ANKEBUT SÛRESİBu sûre Mekke'de nâzil olmuştur, 69 âyettir. 1Elif-Lâm-Mîm. 2İnsanlar, “İnandık” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? Kök itibariyle (.......) kelimesiyle aynı kökten gelen (.......) kelimesi, tıpkı (.......) gibi iki çelişkiden, bir biriyle zıt olan iki şeyden birinin ötekisine karşı olan kuvveti ya da gücü demektir. Ancak bu, şüphe manasına gelen “şekk'in” aksidir. Çünkü (.......) veya (.......) kelimelerinde şüphe / şek söz konusu değildir. Şek ikisi arasında durmaktır, kararsızlıktır. Halbuki bilgi denen ilim ise, ikisinden biri hakkında kesin karar vermektir. Bu ikisinin müfredatın manalarına taallûkları sahih değildir. Yani ilgili kelimelerin kendi manalarına takılıp kalınmaz. Bu kelimelerin içinde yer aldığı cümlelerin içeriğine bakılır. Meselâ, eğer sen: (.......) ve (.......) demiş olsan, bundan hiçbir mana çıkmış olmaz. Sadece: “Zeyd'i sanmıştım.” ve “Atı zannetmiştim, biliyordum.” manası anlaşılırdı ki, bu da bir şey ifade etmemektedir. Ancak sen: (.......) ve (.......) diyecek olursan, o zaman manası anlaşılır. Çünkü birinci cümle ile “Zeyd'i âlim/bilgin sanmıştım.” demiş oluyorsun ve netice de anlamlı bir cümle ortaya çıkmış oluyor. Nitekim ikinci cümlenin de manası: “Atı, süvari atı olarak biliyordum. “olur ki, bu da yine olumlu bir cümle hâlini alır ve anlamı da anlaşılır. Senin: “Zeyd bilgindir” ve “At hızlıdır” diye kurduğun cümle, ifadenin içeriğine delalet eden, bir cümledir. Fakat sen, eğer yanında önceden var olan ve fakat kesin olmayan bir bilgiye dayanarak sözkonusu içerikten haber vermek istersen, o zaman sözkonusu olan cümlenin iki tarafından birine (.......) anlamındaki fiili yani (.......) fiilini getirişin ki, böylece amacına ulaşmış olasın. Kaldı ki içeriğe delalet eden cümle, burada, bu âyette (.......) fiilinin gerektirdiği manadır. O da: “İnsanlar,'İnandık'demekle imtihan edilmeden bırakılacakları ...” cümlesinin ifade ettiğidir. Çünkü bu cümle: “Onların sadece'inandık'demeleri ile hiçbir denemeye tabi tutulmadan bırakılacaklarını mı sanıyorlar?” takdirindedir. Burada geçen “bırakılma” kelimesi, (.......) fiilinin iki mefulünden birincisidir ve aynı zamanda onların “İnandık” sözleri de (.......) fiilinin ikinci mefuldür ve aslında bu, mübteda ile haberdir. “denenmeden” ifadesi, (.......) kelimesinin manaşırıın tamamlayıcısıdır. Çünkü bu öyle bir terk manasına gelmektedir ki, bu, değişme, değişim gösterme, dönüşme manasına gelir. Nitekim aynı durum Antre'nin şu ifadesinde de yer almaktadır: “Onun etten payını yırtıcılara bıraktım.” Görmez misin sen, baksana (.......) fiilini getirmeden önce şöyle demeyi takdir ediyorsun: “Onların sadece'inandık'sözlerine bakarak, hiç denemeye tabi tutmadan terk etti.” Bu ifade, (.......) harfinden önce meydana gelen ve kararlaştırıları bir takdire göredir. O da yerme manasında olan bir soru edatıdır. Çünkü “fitne” demek, ülkesinden ayrı düşmek, düşmanlarla cihada girişmek ve benzeri zor olan taat türü görevlerle karşı karşıya kalmak, şehvetleri terk etmek, fakirlik, yoksulluk, kıtlık, mal ve cana karşı meydana gelen türlü musibetler, kâfirlerin eza ve cefaları, hile ve tuzakları ile bir çok zorluklar ve sıkıntılar çekmek suretiyle denenmektir, imtihana çekilmektir ve sınamaktır. Rivâyet olunduğuna göre bu âyet, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbından birtakımları hakkında nâzil olmuştur. Çünkü bunlar müşriklerin eza ve cefalarından dolayı artık el-eman diyorlardı. Ya da âyet, Ammar b. Yasir (radıyallahü anh) hakkında nâzil olmuştur. Çünkü kendisi Allah (celle celâlühü) yolunda çok işkence gören ve azap edilen bir kimseydi. 3Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah, doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir. “Andolsun, biz onlardan öncekileri de -türlü fitnelerle- imtihan etmiştik.” “İmtihan etmiştik” anlamında olan, (.......) kelimesi, denemiştik, sınamıştık, denemeden geçirmiştik, gibi manalara gelir. Ve kelime, bundan önceki 2. âyette yer alan (.......) ile veya (.......) fiili ile ilintilidir, oraya bağlıdır. Onlardan kimilerinim başına testere dayatılıp ikiye bölünmek suretiyle inançları yolunda sınandılar da onlar, iki parçaya ayrılmayı kabullendiler ama yine de dinlerinden vazgeçmediler. Kimilerinin bedenleri demirden taraklarla parçalandı, ama bu, yine de onları dinlerinden döndürmedi. “Allah, -îman ettiklerine dair- doğru söyleyenleri de -imtihan etmek suretiyle- mutlaka bilir, -Bu konuda doğru söylemeyen- yalancıları da mutlaka bilir.” Yüce Allah'ın “Bilmesi” ifadesinin manası şudur; Allah (celle celâlühü) onları var etmeden ezeli bilgisiyle bildiği gibi, var edilmelerinden sonra da, varlıkları sırasında yine bilir. Çünkü hiçbir şey yok iken O (celle celâlühü) yine vardı. Mana şöyle olmaktadır: “Allah (celle celâlühü), kimin îman ettiğine dair doğru söylediğini, kimin de yalan söylediğini kesin olarak bir birinden ayırt edecektir.” İbn Ata diyor ki: “Kulun doğru söyleyip söylemediği, bolluk ve bela yani denenme sırasında anlaşılır. Eğer kişi bolluk ve rahatlık sırasında Rabbine şükreder, bela ve musibetlerle karşı karşıya kaldığında da bunlara sabır gösterirse, işte o kimse doğru söyleyenlerdendir. Kim de bolluk esnasında şımarır ve azarsa, fakat bela ve musibet günlerinde de feryat ederse, işte o kimse de yalancılardandır.” 4Yoksa kötülük işleyenler, bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar. Ne kötü hükmediyorlar! “Yoksa kötülük -şirk ve ma'siyet- işleyenler, bizden kaçıp kurtulacaklarını mı sandılar.” Yani kesin olarak cezâ gelip onları bulacaktır. Çünkü onlar kaçamayacaklardır. Âyette geçen (.......) harfinin, Müsned ile müsnedun ileyhin sılasını kapsaması, iki meral / tümleç yerine geçmesi açısındandır. Bu, Rabbimizin şu kavli gibidir: “Yoksa cennete gireceğinizi mi sandınız?” Bakara, 214; Al-i İmran, 142. Çünkü burada da aynı şekilde (.......) harfi bulunmaktadır. Burada, (.......) fiilinin, “takdir etti” anlamını kazanması da câizdir. Âyetteki (.......) harfi ise munkatıadır ve ızrab manasını içerir. Bu itibarla bu Âyetteki ızrab manası çerçevesinde, bu âyette geçen (.......) yani (.......) kelimesi, daha önce geçen (.......) yönünden daha çok iptal edici (geçersiz kılıcı)dır. Çünkü önceki, îmandan ötürü imtihanın takdir edilmeyeceğini bildirirken bu âyet ise, kötülük yapanların kötülüklerinden geçilmeyeceği zanmm veriyor. Yine birincisinin mü’minler hakkında olduğunu, bu âyetin ise kâfirler hakkında olduğunu söylemişlerdir. “Ne kötü hükmediyorlarl” âyetin bu kısmında yer alan (.......) kelimesi, ref yerinde gelmiştir. Çünkü bu durumda bu bölümün manası şöyle olur: “Onların verdikleri hüküm ne kötü hükümdür.” Ya da farklı bir değerlendirme açısından bu (.......) mensûbtur. Buna göre de mana şöyle olur: Verdikleri hüküm, hüküm olarak kötü oldu.” Burada mahsusun bizzem denen ve yergi ifade eden fiil mahzûftur. O da “ne kötüdür” anlamına gelen (.......) kelimesidir. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Onların hüküm olarak verdikleri bu hüküm, ne kütü bir hüküm oldu.” 5Herkim Allah'a kavuşmayı umarsa, bilsin ki Allah'ın tayin ettiği o vakit elbette gelecektir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. “Her kim Allah'a kavuşmayı umarsa, -Allah'tan (celle celâlühü) bir sevap beklentisi veya Allah'ın (celle celâlühü) hesabından bir korkusu olursa- bilsin ki Allah'ın -sevap ve cezâ için- tayin ettiği o vakit -hiçbir şüpheye yer kalmaksızın- elbette gelecektir.” O hâlde, Allah'tan (celle celâlühü) sevap beklentisi olan sâlih ameller işlemekte acele etsin, ertelemesin. Arzularını gerçekleştirsin. Âyetin başında yer alan “reca” kelimesi, hem sevap umudunu ve hem hesaba çekilme korkusunu, her ikisini de içerir. “O, -Allah (celle celâlühü), kullarının dediklerini- hakkıyla işitendir, -yapıp ettiklerini de- hakkıyla bilendir.” Allah (celle celâlühü) yapılanlardan hiçbirisini kaçırmaz, hepsini kayda geçer. Zeccâc diyor ki: Âyette geçen (.......) kelimesi, şart manasına gelir ve mübteda olması hasebiyle de merfûdur. Şartın cevabı da âyetin,” bilsin ki Allah'ın tayin ettiği vakit elbette gelecektir” ibâresidir. Bu ibâre âdeta: “Eğer Zeyd evde idiyse, vadinde kesin doğru söylemiştir.” ifadesi gibidir, 6Her kim cihad ederse, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlere muhtaç değildir. Her kim -kendini zorlayarak Allah'a (celle celâlühü) itaatte ve taatta sabrederek, şeytanın vesveselerine karşı koyarak veya kâfirlere yönelik olarak- cihad ederse, ancak kendisi için cihad etmiş olur. -Çünkü bundan dolayı elde edeceği kazanç kendisine râci olacaktır - Şüphesiz Allah, âlemlere muhtaç değildir. - Yani onların mücahedelerine, taatlarına Allah (celle celâlühü) muhtaç değildir. Ancak Allah (celle celâlühü), kullarına merhamet ederek onlara emir verir, yasak koyar. 7Îman edip sâlih amel işleyenlerin kötülüklerini elbette örteceğiz. Onları işlediklerinin daha güzeliyle mükâfatlarıdıracağız. Îman edip sâlih amel işleyenlerin kötülüklerini -îman ve tevbe etmeleri hâlinde, onların şirkten dolayı meydana gelen günahlarını ve ma'siyetlerini- elbette örteceğiz. Onları işlediklerinin daha güze-Hyle mükâfatlarıdıracağız. - Yani, İslam için işlediklerini daha da üstünde en güzel bir şekilde ödüllendireceğiz. 8Biz, insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şayet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itâat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim. “Biz, insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik,” Âyetin başında yer alan (.......) kelimesi, (.......) fiilinden türemedir. Manası; vasiyet etmek, tavsiyede bulunmak olmakla birlikte, burada hüküm olarak “emretti” hükmündedir ve bu itibarla Âyetteki manası “emrettik” demektir. Aynı zamanda kelime, tasarrufta bulunmak manasına da gelir. Meselâ: “Zeyd'e iyilik yapmasını tavsiye ettim, vasiyette bulundum. “demenle, (.......) — “Böyle yapmasını emrettim “demen aynı manaya gelir. Nitekim Yüce Allah'ın şu kavlinde geçen ifade de bu manayadır: . “İbrâhîm, çocuklarına tevhid kelimesini vasiyetti, onlara bu kelimeyi yaşamalarını emretti.” Bakara, 132. Meselâ: (.......) dediğinde, burada sen, Zeyd ismindeki kişiye bir sorumluluk veriyorsun, o da Amr adındaki kişinin haklarını koruması ve onu gözetmesidir. Yani burada diyorsun ki: “Ben, Amr'ı, Zeyd'in sorumluluğuna verdim. “Nitekim Rabbimizin bu kavli de bu türden bir anlam taşır. Yüce Allah bu âyette: (.......) diye buyururken, mana olarak diyor ki: “Biz ona (insana), ana ve babasına iyilikte bulunmasını emrettik” veya “Biz ona, ana-babasına yakın ilgi göstermesini emir ve tavsiye ettik, “demektir. Yani “ona, ana ve babasına güzellik ve iyilik içeren bir fiil ile ilgi göstermesini, yaklaşmasını... “ya da: “aslında güzel, çok iyi ve güzel olan şeyi haddi zatında güzel olması hasebiyle emrettik” demektir. Bu tıpkı Rabbimizin şu kavli gibidir: “İnsanlara güzel söyleyin.” Bakara, 83. Yani “İnsanlara güzel söz ya da sözün güzelini söyleyin.” demektir. Bu âyette yer alan (.......) kelimesinin, senin ifadelerinde kullandığın (.......) gibi olması da câiz olabilir. Bunu söylerken, bu sözcüğün başında yer alması gereken fiili izmar etmiş (gizlemiş) olmaktasın. O içinde gizlediğin kelime de “Döv” kelimesidir. Yani sen, Zeyd'i, birini dövmeye hazır bir hâlde gördüğünde, sadece (.......) demekle yetiniyorsun, o da senin ne demek istediğini anlamış olmaktadır. İşte âyette geçen (.......) kelimesinin başında sen bir kelime gizlemektesin, o da “O ikisine / ana-babana ver, yardımcı ol, gözet” manasında olan (.......) olup, cümlede gizlenmiştir. Belirttiğimiz gibi manası: “ana-babana ilgi göster, onlara güzellikle muamelede bulun” demektir. Zaten insana, ana-babasınm tavsiye edilmesinin içeriğinde bu vardır. Tavsiye kelimesi bütün bu manaları içerir. Âyetin bundan sonra gelen devamı da buna mutabık olarak devam ediyor. Sanki şöyle der gibidir: “Ana-babana güzel muamelede bulun, ilgi göster, onları gözet. Eğer seni şirk koşmak gibi herhangi bir fiile iterlerse, sakın o ikisine bu konuda itâat etme!” Bu tefsire göre, bu âyet okunurken eğer âyette geçen (.......) kelimesinin üzerinde durulur, yani (.......) diye vakfedilirse, sonra da gelen (.......) kelimesiyle başlayıp okumaya devam ederse, bu tarz bir vakf ve devam ediş gerçekten güzel olur. İlk tefsire göre ise, mutlaka cümlenin başına bir (.......) kelimesinin türevlerinden biri gizlenmiştir. Meselâ (.......) kelimesi gibi. Bu durumda burada muzmer olan kelime de, (.......) fiilidir. Buna göre mana şöyle olur: (.......) Yani: “Ve dedik ki: Ey insan!” “Şayet onlar senin, hakkında -ilâh olup olmadığına ilişkin- hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itâat etme.” Burada bilgisizlikten söz edilirken, aslında onlar tarafından ilâh diye bilinenler ret olunmaktadır. Sanki burada şöyle denilir gibidir: “Senin bana ortak koşman için -aslında hiçbir zaman ilâh olmaları doğru olmayan herhangi bir şeyi, bana ortak koşman için baskı uygularlarsa, her şeye rağmen yine de bu hususta- ana-babana itâat etme!” Çünkü yaratılmışların yaratanına isyan etmeleri, hâlinde onlara itâat yoktur. Kaldı ki sizden îman edenleriniz olsun, bana şirk koşanlarınız olsun sonunda- “Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.” Yaptıklarınızdan dolayı da, karşılığı hak ettiğiniz cezâ ve mükâfat ne ise, sizi buna göre ya cezâlarıdıracağım ya da ödüllendireceğim. Âyette dönüşten ve tehditten söz edilmesi, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşma konusunda ana ve babaya uymaktan sakınılması ve onlardan bu konuda uzak durulması uyarısı yapılmaktadır. Aynı zamanda dinde sebat etmeye ve istikamet üzere devam etmeye de teşvikte bulunulmaktadır. Rivâyete göre: Sa'd b. Ebû Vakkas (radıyallahü anh), Müslüman olunca, annesi, kendisi üzerinde baskı uygulamış ve dininden dönmemesi durumunda, bundan böyle dinini terk edinceye kadar açlık grevine başlayacağını söylemişti. Bu durum karşısında oğul Sa'd b. Ebi Vakkas (radıyallahü anh), Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) gelir ve şikâyetini bildirir. İşte bunun üzerine bu âyet, Lokman süresindeki 14. âyet ve Ahkaf süresindeki 15. âyet nâzil olmuştur. 9Îman edip de sâlih amel işleyenler var ya, biz onları mutlaka sarihler (iyiler) arasına sokacağız. “Îman edip de sâlih amel işleyenler var ya, -(Âyetin bu kısmı mübtedadır. Bundan sonra gelen kısmı da haber / yüklemdir.) biz onları mutlaka sâlihler, iyiler arasına sokacağız.” Sâlihlik, mü’minlerin en belirgin olan özelliklerinden biridir. Ki, peygamberler bile sâlihlerden olma temennisinde bulunmuşlardır. Nitekim Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm): “Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına kat.” Neml, 19. Nitekim Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm) da şöyle yakanyor: “Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” Yûsuf, 101. Ya da beni sâlihlerin gireceği yere girdir ki burası da cennetten başkası değildir. Şimdi gelen âyet münâfıklar hakkında inmiştir. 10İnsanlardan öyleleri vardır ki, “Allah'a inandık” derler. Ama Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi Allah'ın azâbı gibi tutar. Andolsun, Rabbinden bir yardım gelecek olsa mutlaka, “Biz de sizinle beraberdik” derler. Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir? İnsanlardan öyleleri vardır ki, “Allah'a inandık” derler. Ama Allah uğrunda -o, inandık diye gözüken münâfıklar, kâfirler tarafından- bir ezaya uğratılınca, insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi, Allah'ın azâbı gibi tutar. - Yani Allah'ın (celle celâlühü) azâbından ürküp korktuğu gibi bundan da ürküp korkarlar- Andolsun, Rabbinden bir yardım gelecek olsa mutlaka, “Biz de sizinle beraberdik” derler. - Yani Allah (celle celâlühü), mü’minlere zafer ihsan eder ve ganimet elde etmelerini sağlarsa, hemen ileri atılırlar ve şöyle derler:- Biz de sizinle beraberdik. - Yani, dinde size tabiydik. Siz dinde nasıl sebat ettiyseniz biz de aynen öylece sebat ettik. Öyleyse ganimetlerden payımıza düşeni bize verin, derler - Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir? Yani elbette en iyi bilendir, demektir. Dolayısıyla Yüce Allah, herkesin gönlünden geçenleri en iyi bilen olduğuna göre, elbette sizin de ey münâfıklar, içinizden geçenleri Allah (celle celâlühü) en iyi bilendir. Aynı zamanda samimi mü’minlerin de kimler olduğunu da en iyi bilen yine Allah'tır (celle celâlühü). Bundan sonra gelen âyette ise Yüce Allah, mü’minlere vaatte bulunuyor ve münâfıktan da tehdit ediyor ve şöyle buyuruyor: 11Allah, elbette kendisine îman edenleri de bilir ve elbette münâfıkları da bilir. Yani her iki tarafa da yaptıklarının karşılığını verecek olan Allah, her iki tarafın da durumlarını en iyi bilendir. 12İnkâr edenler, îman edenlere derler ki: “Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim.” Hâlbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır. “İnkâr edenler îman edenlere, derler ki: Yolumuza uyun da sizin günahlarınızı yüklenelim.'“İnkârcılar, mü’minlere, kendilerinin yoluna uymaları için onlara emrederler. Yani küfürde olanlar, nasıl bir yol izliyorlarsa, nasıl bir inanç sâhibiyseler, mü’minlerin de kendileri gibi olmasını aynen isterler. Hatta bununla da kalmayıp emredercesine mü’minlerin üzerinde baskı kurarlar ve eğer ileride bir hata ve günah sözkonusu olacaksa, onları da yükleneceklerine dair mü’minlere söz veririler. Dikkat edilirse âyette geçen emirler, birbirleri üzerine atfedilmişlerdir. Bununla istedikleri şey, eğer mü’minler, onların istediklerini yapar ve onların yollarından giderlerse, mü’minlerin hata ve günahlarını yarın kıyamet gününde üstleneceklerini dile getirmekle şunu demek istiyorlar: “Eğer siz bizim gittiğimiz yolardan giderseniz, bizim yaptıklarınıız yaparsanız, biz de sizin hata ve günahlarınızı yükleneceğiz.” Bu sözler Kureyş'in önde gelen azılı kâfirlerindendiler. Kendilerinden olan bazılarının Müslüman olması durumunda, onlara yönelik olarak şöyle konuşurlardı: “Ne biz, ne de siz yeniden diriltileceksiniz. Eğer gerçekten öldükten sonra dirilme diye bir şey olacaksa, o zaman sizin günahlarınız bizler omuzlayacağız, üstleneceğiz.” “Hâlbuki onların günahlarından hiçbir şey yüklenecek değillerdir. Şüphesiz onlar kesinlikle yalancılardır.” Çünkü onlar ağızlarıyla böyle konuşurlarken, kalpleri bunun aksini söylüyordu. Bunların bu halleri âdeta yalancılar gibidir. Yalancılar görünürde bir şeyler vaat ederler ama içlerinden köşeyi döndükten sonra vaatlerini yerine getirmeyeceklerini dile getirirler. Dışları başka söyler, içleri daha başka konuşur. Çünkü niyetleri bozuktur. 13Andolsun, onlar mutlaka kendi yüklerini ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir. Uydurmakta oldukları şeylerden de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir. “Andolsun, onlar mutlaka kendi yüklerini -kendilerine özgü veballerini, küfürlerine ilişkin günahları yüklenecekler- ve kendi yükleriyle beraber nice ağır yükleri yükleneceklerdir.” Yani kendi işledikleri günahları yüklenecekleri gibi, yoldan çevirmek için uğraştıktan mü’minlerin de günah ve veballerini yükleneceklerdir. Çünkü onların yüzünden mü’minlerin düştükleri hata sonucu işledikleri günahlar ve düştükleri dalalet yüzünden olan günahlar da onlara yükletilecektir. Nitekim durum dedikleri gibi olacaktır. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet gününde kendi günahlarını tam olarak taşımaları ve bilgisizce saptırmakta oldukları kimselerin günahlarından da bir kısmını yüklenmeleri için öyle derler. Bak ki yüklenecekleri şey, ne kötüdür.” Nahl, 25. Yalan yanlış olarak- “Uydurmakta oldukları şeylerden -bâtıl inanç ve işlerinden- de kıyamet günü şüphesiz, sorguya çekileceklerdir.” 14Andolsun, biz, Nûh'u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da bin yıldan elli yıl eksik olarak onların arasında kaldı. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. “Andolsun, biz, Nûh'u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O –Nûh- da bin yıldan elli yıl eksik olarak onların arasında kaldı. “ Vehb'ten gelen rivâyete göre; Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), tam 1400 sene yaşamıştır. Ölüm meleği kendisine; - “Ey peygamber içerisinde en uzun ömür yasayan Peygamber! Dünyayı nasıl buldun?” diye sorar. O da: - “Dünyayı iki kapılı bir yurt, bir ev olarak gördüm. Bir kapıdan girdim, diğerinden de çıkıp gittim.” der. Âyette Hazret-i Nûh'un ömründen söz ederken, 950 sene ifadesi kullanılmamıştır. Âyette: “Bin yıldan elli yıl eksik” ifadesine yer verilmiştir ki, 950 yıl demektir. Âyette direkt olarak 950 sayısının kullanılmamasının sebebi şudur. Eğer doğrudan bu sayı verilmiş olsaydı, tam olarak 950 ifadesi anlaşılamazdı, yaklaşık 950 yıl kadar gibi bir mana çıkabilirdi. İşte böyle bir ihtimalden kaçınmak için özellikle 1000 seneden 50 yıl eksik ifadesine yer verilmiştir. Bu nedenle bu ifadeye verilirken sanki şuna dikkat çekilmektedir. Nûh (aleyhisselâm) kavmi arasında tam tamına peygamber olarak eksiksiz bir şekilde 950 yılını geçirdi. Öte taraftan bu ifade daha muhtasar, söz dizimi bakımından daha tatlı ve daha çok yarar sağlayan bir anlatım tarzıdır. Çünkü bu kıssada, Hazret-i Nûh'un (aleyhisselâm) kendi ümmetinden çektiklerinden söz edilmektedir. Bir de Hazret-i Peygambere (aleyhisselâm) bir teselli olması için, onun 950 yıllık davet hizmetinde karşılaşmadığı, çekmediği bir sıkıntı olmamış, hepsine göğüs gererek sabretmiştir. Dolayısıyla Resulullah'ın da olabileceklere göğüs germesi ve sabretmesi istenmektedir. Bunun için 1000 sayısının zikredilmesi amaca daha uygun ve daha dikkat çekicidir. Hedefe varabilmek için de önemlidir. Yani sıkıntılar binlerce yıl sürmüş olsa bile davadan ve tebliğden vazgeçmek yoktur, anlamında bir dikkat çekmedir. İfadenin ilk mümeyyezi (temyizi) “sene “sözcüğü ile ikincisi ise “yıl” kelimesiyle belirtilmiştir. Çünkü bir tek cümlede aynı kelimeyi iki defa tekrarlamak, belâgat ve edebiyat açısından, güzel konuşma sanatı yönünden uygun düşmez. Bu nedenle cümlede, birincisi sene kelimesiyle, ikincisi de yıl kelimesiyle yani bin seneden elli yü eksik diye aynı manada farklı iki kelime verilmiştir. “Neticede onlar -küfürleri sebebiyle kendilerine karşı haksızlık ve- zulümlerini sürdürürlerken tufan kendilerini yakalayıverdi. “ Tufan: Önü alınamayacak derecede her tarafı kaplayan ve hiçbir çıkış ve kaçış yolu bırakmayan dağ misali sel ve dalgaları, zifiri karanlık gece ve benzeri durumlara verilen isimdir. 15“Biz de onu (Nûh'u) ve gemide bulunanları kurtardık ve bunu âlemlere bir ibret kıldık.” Gemide bulunanların sayılarının, yarısı erkek ve yansı da kadın olmak üzere 78 kişi olduğu belirtiliyor. Bunların arasında Hazret-i Nûh'un (aleyhisselâm) Sam, Ham ve Yafes adlarındaki oğulları ve bunların eşleri de vardı. Biz gemiyi, insanlar arasında bir ibret vesilesi kıldık ki, bundan kendilerine bir ders çıkarsınlar. 16İbrâhîm'i de peygamber olarak gönderdik. Hani o, kavmine şöyle demişti: “Allah'a kulluk edin, O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” “İbrâhîm'i de peygamber olarak gönderdik. “Âyetin başında yer alan (.......) ifadesi, muzmer / gizli, var sayıları (.......) fiili ile mensûbtur. Nitekim devamında yer alan, (.......) ise, bundan bedeldir. Yani bedeli istimaldir. Çünkü zaman olarak, burada yer alan hususları da kapsamaktadır. Ya da (.......) ifadesi, bu surenin 14. âyetinde geçen (.......) üzerine ma'tûf bulunmaktadır. Bu durumda mana, “Biz Nûh'u nasıl peygamber olarak göndermiş isek, İbrâhîm'i de aynen o şekilde kendi kavmine peygamber olarak gönderdik.” olur. Bu âyette geçen (.......) harfi ise, (.......) fiilinin zarfıdır. Yani mana şöyle olmaktadır: “ Yani İbrâhîm yaşça olsun ilim yönünden olsun, olgun bir döneme ulaşırıca, içinde bulunduğu topluma öğütte bulunacak, vaaz verecek, Allah'a ibâdet etmeleri ve takva üzere yaşamaları, yani Allah'ın yasaklarından uzak ve emirlerine de bağlı olarak yaşamaları için emir verebilecek bir konuma gelince İbrâhîm'i elçi olarak gönderdik.” İbrâhîm en-Nehai ile İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe (rhma) bu âyetin başında yer alan (.......) ifadesini merfû' olarak (.......) diye okumuşlardır. Böyle okurlarken de gerekçeleri de bu ibârenin şu şekildeki bir manayı içerdiği olmuştur: (.......) Yani: “İbrâhîm de gönderilen elçilerdendir.” “Hani o, kavmine şöyle demişti: Allah'a kulluk edin, O'na karşı gelmekten sakının. Eğer bilirseniz, bu sizin için –küfürden- daha hayırlıdır. “ Yani eğer bilecek olursanız sizin şer ve kötülük olan şeyden, içinde sizin için hayır bulunan şeyler daha güzeldir. 17“Siz, Allah'ı bırakarak ancak putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Allah'ı bırakarak taptıklarınızın size hiçbir rızık vermeye güçleri yetmez. Öyle ise rızkı Allah'ın katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.” Siz, Allah'ı bırakarak ancak putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz.” ve yapmacık davranışlar içine giriyorsunuz. Ebû Hanîfe ile Sülemi (rhma) bu âyette geçen (.......) kelimesini, (.......) kökünden olmak üzere (.......) olarak okumuşlardır. Bu da, çok yalan uydurmak, yapmacık davranışlar içine girmek gibi manalara gelir. Yine bu âyette yer alan (.......) kelimesi, (.......) olarak da okunmuştur. Kelime mastardır. Bu kelime tıpkı (.......) ve (.......) fiillerine benzer. (.......) kelimesi şeddesiz olarak tıpkı (.......)ve (.......) kelimeleri gibidir. Yani bu iki kelimenin asılları dikkate alındığında aynen böyledir. Bura işin tartışmalı tarafı, müşriklerin putlarını ilâh diye adlarıdırmalarıdır ve onları Allah'a (celle celâlühü) ortak koşmalarıdır. “Allah'ı bırakarak taptıklarınızın size hiçbir rızık vermeye güçleri yetmez.” Yani hiçbir şekilde onlar size rızık verecek bir güce asla sahip değillerdir. “Öyle ise -her- rızkı Allah’ın katında arayın. “Çünkü yegâne rızık veren Allah'tır. Ondan başkası size rızık verecek değildir. Öyleyse ne türden bir rızık isteyecekseniz onu sadece Allah'tan isteyin. “O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz yalnız O'na döndürüleceksiniz.” Yapacağınız ibâdetlerinizle, nimetlerine şükretmekle ona kavuşacağınız güne hazırlık yapmız. Yine Ya'kûb, (.......) harfinin fethası ve (.......) harfinin de kesresiyle olmak üzere (.......) olarak okumuştur. 18“Eğer siz yalanlarsanız bilin ki, sizden önce geçen birtakım ümmetler de yalanlamışlardı. Peygambere düşen apaçık tebliğden başka bir şey değildir.” Bu âyette deniliyor ki: “Eğer siz beni yalanlayacak olursanız, iyi bilin ki siz beni yalanlamakla bana zarar verecek değilsiniz. Çünkü benden önce geçen peygamberler de ümmetleri tarafından yalanlanmışlardı. Fakat onlar o peygamberleri yalanlamakla onlara zarar veremediler ve veremezlerdi de. Sadece zararları kendilerine dokumuştur. Bu yalanlama sebeplerinden ötürü de azâba çarptırılmayı hak etmiş oldular, artık onlara azap edilmeleri helâl oldu.” Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) gelince o, görevini tamamlamıştır. Çünkü tebliğ etmesi gereken vazifesini açıkça tebliğ etmiştir. Böylece şüpheye de yer bırakılmamıştır. Yani Allah'ın (celle celâlühü) âyetlerini ve mu'cizelerini göstermesidir ki, böylece şüpheye de yer bırakılmamış oluyor. Ya da eğer siz aranızda olan şeyler hususunda beni yalanlıyorsanız, unutmamalısınız ki, benden önce geçen peygamberler bu konuda benim için örnektirler. Bu itibarla peygamberlere düşen görev, üzerlerine aldıkları işi tebliğ etmekten ibârettir. Tebliğini açıkça yapmasından sonra tasdik etmişler ya da etmemişler, hiçbir anlamı yoktur. Çünkü ben resul olarak üzerine düşen görevi eksiksiz yerine getirdim. İşte bu ayetten itibâren bundan sonra 24. âyet olan (.......) âyetine kadar olan âyetler (18. ayetim itibâren 23. âyet dâhil) ayetlerin, Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm), kavmine söylediği sözler olması ihtimali de vardır. Âyette geçen daha önceki ümmetlerden kasıt, Şit, İdrîs, Nûh ve benzeri diğer peygamberlerin (asm) kavimleri demektir. Bu konuların devreye girmiş olması, ResûlüUah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Kureyş'in ona karşı tavrı konusunda parantez cümlesi tarzında âyetler olmasıdır. Burada Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) ile ilgili kıssanın baş tarafı ile son tarafım açıkladı. Cümle-i mu'tarıza hangi konu ile ilgili olarak devreye girilmişse, itiraz cümlesinin de ona mutlaka bağlı olması, aynı konuyu işlemesi gerekir. Meselâ sen çıkıp da “Mekke ve Zeydayaktadır, Allah'ın en hayırlı beldesidir” der ve soruyu bu örnek bağlamında soracak olursan, benim cevap olarak buna diyeceğim şudur: “Evet, mesele dediğin gibidir. Bunun açıklaması ise şöyledir: Burada Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kıssasını araya sokması, sadece Resûlüllahne (sallallahü aleyhi ve sellem) rahat bir nefes aldırtmak ve ona bir teselli vermek içindir. Burada demek isteniyor ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) nasıl müşriklerle bir imtihana tabi tutulmuş ise, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük atası İbrâhîm (aleyhisselâm) de müşrik olan kendi kavmi ile öylece imtihan edildi. Mekke müşrikleri nasıl ki puta tapıyor idiyseler, Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kavmi de putlara tapıyorlardı.” Bu nedenle âyette: “Eğer siz yalanlarsanız” parantez cümlesi getirilmiştir.” Bu, şu anlama gelir: “Ey Kureyş topluluğu! Eğer siz Muhammed'i yalanlarsanız, İbrâhîm (aleyhisselâm) da, kavmi tarafından yalanlandı ve her ümmet kendilerine gönderilen peygamberleri yalanladılar.” Çünkü âyette geçen: “sizden önce geçen birtakım ümmetler de yalanlamışlardı” kavlinin mutlaka Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) ümmetim de kapsaması gerekir. O hâlde gördüğün gibi âyette bu anlam bağlamında herhangi bir durum sözkonusu değildir ve muterize cümlesi bu bakımdan muttasıl, aynı konuyu işlemektedir. Yani Mekke ve Zeyd misalde aralarında herhangi bir çeliş bulunmamaktadır. Kaldı ki bundan sonra gelen âyetler de aynen bu bağlamdadırlar. Çünkü hepsi de tevhid inancını ve buna ilişkin delilleri dile getiriyor. Nitekim şirki yıkan ve onun temellerini kökünden sarsan, basitliğini ortaya koyan delillere yer veriyor. Allah'ın (celle celâlühü) kudret sıfatlarını, gücünü ve egemenliğini, konuya ilişkin hüccetin ve burhanın açık ve net oluşunu dile getiriyor. 19Onlar, Allah'ın başlarıgıçta yaratmayı nasıl yaptığını, sonra onu nasıl tekrarladığını görmüyorlar mı? Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. “Onlar, Allah’ın başlarıgıçta yaratmayı nasıl yaptığını, “ Yani onlar bu gerçeği gördüler ve bildiler, demektir, “sonra onu nasıl tekrarladığım görmüyorlar mı?” Âyetin (.......) kısmı, âyetin başında yer alan (.......) fiili üzerine atfedilmiş değildir. Çünkü görme işi onlarla ilgili değildir. Ancak burada bunlarla ilgili olan husus, ölümden sonra yeniden dirilmenin kesin olarak meydana geleceğini bunlara haber vermektir. Nitekim bundan sonra gelecek olan 20. âyette de buna dikkat çekilmektedir. Orada: “Yeryüzünde dolaşırı da Allah'ın başlarıgıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır.” denilmektedir. Dolayısıyla burada ilk yaratmaya dikkat çekilmekte ve sonradan yaratılmaya dikkat çekilmemektedir. Çünkü ilk yaratan, elbette sonradan da yaratır, bunda kuşkuya yer yoktur. Eğer sen: “Bu, atıf harfiyle atfedilmiştir. Bu defa mutlaka ma'tûfun bir de ma'tûfun aleyhi olmalıdır. O hâlde o nerede?” , diyecek olursan, derim ki: (.......) cümlesidir. “Şüphesiz bu, -yani yeniden diriltme- Allah'a göre kolaydır. “ Bu âyette, kâinatta yaratma olayının aralıksız devam ettiği dile getirilmektedir ve aynı zamanda Yüce Allah'ın (celle celâlühü) yaratma kudretine dikkat çekilmektedir. Çünkü bir canlı yok olurken yerini başka bir canlı almaktadır. Kaldı ki bu kanun, toplumsal hayatta da mükemmel bir uygulama alarıı bulur. Milletlerin biri yok olurken, yerine bir başka millet geçer. Zaten bir sonraki âyette de işin bu yönü ön plarıa çıkarılmıştır. Sonuç olarak da âyetlerde öldükten sonra tekrar diriltilmenin gerçekleşeceğine işaret edilmiş olmaktadır. Âyetin başında yer alan (.......) kelimesini, Hafs dışında Kufe okulu, (.......) harfiyle (.......) olarak okumuşlardır. 20De ki: “Yeryüzünde dolaşırı da Allah'ın başlarıgıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah (aynı şekilde) sonraki yaratmayı da yapacaktır. (Kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır) Şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” Ey Resûlüm Muhammed!- “De ki: ...” Eğer bu ifade Hazret-i İbrâhîm'e (aleyhisselâm) aitse o zaman bunun takdiri şöyle olur: “(Biz İbrâhîm'e şöyle demesini vahyettik:) “Yeryüzünde dolaşırı da Allah'ın başlarıgıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın.” Çünkü bu kadar çok yaratılmışları, durumlarının birbirlerinden farklılıklarını dikkate alarak hepsine şöyle bir bakın hele! Bakın ki, Allah'ın (celle celâlühü) şaşkınlık ve hayret uyandıran yaratılış gerçeklerini görüp öğrenesiniz, müşahede edesiniz! Yine âyette geçen (.......) kelimesi olsun, onun türevi olan (.......) kelimesi olsun, her ikisi de mana olarak aynıdırlar. “Sonra Allah -aynı şekilde- sonraki yaratmayı da yapacaktır.” Yani kıyametten sonra her şeyi tekrar yaratacaktır. Mekke Okulu ve Ebû Amr (.......) kelimesini, (.......) harfinin meddi yani uzatılmasıyla (.......) diye okumuşlardır. İşte bu da delil olarak gösteriyor ki iki yaratılış vardır, bunların her ikisi de inşa anlamında ademden / yokluktan var etmek, şu varlık alemine getirmek, yeniden baştan yaratmak ve icat etmek yani ibtida, ihtira've ihraç yani çıkarmak demektir. Ancak şu kadar ki âhiret yurdu kendisi gibi bir inşa, yeniden bir yaratılma olan âlemden sonra meydana gelen yeni bir inşa olayıdır. Halbuki ilk yaratılış, sonraki yaratılış gibi değildir. Çünkü o, hiçbir örneği ve modeli ortada yok iken olan bir var ediş ve yaratmadır. Halbuki mesele kıyas açısından değerlendinlecek olunursa şöyle denmelidir:. “Allah başlarıgıçta yaratma işini, ilk yaratmayı nasıl yaptı da Allah, sonraki ikinci yaratmayı var etti, meydana getirdi?” Ancak denilen şu ki: “İlk yaratmayı nasıl yaptı da sonra Allah (celle celâlühü) sonraki yaratmayı yani ikinci yaratmayı meydana getirdi? Çünkü onlar hakkında söylenen şey, iade olayı ile ilgili olmaktadır?” Âyette belirtildiği gibi Yüce Allah, onların ilk yaratılışlarını kanıtlayınca, bunun bizzat Yüce Allah'ın bir yaratması olduğu gerçeğini ortaya koyunca, Yüce Allah, onların aleyhine olmak üzere, kendilerine o ilk yaratmayı bir hüccet olarak gösterdi. Böylece iadenin, yeniden ölenlere hayat vermesinin çok daha kolay ve basit olduğunu, âdeta birinci yaratma olayında geçtiği gibi aralarında hiçbir fark bulunmadığını gösterdi. Mademki ilk yaratma olayı Allah'ı (celle celâlühü) âciz bırakmamışsa, o hâlde ikinci yaratma (yeniden var etme) olayı elbette hiçbir zaman ilk yaratma gibi olmayacak ve bu ikincisi de Allah'ı (celle celâlühü) asla âciz bırakmayacaktır. Sanki şöyle der gibidir: “Hani şu ilk yaratma işini yapan zât var ya, işte son yaratma işini de yapacak olan zât yine o zâttır.” İşte bu manaya dikkat çekmek için yüce Rabbimiz, âyetin ikinci bölümünde bizzat, Yüce Allah'ın ismine yer verdi ve orada: “Sonra Allah -aynı şekilde- sonraki yaratmayı da yapacaktır.” Yüce Allah âyetin bu kısmında bizzat, yüce ismini açık olarak zikrediyor ve bu ikini yaratma işini yapacak olan da, ilk yaratmayı yatığı gibi, Allah (celle celâlühü) yapacaktır ve bu ona âittir, diyerek buna dikkat çekiyor. “Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” her şeye kâdirdir. 21O, dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder. Ancak O'na döndürüleceksiniz. “O, -Allah, inançsızlıklarında direnenleri rezil etmek suretiyle- dilediğine azap eder, -kimisini de hidâyete erdirerek böylecedilediğine de merhamet eder.” Ya da dilediklerine hırsları yüzünden azap eder, kanaat etmeleri sebebiyle de dilediklerine de rahmetiyle muamelede bulunur. Ya da kötü ahlâkları sebebiyle dilediklerine azap eder, güzel ahlâklarından ötürü de dilediklerine merhamet eder. Ya da Allah'tan (celle celâlühü) yüz çevirmeleri sebebiyle dilediklerine azap eder, Allah'a (celle celâlühü) yönelmeleri sebebiyle de dilediklerine de merhamet eder. Ya da bidatlere uymaları yüzünden dilediklerini cezâlarıdırır, sünnete sarılmaları bakımından da istediklerini ödüllendirir. “Ancak O'na -Allah'a- döndürüleceksiniz.” O'na götürülecek, onun huzuruna çıkarılacaksınız. 22Siz, yerde de gökte de Rabbinizi âciz bırakacak değilsiniz. Sizin Allah'tan başka ne bir dostunuz, ne de bir yardımcınız vardır. Siz, -şu geniş- yerde de -ve eğer orada olsaydınız yerden daha geniş olan, daha yaygın ve düzgün olan- gökte de –Rabbinizi- âciz bırakacak değilsiniz. - Yani siz Allah'ın hükmünden ve kazasından kaçmaya kalkışsanız bile, asla ondan kaçamayacaksınız.- Sizin Allah'tan başka -işlerinizi çekip çevirecek olan- ne bir dostunuz, ne de -sizden benim azâbımı engelleyecek- bir yardımcınız vardır. 23Allah'ın âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenler var ya; işte onlar benim rahmetimden ümit kesmişlerdir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır. Allah'ın âyetlerini - Yani vahdaniyetini gösteren delilleri, birliğine delalet eden kanıtları, gönderdiği kitapları, gösterdiği mu'cizeleri- ve O'na kavuşmayı inkâr edenler var ya; işte onlar benim rahmetimden –cennetimden- ümit kesmişlerdir. İşte onlar için elem verici bir azap vardır. 24(İbrâhîm'in) kavminin cevabı, şöyle demekten ibâret oldu. “Onu öldürün veya yakın.” Allah da onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda İnanan bir toplum için ibretler vardır. İbrâhîm, kavmini îmana davet edince,- “kavminin -İbrâhîm'e- cevabı, şöyle demekten ibâret oldu: “Onu öldürün veya yakın.” Yani birbirlerine veya içlerinden biri onlara böyle dedi. Susanlar ve ses çıkarmayanlar da bu tekliften memnun idiler. Bu itibarla hepsi de sanki o sözü söylemiş gibidirler ve hepsi de aynı hükme tâbıdırler. Sonunda hepsi de Hazret-i İbrâhîm'i (aleyhisselâm) yakmaya, ateşe atmaya karar verdiler. Böylece Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kavmi onu ateşe attıklarında “Allah da onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda -İbrâhîm'e ve bize karşı işledikleri bu davranışlarında- inanan bir toplum için ibretler vardır.” Rivâyete göre, Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kavmi, onu ateşe attıkları gün, Allah (celle celâlühü) onları ateşten yararlarıdırmadı, hiçbir ateşleri o gün yanmadı. Hatta yanan ateş ısı vermiyor, etrafını soğutup serinletiyordu. 25İbrâhîm, onlara dedi kî: “Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir sevgi (ve çıkar) uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz. Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edip tanımayacak; kiminiz kiminize lânet edecektir. Barınağınız cehennem olacaktır. Yardımcılarınız da olmayacaktır.” “İbrâhîm, onlara -kavmine- dedi ki: “Sırf aranızda dünya hayatına mahsus bir sevgi (ve çıkar) uğruna Allah'ı bırakıp birtakım putlar edindiniz.” Bu âyette geçen (.......) kelimesini, Hamza ve Hafs, (.......) olarak okurlarken, Medine ve Şam kırâat imâmları ile Hammad, Yahya ve Halef bunu, (.......) diye okumuşlardır. Mekke ve Basra okulları ile Ali aynı kelimeyi merfû' olarak (.......) diye okumuşlardır. Eş-Şemuni, Bercumi ise aynı kelimeyi (.......) diye okumuşlardır. İki tefsir açısından kelimenin mensûb olarak okunması, sebep ve illet açısındandır. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Nasıl ki insanlar herhangi bir mezhep ve görüş etrafında buluşuyorlarsa ve bu durum onların birbirlerini sevmelerine, bağlı kalmalarına neden olabiliyorsa, sizin de durumunuz aynen böyledir. Çünkü siz de aranızda karşılıklı çıkar için putlara ibâret ve tapınmada güya sevgi göstermeniz ve bu amaçla buluşmak üzere bir araya toplanmanız ve bu putlara tapma konusunda ittifak içinde olmanız da aynen böyledir.” Öte taraftan (.......) kelimesinin aynı zamanda ikinci mefûl olması da mümkündür. Tıpkı (.......) Furkân, 43 ve Casiye, 23. kavli gibidir. (.......) kelimesindeki (.......) harfi, kâffediv. Yani mana şöyle olmaktadır: “Sizler putları aranızda bir sevgi bağı kıldınız, bir çıkar edindiniz.” Buna göre bir mahzûf muzaf burada takdir edilir. Yani: “Siz, o putları aranızda sevilmeye bir sebep yaptınız.” demektir. Bu da âdeta şu Âyetteki gibi olmaktadır: “Öyle insanlar da vardır ki, Allah'tan başka varlıkları Allah'a denk varlıklar kabul ederler ve onları Allah'ı sever gibi severler.” Bakara, 265. Âyetteki (.......) kelimesinin mensûb okunması hâlinde iki gerekçe ileri sürülerek değerlendirildiği gibi, merfû' olarak okunması durumunda da yine iki yönden değerlendirilmek suretiyle tefsirlerıabilir. Bu durumda (.......) kelimesi (.......) nin haberi olur ve (.......) daki (.......) ilgi zamîri yani mevsûledir. İkinci gerekçe ise (.......) kelimesi mahzûf bir mübtedanın haberidir. Buna göre de mana şöyle olmaktadır: “Şüphesiz putlar aranızdaki sevgi bağıdır veya sebebidir.” Âyette geçen (.......) kelimesini isim tamlaması olarak okuyan kimse, o takdirde, Meveddet kelimesini zarf olarak değil, isim olarak değerlendirmiş olur. Bu âdeta: (.......) Mâide, 106. kavli gibi olur. Kelimeyi tenvinli olarak (.......) diye okuyanlar ise, bu takdirde, (.......) kavlini de mensûb olarak (.......) olarak zarf diye değerlendirmek suretiyle böyle okumuş olurlar. “Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edip tanımayacak;” yani putlar, kendilerini ilâh kabul edenleri kabul etmeyecek, onları red dedecek, kendilerinin de ma'bût olmadıklarını, ilâh olmakla hiçbir ilgilerinin bulunmadığını söyleyecekler ve kendilerini ilâh kabul edenlerden uzak duracaklardır, “kiminiz kiminize lânet edecektir.” Kıyamet gününde aralarında larıetleşme meydana gelecek, taraflar suçu birbirilerinin üzerlerine atarak kendilerini güya aklamaya çalışacaklar, karşı tarafa lânet okuyacaklar ama bu da yarar sağlamayacaktır. Tabi (uydu olanlar), lider konumunda olanları larıetleyeceklerdir. “Barınağınız -yani tapanların da, kendilerine tapıları putların da, tabi olanlar da, metbu olanların da yerleri - cehennem olacaktır. -Sizin orada- Yardımcılarınız da olmayacaktır.” 26Bunun üzerine Lût, ona (İbrâhîm'e) îman etti. İbrâhîm, dedi ki: “Ben, Rabbime (gitmemi emrettiği yere) hicret edeceğim. Şüphesiz O, mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” “Bunun üzerine -Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) kardeşinin oğlu olan yeğeni- Lût, ona -İbrâhîm'e- îman etti. -Hazret-i Lût, ateşin, Hazret-i İbrâhîm'i (asm) yakmadığını görünce, ona ilk îman eden kişi oldu - İbrâhîm, dedi ki: Ben, -Kevsa denilen bu yerden- Rabbime -Rabbimin benden gitmemi emrettiği yere- hicret edeceğim.” Göçüp gideceğim. Kevsa, Kufe'den itibâren Harran bölgesine kadar olan en büyük yerleşim bölgelerinden biriydi. Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) daha sonra buradan da Filistin'e göç etti. Filistin Şam-Suriye topraklarına dâhil olan bir bölgeydi. İşte bunun içindir ki: “Her peygamberin bir hicret ettiği yer vardır” derler. Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) ise iki hicreti olmuştur. Birinci hicreti yanında Hazret-i Lût da olduğu hâlde Sare ile birlikte olan hicretidir ki, daha sonra Sare ile evlenmiştir. “Şüphesiz O, -düşmanlarınıdan beni koruyan- mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir.” Bunun için de Rabbim, bana sadece benim için hayırlı olanı emreder. 27Ona (İbrâhîm'e) İshak'ı ve Ya'kûb'u bahşettik. Onun soyundan gelenlere peygamberlik ve kitap verdik. Ayrıca ona dünyada mükâfatını da verdik. Şüphesiz o, âhirette de sâlih kimselerdendir. “Ona -İbrâhîm'e çocuk olarak- İshak'ı ve -torun olarak da İshak’ın oğlu- Ya'kûb'u bahşettik.” Burada Hazret-i İsmâîl'e yer verilmemesi, onun çok şöhret bulması, tanınmış olması hasebiyledir. “Onun -İbrâhîm'in- soyundan gelenlere peygamberlik -verdik. Çünkü Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) peygamberlerin soy ağacıdır- Ve -ona- kitap verdik.” Burada Kitap cins isimdir. Yani onun soyundan gelen peygamberlere Tevrât, İncîl, Zebûr ve Kur'ân verdik. “Ayrıca ona -İbrâhîm'e (aleyhisselâm) dünyada mükâfatım da verdik.” Yani o, dünya ayakta kaldığı sürece hem güzellikle yâd edilecek, salât ve selâm getirilecek ve tüm hak din mensupları onu hep seveceklerdir. Ya da onun kabrinin yanında konuk severliği hep devam edecektir. Bu durum, ondan başkasına nasip olmamıştır ve olmayacaktır. “Şüphesiz o, âhirette de sâlih kimselerdendir. “ Yani cennet ehlindendir. Hasen-ı Basrî'den (radıyallahü anh) gelen rivâyet de böyledir. 28Lût'u da hatırla, onu da an. Çünkü onu da- peygamber olarak gönderdik. Hani o, kavmine şöyle demişti: “Gerçekten siz, sizden önce dünyada hiçbir toplumun yapmadığı bir hayâsızliği işliyorsunuz. Hayatta en iğrenç fiil olan livatayt işliyorsunuz. Halbuki sizden önce geçen milletler arasında böyle bir iğrençliği işleyen olmuş değildi. Bu cümle, yeni bir ifade ve giriştir. İşlenen fiilin ne kadar iğrenç bir fiil olduğunu “fahişe” kelimesiyle ortaya koymuştur. Sanki burada şöyle der gibidir: “Neden bu fiile Fahişe dendi?” Çünkü bunlardan önce geçen hiçbir kavim bu iğrenç fiil işlenmiş değildi. Hatta derler ki: “Hazret-i Lût'un (aleyhisselâm) kavminden önce hiçbir erkeğin erkeklik organı bir başka erkeğin üzerine konmuş değildi.” 29“Siz hâlâ erkeklerle cinsel ilişkiye girecek, yol kesecek ve toplarıtılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?” Kavminin cevabı da şöyle demekten ibâret oldu: “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah'ın azâbını getir bize.” “Siz hâlâ erkeklerle ilişkiye girecek, yol kesecek -yol kesenlerin yaptıkları gibi yol kesip adam öldürecek, mallarını yağmalayacak, yoldan gelip geçenleri bu fiile zorlayacak, ya denildiği gibi yollarda böyle iğrenç bir fiili işleyerek yola engel çıkaracak- ve toplarıtılarınızda -meclislerinizde- edepsizlik -edecek misiniz? Yani erkek erkeğe ilişkide bulunacak, birbirinizle küfurleşecek, şakalannızda bile iğrenç sözler kullarıacak, yoldan gelip geçenlere çakıl taşlarını fırlatacak mısınız? Ağızlarınızda sakız çiğneyecek, parmakları çıtlatacak veya kıtlatacak mısınız? Evet, bütün bu iğrençlikleri- yapacak mısınız?” Aslında, meclise, orada ehil olanlar bulunmadığı sürece, oraya meclis denmez, kötülük adına toplarııları yer denir. İşte bunun üzerine- “Kavminin -Lût'a (aleyhisselâm) cevabı da şöyle demekten ibâret oldu: Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’ın azâbını getir bize.” Yani bize geleceğinden söz ettiğin vadini verdiğin azâbı, eğer dediğinde samimi ve dürüst isem haydi o azâbı bize getir, sözü oldu. Bir önceki âyetin başında geçen (.......) kavli ile bu âyetin başında geçen (.......) kavlini Şam okulu ve Hafs, (.......) ve (.......) olarak okumuşlardır. Nitekim İmâm olarak anılan asıl nüshada yani asıl Hazret-i Osman (radıyallahü anh) nüshasında yazılı bulunan şekil de böyledir. Kufe okulu ise Hafs dışında her iki âyetin de başında yer alan bu kelimeyi ikişer hemzelt olarak (.......) diye okumuşlardır. Ebû Amr ise, aynı kelimenin başında bulunan (.......) yi med ederek (uzatarak) ve ondan sonra da esreli bir (.......) harfi getirerek (.......) diye kırâat etmiştir. Mekke Okulu, Kâlun dışında Nâfi, Zeyd dışında Sehl ve Ya'kûb hemze-i maksure ile ve esreli bir (.......) ile olmak üzere, (.......) diye okumuşlardır. 30(Lût) Dedi ki: “Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et.” Lût- Dedi ki: Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı -azâbını indirerek- bana yardım et.'-Çünkü bunlar, halkı ma'siyet olan, fuhuş olan iğrenç işlere zorlamaktadırlar. 31Elçilerimiz (melekler) İbrâhîm'e müjdeyi getirdiklerinde, ona dediler ki: “Biz, bu memleket halkını helâk edeceğiz, çünkü oranın ahalisi zâlim kimselerdir.” “Elçilerimiz -yani melekler- İbrâhîm'e -oğlu İshak'ın doğacağını ve ondan da bir torununun olacağını haber vermek amacıyla- müjdeyi getirdiklerinde, ona -İbrâhîm'e- dediler ki: Biz, bu memleket halkını helâk edeceğiz,...” Burada âyette geçen (.......) kelimesinin izafet olarak gelmesi, ma'rifelik ifade etmemiştir. Çünkü kelime istikbale yönelik bir mana içermektedir. Burada helâki sözkonusu olan memleket, Sodom'dur ki, halk arasında şöyle söylenmektedir: “Sodom kendisinden daha zorbadır. “ Âyette yer alan “Bu memleket” kavli, yakını gösteren işaret ismiyle belirtilmiş olması, sözkonusu kasabanın Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) bulunduğu yere yakın olduğu hissini veriyor. Hatta söylenenlere göre burası Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) bulunduğu yere bir gün bir gece uzaklıkta olan bir yerdeymiş. “....çünkü oranın ahalisi zâlim kimselerdir.” Yani zulüm onların içlerine işlemiştir. Onlar zaten öteden beri zulüm ve haksızlıkta hem ısrar edip durmuşlardır. Aynı zamanda küfre de girmişlerdir. Çünkü inkârcı bir toplum idiler ve türlü türlü isyanlar sergiliyorlardı, çeşit çeşit ma'siyet işliyorlardı. 32İbrâhîm, dedi ki “Ama orada Lût var.” Onlar, dediler ki: “Orada kimin bulunduğunu biz daha İyi biliriz. Biz, onu ve ailesini elbette kurtaracağız. Ancak karısını değil. O, geri kalıp helâk edilenlerden olacaktır.” İbrâhîm,- “Dedi ki: Ama orada Lût var.'- Aralarında hiçbir suç ve günahı olmayan, zulûm ve haksızlıktan beri olan biri var, o da Lût peygamberdir (aleyhisselâm). Bunun üzerine- Onlar, -melekler- dediler ki: Orada kimin bulunduğunu biz -senden- daha iyi biliriz. Biz, onu ve ailesini elbette kurtaracağız. Ancak karısını değil. O, geri kalıp helâk edilenlerden olacaktır.'“Ebedî olarak azap edilenlerden olacaktır. Âsım dışında, Ya'kûb ve Kufe Okulu, (.......) olarak okumuşlardır. Sonrasında ise, meleklerin Hazret-i İbrâhîm'in yanından ayrılmalarından sonra, gidecekleri yol istikametini bildirerek gelen âyette olay şöyle anlatılıyor: 33Elçilerimiz Lût'a geldiklerinde, Lût, onlar yüzünden tasalandı, onlar hakkında çaresizlik içine düştü. Elçiler ona, şöyle dediler: “Korkma, üzülme. Biz, seni ve aileni kurtaracağız. Ancak karını değil. O, geride kalıp helâk edilenlerden olacaktır.” “Elçilerimiz Lût'a geldiklerinde, Lût, onlar yüzünden tasalandı,,,” meleklerin gelişi Hazret-i Lût'u (aleyhisselâm) tedirgin etti. Âyette geçen (.......) harfi sıladır. İki fiilin varlığını tekit ediyor ve sanki iki fiilden biri diğeri üzerine terettüp ediyor olarak gösteriyor. Sanki her iki fiil de aynı zaman diliminde meydana gelmiş gibi gösterilmektedir. Burada şöyle denilir gibidir; “Lût (aleyhisselâm), evine konukların geldiğim görünce, kavminden onlara bir kötülük geleceği endişesiyle hiç beklemeksizin kendisini ani bir telaş sardı, ne yapacağını bilemiyordu. Çünkü misafirlerinin melek olduklarını bilmiyordu. Zira insan suretinde gelmişlerdi ve kavminin onlara bir kötülük yapabilecekleri endişesi ve telaşı kendisini sarmıştı.” Âyette geçen (.......) kelimesini Kufe, Şam okulları ve Ali burada görüldüğü gibi (.......) diye okumuşlardır. “onlar hakkında çaresizlik içine düştü.” Gelenlerin durumu onu iyice bunaltmıştı. Çaresizlik içerisindeydi. Çünkü kavmine karşı direnme gücü kalmamıştı. Âyette geçen (.......) kelimesi, güç ve takat demektir. (.......) veya (.......) güç kaybetme, güç yetirme demektir. Nitekim (.......) da, güç yetirmek, takati kesilmez manasına gelir. Esasen bu ifade, kişinin ellerini uzun olması manasınadır. Bir kimsenin eğer eli, kolu uzunsa, eli ve kolu kısa olana göre daha yüksek yerlere ulaşabilir, ifadesinden alınan bir anlatım tarzıdır. Bu itibarla bu ifade, acizlik ve kudret konusunda bir darbı mesel (Özdeyiş) hâlini almıştır ve (.......) kelimesi temyiz olarak da mensûbtur. “Elçiler ona, -Lût’a- şöyle dediler: Korkma, üzülme. Biz, seni ve aileni kurtaracağız. Ancak karını değil. O, geride kalıp helâk edilenlerden olacaktır.'“ Âyette geçen (.......) kelimesini, Mekke Okulu ve Hafs dışında Kufe okulu şeddesiz olarak (.......) diye okumuşlardır. (.......) kelimesinde yer alan (.......) harfi, cer mahallinde gelmiştir ve (.......) kelimesi de mahzûf olan bir fiil ile mensûbtur. Yani bu (.......) takdirindedir. Ki, “aileni kurtaracağız ancak karını değil” , demektir. 34Şüphesiz biz, bu memleket halkı üzerine, fâsıklık ettiklerinden dolayı gökten bir azap indireceğiz. Şüphesiz biz, bu memleket halkı üzerine, fâsıklık ettiklerinden -ve bu yüzden de Allah (celle celâlühü) ve Resûlüne itaatten çıktıklarından- dolayı gökten bir azap indireceğiz. Bu âyette geçen (.......) kelimesini, Şam Okulu şeddeli olarak (.......) diye okumuşlardır. 35Andolsun biz, aklını kullarıacak bir kavim için o memleketten ibret alınacak apaçık bir delil bıraktık. Andolsun biz, aklım kullarıacak bir kavim için o memleketten ibret alınacak apaçık bir delil -olarak eserlerini, harabeye dönen ev ve yurtlarını, bir tefsire göre de yeryüzünde kararan sularıbıraktık. Âyette yer alan (.......) kelimesinin başında bulunan (.......) harfi ya (.......) fiiline veya (.......) kelimesine mütealliktir. 36Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb, dedi.ki; “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Âhiret gününe ümit besleyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı peygamber olarak gönderdik. Şuayb, dedi ki: “Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Âhiret gününe Ümit besleyin -Akıbeti sevap olabilecek, sevap umudunu ve beklentisini sağlayacak olan işler yapın veya Allah'tan (celle celâlühü) korkun - ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. -Bozgunculuk amaçlayarak yanlış işlere kalkışmayın- 37Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı -o şiddetli deprem, titreme- yakaladı da yurtlarında dizüstü çökekaldılar. Çünkü yerin o şiddetli sarsıntısı, kalplerini tir tir titretiyordu, âdeta kalpleri yerlerinden fırlayacaktı. Bu yüzden bulundukları yerlerinde, yurtlarında ve toprakları üzerinde dizüstü çöktüler. Öylece ölüp kaldılar. Âyette, “ev, yurt” kelimesi, tekil olarak geldi, çoğul olarak zikredilmedi. Yani “evler, yurtlar” tarzında gelmedi. Çünkü bir yurt, bütün yurtlar manasınadır. Bu itibarla giyilen bir şey değildir. Böyle olması hasebiyle hepsi de o evin yani toprakların üzerinde yaşadıklarından âdeta tek ev hükmünde olarak zikredilmiştir. 38Âd Ve Semûd kavimlerini de helâk ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan, onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Hâlbuki onlar gözü açık kimselerdi. “ad ve Semûd kavimlerini de helâk ettik. Bu, onların -yani helâk olmak suretiyle harap olmuş diye tanıtıları- yurtlarından -yer ve yurtları yönünden- size besbelli olmuştur.” Çünkü gezi ve seyahatlerinizde olsun, gidiş ve gelişlerinizde olsun siz oraları gayet açık ve seçik olarak gözlerinizle görmüştünüz. Zira Mekkeliler o taraflara doğru yaptıktan seferlerinde ve yolculuklarında oraları gözleriyle görüyorlardı. “Şeytan, onlara işlerini -küfür ve günahlarını, ma'siyetlerini- süslemiş ve onları -emrolundukları ve gitmeleri gereken yoldan, yani Allah ve resullerine îman etmek olan bu yoldan, yani- doğru yoldan alıkoymuştur. Hâlbuki onlar gözü açık kimselerdi.” Yani akıllı idiler, dikkatle baktıklarında olaylardan ders çıkarabilecek konumdaydılar, hak ile batılı birbirinden ayırt edebilecek hâldeydiler ama onlar buna rağmen kendilerinden istenen bu şeyleri yapmadılar, yapmamakta direndiler. Âyetin başında yer alan (.......) kelimesi, muzmer (gizli) kalan “helâk ettik” fiiliyle mensûbtur. Çünkü bir önceki âyette geçen: “Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı yakaladı.” ibâresi, zaten buna delalet etmektedir. Çünkü bu, helâk etmek, yok etmek manasına gelir. Ayrıca âyette geçen “Semûd” kelimesini de Hamza, Hafs, Sehl ve Ya'kûb (.......) olarak kırâat etmişlerdir.) 39Kârun'u, Fir'avun'u ve Hâmân'ı da helâk ettik. Andolsun, Mûsa kendilerine apaçık mu'cizeler getirmişti de yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Halbuki bizi geçip -azâbımızdan- kurtulamazlardı. Nerede olurlarsa olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar Allah'ın emri gelip onları yakalayacaktı ve kaçışları da olmayacaktı, zaten de öyle olmuştur. 40Bunların her birini kendi günahları yüzünden yakaladık. Onlardan taş yağmuruna tuttuklarınıız var. Onlardan o korkunç sesin yakaladığı kimseler var. Onlardan yerin dibine geçirdiklerimiz var. Onlardan suda boğduklarınıız var. Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. “Bunların her birini kendi günahları yüzünden yakaladık.” Bu âyet, hiç suçu ve günahı olmadan da insanların cezâlarıdırılacağını savunan ve bunu câiz görenleri reddetmektedir ve onlar aleyhine bir delildir. “Onlardan taş yağmuruna tuttuklarınıız var.” Öylene bir kasırga ve hortum idi ki, içinde çakıl taşları da bulunuyordu. İşte böyle bir azap ve cezâ ile Lût kavmini helâk ettik. “Onlardan o korkunç sesin yakaladığı kimseler var.” Bu cezâ ile helâk edilenler de Medyen halkı ile Semûd kavmi idiler. “Onlardan -Kârun gibi- yerin dibine geçirdiklerimiz var. Onlardan -Hazret-i Nûh'un (aleyhisselâm) kavmi ve Fir'avun gibi- suda boğduklarınıız var. Allah, onlara -suçsuz yere- zulmediyor değildir. Fakat onlar -küfürleri, azgınlık ve sapıklıkları sebebiyle- kendilerine zulmediyorlardı.” 41Allah'tan başkalannı dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi! “Allah'tan başkalannı dost -ilâhlar- edinenlerin - Yani Allah'a (celle celâlühü) putları (ve heykelleri) eş ve ortak koşanların güçsüzlük, zayıflık ve kötü tercih yönünden- durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. - Yani kendisi için bir ev/barınak yapan veya edinen örümceğin durumu gibidir. Çünkü o ev, örümceği ne sıcaktan ve ne de soğuktan koruyabilir. Evlerin sahip olduğu koruma özelliğine sahip değil ki, onu koruyabilsin. Nitekim putlar da aynen böyledirler. Onlar dünyâda olsun, âhirette olsun, asla kendilerine tapanlara bir fayda sağlamayacaktır. Hatem, bu âyette geçen (.......) kelimesini hâl olarak değerlendirmiştir. Kaldı ki “Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir.” O evden daha basit, daha önemsiz olan bir başka ev yoktur. Hazret-i Ali'ye (radıyallahü anh) izafeten gelen bir rivâyete göre demiş ki: “Evlerinizi örümcek ağlarından temizleyin. Çünkü evleri örümcek ağlarına terk etmek sonuçta fakirlik getirir, yoksulluk nedeni olur.” Putların peşinde koşturanlar bu gerçeği “Keşke bilselerdi!” Yani dinlerinin bu konuya bu derece önem verdiğini, puta tapmanın bu denli basit ve aşağılık bir şey olduğunu keşke bilmiş olsalardı. Yine söylenen bir tefsire göre âyetin manası şöyledir: Allah'a ibâdet eden ve kullukta bulunan bir mü’mine kıyasla putlara - putlaştırdığı şeylere tapan müşriklerin durumu, âdeta evini depreme dayanıklı hâlde yapan veya bir kaya içinde yontarak ev yapan ile örümcek evinin kıyaslaması gibidir. Nitekim evleri tek tek elden geçirmek suretiyle en basit ve hiçbir işe yaramayan evleri araştırdığında, bu en basit özelliğe sahip olarak işe yaramayan ev konumunda olanı örümcek ağı olduğunu göreceksin. Nitekim dinler ve inançları birer birer araştırma ve incelemeden geçirdiğinde, işe yaramayan en basit inancın putlara tapmak olduğunu göreceksin. Bu itibarla “keşke bu gerçeği bilselerdi.” Zeccâc bir toplulukta demiş ki, âyetin takdiri şöyledir: “Allah'tan başkalannı dost edinenlerin durumu, örümceğin durumu gibidir. Keşke bilselerdi.” 42Şüphesiz Allah, onların, kendini bırakıp da başka ne tür şeylere taptıklarını biliyor. O, mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir. “Şüphesiz Allah, onların, kendini bırakıp da başka ne tür şeylere taptıklarını -kullukta bulunduklarını- biliyor. O, - Yani Allah (celle celâlühü), şeriki ve ortağı olmayan, asla yenilmeyen- mutlak güç sâhibidir, -cezâ vermede hiçbir zaman aceleci davranmayan- hüküm ve hikmet sâhibidir...” Âyetin bu kısmında onların cehaletlerine, bunaklıklarına işaret edilmektedir. Çünkü bunlar hiçbir bilgileri ve güçleri olmayan cansız varlıklara tapıyorlar. Her şeye kâdir olan ve her şeye hükmeden, gücü bütün güçlerin üzerinde olan ve kâdir olan Allah'a (celle celâlühü) kulluğu ve ibâdeti ise terk ediyorlar. Halbuki Allah (celle celâlühü), öyle bir- “....Hakîmdir” -ki, her ne iş yaparsa mutlaka bir hikmet ve bir tedbir gereği olarak işler ve yapar. (Bu âyette geçen (.......) kelimesini, A'şa ve Bercumi dışında Basra okulu ile Âsım burada görüldüğü gibi (.......) harfiyle (.......) diye okumuşlardır. Yine burada geçen (.......) kelimesi, (.......) manasınadır. (.......) fiilinin mefulü mukadderdir ve: (.......) demektir. Ayrıca (.......) ibâresindeki (.......) edatı, tebyin (açıklamak) anlamına gelir. 43İşte bu temsilleri biz insanlar için getiriyoruz. Onları ancak alimler düşünüp anlarlar. “İşte bu temsilleri biz insanlar...” burada insanlardan kasıt, Kureyş'in ileri gelenleri olup, bunak ve câhil, her şeyden habersiz liderler demektir. Çünkü bu bunaklar diyorlardı ki: “Muhammed'in Rabbi, sineklerden ve örümceklerden darbı mesel veriyor, örnekler sunuyor, böyle basit şeyleri misal getiriyor.” diyerek gülüp eğlenirlerdi. İşte asıl onların gülünçlüklerini göstermek- için getiriyoruz. -Bu bakımdan da şöyle buyurdu:- Onları ancak -Allah'ı, isim ve sıfatlarını bilen- alimler düşünüp anlarlar. - Yani bunun doğruluğunu, güzelliğini sözü edilen bunaklar anlamazlar, akletmezler, bunun faydalarını da kavramazlar, ancak o bilginler bu gerçeği bilirler. Çünkü verilen örnekler ve yapılan benzetmeler, kapalı ve gizli kalan manaların yollarını öğrenmek için bir araç ve vasıtadırlar. Böylece o gizli kalan gerçekler ortaya çıkabilsin ve zihinlerde yer edebilsinler istenmiştir. Nitekim sözkonusu benzetme ve tasvir olayı ile de müşrik olanlarla tevhid ehli olanların durumu bilinsin ve anlaşılsın diye gösterilmiştir. Hazret-i Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen rivâyete göre, kendileri bu âyeti okurlar ve sonrasında da şöyle buyururlardı: “Âlim kişi, Allah'ı bilip tanıyan, ona itâat etmek suretiyle amel eden ve onun gazâbından kaçınandır.” Bu âyet, ilmin akıldan daha üstün ve değerli olduğunu göstermekte ve buna delalet etmektedir. Âyette geçen (.......) kelimesi sıfattır. (.......) da haberdir. 44Allah, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. İşte bunda inananlar için bir ibret vardır. “Allah, gökleri ve yeri hak -gerçek- ve hikmete uygun olarak yaratmıştır.” Yani Allah (celle celâlühü) yeri ve göğü boşuna yaratmamıştır. Aksine bir hikmete ve incelik gereği olarak yaratmıştır. Çünkü bunun her ikisi de kullarının mesken yerleridir ve bunlardan ibret alacaklar için de ibret yerleridirler. Aynı zamanda bu ikisi, kudretinin azametini gösteren delillerdir. Sen şu ifadeyi görmez misin? Bak Allah (celle celâlühü) ne buyuruyor: “İşte bunda inananlar için bir ibret vardır.” Özellikle burada “İnananlar” ifadesine yer verilerek buna dikkat çekilmekte ve insanların bundan yararlanmaları istenmektedir. 45(Ey Resûlüm Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunam oku! Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkor. Allah'ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibâdettir. Allah, yaptıklarınızı biliyor. Ey Resûlüm Muhammed! Yüce Allah'a yaklaşmak için, onun kelamını tilâvet etmek suretiyle- “Kitaptan sana vahyolunanı oku! -O kitapta emredilen ve yasaklarıan konular üzerinde dur ve düşün.- Namazı da dosdoğru kıl. -Namazı ikame etmek suretiyle ona devam ederek, ara vermeden hep kılmayı sürdür.- Çünkü namaz, insanı -Meselâ zina gibi çirkinliklerden- hayâsızlıktan ve -hem aklın ve hem şerî'atın uygun görmediği şeylerden - kötülükten alıkor.” Deniliyor ki: Kim namaza riayet eder ve ona gereğince devam ederse, bu, onu sonunda gün gelir, günahları terk etmesine sebep olur. Rivâyete göre, bir gün Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem): - Filân kimse gündüzleri hep namaz kılar ama geceleri de hırsızlık yapar, diye söylenmiş. Bunun üzerine Resulullah da (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: - “Onun namazı, kesin olarak onu bıraktıracaktır.” Yine rivâyete göre Ensar'dan bir genç, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte namaz kılarınış, fakat buna rağmen ne kadar kötülükler varsa, onları işlemekten de geri kalmazmış. Bu durum, Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber verilince Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Onun namazı pek yakında onu, o kötülüklerden uzaklaştıracaktır.” Nihayet aradan uzun bir zaman geçmez, o genç tevbe ederek doğru yola dönmüş yapar. Abdurrahmân b. Avf diyor (radıyallahü anh) ki: “Âyette geçen'Namaz, kötülükten alıkor'kavli, şu manaya gelir: “ Hasen-ı Basrî'den rivâyete göre demiş ki: “Bir kimsenin kılmakta olduğu namazı, onu kötülüklerden, fuhşiyattan ve iğrençliklerden menetmiyorsa, uzaklaştırmıyorsa, onun namazı namaz değil ve o namaz onun üzerinde bir vebaldir, bir yüktür, demektir.” “Allah'ı anmak olan namaz elbette en büyük ibâdettir.” Yani namaz ibâdeti, Allah'a (celle celâlühü) olan taat arasında taatların en büyüğüdür. Özellikle âyette, (.......) _ “ve Allah'ı anmak” kavli, gerekçe (illet) bakımından müstakil bir anlatım olsun için söylenmiştir. Sanki burada şöyle bir ifadeye yer verilir gibidir: “Namaz daha büyük bir taat ve ibâdettir. Çünkü namaz, Allah'ı anmaktır.” İbn Abbâs (rma) diyor ki: “Allah'ın rahmetiyle sizi anması var ya, işte o anma, sizin Allah'a taat ve ibâdetle onu anmanızdan daha büyük ve daha önemlidir.” İbn Ata da diyor ki: “Allah'ın sizi anması, sizin Allah'ı anmanızdan daha büyüktür. Çünkü Allah'ın anmasının bir gerekçesi, bir illet (sebebi) yoktur. Halbuki sizin onu anmanız birçok illetlerle, kuruntu ve beklentilerle şaibelidir. Kaldı ki Allah'ın anması bitmez, sizin anmanız ise bâkî ve sürekli değildir.” Selman da diyor ki: “Allah'ı anmak her şeyden daha büyük ve daha değerlidir.” Çünkü Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: - “Dikkat edin! Melikiniz katında amellerinizin en hayırlısını ve en çok temize çıkaranım, arındıranını, derecelerinizi en çok yükseltenini, altın ve gümüş verilmesinden daha hayırlı olanını, düşmanlarınızla karşı karşıya gelip de onların sizin boyunlarınızı, sizin onların boyunlarını vurmaktan da hayırlı olanım size haber vereyim ister misiniz?” Bunun üzerine sahâbe: - Ey Allah'ın Resûlü! Nedir o? diye sorarlar. Resulullah da (sallallahü aleyhi ve sellem): - “O, Allah'ı zikretmektir, “Buyurdu. Yine Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), -Hangi amel daha faziletlidir? diye sorulduğunda şöyle buyurmuştur: - “Dünyadan ayrılırken, dilin hala Allah'ı anmak ıslakliği ile ayrılmandır.” Ya da: “Allah'ı anmak daha büyüktür.” kavli, aklınızın ve anlayışının hiçbir zaman anlayamayacağı ve kavrayamayacağı derecede büyüktür, demektir. Ya da Allah'ı (celle celâlühü) anmanın büyüklüğünün yanında artık ma'siyete yer kalmayacak derecede olan bir büyüklük demektir. Ya da Allah'ı (celle celâlühü) anmanın büyüklüğü, kötülükten, fuhşiyattan ve münker'olan her fiilden menetmek açısından her şeyden daha yücedir, münezzehtir, demektir. “Allah, yaptıklarınızı biliyor.” Hayırlarınızı, taatınızı biliyor, hepsinden haberdardır ve bunlardan ötürü de sizi ödüllendirecektir. 46İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir (aynı ilâhtır). Biz sadece O'na teslim olmuş kimseleriz.” “İçlerinden zulmedenler -mutedil olmayı bırakarak ifrata ve inada kaçanlar, öğüt kabul etmeyenler, kendilerine yumuşak davranılması etkili olmayanlar- hariç, -çünkü onlara karşı sert muamele etmek gerekir. İşte böyleler! dışında kalan- Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla -sertliğe karşılık yumuşaklıkla- mücadele edin.” Nitekim bir başka âyette de: “Sen kötülükleri en güzel bir hasletle ve davranışla defet, önle.” Mü’minun, 96. buyrularak, orada da bu gerçeğe işaret edilmektedir. Ya da Resulullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet edenler hariç veya Allah'a (celle celâlühü) çocuk isnad eden ve ona ortak koşanlar ve Allah'ın iki eli de bağlıdır, diyenler hariç, Kitap ehliyle ancak en güzel bir yol ile mücadele edin, demektir. Yahut da bunun manası şöyledir: “Zimmet altında olup da vergilerim ödeyen kitap ehliyle ancak en güzel olan şekliyle mücadele edin, muamelede bulunun. Bunlardan sadece zulmedenler, haksızlıkta bulunup zimmeti terk edenler ve cizye vermemekte direnenler hariçtir. Çünkü bunlara karşı yürütülecek olan mücadele ancak kılıç iledir ve onlara karşı silah kullanılmasıdır.” Âyet, din konusunda kâfir ve inkârcılarla tartışmanın, münazarada bulunmanın câiz olduğuna delildir. Aynı zamanda âyet, kelam ilmini ders olarak okumanın da câiz olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Kelam ilmi sayesinde kişi mücadelenin nasıl yapılması gerektiğini öğrenecektir. “Ve -bu nedenle onlara- şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de, size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir -aynı ilâhtır.— Biz sadece O'na teslim olmuş kimseleriz. “ Çünkü inkârcılara bu şekilde karşılık verilmesi, onlarla en güzel yoldan yapılan mücadele türündendir. Nitekim Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Kitap ehlinin konuştuklarını ne doğrulayın ve ne de yalanlayın. Siz onlara karşı sadece: Biz; Allah'a, kitaplarına ve Resullerine (Îman ettik, deyin). Eğer onların söyledikleri bâtıl ve geçersiz ise, bu takdirde onların bâtıl şeylerini doğrulamamış olursunuz. Eğer söyledikleri şey hak-gerçek ise, o takdirde de onları yalanlamış olursunuz.'“Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/136; Ebû Dâvud, h: 3644. 47İşte böylece biz sana kitabı indirdik. Kendilerine kitap verdiklerimiz ona inanırlar. Şunlardan da ona inananlar vardır. Bizim âyetlerimizi ancak kâfirler inkâr ederler. İşte böylece biz -şu indirdiğimiz kitaplar gibi, Önceki semavi kitapları tasdik eden bir kitabı veya senden öncekilere indirdiğimiz gibi- sana -da bu- kitabı indirdik. Kendilerine kitap verdiklerimiz –yani Abdullah b. Selâm ve onunla beraber îman edenler gibileri de- ona inanırlar. Şunlardan -yani Mekke halkından veya çağdaşı olanlardan yani daha önce kendilerine kitap verilmiş bulunan kitap ehlinden olunda ona inananlar vardır. -Nitekim Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bulundukları hâlde buna rağmen- Bizim âyetlerimizi -her şey açık ve ortada olduğu hâlde, ortada şüpheye yer olmadığı hâlde kabul etmeyecek olanlar kâfirlerdir. Yani- ancak kâfirler inkâr ederler. Ancak Kaab b. Eşref ve benzerleri gibi küfür batakliğina saplanmış ve bunda direnen kimselerdir. 48Sen şu Kur'ân'dan önce hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle yazmıyordun. (Okuyup yazsaydın) o takdirde bâtıl peşinde koşanlar, şüpheye düşerlerdi. “Sen şu Kur'ân'dan önce hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle yazmıyordun.” Özellikle âyette “Sağ el” ifadesine yer verilmiş olması, genelde yazışmaların sağ el ile yapılmasından dolayıdır. Yani sen herhangi bir kitap okumadığın gibi, herhangi bir şey yazmışliğin da yoktu. Eğer sen okur ve yazar olsaydın- o takdirde bâtıl peşinde koşanlar, -yani kitap ehli kesin olarak- şüpheye düşerlerdi. -Ve: Bizim kitaplarınıızda özelliklerini gördüğümüz kişi, onun ümmi olduğu, okuryazar olmadığıdır. Bu ise okuryazardır. Beklenen peygamber bu değildir'derlerdi - Ya da Mekke müşrikleri kesinlikle bundan kuşkuya kapılırlar ve: “Belki de gidip bunu bir yerlerden öğrendi veya kendisi yazıp uydurdu. “derlerdi. Yüce Allah'ın onları (.......) yani “bâtıl peşinde koşanlar” diye isimlendirmesi, onların Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr etmeleri sebebiyledir. Nitekim Mücahid ve Şabi'den rivâyete göre: “Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ölene kadar okuma ve yazma bilmiyordu.” 49Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin kalplerindeki apaçık ayetlerdir. Bizim âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder. “Hayır, o, -yani Kur'ân - kendilerine -Kur'ân konusunda- ilim verilenlerin -ve onu hıfzeden hafızların- kalplerindeki apaçık ayetlerdir.” Çünkü bu ikisi, Kur'ân'a has olan özelliklerdir. Yani âyetlerinin açık ve mu'cize olması, herkesi benzerini getirmekten âciz bırakması ve kalplerde ezberlenmiş olarak muhafaza edilmesi, Kur'ân özgü olan iki özelliktir. Halbuki daha önce gelen kitaplarda böyle bir durum yoktur. Çünkü onlar mu'cize olmadıkları gibi, bir de sadece yazılı metinlerden yani sayfalardan okunurlardı, ezberden değil “Bizim -apaçık olan- âyetlerimizi ancak -zulüm batakliğina saplanmış olan- zalimler inkâr eder.” 50Dediler ki: “Ona Rabbinden mu'cizeler indirilseydi ya!” De ki: “Mu'cizeler ancak Allah kalındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” (.......) kelimesini, Hafs dışında Mekke ve Kufe okulları, (.......) siz olarak (.......) diye tekil ifade ile okumuşlardır. Bununla da şunu murat etmişlerdir: Tam'Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e de Hazret-i Sâlih Peygamber (aleyhisselâm)’in deve mu'cizesi gibi, ya da Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)’in asa mu'cizesi gibi, Hazret-i Îsa (aleyhisselâm)’in sofra mu'cizesi ve benzeri mu'cizeler gibi bir mu'cize indirilseydi ya! İndinlemez miydi?” 51Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır. “Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi?” yani eğer hakkı ve gerçeği arıyorlarsa, inatçı değillerse o hâlde bu âyet, bu mu'cize onlara yetmiyor mu ki, başkaca mu'cizeler istemeye kalkışıyorlar? Halbuki bu Kur'ân, her zaman ve her yerde onlara hep okunup durmaktadır ve bu Kur'ân onlarla birlikte devam eden ve edecek olan sabit bir mu'cize olarak da hep sürüp gidecektir. Hâlbuki her mu'cize gösterildikten sonra kaybolup gider, kaybolmayacak yegâne mu'cize Kur'ân'dır. Çünkü o, süreklidir ve her yerde her zaman varlığı devam edecektir. “Şüphesiz bunda -yani şu var olan ve ortada bulunan, her yerde ve her zaman da var olacak olan, varlığı ta kıyamete kadar de sürecek olan bu âyet, bu Kur'ân mu'cizesinde, inat eden bir kavim için değil - inanan bir kavim için bir rahmet -büyük bir nimet- ve bir öğüt -bir hatırlatma- vardır.” 52De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanları bilir. Bâtıla inanıp Allah'ı inkâr edenler var ya; işte onlar asıl ziyana uğrayanlardır.” “De ki: -İleri sürdüğüm risâlet ve peygamberlik davamda, iddiamın doğruluğu konusunda, Kur'ân'ı benim üzerime indirmesi ve sizi de yalanlaması hususunda- Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanları bilir. -O benim durumumla ilgili durumdan da, sizin konumunuzla ilgili hususlardan da haberdardır, hepsine muttalidir. Benim hak üzere olduğumu, sizin de bâtıl üzerinde olduğunuzu da bilir - Bâtıla -Yahûdîliğe, şirke veya İblîse- inanıp Allah'ı -Allah'ın âyetlerini- inkâr edenler var ya; işte onlar asıl ziyana uğrayanlardır.” Davalarında asıl aldananlar onlardır. Çünkü onlar îman yerine küfrü satın aldılar. Ancak burada gelen anlatım, hakkı gözetmeye dayalı olarak gelen bir anlatım tarzıdır. Tıpkı şu âyette de geçtiği gibidir. Rabbimiz buyuruyor ki: “Öyleyse biz veya siz, ikimizden biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir.” Sebe, 24. Rivâyete göre Kaab b. Eşref ve adamları Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Ey Resûlüm Muhammed! Senin Allah'ın Resûlü olduğuna dair kim sana şâhitlikte bulunacak?” diye sormuşlar. İşte bunun üzerine aşağıdaki şu âyet inmiştir: 53Senden azâbın çabucak gelmesini istiyorlar. (Hikmet gereği) belirlenmiş bir süre olmasaydı, azap onlara mutlaka gelirdi. Onlar farkında değillerken kendilerine ansızın elbette gelecektir. “Senden - Üzerimize gökten taş yağdır” Enfal, 32. sözleriyle kendilerine- azâbın çabucak gelmesini istiyorlar.” Hikmet gereği eğerbelirlenmiş bir süre -kıyamet günü veya Bedir günü yahut da, ecelleriyle ölecekleri gün- olmasaydı, azap onlara mutlaka gelirdi.” bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Allah'ın belirlediği ve onların azap edilmeleri için Levh-i Mahfûz'da açıkladığı süre sözkonusu olmasaydı, hemen'azap onlara mutlaka gelirdi.” Belirlenen süre sebebiyle, azâbın gelmesinin o süreye ertelenmesi gerekiyor. “Onlar -azâbın geleceği gün ve sürenin- farkında değillerken -azap o belirlenen sürede- kendilerine ansızın elbette gelecektir.” 54Onlar senden bir an önce azâbın indirilmesini istiyorlar. Hâlbuki cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır. Onların tamamını ihata edecektir. 55Azap kendilerini tepelerinden ve ayaklarının altından sardığı gün Allah onlara: “Yaptıklarınızı tadın bakalım!” diyecektir. “Azap kendilerini tepelerinden ve ayaklarının altından sardığı gün... “tıpkı Yüce Allah'ın şu kavlinde geçtiği gibi: “Onların üstlerinde ateşten tabakalar ve altlarında da ateşten öyle tabakalar var.” Zümer, 16. Bundan önce geçen âyetin sonunda yer alan: (.......) kelimesi üzerinde durulamaz. Çünkü bundan sonra gelen âyetin başında yer alan (.......) kelimesi, zarftır, ateş onunla kendisini kuşatmıştır. İşte o gün- “Allah onlara: Yaptıklarınızı -işlediğiniz amellerinizin karşılığını- tadra bakalım!'diyecektir.” Burada “diyecektir” manasına gelen, (.......) kelimesini, Kufe okulu ve Nafı (.......) harfiyle, görüldüğü gibi (.......) olarak okumuşlardır. 56Ey îman eden kullarını! Şüphesiz ki benim arzım -yeryüzü- geniştir. O hâlde, ancak bana kulluk edin. Bu âyette geçen (.......) kavlinin sonunda yer alan (.......) harfini, Âsım dışında Basra ve Kufe okulları sakin olarak yani hareke vermeden (.......) diye okumuşlardır. Bu arada yine bu âyette geçen (.......) kelimesini de, sonunda yer alan (.......) harfinin fetha harekesiyle olmak üzere Şam okulu mensupları okumuşlar ve (.......) demişlerdir. Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır; “Mü’min için, eğer içinde yaşadığı yerde dinin yaşama ve ibâdet etme, kulluğunu yerine getirme görevi ifa edilmezse, dini ile ilgili hizmet ve görevleri yerine getirilmesine izin verilmezse, o zaman bulunduğu o yerden, dinin gönülce daha rahat ve daha sağlıklı bir şekilde, daha çok ibâdet edebileceği bir başka yere hicret etmesi gerekir. Çünkü bu açıdan bölgeler ve beldeler arasında çok büyük farklılıklar vardır.” Bu konuda derler ki: “Biz, Mekke'den daha çok nefsi engellemeye yardımcı olan, kalbi daha çok toparlayan, daha çok kanaate teşvik eden, daha çok şeytanı uzaklaştıran, fitneden daha çok uzak bulunan ve dini emirlere daha çok insanı bağlayan bir başka yer bulamadık.” Allah (celle celâlühü) Mekke'yi korusun! Sehl'den rivâyete göre: “Bir yerde bidat ve ma'siyetler ortaya çıktığında, hemen oradan aynim ve halkı daha itaatkâr olan insanların bulunabileceği bir yere gidin.” Nitekim Resulullah (sa) buyurmuş ki: “Kim dini uğrunda bir yerden bir başka yere ayrılmak zorunda kalırsa, ayrıldığı yer bir karış toprak bile olsa, o kimse için cennete girmek vacip olur. Kendisi İbrâhîm ile Muhammed'in arkadaşı olur.” (Âyetin (.......) yani “Ancak bana kulluk edin” kavlini, Ya'kûb (.......) harfiyle, (.......) diye okumuştur. Takdiri şöyledir: “Ancak bana'kullukta bulunun. “(.......) kelimesinin başına (.......) harfinin gelmesi, mahzûf bir edatı şartın cevabı olması hasebiyledir. Çünkü âyetin manası şöyle olmaktadır: “Şüphesiz benim arzım geniştir. Eğer herhangi bir yerde samimi olarak benim için ibâdet ve kulluk etme fırsatını bulamazsanız, o hâlde o ihlâsı bir başka yerde arayın.” Daha sonra şart edatı hazfedilince, bu defa hazfın yerine merale öncelik verildi. Çünkü mefulün takdim edilmesiyle yani mefule öncelik verilmesiyle hem hususiyet manası ve hem de ihlâs yani samimiyet manası elde edilmiş oldu.) Daha sonra aşağıda gelen ayetle hicret edecek olana cesaret verildi. Bu âyette Rabbimiz buyuruyor ki: 57Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. “Her can ölümü -yani ölümün acısını da, sıkıntısını datadacaktır.” Bu, âdeta bir şeyi tadan kimsenin tattığı şeyin tadını almasına benzer bir olaydır. Çünkü bir kimse kesin olarak öleceğini bilir ve inanırsa, o zaman ülkesinden ayrı düşmesi, vatanından uzak kalması kendisi için kolay gelir. Zira vatanından ayrı düşmek hiçbir zaman ölümle kıyas lanamaz. Ölümden- “Sonra -sevap veya cezâ için- bize döndürüleceksiniz.” Âyetin bu son kısmını Yahya, (.......) diye okumuş, Ya'kûb ise, aynı kelimeyi, (.......) diye kırâat etmiştir. 58îman edip sâlih amel işleyenler var ya, onları içinde ebedî kalacakları cennet odalarına yerleştireceğiz ki onların zemininden ırmaklar akar ve orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Çalışanların mükâfatı ne güzeldir! “îman edip sâlih amel işleyenler var ya, onları içinde ebedî kalacakları cennetteki odalarına yerleştireceğiz... “kendilerini yüksek köşkler ve saraylar hâlinde olan cennetlerde konuklayacağız. Bu âyette geçen (.......) kavlini, Âsım dışında Kufe Okulu mensupları, (.......) kökünden alınmadır ve kelime bir yerde ikamet etmek için oraya inmek, konuklanmak manasınadır. Eğer bu kelime, bir hemze eklenmesiyle geçişli hale getirilirse, bu durumda sadece bir tek mefûl alır. Bunun müteaddi / geçişli kılınmasının sebebi de, mü’minlere âit zamîre ve odalara / köşklere taaddi etmesindendir. Ya da bunun: (.......) yerinde ve manasında kullanılması sebebiyledir. Ki bu da: “Onları indireceğiz, konuklandımcağız, yerleştireceğiz” gibi manalara gelir. Ya da: “yerleştireceğiz” manasınadır. Yahut da, cer edatı hazfedildi, yerine bir fiil getirildi veya vakit ifade eden zarfın mübhem olan şeye benzetilmesi gibidir. “....ki onların zemininden ırmaklar akar ve orada ebedî olarak kalıcıdırlar. Çalışanların mükâfatı ne güzeldir.1” Bu âyette geçen (.......) kavli üzerinde durulur. Çünkü bundan sonra gelen: 59Onlar, sabreden ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimselerdir. “Onlar, sabreden” (manasında olan (.......) kavli, mahzûf olan bir mübtedanın haberidir. Yani: “Ki onlar sabredenler” demektir. Yani ülkelerinden ayrı düşmeye, müşriklerden gördükleri eza ve cefaya, çektikleri sıkıntı ve musibetlere, Allah'a (celle celâlühü) taata devam etmeye, ma'siyetlerden uzak kalmaya sabreden “ve -bütün bu hususlarda başkalanna değil sadece Allah'a (celle celâlühü) ve- yalnız Rablerine tevekkül eden kimselerdir.” Bu âyette vâsletmek yani birleştirerek okumak daha çok güzeldir. Çünkü vasledilmesi durumunda, (.......) kavli (.......) kavlinin sıfatı olmuş olur. 60Nice canldar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyecek biriktirmezler). Onları da sizi de Allah rızıklarıdırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslüman olan Mekkelilere hicret etmelerini emredince, fakir düşeceklerinden ve varlıktan kaybedeceklerinden endişe etmeye, korkmaya başladılar. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur: Yeryüzünde varolup da hareket eden ve debelenen nice varlıklar var ki aklı ersin veya ermesin, evet “Nice canlılar vardır ki, -güçsüz olmaları sebebiyle- rızıklarını -üzerlerinde ve sırtlarında- taşımazlar -taşıyamazlar, çünkü buna güçleri yetmez. Bu nedenle yiyecek biriktirmezler.- Onları da sizi de Allah rızıklarıdırır. “ Yani Ey akıllılar ve kendilerini akıllı sananlar! Bu güçsüz canlıları, sadece Allah (celle celâlühü) rızıklarıdırır. Nitekim sizin rızkınızı da yalnızca Allah (celle celâlühü) verir. Çünkü yegâne güçlü ve kuvvetli olan sadece Allah'tır (celle celâlühü). Hatta siz, kendi rızkınızı taşımaya, yüklenmeye ve kazanmaya kâdir olsanız, buna gücünüz yetse bile, asıl kâdir olan Allah'tır (celle celâlühü). Kaldı ki eğer Allah (celle celâlühü), sizi güçlü kılmasaydı ve sizin için kazanç yollarını ve sebeplerini de takdir etmemiş olsaydı, bu durumda siz, hiçbir şey taşımaya, yüklenmeye güç yetiremeyen hayvanlardan da daha âciz bir duruma düşerdiniz. Hasen-ı Basrî (rahmetüllahi aleyh) den rivâyete göre: “Rızkını taşımaz, yüklenmez” ibâresini, “Biriktirip depolamaz, ancak sabahları kalkar ve bunun üzerine Allah da onun rızkım verir.” demiştir. Nitekim: “Âdemoğlu, Fare ve karınca dışında hiçbir canlı ve hayvan yiyecek biriktirmez, depolamaz.” diye de söylenmiştir. “O, (celle celâlühü) yoksul düşmekten ve varlığımız kaybetmekten diye söylediğiniz sözlerinizi- hakkıyla işitendir, -içinizde gizlediklerinizi de- hakkıyla bilendir.” Bu âyette geçen ve “nice canlılar vardır ki” anlamında olan (.......) kavli, (.......) diye açılır. Mekke Okulu ise bu kelimeyi, Med ederek (uzatarak) ve (.......) ile: (.......) diye okumuştur. Dabbe: Yeryüzünde hareket eden akıllı ya da akılsız olan her canlı demektir. 61Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?” diye soracak olsan mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar? Andolsun, eğer -sen- onlara, -büyüklüklerine, genişliklerine ve azametlerine rağmen- “Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı hizmetinize kim verdi?” diye soracak olsan mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. O hâlde nasıl (haktan) döndürülüyorlar?” Bütün bu gerçekleri ikrar etmelerine ve kabul etmelerine rağmen nasıl da Allah'ı birlemekten ve tevhid inancına bağlı kalmaktan döndürülüp yan çiziyorlar. 62Allah, kullarından dilediğine bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. “Allah, kullarından dilediğine bol verir ve -dilediğinekısar.” Burada geçen ve “kısar” manasına gelen, (.......) kavli, aslında (.......) demektir. Âyette yer alan (.......) kavlindeki zamîr, aslında (.......) ifadesi yerinde gelmiştir. Çünkü (.......) kavli, belirli olmayan mübhem bir ifadedir. Bu itibarla (.......) kavlindeki zamîr de onun gibi mübhem olarak gelmiştir. Aynı zamanda (.......) ibâresinde yer alan (.......) kelimesi ile (.......) kelimesi, mana olarak her ikisi de aynıdır ve bir şeyi sıkmak, sıkıştırmak ve daraltmak manasına gelirler. “Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” Yani kullarının iyiliğine olacak, onları düzeltip ıslah edecek olan şeyleri de bilir, onları bozacak olan şeyleri de bilir. Bir kudsi hadiste şöyle geçer: “Kullarınıdan öyleleri vardır ki, ancak zengin kalmaları hâlinde îmanları sağlıklı kalır, eğer onları yoksulluğa düşürûrsem, bu durum derhal onların imanım, bozar, saptırırlar. Yine kullarınıdan öyleleri de var ki, yoksul kalmaları hâlinde îmanları sağlıklı olarak devam eder. Eğer onlara zenginlik versem, bu durum hemen onları bozar, yoldan çıkarlar.” Deylemî, Müsnedu'l-Firdevs, h: 8098 ve 8100, Hadisleri Hazret-i Ömer ve Enes rivâyet etmişlerdir 63Andolsun, eğer onlara, “Gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra kim diriltti?” diye soracak olsan, mutlaka, “Allah” diyeceklerdir. De ki: “Hamd Allah'a mahsustur.” Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar. “Andolsun, eğer onlara, “Gökten yağmuru kim indirip de onunla yeryüzünü ölümünden sonra kim diriltti?” diye soracak olsan, mutlaka, “Allah” diyeceklerdir.” Yani bu gerçeği ikrar edeceklerdir. “De ki: -yeryüzünü yeniden hayata geçirmek, ölü toprakları diriltmek için yağmur yağdıranadır hamd yani- “Hamd Allah'a mahsustur.” Ya da bunların ikrarları gibi ikrarda bulunanlardan bu ikrarları ile Allah'ın (celle celâlühü) birliğini bulanlar ve kendilerine bu ikrar faydalı olanlar için, şirkin içinde kalmayıp da ondan uzak düşen, müşriklerin ikran gibi geçersiz ve anlamsız bir ikrarda kalmayıp böylece Rablerine yönelmelerinden ötürü Allah'a (celle celâlühü) hamd olsun. “Fakat onların çoğu -üzerinde düşünüp akıllarını çalıştırmaları ve ders çıkarmaları gereken şeylerde, bizim kendilerine gösterdiğimiz mu'cizeler üzerinde olsun, ortaya koyduğumuz deliller bakımından olsun hiç- akıllarını kullanmazlar.” Ya da senin “Allah'a hamd olsun.” ifaden ile ne demek istediğin üzerinde hiç düşünüp akletmezler. 64Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan ibârettir. Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi! “Bu dünya hayalı ancak bir eğlence ve oyundan ibârettir.” Yani çabucak elden çıkması, kaybolup gitmesi, ehlinin elinde bir şeyi bırakmaması, ölmeleri hâli dünyanın, âdeta bir anhk bir oyun ve eğlenceye daları, sonra da oradan dağılıp giden oyun oynayan çocukların haline benzer. Burada dünyanın basitliği, hiçliği, dünya işlerinin de oldukça küçük ve basit olduğu dile getirilmiştir. Nasıl aşağılanmasın, küçük ve basit görülmesin ki, bu dünyanın bir sinek kanadı kadar olsun Allah katında hiçbir değeri yoktur. Âyette geçen (.......) kelimesi; insanın haz alıp yararlandığı, bir süre oyalandığı ve fakat bir süre sonra da elinden kaçırdığı, elinden çıkıp gittiği şey, demektir. “Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. “Âyette geçen, (.......) kelimesi, hayat demektir. Yani gerçek hayat, sürekli ve daimi olan, içinde ölümün yer almadığı hayat, âhiret yurdunun hayatıdır. Sanki âyette (.......) demekle, “İşte o, hayatın ta kendisidir” der gibi bir ifadeyi haykırmaktadır. Burada geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin mastarı, (kök fiilidir). Esasen kural gereği, (.......) olması gerekirdi. Kelimedeki ikinci (.......) harfi, (.......) harfine dönüştürülerek kelime (.......) şeklini almış oldu. Âyette söz konusu kelime, (.......) kalıbında (.......) denmedi. Çünkü (.......) kalıbında hareket ve gidip gelme manasınadır. Fakat hayat, hareket demektir. Ölüm ise, sükûn, durağanlık demektir. Kelimenin, hareket manasına gelen bir kalıpta gelmesi, hayat manası itibariyle aşırı ve abartılı bir hareketi ifade etmesi içindir. Âyette geçen (.......) kavli üzerinde vakfedilir. Çünkü cümlenin takdiri şöyledir: “Keşke iki dünya gerçeğini gereğince bilebilselerdl işte o zaman oyun ve eğlenceden ibâret olan şu geçici ve fani olan dünyayı, bizzat hayatın ta kendisi olan sürekli hayata tercih etmezlerdi.” Eğer sözkonusu kelime üzerinde durmaz vaslederse, o takdirde (.......) kelimesinin vasfı, onların bu gerçeği bilmeleri şartına bağlı kalırdı. Halbuki mesele öyle değildir. Evet, “Keşke bilselerdi!” 65Gemiye bindikleri zaman dini Allah'a has kılarak O'na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki, Allah'a ortak koşuyorlar. “Gemiye bindikleri zaman...” Âyetin bu kısmı, mahzûf bir kelime ile bağlarıtılıdır. Çünkü bunun böyle olduğu, kendilerinin tanıtıldıkları, vasfedildikleri şey, bunu göstermektedir ve onların durumlarını açıklamaktadır. Bu itibarla da mana şöyle olmaktadır: “Onlar hala o şirk ve inat özelliklerinde ısrarcıdırlar, o özelliklerinden kaybettikleri bir şeyleri yoktur. İşte böylece “gemiye bindikleri zaman dini Allah'a has kılarak O'na dua ederler.” Yani sanki samimi ve ihlâs sâhibi, samimi mü’minlerden olan kimselermiş, dönek değillermiş gibi dua eder görünürler. Çünkü ihlâs sâhibi olan mü’minler, yalnızca Allah'ı (celle celâlühü) anarlar ve Allah (celle celâlühü) ile birlikte başka bir ilâh çağırmazlar. Allah (celle celâlühü), “Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki, Allah'a ortak koşuyorlar.” Yeniden eski şirk inançlarına dönerler. 66Kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etsinler ve bir süre daha faydalarısınlar bakalım! İleride bilecekler. “Kendilerine verdiğimiz nimetlere nankörlük etsinler ve bir süre daha faydalarısınlar bakalım!” Âyetin başında yer alan (.......) kelimesinin başında bulunan (.......) harfinin, (.......) manasında olan (.......) harfi olabileceği söylenmiştir. Nitekim devamında gelen (.......) kelimesinin başında bulunan (.......) harfi de, bu harfi kesre okuyanlar açısından aynı (.......) harfi olabileceği ileri sürülmüştür. Yani bu durumda kelimeler: (.......) ve (.......) şeklini almış olurlar. Bu durumda ise mana şöyle olur: “Yeniden şirklerine dönerler ki, şirke dönmeleri sebebiyle de kurtuluşa ermelerini bu şirke dönüşleriyle nankörlüklerini sergilemiş olurlar, inkâra olmuş olurlar. Çünkü amaçları dünyadan faydalanmak, nemalanmak, bundan lezzetlenmektir. Başka bir gayeleri de yoktur. Halbuki bunların hâli hiçbir zaman gerçekte samimi ve ihlâs sâhibi olan mü’minlerin hallerine benzemezler. Çünkü ihlâs sâhibi mü’minler, Allah'ın kendilerini boğulmaktan kurtarması hâlinde Allah'a şükrederler. Mü’minler, kurtuluş nimetini, Allah'a daha fazla taatta bulunmak için bir sebep sayarlar. Yoksa dünyadan faydalanmak, nemalanmak olarak değerlendirmezler.” Bu durumda âyetin sonunda yer alan, (.......) kavli üzerinde vakfedilmez. (.......) kelimesinin başında yer alan, (.......) harfini, İbn Kesîr, Hamza ve Ali kırâatlerine göre emir lamı olarak kabul etmeleri hâlinde, o takdirde (.......) harfinin sükûnu ile kelime, (.......) olur. Bu takdirde kelime, tehdit anlamını içerir. Yani tıpkı şu âyette geçtiği gibi tehdit manasını içerir. Rabbimiz buyuruyor ki: “Öyleyse dileyen îman etsin, dileyen de inkâr etsin.” Kehf,29. Bunun detayları fıkıh usulünde görülebilir. İşte bu durumda, sözkonusu bu kelime üzerinde vakfedilir. “İleride bilecekler.” Yani artık yerle bir olmalarından sonra kötü davranışlarının sonunu elbette görecek ve bileceklerdir. 67Çevrelerindeki insanlar kapılıp götürülürken, bizim, onların yurtlarını saygın ve güvenlikli bir yer kıldığımızı görmediler mi? Onlar hâlâ bâtıla inanıyorlar da Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar? Çevrelerindeki insanlar kapılıp götürülürken, -öldürülürlerken, soyulurlarken, esir edilirlerken- bizim, onların yurtlarını saygın ve güvenlikli bir yer kıldığımızı -dokunulmaz hale getirdiğimizi Mekkeliler- görmediler mi? Onlar hâlâ bâtıla -şeytanlara ve putlara- inanıyorlar da Allah'ın nimetini - Yani Muhammed'in (aleyhisselâm) peygamberliğini ve İslam'ı- inkâr mı ediyorlar? 68Allah'a karşı yalan uyduran, yahut kendisine geldiğinde, gerçeği yalanlayandan daha zâlim kimdir? Cehennemde kâfirler için bir yer mi yok? “Allah'a karşı -ona şirk koşmak suretiyle- yalan uyduran yahut kendisine geldiğinde, gerçeği -Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğini ve Kitabı- yalanlayandan daha zâlim kimdir?” Yani gerçeği duyduktan sonra hiç duraklamadan, üzerinde düşünmeden yalanlayandan daha zâlim kim olabilir ki? “Cehennemde kâfirler için bir yer mi yok?” Yani bu, onların cehenneme kesin olarak yerleştirileceklerini dile getiriyor. Çünkü cümlenin başında yer alan ve soru anlamına gelen bir edat olan (.......), olumsuz olan bir kelimenin başına geldiğinde, manayı olumlu hale getirir. Yani, böylene Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan uyduran gibilerin gideceği yer cehennem ateşi olmayacak mı? Halbuki onlar bu derece hakkı kesin bir dil ile yalanladılar, O hâlde elbette gidecekleri yer cehennem ateşi olacaktır. Ya da: Onlar böyle bir yalanlamaya cüret ettiklerinde “Cehennemde kâfirler için bir yerin var olduğunu... “onlar doğrul anlıyorlar mı ki böyle hareket ediyorlar? Buradaki âyette geçen (.......) kelimesi, daha önceki âyette geçen (.......) kelimesine mukabil bir ifadedir. Bu da ikinci kırâati teyid etmektedir. 69Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarınııza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir. “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarınııza ileteceğiz.” Burada geçen (.......) kelimesi, mutlak bir ifade olarak geçmektedir. Kelime, herhangi bir mefûl (tümleç) ile kayıtlanmarmştır. Sebebi, uğrunda cihad edilmesi gereken her şeyi kapsasın içindir. Yani hem nefisle olan cihadı, hem şeytanla olan cihadı ve hem din düşmanlarıyla olan cihatları kapsasın diyedir. Yine âyette yer alan (.......) kavli, bizim için, bizim hakkımızda, bizim uğrumuzda, sırf bizim rızamızı kazanmak için gibi manalar içerir. Ebû Amr, (.......) kavlini böyle okumuştur. Yani onları hayır olan yollara daha çok sevk ederiz, onlara daha çok başarı veririz. Daram diyor ki: “Bildikleri konuda cihat edenleri, bilmedikleri konularda onlara yol gösterir, hidâyette küarız.” Nitekim: “Bildikleriyle amel edenler, bilmediklerine muvaffak edilirler” denilmiştir. Yine deniliyor ki: “Cehlimiz, bilgisizliğimiz yüzünden bilmediklerimiz, aslında bildiğimiz konulardaki eksikliğimizden ileri gelmektedir.” Fudayl b. İyad diyor ki: “İlimyolunda cihat ve gayret edenleri, biz de o ilimle amel etmeleri için onlara yol gösteririz amele yöneltiriz.” Seki de diyor ki: “Sünneti ikame etmek ve yaşamak uğrunda cihat edenleri, biz de cennet yollarına yönlendiririz.” İbn Afa'dan rivâyete göre: “Bizim rızamızı kazanmak yolunda cihat edip gayret gösterenleri, biz de kendilerini hoşnutluk Rıdvan makamına erdiririz.” İbn Abbâs (rma) eliyor ki: “Bize itâat ve ibâdet, kulluk konusunda cihat edenleri, biz de sevaba erme yollarına sevk ederiz.” Ciineyd Bağdadi diyor ki: “Tevbe etme yolunda cihat edenleri, ihlas yoluna sevk ederiz.” Ya da: “Bize hizmet için cihat edenleri, biz de onlara bizimle birlikte münacat ve yakarış yollarını ve kapılarını açarız, bizimle ünsiyet etmelerini sağlarız.” Veya: “Bizim rızamızı elde etmek için bizi arayan ve bu uğurda gayret ve çaba gösteren, cihat edenleri, biz de bize ulaşma yollarını kendilerine gösteririz.” “Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir. “Onlardan yardımım esirgememek, dünyada onlara yardım etmek, âhirette de kendilerine sevap ve mağfiret vermekle Allah (celle celâlühü), onlarla beraberdir. |
﴾ 0 ﴿