KASAS SÛRESİ

Bu sûre Mekke'de nâzil olmuştur; 88 âyettir.

1

Tâ - Sîn - Mîm.

2

“Bunlar apaçık Kitab'ın ayetleridir.”

Âyette geçen ve “apaçık” manasına gelen (.......) kelimesi, (.......) ve (.......) kökünden gelmektedir ki her ikisi de aynı manaya gelir. Nitekim (.......) ve (.......) bu bakımdan aynı manaya gelirler ve dolayısıyla (.......) fiili, hem lazım (geçişsiz) ve hem müteaddi (geçişli) olabilmektedir. Buna göre mana, “hayrı ve bereketi açık ve net olan, ortada olan” demektir. Ya da “Helâl ve haramı apaçık ortada olan, vadi ve vaidi (tehdidi), ihlâs ve tevhidi de ortada olan, gizli kalmayan” demektir.

3

Îman eden bir kavim için Mûsa ile Fir'avun'un haberlerinden bir kısmım sana gerçek olarak anlatacağız.

“Îman eden bir kavim -ezeli bilgimiz gereği mü’min olacağını bildiklerimiz- için -çünkü bir şeyleri anlatmak ve açıklamak sadece mü’minlere yarar sağlar, inanmayanlara bir yarar getirmez - Mûsa ile Fir'avun'un haberlerinden bir kısmını sana gerçek olarak anlatacağız.”

Burada geçen “anlatacağız” manası verilen (.......) kelimesi aslında okuyacağız, sana okuyacağız, manasınadır ki bu zaten anlatacağız anlamını da içerir.

Yani Cebrâîl (aleyhisselâm) bizim emrimizle onu sana okuyup anlatacaktır. (.......) kelimesinin mefulü (tümleci), (.......) ibâresi olup Mûsa ile Fir'avun'un haberlerinden bir kısmını” demektir. (.......) de, hâldir ve “gerçek olarak” demektir.

4

Şüphe yok ki, Fir'avun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve oranın halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kâdirılarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı.

Âyetin başında yer alan “Şüphe yok ki Fir'avun.. “ibâresi, yeni bir cümledir. Sanki burada mücmel olanı, (tam anlatılmamış olanı) tefsîr eden, bir cümle konumundadır. Biri şöyle der gibidir:

- “O ikisi ile ilgili haber nasıldı?” O da:

- “Fir'avun, yeryüzünde'üstünlük taslamış'azgınlık ve taşkınlık göstermiş, zulüm ve haksızlık etmede haddini aşmış ya da büyüklük taslayarak kendini beğenmiş ve Allah'a karşı kulluğunu unutmuştu.”

“ve oranın halkını -dilediği gibi guruplara, fırkalara ve- sınıflara ayırmıştı.” Hepsi ona itâat ediyorlardı. Kimse korkusundan, ona karşı başırıı bile arkasına çeviremezdi. Bir başka tefsire göre de Fir'avun idaresi altında bulunanları değişik guruplara ve fırkalara ayırmış, bunlardan dilediklerine ikramda bulunmuş, dilediklerini de aşağılamıştı. Kıptiîere karşı saygılı ve fakat İsrâ'il oğullarına karşı ise onları aşağılayıcı bir tavır ve uygulama içerisindeydi.

“Onlardan bir kesimi -İsrâ'iloğuUarım- eziyor, oğullarını boğazlıyor, kâdirılarını ise -kendilerine hizmet etsinler diye- sağ bırakıyordu.”

Fir'avun'un, İsrâ'il oğullarının erkek çocuklarını öldürmesinin sebebi, kâhinin birinin ona söylediği bir tefsirdur. Kâhinin, Fir'avun'a söylediğine göre, İsrâ'iloğuîlarından bir çocuk dünyaya gelecek ve bu çocuk onun mülküne ve saltanatına son verecektir. Bu durum, Fir'avun'un ahmak bir adam olduğuna da bir delildir. Çünkü kâhinin söylediklerinin doğruluğunu kabul ediyorsa, bu takdirde çocukları öldürmekle, kendisi için sözkonusu olan tehlikenin önünü alanayacaktır er veya geç o çocuk eliyle saltanatı yok olacaktır. Eğer kâhin yalan söylüyorsa, o zaman da çocukları öldürmesinin bir manası yoktur.

Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin zamîrinden hâldir ya da (.......) kelimesinin sıfatıdır. Veya yeni bir cümledir. (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinden bedeldir.

“Şüphesiz o, -orada- bozgunculardandı.” Çünkü adam öldürmek zulüm ve haksızlıktır, bu da sadece bozgunculuk çıkaranların yapacağı bir iştir. Bu itibarla ister kâhini doğrulasın, ister yalanlasın, bunun bir başka anlamı da yoktur.

5

Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.

İşte bu, Allah'ın asları olanı yani en iyi olanı yaratma meselesi konusunda bizim lehimize olan bir delildir. Aynı zamanda bu cümle: “Şüphe yok ki, Fir'avun yeryüzünde -ülkesinde yani Mısır'da- büyüklük taslamış.” ibâresi üzerine ma'tûftur. Çünkü bu, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ile Fir'avun'a dair haberi tefsîr etme anlamında gelen benzer bir ibâredir, bir naziredir, ona karşılık olmak ve bir misillemede bulunmaktır.

Ya da bu, (.......) fiilinden hâldir.

Yani: “Fir'avun onları güçsüz ve savunmasız görüyordu. Biz de buna karşılık olarak onlara ikramda ve ihsanda bulunmak istedik. Allah'ın murat ettiği de mutlaka gerçekleşecektir.” Burada sanki İsrâ'il oğullarının güçsüzlüklerine karşılık, böylene bir ikram ile onlara taltifte bulunulmuştur.

“Onları önderler yapalım -İsrâ'il oğullarından Allah'a îman edenleri, tevhid inancını hayata hâkim kılmak isteyenleri biz, böyle hayır ve iyilikte lider ve önderler kıldık, onların örnek alınmasını diledik. Ya da hayra davet eden, velayet yetkisi kullarıacak olan kimseler, ya da krallar kıldık- ve onları varisler kılalım.”

Yani Fir'avun ve kavmine sahip, onlara âit olan her şeye varis kıldık.

6

Yeryüzünde onları kudret sâhibi kılalım ve onların eliyle Fir'avun'a, Hâmân'a ve ordularına, çekinegeldıkleri şeyleri gösterelim.

“Yeryüzünde -yani Mısır ve Şam toprakları üzerinde- onları kudret sâhibi kılalım.”

Âyette geçen ve kudret sâhibi kılmak manasında olan (.......) fiilinden alınmadır. Bu kelime; bir kimseye üzerine oturup yerleşebileceği veya yatıp uyuyabileceği bir yer hazırlanması veya yer edinmesi manasınadır. (.......) kelimesinin anlamları için Prof. M. Ali Sallabi'nin Fıkhu'n-Nasr ve't-Temkin isimli eserine bakınız.

Bu öylene bir yerleştirmedir ki, bundan böyle Fir'avun'un gücü ve sultası buralara kadar uzayamaz, onlar üzerinde bir uygulamaya geçemez. Emri, buralarda geçersizdir.

“Ve onların eliyle Fir'avun'a, Hâmân'a ve ordularına, çekinegeldikleri şeyleri gösterelim.” Gösterelim manasında olan (.......) kelimesinin, (.......) harfi ötreli olup, Fir'avun ve sonrasında gelen kelimeler ise mensûbturlar.

Aynı fiili (.......) şeklinde (.......) harfiyle değil de, (.......) harfiyle olcumak suretiyle, Fir'avun ve sonraki kelimeleri de mcrfu olarak okuyan kırâat imâmları Ali ve Hamza'dırlar. Buna göre mana şöyle olmaktadır:

“Kendilerinden doğacak olan bir çocuğun eliyle mülkünün ve saltanatının gideceğine inandıkları ve çekindikleri o olayı onlardan göreceklerdir.”

(.......) fiili, mensûb olan bir kelimeyi, tıpkı nun ile olan kırâatte olduğu gibi kendisinden önce geçen ve mensûb olan bir şeye atfetmek kabilindendir. Ya da yeni bir cümleymiş gibi merfû' olarak bu yeni cümle üzerine atfetmektir.

(.......) onların eliyle yani İsrâ'il oğullarının eliyle, demektir. Buradaki (.......) cer edatı, (.......) fiiline değil, (.......) fiiline mütealliktir. Çünkü sıla yani ilgi cümleciği, mevsul üzerine geçmez, ona takaddüm etmez.

Çekinme manasında olan (.......) kelimesi, zarardan sakınmak demektir.

7

Mûsa'nın annesine, “Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil'e) bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız” diye vahyettik.

Âyette geçen “emzir” manasında olan (.......) kelimesinin başında yer alan (.......) harfi, “Ey” anlamındadır kî bu, “yani” demektir. Ya da bu harf, mastar manasında olan bir edattır.

“başına bir şey gelmesinden -komşularının bebeğin sesini duyarak durumu ilgililere bildirebilecekleri ve bu yüzden de öldürülmesinden- korktuğun zaman onu denize -Mısır'daki Nil nehrine- bırak, -boğulmasından ve kaybolmasından da- korkma, -ayrıliğina da- üzülme. Çünkü biz onu -büyümesi ve yetişmesi için güzel bir şekilde, tatlı bir yüzle- sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız'diye vahyettik. “

Burada geçen “vahyettik” ifadesi ilham yoluyla bildirdik, ya da rüya yoluyla veya bir melek aracıliğiyla haber verdik, demektir. Nitekim Hazret-i Îsa'nın annesi, Hazret-i Meryem'e de tıpkı bu şekilde ilham edilmişti. Vahiy denilen bu ilham, aslında risâlet yani peygamberlik anlamında bir durum değildir. Çünkü kâdirılar peygamber olamazlar. Bu itibarla Hazret-i Mûsa'nın annesi de bir resul değildi, nitekim Hazret-i Meryem de böyledir.

Bu âyette iki emir, iki yasak, iki haber ve iki müjde yer almaktadır. Emirlerin ikisi, emzirme ile denize atma emridir. İki nehiy, (yasak) korkma ve üzülme yasağıdır. Söz konusu iki haberden biri Mûsa'nın annesine vahyettik” ve “korktuğu zaman” haberiydi. İki müjde ise: Mûsa'yı yeniden ailesine döndürmesi” ve onun peygamber kılınacağı” müjdeleriydi.

Korku (Havf) ile hüzün arasındaki fark şöyledir. Korku (Havf): Olabilecek bir fenalık sebebiyle duyuları tasa ve keder demektir. Hüzün: Meydana gelen bir olay yüzünden kişini düştüğü durum, tasa ve sıkıntı, demektir. Bu da, Hazret-i Mûsa'nın annesinin oğlundan ayrı kalması, onun sebebiyle sıkıntıya düşmesidir. Hazret-i Mûsa'nın annesi, bu her ikisinden de menediliyor. Ondan korkmaması ve üzülmemesi isteniyor. Çocuğunun yeniden kendisine döndürüleceğini ve onun peygamberlerden kılınacağını müjdeliyor.

Rivâyete göre Fir'avun Mûsa'yı bulup öldürmek için doksan bin çocuk öldürmüştür.

Yine rivâyete göre Hazret-i Mûsa'nın annesinin'doğum sancıları başlayınca, İsrâ'il oğulları kâdirılarından gebe olmalarını takip ve doğum olaylarını gerçekleştirmekle görevli kılınan ebelerden biri doğum olayını gerçekleştirmek üzere gelip doğumu gerçekleştirir. Derken çocuk dünyaya gelir gelmez iki kaşı arasından ebeyi korkutan bir nur yayılır ve bundan dolayı ebe, dünyaya gelen bebeğe karşı sevgi dolmaya başlar, onu Fir'avun'a haber vermek istemez. Ebe, Hazret-i Mûsa'nın annesine;

“Ben, senin doğan bu çocuğunu öldürmekle görevli kılınarak buraya gönderildim. Buraya asıl geliş amacım onu öldürmek ve durumu Fir'avun'a bildirmekti. Ancak hiçbir bebeğe karşı duymadığım ve hissetmediğim bir duygu ve sevgiyi senin bu bebeğine karşı duymaya başladım. Onu iyi koru. “diye uyardı.

Ebe, evden ayrılınca, Fir'avun'un casusları derhal eve geldiler. Hazret-i Mûsa'nın annesi hemen bebeği bir beze sarıp kızgın tandırın içine bırakıverdi. Gelen casusların korkusundan aklı başından gitmiştir; ne yaptığını bilmeden ve farkında olmadan bebeğini kızgın tandıra bırakmıştır. Gelenler çocuğu isterler ama onu bulamazlar. Umutlarını kesip evden ayrıları casuslardan sonra anne, çocuğu nereye bıraktığım bilemez, çünkü o esnada şaşkın bir hâldeydi. Derken anne, bebeğinin ağlama sesini duyar ve sesin tandırdan geldiğini görür. Hemen ona doğru koşar. Vardığında, Allah (celle celâlühü), ateşi gül gülistan kıldığını, soğuttuğunu görür.

Ancak Fir'avun yeni doğmuş olan bebeklerin peşini bırakmamada ısrarlı olunca, Yüce Allah, Hazret-i Mûsa'nın annesine, bebeğini denize (Nü nehrine) bırakmasını ilham etti. Bu olay, annesi, bebek olan Hazret-i Mûsa'yı üç ay emzirdikten sonra gerçekleşti.

8

Nihayet Fir'avun ailesi kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı. Şüphesiz Fir'avun, (veziri) Hâmân ve onların askerleri hata yapıyorlardı.

“Nihayet Fir'avun ailesi -sonunda- kendilerine düşman olacak olan bebeği yani Mûsa'yı aldı. Halbuki asıl amaçları, onun kendilerine düşman olmamasıydı, bu amaçla almışlardı - Bu söz, Zeccâc’ın da belirttiği gibi âdeta şu ifadeye benzer:

“Ölmeleri için bir anne çocuk doğurmaz, nitekim Hazret-i Mûsa'nın annesi de çocuğu ölsün diye doğurmadı. Fakat gidiş ona doğrudur.”

İşte buna dayanarak tefsîr bilginleri der ki: (.......) filinin başında yer alan (.......) harfi, “Akıbet” ve “Sayruret” manasında olan bir (.......) harfidir. Keşşaf Tefsiri'nin sâhibi olan Zemahşeri de diyor ki:

Bu (.......) harfi, “İçin” anlamında olan (.......) manasına gelir ki, bunun da manası ta'UT yani illet ve sebep için olup gerekçe demektir.

Meselâ: “Bana ikram edesin diye sana geldim” cümlesinde olduğu gibi. Dolayısıyla buradaki (.......) harfi ta'lil içindir ve gerekçe bildirir. Burada da, “.... edesin, için geldim” manasını verdiren işte cümledeki (.......) harfidir ve (.......) manasınadır. Ancak burada ta'lil manası mecâzî manada varit olmuştur. Çünkü Fir'avun ailesinin çocuğu almaları, öyle bir davet edilene, benzetildi ki, fâil yapacağı işi ve eylemi onun için yapar, ki bu da sözkonusu olan davetçidir.

Yani ikram olayıdır. Çünkü davet edilenin gelmesinin bir neticesi olarak da ikram gerçekleşmiş olmaktadır. Gelme olmasaydı, ikramdan da söz edilemezdi.

üzüntü “kelimesini, kırâat imâmlarından Ali ve Hamza, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Her iki kelime de Arap dilinde bu manaya kullanılmaktadır. Kelime âdeta (.......) ve (.......) kelimeleri gibidir. Çünkü bu ikisi de tıpkı diğer iki kelimeye benzerler. Araplar bu her iki kelimeyi de yokluk, yok olmak manasında kullanmaktadırlar.

“ve üzüntü kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı.” Zeccâc diyor ki: Fir'avun, aslında Fars ehlinden Istahr ailesindendi.

“Şüphesiz Fir'avun, -veziri- Hâmân ve onların askerleri hata yapıyorlardı.” Ebû Cafer, âyetin sonunda geçen ve “hata yapıyorlardı” manasında olan (.......) kelimesini (.......) olarak kırâat etmiştir. Mana olarak “günah işliyorlardı, suç işliyorlardı” demektir. Allah da onları, elleriyle büyüttükleri, düşmanları olacağı ve yok oluşları onların elinden olacağı cezâ ile Fir'avun ve hanedanını cezâlarıdırdı. Ya da: “Her konuda hatalıydılar ve hep suç işliyorlardı” demektir.

Hataları, kendi elleriyle büyüttükleri bir çocuğun onların arasından yeni bir icatla çıkmış olması manasında değildir. Cinayet işlemeleri ve hakkı inkâr etmeleri anlamındadır.

9

Fir'avun'un karısı şöyle dedi: “Bana da, sana da göz aydınliği (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz.” Halbuki onlar (olacak şeylerin) farkında değillerdi.

“Fir'avun'un karısı şöyle dedi: Bana da, sana da göz aydınliği (bir çocuk!)Rivâyete göre, Fir'avun'un adamları çocuğun içinde bulunduğu tabutu Nil'den çıkardıklarında, tabutun ağzını açmaya çalışırlar, fakat açamazlar. Bu defa kırmaya uğraşırlar, bunda da yorgun düşerler, kıramazlar. Derken bu sırada Fir'avun'un hanımı Asiye tabutun yanına yaklaşır ve tabutun içinde bir nurun parladığını görür. Kendisi hemen gidip tabutu açmaya çalışır ve tabutu açar. Bir de ne görsün tabutun içinde bir bebek, kaşlarının arası nurdan panldıyor. Bu defa onu sevmeye başlar. Fir'avun'un da abraş - alaca ten hastaliğina yakalanmış bir kızı vardı. O da bebeğin yüzüne bakınca, alacaları iyileşiverir.

Fir'avun'un kavminden azgın ve acımasız olanları: “İşte bu çocuk bizim sakındığımız ve sakıncalı gördüğümüz bebektir. Onu öldürmemiz için bize izin verin.” dediler ve hemen bebeği alıp öldürmek üzere harekete geçtiler. Bunun üzerine Fir'avun'un eşi Asiye, Fir'avun'a:

“İşte bana da, sana da göz aydınliği bir çocukl” diye söyledi. Ancak Fir'avun: “Senin için gözaydınliği olacak, benim için değil” diye karşılık verdi. Nitekim bir hadiste şöyle geçer:

“Eğer Fir'avun da tıpkı eşi Asiye'nin dediği gibi, senin için göz aydınliği olacağı gibi benim içinde olsun, demiş olsaydı, Yüce Allah Asiye'yi hidâyette kıldığı gibi, Fir'avun'u da hidâyette kılardı.” Hafız İbn Hacer diyor ki: “Bu, Nesai tarafindan rivâyet edilen uzunca bir hadisin bir parçasıdır.” Haşiyetu'l-Keşşaf, 3/381.

Bunun manası: “Eğer Fir'avun'un kalbi mühürlü olmasaydı, o da Asiye gibi düşünseydi, bu durumda Fir'avun da tıpkı eşi Asiye'nin dediğini derdi ve onun Müslüman olması gibi o da Müslüman olurdu.”

(.......) kelimesi, mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yani, (.......) demektir ki, “O gözaydiriliğidir” manasınadır. (.......) (sana ve bana) ibâresi de (.......) kelimesinin sıfatlarıdır.

Asiye, çocuğu öldürmek isteyen azgınlara, âdeta kralların hitap edasıyla hitapta bulundu. “Sakın onu öldürmeyin!” Ya da azılılara seslendi, onu öldürmeyin, dedi. “Belki bize faydası dokunur” un manası onun yüzünde bereket emareleri ve fayda sağlayacak deliller görülüyor. Çünkü tabutu açtığında, onun kaşları arasında parlayan nuru ve alaca tenli kızın iyileşmesini görmesi sebebiyle söylemişti, “ya da onu evlat ediniriz.” Kendimize oğul ediniriz demişti. Çünkü böyle bir çocuk krallara evlat olmaya layık bir çocuktur. “Halbuki onlar olacak şeylerin farkında değillerdi.” İfadesi hâl cümlesidir. Zu hâl (hâl sâhibi) ise Fir'avun ailesidir. Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır:

“Nihayet Fir'avun ailesi kendilerine düşman ve üzüntü kaynağı olacak olan o çocuğu bulup aldı.” Kasas,8.

Evet, Fir'avun'un hanımı böyle söylemişti. “Halbuki ki onlar olacak şeylerin farkında değillerdi.” O bebeği almakla büyük bir hata yaptıklarının, büyük bir yanlışın içinde olduklarının farkında değillerdi. Çünkü ondan bir fayda beklentisi içinde idiler ve onu kendilerine oğul edinmek istiyorlardı.

(.......) diye başlayan âyet -ki bu surenin 4. ayetidir- ara cümlesi olup ma'tûf ile ma'tûfun aleyh arasında yer almıştır ve onların hata etmelerinin manasım daha da güçlendirmektedir. Meani ve Beyan ilimlerinden anlayanlar için bu ifade ne kadar can alıcı güzel bir ifadedir.

10

Mûsa'nın anasının kalbi bomboş kaldı. Eğer biz (çocuğu ile ilgili sözümüze) inancını koruması için kalbine güç vermeseydik, neredeyse bunu açıklayacaktı.

Mûsa'nın anasının kalbi bomboş kaldı. -

Yani çocuğunun Fir'avun'un eline düştüğünü öğrenince büyük bir dehşete düştü ve âdeta aklını kaçırmış gibi oldu, ne yapacağım bilemez durumdaydı - Eğer biz -çocuğu ile ilgili sözümüze olan- inancını koruması için kalbine güç vermeseydik, neredeyse bunu açıklayacaktı.” ortaya koyacaktı.

(.......) kelimesindeki zamîr, Mûsa'ya râcidir. Bundan kasıt, Mûsa ile ilgili durumu, onun kıssasını, onun kendisinin çocuğu olduğunu söyleyecekti.

Söylendiğine göre, Nil'deki dalgaların tabutla âdeta oynadığını, bir o yana bir bu yana savurduğunu görünce, neredeyse şöyle bağıracaktı: “Eyvah oğlum gitti!”

Yine söylenenlere göre, Hazret-i Mûsa'nın annesi, oğlunun Fir'avun'un eline düştüğünü öğrendiğinde, şefkat ve merhamet duygusundan ötürü, “Eyvah, oğlumu öldürecekler!” diye bağıracaktı.

(.......) âyetinde yer alan (.......) harfi, aslında şeddeli hâli olan (.......) iken, şedde kaldırılarak, (.......) diye gelmiştir, tahfif edilmiştir.

Yani ibâre: (.......) demektir. Kalbi raptetmek ya da bağlamak demek, sabır ilham etmek suretiyle güç kazandırmak, onu takviye etmek, demektir. Bunu da: “İnancım koruması için “, vadimizi ve sözümüzü tasdik edip doğrulaması için yaptık. Çünkü biz ona: “Biz onu sana geri çevireceğiz “demiş olduğumuz vadimiz gereği bunu yaptık.

(.......) kelimesinin cevabı ise mahzûftur ve o da “kesin olarak onu açığa vuracaktı” ifadesidir.

Ya da mana şöyledir: “Hazret-i Mûsa'nın annesi, oğlunun Fir'avun tarafından alındığım ve onu kendisine evlat edindiğini öğrenince artık hiçbir tasa ve endişesi kalmamıştı. Bundan dolayı neredeyse sevincinden, çocuğun kendisine âit olduğunu söyleyiverecekti. Çünkü sevincinden ve duyduklarından ötürü yaşadığı mutluluktan âdeta kendinden geçmişti. Eğer gerçekten biz onun kalbine sükûnet ve huzur vermeseydik, sıkıntısını gidermeseydik, yaşadığı aşırı sevinç yüzünden ne yaptığının farkında olmadan çocuğunu açığa verecekti. Biz kalbine öyle bir güç kazandırdık ki, böylece annesini, Allah'ın vadine güvenen ve buna kesin inananlardan olsun istedik. Yoksa Fir'avun'un onu evlat edinmesi onun için bir güven değildi.”

Yûsuf b. Hüseyin diyor ki: Mûsa'nın annesine iki emir verildi ve kendisine iki de yasak getirildi. İki de müjde verildi. Mûsa'nın annesi bütün bu konularda Allah'a güvenip dayanmadıkça, onu veli edinmedikçe, bunlar ona herhangi bir yarar sağlamadı, ne zamanki kalbini tümüyle Allah'a verince, Allah da onu koruması altına aldı ve onun kalbine takviye verdi, ona dayanma, gücü verdi.”

11

Annesi, Mûsa'nın kız kardeşine, “Onu takip et” dedi. O da Mûsa'yı, onlar farkına varmadan uzaktan gözledi.

“Annesi, Mûsa'nın kız kardeşine, -Mûsa'nın kız kardeşi Meryem'e- Onu takip et, -izle, onunla ilgili haber getir- dedi. O da Mûsa'yı, onlar -onun Mûsa'nın kız kardeşi olduğunun- farkına varmadan uzaktan gözledi.

Âyette geçen (.......) ibâresi, (.......) manasına olup bu da uzaktan takip et, uzaktan gözetle, izle demektir. Aynı zamanda (.......) ibâresi (.......) zamîrinden de hâldir. Ya da (.......) kelimesinde muzmer olan kelimeden hâldir.

12

Biz, daha önce onun, sütanalarınm sütünü haram kıldık. Kız kardeşi, dedi ki: “Size onun bakımını, sizin adınıza üstlenecek ve ona içtenlik ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi?”

Bu, “Kız kardeşi izini takip ederek oraya varmadan önce veya bebeği annesine geri çevirmemizden önce onun, süt analarının sütünü haram kıldık.” demektir.

Burada geçen “haram kılma” ifadesi, emmemesini sağlamak manasınadır. Yoksa şer'i manada kesin haramlık ve yasak manasında bir haramlık demek değildir.

Yani biz o bebeğe, annesi dışında başka yabancı kâdirıların memesini emmesini engellemek suretiyle, sadece annesinin memesini emmesini sağladık. Bebek Mûsa, başka kâdirıların memelerini emmeyince, bu durum, onları daha da bir zorladı, ona uygun bir sütanne arama çabasına düştüler.

Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da emziren kadın, sütanne demektir.” Ya da kelime (.......) kelimesinin çoğulu olup bu da emilen yer yani meme demektir ya da emzirme manasınadır.

Hazret-i Mûsa'nın kız kardeşi de, Fir'avun'un evine çağırıları sütanneler arasında, bir sütanne rolünde girmişti. Baktı ki kardeşi, hiçbir kadının memesini kabul etmemekte ve almamaktadır. “Size onun -Mûsa'nın- bakımım, sizin adınıza üstlenecek ve ona içtenlikle ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi? “

Âyette geçen ve: “Ona içtenlikle ve şefkatle davranacak” manasında alınan (.......) ibâresinde yer alan nasihat kelimesi yani

(.......) şu manaya gelmektedir: “Yapacağı işi fesattan, kötülükten uzak ve samimi bir şekilde ihlâs ile yerine getiren “demektir.

Rivâyete göre Mûsa'nın kız kardeşi onlara: “ve ona içtenlik ve şefkatle davranacak” diye konuşunca, Fir'avun'un veziri olan Haman: “Bu kadın, bebeği ve bebeğin ailesini tanıyor. Onu hemen yakalayın ve çocuk kimin nesidir, ondan öğrenin. “der.

Mûsa'nın kız kardeşi de: “Siz, krala yol göstermeye gayret ederken, ben de böylece bir yardımım dokunsun istedim.” der. Mûsa'nın kız kardeşi hemen annesine gider ve onu alıp Fir'avun'un sarayına getirir. Bu sırada bebek Mûsa, Fir'avun'un kucağmdadır. Ona olan şefkati sebebiyle onu susturmaya çalışıyordu ama bebek ağlıyordu, meme istiyordu. Ancak bebek annesinin kokusunu alınca sakinleşti ve hemen onun memesini emmeye başladı.

Fir'avun bu durum karşısında, Hazret-i Mûsa'nın annesine döner ve: “Sen onun nesi olursun? Çünkü bu bebek, sana gelinceye kadar, hiçbir kadının memesini ağzına almadı, sadece senin memeni emmeye başladı. “der.

Mûsa'nın annesi de: “Ben hoş kokulu bir kadınım, tüm bebekler benden hoşlanırlar, sütüm de bebeklere iyi gelir. Ben ne zaman ve nerde bir bebek emzirmeye kalkışsam, hiç zorlanmadan hemen mememi kabul eder.” der.

Bunun üzerine Fir'avun, bebeği ona teslim eder ve bakımını üstlenmesini de ondan ister. O da bebeği alıp evine götürür. Yüce Allah böylece vadini yerine getirmiş oluyordu. Çünkü çocuğunu ona geri göndereceği vadini vermişti. Artık bebek annesinin yanında kalıyordu. Nihâyetinde meselenin bu boyutunu gören anne, artık kesin olarak çocuğunu bir peygamber olacağı bilgisine sahip oluyordu. Zaten bu da şimdi gelecek olan âyette değinilen husustur.

13

Böylece biz, anasının gözü aydın olsun ve üzülmesin, Allah'ın vaadinin hak olduğunu bilsin diye onu anasına geri döndürdük. Fakat onların pek çoğu bunu bilmezler.

“Böylece biz, anasının gözü aydın olsun ve -onun ayrıliği yüzünden- üzülmesin, Allah'ın vaadinin hak olduğunu -yani daha önce bir haber olarak bildiği gerçeğin bu defa bizzat görerek ve müşahede ederek- bilsin diye onu anasına geri döndürdük.” -Onunla kalmasını sağladık.

Âyette yer alan (.......) fiili, (.......) fiili üzerine atfedilmiştir.

Bu arada, Hazret-i Mûsa'nın annesinin Fir'avun ailesinden her gün için almış olduğu ücret de ona helâl kılınmıştı. Nitekim Süddi de böyle söylemiştir. Çünkü alınan mal, harbi olan yani düşman olan birinden alındığı için ona bu, helâl kılınmıştı. Yoksa bebeğini emzirmeye karşılık olarak değildir.

“Fakat onların pek çoğu bunu bilmezler.” Sadece işin mahiyetini Mûsa'nın annesi biliyordu.

Yani: Allah’ın vadinin hak ve gerçek olduğunu bilesin diye, çünkü onların pek çoğu bunun hak olduğunu bilmezler, aksi takdirde şüpheye düşerlerdi “

Yani Mûsa (aleyhisselâm) ile ilgili haberi öğrenen anne, bu olay üzerine korku ve heyecana kapılınca, onun bu ifrat derecesine varan hâli bir tür tariz tarzında verildi.

14

Mûsa, olgunluk çağına ulaşıp gelişimini tamamlayınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. Biz, iyilik edenleri böyle mükâfatlarıdırırız.

Mûsa, olgunluk çağına ulaşıp gelişimini tamamlayınca, güçlü kuvvetli, aklı başında, olgun biri olunca- biz ona hikmet -peygamberlik- ve ilim -derin ve köklü bilgi, dünya ve âhiret maslahatlarıyla ilgili bilgi- verdik.”

Âyetin başında yer alan (.......) kelimesi; nasıl ki, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğulu ise, bu da, (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) kelimesi de, gelişimini tamamlamak, itidal haline gelmek, sağlam karakterli olmak, demektir. Bu da 40 yaş dolayıdır. Rivâyete göre Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), kırk yaşının başlarında peygamber olmuştur.

“Biz, iyilik edenleri böyle mükâfatlarıdırırız,”

Yani Mûsa ve annesine nasıl iyilikte bulunmuşsak, mü’minlere de öyle iyilikte bulunuruz.

Zeccâc diyor ki: Yüce Allah, ilim ve hikmeti, ihsana karşılık bir ödül olarak vermektedir. Çünkü ilim ve hikmet, her ikisi de kişiyi cennete götürür. Zira cennet, ihsanda bulunanların ödülüdür. Hakîm ve bilgin olan bir kimse, ilminin gereğini yerine getiren, ilmiyle amel eden kimsedir.” Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Karşılığında canlarını satıp verdikleri şey, ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!” Bakara, 102.

İlimle amel etmedikleri için onları câhil olarak bildirmiştir.

15

Mûsa, halkın habersiz olduğu bir sırada şehre girdi. Orada biri kendi tarafından, diğeri düşmanı tarafından; kavga eden iki adam gördü. Kendi tarafından olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsa da ona bir yumruk indirip onu öldürdü. Mûsa dedi ki: “Bu şeytanın işidir. O, gerçekten apaçık bir saptırıcı düşmandır.”

Mûsa, halkın habersiz olduğu bir sırada şehre -Mısır'a- girdi.” Cümle failden hâldir.

Yani gizli bir şekilde akşam ile yatsı arasında Mısır'a girdi veya gün ortasında herkes kaylule (kuşluk) uykusuna yattığı bir sırada geldi.

Söylenenlere göre, Mûsa, delikanlılık çağma geldiğinde, akılca da olgun biriydi. Halka hakkı ve gerçeği anlatıyor, yanlış yapanlara doğru yolda olmadıklarını hatırlatıyordu. Bunun üzerine onlar Mûsa'yı korkutmaya başladılar. Bu nedenle herkesin gözü önünde şehre, halkın arasına giremiyordu. Ancak herkesin dinlemeye çekildiği, uykuya yattığı bir sırada, çarşı - pazar ıssızken giriyordu.

İşte böyle ıssız bir durumda çarşıya indiğinde “Orada biri kendi tarafından, “-

Yani İsrâ'il oğullarından ve kendi inancında olan ki bunun da Samiri olduğu söylenir - diğeri düşmanı tarafından; -yani muhalifleri olan Kıptilerden biri ki bunun da Fatun adında bir Kıpti olduğundan söz edilir— kavga eden ilci adam gördü. “

Burada görüleceği gibi her ikisi için de (.......) ve (.......) işaret isimleri geçmektedir. Gerçi her ikisini de gaip kipiyle hikâye yani aktarım yoluyla aktarılmıştır.

Yani dışarıdan onlara bakanlar görürler ki şu adam Mûsa'nın taraftarlarından yani İsrâ'il oğullarından, bu adam da Mûsa'nın düşmanının toplumundandır.

“Kendi tarafından olan, düşmanına karşı ondan yardım istedi. Mûsa da ona bir tokat attı ve adam öldü.” -

Yani ya yumruk indirdi veya parmaklarıyla bir tokat attı ve adam da öldü - Mûsa dedi ki: Bu şeytanın işidir. “

Yani bu meydana gelen öldürme olayı, benden kastımı aşan bir durumdur, ben öyle olsun istememiştim.

Dikkat edilirse kâfirin öldürülmesi, “şeytanın işi” olarak ifade edildi. Bunu da, kendi nefsine, kendisine yazık etmiş olmak diye niteledi. Bundan ötürü de Allah'tan mağfiret diledi. Çünkü kendisi onlar arasında emanla kalıyordu, onların verdiği güvence altında bulunuyordu. Bu itibarla harbi yani kendileriyle düşmanlık hâli devam eden bir kâfiri öldürmesi helâl ve uygun düşmezdi. Ya da bunun manası şu demektir:

Mûsa, o şahsın öldürülmesine bir izin sözkonusu değilken kalkıp onu öldürdü.” İbn Curayc'den rivâyete göre demiştir ki:

“Hiçbir peygambere, bir başkasını öldürme emri olmadan, birini öldürme hakkı yoktur.”

“O, gerçekten apaçık bir saptırıcı düşmandır. “Düşmanliği açıkça ortadadır.

16

Mûsa, dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. Beni affet.” Allah da onu affetti. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

Mûsa, dedi ki: “Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmettim. -Sonucu ölümle biten bir yanlış yaptım.- Beni affet.” -Kusurumu ve yanılgımı bağışla - Allah da onu-n hatasını, kusur ve yanılgısını- affetti. Şüphesiz O, -Allah, hata, kusur ve yanlışları silmekle- çok bağışlayandır, -utanç bir duruma düşürmekten ve yüzünü kara çıkarmaktan korumakla da- çok merhamet edendir.

17

Dedi ki: “Rabbim! Bana verdiğin nimetle asla suçlulara arka çıkmayacağım.”

bana verdiğin nimetle “manasına olup, cevabı mahzûftur ve cevabın takdiri de şöyledir:

-Tevbe etmem konusunda beni mağfiret buyurman için bana verdiğin nimet adına yemin ederim ki ben,- asla suçlulara -kâfirlere- arka çıkmayacağım, -yardımcı olmayacağım.

Ya da bu ifade bir yakarış ve merhamet dilemedir. Sanki burada Mûsa şöyle der gibidir: “Rabbim! Bana inam ve ikramda bulunduğun mağfiret nimeti adına beni koru ki bundan böyle, eğer sen beni korursan ben, kâfirlere yardımcı olmayacağım.”

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) burada, “mücrimlere, suçlulara ve kâfirlere yardımcı olmak” ifadesiyle, Fir'avun'un sohbetinde ve onun meclisinde bulunmamayı, onların yanında yer almamayı, onların gücünü artırmamayı murat etmiştir. Çünkü O, âdeta baba ile oğul gibi hareket ederek, onun ayağını bastığı yere kendisinin başınası gibi bir şeyi asla yapmayacağını söylüyordu.

18

Korkarak, etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen yine feryat ederek ondan yardım istiyordu. Mûsa da ona şöyle dedi: “Belli ki sen azgın bir kimsesin.”

Yanlışlıkla Kıptiyi öldürmesi sebebiyle, kendisinin de öldürüleceği endişesini taşıyarak ve- “Korkarak, etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı.”

Âyette geçen ve “gözetleme” manasında olan (.......) kelimesi, nahiv yönünden hâldir.

Yani hiç de hoş olmayacak olan bir şeyin olabileceğinden endişe ederek, ya da kısas edilmekten, ihbar edilmekten ya da hakkında söylenenlerden çekinerek, gibi endişeler yüzünden, demektir. İbn Ata da diyor ki: Kendi canından “korkarak, endişe ederek” Rabbinin yardımını “gözeterek” demektir.

Bu, bazı kimselerin dediği ve zannettiği gibi Allah'tan başkasından korkmanın, dinen bir vebalinin bulunmadığına da delildir. Çünkü kimileri, Allah'tan başkasından korkmak câiz olmaz görüşündeler. Burada bunun doğru olmadığı görülmektedir.

“Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen yine feryat ederek ondan yardım istiyordu.”

Yani dün, Mûsa'nın kendisini kurtardığı ve yardım istediği İsrâ'illi, bu gün yine ikinci defa bir başka Kıptiye karşı kendisinden yardım istemektedir.

Âyette yer alan (.......) ifadesindeki (.......) kelimesi, müfacie içindir, yani “ansızın “manasına gelir. Bu ifadeden sonrası ise, mübtedadır.

Mûsa da ona -İsrâ'illi'ye- şöyle dedi: Belli ki sen azgın bir kimsesin. “Sen doğru yolu şaşırmış, açıkça azgın bir adamsın. Çünkü sen dün bir adamla kavga ettin, ben de senin yüzünden onu öldürdüm.

Tedbirinde Reşit Olmak: Kişinin kendisini ya da kendisinden yardım isteyen kimseyi sonunda belanın içine düşürecek bir yanlışa düşmemesi demektir.

19

Mûsa, ikisinin de düşmanı olan adamı yakalanak isteyince adam şöyle dedi: “Ey Mûsa! Dün birini öldürdüğün gibi, beni de öldürmek mi istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun, arabuluculardan olmak istemiyorsun.”

Mûsa, ikisinin de -yani hem kendisinin ve hem de İsrâ'illinin- düşmanı olan adamı yakalanak isteyince -Çünkü adam, Mûsa ile İsrâ'illi'nin dini inancına sahip olan biri değildi. Kaldı ki, Kiptiler İsrâ'il oğullarının düşmanıydılar - Adam -Hazret-i Mûsa'nın kendisine - Belli ki sen azgın bir kimsesin -sözünden rahatsızlık duyarak ve bundan hareketle İsrâ'illi, Mûsa'nın, Kıptiyi değil de kendisini yakalayıp gereken dersi vermesinden endişeye kapıldı ve Mûsa'ya- şöyle dedi: “Ey Mûsa! Dün birini -Kıptiyi- öldürdüğün gibi, beni de öldürmek mi istiyorsun. -Eğer sen, -istediğini yapmak istiyorsan, o takdirde- Sen, ancak yeryüzünde -Mısır toprakları üzerinde öfkeyle adam öldüren- bir zorba olmak istiyorsun, -sen, öfkeni yenen- arabuluculardan olmak istemiyorsun.” Çünkü dün öldürdüğü Kıpti olayını şehirde herkes duymuştu. Zira olay her tarafa yayılmıştı. Fakat öldüren gizli kalmıştı, bilen yoktu. Ancak İsrâ'illi, Hazret-i Mûsa aleyhinde olarak bu durumu açıklayınca, orada bulunan Kıpti durumu öğrendi ve kâtilin Mûsa olduğu ortaya çıkmış oldu. Hemen durumu Fir'avun'a haber verdiler. Onlar da Hazret-i Mûsa'yı öldürmek üzere harekete geçtiler.

20

Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve dedi ki; “Ey Mûsa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında senin durumunu görüşüyorlar. Şehirden hemen çık. Şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim.”

“Şehrin öbür ucundan -Fir'avun ailesinden inanmış olanbir adam -(bu adam, Fir'avun'un amcaoğluydu.) koşarak...” Bu, (.......) kelimesinin manasıdır ve bu kelime (.......) yani “adam” kelimesinin sıfatıdır ya da adam kelimesinden hâldir. Çünkü bu, “şehrin öbür ucundan” manasına gelen, (.......) ibâresinden sıfattır.

“... geldi ve dedi ki: Ey Mûsa! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında senin durumunu görüşüyorlar.”

Yani ileri gelenler, aralarında seni öldürmeleri için birbirlerine emir verip duruyorlar. Ya da senin için bir araya gelmişler, istişarede bulunuyorlar.

Vtimar: Müşaverede bulunmak, danışmalarda bulunmak manasınadır. Meselâ Arapça da: (.......) ve (.......) denilince, bu, iki adam da birbirlerine bir şeyler emredip duruyorlar, karşılıklı olarak birbirleriyle danışmalarda bulunuyorlar ya da biri diğerine bir konu hakkında akıl veriyor gibi manalara gelir.

“Şehirden hemen çık. Şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim.”

Âyette geçen (.......) beyan içindir yani açıklama manasınadır. Yoksa sıla yani ilgi cümleciği değildir. Çünkü sıla mevsulden önce gelmez. Sanki burada: “Şüphesiz ben öğüt verenlerdenim” der gibi bir mana içermektedir. Sonra da açıklama mahiyetinde: “senin için” demeyi ister gibidir. Bu âdeta “suyu senin için getirdim” ve “Sana hoş geldin diyorum “ifadesine benzer bir ifade gibidir.

21

Mûsa, korku içinde etrafı gözetleyerek şehirden çıktı ve şöyle yakardı: “Ey Rabbim! Beni bu zâlim kavimden kurtar.”

Mûsa, korku içinde etrafı gözetleyerek -birilerini karşısına çıkmasından veya kendisini öldürmek üzere gelip yakalanalarından endişe ederek- şehirden çıktı ve şöyle yakardı: “Ey Rabbim! Beni bu zâlim kavimden,-Fir'avun'un kavminden- kurtar.”

22

(Mûsa Şehirden çıkıp) Medyen'e doğru yöneldiğinde dedi kî: “Umarım Rabbim beni doğru yola iletir.”

“Medyen” Hazret-i Şuayb'ın bulunduğu şehirdir. Hazret-i İbrâhîm'in oğlu Medyen'in ismini almıştır. Burası Fir'avun'un egemenliğinde değildi. Burası ile Mısır arası, o günün şartları içerisinde sekiz günlük bir yol idi. Abdullah b. Abbâs (rma) diyor ki:

Mûsa (aleyhisselâm) yola çıktı ama nereye ve hangi yöne gideceğini bilemiyordu. Ancak Rabbine karşı olan hüsnü zannı ve güveni ile yola çıktı. “

“doğru yöneldiğinde...” yönelme manasına gelen (.......) kelimesi, bir şey üzerinde düşmek, bir şeye yönelip gitmek manasınadır.

Mûsa- “dedi ki;'Umarım Rabbim beni doğru yola iletir... “orta bir yola, gidişin sonunda güzel sonuç getirecek bir yola iletir. Derken yanına bir melek gelir ve birlikte Medyen şehrine giderler, yani melek ona bir bakıma yol gösterir.

23

Mûsa, Medyen suyuna ulaşırıca, suyun başında (hayvanlarını) sulamakta olan bazı insanlar gördü. Bunların yanında da koyunlarını suya salmamak için uğraşan iki kız gördü. Mûsa onlara dedi ki: “(Koyunlarınızı burada tutmaktaki) maksadınız ne?” Onlarda şöyle dediler: “Çobanlar sulayıp çekilinceye kadar biz koyunlarınıızı sulayamayız. Babamız ise çok yaşlı bir adamdır.”

Mûsa, Medyen suyuna -sularını sağladıkları suyun, kuyunun başına varıp- ulaşırıca, suyun -kuyunun- başında -hayvanlarını- sulamakta olan bazı insanlar -birçok değişik kimseler- gördü. -Bu arada Mûsa- Bunların yanında da -koyunlarını ve hayvanlarını sulamakta olanların aşağısında kalan bir yerde- koyunlarını suya salmamak için uğraşan iki kız gördü.” Çünkü suyun başında hayvanlarını sulamakta olanlar, bu kızlardan daha güçlü ve kuvvetli kimselerdi. Bu bakımdan onlar arasına girip koyunlarını sulama imkânını bulamıyorlardı. Ya da kendi koyunlarının onların koyunlarıyla karışmamasını istiyorlardı.

Âyette geçen (.......) kelimesi, uzaklaştırmak, kovmak ve defetmek gibi manalara gelir.

Mûsa onlara -kızlara- dedi ki:. -Koyunlarınızı burada tutmaktaki- maksadınız ne? -Koyunlarınız, suyun başına gitmekten uzaklaştırmadaki amacınız nedir, diye sorması üzerine- Onlar da şöyle dediler: Çobanlar -hayvanlarını- sulayıp çekilinceye kadar biz koyunlarınıızı sulayamayız.'“

Âyette geçen (.......) kelimesini, Şam okulu mensupları, Yezid ve Ebû Amr (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Bu da, geri dönmek manasına gelir. Yine âyette yer alan ve “çobanlar” manasında olan (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Tıpkı (.......) ve (.......) kelimeleri gibidir.

“Babamız ise çok yaşlı bir adamdır.” O haliyle koyunları sulayabilme gücüne sahip değildir. Ya da yaşının çok ilerlemiş olması sebebiyle koyunları güdebilecek güce sahip değildir. Kızlar böylece neden kendi başlarına koyunlarını sulamak zorunda kaldıklarını Hazret-i Mûsa'ya açıkladılar.

24

Bunun üzerine Mûsa onların koyunlarını suladı. Sonra gölgeye çekilip dedi ki: “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım.”

“Bunun üzerine Mûsa onların koyunlarını suladı.” Çünkü Hazret-i Mûsa iyilik yapmayı severdi, bunun için üzerine düşeni yaptı. Kaldı ki o, kendisinden yardım isteyenin yardımına koşan biridir. Rivâyete göre Mûsa (aleyhisselâm), kuyunun başında bulunan toplumu oradan uzaklaştırdı ve onlardan bir kova istedi. Onlar da kendi kovalarını ona verdiler ve: “Al bununla kuyudan su çek” dediler. Halbuki o kovayı, ancak 40 kişi kuyudan çekebilirdi. Mûsa da kovayı aldı ve o kova ile kuyudan çektiği suyu havuza boşaltarak koyunları suladı ve artması, bereketli olması için de dua etti.

Dikkat edilirse âyette geçen (.......), (.......) ve (.......) fiillerinin mefullerine yer verilmemiştir. Çünkü burada gaye mefûl (tümleç) değil, fiildir. Görmez misin ki Mûsa (aleyhisselâm) kızlara acıyor? Çünkü onların her ikisi de koyunlarını uzaklaştırmakla ilgileniyorlardı. Diğer çobanlar ise, hayvanlarını sulamakla meşgul idiler ve onlar kızlara merhamet etmiyorlardı. Kızların sudan uzak tutmak istedikleri koyundu, çobanların suladıkları hayvanlar ise deve idiler.

Nitekim (.......) ve (.......) fiillerinde de durum böyledir. Çünkü gaye suyu çekmektir, yoksa sularıan hayvanlar değildir. Burada işin mutabakat yönü, her iki kızın, Mûsa'nın sorusuna verdikleri cevaptır. Zira, Mûsa, kızlara, koyunlarını ne diye sudan menettiklerini, oradan uzak tutmak istediklerini sorunca, onlar da bunun sebebini şöyle açıkladılar:

“Biz, iki örtülü ve zayıf, güçsüz kızız. Kalabalık erkekler arasında biz sulama işini başaramayız. Erkeklerle iç içe olmaktan da haya ederiz. Bu nedenle mutlaka, orası boşalarıa kadar, bizim burada bekleyip koyunlarınıızı sulama işini ertelememiz gerekir.”

Hazret-i Şuayb’ın (aleyhisselâm), kızlarına hayvanları sulamaları için izin vermesi, rıza göstermesi, meselesine gelince işin aslında bu sakıncalı bir şey değildi. Din buna karışmaz. Fakat insanlık açısından ise, halk bu konuda farklı görüşlere sahiptirler. Bu konuda Arapların düşünce ve gelenek yapısı, Arap olmayanlarınkinden farklıdır. Bedevilerin bu konudaki anlayışları ile yerleşik durumda olan şehir halkının durum ve anlayışlarında birbirinden farklıdır. Özellikle de bir zaruret ve zorunluluk varsa, durum daha da farklılık gösterir.

Mûsa daha “Sonra -da bir ağaç altında- gölgeye çekilip...” Bu, dünyada tamamen el etek çekmekten yana olan ve bunu savunanların aksine dünyada istirahata çekilip dinlemenin câiz olduğuna delildir.

Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) iyice bunalınca, bu defa sızlanmaya başladı. Çünkü bizler Mevla'ya şikâyetimiz, sızlanmamızı anlatmayız. Mûsa sızlarıarak “dedi ki: “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra -göndereceğin şey ne olursa olsun, ister az, ister çok, ister basit, ister önemli olsun, ben hepsine- muhtacım.”

Âyette “muhtaç “manasına gelen (.......) kelimesi, (.......) harfiyle geçişli kılınmıştır. Çünkü kelime, “İstiyorum, ariyorum, talep ediyorum” manalarını içermektedir. Söylenenlere göre, Hazret-i Mûsa, yedi gün bir şey yemeden yol almıştır. Neredeyse açlık yüzünden midesi sırtına yapışmış duruma gelmişti.

İhtimaldir ki, Hazret-i Mûsa şöyle de demiş olabilir: “Senin dünya ve âhiret hayatı bakımından bana indirdiğin hayır ve bereket sebebiyle, ben, dünyalık açısından sana muhtacım, fakir ve yoksulum.” Çünkü Yüce Allah, onu, kurtarmıştı. Halbuki daha önce Fir'avun'un sarayında iken varlık ve servet içerisinde bulunuyordu. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) böyle derken, yüce ve üstün adalete rıza göstererek, bundan mutluluk duyarak ve ona şükrederek söylemekteydi.

İbn Ata -diyor ki: “Hazret-i Mûsa, ubudiyetten, Rububiyete bakıyordu ve böylece muhtaç olanların diliyle konuşuyordu. Çünkü bu sırra mebni olarak birtakım nurlar varit olmuştu.”

25

Nihayet kızlardan biri utana utana yürüyerek ona gelip, şöyle dedi: “Bizim için koyunlarınıızı sulamanın ücretini vermek üzere babam seni çağırıyor.” Mûsa, onun (Şuayb’ın) yanına gelip başından geçenleri ona anlatınca Şuayb dedi ki: “Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun.”

Burada “utanarak” manasına gelen (.......) ifadesi hâl yerinde olarak gelmiştir.

Yani “müstahiyyeten” utanarak, çekingen bir hâlde olarak” demektir. Bu ifade, sözkonusu kızın, ne derece olgun ve mükemmel bir îmana sahip olduğunun ve saygınliğinın bir göstergesidir. Çünkü kız, Hazret-i Mûsa'yı, evine misafirliğe, konuk etmeye davet ediyordu ve Mûsa'nın ona olumlu mu yoksa olumsuz mu cevap vereceğini de bilmiyordu. Üzerindeki elbisesinin yeniyle örtünerek ve utangaç bir vaziyette Hazret-i Mûsa'nın olduğu yere gelmişti.

(.......) ibâresindeki (.......) harfi, mastar (kök fiil) anlamındadır. Bu durumda mana: “Koyunlarınıızı sulamana karşılık olarak” demek oluyor.

Rivâyete göre kızlar, Önceki günlere nazaran o gün herkesten önce evlerine, babalarının yanına döndüklerinde, babaları kızlarına: “Sizi, koyunların memeleri de süt dolu hâlde buraya erkenden getiren şey nedir? “diye sorar. Kızlar da babaları Hazret-i. Şuayb'a (aleyhisselâm): “Biz, bize acıyan sâlih bir adam gördük O da bizim için koyunlarınıız suladı.” diye cevap verirler. Bunun üzerine Şuayb, kızlarından birine: “Ona git, onu, benim için buraya davet et. “der.

Mûsa da davete icabet eder ve kızı izlemeye başlar. Kız, Hazret-i Mûsa'nın önünden gittiği için, elbiseleri rüzgârın etkisiyle üzerine yapışıyor ve vücut hatları beliriyordu. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), kıza: “Beni arkamdan takip et ve yolu da bana tarif et” der.

Nihayet Mûsa, -Şuayb (aleyhisselâm) m- yanına gelip başından geçenleri ona anlatınca -

Yani Fir'avunTa ilgili başından geçenleri ve ölüp biten hikâyesini anlatması üzerine- Şuayb dedi ki: Korkma, o zâlim kavimden kurtuldun.”

Yani Fir'avun'un bizim topraklarınıız üzerinde herhangi bir egemenliği yoktur, onun hükmü buralara geçmez. Âyette geçen (.......) kelimesi, baştan geçenler manasında gelmiştir.

Âyetin bu kısmı, bir tek kişinin verdiği haberle yani vahid haberle amel etmek câiz olduğuna delildir. Hatta bu haberi veren biri köle veya kadın bile olsa yine de câizdir. Bu âyet, aynı zamanda yabancı bir kâdirıla yani kişinin kendisiyle evlenme yasağı olmayan bir kâdirıla, lazım gelen örtünme ve sakınma gibi ihtiyati tedbirlerini almasından sonra zaruret hâlinde bir erkekle birlikte yürümelerinin câiz olduğuna da delildir.

Ancak bir kimsenin iyilik olsun diye yapmış olduğu bir hizmete karşılık olarak ücret alınıp alınmaması meselesine gelince, ihtiyaç hâlinde, Hazret-i Mûsa'nın durumunda olduğu gibi olursa, alması câiz olabilir, denmiştir.

Gerçi rivâyete göre kız, Hazret-i Mûsa'ya “seni ödüllendirmek, ücretini vermek için “diye söyleyince, Hazret-i Mûsa, bunu hoş karşılamamış ve uygun görmemişti. Ancak, Hazret-i Mûsa'nın, onun davetine icabet etmesi, onun hayal kırıkliğina uğramaması içindi. Çünkü gelenin ve davet edenin bir saygınliği vardır.

Hazret-i Şuayb, Hazret-i Mûsa'nın önüne sofrayı koyunca, Mûsa (aleyhisselâm) kabul etmemiş ve Şuayb da ona: “Sen aç değil misin?” diye sormuştu. Hazret-i Mûsa da: “Elbette açım, ama endişem, bunu bana, kızların için koyunlarını sulamam için olabilir, düşüncesidir. Çünkü biz, öyle bir aileye mensubuz ki, dinimizi dünyamız için satmayız. Yaptığımız bir iyiliğe karşı da bir şey istemeyiz. “der.

Hazret-i Şuayb da ona: “Bu bizim adetimizdir. Bize kim konuk olarak gelirse, biz onun önüne sofra koyarız. “demesi üzerine Hazret-i Mûsa da getirilen yemekten yemiştir.

26

Kızlardan biri, babasına dedi ki: “Babacığım, onu ücretle tut. Herhâlde ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir olan bu adam olacaktır.”

“Kızlardan biri, babasına dedi ki: Babacığım! O'nu ücretle tut.'“Koyunlarınıızı gütmesi için onu ücretle tut. Rivâyete göre büyük kızın ismi Safra, küçük kızın ismi da Sufeyra idi. Mûsa'yı çağırmaya gidip onu eve getiren de büyük kız Safra idi. Nitekim babasından onu ücretle tutmayı isteyen de bu kız idi. İşte Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) bununla evlendi. Bu kız babasına devamla diyordu ki: “Herhâlde ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir olan bu adam olacaktır.” Babası Şuayb da kızına: “Sen onun güçlü, kuvvetli ve güvenilir biri olduğunu da nereden biliyordun?” diye sorar. Bunun üzerine kızı babasına, kuyudan kova ile suyu çekişini ve eve gelirken de arkasından yürümesini söylediğini aktarır.

Konu ile ilgili eylemleri gösteren fiillerin dili geçmiş zamanla ifade edilmesi, onun gerçekten güvenilir, emin, güçlü ve kuvvetli olduğunu gösteren delillerdendir.

Kızın: “Herhâlde ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir olan bu adam olacaktır” ifadesi, her gerçeği içinde barındıran gerçekten derli toplu bir anlatımdır. Çünkü kendisine bir iş ve bir görev vereceğin kimsede bu iki haslet, yani yeterlilik ve güven varsa, bundan böyle aklın arkada kalmaz ve sen de istediğini elde etmiş olursun.

Bir diğer tefsire göre (.......) kelimesiyle dininde / inancında güçlü, kuvvetli ve (.......) ifadesiyle de kendine sahip olma bakımından da güvenilir demektir. Bir atasözü gibi olmak üzere: “Kuvveti ve emin oluşu sebebiyle onu ücretle tut” ifadesi, âyette geçtiği gibi artık bir başka söze gerek duyurmamaktadır.

Abdullah b. Mesud'dan (radıyallahü anh) rivâyete göre demiş ki:

“Halk arasında feraset sâhibi olan üç kişi vardır; bunlardan biri Hazret-i Şuayb'ın kızı ve Mûsa'nın hanımı olan kadın, biri Hazret-i Yûsufun sâhibi, onu satın alan efendisidir. Çünkü o, Yûsufü alınca hanımına: “Ona değer ver, ona güzel bak! Umulur ki bize faydası olur” diyordu. Yûsuf, 21. Üçüncüsü de, Hazret-i Ebû Bekir'in Hazret-i Ömer hakkındaki öngörüsü sebebiyle Hazret-i Ebû Bekir'dir.”

27

Şuayb dedi ki: “Ben, sekiz yıl bana çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birisini sana nikahlamak istiyorum. Eğer sen bunu on yıla tamamlarsan, o da senden olur. Ben seni zora koşmak da istemiyorum. İnşaallah benî sâlih kimselerden bulacaksın.”

Şuayb'- “Dedi ki: Ben, sekiz yıl bana çalışmana karşılık, şu iki kızımdan birisini sana nikahlamak -seninle evlendirmek- istiyorum.'“Bu ifadeden anlaşıldığına göre Hazret-i Şuayb’ın bu iki kızı dışında da kızları vardı. Hazret-i Şuayb’ın böyle bir teklifte bulunması, onun tarafından bir vaat ve karşılıklı görüşme olmaktadır. Çünkü bu söz, bir evlilik akdi ve sözleşmesi değildir. Eğer bu, bir akit olsaydı, o zaman Hazret-i Şuayb'm: “Ben sana nikahladım, seni kızımla evlendirdim. “demesi gerekirdi.

Âyette geçen (.......) ibâresi, “Benim için ücretli olarak çalışman karşılığı” demektir. Kelime, (.......) fiilinden gelmektedir, ücretle çalıştırıları için (.......) ifadesi kullanılır ki, “Ben onu ücretli olarak çalışsın, diye tuttum” demektir, “sekizyıl” manasında olan (.......) ifadesi zarftır. (.......) ya da (.......) yıl, sene demektir. (.......) kelimesinin çoğulu (.......) gelir, nitekim diğerlerinin de çoğulu böyledir. Koyun gütmek koşuluyla evlenmek tema ile câizdir. Çünkü bu da evlilik ve koca olma görevini yerine getirmekle ilgili bir görevdir. Burada herhangi bir çelişki de yoktur. Ancak birine hizmet etmek koşulu ile evlilik câiz değildir.

“Eğer sen bunu on yıla tamamlarsan, o da senden olur. “

Yani o da senden bana bir iyilik, ikram olmuş olur. Yoksa on yıla tamamlamak zorunda değilsin, böyle bir mecburiyetin yok. Ben bunu sana dayatmiyorum. “Ben seni zora koşmak da istemiyorum. “Bu iki süreden her ikisini de tamamlaman için seni mecbur bırakmıtefsir. İşin zora koşulması ve ağır gelmesi, gerçekte her ikisi açısından da içine düşülerek sıkıntı ve zorluk manasınadır. Bazen tamam, gücüm yeter, yapabilirim dersin, bir zaman da olur ki, yapamam diyebilirsin. “İnşaallah beni sâlih kimselerden bulacaksın.” Sana karşı güzel muamelede bulunanlardan kılacaksın.

Sâlih kimselerden olmak gibi, kullandığı ifadesinde Hazret-i Şuayb’ın meseleyi Allah'ın dilemesine havale etmesi, onun kendisini buna muvaffak kılması konusunda, tevekkülünü, Allah'ın yardımım beklediğini gösterir. Çünkü dilerse işi, on yıla tamamlar, dilemezse tamamlamaz.

28

Mûsa, şöyle dedi: “Bu, seninle benim aramda bir iş. İki süreden hangisini tamamlarsam bana bir husumet yok. Allah, söylediklerimize vekildir.”

Mûsa, şöyle dedi: Bu, ..” işaret ismi olan ve “Bu” diye verdiğimiz (.......) kelimesi, mübtedadır. Bu da, Hazret-i Şuayb’ın üzerinde sözleşip anlaşma yaptığı şeye işaret eder. Bunun haberi de, “... seninle benim aramda bir iş” anlamında olan (.......) ibâresidir.

Yani “Bu” benim sana söylediğim ve senin de o konuda bana verdiğin, şart olarak İleri sürdüğün söz, tamamen aramızda geçerlidir. İkimizden herhangi birimiz dediğinden ve verdiği sözden caymayacaktır. Ne benim kendime şart olarak ileri sürdüpm şeyde, ne de senin kendini bağlı kıldığın şartlarda ayrılmamız sözkonusu olmayacaktır.

Sonrasında da Şuayb dedi ki: “İki süreden hangisini tamamlarsam bana bir husumet yok.”

Yani ister on yıla tamamlayayım, ister sekiz yılda tamamlamış olayım, bu iki süreden herhangi birisi için aleyhimde bir şey olmasın.

(.......) kelimesinde yer alan (.......) kelimesi, (.......) fiili ile mensûbtur. (.......) harfi ise, (.......) kelimesindeki mübhemliği pekiştiren zait olan bir harftir ve (.......) şart manasınadır. Cevabı da: (.......) husumet, düşmanlık yok” ibâresidir.

Yani bundan böyle bir ilave şart koşarak bana herhangi bir haksızlıkta bulunma, demektir.

Müberred diyor ki: “Gerçi o, o ikisinin en iyisini tamamlayacağı konusunda kendisine karşı bir haksızlık edilmeyeceğini biliyordu. Ancak her ikisi birlikte cemederek zikretmesi, vefa bakımından en azı en iyi olarak tamamlamış gibi göstermek için yapmıştır. Çünkü en fazla tamamlaması gerekene ilave yapmak nasıl ki bir haksızlık ve husumet olursa, en az olana da bir ilave yapmak da aynen o şekilde bir haksızlıktır.”

Allah, söylediklerimize vekildir. “Çünkü vekil: Kendisine herhangi bir iş havale edilendir. Bunun (.......) cer edatı ile geçişli hale getirilmesinin, müteaddi yapılmasının sebebi, tanık yerinde ve belirlenmiş zaman anlamında değerlendirilmesinden ötürüdür.

Rivâyete Hazret-i Şuayb’ın yanında peygamberlere âit asalar vardı. Bir gece Hazret-i Mûsa'ya: “Şu eve - odaya gir, orada bulunan asalardan birini al” der. Hazret-i Mûsa da, elini uzattığında, eline Hazret-i Âdem'in cennetten inerken beraberinde getirdiği asa gelir. Peygamberler o asayı elden ele birbirlerine miras olarak aktarıyorlardı. Böylece o asa miras olarak Hazret-i Şuayb'a geçti. Şuayb'ın (aleyhisselâm), o sırada gözleri göremiyordu. Bu nedenle elini değneğe dokundurunca, o değneğin Hazret-i Âdem'e âit asa olduğunu fark etti. Bu sebeple Hazret-i Mûsa'ya, onu değiştirmesini, onun yerine bir başkasını almasını söyledi. Ancak her ne kadar değiştirmeye çalışmış ise de eline hep bu değnek geliyordu. Bu durumu yedi defa tekrarladı, her defasında da değnekler arasından eline bu değnek geldi. Bunun üzerine, Hazret-i Şuayb, bunda bir hikmet olabileceğini fark etti ve başka da bir şey söylemedi.

Sabah olunca, Hazret-i Şuayb, Mûsa'ya: “Hayvanları otlatmak için yol ayrımına geldiğinde, sakın yolun sağ tarafına gitmeyesin. Sağ tarafta çok bol ot olsa bile, orada öyle bir ejderha / canavar var ki, onun koyunlara saldırıp onlara bir zarar vermesinden endişe ederim. “diyerek uyardı. Hazret-i Mûsa, koyunları önüne katıp çıktı. Fakat koyunlar, Hazret-i Şuayb’ın gidilmesini istemediği tarafa, sağa doğru hücum edip durdular. Mûsa, ne kadar uğraştı ise de buna engel olamadı. Artık çaresiz bir şekilde o da, koyunların peşine takılıp gidilmemesi gereken yöne doğaı gitti. Bir ne görsün, ot ve yeşillik diz boyudur, benzeri görülmüş değildir. Derken Mûsa uyuya kaldı. Tam bu sırada ejderha çıkageldi ve koyunlara saldırmak istedi. Bunun üzerine değnek hemen harekete geçti, onunla savaştı ve onu öldürdü. Öldürdükten sonra da değnek gelip uyumakta olan Mûsa'nın yanındaki yerini aldı. Fakat üzerinde kanlar vardı. Mûsa (aleyhisselâm) uyanıp değneğin üzerindeki kanı görünce, ejderhanın yanmasında öldürülmüş hâlde olduğunu gördü. Hazret-i Mûsa, bundan ötürü rahat bir nefes aldı.

Mûsa, Şuayb’ın yanma koyunlarla döndüpnde, Şuayb, şöyle koyunlara bir dokundu ve baktı ki karınları iyice doymuş durumdalar ve memeleri de süt doludur. Hazret-i Mûsa olanları, Hazret-i Şuayb'a anlatınca, Şuayb çok sevindi, memnun kaldı. Bundan böyle hem Mûsa'da ve hem de değnekte bir hikmetin olabileceğini sezmeye başladı.

Bunun üzerine Hazret-i Şuayb, Hazret-i Mûsa'ya: “Ben, bu yıl doğuracak olan koyunlarınıın başları siyah, diğer tarafları ak olanlarını sana bağışladım” dedi.

Bundan ötürü Allah, geceleyin Mûsa'nın uykusunda: “koyunlarını suladığı sulağa (havuza) elinde bulunan asası ile vurmasını vahyetti.” Mûsa da buna uyarak istenileni yerine getirdi. Sonra da koyunlarını oradan suladı. O yıl bütün koyunlar başları siyah, diğer tarafları da ak dişi ve erkek kuzular doğurdular. Hazret-i Şuayb da, sözünü yerine getirdi, kuzuları olduğu gibi Mûsa'ya verdi.

29

Mûsa, süreyi tamamladı ve ailesiyle yola çıktı. Tûr tarafında bir ateş gördü ve ailesine şöyle dedi: “Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm, (oraya gidiyorum). Umarım oradan size bir haber ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm.”

Mûsa, süreyi tamamladı.” Resuîullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

Mûsa, o ikisine verdiği sözü yerine getirip, süreyi tamamladı ve küçük olan kızı ile evlendi.” Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, 7/88. (Mütercim)

“ve ailesiyle” birlikte Mısır'a doğru “yola çıktı. “İbn Ata diyor ki, sıkıntılı günler sona erip de buluşma ve yakınlaşma günleri yaklaşırıca, artık peygamberlik nurları, işaretleri de belirmeye başlamıştı. Bu nedenle ailesini de yanma alarak, Rabbinin güzel ikramlarıyla olmak ve onunla beraber bulunmak üzere yola çıktı.

“Tûr tarafında bir ateş gördü ve ailesine şöyle dedi: Siz burada kalın, ben bir ateş gördüm, -oraya gidiyorum- Umarım oradan size -yolun durumu hakkında- bir haber -getirim. Çünkü Mûsa yolunu kaybetmişti - ya da ısınmanız için ateşten bir kor getiririm.'“

30

Mûsa, ateşin yanma gelince, o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsa! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.”

Mûsa, ateşin yanma gelince, o mübarek yerdeki vadinin -Mûsa'ya göre- sağ tarafındaki ağaçtan -Yüce Allah'ın onu konuşturması sebebiyle- şöyle seslenildi: Ey Mûsa! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'ım.'“

Söz konusu ağacın üzüm ağacı veya tekedikeni ağacı olması söz konusudur. (.......) ibâresinde bulunan (.......) harfi, ya müfessiredir, açıklama içindir veya (.......) harfinin hafifletilmiş yani şeddesiz halidir.

Cafer diyor ki: Mûsa, kendisine, nurlara giden yolu gösteren bir ateş gördü. Çünkü Mûsa, görünen nuru, ateş gibi sandı. Ancak oraya yaklaşırıca, kutsalliğin nurları onu bütünüyle kuşatmıştı. Bu sayede tüm insanlık giysileri/örtüleri çevrelenmiş oldu. Kendisine en tatlı bir şekilde seslenildi Ondan en güzel cevaplar istedi ve aldı. Böylece Mûsa, Allah ile konuşma şerefine eren şerefli ve saygın bir kimse oldu. Korktuklarından da emin hale geldi, güvenini toparladı.”

Âyette yer alan (.......) kelimesi Arap dilinde üç şekilde, yani; (.......) ve (.......) tarzında ifade edilir ve hepsi de aynı manaya gelirler, her üç hâlde de kırâat imâmları bunu okumuşlardır. Âsım, (.......) harfinin üstün harekesiyle bu kelimeyi (.......) olarak kırâat ederken, Hamza ile Halef aynı kelimeyi ötre hareke ile (.......) diye okumuşlardır. Bunlar dışında kalanlar ise, (.......) harfinin esre harekesiyle (.......) diye okumuşlardır.

Bu kelime, ucunda ateş bulunan ya da bulunmayan kalınca bir dal demektir. Âyette yer alan gerek ilk (.......) harfi ve gerekse ikinci (.......) harfi başlarıgıç noktasını bildiren manasında ibtidai gaye içindir.

Yani bunun mana olarak ifadesi şöyledir: Mûsa'ya gelen ses vadi kenarından itibâren ağacın yanına kadar olan noktadan geliyordu.”

Âyetteki (.......) ibâresi, (.......) ibâresinden bedeli istimaldir. Çünkü ağaç, vadi kenarında bitmiştir, o noktada bulunmaktadır. Bu itibarla o alarıı tümüyle kapsamaktadır.

31

“Değneğini yere at.” (Mûsa, değneğini yere attı). Onu bir yılanmış gibi süratle hareket eder görünce, arkasına bakmadan dönüp kaçtı. (Bu sefer şöyle seslenildi:) “Ey Mûsa! Beri gel, korkma. Çünkü sen güvenlikte olanlardansın.”

Mûsa'ya™ “Asanı yere at -denildi, Mûsa, asasını yere attı. Allah da o asayı bir yılarıa dönüştürdü. Mûsa,- Onu bir yılanmış gibi süratle hareket eder görünce, -cüssesi itibariyle hareket eden bir yıları gibi hareket hâlinde olduğunu görmesi üzerine- arkasına bakmadan dönüp kaçtı -ve geri dönmedi. Bunun üzerine kendisine şöyle seslenildi:-'Ey Mûsa! Beri gel, korkma. Çünkü sen güvenlikte olanlardansın.”

Yani yılarıdan dolayı sen güvencedesin, çünkü ondan sana herhangi bir zarar gelmeyecektir.

32

“Elini koynuna sok. (Alaca hastaliği gibi) bir hastalık sebebiyle olmaksızın bembeyaz bir hâlde çıksın. Korkudan açıları kolunu kendine çek, toparları. İşte bunlar, Fir'avun ve ileri gelen adamlarına göstermen için Rabbin tarafından sana verilen iki delildir. Çünkü onlar fâsık bir kavimdirler.”

Ey Mûsa! “Elini -gömleğinin cebine, yenine,- koynuna sok. -Ki, alaca hastaliği gibi- bir hastalık sebebiyle olmaksızın -âdeta güneş ışınları misali- bembeyaz bir hâlde çıksın. Korkudan açıları kolunu kendine çek, toparları. “

Âyette geçen(.......) kelimesini, Hicaz ve Basra kırâat okulları, iki fetha ile (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Hafs ise aynı kelimeyi, cezimli olarak (.......) okumuştur. Bunlar dışındakiler de aynı kelimeyi (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Hepsi de aynı manaya, korku manasına gelmektedir. Bu durumda mana şöyle olmaktadır:

“Elini göğsünün üzerine koy ki, yıları sebebiyle oluşan korkun gitsin” İbn Abbâs'tan (rma) gelen rivâyete göre demiş ki:

“Her korkan bir kimse, elini göğsüne koyduğu takdirde, korkusu yok olur.”

Yine söylenenlere göre “kanadını çekmek, kendisine yapıştırmak” demek şudur; Yüce Allah, Mûsa'nın elindeki değneğini yılarıa dönüştürünce, Mûsa (aleyhisselâm) korkmaya başladı, ürktü. Bunun üzerine tıpkı bir şeyden korkup ürken birinin korktuğu şeyden kendisini korumaya çalıştığı gibi Mûsa (aleyhisselâm) da eliyle kendisini yılarıa dönüşen değneğinden sakınmaya ve korunmaya başladı.

Nitekim ona şöyle söylendi: “Şüphesiz düşmanla karşılaştığın esnada, elinle kendini ondan sakınıp korumanda bir çabanın olması demektir. Sen o değneği yere attığında ve onun bir yılarıa dönüşmesinde olduğu gibi, ondan sakınman ve kaçman yerine hemen elini koltuğunun altına sok. Sonra da onu bembeyaz bir hale gelmiş durumda tekrar çıkar, göster ki, iki sonucu birden almış olasın. Birincisi sana zararının dokunacağını sandığın şeyin zararından kaçınman ve ikincisi de ikinci bir mu'cizen olsun.”

Âyette geçen ve kanat manasına gelen (.......) kelimesi, burada el manasınadır. Çünkü kuşlarda kanat ne ise, insanda da eller o demektir. Kişi sağ elini, sol elinin koltuğunun altına sokunca, bu durumda kanadını kendisine yapıştırmış, eklemiş olur. Ya da “kanatlarını toplamaktan” kasıt, değneğin yılarıa dönüşmesi sırasında elini güçlü hale getirmek ve nefsine hâkim olmaktır. Ki böylece herhangi bir rahatsızlık ve korkuya kapılmamış olsun. Bu itibarla, kanat ifadesi, kuşların kanadından istiâre yoluyla insan eli için kullanılmıştır. Çünkü kuş, korkunca kanatlarını açar ve onları sarkıtır. Korkunun olmadığı esnada ise, kanatları yanlarına yapışık durumdadır.

Âyette geçen (.......) ifadesi, korktuğu için, korkmasından ötürü, demektir.

Yani yılarıı gördüğünde korkman hâlinde, kanatlarını, (ellerini) yanlarına yapıştır. Dikkat edilirse burada, sözkonusu olan korkunun gitmesi için ellerini yanlarına koymasına bir sebep, bir illet ve gerekçe kılındı. Bu itibarla âyetlerde geçen:

(.......) âyeti ile (.......) âyeti, bir bakımından aynı manadadırlar. Ancak farklı amaçlar sebebiyle, aynı manaya gelen bu ibâreler, farklı lâfızlarla verildi. Çünkü bu ikisinden birinde gaye, bembeyaz elin ortaya çıkmasıdır, ikincisinde ise, korkuyu gizlemektir.

Ta - Ha sûresinde geçen: (.......) âyetinin manası: “Sağ elini sol elinin altına sok” Ta-Ha, 22. demektir.

Yine âyette geçen ve şeddesiz olan (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin ikilidir. Mekke Okulu ve Bbu Amr aynı kelimeyi şeddeli olarak, (.......) diye okumuşlardır. Bu da yine (.......) kelimesinin ikilidir, tesniyesidir. Burada geçen her iki kelimedeki (.......) harfi, mahzûf olan (.......) yerine gelmiştir. Burada belirtilmek istenen ise “el”

“asa “dır. Yine âyette yer alan (.......) kelimesi, iki açık ve aydınlatıcı delil ve hüccet demektir. Burada, hüccet, (.......) ifadesiyle dile getirilirken, onun aydınlatıcı olması sebebiyledir. Nitekim beyaz tenli kadına da: (.......) denir.

“İşte bunlar, Fir'avun ve ileri gelen adamlarına -göstermen için— Rabbin tarafından sana verilen iki delildir.

Yani seni Fir'avun ve adamlarının yanma bu iki âyet ve mu'cize ile gönderiyoruz.

“Çünkü onlar fâsık -kâfir- bir kavimdirler.”

33

Mûsa, şöyle dedi: “Ey Rabbim! Şüphesiz ben onlardan birisini öldürdüm. Onların da beni öldürmelerinden korkuyorum.”

onların öldürülmelerinden” kelimesini Ya'kub (.......) harfiyle (.......) diye okumuştur

34

“Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da benimle birlikte, beni doğrulayan bir yardımcı olarak gönder.”

Âyette yer alan ve “Benimle birlikte” manasına gelen (.......) kelimesini Hafs, (.......) olarak okumuştur. (.......) kelimesi de hâldir ve yardımcı, demektir. (.......) demek, “onayardım ettim” demektir. Medine Okulu, bu kelimeyi hemzesiz olarak (.......) diye okumuştur. Âsım ile Hamza da (.......) kelimesini, burada yazdığımız gibi (.......) olarak okumuşlardır ve kelime sıfattır.

Yani “Beni doğrulayan bir yardıma” gönder. Âsım ile Hamza dışındakiler ise, aynı kelimeyi cezimli olarak (.......) diye, (.......) fiiline cevap olarak kırâat etmişlerdir. Kardeşi Harun'un, Mûsa'yı (aleyhisselâm) tasdik etmesi demek, yani Mûsa'ya (aleyhisselâm) dili bakımından çok daha açık ve net bir anlatımla, bir tartışma sırasında, ihtiyaç duyulması hâlinde, davasını kanıtlamak için, onun güzel ve düzgün konuşması ile daha çok yardımcı olması manasında zikredilmiştir. Yoksa kardeşi Harun'un gelip, Mûsa'ya (aleyhisselâm), “Ben seni tasdik ettim” demesi manasında değildir. Onun şu ifadesini görmez misin? Bak Mûsa:

“Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da benimle birlikte gönder” demiyor mu? Çünkü düzgün konuşmaya, istediğinde delil ve delil, burhan ortaya konmaya gerçekten ihtiyaç vardır. Yoksa onun, ben seni tasdik ettim, ifadesine ihtiyacı yoktur. Bu konuda Sahban da, Bakıl da birdir, birinin diğerinden farkı yoktur. Sahban: Rebia kabilesinden bir adamın ismi olup, güzel konuşma, belâgat ve beyan noktasında darbı mesel haline getirilmiş bir adamın ismidir. Bakıl da: İyi konuşamamada, kekelemede darbı mesel haline gelmiş bir adamın ismidir. (Mütercim) Gaye düzgün ve güzel konuşmak, derdini en iyi olarak aktarmaktır. “Çünkü ben, onların beni yalanlamalarından korkuyorum. “Burada yalanlama manasına gelen (.......) kelimesini, Ya'kûb, iki şekilde yani hem (.......) olarak ve hem (.......) diye okumuştur.

35

Allah, buyurdu ki: “Seni kardeşinle destekleyeceğiz ve size bir iktidar vereceğiz de âyetlerimiz sayesinde size (kötü bir amaçla) ulaşamayacaklar. Siz ve size uyanlar, galip gelecek olanlardır.”

Allah, buyurdu ki: Seni kardeşinle destekleyeceğiz...” takviye edeceğiz. Çünkü el, pazıların güçlü olması ile güç kazanır. Elin güçlü olmasını sağlar. Elin de güç kazanmasıyla işleri yapabilirler, “ve size -ikinize- bir iktidar -galebe, üstünlük, tasallut ve güç- vereceğiz de -düşmanlarınızın kalplerine korku ve heybet salacağız. Onlar- âyetlerimiz sayesinde size -kötü bir amaçla- ulaşamayacaklar...”

(.......) ifadesinde yer alan (.......) cer edatı, “ulaşacaklar” manasına gelen (.......) fiiline mütealliktir.

Yani âyetlerimiz ve mu'cizelerimiz sebebiyle onlar size ulaşamayacak ve size dokunamayacaklardır. Burada cümle bitmiş oluyor.

Ya da sözkonusu cer edatı, “ve size bir iktidar vereceğiz” cümlesine mütealliktir. O zaman da mana şöyle olur: Âyetlerimizle, mu'cizelerimizle her ikinizi onların başına musallat kılacağız. Ya da burada mahzûf olan şeye mütealliktir. O mahzûf olan şey de “âyetlerimizle ikiniz de ona gidin “ibâresidir. Ya da o, “galip geleceklere” kelimesini açıklamak içindir, yoksa ilgi cümleciği değildir. Yahut da yemin manasınadır. Bunun da cevabı, daha önce geçen (.......) fiilidir.

“.... Siz ve size uyanlar, galip gelecek olanlardır.'“

36

Mûsa, onlara delillerimizi apaçık olarak getirince onlar, şöyle dediler: “Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir. Biz geçmiş atalarınıızın zamanında böyle bir şeyin varlığını duymadık.”

Mûsa, onlara delillerimizi apaçık olarak getirince onlar, şöyle dediler: Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir...”

Yani bu senin kendiliğinden uydurduğun ve sonra da Allah'ın (celle celâlühü) adım kullandığın uydurmandan ibâret bir şeydir. Ya da diğer uyduruları sihir ve büyüler kabilinden uydurulmakla nitelenmiş olan bir büyüdür. Yoksa Allah (celle celâlühü) katından gelen bir mu'cize değildir. “....Biz geçmiş atalarınıızın zamanında böyle bir şeyin varlığını duymadık.'“

Burada yer alan ve atalarınıız manasında olan (.......) ifadesi, (.......) işaret isminden mensûb olan hâldir.

Yani atalarınıızın zamanında olduğuna ilişkin, böyle bir şeyin onların zamanında olduğunu bize anlatan olmadı, bize böyle bir şey aktarılmadı, demektir.

37

Mûsa da dedi ki: “Katından kimin hidâyet getirdiğini ve bu yurdun (güzel) sonucunun kimin olacağını Rabbim daha iyi bilir. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.”

Mûsa da dedi ki: “Katından kimin hidâyet getirdiğini ve bu yurdun (güzel) sonucunun kimin olacağını Rabbim daha iyi bilir.”

Yani kimin en büyük felahta olacağını ve kimi peygamber kılacağını, buna kimin ehil olup olmadığını en iyi olarak Rabbim bilir. Kimi hidâyetle göndereceğini, kime en güzel son vadettiğini en iyi olarak bizzat Rabbimin kendisi bilir. Eğer sizin ileri sürdüğünüz gibi büyü yapan bir sihirbaz olsaydı, kendiliğinden böyle bir sihri uydursaydı, Allah (celle celâlühü), onu peygamberliğe ehil görmezdi ve peygamber kılmazdı. Çünkü Allah (celle celâlühü), hikmet sâhibidir, hiçbir şeye muhtaç değildir, büyüden ve sihirden müstağnidir. Bu itibarla Allah (celle celâlühü), yalancıları peygamber olarak göndermez ve Allah katında zalimler de iflah olmazlar, felah bulmazlar. Zaten Allah (celle celâlühü): “Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler.” buyurarak bu gerçeği açıkça bildirmektedir.

Âyette geçen ve: “Bu yurdun (güzel) sonucunun kimin olacağı” manasında olan (.......) ibâresi, güzel ve övgüye değer son, demektir. Nitekim şu iki âyet de zaten bu gerçeği dile getiriyor:

“İşte onlar var ya, âhiret yurdunun güzel sonu sadece onlaradır. O yurt Adn cennetleridir.” Ra'd, 22-23.

Âyette sözkonusu edilen “Darı dünya ve akıbeti” ifadesinden murat, kulun son anında nefesini rahmetle ve Allah'ın (celle celâlühü) hoşnutluğu ile Rabbine teslim etmesi, meleklerin müjdelerle, mağfiretle kendilerini karşılamalarıdır.

(.......) ibâresinde Mekke Okulu, âyetin başında (.......) harfi olmadan, (.......) diye kırâat etmişlerdir. Bu okuyuş tarzı da güzeldir. Çünkü burası konum itibariye soru sorma, araştırma ve soruşturma yeridir. Fir'avun ve adamları, yapılanların birer sihir olduğunu ileri sürmeleri ve bunu sihir olarak adlarıdırmaları, aslında bu türden büyük ve önemli olan şeyler için asla böyle bir şey denmerneliydi. Çünkü Fir'avun ve adamları, mu'cizeler için “uydurulmuş sihir” diyorlardı.

Bir başka tefsir şekli de, Fir'avun ve adamları böyle söylediler ama Mûsa da söyleyeceklerini söyledi ki, böylece bulunanlar, iki konuşma ve olay arasında bir denge kursunlar, gerçeği görsünler istedi. Bu sayede iki taraftan birisinin yanlış, diğerinin de doğru olduğunu, görsünler diledi.

Hicaz Okulu ile Ebû Amr, (.......) ibâresindeki (.......) kelimeşini, (.......) olarak kırâat etmişlerdir. Hamza ile Ali de: (.......) ibâresinde yer alan (.......) fiilini, (.......) harfiyle (.......) olarak okumuşlardır.

38

Fir'avun, dedi ki: “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhiniz olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule yap! Belki Mûsa'nın ilâhına çıkar bakarım (!) Şüphesiz ben onun mutlaka yalancılardan olduğunu saniyorum.”

“Fir'avun, dedi ki: Ey ileri gelenleri Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum.'“Fir'avun, âyette ifade edildiği üzere, başka bir ilahın olduğundan bilgisinin olmadığını söylemekle, ilahın varlığını kabul etmediğini söylemek istiyor ve: “Sizin benim dışımda bir ilahınız yok.” demeye getiriyordu. Ya da burada belirtildiği gibi zahiri manasında söylüyordu.

Yani bir başka ilahın var olup olmadığı hakkında bir bilgisinin bulunmadığını demeye getiriyordu.

Fir'avun sözlerine devamla: “Ey Hâmân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de”

Yani benim için kireç pişir de ondan tuğla yap. Ancak, ilk defa kireçten tuğla yapan olması hasebiyle, söylediklerini bu amaçla söylemiş değildi. O, bu sözleriyle veziri Haman'a bu sanatı öğretiyor. Çünkü böyle söylemek daha fasih ve net bir ifade olmasının yanında, zalimlerin de sözlerine daha çok benzemesidir. Çünkü Fir'avun'un veziri Haman'a ateş yakmak suretiyle çamuru pişirme emrini vermesi ve söz arasında ona “Ey Hamanl” diye seslenmesi, tazim ve ceberutluk, zalimlik delilidir. Bu nedenle o: “bana -yüksekçe bir saray- bir kule yap! Belki Mûsa'nın ilâhına çıkar bakarım(!)

Yani tırmanır da oradan bakarım. Çünkü (.......) ve (.......) ve (.......), tırmanarak yükseğe çıkmak demektir. Fir'avun, sanıyordu ki, nasıl ki kendisinin bir yeri yurdu varsa, Allah'ın da bir mekânı var ve O, oradadır.

“Şüphesiz ben onun -Mûsa'nın peygamberlik davasında- mutlaka yalancılardan olduğunu saniyorum. “

Yani bir ilahının olduğu ve Mûsa'yı da bize peygamber olarak gönderdiği davasında yalancı olduğunu saniyorum.

Rezil adam Fir'avun, söyledikleriyle çelişkiye düşüyor. Çünkü o: “Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum” diyor, sonra da Haman'a muhtaç olduğunu, ondan kendisine bir kule yapmasını istiyor. Mûsa'nın da bir ilahının olacağım sözleriyle ispat ediyor ve bu konuda da kararsız olduğunu, kesin bir bilgisini olmadığını, gerçekten söylediklerinin yalan mı değil mi bilmediğini söylüyordu. Böylece rezil olmuş bir hâlde çelişkiler içerisindeydi. Sanki Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) asasından korunmak için işleri birbiriyle karıştırır gibidir, kararsızdır. Çünkü: “bana bir kule yapl Belki Mûsa'nın ilâhına çıkar bakarım(!)demektedir.

Rivâyete göre Haman, tam elli bin usta toplar. Hiçbir kimsenin binasının ulaşamayacağı yükseklikte bir kule yaptırtır. Ancak Cebrâîl (aleyhisselâm), kanadıyla kuleye vurur ve kule üç parçaya bölünüp parçalanır. Bir parçası Fir'avun'un ordusunun üzerine düşer ve tam bir milyon kişi yıkıntının altında kalıp can verir. Kulenin bir parçası da denize dökülür. Üçüncü parçası ise batıya düşer. Çalışan işCinlerden hiçbiri de hayatta kalmaksızın helâk olurlar.

39

O ve askerleri yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar.

“O ve askerleri yeryüzünde -Mısır toprakları üzerinde- haksız yere -bâtıl uğruna- büyüklük tasladılar” Haksız yere Allah'a (celle celâlühü) karşı büyüklük taşlanması, hakikat üzerine büyüklenmek demektir.

Yani şanının büyüklüğü ve yüceliği konusunda aşırıya gitmektir. Nitekim kudsi bir hadiste, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Yüce Allah'tan rivâyetle buyuruyor ki:

“Kibriya / büyüklük benim ridamdır, azamet benim izarımdır. Kim bu hususlarda benimle yarışırsa onu cehennem ateşine atarım.” 22

İşte bu nedenle Allah'tan başka her kim büyüklük taslarsa, onun büyüklük taslaması haksız yeredir.

“ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerîni sandılar.” Burada “döndürülmeyecekler” manasında olan ketime (.......) kelimesidir.

Ancak bu kelimeyi, kırâat imâmlarından Nafı, Hamza, Ali, Halef ve Ya'kûb (.......) kelimesi (.......) kelimesine zarftır.

40

Biz de onu ve askerlerini yakaladık ve onları denize attık (Orada boğuldular). Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bak!

“Biz de onu ve askerlerini yakaladık ve onları denize attık.” Orada boğuldular. Âyette kullanılan ifadeler, azamet ifade eden kelimeler olup, hepsi de Yüce Allah'ın şanına ve azametine delalet eden ifadelerdir. Sayılarının çokluğu sebebiyle, her ne kadar fazla da olsalar, hem onları aşağılamak ve hem onların sayılarına dikkat çekilerek, kendilerini çakıl taşlarına benzeterek, onları, birileri avuçlayıp alarak denize fırlattı ve onları denizde helâk etti. Öyleyse ey Resûlüm Muhammedi “Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bak!” Kavmini de uyar. Çünkü sen onlara karşı zafer kazanacaksın.

41

Biz onları, ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü de kendilerine yardım edilmeyecektir.

Biz onları, ateşe çağıran öncüler -liderler, komutanlar-kıldık. -

Yani cehennemliklerin işleyeceği amellere çağıranlar kıldık. Nitekim- Kıyamet günü de kendilerine yardım edilmeyecektir.”

Yani azaptan kurtarılmayacaklardır. İbn Ata diyor ki:

Allah onların sırlarından muvaffakiyet ve başarıyı, hakikat nurlarını çıkardı. Bu nedenle onlar nefislerinin karanlıklarında bocalayıp dururlar ve doğru yolu bulacak bir işe girişmezler.”

Bu âyet, aynı zamanda, kulların fiillerinin yaratılmasına da delalet etmektedir.

42

Bu dünyada onları lânete uğrattık. Kıyamet gününde de onlar iğrenç kılınmış kimselerden olacaklardır.

“Bu dünyada onları lânete uğrattık.”

Yani biz onları bu dünya da rahmet ve merhametten uzaklaştırıp kendilerini, inkârcılıktaki inatları sebebiyle buna mahkûm kıldık. Bir başka tefsire göre de, bu gibilerin yok olup gitmelerinden sonra bile biz onları, halkın her zaman kendilerine lânet okumalarına mahkûm kılmışızdır, demektir. “Kıyamet gününde de onlar iğrenç kılınmış -kovulmuş ve uzaklaştırılmış- kimselerden olacaklardır.” Ya da helâk edilmişlerden veya yüzleri ateşten yanıp kararmışlar, gözleri de mavileştirilip morarmışlardan olacaklardır.

Âyette yer alan (.......) kelimesi (.......) kelimesine zarftır.

43

Andolsun, ilk nesilleri yok ettikten sonra Mûsa'ya -düşünüp ibret alsınlar diye- insanların kalp gözünü açan deliller ve bir hidâyet rehberi, bir rahmet olarak Kitab'ı (Tevrât'ı) verdik.

Andolsun, ilk nesilleri -Nûh, Hûd, Sâlih ve Lût peygamberlerin (Allah'ın salât ve selâmı üzerlerine olsun) kavimlerini- yok ettikten sonra Mûsa'ya -düşünüp ibret -ve öğüt- alsınlar diye- insanların kalp gözünü açan deliller ve bir hidâyet -irşat- rehberi, -çünkü onlar sapıklıklarında debelenip duruyorlar, ona uyacak olanlar için de- bir rahmet olarak Kitab'ı -Tevrât'ı- verdik. -Çünkü onlar, Tevrât ile amel ettikleri takdirde, rahmete ereceklerdir, kurtulacaklardır. Evet, düşünüp ibret ve öğüt almaları için böyle yaptık.

Âyette geçen “İnsanların kalp gözünü açan deliller “ibâresi (.......) kelimesine hâldir.

Basiret kelimesi: İnsanların, sayesinde doğru yolu, saadet yolunu bulabildikleri kalp gözü demektir. Nitekim baştaki gözler de, kendileriyle dış dünyayı görmemiz için olan bir nurdur.

Burada demek isteniyor ki: “Biz, ona, kalpleri aydınlatan Tevrât'ı verdik.” Çünkü o kalpler, hakkı ve gerçeği görmekten kördürler, hakkı batıldan ayırt edebilecek özellikte değildirler.

44

Ey Resûlüm Muhammed! “Mûsa'ya o emri verdiğimiz -kendisiyle konuştuğumuz- zaman sen -dağın ve vadinin- batı tarafında değildin.”

Burası batı yakasına düşen yer olup, Mûsa burada Rabbiyle sözleşti. Çünkü:

“Ve onu (Mûsa'yı), fısıldaşan kimseler kadar kendimize yaklaştırdık.” Meryem, 52. -ve sen o olayı- “görenlerden de değildin. “Ona vahyedildiği sırada sen orada bulunmuyordun ki, sözleşilen yerde Mûsa (aleyhisselâm) ile Rabbi arasında cereyan eden şeyi görecek, müşahede edecek tarafta bulunmuyordun.

45

Fakat biz (Mûsa'dan sonra) birçok nesiller meydana getirdik. Üzerlerinden uzun çağlar geçti. Sen Medyen halkı arasında yaşıyor değildin, âyetlerimizi onlardan okuyup öğreniyor da değildin. Fakat biz (bu haberi) göndereniz.

“Fakat biz -Mûsa'dan sonra- birçok nesiller meydana getirdik. Üzerlerinden uzun çağlar geçti.”

Yani ömürleri oldukça uzun geçti, aradan çağlar geçtiği hâlde uzun bir dönem peygamberler gelmedi.

Artık gerçek manada haberler de ortadan kayboldu. İlimler yerini bilgisizliğe bıraktı. Birçok bilgilerde ve gerçeklerde tahrifat ve değişiklik yapıldı. İşte bu nedenle biz de sözkonusu gerçek bilgileri yeniden tazelemek, meydana getirilen tahrifatı ve değiştirmeleri açıklamak istedik.

Peygamberlerin kıssalarına âit bilgileri sana verdik, Mûsa'nın (aleyhisselâm) kıssasını da sana öğrettik. Halbuki sen, Mûsa'nın (aleyhisselâm) başından geçenlere tanıklık etmiş değildin ve olan olaylardan da haberdar değildin. Ancak biz sana vahiy yoluyla onları haber verdik. Bu arada aradaki boşluk / fetret döneminin uzamasını da anlattı ki bu, vahyin gelişine sebepti. Bu yoldan, yani sebepten hareketle kısaca müsebbebe, sebep olan şeye gidildi. İşte bu giriş, bundan sonra gelecek olan iki girişe benzemektedir.

“Sen Medyen halkı -yani Hazret-i Şuayb ile ona inananlar- arasında yaşıyor -ikamet ediyor biri- değildin, âyetlerimizi onlardan okuyup öğreniyor da değildin.”

Yani onlardan o âyetleri öğrenmek suretiyle başkalanna okuyor değildin. Burada sözü edilen ayetlerle denmek istenen, içinde Hz, Şuayb’ın (aleyhisselâm) ve kavminin kıssalarının yer aldığı ayetlerdir.

Âyette geçen (.......) kelimesi, nasb yerinde gelmiştir ve ikinci haberdir. Ya da, (.......) kelimesinde olan zamîrden hâldir.

“Fakat biz -bu haberi- göndereniz. “

Yani bunu sana haber verin biziz ve onu biz sana öğrettik.

46

Yine biz (Mûsa ya) seslendiğimiz zaman Tûr'un yan tarafında da değildin. Fakat Rabbinden bir rahmet olarak, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmeyen bir kavmi, düşünüp öğüt alsınlar diye uyarman için (o haberleri) sana bildiriyoruz.

“Yine biz -Mûsa'ya, “Kitab'a kuvvetlice tutun” diye- seslendiğimiz zaman Tûr'un yan tarafında da değildin. Fakat Rab binden bir rahmet olarak, -sana öğrettik ve seni peygamber olarak gönderdik ki- senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmeyen bir kavmi, -seninle Îsa arasındaki fetret/boşluk dönemindeki toplumu -ki bu, 550 yıllık bir zaman dilimiydi- - düşünüp öğüt alsınlar diye uyarman için -o haberleri- sana bildiriyoruz.”

47

Bizzat kendi elleriyle takdim ettikleri sebebiyle başlarına bir musibet geldiğinde de, şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bize bir Peygamber gönderseydin de ayetlerine uysaydık ve mü’minlerden olsaydık.”

“Bizzat kendi elleriyle takdim ettikleri -küfür ve zulüm- sebebiyle... -Mademki işlenen amellerin birçoğu elimizin eseridir.- Bu nedenle âyette de ameller, ellere nispet edilmiştir. Hatta işlenen şeyler, kalplerle ilgili de olsa yine ellere nispet edilmektedir. Bunun sebebi de, ellerin amellerin çoğuna galebe etmesi bakımındandır, “....başlarına bir musibet -bir cezâ / azap- geldiğinde de şöyle derler: Ey Rabbimiz! Bize bir Peygamber gönderseydin de ayetlerine uysaydık ve mü’minlerden olsaydık.'“İşte o zaman da, seni peygamber olarak göndermezdik.

Âyette geçen birinci (.......) imtina; engeli ve maniyi göstermek içindir. Cevabı ise mahzûftur. İkinci (.......) ise teşvik içindir. Yine âyette yer alan birinci (.......) harfi yani (.......) kelimesinin başında bulunan (.......) harfi, atıf içindir. İkincisi yani (.......) fiilinin başında yer alan (.......) harfi, (.......) kelimesinin cevâbıdır. Çünkü emir hükmündedir. Sebebi de, emrin, fiillerin başına gelmesidir. Bu nedenle buna sevk eden de, teşviki yapan da aynı vadidedirler. Kaldı fâil (özne) de, emrin cevabına dâhil olur. Buna göre mana şöyle olmaktadır:

“Onlar, işledikleri şirk, isyan ve benzeri günahlar sebebiyle önden gönderdikleri ameller yüzünden cezâlarıdırıldıkları sırada,'Sen bize bir peygamber gönderseydin ya'demeyecek olsalardı, seni onlara peygamber olarak göndermezdik” Çünkü onlar, o zaman böyle bir bahanenin arkasına saklarıacak, bunu bize karşı hüccet ve koz olarak kullarıacaklardı.

Yani peygamberlerin gönderiliş amacı, onların hüccetlerini susturmak ye mazeret olarak kullanmalarına fırsat vermemektir. Bu âdeta şu Âyetteki gibidir:

“Müjdeleyici ve safctndıncı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bîr bahaneleri olmasın!” Nisa, 165.

Eğer, “Böyle bîr mana da nereden çıktı” diyecek olursan.

Yani cezâlarıdırma meselesi, peygamber gönderilmeye gerekçe kılınması niçindir? Bunun sebebi, imtina manasında olan, engelleyici olan (.......) harfinin gelmesi midir? dersen, benim buna vereceğim cevap şudur:

“Söz, aslında peygamber gönderilmesinde sebep olan asıl amaçtır. Ancak âyette cezâdan söz edilmesi ise, mademki, bu da ilgili söz için ise, dolayısıyla berikisin varlığı, ötekisinin de varlığı için konmuştur. Sanki burada ukubet (cezâlarıdırma) meselesi, âdeta peygamber gönderilmesi için bir sebep, bir gerekçe kılınmış gibidir. Zaten onun da manası netice de senin söylediğin kapıya çıkar: Eğer onların, başlarına musibet geldiğinde konuşacakları söz ve konuşmaları olmayacak olsaydı, biz de peygamber göndermezdik.”

48

Onlara katımızdan gerçek gelince, şöyle dediler: “Mûsa'ya verilenlerin benzeri niçin buna da verilmedi.” Onlar daha önce Mûsa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi? Onlar, dediler ki: “İki sihirbaz birbirlerine destek oluyorlar. Biz hepsini inkâr ediyoruz.”

“Onlara katımızdan gerçek -Kur'ân veya mu'ciz olan bir kitabı doğrulayıcı olarak gönderilen Resul- gelince, onlar -Mekke kâfirleri- şöyle dediler: Mûsa'ya verilenlerin benzeri niçin buna da -bir defada indirilip- verilmedi.'Onlar -yani onların nesillerinden, soylarından gelen çocukları da- daha önce -yani Kur'ân inmezden önce- Mûsa'ya verilenleri inkâr etmemişler miydi?” Çünkü öncekiler hangi yolda ve görüşte idiyseler, bunlar da aynen o görüştedirler, Öncekilerin inadı nasıl idiyse bunların da inatları aynıdır. Onlar da Mûsa (aleyhisselâm) döneminde bulunan kâfirlerdi.

“Onlar, -Mûsa ile Harun (aleyhisselâm) için- dediler ki: İki sihirbaz birbirlerine destek oluyorlar.” Kufe okulu, âyette geçen (.......) kelimesini aynen yazdığımız gibi okumuşlardır.

Yani o ikisi büyücüdürler, sihir sâhibidirler. Ya da her ikisini büyücü olarak göstermeleri, onları böyle nitelemeleri, onların çok büyük büyücüler olduklarını abartılı bir anlatımla ifade etmek içindir. Bunun üzerine onlar demişlerdi ki:

“Biz hepsini -yani o ikisinden her birini de ayrı ayrı- inkâr ediyoruz.”

Yine demliyor ki: “Mekke halkı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kur'ân'ı inkâr ettiklerinde, aynı zamanda Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ve Tevrât'ı da inkâr ediyorlardı Nitekim Mekkeli müşrikler, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için de: İki sihirbaz birbirlerine destek oluyorlar'demişlerdi. Yahut da, Tevrât ile Kur'ân hakkında: İki sihirbaz birbirlerine destek oluyorlar'demişlerdi.

Bu olay, Mekke müşrikleri, Medine'de yaşamakta olan Yahûdî liderlerine bir heyet gönderip da onlardan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında sordukları zaman gerçekleşmişti. Çünkü Medine'de bulunan Yahûdîler, kitaplarında ondan söz edildiğini, gelen heyete haber vermişlerdi. Heyet Mekke'ye dönüp de durumu, Mekkelilere bildirdiklerinde, işte o zaman Mekkeliler de “İki sihirbaz birbirlerine destek oluyorlar.” demişlerdi.

49

De ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah katından, hidâyete (doğruya) bu ikisinden (Tevrât ve Kur'ân'dan) daha çok ulaştıran bir kitap getirin de, ben ona uyayım.”

“De ki: Eğer -o ikisinin büyücü olduklarına dair- doğru söyleyenler iseniz, Allah katından, hidâyete -doğruya- bu ikisinden -Mûsa'ya indirilen Tevrât ve bana indirilen Kur'ân'dan- daha çok ulaştıran bir kitap getirin de, ben ona uyayım.'“

Bu âyette geçen, “getirin” kelimesinin cevabı, “Ben ona uyayım “manasında olan (.......) ibâresidir.

50

Eğer sana cevap veremezlerse, bil ki onlar sadece kendi nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Kim, Allah'tan bir yol gösterme olmaksızın kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapıktır. Şüphesiz Allah, zalimler toplumunu doğruya iletmez.

“Eğer sana cevap veremezlerse, -yani en doğru yola ileten Kitabı getirip ortaya koyma konusunda sana cevap vermezlerse- bil ki -artık onlar kendilerini söyledikleriyle bağlamışlardır. Artık ellerinde bir kanıtları kalmamıştır, yalnızca hevalarına ve- onlar sadece kendi nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Kim, Allah'tan bir yol gösterme olmaksızın kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapıktır.”

Yani dinde böylelerinden daha sapık, neva ve heveslerine uyan başka biri yoktur.

Âyette geçen (.......) ifadesi, hâldir.

Yani rezilce bir şekilde, kendisi ile nevası, nefsi arasında başka bir şeye yermeksizin, rezil hâlde, demektir.

“Şüphesiz Allah, zalimler toplumunu doğruya iletmez. “

51

“Andolsun, düşünüp öğüt alsınlar diye o sözü -Kur'ân âyetlerini- onlara peş peşe ulaştırdık.”

Bu âyette geçen (.......) kelimesi, ardı arası kesilmeksizin, tekrar tekrar ulaştırdık, demektir.

Yani Kur'ân, ardı arkası kesilmeksizin onlara inip durdu. İçinde vaatları ve tehditleriyle, kıssaları ve ibretleriyle, öğütleriyle ardı arası kesilmeksizin inmeye devam etti. Ondan öğüt alsınlar da, kurtuluşa ersinler istendi.

52

Bu Kur'ân'dan önce kendilerine kitap verdiklerimiz var ya, işte onlar ona -Kur'ân'a- da inanırlar.”

Bu âyette geçen (.......) ilgi zamîrinin haberi, “İşte onlar Kur'ân'a da inanırlar” cümlesidir.

53

Kur'ân kendilerine okunduğu zaman, şöyle derler: “Ona inandık, şüphesiz o Rabbimizden gelen gerçektir. Şüphesiz biz ondan önce de müslümandık.”

“Kur'ân kendilerine okunduğu zaman, şöyle derler: “Ona inandık, şüphesiz o Rabbimizden gelen gerçektir. Şüphesiz biz ondan önce de -Kur'ân inmezden önce de Müslümandık.'“

Yani İslam dini üzereydik. Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) inananlardandık.

Âyette yer alan (.......) kavli, Kur'ân'a îman etmelerinin gerekçesidir, onun illetini göstermektedir. Çünkü mademki o Kur'ân, Allah'tan gelen hak bir kitaptır, öyleyse ona inanılmaya değerdir.

Yine âyette geçen (.......) kavli de, “İnandık” kavlini açıklamaktadır. Çünkü bu ifade ile hem yakın geçmişte inanmış olmaları ve hem de uzak geçmişte inanmış olmalarına da ihtimali bulunmaktadır. Böylece onların önceden îman ettiklerini haber vermiş olmaktadır.

54

İşte onların, sabredip kötülüğü iyilikle savmaları ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcamaları karşılığında, mükâfatları kendilerine iki kez verilecektir.

Yani hem Tevrât'a ve hem Kur'ân'a îman etmede sabırlı olmaları, ya da Kur'ân henüz inmezden önce ona îman etmede ve onu beklemede sabretmeleri ile indikten sonra da aynı sabn devam ettirmeleri bakımından kendilerine ödülleri ikişer kez verilecektir. Ya da müşriklerle Kitap ehlinin eza ve cefalarına sabretmeleri sebebiyle mükâfatları iki kat olarak verilecektir. Çünkü onlar- kötülüğü iyilikle savarlar. -

Yani taat yoluyla ma'siyeti ve hilm/yumuşaklık yoluyla da eza ve cefayı önlerler. Aynı zamanda:- kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcarlar.” zekâtlarını veririler.

55

Boş sözü İşittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve şöyle derler: “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Selâm olsun size. Biz câhilleri istemeyiz.”

Müşriklerden sövgü ve küfür gibi “Boş -bâtıl ve asılsız- sözü işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve -o boş ve bâtıl söz söyleyenlere- şöyle derler: Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Selâm olsun size, -bizden size zarar gelmez. Sizin boş ve bâtıl sözleriniz yüzünden biz size saldıracak değiliz, size aynıyla karşılık da verecek değiliz, sizler, bizden yana güvencede ve emanımız altındasınız- Biz câhilleri istemeyiz.'“Biz câhillerin arasına kâtilıp onlarla sohbet etmeyiz, içlerine karışmayız.

56

Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.

“Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemezsin. -

Yani ister senin kavminden olsun, ister olmasın sen, İslam'a girmeleri için onlardan hiçbirisini sokmaya kâdir olamaz, güç yetiremezsin - Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. -

Yani Allah, diledikleri için doğru yola girme fiilini yaratır. Çünkü- O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.” Kim doğru yolu hidâyeti seçecek, kim kabul edecek, delillerden ve âyetlerden kim öğüt alacaksa en iyisini sadece Allah bilir. Zeccâc diyor ki:

“Tefsîr âlimleri, bu âyetin, Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) amcası Ebû Talib hakkında indiği konusunda icma etmişlerdir. Bunun da sebebi, Ebû Talib'in ölüm döşeğinde iken şöyle demiş olmasıdır:

- Ey Haşim oğulları! Muhammed'i tasdik edin, doğrulayın ki kurtuluşa eresiniz. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

-'Amcacığım! Sen Haşim oğullarına bunu emrediyorsun ama, kendini bunun dışında tutuyorsun, Neden?!” Amcası da yeğeni Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem);

- Kardeşim oğlu! Söyle benden istediğin nedir? der. Resulullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

-'Senden istediğim şey, Allah katında sana tanıklık etmem için, senin, La İlahe İllallah, demendir.'Ebû Talib de buna cevap olarak şöyle söyler:

- Ben de senin doğru olduğunu bılıyorum. Ancak ben,'Ebû Talib, ölüm döşeğinde korktu da,'Muhammed'e korkusundan îman etti'demelerinden korkuyorum.”

Burada geçen (.......) hidâyet sigası / kipi her ne kadar genel / amm ise de, bu âyet, Mu'tezile aleyhinde bir delildir. Çünkü Mu'tezile'ye göre hidâyet, beyan açıklamaktan ibârettir. Bu manasıyla tüm insanlar hidâyettedirler. Ancak hidâyete ermeme sebepleri, kendi kötü tercihleridir.

Bu da gösteriyor ki, beyanın, açıklamanın ötesinde olan şey, aslında hidâyet diye isimlendinlendir. Bu da, doğruya ulaşmanın, hidâyetin yaratılması, buna dair muvaffakiyetin ve kudretin verilmesi ve sağlanmasıdır.

57

Onlar, dediler ki: “Sizinle beraber doğru yolu tutarsak, kendi yurdumuzdan koparılıp çıkarılırız.” Biz onları tarafımızdan bir rızık olarak, her türlü meyve ve mahsullerin kendisinde toplandığı, saygın ve güvenlikli bir yere yerleştirmedik mi?

Kureyşliler diyordu ki: “Biz de senin hak üzere olduğunu kesinlikle biliyoruz. Bizim endişemiz, sana uymamız hâlinde, bu sebepten ötürü bütün Araplar bize karşı cephe alırlar ve bizi bulunduğumuz yerden, yurdumuzdan, Mekke'den çıkarıp atarlar,” Allah (celle celâlühü) da, kâfir olmalarına rağmen onları Beytullah'ta, harem içerisinde onları her kötülükten güvencede kıldığını, Harem'de onları yerleştirdiğini, nitekim onun saygınliği sayesinde, oradaki bitkileri, yetişen ürünleri de güvencede kıldığını, hemen her taraftan oraya meyveler devşirilip getirildiğini, bütün bu gerçekler karşısında onların oradan, Mekke'den koparılıp atılacaklarını, Beytullah’ın saygınliğina bir de İslam'ın saygınliğinı eklediklerinde güvenlerinin yok olacağı konusu da nereden çıkarıyorlardı? Neye dayanarak bunu söylüyorlar, buyurarak bu hüccetle laflarını ağızlarına tıkadı ve onları susturdu. Güvencenin Harem halkına isnat edilmesi hakikattir, fakat Harem'e isnadı ise mecazdır.

Medine Okulu, Ya'kûb ve Sehl, (.......) kavlindeki, kelimesini, (.......) harfiyle (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

Yani, Mekke'ye celp edilirler, her şey oraya toplarııp gelir. Bu durumda, “her türlü meyve ve mahsullerin kendisinde toplandığı” ibâresinde belirtildiği gibi her yerden ve her bölgeden meyveler, ürünler Allah'ın (celle celâlühü) bir lütfü ve ihsanı gereği oraya toplanır, oraya getirtilir. Âyette geçen “külliyet / her şey” ifadesiyle, birçok şeyler demek istenmiştir.

Yani kesret / çokluk anlamınadır. Nitekim:

“Her şey onun emrine verilmiş” âyetindeki “her şey “ifadesi de böyledir.

Yine âyette geçen: “tarafımızdan bir rızık olarak” ibâresinde yer alan, “rızk” kelimesi mastar/kök fiildir. Çünkü: “oraya toplanır” kavlinin manası, “rızıklarıdırılır” demektir. Ya da bu ibâre, mefulün leh'tir veya (.......) kelimesinden hâldir. Ancak, eğer (.......) kelimesi, merzuk yani rızıklarıdırılmış olmak manasında olursa, böyledir. Çünkü bu durumda, ifade, izafete tahsis edilmiş olur. Nitekim kelime, sıfata tahsis edilen nekireden dolayı da mensûb olabilir.'

“Fakat onların çoğu bilmezler.” Bu, (.......) kavline mütealliktir.

Yani onlardan çok azı, gelen bu rızkın Allah (celle celâlühü) katından geldiğini bilir. Birçokları ise, câhildirler ve bunu bilmezler. Eğer gelen nzkm Allah (celle celâlühü) katından geldiğini bilmiş olsalardı, o zaman korku ve güvencenin de Allah (celle celâlühü) katından olduğunu bilirlerdi. O zaman buna îman etmeleri durumunda ise, artık oradan koparılıp atılacakları korku ve endişeleri de kalmazdı.

58

Biz nimetler içinde şımaran nice memleket halkını helâk etmişizdir. İşte yurtları! Kendilerinden sonra içlerinde pek az oturulmuş. (O yurtlara) biz varis olduk, biz.

Biz nimetler içinde şımaran nice memleket halkını helâk etmişizdir.

Bununla Mekke halkı tehdit edilip akıbetlerinin kötü olacağı ile korkutuluyor. Çünkü durumları öyle olduğu hâlde, Allah'ın kendilerine ikramda bulunduğu nimetlere karşı şükretmemişler, o nimetler içerisinde şımararak nimeti nankörlükle karşılamışlardı. Allah (celle celâlühü) da onları helâk etmişti. İşte bunların da sonlarının öyle olacağıyla korkutuluyor ve bu nedenle tehdit ediliyorlardı.

Âyette yer alan (.......) fiiliyle mensûb kılınmış, (.......) kelimesi de cer edanın hazfı ve fiile eklemekle mensûb duruma gelmiştir.

Yani kelime, (.......) demektir.

(.......) : Zenginliğin getirdiği kötü yükü taşımaktır, şımarmaktır. Bu da, varlıklı kişinin olması gereken konuda Allah'ın (celle celâlühü) hakkım korumamasıdır.

“İşte yurtları! ... “

Yani içinde yaşadıkları, hayatlarını geçirdikleri evlerinin izleri ve kalıntıları hala duruyor. Sizler de onları seferlerinizde görüyorsunuz. Semûd kavminin kaldığı yerlerin kalıntıları, harabeleri, Şuayb kavminin ve daha başkalannın geride bıraktıkları eserlerin kalıntıları hala ayaktadır.

“.... kendilerinden sonra içlerinde pek az oturulmuş... “

Yani kalan yerlerde orada gelip yerleşenler sadece yolcular, oradan gelip geçenler, bir gün veya kısa bir süre, bir saatlik bir zaman dilimi gibi kalarak geçip gitmişlerdir. Âyette geçen (.......) kavli, hâldir. Burada amil de işaret ismidir.

İşte o yurtlara “Biz varis olduk, biz. “-

Yani sakinlerin içinde yaşadıkları o yerleşim alanlarına bundan böyle biz varis olduk, hepsi de bize geçti. Artık bundan böyle oralarda bizden başkası tasarruf yetkisine sahip değildir.

59

Rabbin, ülkelerin merkezî yerlerine, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe oraları helâk edici değildir. Zaten biz, halkları zâlim olmadıkça memleketleri helâk etmeyiz.

“Rabbin, ülkelerin merkezî yerlerine, kendilerine -her vakit ve her zaman- âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe -böylece onların gerekçelerini ellerinden alıp hüccetle susturmadıkça, mazeretlerini ellerinden almadıkça- oraları helâk edici değildir.”

Kırâat imalarından Hamza ve Ali âyette geçen, (.......) kelimesini, (.......) harfinin esre harekesiyle (.......) olarak kırâat etmişlerdir.

Yani “öyle bir ülkede helâk ettik ki, orası diğer ülkelerin anası yani temeli, merkezi ve en önemli ve en büyük olanıdır. İşte oraya bir elçi göndermedikçe halkım helâk edecek değildir.”

Veya mana şöyle de olabilir: “Allah'ın hükmü ve hakkında kararı kesinleşmiş olan bir yerin halkım helâk edici değildir. Ta ki Ümmül-Kura'ya (Mekke'ye) peygamber gönderinceye ve “kendilerine âyetlerimizi -Kur'ân'ı- okuncaya kadar. Ancak peygamber gönderdikten ve âyetlerimiz de kendilerine okunduktan sonra onları helâk eder. “Çünkü dünya Mekke'nin altından, merkezinden itibâren döşenip yuvarlaştırılmıştır.

“Zaten biz, halkları zâlim olmadıkça memleketleri helâk etmeyiz. “

Yani biz onlardan herhangi bir intikam ve öç almak için, bir toplumu ya da kavmi helâk etmeyiz. Meğerki işledikleri zulümleri yüzünden azâbı hak etmiş olsunlar. İşte o zaman onları helâk ederiz. Zulümleri ise, küfür ve inkârlarıdır, hakka karşı direnip inat etmeleridir. Kendilerine her şey açıkladıktan, mazeretlerine bir diyecekleri kalmadıktan sonra da büyüklenmeye devam etmeleri ve bunda direnmeleridir.

60

(Dünyalık olarak) size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür. Allah'ın katındaki ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Hâlâ aklınızı kullarınııyor musunuz?

Dünyalık olarak- “Size verilen her şey, dünya hayatının geçimliği ve süsüdür.”

Yani dünya ile ilgili sebeplerden elinize her ne geçerse, onlar sadece çok az bir süre oyalanıp eğlenmeniz için bir geçimliktir. Bu az süre de, sadece fani olan şu hayat süresinden başkası değildir. Allah'ın katındaki -sevap ve ödül- ise -aslında dünyadaki her şeyden bizatihi- daha hayırlı ve daha kalıcıdır, -Daim ve süreklidir.-Hâlâ aklınızı kullarınııyor musunuz?” Sürekli ve kalıcı olanın fani ve geçici olandan daha hayırlı olduğuna dair, siz hala aklınızı başırııza devşirmeyecek misiniz?

Âyetin sonunda yer alan, (.......) kavlini, kırâat imâmlarından Ebû Amr, (.......) ve (.......) olarak hem (.......) ve hem (.......) harfleriyle okumanın muhayyerliğine İşaret etmiştir, Öyle de böyle de okunabileceğini zikretmiştir. Ebû Amr dışındakilerin tamamı, sadece (.......) harfiyle, (.......) olarak okunacağını, başka türlü okunmayacağını ileri sürmüşlerdir.

İbn Abbâs'tan (rma) rivâyete göre: Yüce Allah dünyayı yaratınca, onun için de yarattığı insanları da üç sınıf olarak, Mü'min, Münâfık ve Kâfir olarak yaratmıştır. Mü'min; sadece bundan azığını alır, Münâfık, süsüyle ilgilenip süslenir. Kâfir ise dünyadan yararlanır.” Sonra da şu âyeti okur:

61

Kendisine güzel bir vaadde bulunduğumuz ve o vaad edilen şeye kavuşacak olan kimse, dünya hayatının geçimliklerinden yararlarıdırdığımız, sonra da kıyamet günü (hesaba çekilmek için) huzura getirilecek kimse gibi midir?

“Kendisine güzel bir vaadde -cennet vadinde- bulunduğumuz...” çünkü cennetten daha güzel bir şey yoktur. Zira cennet kalıcıdır, süreklidir. Nitekim bu nedenle cennete (.......) ismi verilmiştir, “ve o vaad edilen şeye kavuşacak olan kimse, -yani onu gören, onu elde eden, cennet kendisine isabet eden kimse - dünya hayatının geçimliklerinden yararlarıdırdığımız, sonra da kıyamet günü -hesaba çekilmek, cehennem ateşine atılmaları için- huzura getirilecek kimse gibi midir?”

Bu âyetin bir benzeri de şöyledir:

“Onlar (îlyas'i) yalanladılar. Bu yüzden onların hepsi de cehenneme götürüleceklerdir.” Saffât, 127.

Bu (61.) âyet, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile larıetli Ebû Cehil hakkında nâzil olmuştur. Ya da Hazret-i Ali, Hazret-i Hamza (rma) ve Ebû Cehil hakkında inmiştir. Veya mü’minlerle kâfirler hakkında inmiştir.

Bu âyette geçen (.......) harfi -ki âyetin başında yer alan ilk (.......) harfidir-, bu ilk (.......) harfinin manası şöyledir: Allah (celle celâlühü), dünya hayatındaki şeyler ile Allah (celle celâlühü) katında olan güzel nimetlerin birbirinden tamamen ayrı olduğunu açıkladıktan sonra, hemen bunun peşinden (.......) diye devam eden âyetini getirdi.

Yani, “İkisi arasındaki bu çok açık ve net olan farklılıktan sonra, hiç dünya ya sarılanlar ile âhiret hayatı için çalışanlar bir olur mu?” demektir.

Sonra gelen ikinci (.......) harfi yani (.......) kavlinin başındaki (.......) harfine gelince, bu sebep/neden bildirmek içindir. Çünkü vadedilene kavuşmak, verilen vaad yani söz sebebiyledir. Yine Âyetteki (.......) harfi de terahi içindir.

Yani kıyamet gününde hazır bulundurulmaları, dünyadaki faydalanma olayından sonra, onun arkasından ötekisinin geleceğini ifade eder.

Kırâat otoritelerinden Ali, (.......) kavlini (.......) diye okumuştur. Nitekim tıpkı, (.......) kelimesini (.......) olarak okunması gibidir. Burada munfasıl (ayrı) durumda olan kelime, muttasıl (bitişik) olan kelimeye benzetildi.

62

Allah, onlara seslenerek diyecek ki: “Hani benim, var olduğunu iddia ettiğiniz ortaklarını?”

Allah, onlara -kâfirlere- seslenerek, ... “Bu sesleniş, onları kınama ve aşağılama anlamında olan bir sesleniş olacaktır. Bu ifade, daha önceki âyette geçen

(.......) kavline ma'tûftur. Ya da bu, hatırla manasına gelen ve metinde yer almayıp ve fakat var sayıları (.......) kelimesiyle mensûbtur.

“....diyecek ki; “Hani benim, var olduğunu iddia ettiğiniz ortaklarını? “Çünkü kâfirler böyle iddia ediyorlardı.

Âyette yer alan ve iddia etmek manasına gelen (.......) kelimesinin her iki rnefulü de mahzûftur. Bu itibarla cümlenin takdiri şöyledir: “Siz, onların benim ortaklarını olduğunu ileri sürüyordunuz.” Öte taraftan bu (.......) kelimesinin (.......) yani (.......) kökünden olması hasebiyle, bu kelimenin her iki mefulünün mahzûf olması da câiz olur. Çünkü iki mefulden biriyle yetinmek delil olmak için câiz değildir.

63

Haklarında azap hükmü gerçekleşenler, şöyle diyecekler: “Ey Rabbimiz! İşte şunlar bizim azdırdıklarınıızdır. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Şimdi de onlardan uzaklaşıp sana döndük. Zaten (gerçekte) onlar bize tapmıyorlardı.”

“Haklarında azap hükmü gerçekleşenler, -yani şeytanlar, küfür önderleri - şöyle diyecekler:... “

Burada geçen “haklarında azap hükmü gerçekleşenler” kavli, yaptıklarının gereği olarak suçları sabit olan ve haklarında cezâ ve azap kesinleşmiş olanlar, demektir. Bu âdeta Rabbimizin şu kavlinin ifade ettiği şey demektir. Allah buyuruyor ki:

“Cehennemi hem cinlerden ve hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.” Secde, 32/13.

“Ey Rabbimiz! İşte şunlar bizim azdırdıklarınıizdir.” Kendilerim sana ortak koşmaya davet ettiklerimtzdir, kandırıp azdırdıklarınıızdır.

(Bu da onun sıfatıdır. Burada Mevsûle râci olan kelime ise mahzûftur.)

“Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. “Bu âyette geçen ve “İşte şunlar...” manasında olan, (.......) kavli, mübtedadır. Bunun haberi de, (.......) kavlidir. (.......) kavlinde yer alan (.......) harfi de mahzûf olan bir mastarın sıfatıdır.

Bunun da takdiri, şöyledir: (.......) demektir. Manası da şöyledir: “Onları öylene azdırdık ki, tıpkı bizim azmamız gibi azdırılmakla kaldılar.”

Yani burada demek istiyorlar ki:

“Biz sadece kendi isteğimizle azdık, onlar da kendi istekleriyle azdılar. Çünkü bizim onları azdırmamız sadece bir vesveseden ve aldanmadan ibârettir O hâlde bizim azmamızla onların azmaları arasında herhangi bir fark yoktur. Eğer bizim onları yanıltarak ve aldatarak küfre çağırdığımız söz konusu ise, bunun karşılığında da Allah onları îmana davet etmiştir. Çünkü Allah'ın verdiği bir akıl vardır, akıl deliline göre hareket etselerdi yal? Allah, kendilerine peygamberler gönderdi, o peygamberlere kitaplar indirdi. Akıllarını kullarısalardıya!?”

Bu durum âdeta Rabbimiz şu âyetinde ifadesini bulduğu gibidir:

(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: Şüphesiz Allah size gerçek olanı vaat etti, ben de size vaat ettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm de yoktu. Ben sadece sizi inkâra çağırdım. Siz de benim davetime hemen koştunuz. O hâlde beni yermeyin, kendinizi yerin.” İbrâhîm, 22.

“Şimdi de onlardan -ve tercih ettikleri küfürden- uzaklaşıp sana döndük Zaten -gerçekte- onlar bize tapınıyorlardı. “Bilâkis onlar kendi nevalarına tapıyorlar, şehvetlerine itâat ediyorlar. İki cümle arasında bir atıf / bağ edatının olmaması, aslında ikinci cümlenin de aynen birinci cümle manasında olması sebebiyledir.

64

Onlara, denir ki: “Haydi ortaklarınızı çağırın!” Onlar da çağırırlar fakat ortakları onlara cevap veremez. Azâbı görürler. Keşke onlar (dünyada iken) doğru yola gelselerdi.

Onlara, -müşriklere, ortak koşanlara- denir ki: “Haydi ortaklarınızı -sizi azaptan kurtaracağınızı sandığınız putlarınızı- çağırın!”

Onlar da çağırırlar fakat ortakları onlara cevap veremez. Azâbı görürler. Keşke onlar -dünyada iken- doğru yola gelselerdi.

Burada (.......) kelimesinin cevabı mahzûftur.

Yani bu, “azâbı gördükleri zaman “demektir.

65

Allah, o gün onlara seslenerek diyecek ki: -Size gönderilen- “Peygamberlere ne cevap verdiniz?”

Burada önce Allah'a (celle celâlühü) ortak koştukları şeylerden ötürü, Allah (celle celâlühü) onları kınamakta ve aşağılamaktadır. Sonra da şeytanların veya küfürde önderlik edenlerin sözkonusu olan kınama ve aşağılama sebebiyle bunların söylediklerim aktardı. Çünkü putlara tapınmaları sebebiyle kınanıp kötülenince, bunun üzerine, aslında şeytanların kendilerini azdırıp doğru yoldan saptırdığını bir mazeret olarak ileri sürerler. Sonra da bunları daha da rezil eden şeye, tapındıkları ilâhlarından medet beklemeleri, onlardan yardım istemeleri kendilerine söyleniyor. Onların, kendilerine tapmakta olanlara yardım etmekte âciz olduklarını, hiçbir şey yapmayacaklarını belirtiyor. Sonrasında da kendilerine gönderilen elçileri hüccet ve delil gösterilerek büsbütün susturulmaları sağlarııyor. Artık bir başka gerekçe bulmalarına fırsat tanınmıyor.

66

O gün onlara karşı bütün haberler kapanmıştır. Artık birbirlerine de soramazlar.

“O gün onlara karşı bütün haberler kapanmıştır.” Ellerinde hiçbir kanıtları, delil ve hüccetleri kalmamıştır veya bütün haber alma kapıları yüzlerine kapanmıştır. Yine denildiğine göre, verecek bir cevap bulamamışlardı. Çünkü akıllarında verebilecekleri bir cevap olmayınca, bundan böyle ne ile ve nasıl cevap vereceklerini bilmiyorlar.

“Artık birbirlerine de soramazlar.”

Yani bir mazeret ve hüccet konusunda birbirlerine de soracakları bir şeyleri kalmamıştır. Çünkü arkadaşırıın da yanında geçerli bir mazeretini veya hüccetini olabileceği beklentisi de yoktur. Artık orada cevaptan âciz kalışları bakımından hepsi de eşit durumdadırlar, birbirlerine hiçbir üstünlükleri de yoktur.

67

Ama tövbe edip îman eden ve sâlih amel işleyen kimsenin kurtuluşa erenlerden olması umulur.

Ama şirkten tevbe edip Rabbine ve O'nun katından gelene- îman eden ve sâlih amel işleyen kimsenin -Allah katında- kurtuluşa erenlerden olması umulur.

Âyette geçen ve “Belki, umulur ki” manasında olan (.......) kelimesi ikramın ve cömertliğin gerçek olacağına işarettir. Bu âyette aynı zamanda İslam üzere devam eden müslümanîara da bir müjde, kâfirleri de îman etmeye teşvik bulunmaktadır.

68

Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Onların ise seçim hakkı yoktur. Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır ve yücedir.

Bu âyet, Velid b. Muğire'ye cevap olarak nâzil olmuştur. Çünkü o ve benzerleri:

“Bu Kur'ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” diyorlardı.30 Velid, burada kendisini veya Urve bin Mes'ud es-Sakafı'yi kast ediyordu.

“Rabbin, dilediğini yaratır...” Burada fiillerin yaratılmasına da delalet vardır. Burada “....ve seçer” anlamında olan (.......) kelimesi üzerinde vakfedilir.

Yani mana şöyle olmaktadır: “Rabbin, dilediğim yaratır ve -Rabbin dilediğini de- seçer. Onların ise seçim hakkı yoktur.”

Yani o inançsızların ve müşriklerin Allah (celle celâlühü) üzerinde herhangi bir şekilde asla bir şey seçme hakları yoktur. Ancak Allah'ın (celle celâlühü) onlar üzerinde seçim hakkı vardır. Burada, (.......) kavlinin üzerine bir atıf yani bağ edatı gelmemiştir. Çünkü bu kavil, (.......) kavlini açıklamaktadır. Mana şöyledir:

“Tercih ve seçim hakkı sadece yüce Allah'a (celle celâlühü) hastır. Çünkü Allah (celle celâlühü), yarattığı fiillerinde hikmet yönlerini en iyi kendisi bilir. Bu nedenle Allah'ın (celle celâlühü) yaratmış olduğu herhangi bir varlığın Allah (celle celâlühü) üzerinde ve O'na rağmen bir seçim hakkı yoktur.”

Ancak bu manayı, (.......) fiiline bağlayan ve vasledenler, yani “onların da bu konu da seçim hakkı vardır” tarzında bir anlama gidenler, amaçtan uzaklaşmış olurlar. Aksine (.......) harfi, yaratılmışların böyle bir seçim haklarının olmadığını göstermektedir. Böylece seçim hakkının Allah'a (celle celâlühü) has olduğunu kesin bir ifade ile aktarmış olmaktadır.

Eğer bir kimse bunun manası: “Kulların da kendileri için hayır ve aslâh olan şeyi seçmede hakkı var” derse, bu durumda o kimse Mutezili bir düşünceye sapmış olur.

(.......) kelimesi, (.......) kelimesinden alınmadır. Bu da mastar manasında kullanılır ki, bu da (.......) kelimesidir. Mana olarak ise, (.......) demektir. Meselâ: (.......) ifadesi de böyledir.

Yani, Muhammed, Allah'ın, kulları arasında seçtiği biridir.”

Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır ve yücedir.”

Yani Allah (celle celâlühü), onların kendisine ortak koşmalarından berri ve uzaktır. Çünkü Allah (celle celâlühü), herhangi bir kimseye seçim hakkı vermekten de münezzehtir.

69

Rabbin, onların sinelerinin gizlediğini de açığa vurduklarını da bilir.

“Rabbin, onların sinelerinin gizlediğini de -ResûlüUah'a karşı gizledikleri düşmanlıklarını da, haset ettiklerini de- açığa vurduklarını da -açıkça olan ta'n ve dil uzatmalarını da- bilir. Çünkü müşrikler, ondan başkasını peygamber olarak gönderseydi ya, diyorlardı.

70

O, Allah'tır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Dünyada da âhirette de hamd O'na mahsustur. Hüküm yalnızca O'nundur. Kesinlikle O'na döndürüleceksiniz.

“O, Allah'tır -İlahlık sadece ona hastır, ilâh olmada tercih yalnız onundur - O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.”

Yani birinci cümleyi aynen tasdik anlamında bir ifadedir. Meselâ: Kâ'be kıbledir. Kıble sadece Kâ'be'dir, ifadesi de aynen böyledir. “Dünyada da âhirette de hamd O'na mahsustur.” Bu ifade, onların şu ifadeleriyle aynı demektir:

“Bizden tasayı gideren Allah'a hamd olsun.” Fâtır, 34. ve:

“Bize verdiği sözde sâdık olan,... Allah'a hamd olsun.” Zümer, 74.

“Ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun, denilmiştir.” Zümer, 75. gibi.

Cennette Allah'a hamd etmek bir tür lezzettir, külfet değildir. -Kulları arasında yargılama hakkı ve- “Hüküm yalnızca o'nundur. -Ve dirildikten sonra- Kesinlikle O'na döndürüleceksiniz.” Onun huzurunda toplarıacaksınız. Kırâat imâmlarından Ya'kûb, (.......) kelimesini, (.......) harfinin fethası ve (.......) harfinin de kesfesiyle, (.......) diye okumuştur.

71

De ki: “Ne dersiniz? Allah, üzerinize geceyi kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah'tan başka hangi ilâh size bir aydınlık getirir? Hâlâ duymayacak mısınız?”

“De ki: Ne dersiniz?... “Bu manaya gelen (.......) kavlini, Ali, (.......) (hemze)siz olarak (.......) okumuştur.

Allah, üzerinize geceyi kıyamete kadar sürekli kılsaydı... “Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) fiilinin ikinci mefulüdür. Bu da sürekli ve daimi olma manasınadır. (.......) kelimesi (.......) kelimesinden alınmadır. Bu da peş peşe gelmek, aralıksız devam etmek demektir. Nitekim haram aylar için, “Üçü Serd, biri ferttir.” denir ki bu, üç tanesi peş peşe gelir, sadece Recep ayı ferttir, tek olarak gelir. (.......) kelimeşindeki (.......) harfi, zaittir. Kelime kalıp olarak (.......) tarzında (.......) olarak gelmiştir.

Allah'tan başka hangi ilâh size bir aydınlık getirir? Hâlâ duymayacak mısınız?”

Yani bana haber verin! Kim böyle bir şeye kâdir olabilir? Kim güç yetirebilir?

72

De ki: “Ne dersiniz? Allah, üzerinize gündüzü kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah'tan başka hangi ilâh size içinde dinleneceğiniz bir gece getirebilir? Hâlâ görmeyecek misiniz?”

“De ki: “Ne dersiniz? Allah, üzerinize gündüzü kıyamete kadar sürekli kılsaydı, Allah'tan başka hangi ilâh size içinde dinleneceğiniz bir gece getirebilir?”

Bu âyette, Yüce Allah, “size içinde dinleneceğiniz bir gece” manasında (.......) dediği gibi, (.......) yani “İçinde tasarrufta bulunabileceğiniz bir gündüzü” demedi. Aksine orada “Ziya / aydınlık” kelimesine yer verildi. Bu da, güneşin aydınliği demektir. Çünkü güneşe bağlı olarak birçok yararlı şeyler bulunmaktadır. Halbuki mesele, sadece yaşamak olarak tasarrufta bulunmak değildir. Ama karanlık böyle değildir. Bu nedenle orada “aydınlık” manasına gelen (.......) kelimesini, “Hala duymayacak mısınız?” manasında olan (.......) kavliyle yan yana zikretti. Çünkü kulak, menfaatlerini anlatmada, niteliklerini tanıtmada gözün algılayamadıklarını, kavrayamadıklarını da hem algılar ve hem kavrar.

Nitekim gece de “Hâlâ görmeyecek misiniz?” manasına gelen (.......) kavliyle yakın olarak zikredilmiştir. Çünkü senden başkası, karanlığın yararlarını senden daha iyi görür. Halbuki senin içinde yaşadığım, sükûnet bulduğun gündüzde göremediğini, başkası geceleyin görebilir. Bu ve benzeri şeyler...

73

Allah, rahmetinden ötürü geceyi içinde dinlenesiniz; gündüzü de, lütfundan isteyesiniz ve şükredesiniz diye sizin için yarattı.

Allah, rahmetinden ötürü geceyi içinde dinlenesiniz; gündüzü de, lütfundan isteyesiniz...” -Bu, lef ve neşr kabilinden bir anlatım ve sanat tarzıdır.

Zeccâc diyor ki buna şu şekilde mana vermek de câiz olabilir:

“Her iki durumda da, gece ve güz vakitlerinde de dinlenesiniz ve her ikisinde de Allah'ın fazlını ve ikramını, lütfunu arayasımz... diye yarattı.” Yine mana şöyle olmaktadır:

“Zaman olarak gece ile gündüzü (sizin için yarattı) ki, orada dinlenesiniz ve orada Allah'ın lütfundan isteyesiniz.”

74

Allah, onlara seslenerek diyecek ki: “Hani benim, var olduğunu iddia ettiğiniz ortaklarını?”

Bu âyetin aynısı, daha önce de 62. âyet olarak bu sûre de geçmişti. Allah (celle celâlühü), müşrikleri kınamayı ve aşağılamayı dile getirmek için bu âyeti burada aynen tekrarlamış oldu. Çünkü Allah (celle celâlühü), asla kendisine ortak koşulmasını sevmez, burada yeniden onlara hatırlatmada bulunarak, Allah'ın (celle celâlühü) gazâbını çeken en büyük günahın, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmak olduğunu onlara bildirmektir. Nitekim Allah'ın (celle celâlühü) rızasını kazanmanın da en etkili yolu, o tevhid inancını egemen kılmak için çalışmak ve tevhidi yaşamaktır. Bu, Allah'ın hoşuna en çok giden şeydir.

75

Her ümmetten bir şâhit çıkarırız ve (kâfirlere), deriz ki: “Kesin delilinizi getirin.” Onlar da gerçeğin Allah'a âit olduğunu bilirler ve (Allah'a ortak diye) uydurdukları şeyler kendilerini yüzüstü bırakıp kaybolup gitmişlerdir.

Her ümmetten bir şâhit -peygamberlerini şâhit olarak- çıkarırız. -Çünkü peygamberler ümmetleri üzerinde tanıktırlar. Ümmetleri hangi amel üzerinde olmuşlarsa, ona tanıklık edeceklerdirve -o kâfirler ümmetlere- deriz ki: -üzerinde bulunduğunuz şirk inancına ve Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı çıkmaya ilişkin olarak- Kesin delilinizi getirin. -Bu durumda- Onlar da gerçeğin -hakkın ve tevhidin- Allah'a âit olduğunu bilirler ve -Allah'a ortak diye- uydurdukları şeyler kendilerini yüzüstü bırakıp kaybolup gitmişlerdir.

Halbuki onlardan kendileri için şefâat edeceklerini bekliyorlardı ama çevrelerinde hiçbiri kalmamıştır. Hepsi de yok olup gitmişlerdir.

76

Şüphesiz Kârun, Mûsa'nın kavmindendi. Onlara karşı azgınlık etti. Biz ona, anahtarlarını (bile taşımak) güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. Hani, kavmi kendisine şöyle demişti: “Böbürlenme! Çünkü Allah, böbürlenip şımaranları sevmez.”

“Şüphesiz Kârun, ... “Kârun ismi hem Arapça bir kelime olmaması ve hem de özel isim olması hasebiyle gayrı munsarıftır. Gerçi kalıp olarak (.......) kalıbında olsa ve bir şeyin yakın olması manasında (.......) kelimesinden türemiş olduğu var sayılsa Munsarıf olur.

“....Mûsa'nın kavmindendi.” İsrâ'il oğullarından biriydi ve Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) da amcası oğluydu.

Kârun'un soy kütüğü de şöyledir: Kârun b. Yashur b. Kahis b. Lavi b. Ya'kûb ve Mûsa b. İmran b. Kahis. Yüzünün güzel olması sebebiyle “münevver” diye isim verilmiştir. İsrâ'il oğulları arasında Tevrât'ı en iyi okuyandı. Ancak Samiri'nin münâfıklık etmesi gibi o da münâfıklık etti.

“Onlara karşı azgınlık etti.” Azgınlık etmek manasında olan kelime, (.......) kelimesi olup, bu da (.......) kelimesinden türemedir. Mana olarak zulüm ve haksızlık etmek, demektir. Bir söylentiye göre de, Kârun, Fir'avun tarafından İsrâ'il oğullarının başına getirildi. O da onlara zulüm ve haksızlık etti.

(.......) kelimesi, aynı zamanda büyüklenmek manasına da gelir. Kârun mal varlığının ve çocuklarının çok oluşu sebebiyle onlara karşı büyüklük ve üstünlük taslamaya başladı. Ya da, İsrâ'il oğullarına göre bir karış daha geniş olarak giysi giyerdi ve bununla üstünlük taslardı.

“Biz ona, anahtarlarını bile taşımak güçlü bir topluluğa ağır gelecek hazineler verdik. “Âyette yer alan (.......) kelimesi, (.......) manasına gelir ve (.......) fiili sebebiyle nasb mahallinde gelmiştir. Yine âyette geçen (.......) isim ve haberiyle birlikte, (.......) ismi mevsulunun stlasıdır. Bu nedenle (.......) harfi, esreli olarak (.......) okunmuştur. Yine (.......) kelimesi de, (.......) kelimesinin çoğuludur. Keridisi ile herhangi bir şey açıları açacak demektir. Ya da, kelime, (.......) kelimeşinin çoğuludur, Bu da kasa demektir. En doğru olanı ise, bunun anahtarlar demek olduğudur. Yine, (.......) çok ağır gelmek manasınadır. (.......) kelimesinin başında yer alan (.......) harfi, müteaddi / geçişlilik içindir. (.......) kelimesi de, oldukça kalabalık olan topluk anlamına gelir. (.......) kelimesi, insanın belini bükecek derecede olan ağır yük taşımak manasınadır.

Anlatılanlara göre, Kârun'un, sadece hazinelerinin anahtarlarını 60 katır taşırdı. Her hazinenin veya kasanın sadece bir tek anahtarı, vardı ve açacakların uzunluğu da bir parmağı geçmezdi. Hepsi de deriden mamul idiler.

“Hani, -mü’min olan- kavmi kendisine şöyle demişti:” Söylenenlere göre kendisine söz söyleyen Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) imiş. Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) fiili ile mensûbtur.

“Böbürlenme!” mal varlığının çokluğuna güvenip de şımarma! Bu ifade şu Âyetteki gibidir:

Allah'ın sîze verdiği nimetlerle şımarmayınız.” Hadid, 23.

Dünya ile ancak ona râzı olan kimse sevinip şımarır, onunla tatmin bulur. Ancak kalbiyle âhirete yönelen ve bir gün gelecek, dünyayı yakında terk edeceğini kabul eden kimse, dünya ile sevinip mutlu olmaz.

“Çünkü Allah, -mal yüzünden- böbürlenip şımaranları sevmez.”

77

Allah'ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.”

Allah'ın sana verdiği şeylerde -zenginlik ve servette- âhiret yurdunu ara. -Yoksullara yardım et, tasaddukta bulun, akraba ile bağlarını kesme, varlığını hayır yollarına harca - Dünyadan da nasibini unutma. -Sana ve ailene yetecek, seni ve aileni ıslah edecek kadarım al.

Bir başka tefsire göre de denilmiş ki:

“Dünyada edindiklerinle âhiretini iste. Çünkü mü’minin dünyada kazandıklarından payına düşecek olanı, âhireti için gönderdiğidir.”

Allah'ın sana iyilik yaptığı gibi sen de -Allah'ın kullarına- iyilik yap -ya da nasıl ki sana inam ve ikramda bulunarak iyilikte bulunmuş ise, sen de şükrün ve taatmla varlıkların yaratıcısına iyilikte bulun- ve yeryüzünde -zulüm, haksızlık ve azgınlık ederek-- bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.”

78

Kârun, dedi ki: “Bunlar bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir.” O, Allah'ın kendinden önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri HELÂK etmiş olduğunu bilmiyor muydu? Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru sorulmaz (Çünkü Allah hepsini bilir).

“Kârun, dedi ki: “Bunlar -bu mallar- bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir.” Böyle bir şeye hak kazanmış olmam, bilgim sayesindedir. Çünkü ben, bilgi yönünden halktan üstünümdür. Bu ilim ya Tevrât hakkında olan bilgisidir veya kimya hakkındaki bilgisidir. Çünkü kurşun ve bakır madenlerinden altın elde ederdi. Ya da ticaret olsun, ziraat olsun, kazanç yollarını çok iyi bilmesinden ileri geliyordu. Bu, onun değerlendirmesine göredir.

(.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatıdır.

Sehl diyor ki: “Kendine dönüp bakan biri yoktur ki, kurtulmamış olsun.”

Said / bahtiyar olan kimse, gözünü kendi fiillerinden ve sözlerinden çevrilen, tüm fiil ve sözlerinde Allah'a olan minnet yolu açılarıdır.

Bahtsız kimse ise; gözünde kendi fiilleri, sözleri ve durumları süslü gösterilendir. Böylece bunlarla övünerek, bütün olanları kendinden bilendir. Onun bu davranışı gün gelir, Kârun'un helâk edildiği gibi onu da helâk eder. Çünkü Kârun her başanyı ve fazileti kendinden bilince, Allah Kârun'u yerin dibine geçirerek helâk etti.

“O, -yani Kârun - Allah'ın kendinden önceki nesillerden, ondan daha kuvvetli ve daha çok mal biriktirmiş kimseleri helâk etmiş olduğunu bilmiyor muydu?” Bu da gösteriyor ki, onun ilmi ve bilgisi açısından, Allah'ın (celle celâlühü) ondan önce geçen milletlerden de birçok güçlü ve varlıklı kimseleri helâk ettiğini, hem onların Kârun'dan daha zengin, daha güçlü olduklarını okuyup öğrenmişti, bu gerçekleri bilirdi. Çünkü Kârun, Tevrât'ta o gerçekleri okumuştu.

Sanki şöyle der gibidir: “Kârun, edinmiş olduğu bilgi cümlesinden olmak üzere, bu gerçekleri de öğrenmiş değil miydi? Bundan dolayı da mal varlığı ve gücü sebebiyle gurura kapılmaması gereken biri değil miydi?”

Ya da bununla onun hiçbir şey bilmediğini gösteriyordur. Çünkü o: “Bunlar —bu mallar- bana bendeki bilgi ve beceriden dolayı verilmiştir, “diye iddia ediyordu. Deniliyor ki;

“Onun ileri sürdüğü gibi gerçekten kendisinde öyle bir bilgi var mıydı? Neye dayanarak her nimete kendisini layık görüyor? Halbuki kendisi bilmesi gereken kendisine faydalı bilgiyi öğrenmemişti. Öğrenmiş olsaydı, o sayede kendisini, insanları helâk eden tehlike kasırgasının içine atmazdı ve helâk edilenlerden de olmazdı.”

“Suçlulukları kesinleşmiş olanlara günahları konusunda soru sorulmaz. “Çünkü Allah (celle celâlühü) hepsini bilir. Aksine onlar cehennem ateşine hiç sorgulanmadan, hesaba çekilmeden sokulacaklardır. Yahut da, hiç sorguya çekilmeden durumlarını itiraf edeceklerdir. Ya da simalarından bilineceklerinden dolayı, onlar hiç hesaba çekilmeyeceklerdir. Veya mesele kendileri açısından bilindiğinden onlar sorgulanmadan cezâya ve azâba çarptırılacaklardır. Aksine sorgulanmaları bir tür aşağılanmaları, kınanmaları, kabahatlerinin yüzlerine vurulması anlamında sorgularıacaklardır. Yahut da bu ümmetten olan suçlular, daha önceden geçmiş günahlarından ötürü sorguya çekilmeyeceklerdir.

79

Kârun, ziyneti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler, şöyle dediler: “Keşke Kârun'a verilen gibi bizim de olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sâhibidir.”

“Kârun, ziyneti ve görkemi içerisinde -kızılı ve şansıyla- kavminin karşısına çıktı.”

Söylenenlere göre Kârun, bir Cumartesi günü, gri tonlu katırının üzerinde, üzerinde Arguvan bir giysi ile çıktı. Katırın üzerinde altından bir eyer vardı. Yanında dört bin kişilik avenesiyle görkem ve ihtişamı ile geldi.

Bir başka söylentiye göre hem kendilerinin ve hem de atlarının üzerinde ipekten süs ve giysiler vardı. Sağında 300 genç veya köle, solunda ise üzerlerinde süslerle bezenmiş olan beyaz tenli cariyeler vardı.

(.......) kavli, (.......) fiilinin failinden hâldir.

Yani süslenilmiş bir hâlde çıkıp geldi, demektir.

“Dünya hayatını arzu edenler, şöyle dediler:” Söylenenlere göre, bunlar Müslüman kimselerdi. Doğal olarak beşer, böyle şeyleri hep temenni ederler. Onlar da Kârun'un görkemli geçişini görünce ona rağbet anlamında, onun gibi bolluk içinde olmayı arzuladılar. Bir başka görüşe göre, Kârun gibi zengin ve görkem içinde olmayı isteyenler, kâfirlerdi.

“Keşke Kârun'a verilen -servet- gibi bizim de -servetimiz- olsaydı.” Böyle diyenler, ona imrenerek bunu söylüyorlardı.

Gıpta etmek/imrenmek: İmrendiği kimsenin elinde olan veya sahip olduğu şey, onun elinden çıkmamak kaydıyla, kendisini de onun gibi olmasını istemektir, temenni etmektir. Nitekim bu âyette de öyle geçmektedir.

Haset etmek ise: Çekemediği kimsenin elinde bulunan şeylerin ondan alınıp kendisinin olmasını istemesidir. Bu da Rabbimizin şu kavlinde ifadesini bulmaktadır. Yüce Allah buyuruyor ki:

Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasetle arzu etmeyin.” Nisa, 32.

Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem):

- Gıpta etmek, imrenmek zararlı mıdır? diye sorulmuş. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da:

- “Hayır, ancak dikenli ağacın meyvesi devşirilirken ağaca vurulmasının ağaca verdiği zarar kadar zarar verir.”

“Şüphesiz o -Kârun- büyük bir servet sâhibidir. “Âyette geçen (.......) kelimesi: Ciddilik, baht ve devlet manalarına gelir, pay, servet ve nasip anlamım da taşır.

80

Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise dediler ki: “Yazıklar olsun size! Îman edip de iyi işler yapanlara Allah'ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşturulur.”

“Kendilerine -sevap, ikap, dünyanın faniliği ve âhiretin bâkî oluşu konusunda- ilim verilmiş olanlar ise -Kârun'a gıpta edenlere- dediler ki: Yazıklar olsun size!...'Bu, (.......) kavlinin manasıdır. Kelimenin aslı (.......) sana yazıklar olsun, demektir. Beddua anlamında kullanılır, birinin helâk olması için kullanılır. Daha sonra bu ifade, bir uyan, bir men etme, reddetme, geri çevirme ve kabul etmeme manalarında kullanılır olmuştur. Hoşa gitmeyen bir şeyi terk konusunda uyarmaktır.

“et-Tibyan Fi İ'rabi'l-Kur'ân” adlı eserde, bu âyette yer alan (.......) kavli, mahzûf bir fiilin mefulüdür denir.

Yani: (.......) demektir. Allah (celle celâlühü), sizin helâk edilmenizi kesin duruma getirmiştir, demektir

“îman edip de iyi işler yapanlara Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır. Ona da ancak -Taatlara devamda, şehvetlerden, dünya ziynetlerinden uzak durmada, Allah'ın (celle celâlühü) kimine az, kimine çok olan taksimine rıza göstermede- sabredenler kavaslar ulur. -

Yani bu,- Allah'ın vereceği mükâfat daha hayırlıdır.” ibâresi veya kelimesi, sadece sabredenlere telkin edilir.

81

Sonunda onu da, sarayını da yerin dibine batırdık. Allah'a karşı ona yardım edebilecek adamları da yoktu. Kendisini savunup kurtarabileceklerden de değildi!

“Sonunda onu -Kârun'u- da, sarayını da yerin dibine batırdık.” Kârun, Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm), her zaman eza ve cefada bulunurdu. Ancak Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), aralarındaki akrabalık sebebiyle pek ses çıkarmazdı. Bu durum zekât emri gelinceye kadar böyle sürdü. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), Kârun ile, her bin dinara/altına bir dinar/altm ve her bin dirheme-gümüşe de bir dirhem/gümüş zekât alımında anlaştılar.

Kârun, bir hesap yapar ve bunun, kendisince çok büyük bir miktar tutacağım düşünür ve çok görür. Cimriliği tutmaya başlar. Bunun üzerine İsrâ'il oğullarını toplar ve onlara:

-Mûsa, ellerinizden mallarınızı almak istiyor.” der. İsrâ'il oğulları da:

- Sen bizim büyüğümüzsün, ne yapmamızı istiyorsan, emret yerine getirelim, derler. Kârun da onlara:

- Hani, şu uygunsuz işler yapan kadın var ya, onu ayartalım. Mûsa'nın (aleyhisselâm) kendisiyle yattığını söylen, diye böyle iğrenç bir teklif getirir. Bunun üzerine İsrâ'il oğulları, onun etrafından dağılırlar.

Kârun da gidip, kadına bin dinar verdi veya altından mamul bir leğen verdi ya da onun üzerinde baskı uyguladı. Bayram günü gelince, Mûsa (aleyhisselâm) ayağa kalkıp İsrâ'il oğullarına şöyle seslendi:

- “Ey İsrâ'il oğulları! Kim hırsızlık ederse, keseriz. Kim de iftira ederse, celde vururuz, sopa çekeriz. Kim de zina ederse, eğer bekârsa, ona sopa atarız, celde vururuz, eğer başından evlilik geçmişse, taşa tutarak recmederiz.”

Bunun üzerine hemen Kârun araya girerek:

-Eğer zina eden sen olsan da mı? dedi. Hazret-i Mûsa da:

- “Evet, Eğer ben de olsam.” diye cevapladı. Bunun üzerine Kârun:

- İsrâ'il oğulları senin filân kâdirıla beraber yattığım iddia ediyorlar, dedi.

Bunun üzerine kadın oraya getirtildi ve Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), kendisine:

- “Denizi yaran ve Tevrât'ı indiren Allah (celle celâlühü) adına doğruyu söylemen için sana yemin veriyorum” der. Bunun üzerine kadın:

- Kârun, sana iftira atmam ve senin benimle yattığını söylemem için bana para verdi, diyerek itirafta bulundu.

Bu durum karşısında Mûsa (aleyhisselâm), secde etmek üzere derhal yere kapandı ve ağlamaya başladı, Rabbine şöyle yakardı:

- “Ey Rabbim! Eğer ben senin elçin isem, benim için gazapta bulun!” Allah (celle celâlühü) da Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) a:

- “Yere emret, ne istersen, o sana itâat edecek.” diye vahyetti. Mûsa da (aleyhisselâm), İsrâ'il oğullarına dönerek:

- “Ey İsrâ'il oğulları! Allah, beni Fir'avun'a peygamber olarak gönderdiği gibi, Kârun'a da gönderdi. Onun yanında yer almak isteyenler orada, oldukları yerde kabınlar. Benimle birlikte hareket etmek isteyenler, onun yanından ayrılsınlar.” der. Bu çağrı üzerine iki kişi dışında hepsi ondan aynlırlar. Daha sonra Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm):

- “Ey yer! Onları al” dedi. Bunun üzerine yer, onları dizlerine kadar yuttu. Yine Mûsa (aleyhisselâm):

- “Onları al.” diye tekrar söyledi. Bu defa yarı bellerine kadar, yer onları yutar. Tekrar onları içine çekmesi için yere:

- “Onları al” dedi. Bu defa boyunlarına kadar, yer onları yuttu. Bu arada Kârun ve arkadaşları, Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) yalvarıp durmaktadırlar. Allah adma, akrabalık adına yemin verdirtiyorlar ama, Mûsa (aleyhisselâm), öfkesinden onlara dönüp bakmıyordu bile. Sonra Hazret-i Mûsa yine yere:

- “Artık yut onları!” dedi. Böylece yer üzerlerine kapanıverir. Yüce Allah, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) a:

- “Sana defalarca yalvarıp yakardılar, ancak sen hiç onlara acımadın. İzzetim adına yemin olsun ki, eğer bir tek defa benden merhamet dilenselerdi, kesin olarak onlara rahmet ederdim.” buyurdu.

İsrâ'il oğullarından biri şöyle dedi:

- Mûsa, Kârun'un mal varlığına sahip olmak için onu ortadan kaldırdı. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), Allah'a (celle celâlühü) dua etti, Allah (celle celâlühü), Kârun'un sarayını ve hazinelerini de yerin dibine geçiriverdi.

Allah'a karşı ona yardım edebilecek -ve onu Allah'ın (celle celâlühü) azâbından kurtaracak, ona mani olacak- adamları -ve cemaati- da yoktu. Kendisini savunup kurtarabileceklerden de değildi!”

Mûsa'dan intikam alabileceklerden de değildi veya Allah'ın azâbından kendisini kurtaracak kimseler de olmadı.

82

Daha dün onun yerinde olmayı arzu edenler de şöyle dediler: “Vay! Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve (dilediğine) kısarmış. Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki kâfirler iflah olmayacak.”

“Daha dün -dünyada- onun yerinde olmayı arzu edenler de şöyle dediler;” Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) fiilinin zarfıdır. Burada geçen “dün “ifadesi, bugünden önce geçen demek değildir. Ancak bununla yakın geçmiş kast edilmektedir, bir tür istiâredir.

“Vayl Demek ki Allah, kullarından dilediği kimselere rızkı bol verir ve -dilediğine- kısarmış.” Âyette yer alan ve “vay” manasına gelen (.......) kavlinde yer alan (.......) kelimesi, Basra Okulu mensuplarına göre, (.......) kelimesinden ayrıdır.

Yani (.......) diye okumuşlardır, (.......) kelimesini (.......) kelimesinden ayırmışlardır.

Siybeveyh diyor ki: (.......) kelimesi, içine düşülen hata sebebiyle duyuları pişmanliği ifade eden bir uyan kelimesidir. Pişman olan bir kimse, pişmanliğinı açıkça söylemek için bu kelimeyi kullanır.

Yani sözkonusu toplum, dün onun yerinde olmasını dileyenler ve: “Keşke Kârun'a verilen servetin bir misli de bize verilseydi. “diyerek, onun gibi olmalarını arzu edenler hatalarının farkına varınca, hemen pişmanlık duyarak şöyle demişlerdir:

Allah, -dün temenni etmiş olduğumuz şeyden dönmemizi- bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. “Yerin dibine geçirmek manasına gelen (.......) kelimesini, kırâat imâmlarından Hafs, Ya'kûb ve Sehl görüldüğü gibi noktalı (.......) harfinin ve (.......) harfinin üstün harekesiyle (.......) diye kırâat etmişlerdir. Başkalan ise aynı kelimeyi (.......) diye okumuşlardır. Aynı zamanda kelimede Yüce Allah'a (celle celâlühü) râci olan zamîr vardır.

“Vayl Demek ki kâfirler iflah olmayacak. “

Yani “Pişman oldular da sonrasında da demek ki inkârcılar iflah olmayacak, dediler.” demektir.

83

İşte âhiret yurdu. Biz, onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere has kılarız. Sonuç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.

“İşte âhiret yurdu.” Burada işte manasına gelen (.......) işaret ismi, âhiret yurdunu tazim ve onun şanım yücelten manada olan bir anlatım tarzıdır.

Yani: “Şu, hakkında konuşulanları işittiğin ve vasfı hakkında sana bilgileri ulaşan yurt.” demektir.

“Biz, onu yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmak istemeyenlere has kılarız.” Burada geçen ye “kılarız” manasında olan (.......) kavli, (.......) kelimesinin haberidir. (.......) kelimesi de, onun sıfatıdır.

“Büyüklük taslamayan” manasında olan (.......) kelimesini, İbn Cubeyir, “azgınlık çıkarmayan” , Dahhak ise, zulüm ve haksızlık yapmayan diye tefsirlamışlardır.

Yani isyan çıkararak, sürekli günah işleyerek, adam öldürerek, Allah'tan (celle celâlühü) başkasına kulluğa çağırarak yeryüzünde büyüklük taslamayan ve bozgunculuk çıkarmayanlara âit kılmışız, demektir.

Bu âyette, vadedilen şeyi üstünlük taslamakla bozgunculuk çıkarmayı terk etmeye bağlı kılmadı. Ancak bu ikisini çıkarmak istemeyenlere, kalplerini böyle bir şeye meylettirmeyenlere ifadesiyle, böyle bir irâdeyi terk etmeye taallûk ettirmiş oldu. Bu ifade âdeta şu âyette söylenen gibidir. Rabbimiz buyuruyor ki:

“Zalimlere meyletmeyin. Sonra sise ateş dokunur.” Hûd, 113.

Görüldüğü gibi bu Âyetteki tehdidi, “zalimlere meyletmemeye” bağladı.

Hazret-i Ali'den (radıyallahü anh) gelen rivâyete göre demiş ki:

“Adam ayakkabısının bağının bile arkadaşırıın ayakkabı bağından daha iyi ve güzel olması hoşuna giderse, işte o da bu Âyetteki hükmün içinde yer alır.”

Fudayl'den gelen rivâyete göre o, bu âyeti okur ve sonra da:

“Bütün kuruntular ve eman, şöylece yok olup gitti.” dermiş.

Yine birileri de şöyle diyor; bu işin gerçeği şudur:

Ömer b. AbdülAzîz'den gelen rivâyete göre o, ölünceye kadar, hep bu âyeti okur dururmuş.

'Yüce Allah'ın:

“Şüphe yok ki, Fir'avun yeryüzünde büyüklük tasladı ve ora halkını sınıflara ayırmıştı.” Kasas, 4. âyeti ile,

“yeryüzünde bozgunculuk isteme.” Kasas, 77. ayetlerine bağlı kalarak Fir'avun ve Kârun gibilerine uymaktan uzak durmaktır.”

İyi ve güzel “Sonuç, Allah'a karşı gelmekten sakınanlarındır.”

84

Kim bir iyilik getirirse, ona bundan daha hayırlısı vardır. Kim de bir kötülük getirirse, bilsin ki, kötülük işleyenler ancak yapmakta olduklarının cezâsına çarptırılırlar.

“Kim bir iyilik getirirse, ona bundan daha hayırlısı vardır.” Bu âyetin bu kısmı daha önce Neml, 89. âyetinde geçmişti.

“Kim de bir kötülük getirirse, bilsin ki, kötülük işleyenler ancak yapmakta olduklarının cezâsına çarptırılırlar.” Bu âyette geçen “kötülük işleyenler” manasında olan (.......) ibâresi, zamîr yerine getirilmiştir. Çünkü kötülük işlenmesi işinin veya eyleminin bunlara isnadı, bunların durumlarını daha sert bir dille uyarmak ve aşağılamak, bunu duyanların gönüllerinde daha çok kötülüğe karşı bir kin bir nefret oluşsun amacıyla tekrar edilmiştir.

Âyette geçen, “ancakyapmakta olduklarının” manasında olan (.......) ibâresi, tıpkı(.......) ibâresi gibidir.

Buradaki en büyük ikram ve lutufa gelince, bak sana, kötülük işleyene sadece işlediği kötülüğün karşılığı cezâ veriliyor, buna ilave bir cezâ artışı olmuyor. Halbuki yapılan bir iyiliğe karşılık, bire on ve hatta bire 700'lere varan ilave sevap artışı vardır. Bundan daha büyük bir fazilet olabilir mi?!

85

Kur'ân'ı sana farz kıları Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir. De ki: “Rabbim hidâyetle geleni ve apaçık bir sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.”

“Kur'ân'ı -Kur'ân okunmasını, tebliğini ve içindekilerle amel etmeni- sana farz kıları Allah, şüphesiz seni -ölümden sonra- dönülecek bir yere döndürecektir.” Hem de öyle bir yere döndürecek ki, orası beşer içerisinde senden başkasına has olmayacaktır. Âyette böyle bir mananın elde edilmesi için (.......) kelimesi nekire olarak gelmiştir.

Ya da bu dönüş yerinden murat, Mekke olabilir. Onun oraya döndürülmesinden murat ise, Mekke'nin fethi günü demektir. Çünkü Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) o gün Mekke'ye döndürülmüş olmasının çok büyük bir önemi vardır. Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) galip gelmesi, halkına galebe çalması, İslam'ın ve Müslümanların izzet ve saygınliği ile Mekke'ye dönmesi ile bütün bunlara bir hazırlıktır. Nitekim şirkin ve şirk taraftarlarının zelil olmaları da bu manada bir hazırlıktır.

Sûre Mekki surelerdendir. Ancak bu âyet, ne Mekke'de, ne de Medine'de inmiştir. Sûre, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisinin ve babalarının doğum yeri olan yerlerin özlemini duyduğunda, Cuhfe denilen yerde nâzil olmuştur.

Yüce Allah, Resûlünü, döndürmek istediği yere döndürünce şöyle buyurdu:

“Müşriklere- De ki: “Rabbim hidâyetle geleni -yani Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini ve dönüş yerine döndürüldüğünde onun için hazırladığı sevabı- ve apaçık bir sapıklık içinde olanı -yani müşrikleri, döndürülecek yere dönüşlerinde kimin cezâlarıdırılmayı daha çok hak ettiğini— daha iyi bilir.”

Âyette geçen (.......) kelimesi, muzmer (gizli) olan bir fiil ile mensûbtur. O fiil de “bilir” manasına gelen (.......) dur.

86

Sen, bu kitabın sana verileceğini ummuyordun. Ancak o, Rabbinden bir rahmet olarak sana verildi. Öyle ise kâfirlere sakın arka çıkma.

“Sen, bu kitabın -Kur'ân'm- sana verileceğini ummuyordun. Ancak o, Rabbinden bir rahmet olarak sana verildi.” Bu şu manaya gelmektedir: “Sana verilen, vahyedilen bu Kitap sadece Rabbinden sana bir rahmet olarak verildi.”

Ya da (.......) harfi, istidrak manasına gelen (.......) anlamındadır. Bu durumda mana: “Ancak Rabbinden bir rahmet obun için sana vahyedildi” demektir.

“Öyle ise kâfirlere -inançlarından ötürü- sakın arka çıkma.” -ve dinleri konusunda onlara yardımcı olma.

87

Allah'ın âyetleri sana indirildikten sonra, sakın seni onlardan çevirmesinler. Rabbine çağır ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma!

Allah'ın âyetleri sana indirildikten -indirilen vakittensonra, sakın seni onlardan -Onlar, Allah'ın (celle celâlühü) sözkonusu ayetleriyle amel etmekten, gereğini yerine getirmekten sakın o âyetlerden, Kur'ân'dan seni- çevirmesinler.” Burada âyet kelimesi çoğul olarak (.......) şeklinde gelmiştir.

Âyette geçen (.......) harfi, zaman isimlerine muzaf olan bir harftir. Bu âdeta (.......) ve (.......) gibidir.

“Rabbine -Onu birlemeye, tevhid inancına ve ona ibâdet ve kulluk etmeye- çağır ve sakın Allah'a ortak koşanlardan olma!”

88

Sen Allah ile beraber başka bir ilâha ibâdet etme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır; Hüküm yalnızca O'nundur ve kesinlikle O'na döndürüleceksiniz.

Sen Allah ile beraber başka bir ilâha ibâdet etme. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır.

Hüküm yalnızca O'nundur ve kesinlikle O'na döndürüleceksiniz.

“Sen Allah ile beraber başka bir ilâha ibâdet etme.” İbn Abbâs (rma) diyor ki:

“Burada hitap, görünürde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) edir. Bundan asıl murat olunan mana, kendi din ehlinden olanlardır. Çünkü masumluk, nehye, yasaklamaya engel değildir.

Âyette geçen (.......) kelimesi üzerinde vakfetmek, orada durmak gereklidir, mutlaka durulmalıdır. Çünkü bu kelime üzerinde durulmayıp sonrası yani devamı ile birleştirilir, vasledilirse, o takdirde ayetten, hoş olmayan şöyle durum belirir: “O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur.'Manasında olan, (.......) cümlesi, “bir başka ilaha” kelimesinin sıfatı haline gelmiş olur. Çünkü bu durumda âyetin manası altüst olur, akide noktasından büyük yanlışlara sebep olur. “

“O'nun zâtından başka her şey yok olacaktır. “

Yani yalnızca O, kalacaktır. Burada “zât” diye verilen kelime, aslında (.......) kelimesidir. Bu da, yüz ve sima manasına gelir. Bu nedenle, benzetmeden kaçınmak amacıyla, Allah’ın (celle celâlühü) vechi /yüzü “yerine, Allah’ın (celle celâlühü) zâtı” ifadesi kullanılır.

Yani (.......) kelimesi, zât manasında geçer.

Mücahid diyor ki: “Kendisiyle, Allah'ın vechi murat edildiğinde bu, âlimlerin ilmi manasınadır.”

Yarattıkları hakkında “Hüküm -vermesi ve yargılaması- yalnızca O'nundur -Allah'a (celle celâlühü) hastır- ve kesinlikle O'na döndürüleceksiniz. “

Yine daha önceden de geçtiği gibi bu âyette de yer alan (.......) kelimesini, Ya'kûb, (.......) harfinin fethi ve (.......) harfinin kesriyle (.......) olarak okumuştur.

0 ﴿