “sen makamından kalkmadan” yâni hüküm ve icra meclisinden kalkmadan” demektir. Bu işe yani, onu getirmeye demektir. Onu olduğu gibi ondan hiçbirşey almadan ve onu değiştirmeden sana getiririm. Süleyman (aleyhisselâm) “Ben, bundan daha tez istiyorum” dedi. 40Kitaptan ilmi olan kimse ise “Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm” dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanıbaşına yerleştirmiş görünce “Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek üzere Rabbimin (gösterdiği) lutfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sâhibidir” dedi. O Allah'ın ifrit, sözünü söylerken gönderdiği elinde miktarların kitabı olan bir melektir. Ya da Cebrâîl (aleyhisselâm) dır. Buna göre Kitap, , levhi mahfuzdur. Ya da Hızırdır. Ya da Süleyman (aleyhisselâm) ın katibi Asaf b. Berhıyadır ki, en şüphesiz da budur. Çoğunlukta bu görüştedir. O, kendisiyle dua edildiğinde icabet olunan ismi azamı biliyordu. O da; “Ey diri, ey herşeyi ayakta tutan. Ey celâl ve ikram sâhibi” sözüdür. Ya da “Ey ilâhımız. Ve herşeyin ilâhı. Tek ilâh, senden başka ilâh yoktur” sözüdür. Denildiki “Onun, gaybe âit bilgisi vardı ve o ilhama muhataptı.” Onu yani arşı sana getiririm. Her iki yerdeki (.......) lafızlarının, fiil olması da, ismi fâil olması da mümkündür. “Gözünü açıp kapamadan” sözünün manası sen bakışını bir şeye yöneltirsin ve onu oradan çevirmeden arşı önünde görürsün” demektir. Rivâyet edildiğine göre, Âsaf, Süleyman (aleyhisselâm) a “Gözlerin uzat ve bakabildiğin son noktaya bak” dedi. O da gözlerini uzattı ve Yemen taraflarına baktı. Âsaf dua etti. Allah'ın kudretiyle taht, daha o bakışını geri almadan bulunduğu yerde battı sonra da Süleyman (aleyhisselâm) ın meclisinde ortaya çıktı. Tahtın, bozulmamış bir hâlde yanında durduğunu görünce Âsaf “Muradımın meydana gelmesi -ki o göz açıp kapama müddeti içerisinde tahtın gelmesiydi- Rabbimin bana haketmediğim bir lütfü, bir ihsanıdır. Hatta o, karşılıksız ve maksatsız bir lütûftur. Bu, nimet verişine şükredip şükretmeyeceğime dair beni imtihan içindir.” Çünkü vacip yükü nefisten şükürle kaldırılır. Şükür, onu nankörlüğe düşmekten korır. Şükürle daha fazlasını celbeder ve -onunla daha fazlasını elde eder. Şükür, mevcut nimeti korur, olmayan nimeti de ele geçirir. Bazıları şöyle demiştir: “Ni'mete karşı nankörlük helaktir. Çok defa ni'met çekilir de kaynağına döner. Kaçanları şükürle yakala ve etrafa iyilik yapmak suretiyle onu tutmaya devam et.” Bilki sen, Allah'u Teâlâ'nin ni'metine şükretmezsen kısa zamanda bu bol ni'metin perdesi çekilir.” Kim ni'mete ş'“krü terketmek suretiyle nankörlük karşı nankörlük edene ni'met vermek suretiyle de kerem sâhibidir. Vâsıti şöyle demiştir: “Bizim şükrümüz bizim içindir, onun nimeti de bizedir. Minnet onadır, lütuf bizedir. “ 41(Süleyman) dedi ki: “Onun tahtını bilemeyeceği bir vaziyete sokun. Getirin bakalım tanıyabilecek mi, yoksa tanımayanlardan mı olacak?” Onun tahtını değiştirin. Yani önünü arkasına, üstünü altına getirin. Bakalım o, tahtını tanıyabilecek mi? ya da ondan sorulduğunda o, doğru cevabı verebilecek mi? (.......) cevap olarak cezimli gelmiştir. 42(Belkısallallahü aleyhi ve sellem) gelince “Senin tahtın da böyle mi?” dendi. O şöyle cevap verdi: “Sanki o. Zaten bize daha önce bilgi verilmiş ve biz teslimiyet göstermiştik,” (.......) tenbih için (.......) teşbih için ve (.......) da ismi işarettir. “Bu senin tahtın mıdır?” demedi. Telkin olmasın diye “senin tahtın bunun gibi midir?” dendi. O da “Sanki o” demek suretiyle en güzel cevabı verdi. “O, odur.” Ya da “hayır o değildir” demedi. Bu onun zekâsının keskinliğindendir, iki şeye ihtimali olan bir hususta kesip atmadı. Ya da onlar” senin tahtında böyle mi?” sözleriyle ona benzettiler de o, onun kendi tahtı olduğu bildiği hâlde onlara, “Sanki o” demek suretiyle benzetme yaptı. “Bize daha önce bilgi verilmişti” sözü, Belkıs’ın sözlerindendir. Yani, bu mu'cizeden yani tahtın getirilmesinden ya da bu durumdan önce, Allah'u Teâlâ'nm kudretine ve senin peygamberliğinin doğruluğuna dair ilim, Hüdhüd'ün ve elçilerin işleriyle ilgili geçmiş delillerle bize verilmişti. Biz sana boyun eğmiş ve senin emrine amade olmuştuk. Ya da bu söz Süleyman (aleyhisselâm) ın ve adamlarının sözleridir. Kendi sözlerini onun sözlerine bitiştirmişlerdir. Allah'a, onun kudretine ve onun katından gelenlerin doğruluğuna dair ilim bize onun ilminden önce verildi. Ya da mü’minler, Allah'ı birleyenler ve ona boyun eğenler olduğumuz hâlde bize onun Müslüman olacağına ve itaatkâr olarak geleceğine dair ilim onun gelişinden önce verildi. 43Onu, Allah'tan başka taptığı şeyler (tevhid dinine girmekten) alıkoymuştu. Çünkü kendisi inkârcı bir kavimdendi. Bu, Süleyman (aleyhisselâm) ın sözüne bitişiktir. Yani o Belkıs, bizim bildiğimizi bilmemekten ya da İslam'a doğru ilerlemekten, güneşe tapması ve kâfirler arasında yerleşmesi alıkoydu. Sonra şu sözüyle onun kâfirler arasında büyüdüğünü açıkladı. “O inkârcı bir kavimdendi.” Ya da bu söz başlarıgıç cümlesidir. Yani, Allah'u Teâlâ şöyle buyurdu: “Bundan önce ona, girdiği şeyden doğru yolu kaybetmesi alıkoydu. Ya da onu ibâdet ettiği şeyden Allah, ya da harfi çerin hazfi ve fiilin bitiştirilmesi takdiriyle Süleyman (aleyhisselâm) alıkoydu, demektir. 44Ona “Köşke gir” dendi. (Belkısallallahü aleyhi ve sellem) onu görünce derin bir su sandı ve eteğini çekti. Süleyman: “Bu, billurdan yapılmış, şeffaf bir ze mindir” dedi. (Belkısallallahü aleyhi ve sellem) “Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim Süleyman'ın maiyyetinde alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum” dedi. Sarh; köşk ya da evin avlusudur. Mekkîye göre (.......) lâfzı (.......) şeklinde hemzelidir. Rivâyete göre, Süleyman (aleyhisselâm) Belkıs’ın geçeceği yol üzerine, o gelmeden evvel, kendisi için renksiz camdan bir köşk yapılmasını, altından su akıtılıp içine balık ve diğer su canlılarından konulmasını emretti. Tahtını onun ortasına koydu ve üzerine oturdu. Kuşlar cinler ve insanlar etrafında duruyorlardı. Bunu, durumunun büyüklüğünü ve peygamberliğinin gerçekliğini göstermek için yapmıştı. Denildiki: “Cinler, onun Belkısla evlenmesini, cinlerin sırlarını ona söyler diye istememişlerdi. Çünkü o (Belkısallallahü aleyhi ve sellem) bir perinin kızıydı. “Denildiki: “Onlar, onun, Belkıstan insan ve cin kabiliyetlerini cemetmiş bir çocuğunun olmasından ve Süleyman (aleyhisselâm) ın mülkünden çıkıp daha kuvvetli birinin mülküne girmekten korktular da ona “onun zekâsı kıttır. Bacakları kıllıdır ve ayağı eşek ayağı gibidir” dediler. Tahtın değiştirilmesi suretiyle onun zekâsını denedi. Köşkü de bacak ve ayak durumunu öğrenmek için yaptı. Belkıs onları açtı. Ayak ve bacak yönüyle insanların en güzeli olduğu görüldü. Ancak onlar kıllıydı. Süleyman (aleyhisselâm) gözünü başka yöne çevirdi. Ve ona “O düz saydam bir zemindir. Camdan yapılmıştır” dedi. Emred; (.......) kelimesinden gelmektedir. Süleyman (aleyhisselâm) onunla evlenmek istedi. Ancak onun kıllarını çirkin gördü. Şeytanlar, onun için kıl dökücü bir ilaç hatırladılar da onları yok etti. Süleyman (aleyhisselâm) da onu nikahına aldı. Onu çok sevdi ve onu mülkünde bıraktı. Ayda bir defa onu ziyaret ediyor ve onun yanında üç gün kalıyordu. O da ona çocuk doğurdu. Belkıs “Rabbim! Güneşe ibâdet etmekle gerçekten nefsime zulmetmişim” dedi. Muhakkak âlimler “Süleyman (aleyhisselâm) ın, yabancı bir kadının bacaklarına bakmak için hile yapması muhtemel değildir. Benzeri sözleri söylemek câiz değildir” demişlerdir. 45Andolsun ki, Semûd kavmine “Allah'a kulluk edin” (demesi için) kardeşleri Sâlih'i gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler. Nesep yönünden kardeşleri Sâlih'i gönderdik. (.......) bedeldir. Âsim, Hamza ve Basriye göre (.......) in (.......) geçiş hâlinde esre ile okunur, diğerlerine göre ise (.......) ye uyarak ötre ile okunur. Mana “Allah'a ibâdet edin ve onu birleyin” sözüyle demektir. (.......) mufacee içindir. (.......) mübtedadır. (.......) haberdir. (.......) sıfattır, (.......) deki âmil budur. Mana, Sâlih'in kavmi, birden, ona inanan ve inanmayan, birbirleriyle çekişen iki gurup oldular. Her gurup, “Doğru benimkisidir” diyordu. Bu, “kavminin ileri gelenlerinden, büyüklük taslayanlar içlerinden zayıf görülen mü'minlere dediler ki “Siz Sâlih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz? (buna inanıyormusunuz?) Onlar da “Şüphesiz ki biz onunla gönderilene inananlarız” dediler âyetinde, kâfir gurup şöyle dedi: “Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen bizi tehdit ettiğin azâbı getir” dediler âyetinde açıklanmıştır. 46(Sâlih) dedi ki: “Ey kavmim! İyilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsunuz? Allah'tan mağfiret dilemeniz gerekmez mi? Belki size merhamet edilirdi.” İyilik dururken, yani tevbe dururken, kötülüğe yani vadedildiğiniz azâba niçin koşuyorsunuz, size azap inmeden önce tevbe ve îmanla küfrünüzün bağışlanmasını istemeniz gerekmez mi? belki siz bu talebinize icabetle merhamet edilirdi. 47Dediler ki: “Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık” Sâlih “Size gökten uğursuzluk (sebebi) Allah katında (yazık) dır. Belki siz imtihana çekilen bir kavimsiniz” dedi. Seninle uğursuzluğa uğradık (dediler) Çünkü onlar onu, gönderil diğinde, yalanlamalarından dolayı kıtlığa maruz kalmışlardı da bu kıtliği onun gelişine nispet etmişlerdi. (.......) nm aslı (.......) dır. Ve bu şekilde de okunmuştur, (.......) , (.......) ye idğam olundu ve (.......) sakin olduğundan başına bir elif ilave edildi. “Beraberindekiler” yani, beraberindeki mü'minler, demektir. Hayır ve şerrinizin kendisinden geldiği sebep, Allah katındadır. Oda onun takdiri ve taksimatıdır. Ya da sizin ameliniz, Allah katında yazılmıştır. Üzerinize inen şey size bir cezâ ve bir imtihandır.” Her insanın amel defterini boynuna astık” âyeti de bundandır. Bunun aslı yolcunun fal bakmak için kuşun yanma gitmesi ve onu kovalanasıdır. Eğer kuş soldan sağa uçarsa bunu uğurlu sayması ve eğer sağdan sola doğru uçarsa bunu uğursuz saymasıdır. Hayrı ve şerri kuşa nispet ettiklerinden, bu o ikisinin sebebi olan Allah'ın takdir ve taksimatı için istiâre olarak kullanılmıştır. Ya da kulun -ki Allah rahme ve gazap hususunda gerçek sebep odur- amelindendir. Bilâkis siz, imtihana çekilen ya da günahlarınız sebebiyle azâba maruz kalan bir kavimsiniz. 48O şehirde dokuz kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar; iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Semûdun şehrinde o şehir Hicrdir. (.......) (üçten ona kadar olan erkek topluluğu) tekili olmayan çoğul bir kelimedir. Bu sebepten bununla “dokuz” kelimesinin temyizi câizdir. Sanki, “dokuz kişi” denildi. Üçten ona kadardır. Ebû Dâvuddan yapılan rivâyete göre, onların başı Kaddar b. Salifti. Onlar, devenin kesilmesi hususunda faaliyet gösterenlerdi. Eşrafın çocukları idiler. Bir kısım bozguncuların bazı iyi işler yaptıkları görüldüğü hâlde onların işi, iyilikten nasibini almamış katıksız bir bozgunculuktu. Hasen'dan yapılan rivâyete göre; onlar insanlara zulmediyorlar ve zâlimleri zulmetmekten menetmiyorlardı. İbni Ata'dan rivâyete göre ise, onlar, imanların ayıplarını araştmyorlar ve avret yerlerini örtmüyorlardı. 49Allah'a and içerek birbirlerine şöyle dediler: “Gece ona ve ailesine baskın yapalım, (hepsini öldürelim) sonra da velisine “Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz” diyelim. (.......) hâl makamındaki bir haberdir. Başında gizli bir (.......) vardır. Yani, yemin eder oldukları hâlde şöyle dediler, demektir. Ya da bu bir emirdir. Yani, bir kısmı diğerlerine yeminle emretmiştir, demektir. Gece vakti onu, oğlunu ve ona tabi olanları öldürelim. “Veli” den maksat; kan diyeti düşen velidir. Hamza ve Ali'ye göre (.......) şeklinde (.......) ile ve ikinci (.......) de ötre iledir. (.......) de (.......) şeklinde (.......) ile ve lamın ötresiyledir. Hafsa göre (.......) şeklinde, Ebû Bekir, Hammad ve Mufaddal'a göre (.......) den (.......) den (.......) demektir. Ya da, biz onun öldüğü yere gitmedik ki onu nasıl üzerimize olalım? Demektir. Ve biz bu zikrettiklerimizde doğru söylüyoruz. 50Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de kendileri farkında olmadan, onların planlarını alt üst ettik. Onların tuzağı, Sâlih ve ailesine karşı saldırma planlarına dair gizledikleri şeydi. Allah'ın tuzağı ise, onları farkında olmadan yok etmeseydi. İstiare yoluyla tuzak kuranın tuzağına benzetti. Rivâyete göre Hicrdeki bir vadide Sâlih (aleyhisselâm) âit bir mescid vardı. Orada Namaz kılardı. Dediler ki: “Sâlih üç gün sonra bizden kurtulacağını sanıyor. Halbuki biz üçüncü günden önce ondan ve onun ailesinden kurtulacağız” Derhal vadiye doğru yola çıktılar ve “Namaz kılmak için geldiğinde onu öldüreceğiz. Sonra da ailesine dönüp onları da öldüreceğiz” dediler. Bu esnada Allah onlara doğru tepeden bir taş gönderdi. Kaçıştılar. Ama taş vaadinin ağzında onların üzerine düştü. Ne kavimleri onların nerede olduğunu, ne de onlar kavimlerine ne yapıldığını bilmediler. Allah onların herbirine yerinde azap etti ve Sâlih (aleyhisselâm) ı ve beraberindekileri kurtardı. 51Bak işte, tuzaklarının akıbeti nice oldu. Onları da (kendilerine uyan) kavimlerini de toptan helâk ettik. Kufi ve Sehl'e göre (.......) elifin üstünüyledir. Diğerlerine göre ise başlarıgıç cümlesi olarak esrelidir. Üstün okuyan onu (.......) kelimesinden bedel kılarak merfû' kılmıştır. Ya da hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Takdiri ise “O, onların helâk edilmeleridir” şeklindedir. Ya da “Onları yok etmemiz için kurdukları tuzaklarının akıbeti nice oldu” manasına onu mensûb kılmıştır. Ya da (.......) nin haberi olması üzerine onu mensup kılmıştır. Bu da “Onların tuzaklarıftın akıbeti, helâk edilmekleriydi” şeklindedir. Kavimlerini de sesle toptan helâk ettik. 52İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri, bilen bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır. (.......) Çökmüş, yıkılmış, demektir. “Yıldız kayboldu” dan gelmektedir. Ya da (.......) lafzının delalet ettiği şey amel etmiştir. İşte Semûda yapılan şeyde kudretimizi bilen ve öğüt alan bir kavim için elbet bir ibret vardır. 53Îman edip Allah'a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık. Sâlih'e îman edenleri kurtardık. Onlar, onun emirlerini terketmek ten sakınıyorlardı. Onlar, Sâlih'le birlikte azaptan kurtuları dört bin kişiydi. 54Lût'u da (peygamber olarak kavmine gönderdik) kavmine şöyle demişti: “Gözgöze göre hala o hayasızliği yapacak mısınız?” Lût'u da hatırla, (.......) , (.......) kelimesinden bedeldir. Yani, Lûtun vaktini hatırla, demektir. Kimsenin yapmadığı bir hayasızlık olduğunu bile bile bu hayazıliği yapacak mısm? Yani, erkeklere gidecekmisiniz? (.......) , (.......) kalp gördü, bildi den gelmektedir. Ya da onlar bunu yaparken birbirlerini görüyorlardı. Çünkü onlar, bunu alenen yapıyorlardı. Birbirlerine karşı utanmıyorlar ve örtünmüyorlardı. Öylece günaha dalıyorlardı. Ya da sizden evvel ki günahkârların eserlerini ve onlara inen azâbı gördüğünüz hâlde bunu yapıyorsunuz, demektir. Sonra bunu açıkladı şöyle dedi; 55(Bu ilahi ikazdan sonra hala) siz, ille de kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yanaşacak mısınız? Şüphesiz siz, beyinsizlikte devam edegelen bir kavimsiniz! (.......) Kufi ve Sami'ye göre iki hemzelidir. Şehvetle, yani şehvet için demektir. Şüphesiz ki Allah, erkekler için kadmları yaratmıştır. Erkekleri erkekler için, kadmları da kâdirılar için yaratmamıştır. Bu, Allah'ın hikmetine terstir. Şüphesiz siz, bunun, hayasızlık olduğunu bilmeyenlerin işini bile bile yapıyorsunuz. Ya da “Cehl” kelimesiyle bunu yapan beyinsizler ve utanmazlar kastedilmektedir. “Şüphesiz siz, beyinsizlikte devam eden bir kavimsiniz” âyetinde muhatap ve gaip sıgaları biraraya geldi. Muhatap sığası, gaib sığasına üstün gelmiştir. Çünkü o, daha kuvvetlidir. Zira aslolan, sözün, hazır olanlar arasında olmasıdır. 56Bunun üzerine kavminin cevabı ancak şöyle demek oldu: “Lût'un ailesini -yani Lût'u ve ona tabi olanları- memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar -her türlü pislikten sakınan ve arınan ve böylece- temiz kalmak isteyen insanlarınış (!)” Çünkü Lût ve kavmi, bizim işlediğimiz fiili pislik kabul ederlermiş. Onların bu davranışları, bizi kızdırıyor. Bir başka ifadeye göre de, tıpkı aşağıdaki âyette geçtiği gibi böylece alay ederlerdi: “Halbuki (Ey Şuayb!) sen, gerçekten herkes tarafından yumuşak huylu ve çok olgun olarak tanınan ve bilinen birisin.” Hûd, 87. Bu âyette geçen (.......) fiilinin haberi (.......) kelimesidir. İsmi de (.......) ibâresidir. 57“Biz de onu -Lût'u- ve ailesini -kavminin başına gelen azaptan- kurtardık. Ancak karısını değil. Çünkü onun geride kalıp azap içinde kalarak- helâk olmasını takdir ettik.” Kırâat imâmlarından Hammad ile Ebû Bekir dışında diğerleri burada geçen (.......) ibâresini şeddeli olarak, görüldüğü gibi (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Bu durumda mana, Yani “biz, onun geride kalan karısını, azap görecek olanlar arasında kalıp azap görmesini takdir ettik” demek olur. 58Onların üzerine, bir yağmur yağdırdık. Uyarılanların yağmuru ne kötüydü! “Onların üzerine, -üzerlerinde adları yazılı bulunan ve hangi taşırı kimi öldüreceğini gösteren- bir yağmur -gibi taş- yağdırdık. -Başlarına gelecekler konusunda- uyarılanların -ve bu uyarıyı kabul etmeyenlerin taş- yağmuru ne kötüydü!” 59(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: “Hamd Allah'a mahsustur. Selâm onun seçtiği kullarına.” Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı? Ey Resûlüm Muhammed! “De ki: Hamd Allah'a mahsustur. Selâm onun seçtiği kullarına.” Allah (celle celâlühü), bu âyette, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in kendisine hamd etmesini, sonra da kullarından seçtiklerine de selâm getirmesini emir buyurmaktadır. Böylece Yüce Allah, aşağıda gelecek olan hususlarda, onun birliğine, kudret ve vahdaniyetine, her şeye kâdir olduğuna delalet eden konulara dair Resuhıllah'ı (sallallahü aleyhi ve sellem) bilgilendirme konusunda bir hazırlık mahiyetindedir. Çünkü bu, önemli olan her hususta konuşan kimselere bir tür öğretmedir ve herhangi bir işe başlarken mutlaka bu iki şeye, Allah'a ham, salât ve selâma sarılmalarını, bunu mutlaka okumalarını öğretiyor. Böylece hamd ile salât ve selâm’ın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Ya da bu hitap Hazret-i Lût'a (aleyhisselâm) yöneliktir. Ondan, Allah'ın, onun kavminin kâfir olanlarını helâk etmesi sebebiyle, Allah'a hamd etmesini, onlardan ayırıp seçtiği, kâfirler gibi helâk etmeyip kurtardığı, onların da aynı günahları işlemesinden koruduğu seçkin ve temiz kullarına da selâm etmesini emrediyor. “Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı?” Esasen, müşriklerin Allah'a ortak koştukları şeylerde hiçbir hayır yoktur. Olmadığı için de, her şeyi yaratan ile hiçbir şey yaratmayan ve buna rağmen Allah'a ortak koştukları şey arasında bir denge, bir benzerlik bir eşitlik asla söz konusu değildir. Aslında bu ifade ile onlar ilzam edilmekte ve susturulmaktadır. Bir bakıma müşriklerin halleriyle dalga geçmektir. Çünkü müşrikler, putlara tapınmayı, Allah'a tapmaya, ona kullukta bulunmaya tercih etmişlerdir. Halbuki gerçek akıl sahipleri herhangi bir konuda bir tercihte bulunurlarken, tercih ettikleri veya edecekleri şeyde, kendilerine ne kadar yarar ve kar sağlayacağı, ne getirip ne götüreceğinin hesabını yaparak çıkarlarına olanı seçip tercih ederler. Bu itibarla onlara şöyle denilmektedir: “Tercih ettikleri şeyde hayır ve menfaat olmadığım bildikleri hâlde nasû böyle bir tercih yaparlar ki? İşin aslında onlar bir tercihi değil, sadece oyun, eğlence ve işe yaramayan abes şeylerle uğraşma yolunu tuttular.” Böylece ifrata ve aşırılığa varan bu hataları ve cehaletleri sebebiyle düştükleri gülünç durum yüzünden kendilerini uyarma amacıyla bunlar dile getirilmektedir. Böylece bilsinler ki, gerçekten bir tercih yapılacaksa mutlaka bolluk, bereket getiren, iyilikte bir artış sağlayan, bir çıkar olan şeyler konusunda olur. Nitekim Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okuduğunda şöyle dermiş: “Bilâkis Allah daha hayırlıdır, daha bâkîdir, daha yücedir ve daha çok kerem sahihidir, cömerttir.” Hafız İbn Hacer diyor ki: “Nitekim Salebî de bu ifadeyi herhangi bir isnad göstermeden zikrediyor. Salebî diyor ki bu rivâyeti, Beybaki, Şuab adlı eserinde Cabir el-Cufi'nin Ebû Cafer'den rivâyetle, 9, bapta tahric etmiştir. Ebû Cafer demiş ki: “Ali b. Hüseyin anlatırdı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kur'ân'ı hatmedince, diye başlayan uzunca bir hadis rivâyet ederdi ve o hadiste şu ifadeler de bulunuyordu: (.......) Allah mı daha hayırlıdır, yoksa onların ortak koştukları mı? Bilâkis onların ortak koştukları şeylerden Allah, daha büyük, daha hayırlı, daha bâkî, daha yüce ve daha çok kerem sâhibidir, cömerttir. “Bak: Haşiyetul-Keşşaf, 3/363. Burada ortak koşmak manasında olan (.......) kelimesini, Basra Okulu ve Âsım (.......) harfiyle aynen olduğu gibi (.......) olarak kırâat etmişlerdir, (.......) harfiyle, yani (.......) şeklinde değil. Daha sonra Yüce Allah rahmetinin ve fazlının, ikraminin eserleri olarak bütün hayırları ve faydalı, yararlı olan şeyleri bir bir sayarak aşağıdaki âyetlerde şöyle buyurmaktadır: 60O taptıkları, ortak koştukları şeyler mi daha hayırlıdır-” yoksa gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren -yağmur yağdıran- mi?” Burada (.......) diye başlayan bu âyetin başında yer alan (.......) harfi ile bundan önceki âyetin sonunda yer alan (.......) ibâresinde yer alan (.......) harfinin başında bulunan (.......) arasındaki farka gelince, (.......) âyetinin başında yer alan (.......) harfine göre bir önceki âyette geçen muttasıldır. Yani ilgi zamîri manasınadır. Çünkü mana: “Bu ikisinden hangisi daha hayırlıdır? “demektir. Halbuki bu âyetin başında yer alan (.......) harfi munkatıdır. Çünkü kelime burada (.......) manasınadır ki, bu ızrab içindir. Yani bir konudan bir başka konuya geçmek manasınadır ama bu arada (.......) manasını yani soru anlamında olan (.......) yi de anlam olarak içinde barındırır. Çünkü “Allah mı daha hayırlıdır” yoksa ilâhlar mı? diye sorduğunda, buna cevap olarak şöyle buyurdu: “Bilâkis gökleri ve yeri yaratan mı” daha hayırlıdır? Burada onlara karşı bir gerçeği ortaya koymaktadır. O da, şu âlemi, varlık dünyasını yaratan, elbette hiçbir şeyi yaratma gücü olmayan cansız varlıklardan çok daha hayırlıdır. “Ki biz o su ile sizin bir tek ağacım bile yetiştiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler yetiştirdik.” Burada “yetiştirdik” anlamında olan kelime, (.......) kelimesidir ki, yetiştirdik, (bitki) bitirdik, meydana getirdik gibi manalara gelir. İşte âyetin bu kısmıyla, artık söz gaip ifadeden, birinci şahsa dönüştürüldü ki, bu şekliyle söz konusu fiillerin yaratılmasının Yüce Allah'ın zâtına özgü olduğuna, ona has olduğuna dikkat çekmek, bu yöndeki manayı pekiştirmek içindir. Yani Yüce Allah şunu bildirmek istiyor ve diyor ki, “Farklı çeşit ve tadardaki, renklerdeki bahçeleri, meyveleri, ağaçları, bitkileri yaratan, meydana getiren ve bitiren, bütün güzellikleriyle bir tek sudan var eden Allah'tır.” Zaten âyette geçen (.......) ifadesi, “su İle su sayesinde “demektir. (.......) kelimesi de “bahçeler” demektir. Çoğul bir kelimedir, tekili de “bahçe” kelimesidir. (.......) : Çevresi duvarla örtülü olan bahçe demektir. Kelime kök itibariyle (.......) kelimesinden alınmadır. Bu da ihata etmek, çevirmek, kuşatmak manasına gelir. Yine âyette tekil olarak (.......) kelimesi zikredildi, (.......) kelimesi kullanılmamıştır. Çünkü mana (.......) kelimesinin çoğul olması hasebiyledir. Meselâ: (.......) yani kâdirılar gitti, dediğin zaman, gitti, fiilini tekil olarak kullanmaktasın. Ayrıca çoğul kullanmaya gerek yoktur. Bu da aynen böyledir. (.......) kelimesi de güzel demektir. Çünkü o bahçeye bakanlar, güzelliğine hayran kalırlar. Daha sonra da şu ifade ile aidiyetlik manasını göstermek için de şöyle buyurdu: “siz, bir tek ağacını bile yetiştiremezsiniz,” sizin buna gücünüz yetmez. Burada geçen “oluş “kelimesi, yaraşmak, yapmasının yakışık alması manasınadır. Burada demek istenen husus şu gerçektir: “Bütün bunları, Allah'tan (celle celâlühü) başkasının yapması muhâldir, olamazdır. Bu, sadece Allah'a (celle celâlühü) özgü olan bir fiildir, ona hastır.” “Allah'la birlikte başka ilâh mı var? -Allah'tan (celle celâlühü) başkalannı mı Allah (celle celâlühü) ile denk tutuyor ve ona ortak mı koşuyorlar?- Hayır! Fakat onlar haktan uzaklaşan bir kavimdir.” Bilâkis onlar, başka şeyleri Allah'a (celle celâlühü) denk ilâhlar kabul ediyorlar. Ya da onlar Haktan yani tevhid inancından dönüyorlar. Yüze karşı olan hitaptan sonra gelen (.......) ibâresi, onların görüşlerinin yanlışliğinı daha açık ve net bir şekilde ortaya koymuş olmaktadır. 61Yahut yeryüzünü karar kılma yeri yapan, içinde nehirler akıtan, onun için oturaklı dağlar yapan ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Hayır, onların çoğu bilmiyor! Yahut yeryüzünü -döşeyip- karar kılma -yaşanma ve kalma- yeri yapan, içinde -ortasında- nehirler akıtan, onun için oturaklı -yerin hareketini engelleyen- dağlar yapan ve iki denizin araşma -tatlı ve acı olmak üzere onun gibi- bir engel koyan -birbirlerine karışmamalarını sağlayan- mı? -daha hayırlıdır?- Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Hayır, onların çoğu -tevhidi- bilmiyor! -tanımıyor ve ona îman etmiyor! Bu âyetin baş tarafında yer alan (.......) ibâresi ve sonrası / devamı, bundan önce geçen (.......) âyetinden bedeldir, bu itibarla her ikisi de aynı hükme tâbıdırler. (.......) zarftır ve aynı zamanda ikinci mefuldür. Birinci mefûl ise, (.......) kelimesidir. (.......) de aynen onun gibidir. 62Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren ve başa gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halîfeleri kıları mı? Aüah ile birlikte başka ilâh mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz! “Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap yeren..” Burada geçen “zorda kalan” kelimesi, (.......) kalıbında olan bir kelime olup (.......) kipinden alınmadır. Ki bu da zaruret ve zorunluluk, mecburiyet gibi manalara gelir. Bu, kişinin bir başkasına muhtaç olarak ona sığınmayı ifade eden durum manasınadır. Meselâ Araplar, (.......) dediklerinde bununla, “O filân kimseye sığınmak zorunda kaldı. “manasında kullanırlar. Burada da ifade böyledir. Bu durumda fâil de mefûl de Allah'a (celle celâlühü) muhtaçtır. Muztar yani bir hastalık, bir yoksulluk veya herhangi bir felaket veya musibetin kişiyi Allah'a (celle celâlühü) sığınmaya ve ona yalvarıp yakarmaya mecbur kılması demektir. Nitekim günahkâr ve suçlu da, Allah'tan (celle celâlühü) mağfiret dilediğinde böyledir, haksızlığa uğrayan mazlum dua edip yakannca bu hâldedir. Ya da Rabbine ellerini kaldırdığında, elinde hasene (iyilik) olarak sadece tevhidin var olduğunu, elinde başka hiçbir şeyin kalmadığını görenin durumu da böyledir. “Ve başa gelen kötülüğü -zulüm veya haksızliği- kaldıran, sizi yeryüzünün halîfeleri Man mı?” söyler misiniz, hangisi daha hayırlıdır? Bu ise, Yüce Allah'ın kullarını yeryüzünün varisleri kılması, çağdan çağa tasarruf yetkisini dünyada hilafete layık olan sâlih kullarına verdiğini, vereceğini ifade ediyor. Ya da burada geçen hilafetten kasıt, mülk, egemenlik ve tasallut manası da olabilir. “Allah ile birlikte başka ilâh mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz!” Âyetin sonunda yer alan (.......) fiilini, Ebû Amr, (.......) harfiyle (.......) olarak şeddeli tarzda kırâat etmişlerdir. Ancak Hamza, Ali ve Hafs ise, aynı kelimeyi Şeddesiz olarak kırâat etmişlerdir. Bu kelimeden önce geçen (.......) harfi ise, mezîdedir. Buna göre mana: “Ne kadar da çok az düşünüyorsunuz!” demektir. 63Yahut karanın ve denizin karanlıklarında size yolunuzu gösteren ve rahmetinin önünden rüzgârları bir müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Allah, onların ortak koştuklarından yücedir. “Yahut karanın ve denizin karanlıklarında -gece vakitlerinde, gündüzleri de yeryüzündeki bir takım alâmetler aracıliğiyla- size -yıldızlar sayesinde- yolunuzu gösteren ve rahmetinin –yağmurun- önünden rüzgârları bir müjdeci” –(Bu kelime, (.......) kelimesi olup, (.......) kelimesinden alınmadır. Daha önce A'râf Sûresi, 57. âyette geçmişti.) “olarak gönderen mi? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? Allah, onların ortak koştuklarından yücedir.” Bu âyette geçen “rüzgâr” kelimesini, Mekke Okulu, Hamza ve Ali (.......) şeklinde kırâat etmişlerdir. 64Yoksa başlarıgıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayan ve sizi gökten ve yerden rızıkiandıran mı? Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? De ki, “Eğer doğru söyleyenler iseniz kesin delilinizi getirin.” “Yoksa başlarıgıçta yaratmayı yapan...” sonra da onlara şöyle denildi: “....sonra onu tekrarlayan” Çünkü bunlar yeniden dirilmeyi inkâr ederlerdi. Bu şekilde mesele gerekçelendirilmek suretiyle, gerçekler açık ve net olarak sunularak, bilgilendirilerek, ikrarları sağlarıarak şüpheleri ve inatlarının ortadan kaldırılması sağlanmaya çalışıldı. Bundan böyle artık inkâr etmeleri için ellerinde herhangi bir mazeretleri kalmamış oldu. “....ve sizi gökten -yağmur ile- ve yerden -de bitirdik- leriyle- rızıklarıdıran mı? -Kim söyler misiniz?- Allah ile birlikte başka bir ilâh mı var!? De ki,'Eğer...'-Allah'tan başka ilâhlar da var, davanızda- doğru söyleyenler iseniz -ortak koşmanız hakkındaki- kesin delilinizi getirin.” 65De ki: “Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.” Gayb: Hakkında herhangi bir delil ortaya konulamayan şeydir. Yaratılmışlardan hiçbirisi de gayb konusunda hiçbir şeye muttali olamaz, herhangi bir bilgiye sahip değillerdir. Bu itibarla mana: “Allah'tan başka hiçbir kimse gaybı bilemez” demektir. Evet, Yüce Allah göklerde ve yerde var olan her şeyden yücedir, münezzehtir. Bu âyette yer alan “gayb” kelimesi, Araplardan Temîm oğulları kabilesinin lehçesine göredir. Çünkü Temîm oğulları munkati olan istisna ile muttasıl olan istisnayı aynı şekilde değerlendirirler, birini diğerinden ayırt etmezler. Bu itibarla tıpkı muttasıl isnada yaptıkları gibi munkati isnada da nasb ve bedel durumlarını câiz görürler. Meselâ: “Evde tor eşekten başka hiçbir kimse yoktur “demeleri ifadesi böyledir. Hazret-i Âişe (rha) diyor ki: “Kim, yarın neler olacağım bileceğini iddia ederse, o kimse Allah'a karşı en büyük iftirayı atmış olur.” Müslim, îman, h; 287/177; Buharî, h: 3234-3235,4612,4855, 7380 ve 7531; Tirmizî, Sûre 6, bap: 5; sûre 53, bap: 3. Müslim, uzunca bir hadis içerisinde Hazret-i Âişe'den (rha) rivâyetle hadisten bu bölümü de veriyor. Halbuki yüce Allah şöyle buyuruyor: “De ki: “Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, “Deniliyor ki bu âyet: “Müşrikler, Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), kıyametin ne zaman kopacağım sorduklarında, bu âyet o zaman inmiştir.” “Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler, “ne zaman diriltileceklerini de bilmezler. Âyette yer alan (.......) kelimesi, (.......) fiilinin faili yani öznesidir. (.......) kelimesi de bu fiilin mefulü yani tümlecidir. “Allah” lâfzı da (.......) kelimesine bedeldir. 66“Âhiret -gününün gerçekleşeceği- hakkında bilgi -peygamberler aracıliği ile- onlara peş peşe gelmiştir.” Âyetin başında yer alan (.......) ibâresini, Mekke ve Basra kırâat okulları ile Yezid ve Mufaddal, burada olduğu gibi (.......) olarak vasıl ile kırâat etmişlerdir. Kelime, mana olarak, sona erdi, kemale erdi, tamamlandı, meyve oldu, olgunlaştı gibi manalar taşır. Kırâat imâmlarından A'şa ise kelimeyi, (.......) kalıbında olarak (.......) diye okumuştur. Bunlar dışında kalanlar ise, (.......) diye kırâat etmişlerdir. Bu da müstahkem oldu, sağlam hale geldi, demektir. Kelimenin aslı (.......)dır.. (.......) harfiyle (.......) harfinin mahreçleri birbirlerine yakın olması hasebiyle, (.......) harfi, (.......) harfinin içine kâtildı, yani idğam yapıldı. Konuşma sağlarısın, kelime okunabilsin diye, başına fazladan bir elif harfi getirildi ve kelime, (.......) şeklini almış oldu. “Âhiret hakkında bilgi” yani “âhiretin durumu ve manası ile ilgili bilgi” demektir. Buna göre mana: “Konu ile ilgili bilgi sebeplerinin sağlamliği ve mükemmel oluşu açısından kesinlikle kıyamet kopacaktır, bu durum onlar için gerçekleşmiş ve kesinleşmiştir. Onlar bu konuda şüphe etseler ve işi bilmezden gelseler de, kıyamet hakkında edinilen bilgiler de sağlamdır.” İşte bu ifade âyetin şu bölümünün ifade ettiği manadır. Çünkü âyetin bu bölümünde deniliyor ki: “Fakat onlar bu konuda şüphe içindedirler. Daha şüphesiz onlar âhiretten yana kördürler.” Dikkat edilirse burada üç durum bildirilmektedir ki, onlar bu üç durumda da karasızdırlar. Âyet, onların bu üç hâlini dile getiriyor ve cehaletlerini tekrar ediyor. Çünkü âyette bunlar ilk önce, “yeniden dirilme konusunda, bunun ne zaman olabileceği hususunda işin farkında olmamakla, meseleyi bilmemekle” niteleniyorlar. İkinci olarak da bunlar: “Kıyametin vuku bulacağım bilmiyorlar” diye nitelenmektedirler. Üçüncü olarak da:. “Bunların şaşkınlık ve şüphe içinde oldukları, bir türlü bunu yenmedikleri” nitelemesi yapılmaktadır. Halbuki bunu her zaman yenebilecek güçte olmalarına rağmen şüphede ısrar etmektedirler. En son bir nitelik de; en kötü bir niteleme ve durum olan bunların âhiretten yana kör oldukları gerçeğidir. Âhiret hayatı, onların üzerinde oldukları şey bakımından bunun menşei ve başlarıgıcı kılındı. Bu nedenle, (.......) cer edatı ile değil de (.......) cer edatıyla geçişli hale getirildi yani müteaddi kılındı. Çünkü akıbeti, cezâyı ve orada cezâlarıdırılmayı inkâr etmekle, bu durum artık onları bu konu hakkında düşünmekten, menediyor. Konunun bu ayetle bundan önce geçen âyet içeriğindeki uyuma gelince -ki bu, müşriklerin âhiret hayatını inkâr ile nitelenmelidir. Halbuki müşrikler, buna dair sağlam bilgi sebeplerine ve bu işi öğrenmeye sahiptirler- o da, gaybı bilmenin sadece Yüce Allah'a has olduğu gerçeğidir. Çünkü kullardan hiçbirisi gayba âit bir bilgiye asla sahip değildirler. Yüce Allah, kulların gaybı bilmeyeceklerine dair gerçeği bildirince, işte bu, onların acizliklerinin bir açıklaması ve ilimlerinin bu konuda sınırlı ve eksik olduğunun delili oldu. Bunu, onunla bağlarıtılı kılması, bu konuda onların belirtilenden de daha büyük bir acizlik içinde olduğunu göstermektedir. Çünkü müşrikler kesin ve mutlak olarak olacak olan bir hadise için -ki bu, onların amellerinin cezâlarını da görecekleri vakittir- şöyle diyorlar; “Kıyametin vuku bulacağına dair bilgileri ve gerekçeleri ellerinde olduğu ve konu hakkında kesin ve sağlam bilgiye sahip oldukları hâlde, olmayacak diye söylemektedirler.” Burada onların konu hakkında bilgi sâhibi oldukları ve kâmil manada bilgi edindikleri nitelemesi, bir bakıma onlarla alay etmek olduğunu göstermektedir. Meselâ en câhil bir adama, alay vari olarak: “Gerçekten sen ne büyük bir âlimmişsin(l)” ifadesine benzer bir anlatım tarzıdır. Çünkü adamlar yeniden dirilme konusu ile ilgili olarak şüphe içindedirler ve onu isbat konusunda da kördürler, gerçeği görmemektedirler. Çünkü gidilen yolu kişiye gösteren gözlerdir. Adamlar bir yola girmişler ve fakat önlerini görmüyorlar. Burada (.......) fiilinin manasının, sona erdi, bitti, yok oldu manasına gelmesi de câiz olabilir. Meselâ (.......) dediğin zaman, burada, meyveler olgunlaştı, artık olgunlaşma zamanını bitirdi, bu zaman sona erdi, demek olur. Çünkü bu, artık hedefin o noktada son bulduğu ve yok olduğu manasına gelir. Nitekim Hasen-ı Basrî de bu kelimeyi: “Onların âhiret hakkındaki bilgileri artık son bulmuştur, daha ilerisine geçemezler.” diye tefsirlamıştır. (.......) fiili de, (.......) ifadesinden alınmadır ki, helâk olmaları bakımından birbirlerini peş peşe izlediklerinde bu ifadeyi bu kelime ile kullanırlar. 67İnkâr edenler dediler ki: “Biz ve babalarınıız toprak olmuş iken mi, gerçekten bizler mi -kabirlerimizden dinlerek- çıkarılacağız?” Âyette bulunan (.......) ile (.......) harflerinin başında yer alan soru harflerinin yani (.......) ve (.......) dîye tekrar edilmesi, Âsım, Hamza ve Halef kırâatlerine göredir. İnkâr üzerine inkâr, redden sonra red manasını taşır. Bu ifade, gerçekten çok kesin ve abartılı bir küfrün delilidir. (.......) harfinde amil olan şey, (.......) kelimesinin, ifade ettiği manadır ki o da (.......) kelimesidir ve çıkarılırız demektir. Çünkü ister ismi fâil yani etken sıfat fiil olsun, ister ismi mefûl yani edilgen sıfat fiil olsun, soru edatı olan (.......) den veya (.......) ve ibtida (.......) ı denilen başlarıgıç (.......) ından sonra gelmeleri durumunda makablinde yani kendilerinden önce gelen kelime üzerinde amel etmezler. Ya hepsi de bir ibârede bir arada bulunurlarsa o zaman nasıl amel etmiş olsunlar ki? Yani o durumda hiç amel edemezler. (.......) ifadesinde yer alan zamîre gelince, bu zamîr hem kendilerini ve hem de onların atalarını içermektedir. Çünkü toprak olmaları ifadesi hem onları ve hem de onların atalarını da kapsamaktadır. Ancak olay, hazır olanlar üzerinde değil de, mevcut olmayanlar, orada var olmayanlar üzerinde kurgulanmak suretiyle bu ifadeye baskınlık kazandırılmıştır. Yine (.......) ifadesi de, (.......) fıilindeki zamîr üzerine atfedilmiştir. Çünkü mefûl burada, te'kit yerine geçmiştir. 68“Andolsun, bizler de bizden önce -yani Muhammed'den (sallallahü aleyhi ve sellem) önce- babalarınıız da bununla -yani bu yeniden diriltilme olayı ile- tehdit edilmişti.” Bu âyette (.......) işaret ismi (.......) ve (.......) ibâresinden önce getirildi, yani (.......) işaret ismi, bu ibâreye takdim edildi. Mü’minun sûresi 83. âyette ise (.......) ve (.......) ibâresi, (.......) işaret ismine takdim edilmiş, öncelik ibâreye verilmiştir. Böyle olmasındaki gaye, burada yani birincisinde üzerine vurgu yapılan şey, yeniden diriltilme olayıdır. Halbuki Mü’minun sûresinde dikkat çekilen nokta diriltilenlerdk. “Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.” Bu, öncekilerin boş sözlerinden ve yalanlarından ibâret olan bir söylentidir. 69De ki: “Yeryüzünde dolaşırı da suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.” Âyette suçlu ifadesinin yer alması, suçları terk etme ve bu türden fiillere yaklaşmama olayı, Yüce Allah'ın Müslümanlara bir lütfudur. Tıpkı Rabbimizin şu kavline benzer bir anlatımdır: “Bunun üzerine Rableri günahları sebebiyle onlara büyük felaket gönderip hepsini helâk etti.” Şems, 14. Bir de şu âyette görüldüğü gibi cezâlarıdırıldılar: “Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular.” Nûh, 25. 70Onlardan yana üzülme. Kurdukları tuzaklardan ötürü de sıkıntıya düşme. Onlar sana uymadıktan için- “Onlardan yana üzülme. -Müslüman olmadılar, Halbuki Müslüman olsalardı, kurtulacakları diye de üzülme- Kurdukları tuzaklardan -sana karşı giriştikleri hilelerden- ötürü de sıkıntıya düşme. Sakın göksün daralmasın. Çünkü Allah, seni insanları hile ve tuzaklarından koruyacaktır. Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) harfinin fetha harekesiyle (.......) olarak İbni Kesir dışındakilerin kırâatidir. İbni Kesir ise aynı kelimeyi esre hareke ile (.......) olarak kırâat etmiştir. 71Onlar, “Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar. Onlar, “Eğer -azap gelip yalanlayanları yakalayacak sözünde- doğru söyleyenler iseniz, bu tehdit -azâbın geleceği tehdidi- ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar. 72De ki; “Belki de acele gelmesini istediğiniz şeyin bir kısmı size çok yaklaşmıştır.” Çünkü onlar tehdit için ileri sürülen azâbın bir an önce gelmesinde aceleci davranıyorlardı. Zira böyle bir beklenti içinde değillerdi. Bu nedenle onlara şöyle denildi: “Belki de bir an önce gelmesini istemekte acele ettiğiniz azâbın bir kısminin zamanı gelip çattı bile.” Çünkü bu Bedir'de uğrayacakları yenilgi azâbı olacaktı. Bu âyette yer alan (.......) zamîrindeki (.......) harfi, tıpkı Bakara, 195. âyette geçen (.......) âyetinde yer alan (.......) deki (.......) harfi gibi tekit ve manaya güç kazandırmak amacıyla ziyadelik için eklenmiştir. Ya da (.......) ve (.......) yani “size uysun, tabi olsun “ve “Size kavuşsun, sizinle beraber olsun” gibi ifadelerde olduğu gibi bu da (.......) harfiyle geçişlilik özelliği kazanan fiil manasım içermek içindir. (.......) ve (.......) kelimeleri, kralların söz verme veya tehdit içeren ifadelerinde yer aldığı zaman, o işin doğruluğa, mutlaka uygularıacağına, ciddi olduğuna delildir. İşte Yüce Allah'ın vadi ve tehdidi de bu tarzda cereyan eder. 73Şüphesiz senin Rabbin insanlara karşı lütuf sâhibidir. Ancak onların çoğu şükretmezler. “Şüphesiz senin Rabbin insanlara karşı lütuf sâhibidir.” -Azâbı hemen acele olarak göndermemekle, aceleci davranmamakla insanlara karşı lütuf ve ihsan sâhibidir - “Ancak onların çoğu şükretmezler.” Yani çoğu gerektiği gibi nimetin hakkını bilip de takdir etmezler, buna şükretmezler ve bilgisizliklerinden ötürü bir an önce azap gelsin isterler. 74“Şüphesiz senin Rabbin, onların kalplerinin gizlediği şeyleri de, açığa çıkardıklarını da mutlaka bilir.” Allah onların ne söyledikleri, ne konuşup ne düşündüklerini çok iyi bilir, Allah'a gizli hiçbir şey yoktur. Azâbın hemen gelmemiş olması, durumlarını gizlemeleri ve saklamaları sebebiyle değildir, ancak onun için belirlenmiş ve takdir edilmiş bir zaman var, o vakit beklenmektedir. Ya da bunun manası, Yüce Allah, onların Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında gizledikleri düşmanlıklarını da, açıkladıklarını da, tuzak ve hilelerini de bilir. Bundan dolayı da Allah, onlar hak ettikleri cezâyı da verir ve verecektir. Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) olarak da okunmuştur. Nitekim herhangi bir şeyi saklı veya gizli tuttuğunda: (.......) ve (.......) dersin ki, her ikisi de, “Ben o şeyi gizledim” demektir. 75“Gökte ve yerde ğaib olan hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap'ta (Levh-i Mahfûz'da) olmasın.” Gizli kalan ve ortada olmayan şeye, âyette (.......) diye isim verilmiştir ki bu, gizli kalan, bilinemeyen manasında (.......) demektir. Bu iki kelimenin sonlarında bulunan (.......) harfi, tıpkı (.......) Ve (.......) kelimelerinin sonlarında yer alan (.......) harfi gibidir. Bu iki kelimenin benzerleri de (.......) ve (.......) kelimeleridir. Çünkü bunlar sıfat değil, isim olan kelimelerdir. Ancak her iki kelimenin sıfat olmaları da câizdir. Sonlarında yer alan (.......) harfleri ise, tıpkı (.......) gibi mübalağa, manasını bildirmek içindir. Sanki burada şöyle der gibidir: “Hiç bilinemeyecek ve bulunamayacak derecedeki bir güçlülükte olan bir kayıp yoktur ki, Allah onu bilmemiş ve ihata etmemiş, Levh-i Mahfûzda onu kayda geçirip ortaya koymamış olsun.” (.......) kelimesi: Meleklerden bakanlar için, her şeyin açık ve seçik olarak ortada olması, görülmesi, demektir. 76Şüphesiz bu Kur'ân, İsrâ'il oğullarına üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerin çoğunu açıklıyor. “Şüphesiz bu Kur'ân, İsrâ'il oğullarına üzerinde ayrılığa düştükleri şeylerin çoğunu -onlara- açıklıyor.” Çünkü İsrâ'il oğulları Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) hakkında anlaşmazlığa düştüler, bu amaçlara guruplara ayrılarak parçalandılar. Birçok konularda birbirlerini inkâr eder oldular, birinin inandığına ötekileri îman etmediler. Ötekilerin inandıklarına da berikiler îman etmediler. Daha da ileri gidip birbirlerine bela ve lânet okudular. Ancak Kur'ân, onların anlaşmazlığa düştüğü şeyleri açıklayıp ortaya koydu. Keşke Yahûdîlerle Hıristiyanlar akıllarını başlarına alsalardı da, Kur'ân'da gelen açıklamalara göre davranıp hareket etselerdi ve müslütnan olabilselerdi. 77Şüphesiz o, elbette mü’minler için bir hidâyet ve bir rahmettir. “Şüphesiz o, -Kur'ân- elbette mü’minler için bir hidâyet ve bir rahmettir.” Akıllarını başlarına alıp da, hem İsrâ'il oğulları ve hem de başkalan ona îman etmiş olsalardı, Kur'ân hepsi için bir rahmet olurdu. 78Şüphesiz senin Rabbin, onların arasında hükmünü verecektir. O, mutlak güç sâhibidir, hakkıyla bilendir. “Şüphesiz senin Rabbin, onların -Kur'ân'a îman edenlerle, onu inkâr edenler- arasında -adaletiyle- hükmünü verecektir.” Çünkü Allah, sadece adaletle hükmeder. Burada mahkûmun bih yani hüküm giymiş olan için ifade olarak, hüküm kelimesine yer verildi. Ya da hikmeti gereği olarak hükmünü verecektir. Çünkü böyle bir manasının da var olduğu hususu, âyeti, (.......) diye kırâat edenler açısındandır. (.......) kelimesi de (.......) hikmet kelimesinin çoğuludur. “O, mutlak güç sâhibidir, -onun kazasını ve hükmünü geri çevirecek de yoktur,- hakkıyla bilendir.” Yani kimin lehinde ve kimin aleyhinde hüküm ve karar verdiğini de kesin olarak bilendir. Bu itibarla ayarın haklı olan ile olmayanların arasım ayırt edecektir. 79Öyle ise Allah'a tevekkül et. Çünkü sen apaçık bir hak üzere bulunuyorsun. “Öyle ise Allah'a tevekkül et” Burada Allah'a dayanılıp güvenilmesi emredilmektedir. Bu itibarla din düşmanlarına önem verilmemesine dikkat çekilmektedir. “Çünkü sen apaçık bir hak üzere bulunuyorsun.” Burada tevekküle gerekçe olarak, kendisinin apaçık ve şüpheye yer vermeyen bir hak üzere olduğu gerçeği dile getiriliyor. Bu hak da açık ve net olan din olup, bunda asla herhangi bir kuşkuya yer yoktur. Burada bir başka noktaya da dikkat çekiliyor. O da, kendisini hak üzerinde olduğunu bilen bir kimseye yaraşacak olan şey, Allah'a güvenmesi ve O'nun yardımını beklemesidir. Çünkü O, kendisini zafere erdirecektir. 80“Şüphesiz sen ölülere duyuramazsın. Arkalanna dönüp kaçarlarken sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.” 81Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da Müslüman olmuş olanlara duyurabilirsin. “Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin.” Mademki bunlar bir şeyi önemsemiyor ve dinlemiyorlar, bundan yararlanmak istemiyorlar, işte bu durumları sebebiyle bu kimseler, yaşıyor olmalarına ve duyu organlarında da bir sakatlık olamamasına rağmen ölülere ve sağırlara benzetildiler. âdeta duyu organları olmasına rağmen kendilerine seslenildiği hâlde duymuyorlar. Kör olarak nitelendiler. Çünkü doğru yolu şaşırmışlardır. Allah'tan başka hiçbir kimse onların bu hastalıklarını tedavi etmeye, onları görür ve işitir hale getirmeye kâdir olamaz. Daha sonra Yüce Allah sağır olan kimsenin durumunu, (.......) ibâresiyle nitelemektedir ki: “Arkalannda dönüp kaçarlarken” demektir. Çünkü bu kimseler, kendilerini çağıran ve davet edenlerden uzaklaştıkça, bu, o davetCinlere karşı sırtını dönerek uzaklaşmakla olur. Böylece uzaklaştıkça, artık aradaki mesafe sebebiyle artık çağrıyı ve sesi duymaz olur. Mekke Okulu mensupları (.......) ibâresini, (.......) diye kırâat etmişlerdir. Nitekim Rum sûresi 52. âyette geçen benzer âyeti de Mekke Kırâat İmâmları böyle kırâat etmişlerdir. Aynı şekilde Rum sûresi, 53. âyeti yani (.......) ibâresini sadece Hamza bu şekilde kırâat etmiştir. “Ancak âyetlerimize inanıp da Müslüman olmuş olanlara duyurabilirsin.” Yani sen bunu sadece Yüce Allah'ın kendisinin, ayetlerine îman edeceklerini ve onları tasdik edeceklerini bildiği kimselere duyurabilirsin, başkalanna değil. Yani imanlarında ihlâs sâhibi olanlara duyurabilirsin ki bu da Rabbimizin şu kavliyle şöyle ifade edilmiştir: “Hayır, hayır,1 Kim samimi ve dürüst bir şekilde yüzünü ihsan sâhibi bir müslüman olarak Allah'a döndürürse, ... “ Yani tam bir teslimiyetle, Allah için samimi ve ihlâs sâhibi olarak ona yönelirse, demektir. 82(Kıyametin kopacağına dair) o söz başlarına gelince, onlar için yerden kendilerine bir dâbbe (canlı bir yaratık) çıkarırız. O, onlara insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler. Kıyametin kopacağına dair- “O söz başlarına gelince,” yani sözkonusu olan anlatım ve bunun ifade ettiği mana, çünkü o manayı yüce Allah kıyametin kopması ve azap olarak onlara vadetmişti. “Vaki olması” demek, meydana gelmesi demektir. Bundan murat ise kıyametin meydana gelmesinin yakın olduğudur, kıyametin alâmetlerinin ortaya çıkması meselesidir. Ki o zaman tevbe etmenin herhangi bir yararı olmayacaktır. “Onlar için yerden kendilerine bir dâbbe -canlı bir yaratık- çıkarırız.” Bu canlı yaratığın, hadislerde Cessase olduğu söylenir. Boyu 60 arşın uzunluğunda olacaktır. Ona ulaşmak isteyen yetişemeyecek, ondan kaçmak isteyen de kaçamayacaktır. Onun dört ayağı, iki kanadı ve tüyleri vardır. Hafız İbn Hacer diyor ki, Salebi, bu hadisi Huzeyfe'den rivâyetle tahric etmiştir. Ancak burada Cessase adından söz edilmemektedir bak: Haşiyetu'l-Keşşaf, 3/371. Yine söylenenlere göre bunun kafası öküz kafası, gözleri domuz gözü, kulakları fil kulağına, boynuzları deve boynuzu, boynu devekuşu boynu, göğsü Arsları göğsü, rengi kapları rengi, böğürleri kedi böğrü, kuyruğu, koç kuyruğu, ayakları, deve tabanı gibi olacaktır. İki mafsalının arası 12 arşın olacaktır. Safa Tepesi'nin olduğu yerden çıkacak ve Arapça konuşacak ve şöyle diyecektir: “O, onlara insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler. “Ya da insanlar benim çıkacağıma inanmazlardı, diyecektir. Çünkü Dabbe'nin çıkışı da Allah'ın ayetlerinden bir ayettir. Ve o şöyle diyecek: “Dikkat edin'. Allah'ın lâneti zalimler üzerine olsun'. “ Ya da o, İslam dini dışında bütün dinlerin artık geçersiz ve bâtıl olduğu söyleyecektir. Ya da: “Şu, mü’mindir, şu da kâfirdir” diye söyleyecektir. Âyette geçen (.......) harfini üstün olarak (.......) tarzında Kufe okulu ile Sehl okumuşlar, bunu da cer edatının hazfme göre yapmışlardır. Yani bunlara göre âyet: (.......) tarzındadır. Bunlar dışındakiler ise, (.......) (hemze)nin esresiyle (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Çünkü ifade: “Kavi” yani “söz” manasınadır. Zaten kavi maddesinden sonra (.......) maddesi esreli okunur. Yahut da burada “kavi” maddesi gizlidir, yani bu durumda cümle şöyledir: (.......) Ya da o, bu durumda “Yüce Allah'ın sözünü anlatmak, onu hikâye etmek” manasında olur. Daha sonra da Rabbimiz kıyametin kopmasından söz ederek şöyle buyurmaktadır: 83“Her ümmetten -gönderdiğimiz peygamberlerimize indiriîenâyetlerimizi yalanlayanlarından -yani yalanlayan ümmetlerin her birinden- bir grubu toplayacağımız ve bunların (topluca hesap yerine) sevk edilecekleri günü hatırla.” Hepsi bir araya toplarıana kadar, en sondakileri en baştakilere yetişinceye kadar, hapsedilip bekletilirler. Sonrasında da hesap yerine sevk edilerek gönderilirler. Bunun böyle ifade edilmesi, sayılarının oldukça fazla olmasından ileri gelecektir. Nitekim “Fevc” kelimesi, çok büyük kalabalıklar manasınadır. Âyetin baş kısmı içerisinde yer alan (.......) ifadesindeki (.......) edatı, bazısı, bir kısmı manasında olmak üzere teb'îz içindir. Yani ümmetlerden her biri içerisinden toplayacağımız birer zümreyi hatırla, demektir. (.......) ibâresinde yer alan (.......) edatı ise, tebyin içindir. Yani bir şeyi açıklama manasınadır. 84Hesap yerine geldiklerinde Allah şöyle der: “Siz benim âyetlerimi, onları ilmen kavramamışken yalanladınız öyle mi? Yoksa ne yapıyordunuz ki?!” “Hesap -ve sorgulanma- yerine geldiklerinde -bir tehdit olmak üzere- Allah şöyle der: Siz benim -peygamberlerime indirilenâyetlerimi, onları ilmen kavramamışken yalanladınız öyle mi?” Burada (.......) fiilinin başında yer alan (.......) harfi, hâl içindir. Sanki burada: “Siz hiç düşünmeden, meseleyi enine boyuna ele almadan, künhüne tam olarak vakıf olmadan hemen duyar duymaz âyetlerimi yalanladınız öyle mi?'onların doğrulanmayı, tasdiki gerektiren ya da yalanlanmayı icap ettiren olup olmadıklarını hiç düşünmeden mi yalanladınız, ret ettiniz.” demektir. “Yoksa ne yapıyordunuz ki?!” Üzerinde düşünüp taşımanız, tefekkür etmeniz gerekmez miydi? Halbuki sizler boşuna yaratılmadınız! 85“Zulümlerinden dolayı sözü edilen azap tepelerine iner de artık konuşamazlar.” Yani zulüm ve haksızlıkları yüzünden tehdit edildikleri azap gelip onları yakalayı verir de haberleri bile olmaz. Bu zulümleri ise, Allah'ın âyetlerini yalanlamalarıdır. Azap gelince artık konuşamazlar, herhangi bir mazeret ve özür de beyan edecek bir durumda da olamazlar. Bu âdeta şu âyette geçtiği gibidir: “Bu, onların konuşamayacağı bir gündür.” Mürselat, 35. 86Onlar görmüyorlar mı ki, biz geceyi içinde rahat etsinler diye, gündüzü de (her şeyi) gösterici (aydınlık) olarak yarattık. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için elbette Allah'ın varlığım gösteren deliller vardır. Burada geçen (.......) kelimesi hâldir. Gösterici - gösterme kelimesi de, gündüz için zikredildi. Bu da ehli açısından önemlidir. Karşılıklı ifadenin yer alması, manaya riayet içindir. Çünkü âyette geçen (.......) kelimesi, insanların kazançlarını sağlayabilmeleri için gidiş geliş yollarını görebilmeleri manasınadır. “Şüphesiz bunda inanan -tasdik edip de bundan ders çıkaran- bir toplum için elbette Allah'ın varlığını gösteren deliller vardır.” -Bu, öldükten sonra yeniden dirilmenin sahih olduğuna dair delildir. Çünkü bunun manası şöyle olmaktadır: “Hiç bilip görmüyorlar mı ki biz geceyi de gündüzü de, dünyadaki maişetlerini ve geçim imkânlarını sağlamaları için yarattık, iyice bilsinler ki, biz bunları boşuna yaratmadık. Aksine bunlar bir imtihan ve deneme içindir Mutlaka bu açıdan cezâlarıdırma da, Ödüllendirme de olacaktır. Eğer bu cezâlarıdırma ve ödüllendirme bu dünyada olmasa bile, mutlaka âhirette sevap ve cezâ olarak karşılarına çıkacaktır.” 87Sur'a üfürüleceği ve Allah'ın dilediği kimselerden başka göklerdeki herkesin, yerdeki herkesin korkuya kapılacağı günü hatırla. Hepsi de boyunlarını bükerek O'na gelirler. “Sur'a üfürüleceği ve Allah'ın dilediği kimselerden başka göklerdeki herkesin, yerdeki herkesin korkuya kapılacağı günü hatırla. “Âyette geçen sur, kelimesi, boynuz manasınadır. Ya da kelime, suret kelimesinin çoğuludur. Sura üfürecek olan da büyük meleklerden İsrâ'fil (aleyhisselâm) dır. Ürperme manasına gelen kelime için âyette kullanılan fiil, (.......) (muzari) kipi yerine dili geçmiş zaman olan (.......) kipinin tercih nedeni, olayın kesin olarak meydana geleceği ve vuku bulacağının sabit olması, kesin olarak gerçekleşeceği hasebiyledir. Bu, hiçbir kuşkuya yer kalmaksızın kesin olarak meydana gelecektir. Bundan murat, ilk sur üflemesinde ürpererek ve korkularından yerinde donup kalacak olanlardır. Bunlardan “Sadece Allah'ın diledikleri istisna edileceklerdir. “ Yani meleklerden Allah'ın kalplerini sabit kıldığı, ürpermenin ve korkunun dışında tuttuğu melekler hariçtirler. Bunların da Cebrâîl, Mikail, İsrâ'fil ve ölüm meleği denilen Azrail melekleridir -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun-. Kimi tefsirlere göre de bunlar şehitlerdir. Kimi tefsirlere göre de Hurilerle, ateşi bekleyen hazinlerdir, Arşı yüklenen meleklerdir. Cabir'-den (radıyallahü anh) rivâyete göre, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) da onlardandır. Çünkü o zaten daha önceden bir defa baygın düşüp kalmıştı. Bu âyetin bir benzeri de şu ayettir: “Sur'a üfurülecek ve göklerde, yerde ne varsa, Allah'ın dilediğinden başka, hepsi cansız kalacak.” Zümer, 68. Âyetin sonunda yer alan (.......) ibâresindeki (.......) ifadesini, Hamza, Hafs ve Halef, (.......) olarak okumuşlardır. Bunlar dışında kalan kırâat otoriteleri ise, aynı kelimeyi (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Kelimenin aslı ise (.......) dur. (.......) kelimesi de hâldir ve küçülmüş, aşağılanmış olarak demektir. (.......) kelimesinin manası, mahşer yerine getirilmeleri veya Allah'ın emrine dönmeleri ya da, Allah'a buyun eğmeleridir. Nitekim zaten âyetin sonu da öyle bitmektedir: “Hepsi de boyunlarını bükerek O'na gelirler.” 88Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler. Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. “Dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın.” Âyette geçen (.......) kelimesini, Şam okulu, Hamza, Yezid ve Âsım, (.......) harfinin fethasıyla, görüldüğü gibi(.......) olarak kırâat etmişlerdir. Bunlar dışında kalanlar ise (.......) harfinin esresiyle, (.......) olarak okumuşlardır. Ve kelime, muhataptan hâldir. Yine âyette yer alan (.......) kelimesi de, yerinde duran, hareketsiz olan, yerinde donup kalan, debelenmeyen demektir. “Hâlbuki onlar bulutların geçişi gibi hareket ederler.” Âyette geçen (.......)ibâresi de (.......) kelimesinde mensûb olan zamîrden hâl olarak gelmiştir. Mana şöyle olmaktadır: “Sur'a üfürülduğü zaman sen, dağlara baktığında, azametleri ve büyüklükleri sebebiyle onları yerinde sabit olarak duruyor sanırsın. Halbuki onlar, âdeta rüzgârın önünde hareket edip giden bulutların geçişi misali çok hızlı bir şekilde hareket edip giderler. Nitekim sayıca çok fazla olan diğer büyük cüsseli ve azametli her varlık aynı şekilde hareket ettiklerinde, neredeyse hareket edişlerini göremezsin.” Tıpkı Şâir Nabiga'nın bir orduyu tavsif etmesine benzer bir durum sergilerler. Nabiga diyor ki: Büyük bir ordu ile savaştık ki, Sen onları ihtiyaç için duruyor sanırsın. Halbuki onlar yürümektedir. “Bunu, her şeyi sağlam ve yerli yerince yapan Allah yapmıştır. “Âyette geçen (.......) kelimesi, mastar olan bir kelimedir, bunda amil etkisi yapan ise, (.......) fiilinin delalet ettiği şeydir. Çünkü dağların geçişinin, bulutların geçişi gibi olması, Yüce Allah'ın fiilidir, O'nun yapmasıdır. Sanki burada: “Bu, Allah'ın yaptığı bir yapmadır” denir gibi bir ifade bulunmaktadır. Burada Yüce Allah'ın, ismine yer vermesi, daha önce, yer vermemesinden dolayıdır. “Şüphesiz O, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” Burada yaptıklarınız manasında olan (.......) kelimesini, Mekke okulu, Sehl dışında Basra okulu, Yahya dışında Ebû Bekir, (.......) harfiyle (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Bunlar dışında kalanlar ise, (.......) harfiyle (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Yani Allah, kullarının yaptıklarını bilir, hepsinden de haberdardır ve kullarını işledikleri amellerine göre ödüllendirir. Daha sonra Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: 89Her kim iyi amel getirirse, ona ondan daha hayırlısı vardır. Onlar o gün korkudan emindirler. “Her kim iyi amel getirirse,” Cumhûr’a göre bu iyi amel, “La ilahe İllallah “kelimesidir. Kim bu kelimeyi söylerse, “ona ondan daha hayırlısı vardır.” Yani söylediği o tevhid kelimesi sebebiyle ona bundan ötürü daha güzel ve daha iyi bir ödül verilecektir ki, bu da cennettir. Bu duruma göre âyette geçen (.......) kelimesi, daha faziletli manasına gelmez. Âyette geçen (.......) ise, (.......) kelimesinin sıfatı olması hasebiyle ref yerinde gelmiştir. “Onlar o gün korkudan emindirler.” Burada korku manasında olan (.......) kelimesini, Kufe okulu, tenvinli olarak (.......) diye okumuşlardır. Manası da çok büyük bir korkudan, dehşet saçsan bir korkudan manasına gelir ki, bu da cehennem ateşinden dolayı olan korkudur. Ya da az da olsa bu, herhangi bir korkudan manasına da gelebilir. Kufe okulu dışında kalanlar ise, aynı kelimeyi tenvinsiz olarak (.......) diye okumuşlardır. “O gün “manasına gelen (.......) kelimesini, Kufe ve Medine okulları mensupları, (.......) harfinin fethasıyla (.......) diye okunuşlardır. Bunlar dışında kalanlar ise, (.......) harfinin esresiyle, (.......) diye kırâat etmişlerdir.'Gün'den murat ise, kıyamet günüdür. Âyetin sonunda yer alan (.......) fiili, (.......) fiilinden alınmadır. Bu da her cer edatıyla ve hem kendi başına geçişli bir fiil olabilir. Nitekim şu âyet, buna örnektir: “Allah'ın azâbından emin mi oldular?” A'râf, 99. 90Kimler de kötü amel getirirse, yüzüstü ateşe atılırlar. (Onlara), “Ancak yaptıklarınızın karşılığını görüyorsunuz” (denir.) “Kimler de kötü amel -Allah'a ortak koşmayı, şirki- getirirse, yüzüstü ateşe atılırlar.” Atılmak manasında olan kelime, (.......) kelimesidir. Meselâ: (.......) denir ki bu, onu yüzükoyun veya yüz üstü attım, demektir. Yani onları başları üzerine cehennem ateşine atın, demektir. Ya da hepsi anlamında “yüzü” ifadesiyle dile getirildi. Çünkü baş ve boyun gövde mesabesindedir. Yani olduğu gibi ateşe atın demektir. Bu, onlar ateşe atılacağı sırada kendilerine söylenir. Onlara- “Ancak -dünyada- yaptıklarınızın -işlediğiniz şirkin ve ma'siyetlerin, günahların- karşılığını görüyorsunuz” -denir. 91De ki: “Ben, sadece bu beldenin Rabbine ibâdet etmekte emrolundum. Allah bu beldeyi saygı gösterilmesi gereken mukaddes bir yer kılmıştır. Her şey yalnız onundur. Ben, Müslümanlardan olmakla emrolundum.” De ki:- “Ben, sadece bu beldenin -Mekke'nin- Rabbine ibâdet etmekle emrolundum. Allah bu beldeyi saygı gösterilmesi gereken mukaddes -güvenli, dokunulmaz- bir yer kılmıştır. -Buraya sığınan kimse güvende olur. Oranın otu ve dikenleri koparılmaz. Oraya sığınanlara dokunulmaz. Avları ürkütülmez. Bu belde de dâhil- Her şey yalnız O'nundur. -Çünkü O dünyanın da âhiretin de mâliki ve sâhibidir-Ben, müslümanlardan olmakla -ona boyun eğmekle- emrolundum.” 92De ki: “Bir de Kur'ân okumakla (emrolundum). Kim hidâyet yolunu tutarsa ancak kendisi için hidâyet yolunu tutmuş olur.” Kim de saparsa de ki: “Ben, ancak uyarıcılardanım.” Burada okumak manasına gelen kelime, (.......) kelimesidir ki, bu kelime ya (.......) kelimesinden türemedir veya (.......) kelimesinden alınmadır. Bu ibâre, âdeta: “Rabbinden sana vahyedilene uy!” Ahzâb,2. âyetinde olduğu gibidir. Allah (celle celâlühü), burada, Resûlü Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem): “Ben ibâdetimi ve kulluğumu sadece Allah'a tahsis etmekle, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamakla emrolundum. Yoksa Kureyş'in yaptığı gibi değil.” demesini emrediyor. Ve “Aynı zamanda İslam dini üzere sebat eden Haniflerden olmakla, Kur'ân okumakla da emrolundum. “demesini de buyurdu. Çünkü helâl ve haramı öğrenmek ve onu hayatta uygulamak da Kur'ân'ı okumaya bağlıdır. İslam'ın gerektirdiklerini yapmak da buna bağlıdır. Diğer beldeleri sözkonusu etmeksizin sadece Mekke ismini Yüce Allah'ın ismine izafe ederek, sırf bu isimden söz etmesi, Mekke'nin Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) yanında farklı bir yerinin olması, onu çok sevmesi sebebiyledir. Çünkü Resulullah'a göre en değerli ve en büyük belde Mekke'dir. Nitekim bu beldeye (.......) işaret İsmiyle işaret etmesi de, buraya tazim ve saygı anlamında olan bir işarettir. Oraya yaklaşımım göstermektir. Bir de bu beldenin, Peygamberi Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) vatanı, doğduğu yer olması, kendisine vahyin ilk geldiği şehir olması hasebiyledir. Aynı şekilde bu beldeyi harem - dokunulmaz vasfıyla zikretmesi, bu vasfın sadece buraya has olması sebebiyledir. Her şeyi, Yüce Allah'ın Rububiyeti ve melekûtu altında değerlendirmesi de böyledir. Burada âdeta, tabi olan da aynı hükmün altına girmiş olmaktadır. “Kim hidâyet yolunu tutarsa - Yani bu hususta bana tabi olur, Allah'ın birliği ve tevhid inancı bakımından benim gösterdiğim gibi hareket ederse, Hanif olan dine girerse, vahiy olarak bana indirilenlere uyarsa- ancak kendisi için hidâyet yolunu tutmuş olur.” Çünkü doğru yola girmesi ve hidâyete ermesi sebebiyle elde edeceği menfaat, bana değil, o kimsenin kendisine dönecektir- “Kim de saparsa de ki: Ben, ancak uyarıcılardanım.” Yani her kim sapıtırsa, haktan saparsa ve bana uymazsa, artık benden vebal gitmiştir. Ben sadece bir uyarıcı elçiyimdir. “Kaldı ki, peygambere düşen görev, apaçık tebliğden ibârettir.” Nur, 54. 93De ki: “Hamd Allah'a mahsustur. O, âyetlerini size gösterecek ve siz de onları tanıyacaksınız. Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” Yüce Allah, elçisi Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem), Rabbinin kendisine bahşettiği peygamberlik nimeti sebebiyle O'na hamd etmesini emrediyor. Çünkü verilen peygamberlik nimeti, hiçbir nimetle asla eşdeğer değildir. Aynı zamanda Yüce Allah'ın düşmanlarına karşı, âhirette göstereceği ayetlerle de onları tehdit etmesini de emir buyuruyor. Çünkü Allah düşmanları âhirette göreceklerini gördüklerinde onlara kesin olarak inanacaklar ama bunun kendilerine bir yaran olmayacaktır. Bir tefsire göre de, bu ayetlerin ayın yarılması, bir dumanın çıkması, dünyada Yüce Allah'ın bir tokadı ve intikamı olarak başlarına gelenler gibi şeylerdir. Bütün bunlardan kendileri için bir ders çıkarmaları gerekirken, onlar hiç umursamamışlardır. “Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir. “ Burada “yaptıklarınızdan “manasında olan kelime, (.......) harfiyle (.......) kelimesidir ki bu kelimeyi Medine ve Şam okulları mensupları ile Hafs ve Ya'kûb (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Bunlar dışında kalanlar ise (.......) harfiyle (.......) diye okumuşlardır. Yani işledikleri her türlü amellerini Yüce Allah kesin olarak bilir. Allah onlardan habersiz değildir. Gaflet ve yanılma gibi şeyler Allah hakkında asla câiz olan şeyler değildir. |
﴾ 0 ﴿