AHZÂB SÛRESİ

Bu sûre Medine'de nâzil olmuştur; 73 âyettir.

1

Ey Peygamber! Allah'tan kork. Kafir ve münâfıklara uyma. Elbette Allah herşeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır.

Ubey b.Ka'b, Zer'e(rhm):

-Ahzâb Sûresini kaç âyet sayıyorsunuz? diye sordu. O da:

- Yetmiş üç, dedi. Ubey (radıyallahü anh):

- “Ubey'in yemin ettiği zata andolsun ki o, Bakara suresine muadildi ya da ondan daha uzundu. Şüphesiz ki biz, onda recm âyetini - Yaşlı erkek ve yaşlı kadın zina ettiklerinde Allah'tan cezâ olmak üzere o ikisini recmedin. Allah Azîz'dir, hikmet sâhibidir,'i okuduk.

Ubey, bunun Kur'ân'dan neshedilenler cümlesinden olduğunu kastetti. Bu ziyadenin, Âişe (radıyallahü anh) nın evindeki nüshada olduğu ve onu bir devenin yediği şeklinde hikâye edilen şey ise, inkârcıların ve rafizilerin uydurmalarındandır.

(.......) Nâfi'ye göre (.......) lidir. “Eypeygamber!” yani, “Ey bizden haber veren, sırlarınıız hususunda güvenilen, hitabımızı sevdiklerimize tebliğ eden” , demektir. O'nun şeref ve faziletini yüceltmek için, “Ey Âdemve “Ey Mûsadediği gibi “Ey Resûlüm Muhammed demedi.

Muhammed, Allah'ın Resulu'dur.” Feth, 29. âyetinde ve benzeri âyetlerde onun isminin açıkça ifadesi, onun, Allah'ın (celle celâlühü) Resûlü olduğunu insanlara öğretilmesi içindir.

Allah'tan kork “Allah'ın (celle celâlühü) takvası üzere sabit dur, ona devam et ve onu artır. Bu, boyutu idrak edilemeyecek bir konudur. “Kâfir ve münâfıklara uyma. “onlara hiçbir şey hususunda yardım etme ve onlardan korun. Çünkü onlar, Allah'ın (celle celâlühü) ve mü'minlerin düşmanlarıdırlar.

Rivâyet edildiğine göre, Ebû Sufyan, îkrime b. Ebû Cehil ve Ebû'l A'ver es-Sülemî, Uhûd harbinden sonra Medine'ye geldiler. Abdullah b. Ubey'e misafir oldular. Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara onunla konuşmaları için eman verdi. Şöyle dediler:

“İlahlarınıızı kötülemeyi bırak. Onlar fayda verir, şefâat eder” de.

Müslümanlar da onları öldürmek istediler. Bunun üzerine bu âyet indi.

“Kâfirler “den kasıt Mekke halkıdır. “Münâfıklar “dan kasıt ise Medine halkından olan münâfıklardır. Elbette Allah (celle celâlühü), onların amellerinin çirkinliğini bilmekte ve elbette onların öldürülmeleri emrini geciktirmede hikmet sâhibidir.

2

Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Takva üzere sabit durma, kafir ve münâfıklara itaati terketme hususunda, Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz sana vahyeden Allah (celle celâlühü), onların amellerini de sizin amellerinizi de bilmektedir. Denildi ki:

“Bu çoğul kılındı. Çünkü'uy'sözünden maksat, o ve ashâbıdır.”

Ebû Amr'a göre (.......) ile (.......) şeklindedir.

Yani, kafirlerin ve münâfıkların hilelerini ve onların size karşı kurdukları tuzakları bilir, demektir.

3

Allah'a güvenip dayan. Vekil olarak Allah yeter.

İşini O'na dayandır. Ve O'nun idaresine O'nu vekil kıl. Her işin kendisine havale edildiği koruyucu olarak Allah (celle celâlühü) yeter. Zeccâc şöyle demiştir:

“Bunun lâfzı haber şeklinde de olsa mana, vekil olarak Allah ile yetin” , şeklindedir.

4

Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, zıhar yaptığınız eşlerinizi de analarınız yerinde tutmadı ve evlatlıklarınızı da öz oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibârettir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir.

Yani Allah (celle celâlühü), bir karın boşluğunda iki kalbi, bir kadında, hem zevceliği ve hem de kocasının anneliği, bir adamda hem oğul olmayı ve hemde evlatlık olmayı bir araya getirmedi. Mana şudur:

Allah'u Teala, bir insana iki kalp vermediği gibi -çünkü ya biri diğerinin yaptığını yapacak, o zaman da biri fazla olacak ve kendisine ihtiyaç olmayacak. Ya da diğerinin yaptığından başka işler yapacak. Bu da bütünü, tek bir durum hususunda hem isteyen, hem reddeden, hem bilen, hem zanneden, hem yakınen inanan, hem de şüphe duyan bir yapıya götürür ki böyle bir şey de muhâldir.- Aynı şekilde bir kadının da bir adamın hem annesi hem de zevcesi olmasına hükmetmemiştir. Çünkü anne hizmet edilendir. Zevce ise hizmet edendir. Dolayısıyla aralarında tezat vardır.

Yine Allah (celle celâlühü), bir adamın kendi çocuğunu evlatlık edinmesine de hükmetmemiştir. Çünkü gerçek oğul olma durumu asıldır. Evlatlık olma durumu ise sadece isimlendirmeyle sonradan oluşmaktadır. Haddi zatında tek bir şeyde asıl olanla olmayan bir araya gelmez. Bu, Allah'u Teala'nın Zeyd b. Harise hakkında verdiği misaldir. O Kelb kabilesinçü Küçük yaşta esir edildi. Hakîm b. Huzam, onu halası Hatice (rha) için satın aldı. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla evlenince onu, O'na (sallallahü aleyhi ve sellem) hibe etti. Daha sonra Zeyd'in babası ve amcası onu istediler. Zeyd muhayyer bırakıldı. O da Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’i seçti. O da onu azad etti ve evlat edindi. Ona, Muhammed oğlu Zeyd” diyorlardı. Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeynep ile evlenince -ki o daha önce Zeyd'in tahtı nikahında idi- münâfıklar:

- Muhammed, menettiği hâlde oğlunun karısıyla evlendi, dediler. Yine şöyle denildi:

“Ebû Ma'mer, Arabın en hafızalısı idi. Bu sebeple ona'iki kalpli'deniliyordu da Allah, onların sözünün yalanladı ve onu zıhar ve evlatlık hususunda misal verdi.”

(.......) kelimesinin nekre getirilmesi (.......) kelimesinin başına istiğrakıyye (.......) in getirilmesi ve karın boşluğu kelimesinin zikredilmesi tekid içindir.

(.......) Kûfe ve Şam kırâat imâmlarına göre her yerde (.......) sonrası (.......) lidir. Nâfî, Ya'kûb ve Sehl'e göre ise çoğul olarak (.......) şeklindedir.

Âsım'a göre (.......), “zıharyaptı” darı gelmektedir.

“Sen bana anamın sırtı gibisin,” dediğinde (.......) denir. Ali, Hamza ve Halefe göre (.......) şeklindedir. Şam ekolüne göre (.......) şeklindedir. (.......) manasına gelen (.......) dan gelmektedir. Diğerlerine göre ise (.......) şeklindedir. “zıharyaptı” manasına gelen (.......) dan gelmektedir. Uzaklaşma manasını içerdiğinden (.......) ile müteaddi kılınır. Çünkü o, câhiliyede talak (boşama) idi. Uzaklaşma manasını içerdiğinde (.......) ile müteaddi kılman (.......) bunun bir benzeridir. “karısından uzaklaştı” denir. Hâlbuki (.......) nin asıl manası, yemin etmek demektir. Bu ise onun hükmü gibi değildir.

(.......) Mef’ûl manasına (.......) veznindedir. Kendisine çocuk nispet eden, demektir. Söz olarak fâil manasındaki (.......) ve (.......) da olduğu gibi (.......) vezninde çoğul kılınmıştır.

Çünkü onun babı ondan değildir. Ama bu lâfzı bir benzeme olsa da (.......) ve (.......) gibilerinde olmaz.

“Bunlar, sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibârettir. “

Yani sizin, zevce için, ana, evlatlık için, oğul demeniz, dillerinizle söylediğiniz sözden ibârettir. Hiçbir hakikati yoktur. Zira oğul doğurmakla doğurtmakla olur. Ve O, doğru yola iletir. Daha sonra Allah (celle celâlühü), gerçek olanın ve doğru yola iletenin ne olduğunu şu sözüyle zikretti.

5

Onları (evlat edindiklerinizi) babalarına nispet ederek çağırın. Allah katında en şüphesiz budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yamlarak yaptıklarınızda size vebal yoktur. Fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

Onları babalarına nispet ederek çağırın. Bu, Allah (celle celâlühü) katında daha adildir. Onların, babalarına nisbet edilerek çağırılmasının, doğruluk ve adalet hususunda iki işten en şüphesiz olduğunu beyan etti. Denildiki:

“Câhiliyye döneminde biri, bir başkasının çocuğunu sevdiğinde onu bağrına basar ve ona mirasından erkek oğullarından birinin alacağı miktarda bir pay ayırırdı. Çocuk da ona nispet edilir ve'faları oğlu faları'diye çağırılırdı.”

Şu âyetin fesahatına bir bak. Önce talep cümlesini getirdi. Sonra ondan haber cümlesini ayırdı. Ve onun arasına soktu. Sonra ondan isim cümlesini ayırdı ve onu da onun arasına soktu. En sonunda da talep cümlesini ayırdı.

“Eğer babalarını bilmiyorsanız,” yani onların, kendilerine nispet edeceğiniz babalarını bilmiyorsanız, demektir. Bu taktirde onları dinde ki kardeşleriniz ve dostlarınız addedin ve din kardeşliğini ve dostluğunu kastederek. “Bu benim kardeşim” , “Bu benim dostum” , “Ey kardeşimi” , ve “Ey dostum'.” deyin. Bu hususta yasaklanmadan önce bilmeden yaptığınız hatalar yüzünden size vebal yoktur. Fakat yasaklandıktan sonra kasten yaptıklarınızda size günah vardır.

Ya da sizden başkasının çocuğuna hata ve dil sürçmesi yollu “ey Oğlum “derseniz, üzerinize günah yoktur. Ancak bunu kasıth olarak dediğiniz de vardır demektir.

Cer makamındaki (.......) ilk (.......) ya atıftır. Genel olarak kasıt dışındaki hata için affın kastedilmesi câizdir. Daha sonra evlatlık edinmenin, hatalı ve kasıtlı olmasını bunun geneli içine aldı. Evlatlık edinme varsa ve evlatlık edinilen kişinin nesebi bilinmiyorsa, yaşı da evlatlık edinenden küçükse nesebi ondan sabit olur. Eğer onun köîesiyse azad olur. Ama eğer evlatlık edinilen edinenden büyükse nesep sabit olmaz. Ama köleyse Ebû Hanîfe'ye göre azad olur. Nesebi belli olanın ise, nesebi evlatlık edinmekle sabit olmaz. Ama eğer köle ise azad olur.

Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” Sizi hatanızdan dolayı cezâlarıdırmaz ve kasıtlı olanların da tevbesini kabul eder.

6

Peygamber, mü'minlere kendi canlarından üstündür. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre (mirasçılık bakımından) birbirlerine muhacirlerden ve ensardan daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza uygun bir vasiyyet yapmanız müstesnadır. Bunlar kitapta yazılı bulunmaktadır.

Peygamber, mü'minlere kendi canlarından üstündür.

Yani din ve dünyaya âit her hususta, onlara karşı en çok hak sâhibi odur. Onlar üzerinde, onun hükmü kendi nefislerinin hükmünden daha çok geçerlidir. Dolayısıyla onlara düşen nefislerini onun için kullanmaları ve onun için feda etmeleridir. Ya da o, onlara karşı daha merhametli, daha lütufkar ve daha faydalıdır, demektir. Nitekim âyet-i kerime de;

“O, mü'minlere karşı çok şefkatli ve çok merhametlidir.” Tevbe, 128. buyurulmaktadır.

İbni Mesud'un kırâatmda da Peygamber, mü'minlere babaları olarak kendi nefislerinden daha üstündür. “şeklindedir. Mücâhid şöyle demiştir:

“Her peygamber ümmetinin babasıdır. Mü'minler, bu sebepten kardeş olmuşlardır. Çünkü Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) onların dindeki babasıdır.”

“Eşleri, onların analarıdır. “

Yani, nikahlarının yasakliği ve onlara karşı hürmetin gerekliliği hususunda eşleri, onların analarıdır. Bunun dışında onlar, miras ve benzeri hususlarda diğer yabancı kâdirılar gibidir. Bu sebepten de yasak onların kızlarına geçmemiştir.

Allah'ın kitabına göre.”

Yani, Allah'ın (celle celâlühü) hükmüne ve kazasına, ya da levhi mahfuza göre Allah'ın (celle celâlühü) farz kıldığı şeye göre, miras alma hususunda, akraba olanlar, birbirlerine mü'min muhacirlerden daha yakındırlar. İslamın başlarıgıcında Müslümanlar, birbirlerine, dindeki velayetlerinden dolayı mirasçı oluyorlardı. Akrabalıkla değil. Daha sonra bu neshedildi ve mirasçılık akrabalık hakkı olarak tanındı.

“Mü'minlerden ve muhacirlerden... “sözü, “akraba olanlar” sözü için açıklama olması câizdir.

Yani bunlardan olan akrabalar, diğer yabancılara göre birbirlerine mirasçı olmaya daha layıktırlar, demektir. Ya da bu söz sonun başlarıgıcı içindir.

Yani miras hususunda, akrabalar, birbirlerine akrabalık hakkı dolayısıyla mü'minlerden daha yakındır. Miras hususunda, akrabalık hakkı, ensarın dindeki velayet hakkından ve muhacirlerin de hicret hakkından daha üstündür, demektir.

“Ancak dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır.” İstisna, cinsin zıddmdandır.

Yani, ancak sizin dostlarınıza yaptığınız belirli güzel işiniz câizdir. O da bu kişilerden sevdiklerinize herhangi birşeyi vasiyet etmenizdir. Ki o zaman bu, vasiyet olur, miras değil.

(.......) fiili (.......) ile müteaddi kılınmıştır. Çünkü o yapmak, kuvvetlendirmek manasınadır. “Dostlarınıza “dm maksat, dindeki velayet dolayısıyla mü'minler ve muhacirlerdir.

“Bunlar kitapta yazılıdır.”

Yani, akrabanın birbirine mirasçı olması, Levh-i Mahfûzda yazılıdır, demektir.

7

Hani biz peygamberlerden söz almıştık, senden, Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsa'dan ve Meryem oğlu Îsa'dan (evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık.

Peygamberlerden, risâletin tebliği ve dosdoğru dine çağırma hususunda söz aldığımızı hatırla. Hususen senden, Nûh'tan, İbrâhîm'den, Mûsa'dan ve Meryem oğlu Îsa'dan, Resulullah, Nûh ve ondan sonraki peygamberlerden önce zikredildi. Çünkü bu atıf zinciri, onların faziletlerini açıklamak içindir. Çünkü onlar, Ulu'l-Azm peygamberlerdir ve onlar, şerî'at sahipleridir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onların en üstünü olduğundan onlardan önce zikredildi. Böyle olmasaydı, zamanı önce olan önce zikredilirdi.

“Onlardan pek sağlam bir söz aldık. ““Pek sağlam “sıfatını ilave için “söz” kelimesini tekrarladı.

8

(Allah) bu sözü, doğrulayıcı, sadâkatlerinden sormak için aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap hazırladı.

Bunu, peygamberlere, kavimlerine dedikleri şeyler hakkında sormak için yaptı, ya da peygamberleri tasdik edenlere tasdikleri hakkında sormak için yaptı, demektir. Çünkü kim doğru söyleyen birine “doğru söyledin “derse, o sözünde doğru biri olur. Ya da peygamberlere, ümmetlerinin, kendilerine nasıl cevap verdiğini sormak için yaptı, demektir. Nitekim âyet-i kerime de:

Allah, peygamberleri topladığı gün, (onlara) ne cevap aldınız1 der.” Mâide, 109.

Peygamberleri inkâr edenler için elim bir azap hazırladı.” Bu “aldık” sözü üzerine atıftır. Çünkü mana, şüphesiz ki Allah (celle celâlühü), inananları mükafatlarıdırmak için, peygamberlere dinine daveti yinelemiştir. Bu kâfirler içinde acıklı bir azâb hazırlamıştır, şeklindedir. Ya da “doğrulayıcılara sormak için” sözünün delâlet ettiği şey üzerine atıftır. Sanki “mü'minlere mükâfat verdi. Kâfirler için de acıklı bir azâbı hazırladı” denilmiştir.

9

Ey îman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah da ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.

Allah'ın, size olan -Ahzâb günü- in'am ettiği şeyi hatırlayın. “Ahzâb günü; Hendek günüdür. Uhûd'dan bir sene sonra vuku bulmuştur. Hani size grup grup ordular saldırmıştı. Onlar; Kureyş, Gatafari, Kureyza ve Nadir oğullarıydı. Biz de onlara karşı Saba rüzgarını göndermiştik. Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular:

“Ben Saba rüzgarı ile yardım olundum. Âd, Debûr ile helâk edildiler.” Buhârî, 4105; Müslim, 900; Müsned, 1/228.

“Ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. “Onlar, meleklerdir. Sayıları bindi. Üzerlerinde zırhlarla, soğuk bir gecede Allah (celle celâlühü) tarafından gönderildiler. Onların yanma geldiler ve yüzlerine toprak saçtılar. Daha sonra meleklere emredildi de onların çadır kazıklarını söktüler, iplerini kopardılar, ateşlerini söndürdüler, kaplarını devirdiler. Atları birbirlerine karıştı. Kalplerine korku salındı ve melekler, karargahlarının herbir tarafında tekbir getirdiler. Sonunda onlar, savaşmaksızm hezimete uğradılar.

Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların (düşmanların) gelişini işittiğinde Selman-ı Farisi'nin işaretiyle, Medine önüne hendek kazdı. Daha sonra Müslümanlardan oluşan üç bin kişi ile çıktı ve hendek, düşmanla onun arasında kalacak şekilde karargahını kurdu. Çocukların ve kâdirıların yüksek binalara yerleştirilmesini emretti. Korku arttı.

Kureyş, çeşitli gruplardan, Beni Kinane'den ve Tihâme halkından oluşan on bin kişilik bir grupla gelmişti. Komutanları Ebû Süfyan'dı. Gatafan, bin kişi ve Necd halkından kendilerine tabi olanlarla gelmişti. Yahûdîlerden Kureyza ve Nadr oğulları da onlarla birlikteydi. İki grup üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Allah, yardımım gönderinceye kadar, aralarında ok ve taş atmaktan başka hiçbir harb olmadı.

Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.”

Yani, ey mü'minler! Sizin hendekle korunma ve peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e yardımda sebat etme gibi işlerinizi görmekteydi.

Ebû Amr'a göre (.......) kelimesi (.......) ile (.......) şeklinde okunur.

Yani, Allah'ın (celle celâlühü) nurunu söndürmek için kafirlerin yaptığı azgınlıktan ve çalışmaları Allah (celle celâlühü) görüyordu, demektir.

10

Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vadinin üstünden ve alt yanından) üzerinize geldikleri zaman, gözler yılmış, yürekler ağızlara gelmişti ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşünüyordunuz.

(.......) cümlesi (.......) den bedeldir.

“Yukarınızdan “

Yani, doğu tarafındaki, vadinin üstünden Gatafan oğulları, “aşağı tarafınızdan “yani batı tarafındaki, vadinin aşağısından Kureyş, üzerinize yürüdüğünde “gözler yılmış. “

Yani, yerinden kaymış ve şaşkınlıktan bakışlar donakalmıştı. Ya da herşeyden uzaklaşmış. Korkunun şiddetinden düşmandan başka hiçbir şeye bakmamıştı, demektir. “Yürekler hançerelere (ağızlara) gelmişti... “

Hançere; gırtlağın başıdır. O da boğazın sonudur. Boğaz da yiyecek ve içeceğin giriş yeridir..Dediler ki:

“Korkunun ya da gazâbın şiddetinden akciğer şiştiğinde genişler. Kalp de onun şişmesiyle hançerenin başına kadar yükselir.” Denildi ki:

“Gerçekte kalp hançereye kadar ulaşmasa da, bu kalplerin çarpıntısı hususunda verilmiş bir misaldir.”

Rivâyete göre Müslümanlar, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

- Okuyabileceğimiz bir şey var mı? Zira kalpler hançerelere vardı, demişlerdi de Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu:

- “Evet, şöyle deyiniz. Allah'ım! Gediklerimizi kapat. Korkumuzu da teskin et”

Allah hakkında türlü türlü şeyler düşünüyordunuz.” Hitap îman edenleredir. Onlardan, kiminin kalbi ve ayakları sabit, kiminin de kalbi zayıftı. Onlar da (zayıf olanlar) dinin kıyısında kenannda gezenlerle münâfıklardır. Birinciler, Allah'ın (celle celâlühü) kendilerini imtihan edeceğini bildiler de günaha düşmekten ve sorumluluğa karşı güç yetirememekten korktular. İkinciler ise, kendilerinden hikâye oiunanları düşündüler.

Ebû Amr ve Hamza (.......) yı duruş hâlinde de geçiş hâlinde de (.......) şeklinde (.......) siz olarak okudular. Kıyas da budur. Medine ekolü, Şam ekolü ve Ebû Bekir geçişi duruş şeklinde okudular. Mekke ekolü, Alî ve Hafs ise duruş hâlinde (.......) le okudular. Bunun benzeri (.......) ve (.......) kelimeleridir. Kafiye için ziyade kılmdıkları gibi, duruşta da ziyade kılınmışlardır.

Ey kınayıcı levmi ve kınamayı azalt.” sözünde olduğu gibi. Bunların hepsi ana nüshada (.......) ledir.

11

İşte orada îman sahipleri imtihandan geçirildi ve şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldılar.

Îman sahipleri sabırlarıyla imtihana çekilmişler ve korkuyla son derece sarsılmışlardı.

12

Ve o zaman, münâfıklar ile kalplerinde hastalık (îman za'fiyeti) bulunanlar, “Allah ve Resûlü, meğer bize sadece boş vaadlerde bulunmuşlar” diyorlardı.

(.......), İlki üzerine atıftır. (.......) cümlesi için “o, (.......) ile münâfıkların sıfatıdır” denilmiştir.

Cömert ve cesur kişinin oğlu,

Savaş anında süvarilerin aslarıı yiğit sultana...

sözünde olduğu gibi. Denildi ki:

“Onlar, din hususunda basireti olmayanlardır. Münâfıklar, bir takım şüpheler sokmak suretiyle onları saptırmak istiyorlardı.”

Allah ve Resûlü, meğer bize sadece boş vaadlerde bulunmuşlar... “Rivâyete göre Mu'attib b. Kuşeyr, grup grup onları gördüğünde:

Muhammed bize İran'ın ve Bizans'ın fethini vaad ediyor. Halbuki bizim içimize bile korkudan ortaya çıkamıyor. Bu ancak boş bir vaaddir.” demişti.

13

Onlardan bir gurupda demişti ki: “Ey Yesribli'ler! (Medineliler)! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün! İçlerinden bir kısmı ise, “gerçekten evlerimiz emiyette değil” diyerek Peygamberden izin istiyordu. Halbuki evleri tehlikede değildi, sadece kaçmayı arzuluyorlardı.

“Onlardan” maksat münâfıklardır. Onlar: Abdullah b. Ubey ve arkadaşlarıydı. Yesrib halkı, Medine halkıdır. (.......) Hafs'a göre (.......) in ötresiyledir.

Yani, sizin için burası ne karar kılma yeri ne de oturacağınız ya da ikamet edeceğiniz bir yer var,” demektir.

“Dönün” yani îmandan küfre dönün. Ya da Resulullah'ın (aleyhisselâm) askeri olmaktan çıkın Medine'ye dönün demektir.

“İçlerinden bir kısmı....”

Yani Harise oğulları.

(.......) Avret; “açıklık, gediği açığı olan yer” , demektir. Bu (.......) İbni Mesud'un kırâatidir. Bir yerde gedik görüldüğünde, Îsa oradan gelebilecek düşman ya da hırsızdan korkutuyorsa (.......) kelimesinin (.......) kelimesininin hafifletilmiş şekli olması câizdir. Evlerinin, düşmanın ve hırsızın hedefi olduğunu, çünkü onların korunmasız olduğunu söyleyerek özür beyan ettiler. Onları korumak ve daha sonra geri dönmek için Resululah'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) izin istediler. Fakat Allah (celle celâlühü), onların, bundan korkmadıklarını ancak onların, savaştan kaçmak istediklerini beyan ederek onları yalanladı.

14

Eğer (Medine) nin her yanından üzerlerine saldırılsaydı da o zaman savaşmaları istenseydi, şüphesiz hemen savaşa kâtilırlar ve evlerinde pek eğlenmezlerdi.

Eğer Medine'ye ya da “falanın evine girdim” sözünde olduğu gibi evlerine her yandan girilseydi, yani, eğer kendilerinden korkarak kaçtıkları bu bölük bölük ordular, onların şehrine ya da evlerine her yandan girseydi, onların halkı ve çocukları üzerine saldırırlar, onları, yağmalar, köle haline getirirlerdi. Sonra bu korku anında onlardan, dinden çıkmaları, küfre dönmeleri ve mü’minlere karşı savaşmaları istenseydi, elbette bunu yaparlardı.

Hicazi'ye göre (.......), medsiz (.......) şeklindedir.

Yani “ona gelirler ve onu yaparlardı” , demektir. Buna icabette pek ağır davranmazlardı.

Yani istek ve ona verilen cevap bir anda, beklemeksizin olurdu, demektir. Ya da dinlerinden döndükten sonra Medine'de çok az kalırdı. Çünkü Allah (celle celâlühü), onları helâk ederdi, demektir. Mana:

“Onlar Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ve Müslümanların zaferinden ve kendilerine ürküntü ve korku veren bölük, bölük orduların dizilişinden kaçmak için evlerinin açık olduğunu ileri sürüyorlar. Eğer bu ordular oldukları gibi onların arazilerini ve evlerini hassalardı, onlara küfrü arzetselerdi ve (bu arada) onlara,'Müslümanlara karşı olun” denilseydi, elbette ona koşarlar ve hiçbir şeyi bahane etmezlerdi. Bu, ancak onların İslama karşı nefretinden ve küfre karşı sevgilerinden kaynaklanmaktadır.”

15

Andolsun ki daha önce onlar, sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah'a söz vermişlerdi. Allah'a verilen söz mesuliyeti gerektirir.

Hendek harbinden önce ya da bölük, bölük orduları görmelerinden önce Hariseoğulları hezimete uğramış oldukları hâlde sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah'a (celle celâlühü) söz vermişlerdi. Allah'a (celle celâlühü) verilen sözün yerine getirilmesi istenir.

16

(Resûlüm!) de ki: “Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz. (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız sûre çok değildir.”

Yani, eğer eceliniz gelmişse kaçış size fayda vermeyecektir. Ve eğer gelmemişse de kaçmışsanız, o taktirde de dünyada çok az yaşatılacaksınız, demektir, bu da ömrünüz müddetincedir. O da çok azdır. Rivâyete göre Mervanilerden biri, meyilli bir duvarın yanından geçiyordu da acele etti. Bunun üzerine ona, bu âyet okundu, o da:

“İşte ben bu azı istiyorum.” diye cevap verdi.

17

De ki: “Allah size bir kötülük dilerse, ona karşı sizi kim korur, ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir?) Onlar, kendilerine Allah'tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı.

Eğer Allah (celle celâlühü), öldürülmenizi ya da daha başka kötülüklere maruz kalmanızı dilerse, O'nun üzerinize indirmeyi dilediği bu şeyden sizi kim koruyabilir? Ya da size rahmet dilerse, yani afiyet ve selâmet içerisinde uzun bir ömür yaşamanızı dilerse, demektir.

Yani, eğer Allah (celle celâlühü), size rahmet etmek isterse, onu, size merhamet etmekten kim menedebilir, demektir. Çünkü ismet kelimesinde menetme manası vardır.

18

Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve yaranına “bize kâtilın” diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunların sadece pek azı savaşa gelir.

Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in zaferinden menedenleri biliyor, kelimesinin manası, münâfık oldukları hâlde menedenleri biliyor, demektir. Zahirde kardeşleri olan Müslümanlara “Bize katılın “yani bizimle birlikte olun, Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem) terkedin, demektir.

Bu (.......) kelimesi Hicaz halkının dilidir. Onlar, bunda (tekil ve çoğulu aynı şekilde ifade ederler.) Temîm kabilesi ise “Ey adam gel, katıl” ve “ey adamlar gelin, katılın” şeklinde derler. Bu, kendisiyle “getir, yaklaştır” gibi müteaddi bir fiilin ifade edildiği kelimedir.

“Zaten bunların sadece pek azı savaşa gelir. “

Yani onlar, gösteriş için gelirler. Ve orda hazır olanlar kendilerini görecek kadar bir miktar beklerler. Sonra da çeker giderler.

19

(Gelseler de) size karşı pek hasistirler. Hele korku gelip çattı mı, üzerine ölüm baygınliği çökmüş gibi dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince de mala düşkünlük göstererek sizi sivri dilleri île incitirler. Onlar (gerçekten) îman etmiş değillerdir. Bunun için Allah, onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu, Allah'a göre kolaydır.

(.......) kelimesi (.......) kelimesinin çoğuludur. Cimri, hasis demektir. (.......) deki zamîrden hâl olmak üzere mensûb kılınmıştır.

Yani, harbe, zafer ve ganimet hususunda size karşı cimri oldukları hâlde gelirler, demektir.

Düşman tarafından ya da Nebi (aleyhisselâm) tarafından herhangi bir korku gelip çattı mı, onların bu durumda, ölüm sarhoşluğunun galebe çalışından dolayı, sakınarak, korkarak ve sana sığınarak, sekeratü'l-mevt konumundaki hastanın baktığı gibi, gözleri sağa sola döndüğü hâlde sana baktıklarını görürsün. Bu korku gidip emniyet geldiğinde ve ganimetler toplandığında ise sizi sivri dilleri ile incitirler.

Yani size karşı sert konuşmalar yaparlar. Ve size sözle eziyet verirler.

(.......); “fasih konuşan adam” dır (.......) ise, “sözünde mübalağa yapan “dır.

Yani onlar, mal ve ganimete düşkünlük göstererek: “Payımızı artırın. Çünkü biz, sizinle birlikte idik, sizinle birlikte savaştık. Düşmanınızı bizimle birlikte yendiniz.” derler.

(.......) kelimesi (.......) un failinden hâldir. Onlar, hakikatte îman etmediler. Bilâkis dilleriyle îman ettiklerini telefruz ettiler. Bunun için Allah (celle celâlühü), açıktan açığa yaptıkları amelleri, gizledikleri küfürle boşa çıkarmıştır. Onların amellerinin boşa çıkarılması Allah'a (celle celâlühü) göre kolaydır.

20

Bunlar, düşman birliklerinin bozulup gitmedikleri evhamı içindedirler. Müttefikler ordusu yine gelecek olsa, isterler ki, çölde göçebe Araplar içinde bulunsunlar da, sizin haberlerinizi (uzaktan) sorsunlar. Zaten içinizde bulunsalarda pek az savaşırlardı.

Yani onlar, müttefikler ordusunun hezimete uğramadığını ve çekip gittiği hâlde çekip gitmediğini zannediyorlar. Müttefikler ordusu, ikinci kez gelecek olsa, isterler ki, çöldeki bedeviler içinde bulunsunlar.

(.......) kavli “çölde ikamet eden” kelimesinin çoğuludur.

Yani, münâfıklar korkularından dolayı Medine'den çöle çıkmayı, kendilerini emniyete almak için bedeviler arasında kalmayı ve savaş korkusundan uzaklaşmayı isterler. Kendilerinden olup da Medine tarafından gelen herkese, sizin haberlerinizi ve sizin başırıızdan geçenleri sormayı isterler. Zaten (bu ikinci kez) içinizde bulunsalardı dahi Medine'ye dönmeyecekler ve riya, gösteriş için olduğu hâlde çok az savaşacaklardı.

21

Andolsun ki, Resulullah'ta sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar, Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır.

Âsım'a göre (.......) kelimesi her yerde ötre iledir. Manası ise asıl, örnek, demektir, “örnek alınan, kendisine uyuları” demektir. (.......) dediğin gibi.

Yani, onun kendisi bu kadar demirden oluşuyor, demektir. Ya da onda uyulmaya değer bir haslet vardır, demektir. O da bizzat savaşmasıdır.

Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar için” yani Allah'tan (celle celâlühü) ve âhiret gününden korkanlar için, ya da Allah'ın (celle celâlühü) sevabını ve âhiret gününün nimetlerini umanlar için, demektir.

(.......) kelimesinin (.......) den bedel olduğu söylenmiştir. Ancak bunda zayıflık vardır. Çünkü muhatap zamîrinden bedel olmaz.

Yani, Allah(celle celâlühü) ve âhiret gününü umanlar için olan güzel bir örnek vardır, demektir.

Allah'ı çokça zikredenler için..”

Yani korkuda, ümidde, darlıkda ve rahatlıkta Allah(celle celâlühü) çokça zikredenler için, demektir.

22

Mü'minler ise, düşman birliklerini gördüklerinde “İşte Allah ve Rasûlü'nün bize vaad ettiği! Allah ve Resûlü doğru söylemiştir” dediler. Bu (orduların gelişi) ancak onların imanlarını ve Allah'a bağlılıklarını arttırdı.

Allah'ın (celle celâlühü) onlara vadi kendisinden imdat ve yardım isteyinceye kadar sarılacaklarıdır. Nitekim âyet-i kerime de:

“Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” Bakara, 214.

“İşte Allah ve Rasûlü'nün bize vaadettiği Allah ve Resûlü doğru söylemiştir. “dediler. Bildiler ki, galibiyet ve zafer, kendileri lehine vâcib olmuştur.

İbni Abbâs (radıyallahü anh) dan yapılan rivâyete göre Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbına:

“Müttefik orduları sonunda üzerinize yürüyecektir.” buyurmuştur.

Mü'minler, müşrik ordusunun vadedilen gündeki gelişini gördüklerinde bu sözü söylediler. Bu, önemli bir hususa ve imtihana işarettir. Müttefik ordularının toplarııp üzerlerine gelmesi, ancak onların, Allah'a (celle celâlühü) ve O'nun va'dine olan imanlarını, ayrıca O'nun kaza ve kaderine olan teslimiyetlerini artırmıştır.

23

Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canım vermiştir. Kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmediler.

(.......) dan önceki harfi cer (.......) darbı meselinde olduğu gibi hazfedilmiştir.

Yani bu “Bana genç yaşında inandı” şeklindedir. Bu harfi çerin atılması ve fiilin mef'ûlune bitiştirilmesiyle meydana gelmiştir.

Sahâbeden bazdan, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte savaşa kâtildıklarında sebat edeceklerine ve şehid oluncaya kadar savaşacaklarına dair söz verdiler. Onlar, Osman b. Afvan, Talha, Sad b. Zeyd, Hamza, Mûsa'ab b. Umeyr ve diğerleriydi (rhm).

“Onlardan kimi sözünü yerine getirmiştir,”

Yani Hamza ve Mus'ab gibileri (rhm) şehid olarak ölmüşlerdir.

Sözünyerine getirilmesi” Ölümle ilgili bir ifade oldu. Çünkü her canlı sonradan olanlardandır. Ölmesi gerekir. Sanki bu onun boynunda gerekli bir nezirdir. Öldüğünde ise sözünü yani nezrini yerine getirmiş olur. “Kimi de beklemektedir.”

Yani, Osman ve Talha gibileri (rhm) de şehadet üzere ölümü beklemektedirler. Onlar verdikleri sözü ne tamamen ne de kısmen değiştirmemişlerdir. Ne şehadet şerbetini içen ne de bekleyen. Bunda, âyet-i kerimede de geçtiği üzere verdikleri sözü değiştiren nifak sahiplerine ve kalbi hastalara tariz vardır:

“Daha önce Allah'a arkalannı dönüp kaçmayacaklarına dair söz vermişlerdir.”

24

Çünkü Allah sadakat gösterenleri sadakatları sebebiyle mükâfatlarıdıracak, münâfıklara -dilerse- azâb edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

“Sadakatları sebebiyle” yani, verdikleri sözü yerine getirmeleri sebebiyle, demektir. Tevbe etmedikleri takdirde, münâfıklara azap edecek, tevbe ettikleri takdirde ise onların tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz ki Allah (celle celâlühü), tevbeleri kabul etmek suretiyle çok çok bağışlayandır, Günahları bağışlamak suretiyle de merhamet edendir.

Münâfıkları, sanki kötü akıbeti kasteden ve sözlerini değiştirmek suretiyle onu isteyen kişiler olarak niteledi. Sadakat gösterenlerin, vefa göstermek suretiyle doğru bir akibeti kastettikleri gibi. Çünkü her iki gurup, mükâfat ve cezâ veya onun kendi akıbetine doğru gidiyor. Sanki her ikisi de, akibetinin talebinde ve onun tahsilindeki çalışmada eşit seviyededir.

25

Allah, o inkâr edenleri hiçbirşey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi. Allah(ın yardımı) savaşta mü'minlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir.

“İnkar edenler” yani, “müttefik ordularını” demektir. (.......) hâldir.

Yani öfkeli oldukları hâlde demektir.

yağ verir” Mü’minun, 20. âyetinde olduğu gibi.

(.......), zaferdir.

Yani “Müslümanlara karşı zafer kazanamadılar” , demektir. Onu, onların düşüncesine göre “hayır” olarak adlarıdırdı. (.......) hâldir.

Yani, “zafer kazanamadıkları hâlde” , demektir. Allah (celle celâlühü), savaşta rüzgar ve meleklerle mü'minlere yetti. Allah (celle celâlühü) Kâdir'dir, mutlak galiptir.

26

Allah, ehli kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. Bir kısmım öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.

Ehli kitaptan, müttefik ordularına yardım eden Kureyza oğullarını kalelerinden indirdi.

(.......) kendisiyle konumları şeydir.

Rivâyet olunduğuna göre Cebrâîl (aleyhisselâm) müttefik ordularının hezimete uğradığı gecenin sabahında Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e geldi. Müslümanlar Medine'ye dönmüş, silâhlarını çıkarmışlardı. Cebrâîl (aleyhisselâm), âtının sirtodaydı. Atının yüzünde ve eyerinde tozlar vardı. Nebi (aleyhisselâm):

- “Ey Cebrâîl bu (hâl) nedir?” diye sordu. Cebrâîl:

- “Kureyşi takip ettiğimizden (böyle oldu).” dedi, sonra da:

- “Ey Allah'ın Resûlü! Şüphesiz ki Allah, sana Kureyza üzerine yürümeni emrediyor. Ben onlara gidiyorum. Hakikaten Allah, onları düz bir taş üzerindeki küçük bir yumurta gibi zayıf kıldı. Onlar, sizin için ganimettir. İnsanlara haber ver. İşiten ve itâat edenler, ikindi namazım ancak Kureyza oğulları topraklarında kılsın.” dedi.

Onları yirmi beş gün muhasara ettiler. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

- “Benim hükmetmem şartıyla iniyormusunuz?” dedi. Bunu kabul etmediler.

- “Sad b. Muaz'ın hükmetmesi üzere (iniyor musunuz)?” dedi. Onu kabul ettiler. Sad (radıyallahü anh):

- “Onlar hakkında savaşçılarının öldürülmesi, kadın ve çocuklarının da esir edilmesi üzerine hükmettim.” dedi. Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) tekbir getirdi ve:

- “Gerçekten sen, Allah'ın yedi kat gökler üstündeki hükmüyle hükmettin.” dedi. Sonra onlardan inmelerini istedi. Şehrin çarşısına hendek kazıldı. Onları oraya getirtti ve boyunlarını vurdurdu. Sekizyüz ila dokuzyüz kişiydiler. Denildi ki:

“Onlar altıyüz savaşçı, yediyüz esirdi “

(.......) Şam kırâat imâmları ve Ali'ye göre (.......) ın ötresiyledir. (.......) kelimesi,(.......) fiiliyle mensûb kılınmıştır. Onlar, erkeklerdi.

“Bir kısmını da esir alıyordunuz.” onlar da kâdirılar ve çocuklardı.

27

Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve daha önce ayak başınadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah'ın herşeye gücü yeter.

“Mallarına...” yani, hayvanlarına, paralarına ve kullandıkları eşyalara sizi mirasçı yaptı. Rivâyete göre Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem), onların akarını, muhacirlere tahsis etti. Ensara bir şey vermedi ve onlara:

“Sizler evlerinizdesiniz” buyurdu.

“Ayak başınadığınız topraklara” yani, savaş kastıyla başınadığınız topraklara, demektir. Onlar da Mekke, İran ve Bizans topraklarıdır. Yahut da Hayber toprağıdır, ya da kıyamete kadar fethedilecek bütün topraklardır.

28

Ey peygamber! Eşlerine söyle: “Eğer dünya dirliğini ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim.

“Dünya dirliğini ve süsünü istiyorsanız... “yani, dünya saadetini ve mal çokluğunu istiyorsanız, demektir. (.......) aslen üst makamdaki kişi tarafından aşağı makamdaki kişiye kullanılmaktaydı. Daha sonra bunun kullanışı arttı. Ve eşit seviyede her yerde kullanılmaya başlandı.

(.......) nin manası;'arzunuzla ve iki işten birini seçerek gelin', demektir. Onların, ona karşı kendi başlarına ayaklanmalarını istemedi. “Beni tehdit ederek ayağa kalktı. “sözünde olduğu gibi.

“Boşanma bedellerinizi vereyim.”

Yani size boşanma nafakasını vereyim demektir. Kendisiyle ilişkinin olmadığı, boşama işi kendisine bırakılmış kadın hariç her boşanan kadın için nafaka vermek müstehabtır. “Sizi salıvereyim “sizi boşayayım, demektir. Onlar dünyalıktan elbise ve nafaka artırımı istemişler ve değişmişlerdi. Bu durum Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ı tasalarıdırmıştı. Derhal âyet indi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Âişe (rha) dan başladı. O da Allah'ı, Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu seçti. Bu sebepten Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yüzünde sevinç izleri görüldü. Daha sonra onların tümü, Allah(celle celâlühü), Resûlü'nü ve âhiret yurdunu seçtiler.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Âişe'ye (rha):

- “Sana bir şey hatırlatayım. Ebeveyninle istişare edinceye kadar bu işte acele etmemen aleyhine olmaz.” demiş. Ve ona Kur'ân'ı okumuştur. Âişe de:

- Bu hususta ebeveynimle mi istişare yapacağım? Elbette ben Allah'ı, Rasûlü'nü ve âhiret yurdunu istiyorum, demiştir.

Talak hususunda muhayyer bırakılmanın hükmü, koca karısına “seç “dediğinde, o da “kendimi seçtim” derse, kadın bir bain talakla boş olmuş olur. Kocasını seçerse hiçbirşey vaki olmaz.

Rivâyete göre Ali (radıyallahü anh):

“Kocasını seçerse bir ric'i talak vaki olur. kendisini seçerse bir bain talak vaki olur.” demiştir.

29

Eğer Allah'ı, Rasûlü'nü ve âhiret yurdunuz diliyorsanız, bilin ki, Allah içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

(.......) teb'îz için değil, beyan içindir.

30

Ey Peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayâsızlık yaparsa, onun azâbı iki katına çıkarılır. Bu, Allah'a göre kolaydır.

“Hayâsızlık” , “çirkinlik ve kötülüğün son haddi” demektir, “açık” yani hayasızliği açık, demektir. “ortaya çıktı” manasına olan (.......) fiilinden gelmektedir.

Mekkeliler ve Ebubekir'e göre (.......) şeklinde (.......) nin üstünüyledir. Denildi ki:

“O, onların, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, karşı isyanları ve itaatsizlikleridir.” Yine şöyle denildi:

“O zinadır. Ancak Allah, Rasûlü'nü bundan korumuştur.”

(.......) Mekkî ve Şâmî'ye göre (.......) şeklindedir. Ebû Amr, Yezid ve Ya'kûb'a göre (.......) şeklindedir.

“İki kat” yani, onların dışındaki kâdirıların azâbının iki katı demektir. Çünkü diğer kâdirılar tarafından işlenen çirkinlikler, onlar tarafından işlendiğinde daha da çirkin olur. Günahın çirkinliğinin artması, faziletin ziyadeliğine bağlıdır. Kadınlardan hiçbiri, fazilette, Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) İn hanımları gibi değildir. Bu sebepten isyankar alim için yapılan kötüleme, isyankar câhile göre daha şiddetlidir. Çünkü alim tarafından işlenen günah daha çirkindir. Bu sebepten hür kişilerin had cezâsı, kölelerin had cezâsından daha ağırdır. Kafir de (bu sebepten) recmedilmez. Onlar üzerine azâbın kat kat artırılması Allah'a (celle celâlühü) göre kolaydır.

31

Sizden kim, Allah'a ve Rasülü'ne îman ile itâat eder ve yararlı iş yaparsa, ona, mükâfatım iki kat veririz. Ayrıca biz ona bol bir rızık hazırlamışızdır.

(.......) ve (.......) şeklinde her iki fiil de (.......) iledir.

“İki kât... “

Yani, başkasına verilen sevabın iki katı, demektir. “Biz ona bol rızık hazırladık” yani, kadri yüce cenneti hazırladık, demektir.

32

Ey Peygamber hanımları! Siz, kâdirılardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'tan) korkuyorsanız, sözü (yabancı erkeklere karşı) yumuşak söylemeyin ki kalbinde hastalık bulunan kimse kötü ümide kapılmasın. Güzel ve münasîb sözler söyleyin.

“Siz, kâdirılardan herhangi biri gibi değilsiniz.”

Yani siz, kadın topluluklarından herhangi biri gibi değilsiniz. Kadın milleti, gurup gurup incelense fazilette size eşit hiçbir gurup bulunmaz.

(.......) aslen (.......) manasınadır. O da “bir” dir. Daha sonra bu kelime, erkek ve dişi, tekil ve çoğul için eşit şekilde genel olumsuzluk manasına kullanıldı.

“Eğer korkuyorsanız... “yani sakınmayı istiyorsanız ya da eğer sakınan korunan kadınlar iseniz demektir. “Sözü yumuşak söylemeyin...” yani perde arkasından erkeklerle konuştuğunuzda sözünüzü töhmet altındaki kâdirıların sözü gibi edalı bir şekilde yumuşak söylemeyin, demektir.

(.......) nehyin cevabı olmak üzere mensûbtur. “Kalbinde hastalık bulunan kimse...”

Yani kalbinde şüphe ve fücur bulunan kimse demektir. “Güzel söz söyleyin “

Yani, yumuşak olmamakla birlikte güzel söz söyleyin, demektir.

33

Evlerinizde vakarınızla oturun. İlk câhiliyye (devri kâdirılarının açılıp saçılarak, zinetlerini göstererek) yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Resülü'ne itâat edin. Ey ehli Beyt! Allah sizden sadece kiri (günahı) gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.

(.......) Hubeyre'nin dışındaki Medine'lilere ve Âsım'a göredir. Aslı (.......) dir. Hafifletilmek için (.......) hazfedilmiş ve fetha kendisinden öncekine verilmişir. Ya da aslı “toplandı “dır. Diğerleri ise (.......) dir. (.......) den, veya (.......) -den gelmektedir. (.......) nin iki (.......) sından ilki tekrardan dolayı hazfedildi. Esresi de (.......) nakledildi.

(.......) Basra ve Medine ekolü, ve Hafsa göre (.......) nin ötresiyledir. “İlk câhiliyye... “yani eski câhiliyye demektir. Takdiri; “İlk câhiliyyedeki kâdirıların, zinetlerini göstererek kırıta kırıta yürümeleri, gibi yürümeyin” şeklindedir.

İlk câhiliyye; İbrâhîm (aleyhisselâm)’in doğduğu zamandır. Ya da Âdem ile Nûh (asm) arasındaki zamandır. Ya da Dâvud ve Süleyman (asm)’in zamanıdır. Son câhiliyye ise; Îsa ve Muhammed (asm) arasındaki zamandır. Ya da ilk câhiliyye, İslam'dan önceki küfrün câhiliyyetidir. Son câhiliyye de İslam geldikten sonra işlenen fısku fücurdur.

“Namazı kılın, zekâtı verin, Allah'a ve Rasülü'ne itâat edin.” üstünlüklerinden dolayı önce namazı ve zekâtı emirle tahsis etti. Sonra da genel olarak bütün taatları zikretti. Çünkü kim o ikisine devam ederse, onlar, onu, diğerlerine götürür.

(.......) nida ya da medih olarak mensûb kılınmıştır. Bunda, onun (aleyhisselâm) hanımlarının onun ehli beytinden olduğuna delil vardır. (.......) dedi, çünkü “sizi tertemiz yapmak istiyor” sözünün de delaletiyle “onun ehli” kelimesiyle erkekler ve kâdirılar kastedilmiştir.

Allah (celle celâlühü) sizi günah pisliğinden tertemiz yapmak istiyor.”

Daha sonra Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ev halkı, günahlara yaklaşmasın ve onlardan takva İle korunsun diye onları menettiğini, onlara emrettiğini ve onlara öğüt verdiğini beyan etti. Günahları pisliğe, takvayı da temizliğe benzetmek suretiyle istiâre yaptı. Çünkü çirkin işleri işleyen kâdirılarla evlenmek, bedenin, pisliklerle kirlenmesi gibi, kişiyi lekeler. Temiz kadınlarla evlilik ise, temiz elbise gibi temizdir. Bunda, akıl sahiplerini, kötülüklere karşı nefret ettirme, emirlerine karşı da teşvik vardır.

34

Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, herşeyin içyüzünü bilendir. Ve herşeyden haberi olandır.

Allah'ın âyetlerini...” yani Kur'ân'ı, “hikmeti” yani sünneti, ya da Kur'ân’ın manalarının açıklamasını. Şüphesiz ki Allah (celle celâlühü), eşyanın kapalılıklarını ve hakikatini bilendir.

Yani O, sizi işlerinizi ve sözlerinizi bilir. O hâlde O'nun emrine ve nehyine muhalefet etmekten ve Rasülüne isyan etmekten sakının.

Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hanımları ile ilgili âyetler inince Müslümanların hanımları:

- “Bizim hakkımızda hiçbirşey inmedi” dediler. Bunun üzerine şu âyet indi.

35

Şüphesiz (Allah'ın emrine uyan) Müslüman erkekler ve Müslüman kâdirılar, mü'min erkekler ve mü'min kâdirılar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar (niyet, söz ve hareketlerinde) doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kâdirılar, hakkıyla Allah'tan korkan erkekler ve hakkıyla Allah'tan korkan kâdirılar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kâdirılar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, (teşbih, tahmid, tehliî, tekbir, Kur'ân tilaveti ve ilimle) Allah'ı çok zikreden erkekler ve zikreden kâdirılar, (işte) Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Müslim” , boyun eğilen karşı konulmaz bir harpten sonra barışa girendir. Ya da; işini, Allah'a ısmarlayan, O'na tevekkül eden ve yüzünü O'na döndürendir. Mü'minler Allah'ı, Rasûlü'nü ve tasdik edilmesi gerekli şeyleri tasdik edenlerdir.

(.......); taat edenlerdir.

(.......); niyet, söz ve amellerinde doğru olanlardır.

(.......); ibâdetleri yerine getirme ve kötülüklerden kaçma hususunda sabredenlerdir.

(.......); korkanlardır.

Tasadduk edenler, farz ve Nâfile olarak verenlerdir.

Oruç tutanlar, farz ve Nâfile olarak oruç tutanlardır. Denildi ki:

“Kim her hafta bir dirhem tasadduk ederse, o tasadduk edenlerdendir. Kim de her ay'eyyamı bi'd'de (her ayın 13. 14. ve 15. günleri) oruç tutarsa, o oruç tutanlardandır.”

Irzlarını koruyanlar ve Allah'ı çok çok zikredenler, O'nu teşbih, tahmid, tehlil, tekbir ve Kur'ân tilavetiyle zikredenlerdir. İlimle meşgul olmak da zikirdendir. Mana; “Irzlarını koruyan kâdirılar” ve Allah'ı zikreden kâdirılar” manalarını da içermektedir. Çünkü bunlar bir önceki lafızların delaletiyle hazfedilmiştir. Kâdirıların, erkekler üzerine atfedilmesiyle eşlerin, diğer eşler üzerine atfedilmesi arasında fark vardır. Çünkü birincisi, şu âyeti kerimenin bir benzeridir.

(Rabbi ona) dullar ve bakire eşler (verebilir.) Tahrîm, 5.

Bu ikisi ayrı ayrı cinslerdir. Tek bir hükümle bir araya gelmişlerdir. Dolayısıyla da aralarında atfın kullanılması gerekmiştir. İkincisi ise sıfatın, sıfat üzerine çoğul harfiyle atfedilmesidir. Manası ise; “Bu taatları bir araya getiren erkekler ve kâdirılar” şeklindedir. Allah (celle celâlühü), taatlarından dolayı onlara, bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) halası Umeyme'nin kızı Zeynep binti Cahş'ı (rha), azadlı kölesi Zeyd b. Harise'ye (radıyallahü anh) istedi o ve kardeşi Abdullah (rhm), bunu kabul etmediler. Bunun üzerine şu âyet indi.

36

Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.

İnanan erkek ve inanan kadın için, Allah (celle celâlühü) ve Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), herhangi bir işe hüküm verdiğinde diledikleri gibi hareket etmeleri doğru olmaz. Bilâkis onlara düşen, kendi görüşlerini onun görüşüne, kendi seçimlerini onun seçimine uydurmaktır.

Bunun üzerine ikisi:

“Râzı olduk ey Allah'ın Resûlü” dediler. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyneb'i Zeyd'e (rhm) nikahladı. Onun adına mehrini kendisine verdi.

(.......) deki zamîr, tekil kılınması gerektiği hâlde çoğul kılındı. Çünkü zikredilen “erkek ve kadın “olumsuzlukla geldiler. Bu sebeple de inanan bütün erkek ve kadını kapsadılar. zamîr de lâfza değil manaya döndü.

(.......) Kufe ehline göre (.......) iledir. (.......) seçilen şeyi, demektir, bu, emrin vücup için olduğuna delâlet etmektedir.

“Kim de Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.”

Eğer isyan, reddetme ve kabulden imtina etme şeklinde olursa, bu sapıklık ve küfürdür. Ve eğer kabul etmekle ve vucubiyetine inanmakla birlikte yapmamak suretiyle yapılan bir isyansa, sapıklık, hata ve fısktan ibârettir.

37

(Ey Resûlüm Muhammed!) Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine ikram edip (hürriyete kavuşturduğun) kimseye: “Eşini yanında tut. Allahtan kork.” diyordun. Halbuki Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Asıl korkmaya layık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişkisini kesince biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlatlıkları, kanlarıyla ilişkilerini kestikleri (onları boşadıklari) zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.

Allah'ın (celle celâlühü) en büyük nimet İslam'la şereflendirdiği ve senin de, kendisini azad etmek ve evlatlık edinmek suretiyle ikram ettiğin kişiye “eşini, -yani Zeyneb binti Cahş'ı- yanında tut” diyordun. Allah'ın (celle celâlühü) nimeti ve Resûlü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) nimeti içerisinde yüzen bu kişi Zeyd b. Harise (radıyallahü anh) dir.

Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeynep b. Cahş'ı (azatlı kölesi) Zeyd b. Harise'ye (rhm) nikahladı. (Onuruna düşkün olan Zeynep (rha) kendine denk görmediği Zeyd'le (radıyallahü anh) evlenmeyi istememiş ancak Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ısrarıyla evet demişti. Fakat Zeyd'e (radıyallahü anh) bir türlü ısınamadı.

Zeyneb b. Cahş, Zeyd'e karşı (şeref ve asaletiyle iftihar edip) büyüklenince Allahü teâlâ'da Zeyd'in kalbine Zeyneb'le birlikte sabahlamayı çirkin gösterdi ve Resulullah lehine ona karşı olan rağbetini kesti. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e:

-Eşimden ayrılmak istiyorum, dedi. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

- Ne oldu. Seni şüpheye sevkeden bir şey mi var? dedi. Zeyd:

- Hayır, vallahi ondan hayırdan başka bir şey görmedim. Ancak o, bana karşı asaletiyle büyükleniyor da bu beni incitiyor, dedi. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona:

- “Eşiniyanında tut.” dedi.

Allah'tan kork (onu boşama).” Bu, tenzihi bir nehiydir. (Tahrîmî değil). Açıklama “onu boşama” şeklindedir. Çünkü ilk cümle boşamamasıyla ilgilidir. Ya da Allah'tan kork (onu kibirle ve eşine eziyet vermekle suçlama).” demektir.

Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun. “

Yani, Zeyd (radıyallahü anh) onu boşarsa, onu nikahlayacağım gizliyordun.

(.......) ile (.......) deki (.......) lar hâl (.......) ıdırlar.

Yani insanların konuşmasından korktuğunu gizleyerek, bu hususta en layık olanı sadece Allah'tan (celle celâlühü) , korkman iken insanlardan korkarak ve nefsinde, onu tutmasını isteyerek Zeyd'e (radıyallahü anh): “Eşini yanında tut.” diyordun. Âişe (radıyallahü anh) den yapılan bir rivâyete göre şöyle demiştir:

“Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın, ona vahyettiği şeylerden birini gizleseydi, bu âyeti gizlerdi.”

(.......); ihtiyaç, demektir, birinin, kendisine âit, arzuladığı bir şeydeki ihtiyacını gidermesi durumunda kullanılır. “Ondaki ihtiyacını, hevesini giderdi.” denilir.

Mana; “Zeyd'in Zeyneb'e (rhm) karşı ihtiyacı kalmayınca, ona karşı arzusu da kalmadı. Ve onu boşadı. İddet vakti sona erince de onu sana nikahladık.” Rivâyete göre, o iddetini tamamladığında Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyd'e (radıyallahü anh):

- “Nefsim için senden daha güvenilir birini bilmiyorum. Zeyneb'i bana iste.” dedi. Zeyd:

- Gittim ve ona: Ey Zeyneb! Müjdeler olsun! Resulullah seni istiyor.'dedim, sevindi.

Ve Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onunla evlendi. Diğer hanımlarının hiçbirinin düğününde onda verdiği kadar ziyafet vermedi. Bir koyun kesti ve insanlara gün uzayıncaya kadar ekmek ve et yedirdi. Denildi ki:

(.......); ihtiyaca nail olmak ve ondaki muradına ulaşmaktır. Buradaki mana Allah'ın, olmasını istediği iş (emir) kaçışı olmayan bir şekilde muhakkak olur, (demektir.) Bu, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyneb'le evlendirilmesi gibi, olmasını arzu ettiği şeyler için misal olmuştur.

Siyer ve hadislerde Zeyneb'in Zeyd'i (rhm) küçümsediği kölelikten âzat edildiği için onu hor gördüğü, bundan dolayı Zeyd'in (radıyallahü anh) de ondan ayrılmak istediği belirtilir.

Kafirlerin ve müşriklerin evlatliğinın karısını görünce aşık olup onu boşandırıp almaya kalktığı zannı doğrulmaya çalışılmıştır. Bu sürenin baş taraflarında evlatlık müessesesi yıkılırken burada da evlatliğin hanımı ile evlenmenin izni ortaya konuyor.

38

Allah'ın kendisine helâl kıldığı bir şeyi yerine getirmekte, peygambere herhangi bir vebal yoktur. Önce geçen (peygamberler) arasında da Allah'ın âdeti (kanunu) böyle idi. Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.

Allah'ın (celle celâlühü), kendisine helâl kıldığı ve emrettiği bir hususta -ki o, evlatliği Zeyd'in boşadığı Zeyneb'in nikahıdır, ya da onun için taktir edilen kadın sayısıdır- Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir vebal yoktur.

(.......) kelimesi mastar yerine konulmuş isimdir. “Toprak olan, taş olan” sözünde olduğ gibi. Bu, peygamber üzerine herhangi bir vebal yoktur. “sözünü te'kid etmektedir. Sanki şöyle denilmiştir:

Allah, bunu, geçmiş peygamberlerde adet kılmıştı. O da, kendilerine mubah kılınan şeylere yönelmelerinde, üzerlerine, herhangi bir vebalin olmaması, nikah ve diğer hususlarda da kendilerine kolaylık getirilmesidir. Onların, hanımları ve cariyeleri vardı. Davûd (aleyhisselâm) ınyüz hanımı, üçyüz cariyesi vardı. Süleyman (aleyhisselâm)’in üçyüz hanımı, yediyüz cariyesi vardı.”

“Önce geçenler arasında...”

Yani daha önce geçen peygamberler arasında, demektir. Allah'ın (celle celâlühü) emri, yerine gelmesi kesin bir hükümdür.

39

O peygamberler ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar.

Hesap görücü olarak Allah, herkese yeter.

(.......) yi, ilk (.......) den bedel kılarsan burada durulmaz. Ama onu mahallen merfiı ya da medih üzere mensûb kılarsan olur.

Yani, onlar tebliğ edenlerdir, ya da tebliğ edenleri kastediyorum, demektir.

Allah'tan başka kimseden korkmazlar.” Peygamberleri, Allah'tan (celle celâlühü) başka hiç kimseden korkmamakla tavsif etti. Bu, “İnsanlardan korkuyorsun, halbuki Aüah, korkulması en layık olandır.” sözündeki açıklamadan sonra söylenmiş kinayedir. Allah (celle celâlühü) bütün korkulara yeter. Küçük büyük herşeyin hesabım soracaktır. Dolayısıyla o, kendisinden korkulmaya layık olandır.

40

Muhammed, erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o Allah'ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, herşeyi hakkıyla bilir.

Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçekte sizden hiçbir erkeğin babası olmadı ki, babayla oğlu arasında sabit olan hürmeti Mûsahara ve nikah, onunla onun arasında sabit olsun.

“Erkeklerinizden “sözünden maksat, buluğ çağma varan erkeklerdir. O zaman Hasen ve Hüseyin (rhma) bulûğ çağma varmamıştı. Tahir, Tayyip, Kasım ve İbrâhîm'de küçük yaşta ölmüşlerdi. Fakat o, Allah'ın (celle celâlühü) peygamberidir. Baba ve çocuklar arasında sabit olan diğer hükümler açısından değil de, kendilerine hürmet ve tazim gösterilmesi açısından, onların da, onlara şefkat ve nasihat etmesi açısından her peygamber, ümmetinin babasıdır. Zeyd (radıyallahü anh) de, gerçekte onun çocuğu olmayan erkeklerinizden biridir. Onun hükmü de sizin hükmünüz gibidir. Evlatlık edinmek, tercih etmek, yaklaştırmak babındandır. Başka bir şey için değildir.

Âsım'a göre (.......) nin üstünüyledir. Mühür manasınadır.

Yani o, onların sonuncusudur. Ondan sonra hiç kimse gaybtan haber vermeyecektir, demektir. Îsa (aleyhisselâm) ondan önceki haber verenlerdendir. İndiğinde Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şerî'atine göre onun ümmetinden biri gibi amel eder.

Âsım’ın dışındakilere göre (.......) nin esresiyledir. Mühürleyen, manasınadır.

İbni Mesud'un:

“Fakat o, peygamberleri sonlarıdıran peygamberdir.” şeklindeki kırâati da bunu güçlendirmektedir.

Allah herşeyi hakkıyla bilendir.”

41

Ey mü’minler, Allah'ı çokça zikredin.

O'nu, övgülerle yüceltin ve bunu çokça yapın.

42

Ve onu sabah akşam teşbih edin.

(.......);'gündüzün evveli'ne denir, (.......) ise gündüzün sonudur. İkisi özellikle zikredildi. Çünkü gece ve gündüz melekleri bu iki vakitte bir araya gelirler. Katâde'den şöyle rivâyet olunmuştur:

“Sübhanellahi vel hamdülillahi ve lâ ilahe illallahu vellahu ekber velâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim” deyiniz.

Allah'ı zikredin “ve “O'nu teşbih edin “fiilleri sabah ve akşama yöneliktir. Teşbih, zikir kapsamındadır. Ancak onu, diğer zikirler üzerine olan üstünlüğünü göstermek için Cebrâîl (aleyhisselâm) ve Mikâil'in (aleyhisselâm) diğer meleklerden seçilişi gibi seçti, ayırdı. Çünkü onun manası; O'nun (celle celâlühü) zatınin, kendisine layık olmayan sıfatlardan tenzihidir. Zikirden ve onun çokça yapılmasından, taat ve ibâdetlerin artırılmasının kastedilmesi câizdir. Çünkü onlar da zikir kapsamındadır. Sonra teşbih de sabah ve akşamı zikretti. Buna göre (.......); sabah namazıdır. (.......) de, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazıdır. Ya da sabah, akşam, yatsı namazlarıdır.

43

Sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için Allah size rahmet bahşeder. Melekler de dua (istiğfar) ederler.

Namaz kıları kişi, rüku ve secdesinde eğilip kalktığından, bu hastaya karşı merhamet gösteren ziyaretçi ve çocuğuna karşı merhametinden tekrar evlenmeyen kadın gibi, başkalanna karşı şefkat ve merhamet gösteren kişiler için istiâre kılınmıştır. Daha sonra bunun kullanılışı artttı ve sonunda şefkat ve merhamet hususunda kullanılır oldu. (.......) sözü bundandır.

Yani Allah, sana şefkat ve merhamet göstersin.” demektir.

Meleklerin salâtından maksat; onların Allah'ım! Mü'minlere rahmet et” sözleridir. Duası kabul olunanlardan olduklarından, sanki hayra çağırdığında size merhamet eden ve şefkat gösteren O'dur. Size, zikri artırmanızı, namaz ve taati da çoğaltmanızı emreden O'dur.

“Karanlıklardan aydınlığa...” yani, günah karanlıklarından taat nuruna, demektir. “Mü'minlere karşı çok merhametlidir.” Bu, namazla kastedilenin rahmet olduğuna delildir. Rivâyete göre:

“Şüphesiz ki Allah ve melekleri peygamber üzerine salat ederler.” Ahzâb, 56. âyeti nâzil olduğunda Ebû Bekir (radıyallahü anh):

- Ey Allah'ın Resûlü, muhakkak ki Allah, sana tahsis ettiği her şerefe bizi de ortak etmiştir, dedi de bunun üzerine şu âyet nâzil oldu.

44

Kendisine kavuştukları gün, Allah'ın onlara iltifatı “selâm” dır. Allah onlara çok değerli mükâfatlar hazırlamıştır.

(.......) de mastar, mef'ûlüne izafet kılınmıştır.

Yani, Allah’ın selâmı onlara” , demektir. Kendisini gördükleri gün, Allah Tebareke ve Teala “selâm size” der. O, onlara cenneti hazırlamıştır.

45

Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

Ey Peygamber! Biz, seni, kendilerine gönderildiklerinin üzerine, yalanlamalarına ve tasdik etmelerine karşı şâhit olarak gönderdik.

Yani Allah (celle celâlühü) katında onlar lehine ve aleyhine senin sözün makbuldür. Hüküm verme de adil bir şahidin sözü kabul edildiği gibi.

(.......), mukadder bir hâldir. “Şahinle avlarıan bir adama uğradım. “sözünde olduğu gibi.

Yani bununla yarın ki av takdir edilmiş olabilir. Seni, mü'minleri, cennetle müjdeleyici ve kâfirleri ateşle uyarıcı olarak gönderdik.

46

Allah'ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir lamba olarak (gönderdik).

Allah'ın izniyle... “yani, O'nun emri ya da kolaylaştışmasıyla demektir. Hepsi (.......), (.......) ve (.......) hâl üzere mensûbtur.

“Nur saçan bir lamba olarak...” yani, Allah'ın (celle celâlühü) şirk karanlıklarını kendisiyle aydınlattığı ve yolunu kaybedenlerin onunla yolunu bulduğu bir lamba, demektir. Gecenin karanlığının ışık saçan bir lamba ile aydınlandığı ve onunla yol bulunduğu gibi. Cumhûr’a göre bu, Kur'ân'dır. O zaman bunun takdiri şöyle olur: “Nur saçan bir lamba sâhibi olarak ya da nur saçan lambayı okuyucu olarak... “

“Nur saçan” diye nitelendirildi. Çünkü yağı azaldığında ve fitili inceldiğinde bazı lambalar ışık vermezler. Ya da seni, birliğimize şâhit, rahmetimizi müjdeleyici, azâbımıza karşı uyarıcı, ibâdetimize doğru davetçi ve bizim için de bir lamba bir açık delil olarak gönderdik, demektir.

47

Allah'tan büyük bir lûtfa ereceklerini mü'minlere müjdele.

Büyük bir sevaba ereceklerini müjdele.

48

Kafirlere ve münâfıklara itâat etme. Onların eziyetlerine (şimdilik) aldırma. Allah'a güvenip dayan. Vekil ve destek olarak Allah sana yeter.

“Kafirlere ve münâfıklara itâat etme.” Bundan maksat; teşviktir. Ya da bulunduğu hâl üzere devam ve sebatıdır.

“Eziyetlerine aldırma... “

Yani eziyet vermelerine aldırma, demektir. (.......) un faile muzaf olması câizdir.

Yani onların sana verdikleri eziyetlere aldırma ve onların eziyetlerinden korkma, demektir.

Ya da mef'ûle muzaftır.

Yani, savunma amaçlı olarak onlara verdiğin eziyetleri bırak, terket demektir.

Allah'a güven... “Çünkü onlar hakkında sana O (celle celâlühü) yeter. İşlerin kendisine havele edildiği biri olarak yeter. Denildi ki:

Allah'u Teala, peygamberini, beş vasıfla vasıflarıdırdı ve bu vasıfların her birine uygun bir hitapla mukabele de bulundu.

(.......) vasfına'mü'minleri müjdele'hitabıyla mukabelede bulundu. Çünkü o, kendi ümmeti üzerine şâhittir. Onlar da hep beraber, diğer ümmetler üzerine şâhitler olurlar. Bu, büyük bir üstünlüktür.

(.......) vasfına'kâfirlerden ve münâfıklardan yüz çevir'hitabıyla mukabelede bulundu. Çünkü onlardan yüz çevirdiğinde bütün yönelişi mü'minler üzerine olacaktır. Bu da müjde için en uygun olanıdır.

(.......) vasfına'onların eziyetlerine aldırma'hitabıyla mukabele de bulundu. Çünkü o, onların, hâli hazırdaki eziyetlerine karşılık vermediğinde, onlara, er ya da geç bir cezânın gelmesi gerekli oluyor ki, onlar gelecek hakkında bununla uy arılıyorlar.

(.......) Allah'a (celle celâlühü) davet eden vasfına karşı'Allah'a tevekkül et'hitabıyla mukabelede bulundu. Çünkü kim Allah'a (celle celâlühü) tevekkül ederse, ona her zorluk kolaylaştırılır.

(.......) vasfına da'vekil olarak Allah yeter'hitabıyla mukabelede bulundu. Çünkü Allah, mahlûkatı hakkında her kime bir delil verirse, ona yaraşan, O'nun, bütün mahlûkatından uzaklaşmak ve O'nu vekil edinmektir.”

49

Ey îman edenler! mü’min kadınları nikahlayıp da henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları, iddet müddetince bekletmeniz gerekmez. O hâlde onları faydalarıdırın. Ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.

“Nikahlayıp...” yani evlenip, demektir. Aslında nikah; ilişki demektir. Evlilik akdinin nikah olarak adlarıdırılması, akdin ona götüren bir yol olması sebebiyle onu kapsamasındandır. Şarabın, “günah” olarak adlarıdmlması gibi. Çünkü o, onun sebebidir. Racizin sözündeki gibi:

“Develerin hörgüçleri buluttadır.” Suyu, develerin hörgüçleri diye adlarıdırdı. Çünkü o su, develerin hörgüçlerinin gelişmesi sebebidir.

Nikah lâfzı, Kur'ân'ı Kerîm'de sadece nikah akdi manasında kullanılmıştır. Çünkü “İlişki kurmak” manasında açıklık vardır. Kur'ân’ın âdabı ise, ona dokunmak, temas kurmak, yaklaşmak, örtmek ve gelmek lafızlarıyla kinayeli bir şekilde ifade şeklindedir.

Ehli kitap kadınları, bu hükümde, mü'min kadınlarla eşit olmasına rağmen, Özellikte mü'min kadınların zikredilmesi, mü'mine, öncelikle mü'min kadınlarla evlenmesine dair bir işarettir.

“Henüz dokunmadan...” İlişkiye girmeden. Sahih bir halvet de (başbaşa kalmak da) ilişkiye girmek gibidir.

“Onları, iddet müddetince bekletmeniz gerekmez. “Bunda, iddetin, kâdirılara, erkekler için gerekli olduğuna dair delil vardır.

(.......) nm manası,'iddetlerini tamamladıklarını gördüğünüzde', şeklindedir.

“Onları faydalarıdırın. “İlişkiye girmeden önce boşanılan ve mehir de zikredilmemiş olan kadın için bu vâcibtir, diğerleri için değil.

“Onları güzel bir şekilde serbest bırakın. “

Yani, zarar vermek için onları tutmayın ve onları evlerinizden dışarı çıkarın. Çünkü onların sizin için bekleyecekleri bir iddetleri yoktur.

50

Ey Peygamber! Ücretlerini (mehirlerini) verdiğin hanımlarını, Allah'ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan (cariye)leri, seninle beraber göç eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını sana helâl kıldık. Bir de kendisini (mehirsiz) olarak peygambere hibe eden ve peygamberin de kendisini almayı dilediği mü'min kadını, diğer mü'minlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Biz hanımları ve elleri altında bulunan (cariyeleri) hakkında mü'minlere neyi farz kıldığımızı bildirdik ki, sana bir zorluk olmasın. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

“Ücretlerini...” yani mehirlerini, demektir. Çünkü mehir, cinsel organ için verilen ücrettir. Bu sebeple Kerhî:

“Kira lafzıyla söylenen nikah, câizdir” der. Biz de deriz ki:

“Ebedilik nikahın sarandandır. Belirli bir zamana aitlik de kiranın şartlarındandır. İkisi arasında da tezat vardır.”

Onun verilmesi, peşinen verilmesidir. Ya da onun belirlenmesi ve akit esnasında zikredilmesidir.

Allah'ın (celle celâlühü), ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeler, Safıyye ve Cuveyriyye (r.anhüm) dir. İkisini de azad etti ve onlarla evlendi.

“Seninle beraber göç eden... “yani, seninle birlikte ve seninle birlikte olmadığı hâlde göç edenler, demektir. Bilâkis hicret, tek başına yeterlidir.

“Süleymanla birlikte Müslüman oldum.” Neml, 44. âyetinde olduğu gibi.

Ebû Talib'in kızı Ümmü Hani'den (rhma) şöyle rivâyet edilmiştir:

“Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni istedi. Ona özür beyan ettim. Özrümü kabul etti de Allah, bu âyeti indirdi. Ben ona helâl olmamıştım. Çünkü ben, onunla birlikte hicret etmemiştim. “Tirmizî, 3214.

“Mü'min bir kadın, kendini, peygambere hibe ederse...” Mü'min kadınlardan herhangi biri, kendini, sana hibe eder ve mehir de istemezse, bu hususta ittifak edilirse, onu sana helâl kıldık, demektir. Çünkü “kadın “kelimesi, belirsiz olarak getirilmiştir.

İbni Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

“Bu, gelecekteki bir hükmün beyanıdır. Onun yanındaki hanımlarından hiçbiri hibe ile gelmemiştir.” Denildi ki,

“Nefsini hibe eden, Meymûne binti Haris idi, ya da Zeynep Binti Huzeyme idi ya da Ümmü şerik binti Cabir idi, ya da Havle binti Bakîm (rhm) idi.”

Hasen (.......) lafzını, (.......) şeklinde (.......) ın hazfınin takdirine göre sebep olarak üstünle okumuştur. İbni Mesud (radıyallahü anh) ise, (.......) siz okumuştur.

Peygamberin de kendisini almayı dilediği... “Peygamberin (saleyhisselâm), onu nikah altına alması, o, onu isterken almasıdır.

(.......) ve (.......) fiilleri aynı manayadır denildi. İkinci şart, birinci şartla mukayyettir. Kadının helâl kılınmasında, onun kendisini hibesi, hibeden sonra da Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in onu nikah etmeyi arzulaması şartı vardır. Sanki şöyle demiştir:

“Eğer kendini sana hibe eder ve sen de onu nikah altına almayı arzularsan onu sana helâl kıldık.”

Çünkü O'nun (peygamberin) (sallallahü aleyhi ve sellem) arzusu, hibeyi kabuldür. Ve hibenin kendisiyle tamam olduğu şeydir. Bunda, hibe lafzıyla nikahın câiz olacağına dair delil vardır. Çünkü Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ümmeti hükümlerde eşittirler. Ancak delillerin, onu tahsis ettiği hususlar müstesna.

(.......) yani mehirsiz, demektir. (.......) deki zamîrden hâldir. Ya da yineleyici mastardır.

Yani, sana helâl kıldıklarınıız, sadece sana helaldir, demektir. Sadece ona âit olma manasınadır. (.......) vezninin mastarlarda kullanımı nadir değildir. (.......) ve (.......) de olduğu gibi.

“Diğer mü'minlere değil.” Bilâkis senden başkalan için mehir, zikredilmese de istenilmese de vâcibtir.

Peygamber isterse... “sözünde hitap ikinci şahıstan üçüncü şahısa geçti. Daha sonra da yine ikinci şahısa geçti. Bunu, bu özel ayrımın, ona, peygamberliği sebebiyle yapılan bir ikram olduğunu ve Peygamberkelimesini tekrar tekrar zikredilişinin de onu, övmek için olduğunun göstermek içindir.

“Biz hanımları ve elleri altında bulunan cariyeleri hakkında mü'-minlere, neyi farz kıldığımızı bildirdik.”

Yani senin ümmetine eşleri için, mehirden neyi vâcib kıldığımızı bildirdik. Ya da onlara, eşlerinin haklarına dair neyi vâcib kıldığımızı bildirdik, demektir. Cariyeleri hakkında da, onlara sahip olunması ile ilgili satm alma ve diğer hususları bildirdik.

(.......) zorluk, darlık demektir. Ve “Diğer mü'minlere değil sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık)cümlesine bağlıdır.

“Biz hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında mü'minlere neyi farz kıldığımızı bildirdik. “cümlesi, cümle-i mutarızadır. (Parantez cümlesidir)

Allah (celle celâlühü) çok çok bağışlayan -ve kulları üzerine genişlik vermek suretiyle- çok çok merhamet edendir.”

51

Onların (hanımlarından) dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanma alırsın. Kendilerinden uzak durduğun kâdirılarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur. Öyle yapman onların gözlerinin aydın olmasına, üzülmemelerine ve hepsinin senin verdiklerine râzı olmalarına daha uygundur, Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah, hakkıyla bilen, (Halîm)dir (cezâ da acele etmeyendir).

(.......) Medine kırâat imâmları, Hamza, Ali, Halef ve Hafs'a göre (.......) sizdir. Diğerlerine göre (.......) lidir. Geri bırakırsın, demektir.

“Dilediğini geri bırakır, dilediğini de yanına alırsın. “

Yani onlardan dilediğinle yatmayı terkedersin, dilediğinle de yatarsın. Ya da dilediğini boşar dilediğini de tutarsın. Ya da onlardan dilediğin için gün taksimatı yapmazsın, dilediğin için de yaparsın, ya da, ümmetinin kâdirılarından dilediğinle evlenmez, dilediğinle evlenirsin demektir. Bu, maksat için kapsamlı bir taksimattır. Çünkü ya boşar ya da yanında tutar. Tutarsa ya birlikte olur, ya da olmaz. Ya gün taksimatına sokar, ya da sokmaz. Boşadığmda veya uzaklaştırdığında da uzaklaştırıları kadın o taksimatı ya aramaz ya da arar.

Rivâyete göre o (sallallahü aleyhi ve sellem) onlardan bir kısmını geri bırakmıştı. Onlar, Cüveyriye, Şevde, Safiyye, Meymûne ve Ümmü Habibe (rhm) idi. Onlar için dilediği kadar gün taksimi yapıyordu. Bir kısmı da yanma aldıklarıydı. Onlar; Âişe, Hafsa, Ümmü Seleme ve Zeynep (rhm)idi. Beşini geri bırakmış, dördünü yanma almıştı.

Rivâyete göre, o muhayyer bırakılmasına rağmen Şevde (rha) hariç diğerlerine eşit muamele yapıyordu. Çünkü o, kendine âit geceyi Âişe'ye (rha) vermişti. Şöyle demişti:

“Beni boşama ki senin hanımların zümresi içerisinde haşrolayım.”

“Kendilerinden uzak durduğun kâdirılarından arzu ettiğini yanına almanda üzerine bir günah yoktur.”

Yani geri bırakmak suretiyle nefsinden uzaklaştırdığın hanımlarından birini yatağına çağırmanda ve sohbetini talep etmende hiçbir günah yoktur.

Yani onu uzaklaştırdıysan, onu kendine geri çevirmen câiz değildir, diye bir şey yoktur.

(.......) mübteda olarak merfûdur. Haberi “günah yoktur” cümlesidir. Bu, sana bırakılmış bir şeydir.

Öyle yapman, onların gözlerinin aydın olmasına, üzülmemelerine ve hepsinin senin verdiklerine râzı olmalarına daha uygundur.”

Yani onların gözbebeklerine, az üzülmelerine ve toptan râzı olmalarına daha yakındır demektir. Çünkü onlar, bu serbestiyetin Allah (celle celâlühü) tarafından olduğunu bildiklerinde kalpleri rahatlar. Ayrılık gayrdık gider, razıhk meydana gelir ve gözler aydın olur.

(.......) merfûdur. (.......) nın (.......) u te'kid için gelmiştir.

(.......) öne geçirilerek (.......) şeklinde de okunmuştur. Yine (.......) şaz olarak (.......) deki (.......) yi te'kid için mensup olarak da okunmuştur.

Allah kalplerinizde olanı bilir.” Bunda, Allah'ın (celle celâlühü), peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) dilemesine terkettiği şey hususunda o kâdirılardan râzı olmayanlar için bir tehdir vardır. Allah (celle celâlühü), kalplerindekini hakkıyla bilendir. Cezâ vermede acele etmez. Dolayısıyla O, korkulmaya ve sakımlmaya layık olandır.

52

Bundan sonra artık başka kâdirılarla evlenmen, bunları başka hanımlarla değiştirmen, güzellikleri hoşuna gitse bile sana helâl değildir. Ancak elinin altında bulunan (cariyeler) hariç, başka kâdirılar alanazsın. Allah herşeyi gözetler.

(.......) Ebû Amr ve Ya'kûb'a göre (.......) iledir. Diğerlerine göre müzekkerdir. Çünkü çoğulun müennes kılınması hakiki değildir. Bu, fasılsız câiz olursa fasılla haydi haydi olur.

“Bundan sonra...” yani dokuzdan sonra, demektir. Çünkü dokuz, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in eşler hususundaki nisabıydı. Ümmetinin nisabı dört olduğu gibi.

“....bunları başka hanımlarla değiştirmen helâl değildir.”

Yani ikram olsun diye bu dokuz, toptan ya da tek tek başka eşlerle değiştirilmesi delal değildir. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onlarla devam etti. Öldüğünde de onlar dokuzdular. Âişe, Hafsa, Ümmü Habibe, Şevde, Ümmü Seleme, Safiyye, Meymûne, Zeyneb binti Cahş ve Cüveyriye (rahm).

(.......) deki (.......) olumsuzluğu te'kid içindir. Faydası da yasaklamanın eşlerin cinsinin tamamını kapsamasıdır.

(.......) cümlesi (.......) nin failinden -ki o zamîrdir- hâldir. (.......) bir şeyi başka bir şeye karşılık almak, demektir. Nekra olduğundan dolayı mef'ûlden, yani (.......) den hâl değildir. Bunun takdiri, “onların hoşuna gitmesi tasavvur edildiği hâlde “, demektir, denildi ki:

“O Cafer b. Ebi Talib'in haramı Esma binti Ümeyr idi. Güzelliği, onun hoşuna gidenlerdendi.” Âişe ve Ümmü Seleme'den (rhma) şöyle rivâyet edilmiştir:

“Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kâdirılardan, dilediği ile evlenmesi, kendisine helâl kılınmadan ölmedi.”

Yani bu âyet, neshedilmiştir. Onun neshi, ya sünnetle ya da “Biz sana eşleri helâl kıldık.” ayetiyle olmuştur. Kur'ân'ın iniş düzeni, mushaftaki yazılış düzenine göre değildir.

“Ancak elinin altında bulunan cariyeler hariç...” cariyeler, ona haram kılınanlardan istisna edilmiştir.

(.......) mahallen merfûdur. (.......) den bedeldir. Allah (celle celâlühü) herşeyi gözetler, korur. Bu, haddini aşmaya karşı bir uyandır.

53

Ey îman edenler! bir yemek için size izin verilmiş olması hâli müstesna, peygamberin evlerine girmeyin. (Yemeğe çağınhp da girdiğiniz vakit de) yemek vaktini gözetlemeyin. Davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağdın. (Yemekten sonra) sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz peygamberi üzüyor. Fakat o (size bunu söylemekten) utanıyor. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamberin hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin, Allah'ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla câiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır.

(.......) cümlesi hâl makamındadır.

Yani, size izin verilmesi hâli müstesna, girmeyin, demektir. Ya da zarf makammdadır. Takdiri de;'size izin verilmesi ânı müstesna', şeklindedir.

(.......) cümlesi (.......) dan hâldir. İstisna, halin ve vaktin üzerine birlikte vaki olmuştur. Sanki şöyle denilmiştir: Peygamberin evlerine apcak hin verdiği vakit girin ve oralara ancak bekleyici olmaksızın girin.” Onlar, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in yemeğini gözleyen bir topluluktur. Giriyorlar, oturuyorlar ve yemeğin gelmesini bekliyorlardı. Manası, “Ey yemek bekleyiciler! Size, yemek kabını gözetlemeksizin, yemek için izin verilmesi hâli müstesna girmeyin” , şeklindedir.

(.......), yemeğin gelmesidir. Onun için “yemek vakti geldi” , denir. “Ona kızdı ve terketti.” sözünde olduğu gibi.

Denildi ki: (.......) onun vaktidir.

Yani yemek vaktini yemek yeme saatini beklemeksizin demektir.

Rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Zeyneb'in (rha) düğününde hurma, sevik ve bir koyundan oluşan bir ziyafet verdi. Bir gurup yiyor, çıkıyor. Sonra diğer gurup giriyordu. Bu durum, Enes'in:

- Ya Resulallah! herkesi çağırdım. Çağıracak başka kimse kalmadı.” deyinceye kadar sürdü. Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâm):

- “Yemeğinizi kaldırın” dedi. İnsanlar ayrıldılar. Sadece konuşan üç kişi kaldı. Sözü uzattılar. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) çıkmaları için ayağa kalktı. Odaları gezdi. Hanımlarına selâm verdi. O'na (sallallahü aleyhi ve sellem) dua ettiler. Sonra geri döndü. O üç kişi hala oturmuş konuşuyorlardı. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) büyük hâyâ sâhibi idi de geri döndü ve bu âyet indi.

(.......) mecrûrdur. (.......) üzerine atıftır. Ya da mensûbtur.

Yani söze dalmak için oraya girmeyin, demektir. Oturmayı uzatmaktan menedildiler. Bazısı bazısıyla konuşmak için oturuyor, bu peygambere eziyet veriyor ve o sizi evden çıkarmaktan utanıyordu. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez.

Yani sizin çıkarılmanız haktır. Ve ondan utamlması da gerekmez. Haya, haya sâhibini bazı işleri yapmaktan menedince “hakkı yapmaktan utanmasın” denir.

Yani, sizden utangaç olanlar, onu terketmesin ve ondan imtina etmesin, demektir. Bu, Allah'ın bazı kişileri kendisiyle edeplendirdiği edeptir.

Âişe (radıyallahü anh) den şöyle rivâyet olunmuştur:

“Bazı kişiler hakkında Allah'ın, onlara gazâblamriaması ve yediğinizde dağdın'demesi yeter.”

(.......) deki zamîr, peygamberin evleri” sözünün delaletiyle Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hammlarna gider. Çünkü oralarda onun hanımları vardır. Bir metayı, ödünç olarak ya da ihtiyaçtan dolayı istediğiniz de perde arkasından isteyin. Bu, şeytanın vesvesesine ve fitnelerin çıkışına karşı, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır.

Bu âyetin inişinden önce kadınlar, erkeklere görünürlerdi. Ömer (radıyallahü anh) üzerlerine örtü örtünmelerini istiyor ve bu hususta âyet inmesini bekliyordu.

- “Ey Allah'ın Resûlü! Senin yanına iyi de giriyor, günahkar da mü'minlerin analarına örtünmelerini emretsen.” dedi ve bu âyet indi.

Zikredildiğine göre biri:

-'Amca kızlarınıızla ancak perde arkasından mı konuşacağız, eğer Muhammed ölürse falarıca hanımla evleneceğim.'dedi de bu âyet indi. İbni Said, Vakidi’den rivâyet etmiştir. Haşiyetü’l-Keşşaf, 3/556.

“Sizin Allah'ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikahlamanız asla câiz olamaz.”

Yani Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e eziyet vermek sizin için câiz değildir. Ölümünden sonra da hanımlarını nikah etmeniz câiz olmaz. Bu, Allah (celle celâlühü) katında büyük bir günahtır.

54

Bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de şüphe yok ki Allah, herşeyi gayet iyi bilmektedir.

Peygambere eziyet verilmesiyle ya da onlarla evlenilmesiyle ilgili birşeyi açığa vursanız da bunu nefisleriniz de gizleseniz de şüphe yok ki Allah (celle celâlühü), herşeyi bilmektedir. Dolayısıyla da sizi onunla cezâlarıdıracaktır.

Hicap âyeti indiğinde babalar, oğullar ve akrabalar “Ya Resulallah! biz de onlarla perde arkasından mı konuşacağız?” dediler, şu âyet indi:

55

O hanımlara babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları (mü'min kâdirılar) ve ellerinin altında bulunan (cariye)leri hakkında bir günah yoktur. Bununla beraber (Ey Peygamber hanımları!) Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah, herşeye şâhittir.

“Kadınları” yani, mü'min kadınları demektir.

Yani bunlara karşı örtünmemelerinden dolayı onlar üzerine hiçbir günah yoktur, demektir. Amca ve dayıyı zikretmedi. Çünkü o ikisi ana-baba makammdadır. Amcanın “baba” olarak adlarıdırılması Kur'ân'da geçmektedir. Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır:

“Bunların, “İbrâhîm, İsmâîl ve İshak'ın ilahı.” Bakara, 133.

Halbuki İsmâîl (aleyhisselâm), Ya'kûb'un (aleyhisselâm) amcasıdır. Cumhûr’a göre onların köleleri, yabancılar gibidir. Daha sonra sözü üçüncü şahıstan ikinci şahısa geçirdi. Bu geçişte onlar lehine büyük bir üstünlük vardır. Sanki şöyle demiştir:

“Örtünmeyle ilgili emrolunduğunuz şey hususunda Allah'tan korkun.” Bu hususta vahiy, perdelenmeyle ve çepe çevre korunmakla ilgili olarak inmiştir. Şüphesiz ki Allah (celle celâlühü), herşeyi bilmektedir. İbni Ata şöyle demiştir:

“Şahîd organların hareketlerini bildiği gibi, kalplerden geçen hatıraları da bilendir.”

56

Muhakkak Allah ve melekleri, peygambere çok salât ederler. (Onun şerefini gözetmeye, şanını yüceltmeye özen gösterirler.) Ey mü'minler! Siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.

“Ona salat edin” yani (.......) ya da (.......) deyin, demektir. “Selâm verin “yani, (.......) deyin. Ya da “onun emrine ve hükmüne tam olarak boyun eğin “demektir. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e bu âyet soruldu da şöyle cevap verdi:

“Şüphesiz ki Allah, benim için iki melek tayin etmiştir. Müslüman bir kulun yanında zikredilirim de bana salâvat getirir. O iki melek de'Allah seni bağışlasın'derler. Allah ve melekleri de bu iki meleğe cevaben'Âmin.'derler. Yine Müslüman bir kulun yanında zikredilirim de bana salâvat getirmez. Bu sefer o iki melek'Allah seni bağışlamasın'derler. Allah ve melekleri de bu iki meleğe cevaben'Âmin'derler.”

Tahavi'ye göre ömürde bir defa salâvat getirmek vâcibtir. Kerhî'ye göre ise her ismi zikredildiğinde getirmek vâcibtir. İhtiyat budur. Cumhûr da bu görüştedir.

Allah, peygambere ve âline salât etsin.” şeklinde peygambere salâvat getirdikten sonra ona atfen başkası üzerine de salâvat getirilirse, bunda hiçbir sakınca ve söz yoktur. Ama ondan başkasına mesela ehli beyte tek başına salâvat getirilirse, bu mekruhtur. Bu Raıîzîlerin alâmetlerindendir.

57

Allah ve Resûlü'nü incitenlere Allah, dünyada da ve âhirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.

Yani Allah'ın (celle celâlühü) peygamberini incitenler, demektir. Allah'ın (celle celâlühü) isminin zikredilmesi, onu şereflendirmek içindir. Ya da Allah'ı ve Resûlü'nün incitenler” sözüyle, Allah(celle celâlühü) ve peygamberliği inkâr gibi Allah'ın (celle celâlühü) ve Resûlünün (sallallahü aleyhi ve sellem) râzı olmadığı fiiller mezacen kastedilmiştir. Her ikisi içinde mecâzî anlamdadır. Çünkü sadece Resûlüllah hakkında (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet görmenin hakikati düşünülebilir.

Ki bir lafızda hem hakikat hem de mecâz biraraya toplanmaması için Allah onları dünyada da âhirette de larıetlemiştir. “

Yani onları her iki dünyada da rahmetinden kovmuştur. (Ayrıca) âhirette de onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.

58

Mü'min erkeklere ve mü'min kâdirılara, yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

Allah'a (celle celâlühü) ve Resûlü'ne (sallallahü aleyhi ve sellem) eziyet verilmesi mutlak olarak kullanılmıştır. Mü'min erkek ve kâdirılara eziyet verilmesi ise kayıt altına alınmıştır. Çünkü Allah (celle celâlühü) ve Resûlü'ne (sallallahü aleyhi ve sellem) verilen eziyet, kesinlikle haksızdır. Diğerinde ise had ve tazir gibi hak olanlar da var, bâtıl olanlar da. Denildi ki:

“Bu âyet, Hazret-i Ali (radıyallahü anh) a eziyet veren ve ona ad takan münâfıklardan bir gurup hakkında nâzil oldu.”

“İstemedikleri hâlde kâdirılara takıları zinakar hakkında nâzil oldu” da denildi. Fudayl şöyle demiştir:

“Haksız yere köpeğe ve domuza bile eziyet vermen helâl olmazken mü'min erkek ve kâdirılara eziyet vermen nasıl câiz olur?”

Şüphesiz ki onlar büyük bir yalan ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

59

Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) üzerlerine cilbablarını (çarşaflarını) almalarını söyle. Bu onların tanınıp da incitilmemesi için en elverişli olandır. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir. 17

17 Âyet-i Kerîme'de geçen cilbab kelimesini türkçe olarak tefsîr yazan müfessirlerden Konyalı Mefamed Vehbi “çarşaf olarak tercüme etmiştir. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır ise bu kelimeyi şöyle açıklamıştır:

“Cilbab” tabirinde iki vecih vardır. Birisi; cilbablarından birisiyle bütün bedenini sıkıca örtmek. Diğeri de Cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek. İki türlü örtünme şekli vardır. Birisi: Kaşlarına kadar başırıı örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek, yalnız tek bir gözünü açık bırakmak. İkincisi ise: Alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnunun üzerinden dolayıp gözlerin ikisi de açık kalsa bile yüzün kısm-ı azamini (büyük kısmını) ve göğsü tamamen örtmüş bulunmaktır.

Ümmü Seleme (rha) diyor ki: “Bu âyet nâzil olduğunda ensar kadınları üzerlerine siyah elbiseler giyerek öyle bir sekinet ile çıkmışlardı ki sanki başları üzerinde kuşlar varmış gibiydi.”

Merhum Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri, bu ifadelerin altına şu dipnotu düşmüştür:

“Ben 1310'da İstanbul'a geldiğim zaman, İstanbul hanımlarının bir peçe ilave edilmek ve elde açık bir şemsiyye bulunmak şartıyla tesettür tarzları bu idi.” (Hak Dini Kur'ân Dili, 6 / 3928, Eser Neşriyat, İstanbul.)

Cilbab; Müberid'den naklen; dışarı çıkıldığında giyilen üstlük gibi her tarafı örten şeydir. (Çarşaf gibi).

“Cilbablarını üzerlerine almalarını söyle.” cümlesinin manası; “üstlerine sarkıtmalarını ve onlarla yüzlerini. Örtmelerini söyle demektir. Denir ki;

“Kadınınyüzündeki örtü kaydığında, senin elbisen yüzüne gelir.”

(.......) teb'îz içindir.

Yani örtünün bir kısmı salıverilir, artan kısmı ile yüze örtülür. Cariyelerden ayırdedilecek şekilde örtünür. Ya da maksat, kendilerine âit örtülerin bir kısmıyla örtünmeleri ve günlük elbiseler ve baş örtüsü içerisinde cariyeler gibi bayağı kıyafetli olmamalarıdır. Çünkü çok defa onların evlerinde iki örtüsü olur.

İslam'ın başlarıgıcında kâdirılar, câhiliyyedeki adetleri üzerine bayağı kıyafetler giyiyorlar ev elbisesi ve baş örtüsü içinde dışarı çıkıyorlardı. Hür ile cariye arasında hiçbir fark yoktu. Gençler, geceleri, hurmalıklara ve arazilere ihtiyâçlarını gidermek üzere gelen cariyeleri rahatsız ediyorlardı. Bazan de cariye zannıyla hür kâdirılara saldırıyorlardı. Bu sebepten hür Müslüman kadınlar vücûdu örten dış elbisesi giymek, başları ve yüzleri örtmek suretiyle cariye kıyafetinden farklı bir kıyafete bürünmeleriyle emrolundular. Böyle örtünsünler ki onlara hiç kimse tamah etmesin.

“Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur.” âyeti de bunu ifade etmektedir.

Yani, kendilerine saldırılmaması için evlâ ve layık olan (cariyelerden ayırdedilmeleri) tanınmalarıdır. Allah (celle celâlühü), geçmiş taşkınlıkları çok çok bağışlayandır, güzel ahlâkı öğretmek suretiyle de çok çok merhamet edendir.

60

Andolsun ki, münâfıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar, (bu hallerinden) vazgeçmezlerse mutlaka seni, onlara musallat ederiz. Sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.

“Kalplerinde hastalık olanlar... “günahkarlar, zinakarlar.

“Kalbinde hastalık bulunan kişi tamah eder,” Ahzâb, 32. âyeti de bunu ifade etmektedir.

“Şehir de kötü haber yayanlar,” onlar Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in seriyyeleri hakkında kötü haber uyduruyorlardı. “Hezimete uğradılar, Öldürüldüler, onlar üzerine şu şu kadar atlı gönderildi” diyorlar, bununla da mü'minlerin maneviyatım kırıyorlardı.

Yalan yere haber verdiğinde (.......) denir. Çünkü o, sabit olmayan, sallarıan bir haberdir. (.......), “zelzele” kelimesinden gelmektedir.

“Seni onlara musallat ederiz...” Sana onların ezilmelerini emrederiz. Ya da seni, onlar üzerine göndeririz, demektir. “Sonra orada az bir zaman kalabilirler.” yani Medine'de.

Bu cümle (.......) olduğu için, bununla, yemine cevap verilmesi câizdir. Vatandan sürülmek, bütün musibetlerin en büyüğü olduğundan, hâli atfedildiği hâlden çok uzak olduğu için (.......) ile atfediîmiştir. Mana şudur:

“Münâfıklar, düşmanlıklarından ve hilelerinden, fâsıklar işledikleri günahlardan yalan haber yayınları, kötü haber uydurmaktan vazgeçmezlerse, sana onları mahveden işleri yapmanı emredeceğiz. Sonra onları, Medine'den sürülmeyi istemeye ve yola çıkıncaya kadar az bir zaman seninle orada kalmaya talep etmeye zorlayacaksın.”

Bu, mecâz yollu, o insanların arasını bozmaya teşviktir.

61

Hepsi de larıetlenmiş (Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak) nerede ele geçirilirse, yakalanır ve öldürülürler,

(.......) kötüleme üzerine mensûbtur. Ya da hâldir.

Yani “seninle ancak larıetlenmişler olarak yaşarlar” , demektir.

istisna; geçtiği üzere, zarf ve hâl üzerine birlikte gelmiştir. (.......) ile mensûb kılınmamıştır. Çünkü şart harflerinden sonra gelenler, ondan öncesinde amel etmezler.

“Nerede ele geçirilirlerse...” yani nerede bulunurlarsa, demektir. (.......) nun tef il babından olması çokluğa delâlet etmektedir.

62

Allah'ın önceden geçen (millet)ler hakkındaki kanunu budur. Allah'ın kanununu değiştirmeye asla (imkân) bulamazsın.

(.......) mastar makamındadır. Yineleyicidir.

Yani Allah (celle celâlühü), peygamberlere karşı, iki yüzlülük yapanlar hakkında her nerede bulunurlarsa bulunsunlar öldürülmelerine hükmetmiştir. Allah kanununu değiştirmez. Bilâkis onu, bütün ümmetlerde aynı şekilde icra eder.

63

İnsanlar sana (kıyametin) zamanını soruyorlar. De ki: “Onun bilgisi Allah'ın yanındadır. Ne bilirsin. Belki de zamanı yakındır.”

Müşrikler, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, alay yollu, acele gelmesini isteyerek, kıyametin vaktinden soruyorlardı. Yahûdîler de onu imtihan etmek için soruyorlardı. Çünkü Allah'u Teala ne Tevrât'ta ne de diğer kitaplarda onun vaktini bildirmiş değildi. Allah (celle celâlühü), peygamberine, onun Allah'ın (celle celâlühü) kendine mahsus bir ilim olduğunu onlara bildirmesini emretti. Sonra da acele edenler için tehdit olsun, imtihan edenler için de susturucu bir cevap olsun diye peygamberine onun vukuunun yakın olduğunu şu sözüyle beyan etti.

“De ki: Onun bilgisi, Allah'ın katındadır. Ne bilirsin belki de zamanı yakındır.'“

Yani belki de o yakın bir şeydir. Ya da kıyamet, yakın bir zamanda olur, demektir.

64

Şu muhakkak ki Allah kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.

(.......) şiddetle yanan ateştir.

65

Orada ebedî olarak kalacaklar, (kendilerini koruyacak) ne bir dost, ne de bir yardımcı bulacaklardır.

“Orada edebî olarak kalacaklar” bu, Cehmiyye mezhebini reddet mektedir. Çünkü onlar, cennet ve cehennemin sona ereceğini zannetmektedirler.(.......) dan sonra vakfe yoktur. Çünkü “orada kalacaklardır” sözü, (.......) deki zamîrden hâldir. Ne bir dost, ne de onlardan azâbı menedecek bir yardımcı bulamazlar.

66

Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün “Eyvah bize! Keşke Allah'a itâat etseydik, peygambere itâat etseydik” derler.

Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği günü zikret. Tencere içinde, kaynadığında, dönüp dolaşan parçaları gördüğün gibi onlar, her yerde evrilip çevrilirler.

Özellikle “yüz” zikretti. Çünkü yüz, insan bedenindeki en mükerrem organdır. Ya da yüzden maksat, bütün bedendir.

(.......) hâldir. “Keşke Allah'a (celle celâlühü) itâat etseydik, peygambere itâat etseydik de bu azaptan kurtulsaydık” , derler. Temenninin, kendilerine fayda vermediği bir anda temenni de bulunurlar.

67

“Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar.” derler.

(.......) kavli “reis” kelimesinin çoğuludur. Şam, Sehl ve Ya'kûb'a göre çoğulun çoğulu olarak (.......) şeklindedir. Maksat; “onlara küfrü telkin eden ve onu, onlara güzel gösteren kafir reisleridir” .

“Büyüklerimize... “yani, yaşlılarınııza ya da alimlerimize, demektir.

“Bizi yoldan saptırdılar...” yolu sapıttı onu da saptırdı'denir. (.......) nin sonundaki (.......) sadece ses içindir. Şiirin kafiyelerinde olduğu gibi, ayetlerin fasılalarında zikredilmiştir. Faydası, duruştur. Sözün bittiğine ve kendisinden sonraki sözün başlayacağına işarettir.

68

“Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.”

Rabbimiz! Onlara saptıkları ve saptırdıkları için iki kat azap ver. Lânetin en büyüğüne ve en şiddetlisine delâlet etmesi için Âsım'a göre (.......) ile (.......) şeklindedir. Diğerlerine göre ise, lânet sayılarını çoğaltmak için (.......) ile (.......) şeklindedir.

69

Ey îman edenler! siz de Mûsa'yı incitenler gibi olmayın. Nihayet Allah, onu, dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah katında göz de (itibarlı) idi.

Bu âyet, Zeyd, Zeyneb ve bazılarının bu husustaki işitilen dedikoduları hakkında inmiştir. (.......) mastariyye ya da mevsûiedir. Herhangisi olursa olsun maksat, bu sözün içeriğinden ve ortaya koyduğundan -ki o ayıplı bir iştir- beraattir. Mûsa'nın (aleyhisselâm) incitilmesi bir fahişenin sözüdür ki, Kârun, ondan Mûsa (aleyhisselâm) ile birlikte olduğunu söylemesini istemiştir; ya da onların, Mûsa'nın (aleyhisselâm) Harun'u öldürdüp, fakat Allah'ın (celle celâlühü) onu dirilttiği şeklindeki ithamlarıdır. Allah'u Teala onlara:

Muhammed, sissin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir.” sözüyle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i temize çıkardığı gibi, Mûsa (aleyhisselâm)’in da beraatını bildirmiştir. O, Allah (celle celâlühü) katında makam ve itibar sâhibi idi. Duası makbuldü.

ibni Mesud ve A'meş (.......) şeklinde okumuşlardır.

70

Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin.

Doğru söz, ya da hakka yönelik söz söyleyin. (.......) Hakka ve adaletle söz söylemeye yönelmektir. Maksat; onları, Zeyneb'in sözüyle ilgili, kasıtsızca yalan yanlış olarak daldıkları şeyden menetmek ve onları, her konuda, sözlerini düzeltmeye sevketmektir. Çünkü dilin muhafazası ve sözün doğru söylenmesi, her hayrın başıdır. (.......) de durma. Çünkü emrin cevabı (.......) sözüdür.

71

(Çünkü böyle davranırsanız), Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resûlü'ne itâat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.

“İşlerinizi düzeltir” yani, taatımzı kabul eder. Ya da “sizi sâlih amel işlemeye muvaffak kılar” , demektir. “Günahlarınızı bağışlar” yani onları mahveder, demektir. Mana şudur:

“Dillerinizin muhafazası ve sözlerinizin düzgünlüğü hususunda Allah'tan korkun. Çünkü eğer bunu yaparsanız, Allah (celle celâlühü), size iyiliklerinizin kabul edilmesi, onlara karşı sevap verilmesi, günahlarınızın bağışlanması ve örtülmesi gibi isteklerinizin en iyisini verecektir.”

Bu âyet, emir ve nehyi birlikte içersin diye, kendinden önceki Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e eziyet vermekten men etmek üzerine, bina edilmiş âyeti ve dilin muhafazası hususunda Allah'tan (celle celâlühü) korkmayı emreden âyet-i açıklamaktadır. Yasağa tabi olmakla, Mûsa (aleyhisselâm)’in kıssasında olduğu gibi, tehdidin içerdiği şey vardır. Açık bir vaad içeren emire uymak da eziyet vermekten alıkoyanı ve onu terke çağıranı güçlendirir. “Kim Allah ve Resûlü'ne itâat ederse, o, büyük bir kurtuluşa ermiş olur” sözüyle taati, “büyük kurtuluşa” bağladıktan sonra şöyle devam etti:

72

Biz, emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar, bunu yüklenmekten çekindiler (sorumluluğundan) korktular. Onu, insan yüklendi. (Bununla beraber onun hakkını da tam olarak yerine getirmedi) çünkü o, çok zâlim çok câhildir.

“Emanet” kelimesiyle Allah'a (celle celâlühü) taati; “emanetin yüklemlmesi” yte de hiyaneti kastediyor. (.......) denir.

Yani, “onu sâhibine bırakmaz ki, zimmetinden düşsün “, demektir. Çünkü emanet, sanki emanet bırakıları üzerine binmiştir de o, onu taşıyordur. Bu sebepten şöyle denir:

“Üzerine borçlar bindi. Benim onun üzerinde alacağım var.” Eda ettiğinde ise, artık ona binen kalmamıştır.

O da onu taşımaz, yani gökler, yer ve dağlar gibi büyük varlıklar bu şekilde Allah'ın emrine boyun eğdiler.” Onlar, O'nun dilemesinden irâdesinden, yaratmasından, oluşturmasından, çeşitli şekillere ve özelliklere göre düzenlemesinden kaçınmamak suretiyle kendilerine layık bir şekilde itâat ettiler. Nitekim âyet-i kerime de:

“Sonra duman hâlinde olan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye'isteyerek veya istemeyerek gelin'dedi. İkisi de'isteyerek geldik'dediler. Fussilet, 11

Allah'u Teâlâ, güneşin, ayın, dağların, ağaçların ve hayvanların Allah'a secde ettiğini bildirmektedir. Nitekim şu âyet Allah korkusundan yuvarlarıan taşları haber vermektedir.

“Çünkü (taslardan) öyle var ki, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır.” Bakara, 74.

İnsanın, akıllı ve teklife müsait bir canlı olarak, Allah'ın emirlerine ve yasalarına boyun eğmedeki ve itâat göstermedeki durumu, bu cansızların durumu gibi değildir. Bu şu âyet-i kerime'nin manasıdır:

“... bunu yüklenmekten çekindiler...”

Yani bu hususta hiyanet etmekten ve onu yerine getirememekten kaçındılar, demektir.

“Korktular.”

Yani, bu hususta hıyanet etmekten korktular, demektir.

“Onu insan yüklendi.”

Yani, bu hususta hiyanet etti. Ve onu eda edememekten kaçınmadı (korkmadı) demektir. Hakikaten o emaneti eda etmeyi terkettiği için çok çok zalimdir. Ve o, gücü yettiği hâlde kendisine yardımcı olacak şeyi, yani onun edasını gerçekleştirmediği için çok çok câhildir. Zeccâc şöyle demiştir:

“Kâfirler ve münâfıklar hıyanet ettiler, itâat etmediler. İtaat eden peygamberler ve mü'minler için ise,'çok zâlim ve çok câhildir'denmez.”

Denildi ki:

“Âyetin manası; insanın yüklendiği şey o kadar büyük ki, o Allah'ın yarattığı en büyük ve en kuvvetli varlıklara teklif edildi de onlar, onu yüklenmekten kaçındılar ve korktular. Onu, zayıf olmasına rağmen insan yüklendi.”

“Hakikaten o, çok zâlim, çok câhildir.” şöyle ki; önce emaneti yüklendi, sonra da onu ifa etmedi. Önce onu zimmetine aldı, sonra da ondaki zimmetim bozdu. Arap dilinde buna benzer sözler çoktur. Kur'ân da onların üslubu üzerine gelmiştir. Onların şu sözü de bundandır.

“İç yağına nereye gidiyorsun?” diye sorulsa, “Eğrileri düzeltmeye!” derdi.

73

Allah, münâfık erkeklere ve münâfık kadmlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadmiara azap edecek, inanan erkeklerin ve inanan kadmiarm da tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

(.......) deki (.......) ta'lil (illet) içindir. Çünkü buradaki azaplarıdırma senin “onu edeplendirmek için dövdüm” sözündeki edeplendirmenin bir benzeridir. (.......) den sonra durulmaz.

A'maş (.......) yi illeti, emanete hıyanet edenlerin fiili üzerine hasretmek ve (.......) cümlesi ite başlarıgıç yapmak için (.......) şeklinde merfû' okumuştur. Meşhur mana; Allah, emanete hıyanet edene azap etmek ve diğer hıyanet emeyenleri de bağışlamak için...” şeklindedir. Çünkü emaneti ifa edenin bağışlanması da hıyanet edene bir tür azaptır.

Ya da (.......) sonuç içindir.

Yani, onu insan yüklendi, sonunda iş kötülerin cezâlarıdırılmasına ve iyiliklerin tevbelerinin kabulüne geldi dayandı, demektir. Allah (celle celâlühü), tevbe edenleri çok çok bağışlayan ve mü’min kullarına çok çok merhamet edendir. Doğruya muvaffak kıları Allah'tır (celle celâlühü).

0 ﴿