SEBE'SÛRESİ

Bu sûre 6. âyet Hariç Mekke'de nâzil olmuştur; 54 âyettir.

1

Hamd, göklerde ve yerde bulunanların hepsi kendisinin olan Allah'a mahsustur. Âhirette de hamd O'na mahsustur. O, hikmet sâhibidir. (Herşeyden) haberdardır.

Hamd; eğer ahdi zihni İçin kılımrsa, o kendisini övdüğü şeyle övülmüştür, demek olur. Eğer istiğrak için kılımrsa, her hamdeden kendisine âit bir istihkak var, demek olur.

(.......) kavlindeki (.......), temlik (.......) ıyladır. Çünkü O, yaratıcıdır ve hamdin aslî konuşucusudur. Hamde sahip olması dolayısıyla da hamdedilmeye ehil olmuştur. Yaratma, sahip olma ve yok etme yönüyle gökler ve yer O'na âittir. Dolayısıyla O, gizlilik ve aleniyette hamd edilmeye layıktır. Hamd, dünyada O'na âit olduğu gibi, âhirette de O'na mahsustur. Çünkü iki cihanın nimetleri Mevlâ tarafmdandır. Şu kadar var ki, burada hamdetmek vâcibtir. Çünkü dünya sorumluluk yeridir. Orası (âhiret) ise değil. Orada teklif (sorumluluk) yoktur. Cennet halkı nimetlere karşı sevinçlerinden ve büyük mükafatlardan aldıkları lezzetlerden dolayı hamdederler. Nitekim onlar şöyle derler:

“Bize verdiği söz de sâdık olan Allah'a hamdolsun.” Zümer, 74.

“Bizden hüznü gideren Allah'a hamdolsun” Fâtır, 34.

O, göklerde ve yerdeki şeyleri idare etmek suretiyle hikmet sâhibidir. Cezâ ve arz günü için kendisine hamdedenlerin kalplerini bilicidir.

2

Yerin içine gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni, oraya çıkanı bilir. O, çok merhamet eden, çok bağışlayandır.

(.......) kelimesi Cümle başlarıgıcıdır. Ölüler ve defineler gibi yere gireni, ot, mücevherat ve madenler gibi yerden çıkanı, yağmurlar ve çeşitli bereketler gibi gökten ineni ve melekler ve dualar gibi göklere çıkanı bilir. O (celle celâlühü), kendisine ihtiyaç duyuları şeyleri indirmek suretiyle çok çok merhamet edendir. Ve O (celle celâlühü), kulların cür'et edip işledikleri günahları çok çok bağışlayandır.

3

İnkârcılar: “(kıyamet) saati bize gelmeyecek” dediler. De ki: “Hayır! Gaybı bilen Rabbim hakkı için o, mutlaka size gelecektir. Göklerde ve yer de zerre miktarı hiçbir şey, O'ndan gizli kalmaz. Bundan daha küçük ve daha büyüğü de şüphesiz, apaçık bir kitapta (yazılıdır).

“İnkârcılar... “la kast olunan dirilişi inkâr edenlerdir.'“Kıyamet saati bize gelmeyecek'dediler. “Bu, dirilişi yok saymak ve kıyametin kopacağını inkâr etmek demektir. Onların yok saymasından sonra,'iş ancak onun vuku bulmasıdır', manasına “hayır” kelimesiyle, onun vuku bulacağını ifade etti.

Sonra bu ifadeyi te'kidin son noktası olan Allah (celle celâlühü) üzerine yeminle te'kid etti. Daha sonra da bu yeminli te'kidi “gaybı bilen” sözüyle vasfederek kuvvetlendirdi. Çünkü kendisiyle yemin edilenin hâlinin büyüklüğü üzerine, yemin edilen şeyin hâlinin kuvvetini ve kesinlik ve doğruluğunun şiddetini bildirir. O, vakıa üzerine delil getirme mesabesindedir. Kendisiyle şehadette bulunulanın derecesinin yüksek oluşu, şehadetin daha kuvvetli ve daha te'kiîli olduğunu ve şehadette bulunuları şeyin de daha kesin ve daha sağlam olduğunu gösterir. Kıyametin kopuşu, Allah'ın gizli kıldığı gaybi işlerden olunca gaybm bilinmesiyle ilgili sıfatın zikredilmesi de en layıkı ve en şüphesiz olacaktır.

Medine ve Şam kırâat imâmlarına göre (.......) şeklindedir. Ali'ye göre (.......) deki (.......) nin esresiyîe (.......) şeklindedir. Bir şey uzaklaştığında ve kalbolunduğunda (.......) kullanılır.

“Zerre miktarı” yani, en küçük bir karınca miktarı demektir. “Bundan daha küçük ve daha büyüğü;” yani zerre miktarından daha küçüğü ve büyüğü, demektir. “Apaçık kitap “ise levhi mahfuzdur.

(.......) merfûdur. (.......) üzerine atıftır. (.......) lâkin manasınadır. Ya da (.......) mübteda olarak merfûdur.

Haberi ise (.......) dir.

4

İnanıp iyi işler yapanları mükâfatlarıdırmak için (her şeyi açık bir kitapta tesbit etmiştir) onlar için büyük bir mağfiret ve güzel bir rızık vardır.

(.......) deki (.......) o kitaba, îman mertebelerinden geçirdikleri şeyler içindir. İhsan metbelerinden, sabrettikleri şeyler için de onlara güzel bir rızık vardır. Bu âyet (.......) fiiline illet olarak taallûk etmektedir.

5

Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar içinde iğrenç ve acıklı bir azap vardır.

Kur'ân'ı reddetmek hususunda bizi yok edeceklerine inanarak yarışırcasına gayret gösterenler için çok acıklı bir azap vardır. Mekke kırâat imâmları ve Ebû Amr'a göre (.......) kelimesi (.......) şeklindedir.

Yani, insanları, o ayetlere tabi olmaktan ve onları düşünmekten alıkoyarak, ya da Allah'a (celle celâlühü) acziyeti nisbet ederek, demektir.

(.......) kelimesi ötrelidir. Mekke, Hafs ve Ya'kûb'a göre (.......) kelimesi (.......) kelimesinin sıfatıdır.

Yani azâbın en kötüsü elîm bir azap demektir. Katâde:

“Ricz; azâbın kötüsüdür.” demiştir.

Diğerlerine göre (.......) esreîidir. (.......) kelimesinin sıfatıdır.

6

Kendilerine bilgi verilenler, Rabbinden sana indirilenin (Kur'ân’ın) gerçek olduğunu bilirler, onun mutlak galip ve övgüye layık olan (Allah'ın) yoluna ilettiğini görürler.

(.......) kelimesi başlarıgıç olarak mahallen merfûdur. Anlamı “bilirler” demektir. “Kendilerine bilgi verilenler...” ile Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ashâbını ve ümmetinden onlara tabi olanları kastediyor. Ya da Abdullah b. Selâm ve arkadaşları (rhm) gibi Müslüman olan ehli kitabı kastediyor.

(.......) fiilinin birinci mef'ûlü “Rabbinden sana indirilen” cümlesidir. Bununla Kur'ân'ı kastediyor.

“....Gerçek olduğunu...” yani doğru olduğunu bilirler. (.......) iki şeyi birbirinden ayırmak için gelmiştir. (.......) ikinci mef'ûldür. Ya da mahallen mensûbtur. (.......) üzerine atfedilmiştir.

Yani, ilim sahipleri, kıyametin gelişinde onun hak olduğunu en yakin bir ilimle bilsinler diye, demektir. Allah'ın (celle celâlühü) ya da sana indirilenlerin, mutlak galip ve övgüye layık olan Allah'ın (celle celâlühü) yoluna, yani Allah'ın (celle celâlühü) dinine ilettiğini görürler.

7

Hakkı inkâr edip kâfir olanlar kendi aralarında şöyle dediler. “Siz öldükten sonra didik didik parçalandığınız vakit, yeniden dirileceğinizi söyleyerek size bir takım haberler veren kişiyi gösterelim mi?

Kureyş'ten bazıları, bazılarına; “Size... kişiyi gösterelim mi?” dediler. “Kişi” sözüyle Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i kastediyorlardı. Kureyş içerisinde tanınan bilinen biri olduğu hâlde ve onun, yeniden dirilişi haber verdiği onlar tarafından bilinen bir şey olduğu hâlde, onu ve işini tanımazdan gelerek onu belirsiz bir kelimeyle ifade ettiler. Bilmezlikten gelmek, belâgat ilmine ve onun sihrine âit bir husustur.

“Siz öldükten sonra didik didik parçalandığınız vakit yeniden dinleceğinizi söyleyerek size bir takım haberler veren. “

Yani toz toprak olmanızdan, çürümüş cesetlerinizin paramparça olmasından sonra, dinleceğinize ve yeni bir yaratılışla yaratılacağınıza dair çok acaip haberler veren, demektir.

(.......) dağıtmak, izini yok etmek manalarına gelen bir mastardır. (.......) daki amil, “Şüphesiz ki siz yeni bir yaratılışla diriltileceksiniz” cümlesinin delâlet ettiği gibi. (.......)Maki (.......) nin haberinde (.......) olduğu için hemzenin üstün olması câiz değildir.

8

Acaba o Allah'a karşı yalan yere iftira mı etmiştir? Yoksa kendisinde delilik mi var?” (dediler) Hayır! Âhirete inanmayanlar azapta ve (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler.

Allah'a (celle celâlühü) nisbet ettiği bu hususta o, Allah'a (celle celâlühü), yalan yere iftira atan biri mi? (.......) (hemze) istifham içindir. Kendisine ihtiyaç kalmadığı için vasıl(.......)(hemze)si hazfedilmiştir.

“Yoksa onda delilik mi var? “ki önce bunu vehmediyor, sonra diliyle söylüyor. Bundan sonra Allah'u Teâlâ:

Muhammed'de iftira ve delilikten hiçbirşey yoktur. O, ikisinden de beridir. Bilâkis dirilişi inkâr eden ve bu sözleri söyleyenler cehennem azâbına duçar olacaklardır. Ve onlar bundan gâfil oldukları hâlde, kendilerini cehenneme sürükleyen, haktan uzak bir sapıklık içerisindedirler. İşte bu deliliğin de deliliğidir.” buyurmuş oluyor.

Onların azâba düşmelerini, sapıklığa düşmelerinin sonucu kıldı. Sanki bu ikisi aynı vakitte meydana gelmiş gibidir. Azap sapıkliğin gereği olunca ikisi beraber gibi kılındı.

“Sapıklık” kelimesinin “uzak” kelimesiyle nitelendirilmesi, mecâzî bir isimdir. Çünkü “uzak” vasfı, doğru yoldan uzaklaşan sapan kişinin sıfatıdır.

9

Onlar, gökten ve yerden, önlerinde ve arkalannda bulunanı görmüyorlar mı? Dilesek onları yere batırırız. Ya da üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Şüphesiz bunda (Rabbine) yönelen her kul için bir ibret vardır.

Ali'ye göre (.......) ile (.......) arasında yakınlık olduğundan (.......) İdğam iledir. (.......) ye göre (.......) deki ses çokluğundan dolayı bazısı bunu zayıf görmüştür. Âsım dışındaki Kufeli'lere göre Allah'a karşı yalan yere iftira mı etmiştir” sözünden dolayı üç fiil de (.......) iledir. Hafs'a göre (.......) şeklindedir. “Onlar körleşti de göğe ve yere bakmadılar” demektir.

Nerede olurlarsa olsunlar, nereye giderlerse gitsinler, o ikisi önlerinden arkalanndan onları kuşatmıştır. Onların sınırlarından ve içinde bulundukları, Allah'ın (celle celâlühü) mülkünden dışarı çıkamazlar. Onlar, Allah'ın (celle celâlühü), kendilerini yere batırmasından korkrnadılar. Ya da Kârun ve ashâbı Eyke'nin yaptığı gibi âyetleri yalanlamalarından, Peygamberi ve getirdiklerini inkâr etmelerinden dolayı üzerlerine parçalar düşürmesinden korkrnadılar. Bu, göğe ve yere bakışta, onlar üzerinde düşünmede ve Allah'ın (celle celâlühü) kudretiyle ilgili delalet ettikleri şeyler de her yönelen kul için bir işaret vardır.

Münîb; “Rabbine dönen, O'na itâat eden demektir. Çünkü münîb; Allah'ın (celle celâlühü) ayetlerine bakmaktan uzak kalmaz. O'nun diriltme ve kendisini (celle celâlühü) inkâr edenleri cezâlarıdırma gibi her şeye kâdir olduğunu bilir.

10

Andolsun Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. “Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber teşbih edin” dedik. Ona demiri yumuşattık.

Ey dağlar” sözünden önce, “sözümüz” ya da “dedik” kelimelerinin takdiri ile (.......) kavli (.......) ya da (.......) kelimesinden bedeldir. (.......) kavli (.......) kelimesinden gelmektedir. Onunla beraber tesbih et, demektir. Dağların teşbihinin manası:

Allah'u Teala'nın, onlarda teşbihi yaratması ve Dâvud (aleyhisselâm)’in bir mu'cizesi olarak bu teşbihin, ondan, teşbih getiren kişiden işitildiği gibi işitilmesidir.”

(.......) kelimesi (.......) kelimesinin mahalline atıftır.

(.......) şeklinde okunduğunda ise (.......) kelimesi üzerine atıftır. Bu ifade de gizli olmayan bir muhteşemlik var. Şöyle ki; dağları kendilerine emredildiğinde itâat eden, çağırıldığında da icabet eden akıllılar derecesine yükseltti. Bununla, her bir hayvan ve cansızın ancak Allah'ın (celle celâlühü) dilemesine boyun eğdiğini ifade etmek istemiştir. Eğer bu cümleyi “Dâvud'a tarafımızdan bir üstünlük verdik. Dağların teşbihini ve onunla birlikte kuşların teşbihini verdik. “şeklinde deseydi, onda, bu muhteşemlik olmazdı.

“Ona demiri yumuşattık “O'nun için onu, ateş macunu haline getirdik. Denildi ki:

“Demir, onun elinde, ona verilen kuvvetin şiddetinden dolayı yumuşamıştır. “

11

“Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap. (Ey Dâvud ve hanedanı!) iyi işler yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı görmekteyim” diye (vahyettik).

(.......); yani manasınadır. Ya da ona yapmasını emrettik manasını vermektedir. (.......) dört dörtlük geniş zırhlar demektir. Dâvud (aleyhisselâm) ilk zırh yapan kişidir. Bir zırhı dört bin dirheme satıyordu. Bundan kendisine ve ailesine harcıyor, fakirlere de tasadduk ediyordu. Denildi ki:

“Dâvud (aleyhisselâm) kıyafet değiştirerek dışarı çıkar, insanlara kendisi hakkında sorardı. Onlara:

- Dâvud hakkında ne dersiniz? diye sorardı. Onlar da onu överlerdi. Bu arada Allah'u Teala, O'na Âdemoğlu suretinde bir melek gönderdi. Dâvud (aleyhisselâm) adeti üzere ona da sordu. O:

- “Bir hasleti var ki o olmasa iyi bir adam. O, ailesini Beytül Mal'dan geçindiriyor.” dedi.

Bu söz üzerine Dâvud (aleyhisselâm) Rabbinden, kendisini Beytül MaPa muhtaç bırakmayacak bir sebep İstedi. O da ona zırh yapma sanatını öğretti.”

“Dokumasını ölçülü yap” yani çivileri ince yapma ki oynamasmlar, kalın yapma ki halkalan eğmesinler, demektir. (.......) zırhların dokunmasıdtr.

yapın” 6aki zamîr, Dâvud (aleyhisselâm) ve onun hanedanı içindir. “İyi işler.”

Yani, kabule elverişli, sadece Allah (celle celâlühü) rızasının kastedildiği işler, demektir. “Şüphesiz ki ben sizin yaptıklarınızı görmekteyim. “Dolayısıyla sizi ona göre cezâlarıdıracağım.

12

Süleyman'a da sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe olan rüzgârı verdik (emrine âmâde kıldık) Ve onun için (erimiş) bakırı da kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azâbı tattınrdık.

Süleyman'a (aleyhisselâm) Saba rüzgannı müsahhar kıldık. (.......) kelimesini, Ebubekir, Hammad ve FadI Ötreîi okudular.

Yani, rüzgar Süleyman'a (aleyhisselâm) Mûsahhar kılındı demektir.

“Sabah gidişi de bir aylık mesafe, akşam dönüşü de bir aylık mesafe... “

Yani sabah gidişi bir aylık mesafe, aynı şekilde akşam gelişi de bir aylık mesafedir. Sabah Şam'dan çıkıyor, Kaylûle vakti İran'ın İstahr şehrinde kaylule yapıyordu. İkisi arasında bir aylık mesafe vardır. İstahr şehrinden yola çıkıyor Kabil'de geceliyordu. İkisi arasında da hızlı giden bir atlı için bir aylık mesafe vardır. Denildi ki:

“Sabah yemeğini Rey'de, akşam yemeğini de Semerkant'ta yiyordu.”

“Onun için (erimiş) bakırı da kaynağından sel gibi akıttık. “

Yani bakır madenini akıttık demektir.

Kıtr; san bakırdır. Ancak Allah (celle celâlühü) onu akıttı. O, ayda üçgün su gibi akıyordu. Süleyman (aleyhisselâm) dan önce ise erimiyordu. Onu, sonradan dönüştüğü şeyin ismiyle “bakır kaynağı gözesesi” olarak isimlendirdi.

(.......) deki (.......) mahallen mensûbtur.

Yani onun önünde çalışan bir kısım cinleri, Mûsahhar kıldık demektir.

“Rabbinin izniyle” Rabbinin emriyle, demektir. Onlardan kim, Süleyman'a itâat hususundaki emrimizden saparsa, ona, alevli ateşin azâbından tattınrdık. Denildi ki:

“Onun yanında, elinde ateşten kırbaç olan bir melek vardır. Kim Süleyman'ın emrinden saparsa, ona bir darbe vurur, onu yakardı.”

13

Onlar Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud ailesi! Şükretmeye çalışın. Kullarınıdan şükreden azdır.

“Mehârib” kaleler ya da evler, demektir. “Heykeller” yırtıcı hayvanların ve kuşların suretleridir. Rivâyete göre onlar, onun kürsüsünün altına iki asları, üstüne de iki kerkenez kuşu yapmışlardı. Yükselmek istediğinde aslanlar, onun için çömeliyorlardı. Oturduğunda da kerkenez kuşları onu kanatlarıyla gölgelendiriyorlardı. O zaman tasvir yapmak mubahtı.

(.......) kelimesi (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) de (.......) kelimesinin çoğuludur. Büyük havuzlar, demektir. Denildi ki:

“Bir leğenin içine bin adam oturuyordu.”

“Mekke, Ya'kûb ve Sem” e göre vasıl hâlinde de vakıf hâlinde de (.......) kavli (.......) şeklindedir. Vasıl hâlinde, onlara Ebû Amr da muvafakat etmiştir.

“Sabit kazanlar” sacayakları üzerine sabitlenmiş kazanlardır. Büyüklüklerinden dolayı onun üzerinden düşmezler. Denildi ki:

“Onlar, Yemen'de hâlâ durmaktadırlar.”

Onlara dedik ki; “Ey Dâvud ailesi şükretmeye çalışın. “yani beldelerin halkına merhametle davranın. Rabbinizin fazlından afiyeti İsteyin.

(.......) mefulun lehtir. Ya da hâldir.

Yani şükrederek, ya da şükür için çalışın, demektir. Çünkü (.......) fiilinde şükredin manası vardır. Zira nimet veren için amel etmek ona şükretmektir. Ya da mefulun bih'tir.

Yani, “Size cinleri Mûsahhar kıldık. Onlar, dilediğiniz kadar çalışıyorlar. Bu sebeple siz de şükredin.” , demektir. Cüneyd'e şükür hakkında soruldu da, “Ma'bud önünde gayretleri sar/etmektir.” dedi.

(.......) deki(.......) Hamza'ya göre sakindir. Diğerlerine göre ise fethalıdır.

(.......) Şekûr; şükrün edasını artıran, o hususta gayretim artıran, itikat, itiraf ve çalışma yönüyle de kalbi, dili ve azaları onunla meşgul olan kişidir.

İbni Abbâs (radıyallahü anh) den şöyle rivâyet edilmiştir:

“Şekur, her haline şükreden kişidir.” Denildi ki:

“Şekûr, şükürden âciz olduğunu bilen kişidir.” Hikâye edildiğine göre Dâvud (aleyhisselâm) gece ve gündüz saatlerini aile halkı arasında böldü. Hiçbir an olmasın ki, onda Dâvud ailesinden biri namaz kılıyor olmasın.

14

(Süleyman'ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. Bu suretle yere kapanıp yıkılınca öldüğü anlaşıldı. Eğer cinler, gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.

Süleyman'ın (aleyhisselâm) ölümüne hükmettiğimiz de. Onun öldüğünü, onlara, yani cinlere ve Dâvud ailesine ancak değneğini yiyen ağaç kurdu gösterdi. O, yaprak kurdu denilen kurtçuktu.

(.......) kelimesi, onun fiilidir ki ona izafe edilmiştir. Ağaç kurdu odunu yediğinde “ağaç yendi” denir. (.......) diye de adlarıdırlır. Çünkü onunla (istenmeyen şeyler) uzaklaştırılır. Medeni ve Ebû Amr'a göre (.......) kavli (.......) (hemze)sizdir.

Süleyman (aleyhisselâm) yere düşünce çokluklarına rağmen cinlerin tamamı, iş kendilerine karışık olduktan sonra açık bir şekilde anladılar. Eğer gaybı bilselerdi Süleyman (aleyhisselâm)’in ölümünden sonra o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.

Rivâyete göre Dâvud (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)’in çadırının yerinde Beyti Makdis'in binasını kurdu. Onu tamamlamadan önce vefat etti. Onu tamamlamasını, Süleyman (aleyhisselâm) a vasiyyet etti. Süleyman (aleyhisselâm) da, şeytanlara, onu tamamlamalarını emretti. Ömründen geriye bir yıl kaldığında Rabbinden, binayı bitirmeleri ve gaybı bildiklerine dair iddialarının asılsızliğinın ortaya çıkması için ölümünün, binayı bitirinceye kadar onlardan gizli kalmasını istedi. Süleyman (aleyhisselâm)’in ömrü elli üç yıldı. On üç yaşında sultan oldu. Kırk yıl hakimiyette kaldı. Beytül Makdis'in binasına, hâkimiyete geçtikten dört sene sonra başladı. Rivâyete göre Efriden, onun kürsüsüne çıkmak için geldi, ona yaklaştığında iki asları, onun ayağına vurdu ve ayağını kırdı. Bundan sonra hiçbir kimse ona yaklaşmaya cesaret edemedi.

15

Andolsun, Sebe kavminin oturduğu yerlerde büyük bir ibret vardır. İşte bu (evlerinin) sağdan soldan iki bahçe (ile çevrili olmasıdır) Onlara: “Rabbinizin rızkından yiyin ve O'na şükredin” denildi. (Çünkü onlar için) güzel bir belde ve çokça bağışlayan bir Rab (var denildi.)

“Sebe” kelimesi, mahalle ismi teviliyle cer ve tenvîn almıştır. Ebû Amr'a göre kabile ismi teviliyle gayri munsariftir, cer ve tenvîn kabul etmez. Hamza ve Hafs'a göre (.......) şeklindedir. Ali ve Halefe göre (.......) şeklindedir. O da, onların yerleşme yeri olan beldesidir. Yemen de ikamet ettikleri yerleridir. Ya da onların herbirinin evidir. Diğerlerine göre ise (.......) şeklindedir. (.......) kelimesi (.......) nin ismidir. (.......) kelimesi (.......) den bedeldir. Ya da hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. Takdiri de; “İbret, iki bahçedir” şeklinde olur. O ikisinin ibret olmasının manası şudur; oranın halkı Allah'a (celle celâlühü) şükürden yüz çevirdiklerinde, Allah (celle celâlühü) ibret ve öğüt almaları ve üzerinde bulundukları nimete karşı şükürsüzlüğe tekrar dönmemeleri için onlardan nimeti çekip aldı. Ya da o ikisini (iki bahçeyi) ibret kıldı.

Yani Allah (celle celâlühü), onları, kudretine, ihsanına ve O'na şükrün gerekliliğine delâlet eden alâmet kıldı.

“Sağdan soldan iki bahçe...” bununla iki gurup bahçeyi kastetmektedir. Bir gurubu, onların beldesinin sağ tarafında, diğerleri de sol tarafında. Guruplardan her biri, yakınlıkta ve bitişiklikte sanki tek bir bahçe gibiydi. Harar beldelerin bahçelerinde olduğu gibi. Ya da onlardan her birinin, evinin sağında ve solunda kendisine âit iki bahçesi olduğunu kastetmektedir.

“Onlara Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin denildi.” sözü, kendilerine gönderilen peygamberlerin, ya da hâl lisanını onlara söylediklerinin hikâyesidir. Ya da onlar, kendilerine, bu sözün söylenmesini hak etmişlerdi. Bununla emrettikten sonra sözünü şöyle devam ettirdi:

“Güzel bir belde ve çokça bağışlayan bir Rab.” yani rızkınızın olduğu bu belde güzel bir beldedir. Sizi rızıklarıdıran ve şükretmenizi isteyen Rabbiniz, kendisine şükredeni bağışlayan Rab'dir.

İbni Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

“Sebe, San'a'dan üç fersah uzaklıktaydı. Beldelerin en verimlisiydi. Herhangi bir kadın, başında zembille çıkar, eliyle çalışır, ağaçlar arasında yürürdü. Bu esnada zembil, ağaçlardan düşen meyvelerle dolardı. Temizliğine gelince orada ne sinek, ne sivrisinek, ne pire, ne akrep ve ne de yıları vardı. Oraya uğrayan yabancıların bitleri havanın temizliğinden ölüyordu.”

16

Ama onlar yüz çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların (çok güzel olan) iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki (harap) bahçeye çevirdik.

Peygamberlerinin davetinden- “yüz çevirdiler” -de onları yalanladılar. “Üzerimiz de Allah'a (celle celâlühü) âit bir nimet taşımıyoruz” dediler. “Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik.”

Yani şiddetli yağmuru gönderdik, demektir. Ya da Arim, vadi ismidir. Ya da su bendini delen faredir. Taşkınlık yaptıklarında Allah (celle celâlühü), onlara fareyi musallat etti. O da, bendi, alt tarafından deldi. Böylece Allah (celle celâlühü), onları suda boğdu.

Onların zikredilen bu- “İki bahçesini, buruk yemişli, acı ilgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik. “

Bedel olarak getirilenin “İki bahçe” şeklinde isimlendirilmesi, ikisi arasında uygunluk kurmak ve sözü birbirine benzetmek içindir. Bu Yüce Allah'ın şu kavlindeki gibidir:

“Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezâdır).”

Nitekim (.......) meyve, demektir (.......) harekeli de harekesiz de okunmuştur. Harekesiz olan, Nafı ve Mekke okuyuşudur.

(.......), misvak ağacıdır. Denildi ki: “Dikenli her ağaç, hamt'tır.”

(.......), ılgın ağacına benzeyen ondan daha büyük ve odunu ondan daha iyi olan bir ağaçtır. (.......) kelimesini tenvinli okuyan kişiler -ki onlar, Ebû Amr'ın dışındakilerdir- bunun aslım (.......) kelimesinin (.......) ile vasfedilmesi suretiyle sanki “tadı kötü yemişli” denilmiştir.

Ebû Amr'a göre ise (.......), “misvak ağacının yeni çıkan taze yemişi” , manasınadır. Sanki, “Berîr (misvak ağacının yeni çıkmış yemişidir.)denilmiştir.

(.......) ve (.......) kelimeleri (.......) üzerine atfedilmişlerdir. (.......) üzerine değil.

Çünkü ılgın ağacının meyvesi yoktur. Hasen'dan şöyle rivâyet edilmiştir:

“Sedir ağacını azalttı. Çünkü o, bedel olarak kendilerine verilenlerin en iyisidir. Zira o, meyveliklerde olur.”

17

Nankörlük ettikleri için onları cezâlarıdırdık. Biz nankörden başkasını cezâlarıdırır mıyız?

Nankörlükleri sebebiyle onları bu şekilde cezâlarıdırdık, demektir.

(.......) öne geçmiş ikinci mefuldur. Ebû Bekir'in dışındaki Kûfe'lilere göre “nankörden başkasını cezâlarıdırır mıyız?” şeklindedir. Diğerlerine göre ise “nankörden başkası cezâlarıdırılır mı?” şeklindedir.

Yani bu tür bir karşılıkla, ancak küfranı nimet edene ve o nimete şükretmeyene. Ya da Allah(celle celâlühü) inkâr edene karşılık veririz, demektir. Ya da karşılık vermek, “cezâlarıdırmak” manasınadır. Çünkü cezâ kelimesi, genel olduğunda cezâlarıdırma ve sevap verme manalarında kullanılır. Özel olarak kullanıldığında ise sadece cezâ manasınadır. Dahhak'tan şöyle rivâyet edilmiştir:

“Onlar, Îsa ile Muhammed (aleyhisselâm) arasındaki fetret devrinde yaşamışlardı.”

18

Onların yurdu ile içine feyz ve bereket verdiğimiz beldeler arasında, sırt sırta nice şehirler varettik. Ve bunlar arasında yürümeyi mesafelere ayırdık. “Oralarda geceleri, gündüzleri korkusuzca gezin, dolaşırı” dedik.

Sebe ile nimetler ve sular hususunda halkına genişlik verdiğimiz Şam köyleri arasında yakınlığından dolayı birbirini gören, bitişik köyler varettik. Onlar, bakanların gözünde bitişik görünür. Ya da onların yollarından fazla uzaklaşmarmş, yolcular için kaybolup görünmeyinceye kadar bitişik görünürler. Onlar, Sebe'den Şam'a kadar dört bin yediyüz köydür.

“Bunlar arasında yürümeyi mesafelere ayırdık. “

Yani, bu köyleri Şam'a varıncaya kadar belli bir miktarda kıldık. Öyle ki yolcular, birinde gündüz, diğerinde de gece dinleniyordu. Onlara gece-gündüz emin olarak gezin, dolaşırı dedik.

Orada (metinde) “dedik” sözü yok. Ancak onlar, bu seferleri yapabildiklerinde ve sefer sebepleri onlara kolaylaştırıldığında sanki onlara bu emredilmiş gibi oldu.

Yani onlara, “Orada ister gece ister gündüz gezin, dolaşırı. Zira oradaki emniyet, zamanın değişmesiyle değişmez.” denilmiş oldu.

Yani yolculuk müddetiniz uzasa, günlerce devam etse de orada düşmandan, açlıktan ve susuzluktan korkmaksızm emin bir şekilde gezin, dolaşırı, demektir.

19

Bunun üzerine: “Ey Rabbimiz! Aralarında yolculuk yaptığımız şehirlerin arasım uzaklaştır.” dediler ve davranışlarıyla kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, (insanlar arasında söylenen) hayret verici masallara çevirdik. Onları darmadağın ettik. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır.

“Keşke birbirine uzak olsalardı da en güzel şekilde seyrü sefer yapsaydık, alışverişte daha çok kazansaydık. Hayvanlar ve araçlar hususunda da başkalanna karşı övünseydik.” dediler. Nimet bolluğundan sunardılar ve rahatlıktan sıkıldılar da şiddet, sıkıntı ve yorgunluğu istediler. Dedikleriyle kendilerine yazık ettiler. Biz de onları, kendileri hakkında insanların konuştuğu ve durumlarına şaştığı masallar haline getirdik. Onları, darmadağın ettik. İnsanlar, onları darbı mesel edindiler de şöyle dediler.

“Sebe'nin saltanatı, toparlanamamacasına parçalandı.”

Gassan, Şam'a, Enmar, Medine'ye, Cüzam, Tihane'ye ve Ezd de Amman'a yerleşti. Bunda, günahlardan sabırla uzaklaşan ve nimetlere çok çok şükreden kişiler için ibretler vardır. Ya da bunda, her bir mü'min için ibretler vardır. Çünkü îman iki kısımdır. Biri şükür, diğeri de sabırdır.

20

Andolsun İblîs, onlar hakkındaki zannını gerçekleştirdi. İnanan bir zümrenin dışında (hepsi) ona uydular.

Kufe'lilere göre (.......) şeddelidir.

Yani, “onlar aleyhindeki zanmm gerçekleştirdi” , ya da “o zannının doğru olduğunu gördü.” demektir, diğerlerine göre ise şeddesizdir. Zannında doğru söyledi, demektir.

(.......) deki ve (.......) daki zamîr, Sebe halkına ya da Âdemoğullarına âittir.

“İnanan bir zümrenin dışında” sözüyle azlıklarından dolayı mü'minleri az göstermiştir. Buna karşın kâfirleri, “Onların çoğunu şükredenler olarak göremezsin.” sözüyle çok olarak ifade etmiştir.

21

Hâlbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak âhirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırd edip bilelim diye (ona bu fırsatı verdi.) Rabbin gerçekten herşeyi gözetleyen ve kollayandır.

Halbuki kendileriyle ilgili zanın doğru çıkan şeytanın, onlar üzerinde vesvese vermek suretiyle, hiçbir gücü ve hiçbir hakimiyeti yoktur. Ancak yok iken bildiğimiz şeyi var iken bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Değişiklik bilinen şeydedir, ilimde değil.

“Rabbin, herşeyi gözetendir.”

(.......) ve (.......) vezinleri aynı manaya gelen iki kardeştirler.

22

(Müşriklere) de ki: “Allah'tan başka ilâh saydığınız şeyleri çağırın! Çünkü onlar ne göklerde ve ne de yerde zerre ağırliğinca bir şeye sahip değillerdir. Onların buralarda hiçbir ortaklıkları yoktur. Ve Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.”

Kavminin müşriklerine de ki: Allah'tan başka ilâh olduğunu zannettiklerinizi çağırın.'“birinci Mef’ûl, ismi mevsûle dönen zamîrdir.

Allah’ın Resul olarak gönderdiği bu mu?” âyetinde olduğu gibi, ismi mevsul, sılasıyla birlikte uzun olduğundan dolayı hafifletilmek üzere hazfedilmiştir.

İkinci Mef’ûl ise “İlahlar “dit. Bu da hazfedilmiştir. Çünkü bu, mevsûftur. Sıfatı da “Allah'tan başka” cümlesidir. Eğer mana anlaşılıyorsa mevsûfun, hazfedilmesi ve sıfatın onun yerine geçirilmesi câizdir.

Demek ki, (.......) fiilinin iki mef'ûlü, iki ayrı sebebten dolayı hazfedilmiştir. Mana şudur:

“Putlar ve melekler gibi, Allah'tan başka taptıklarınızı ve onun ismiyle isimlendirdiklerinizi çağırın! Sizi üzen şey hususunda ona sığındığınız gibi onlara da sığının! Onun, duanıza icabetini beklediğiniz gibi onlarında icabetlerini bekleyin!”

Daha sonra Allah (celle celâlühü), onlar hakkında şu sözüyle cevap verdi:

“Onlar, ne göklerde ne de yerde hayır ve şer yönüyle, menfaat ve zarar yönüyle zerre ağırliğinca bir şeye sahip değildirler. Onların, şu iki cinste ne yaratma, ne de sahip olma hususunda hiçbir ortaklıkları yoktur. Mahlûkatın idaresi hususunda Allah'u Teala'nın, onların ilâhlarından, kendisine yardım eden hiçbir yardımcısı yoktur. Burada, onlar bu âciz sıfatlara sahipken, onlara nasıl Allah'a dua edildiği gibi dua ediliyor ve nasıl Allah'tan ümid edildiği gibi ümid besleniyor.” manasını kastetmiştir.

23

Allah'ın huzurunda, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefâati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince (birbirlerine): “Rabbiniz (şefâat hakkında) ne buyurdu?” dediler. (Şefâat edecek durumda olanlar): “Hak olanı buyurdu” dediler. O, yücedir, büyüktür.”

Allah'ın lehine izin verdiği kişi, yani şefâatçiye, kendisi için izin verilen kişi, demektir. İkinci (.......), Zeyd'e Amr için izin verildi (.......) sözündeki gibidir. Bu, onların, “Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizde.” şeklindeki sözlerini yalanlamadır.

Kufe'liler (.......) şeklinde okumuşlardır. Nihayet izzetin Rabbi Allah'ın izin verilmesiyle ilgili konuştuğu söz vesilesiyle şefâat edenlerin ve şefâat edilenlerin kalplerinden korku kaldırılınca bazısı bazısına sorar.

“Rabbiniz ne dedi?” derler. Onlar da: “Hak sözü -ki o da, râzı olduğu kişiler için şefâate izin vermesidir- söyledi” derler. O, yücelik ve ululuk sâhibidir. Hiçbir sultana ve hiçbir peygambere o gün O'nun izni olmaksızın konuşmak ve râzı olduğundan başkası için şefâat etmek yoktur.

Şamlılara göre (.......) şeklindedir.

Yani Allah'u Teala korkuyu giderdiğinde demektir. (.......), “korkunun giderilmesi” dir.

(.......) orada şefâat isteyenlerin ve şefâatçilerin onlara izin verilecek mi verilmeyecek mi diye izin için beklemelerinin, ayakta durmalarının ve korkmalarının nihayetidir. Sanki şöyle denilmiştir:

“Uzun bir müddet korkarak beklerler. Nihayet kalplerinden korku giderilince birbirlerine'Rabbiniz (şefâat hakkında) ne buyurdu'derler.”

24

(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: “Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir?” De ki: “Allah, o hâlde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir.”

“Sizi kim rızıklarıdırıyor? “sözüyle onlara, gerçeği ikrar ettirmesini emretti. Sonra da ona, cevabı ve ikrarı onlar adına, “Sizi Allah rızıklarıdırıyor. “sözüyle üstlenmesini emretti. Bu onların bunu kalpleriyle ikrar ettiklerini ima etmektedir. Ancak onlar, bunu ifade etmekten kaçınmaktadırlar. Çünkü onlar, kendilerine rızık verenin Allah (celle celâlühü) olduğunu ifade ederlerse, o zaman onlara “Öyleyse size ne oluyor ki size rızık verene ibâdet etmiyorsunuz ve rızık vermeye güç getiremeyenleri O'na tercih ediyorsunuz?” sorusu sorulur.

Daha sonra, dilleriyle ikrar etmeseler de, bu yeterli ilzamdan sonra onlara, “Biz veya siz ikimizden biri doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir. “demesini emretti. Mana şudur:

“Tevhid ve şirk ehli, iki guruptan her biri İki işten biri üzeredir. Ya hidâyet veya sapıklık. Bu, onu işiten iyi kötü herkesin, hitap edilene: Arkadaşırı sana insaf etmiştir'diyeceği adil bir sözdür. Yukarıda geçen ifadelerin üslubunda, iki guruptan birinin hidâyet üzere, diğerinin de açık bir sapıklık üzere olduğuna dair, gizli olmayan bir işaret vardır. Fakat sözü kinaye yollu söylemek insanları maksadına kavuşturur. Yalancıya söylediğin'bizden biri yalancı'sözünde olduğu gibi”

(.......) ve (.......) kelimelerinin başına gelen harfi çerler farklı s:

getirildi. Çünkü hidâyet sâhibi, sanki soylu bir ata binmiş, onu istediği gibi koşturmakta, sapık ise karanlıklara batmış nereye yöneleceğini bilmemektedir.

25

De ki: “Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz. Biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz.”

Bu “siz” , insaf hususunda öncekinden de ilerdedir. Şöyle ki; men edilen, sakındırılan günahı hitap edenlere, emredilen, övülen ameli de hitap edilenlere nispet etmiştir.

26

De ki: “Rabbimiz (kıyamet günü) hepimizi bir araya toplayacak. Sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en adil hüküm veren (herşeyi) hakkıyla bilendir.”

Rabbimiz, kıyamet günü hepimizi bir araya toplayacak. Sonra aramızda zulüm ve sapma olmaksızın hak ile hükmedecektir. O, hükmedendir, hükmetmeyi bilendir.

27

De ki: “İbadette Allah'a ortak koştuklarınızı bana götserin.” Hayır! Şu anda onları gösteremezsiniz. Bilâkis, yegâne galip ve herşeyi hikmetle idare eden ancak Allah'tır.

“De ki: İbadette Allah'a (celle celâlühü) eş koştuklarını bana gösterin.'““Bana gösterin” sözü onlara, Allah'a (celle celâlühü) ortak koşma hususundaki büyük hatayı göstermeyi ve onları, O'na ortak koşma haline muttali kılmayı amaçlamaktadır.

hayır” ret ve uyarıdır.

Yani, bu sözden geri durun ve sapıkliğinızdan uyanın, demektir. Bilâkis, O Allah (celle celâlühü) galiptir. O'na hiç kimse ortak olamaz. İdaresinde de hikmet sâhibidir.

(.......), “O” , zamîri şandır.

28

Seni, bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Seni, onlara, ancak umumi (herkese hitap eden) bir gönderişle, onları kapsayan bir gönderişle gönderdik. Bu şekildeki gönderiliş onların tümüne şamil olunca onlardan birinin bile bu kapsamın dışında kalmasına imkan yoktur. Zeccâc şöyle demiştir:

(.......) ten hâl kıldı. (.......) ise, (.......) ve (.......) kelimelerinde olduğu gibi mübalağa içindir.

“Müjdeleyici...” yani, kabul edeni üstünlükle müjdeleyici, demektir. “Uyarıcı...” yani, ısrar edeni de adaletle uyarıcı, demektir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Dolayısıyla da onların cehaleti, onları, sana muhalefet etmeye sürüklemektedir.

29

“Eğer sözünüz de doğru iseniz bu tehdit mahiyetinde va'dettiğiniz (kıyamet) ne zaman kopacak?” derler.

“Rabbimiz (kıyamet günü) hepimizi bir araya toplayacak. “sözünde işaret edilen kıyamet ne zaman? derler.

30

De ki: Size va'dolunan öyle bir günün va'didir ki siz ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de İleri geçebilirsiniz.

(.......) mekân ya da zaman yönüyle “va'din” zarfıdır. Burada zamandır. Buna (.......) şeklinde (.......) i, (.......) dan bedel olarak okuyanların okuyuşu delâlet etmektedir. İzafetle olduğunda ise izafet “dolaba koşuları deve” sözünde olduğu gibi açıklama izafetidir.

“Siz ondan ne bir saat geri kalırsınız ne de ileri geçebilirsiniz.”

Yani, siz ne mühlet istemek suretiyle ondan geri kalabilirsiniz ne de acele olmasını istemek suretiyle ona yaklaşabilirsiniz. Bu cevabın onların sorularına uygunluk yönü şudur: Onlar, bunu inkâr ederek inat olsun diye sordular. Hakikati bulmak için değil. Dolayısıyla cevap da soruya uygun bir şekilde inkâr ve İnat üzere, tehdit yollu gelmiş ve onların, kendilerine ani gelen ve ne geciktirmeye ne de öne almaya güç getiremedikleri bir günü karşılayacaklarını beyan etmiştir.

31

İnkâr edip kâfir olanlar dediler ki: “Biz hiçbir zaman bu Kur'ân'a ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız.” Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerini suçlayarak söz atarlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara:

“Siz olmasaydınız, elbette biz inanan insanlar olurduk.” derler.

İnkar edenler Ebû Cehil ve taraftarlarıdır. “Bu Kur'ân'a ve Kur'ân dan önce indirilen, Allah’ın (celle celâlühü) kitaplarına inanmayacağız. “Ya da, “Bu Kur'ân'a ve kıyamet, cennet ve cehenneme inanmayacağız” , dediler. Hatta onlar, Kur'ân'ın Allah tarafından indirildiğini, mükâfat ve cezâ için tekrar dirilişle ilgili şeylerin gerçek olduğunu inkâr ettiler.

“Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerini suçlayarak söz atarlarken bir görsen... “cümlesi onların işlerinin sonu ve âhiretteki akibetleri hakkında haber verdi. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e ya da muhataba, “Eğer onların âhirette ki durumlarını, birbirleriyle tam bir tartışma içinde oldukları hâlde onları görseydin çok acaib bir şey görmüş olacaktın. “(Burada) cevap hazfedilmiş tir. Zayıf kılınanlar, yani tabi olanlar, büyüklük taslayanlara yani başlara ve önderlere “Sizin, bizi küfre çağırmanız olmasaydı, elbette biz Allah'a ve Resûlü'ne inanan insanlar olacaktık. “derler.

32

(Dünyada) büyüklük taslayanlar, zayıf sayılanlara (kıyamet gününde): “Size hidâyet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Bilâkis biz suç işliyordunuz.” derler.

İsim üzerine yanibiz” üzerine inkâr harfini getirdiler. Çünkü murat, kendilerinin onları îman etmekten alıkoyanlar olduğunu inkâr ve onların, kendi istekleriyle yoldan çıktıklarını ve kendi istekleriyle geldiklerini ispattır.

(.......) ve (.......) kelimeleri zarfiyye için gerekli zarflardan olsalar da (.......) muzâfun ileyh olarak gelmiştir. Çünkü başka birşeyde genişlemeyen zamanda genişler. Dolayısıyla ona, zaman izafe edilmiştir. Bilâkis siz, hidâyete karşı sapıkliği, bizim sözümüzle ve bizim teşvikimizle değil, kendiniz seçerek ve kendiniz tercih ederek kafir olmuştunuz.

33

(Buna karşılık) zayıf kılınanlar, büyüklük taslayanlara: “Hayır! Gece gündüz (işiniz) hile ve tuzak kurmaktı. Siz daima Allah'ı inkâr etmemizi ona ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz.” derler. Artık azâbı gördüklerinde pişmanlıklarını içlerine atarlar. Biz de o inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten) demir halkalar takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahlar ile cezâlarıdırılır.

(.......) de atıf harfini getirmedi.

(.......) da getirdi. Çünkü zayıf kılınanların sözü önceden geçmişti. Dolayısıyla da cevap, başlarıgıç cümlesi olarak atıf harfinin hazfıyla getirildi. Daha sonra, zayıf kılınanlara âit başka bir söz getirildi ve o onların ilk sözleri üzerine atfedildi.

“Hayır, Bilâkis gece gündüz İşiniz bize karşı tuzak kurmaktı.”

(.......) kelimesi, mef'ûlun bihte amel ettiği gibi zarfta amel etmiştir. (.......) kelimesinin zarfa izafeti, mastarın mef'ûlüne izafeti gibidir. Ya da onların gece ve gündüzünü, isnadı mecâzî üzere hile yapanlar kılmıştır. Gündüzde selâmetin uzun sürmesi bizi aldattı. Sonunda biz sizin hak üzere olduğunuzu zannettik, demektir.

“Siz daima Allah'ı inkâr etmemizi, O'na, eşler, ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz.” Mana şöyledir:

“Büyüklük taslayanlar,'sizi biz mi çevirdik?'sözleriyle zayıf kılınanların küfrüne sebep olanların kendileri olmadığını ve'Bilâkis siz suç işliyordunuz'sözleriyle de onların inkarının kendi çalışmaları ve kendi seçimleri neticesinde olduğunu ifade ettiklerinde, zayıf kılınanlar, onlara: Hayır! (sizin işiniz) gece gündüz tuzak kurmaktı'sözüyle cevap vermek suretiyle onların bu işten beri oldukları ifadesini boşa çıkardılar. Sanki onlar şöyle dediler: Günah işlememiz kendi kendiliğimizden değildir. Bilâkis, sizin gece gündüz devamlı surette bize karşı yaptığınız hileler sebebiyle, bizi şirke ve eş koşmaya sürüklemeniz sebebiyle idi'“

“Pişmanlıklarını içlerine atarlar.”

Yani onu gizlerler ya da açığa çıkarırlar.

(.......); iki zıt manaya gelen bir kelimedir. Onlar zalimlerdir. Nitekim; “Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerini suçlayarak söz atarlarken bir görsen... “âyetinde de bu ifade edilmiştir. Büyüklük taslayanlar, saptıkları ve saptırdıkları için, zayıf kılınanlar da saptıkları ve saptıranlara uydukları için pişman olurlar.

“Azâbı gördüklerinde... “sözündeki “azap” tan maksat cehennemdir. “Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. “

Yani, onların boyunlarına demektir. “İnkâr edenlerin “şeklinde açık bir ifadeyle getirilmesi, demir halkalan hak ettikleri şeyi göstermesi içindir. Onlar, dünyada ancak yapmakta oldukları günahlar ile cezâlarıdırılır.

34

Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklı ve şımarık kişileri: “Biz, sizinle gönderilmiş olan şeyi inkâr ediyoruz” dediler.

“Uyarıcı” peygamberdir. “Varlıklı ve şımarık kişileri...” oranın nimet içinde yüzenleri ve reisleridir. Bu söz, Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) için, getirdiklerini yalanlayan ve inkâr eden kavminin yaptıklarının bir imtihan olduğunu ve hangi memlekete bir uyarıcı gönderilmişse ona, Mekke halkının Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e dediklerinin bir benzerini dediklerini ve ona karşı mal ve evlat çokluğuyla övündüklerini ifade eden teselli sözüdür.

35

Ve ilave ettiler: “Biz malca ve evlatça daha çoğuz. Biz azâba uğratılacak da değiliz.”

Bu sözle, dünyadaki hallerine bakarak, Allah'ın (celle celâlühü) kendilerine azap etmeyeceğini kastettiler. Zannettiler ki, onlar, Allah (celle celâlühü) katında üstün kişiler olmasalardı Allah (celle celâlühü) onları rızıklarıdırmazdı. Mü’minler de O'nun katında zelil kişiler olmasalardı, onları mahrum etmezdi. Allah (celle celâlühü), onların bu zannını, rızkın Allah'ın (celle celâlühü) bir fazlı olduğunu ve onu dilediği gibi taksim ettiğini ifade etmek suretiyle boşa çıkarmıştır. Zira rızık, bazen isyankarlara artırılır, itâatkârlara kısılır. Bazen tersi olur. Bazen de ikisine de artırılır ya da kısılır. Dolayısıyla sevap-günah işi bu ikisine (mal ve evlat) kıyas edilmez.

36

De ki: “Rabbim, dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden) kısar.” Fakat insanların çoğu bilmezler.

Rızkın kısılması, daraltılmasıdır. Nitekim Allah'u Teala:

Rızkı daraltılmış bulunan da...” Talak, 7. şeklinde buyurmaktadır.

Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

37

Hiçbirinizin malları ve evlatları, huzurumuzda size bir yakınlık sağlamaz. Îman edip sâlih amellerde bulunanlar müstesna. Ancak onlara yaptıklarının kat kat fazlası mükâfat vardır. Onlar (cennet) odalarında güven (ve huzur) içindedirler.

“Mallarınızın “ve “evlatlarınızın “kelimelerinin başında “topluluk” kelimesi takdir edilir. Bu, cemi' mükesserin (kırk çoğul) akıllılarının ve akılsızlarının, müenneslik hükmünde eşit olmasındandır.

Bu (.......) ve (.......) ve (.......) gibidir. (.......) mastar olarak mahallen mensuptur.

Yani:

Allah sizi yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir.” Nûh, 17. âyetinde olduğu gibi.

“....sizi yakınlaştırmak... “İstisna, (.......) deki (.......) dendir.

Yani, mallar onları Allah yolunda infak eden sâlih mü'min dışında hiç kimseyi yakınlaştırmaz. Çocuklarıda, kendilerine hayrı öğreten, onları, din hususunda bilgi sâhibi yapan ve onları, dürüstlük ve ibâdet için terbiye eden kişi dışında hiç kimseyi yakınlaştırmaz. İbni Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir:

“(.......) lâkin manasınadır..”

(.......) de cevabın şartıdır. (.......) mastarın, mefulune izafetindendir. Aslı şudur, Önce “onlar kat kat mükafatlarıdırılacaktır”

Sonra, “onlar için kat kat fazlası vardır.” Daha sonra da “onlar için kat be kat fazlası vardır”

(.......) nin manası, onlar için tek iyiliklerinin on kat artırılmasıdır. Ya'kûbonlar için karşılık olarak kat kat fazlası vardır” manası üzere (.......) şeklinde okumuştur. Onlar, cennet köşklerinin odalarında her korkudan ve her meşguliyyetten emindirler.

Hamza'ya göre (.......) kelimesi (.......) şeklindedir.

38

(İnat ederek) âyetlerimizi boşa çıkarmaya çalışanlara gelince, onlar da azapla yüz yüze bırakdacaklardır.

“Âyetlerimizi hoşa çıkarmaya çalışanlara gelince...” yani âyetlerimizi iptal etmeye çalışanlara gelince, demektir.

39

De ki: Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz, Allah için ne verirseniz, Allah onun yerine (daha iyisini) verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.

(.......) deki (.......) şartiyyedir, mahallen mensûbtur.

40

O gün Allah onların hepsini (idare edenleri ve edilenleri) mahşere toplayacak, sonra meleklere “Bunlar size mi tapıyorlardı?” diyecek.

Çünkü o gün emir sadece Allah'a (celle celâlühü) âittir. O günde hiç kimse, hiç kimseye menfaat ve zarar veremez. Çünkü o yurt, sevap ve azap yurdudur. Sevap veren de azap eden de Allah'tır (celle celâlühü). Onların hâli, sorumluluk yurdu olan dünyadaki hallerinin zıddıdır. Çünkü orada insanlar, serbest bırakılmışlardır. Birbirlerine zarar ve menfaat verirler. Kastolunan; o günde ondan başka zarar ve menfaat verecek hiç kimsenin olmayacağıdır. Daha sonra, ibâdeti yapılması gerekenden başkasına yapmak suretiyle zulmeden zalimlere, “dünya da iken yalanlamakta olduğunuz ateş azâbını tadın” diyeceğiz sözüyle zalimlerin akıbetini zikretti.

(.......) , (.......) üzerine atfediîmiştir.

41

(Melekler de:) “Sen yücesin. Bizim velimiz (koruyucumuz) onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere (şeytanlara) tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı” diyecekler.

Onlara Kur'ân açık açık okuduğunda müşrikler:

“Bu Muhammed, sizi babalarınızın taptığı şeylerden çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Bu Kur'ân da uydurulmuş yalandan başkası değildir.” dediler.

dedi” sözü dediler manasınadır. “Dedi” şeklinde ifade edilmesi büyük bir inkarın ve şiddetli bir gazâbın delilidir. “Hakkı” yani Kur'ân'ı ya da peygamberlikle ilgili herşeyi, demektir. Hak kendilerine geldiğinde onun bir benzerini getirmekten âciz kaldılar. Ve “Bu hak ancak apaçık bir büyüdür.” dediler. Onun sihir olduğuna hükmettiler. Sonra da onun apaçık olduğuna ve onun hakkında düşünen her akıllının onu sihir olarak isimlendireceğine hükmettiler.

42

Bugün birinizin diğerinize bir fayda ya da bir zarar vermeye gücü yetmez. Biz haksız davranıp zâlim olanlara “yalanlamakta olduğunuz ateş azâbını tadın” diyeceğiz.

Çünkü o gün emir sadece Allah'a (celle celâlühü) âittir. O günde hiç kimse hiç kimseye menfaat ve zarar veremez. Çünkü o yurt, sevap ve azâb yurdudur. Sevap veren de azap eden de Allah'tır (celle celâlühü). Onların hâli, sorumluluk yurdu olan dünyadaki hallerinin zıddıdır. Çünkü orada insanlar, sebest bırakılmışlardır. Birbirlerine zarar ve menfaat verirler. Kastolunan; o günde ondan başka zarar ve menfaat verecek hiç kimsenin olmayacağıdır.

Daha sonra, ibâdeti yapılması gerekenden başkasına yapmak suretiyle zulmeden zalimlere, “dünyada iken yalanlamakta olduğunuz ateş azâbını tadın” diyeceğiz sözüyle zalimlerin akıbetini zikretti. (.......) , (.......) üzerine atfediîmiştir.

43

Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: “Bu, sizi babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Bu (Kur'ân) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir.” Hak kendilerine geldiğinde hakkı inkâr edenler: “Bu apaçık bir büyüdür, başka bir şey değildir” dediler.

Onlara Kur'ân açık açık okunduğunda müşrikler: “Bu Muhammed, sizi babalarınızın taptığı şeylerden çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Bu Kur'ân da uydurulmuş yalandan başkası değildir. “dediler.

(.......) dedi sözü, “dediler” manasınadır. “Dedi” şeklinde ifade edilmesi büyük bir inkarın ve şiddetli bir gazâbın delilidir. “Hakkı” yani Kur'anı ya da peygamberlikle ilgili herşeyi, demektir. Hak kendilerine geldiğinde onun bir benzerini getirmekten âciz kaldılar. Ve “Bu hak ancak apaçık bir büyüdür.” dediler. Onun sihir olduğuna hükmettiler. Sonra da onun apaçık olduğunu ve onun hakkında düşünen her akıllının onu sihir olarak isimlendireceğine hükmettiler.

44

Hâlbuki biz onlara öyle (okuyup) ders alacakları kitaplar vermediğimiz gibi, senden önce onlara bir uyarıcı (peygamber) da göndermemiştik.

Mekke müşriklerine, içinde şirkin doğruluğuna dair delil bulunan, okuyacakları kitaplar vermedik. Ve onlara şirk koşmamaları için azapla korkutan bir uyarıcı daha önce göndermedik.

45

Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) inkâr etmişlerdi. Bunlar, öbürlerine verdiklerimizin onda birine erişmemişlerdir. (Böyle iken) öncekiler peygamberlerini yalanladılar ama benim de inkârım nasıl oldu.

Daha sonra “onlardan öncekiler de yalanlamıştı” sözüyle, onları yalanlamaları hususunda tehdit etti.

Yani, onlardan önce gelen, geçmiş ümmetler ve geçip gitmiş nesiller peygamberlerini, onların yalanlaması gibi yalanlamışlardı. Mekke halkı, uzun ömür, beden kuvveti, mal ve evlat çokluğu yönünden öncekilere verilenlerin onda birine bile ulaşamamıştır. Böyle iken peygamberlerimi yalanladılar. Ama benim de önceki yalanlayalanlara karşı inkanın nasıl oldu! O hâlde onun benzerini yapmaktan sakınsınlar.

Ya'kûb'a göre vasıl hâlinde de vakıf hâlinde de (.......) kelimesi (.......) iledir.

Yani, “Onlar peygamberlerini yalanladıklarında mahvetmek suretiyle inkarım onlara geldi. Korumalarla korunmaları kendilerine fayda vermedi. Ya bunların hâli ne olacak?” sözünün manası “onlardan öncekiler de yalanlama fiilini işlemişler ve ona yönelmişlerdi” şeklinde olunca, peygamberlerin yalanlanması, bu yalanlama fiilini işlemelerinden kaynaklanmış olacaktır. Bu, “Faları, küfre yöneldi ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)fi inkâr etti.” şeklinde söyleyenin sözü gibidir.

46

De ki: “Size bir şeyi öğütleyeyim. Allah için ikişer ikişer ve teker teker durup düşününüz! Arkadaşırıızda delilikten eser yoktur. O çetin bir azâbın arefesinde sizin için bir uyarıcıdır.

“Bir şeyi” yani bir hasleti, demektir. Onu (.......) onun atfı beyanı olarak “durup “sözüyle açıkladı. Onun yani (.......) nun bedel olduğu da söylendi. Her iki duruma göre o, mahallen mecrûrdur. Denildi ki:

“O, (.......) (o durmanızdır) takdirine göre mahallen merfûdur. Kastediyorum'takdirine göre de mahallen mensûbtur.”

“Durup” kelimesiyle, Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in meclisinden kalkmaları ve onun yanında topluluklarından uzaklaşmaları kastedilmiştir. Ya da bu, bir şeye karşı niyetin oluşmasıdır. Ayağa kalkılması ve dikilinmesi değil. Mana şudur:

“Size bir şeyi öğreteyim, eğer onu yaparsanız hakka isabet etmiş ve kurtulmuş olursunuz. O da, hamiyyet ve asabiyyet için değil, Bilâkis sadece Allah rızası için, hakkın talebi için ikişer ikişer ve teker teker durmanız ve bundan sonra Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in işi ve getirdiği şeyler hususunda düşünmenizdir. İki kişiye gelince, ikisi düşünür, ve herbiri düşüncesini arkadaşına arzeder. Ona doğru ve insaflı bir bakışla bakarlar. Sonunda bu doğru bakış onları hakka götürür. Aynı şekilde tek kişi de kendi başına adalet ve insaf ölçülerine göre düşünür ve fikrini akıl terazisine vurur.”

Onların “İkişer ikişer” ve “teker teker” diye ayrılmalarının manası şudur: Kalabalık kişilerin toplarıtısı, zihni bularıdıran, basiret nurunu körleten ve düşünceden alıkoyan şeylerdendir. Orada insaf az, haksızlık çok olur. Taassup gürültüsü yayılır. Ve ancak hakim görüş dinlenir.

(.......) kelimesi (.......) üzerine atfediîmiştir. “Arkadaşırıızda” yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de delilikten eser yoktur. Mana şudur: “Sonra düşünün ve arkadaşırıızda delilikten eser olmadığını görün.” “Çetin azap “ise âhiret azâbıdır.

çetin bir azâbın arefesinde” âyetinin üslubu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’inkıyametin arefesinde gönderildim” hadisinin üslubu gibidir. Daha sonra şu sözüyle uyan için hiçbir ücret istemediğini açıklamıştır.

47

De ki: “Ben sizden bir ücret istemişsem o sizin olsun. Benim ücretim yalnız Allah'a âittir. O, herşeye şâhittir.”

İkazımı ve risâleti tebliğim için sizden bir şey istemişsem, o sizin olsun.

o sizin olsun” şartın cezâsıdır. Takdiri; “ücret olarak sizden hangi şeyi istemişsem” şeklindedir.

Allah, insanlara herhangi bir rahmet (kapısı) açarsa onu kimse tutup (kapat)amaz.” Fâtır, 2. âyetinde olduğu gibi.

Bunun manası: Vasıtasız (karşılıksız) olarak ücret istenmemesidir. Bu “Bunda benim için ne varsa senin olsun “sözü gibidir.

Yani, onda hiçbir şey yok, demektir.

Medine ve Şam kırâati ile Ebû Bekir ve Hafs'a göre (.......) şeklindedir. Diğerlerine göre ise (.......) nin sukûnüyladır. O, herşeye şâhittir. Dolayısıyla da sizin uyanlmamz ve sizin O'na çağrılmanız için ancak O'ndan ücret istediğimi bilin.

48

Her türlü gizliyi noksansız bilen Rabbim, hakkı (peygamberliği) yerine koyar.

“Hakkı” yani vahyi, demektir.

(.......); ok ve benzerinin kasıtlı bir şekilde atılması, gönderilmesidir.

İlka etmek, salmak manası içinde istiâre olarak kullanılır.

“Onların kalplerine korku saldı.” Ahzâb, 26; Haşr, 2.

“O onu sandığa koy.” Ta-Ha, 39. Âyetleri bundandır.

“Hakkı yerine koyar... “cümlesinin manası; “Onu, peygamberlerine ilka eder, indirir” şeklindedir. Ya da onu, “Batılın üzerine atar da o, onun beynini parçalar, onu yok eder” , şeklindedir.

(.......) deki, zamîrden bedel olarak ya da hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak merfûdur.

49

De ki: “Hak geldi. Artık bâtıl ne bir şey ortaya çıkarabilir, ne de geri getirebilir.”

“Hak” , 'İslam ve Kur'ân' demektir. Bâtıl zail oldu, yok oldu. Çünkü birşeyi yoktan var etmek ve tekrardan vücûdu getirmek hay (diri) olan Allah'ın sıfatlarındandır. Bu ikisinin yokluğu helâk demektir. Manası; 'Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti.” şeklindedir.

“Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti” İsrâ', 18. âyetinde olduğu gibi.

İbni Mesud (radıyallahü anh) den şöyle rivâyet edilmiştir.

“Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) etrafında putlar olduğu hâlde Kâ'be'ye girdi. Yanındaki bir değnekle onları dürtüyor ve Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zira bâtıl gidicidir'diyordu.”

“Bâtıl, putlardır” denildi. Yine:

“Bâtıl, şeytandır. Çünkü batılın sâhibi odur.” Ya da:

“O, yok olucudur. Yok olduğunda ona (.......) helâk oldu fiilinden gelen (.......) şeytan denildiği gibi.”

Yani; “Ne şeytan, ne de putlar hiçbir kimseyi yaratamazlar. Hiçbir kimseyi tekrardan diriltemezler. Yoktan var eden ve dirilten ancak Allah'tır.” Onlar:

“Sen babalarının dinini terketmek suretiyle sapıttın.” dediklerinde Allah'u Teala şöyle buyurdu:

50

De ki: “Eğer (haktan) saparsam, kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer doğru yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği (Kur'ân) sayesindedir. Şüphesiz ki o, yakındır, işitendir.

Eğer haktan saparsam kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer saparsam bu, bendendir ve benim aleyhimedir. Eğer doğru yolu bulursam bu da, Rabbimin, beni, vahiyle doğru yola yöneltmesi sayesindedir. Karşılaştırmaya göre kıyas: “Eğer doğru yolu bulursam bu, onun (nefsimin) lehinedir.” şeklinde denilmesiydi.

“Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur. Kim de doğruluktan saparsa kendi zararına sapmış olur,” Zümer,41. âyetinde olduğu gibi.

Ancak bu ikisi mana olarak birbirini karşılamaktadır. Çünkü nefsin aleyhine olan ve nefse zarar veren herşey kendindendir, kendi sebebiyledir. Çünkü o, kötülüğü emreder. Onun lehine olan faydalı şeyler ise Rabbinin hidâyeti ve tevfiki iledir. Bu, her mükellef için genel hükümdür. Çünkü Allah (celle celâlühü), peygamberine onu, nefsine isnad etmesini emretti. Mevkiinin yüceliğine ve yaşayışının düzgünlüğüne rağmen peygamber bile bu hükmün altına giriyorsa, ondan başkalan haydi haydi girer. O, size dediğim şeyleri bilir. Ve o, bana ve size yakındır. Bana da karşılığımı verecektir, size de.

51

(Ey Resûlüm Muhammed!) Telaşa düştükleri zaman onları bir görsen! Hiç kaçacak yerleri yoktur. Yakın bir yerden yakalanmışlardır.

(.......) nm cevabı hazfedilmiştir. Takdiri; “Büyük bir iş ve korku veren bir durum görecektin “, şeklindedir. Telaşa düştükleri diriliş anında ya da ölüm anında ya da Bedir gününde onları bir görsen “Kaçacak yerleri yoktur”

Yani kaçacakları yer yoktur. Ya da ondan kaçışları kurtuluşları yoktur, demektir.

(.......) üzerine atıftır.

Yani telaşlandıkları ve yakalandıklarında onları bir görsen. Kaçacakları yerleri yoktur. Ya da telaşlandıklarından kaçamadılar, yakalandılar manasına kaçışları yoktur, demektir.

“Yakın bir yerden yakalandılar.” yani diri İtildiklerinde, mahşer yerinden cehenneme ya da öldüklerinde, yeryüzünün üstünden altına ya da Bedir sahrasından kuyuya alındılar.

52

(İş işten geçtikten sonra) ona (Muhammed'e) inandık dediler. Ama uzak yerden (ta dünyadan) îmana kavuşmak onlar için nasıl mümkün olur?

Azâbı gördüklerinde ona yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) a ya da Allah'a (celle celâlühü) inandık derler.

“O'na” şeklinde zamîrle getirmesi “arkadaşırıızda delilikten eser yoktur” âyetinde zikri geçtiği içindir.

(.......), ete geçirmek demektir, yani, “Kendilerinden uzaklaştığı hâlde tevbeyi nasıl ele geçirecekler? “demektir. Bununla, tevbenin, dünyada iken onlardan kabul olunduğunu, ancak dünyanın da çekip gittiğini ve âhiretten uzaklaştığını kastediyor. Denildi ki:

“Bu, onların olmayacak birşeyi istemeleri ile ilgili bir temsildir. O olmayacak şey de; dünyada iken îman eden mü'minlerin imanının fayda verdiği gibi, bu vakitte ki imanlarının kendilerine fayda vermesidir. Allah (celle celâlühü), onların hâlini, birşeyi, kol mesafesinden alanın aldığı gibi, ok atımı mesafeden almak isteyenin haline benzetti.”

Ebû Amr'a ve Hafsm dışındaki Kufe'lilere göre (.......) ile (.......) şeklindedir. (.......) kılındı. Çünkü her ötreli (.......) ın ötresi, lazimedir. Dilersen onu (.......) ye çevirirsin, dilersen çevirmezsin.

(.......) sözünde olduğu gibi. İstersen bunu (.......) şeklinde de söyleyebilirsin. Sa'leb'ten şöyle rivâyet edilmiştir:

(.......) kelimesi, (.......) ile olduğunda, uzaktan almak, (.......) siz olduğunda ise, yakından almak, demektir.

53

Hâlbuki daha önce onu (Hazret-i Muhammed'i ve azâb'a) inkâr etmişlerdi. Gayba uzak bir yerden atıp tutuyorlardı.

“Daha önce... “yani, azaptan önce ya da dünyada iken, demektir.

(.......) geçmiş halin hikâyesi olarak (.......) üzerine atfedilmiştir.

Yani, gayb hakkında konuşuyorlardı, ya da gaybe âit işleri konuşuyorlardı.'“Diriliş, hesap, cennet ve cehennem yoktur'diyorlardıdemektir.

“Uzak bir yerden... “yani, doğruluktan uzak ya da haktan hakikatten uzak demektir. Ya da o, onların Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında “şairdir, büyücüdür, yalancıdır” şeklinde söyledikleri sözüdür. Bu, gayb hususunda ve gizli bir iş hususunda konuşmaktır. Çünkü onlar ondan ne sihir, ne şiir ve ne de yalan işitmiş, görmüşlerdir. Onun haline en uzak bir cihetten gayba girdiler. Çünkü onun getirdiklerine en uzak olan şey sihir ve şiirdir. Alışkanlıkları ile ilgili olarak, onlar arasında bileneni ve tecrübe edileni onun, en uzak olduğu şeyin yalan olduğudur.

Ebû Amr'dan yapılan rivâyete göre (.......) şeklinde meçhuldür.

Yani, onu onlara şeytanları getiriyor ve onu, onlara onlar telkin ediyor. Dilersen onu (.......) cümlesine bağla.

Allah'u Teala, dünyada iken kazanmadıkları îmanı, âhirette “İnandık “demek suretiyle kazanmak istemeleri hususunda onlara temsil getirdi. Bu, uzaktan atan kişi için imkansız bir konudur. Çünkü kendisine gaib ve uzak olduğu için, o hususa isabet ettirilmek istenen zannın ulaşması mümkün değildir. (.......) deki zamîrin “çetin bir azâbın arefesinde..” âyetindeki (.......) âit olması mümkündür.

Âhiret işini dünya işine kıyas ederek, “Eğer iş sizin dediğiniz gibi, kıyametin kopacağı cezâlarıdırma ve mükafatlarıdırma olacağı şekilde oba bile, biz, azâba maruz kalmayacağız. Çünkü biz, Allah katında bize azap etmeyeceği kadar üstünüz” dediler. Gayb olduğu hâlde ve ona, uzak bir cihetten atıp tuttukları hâlde, onların gaybla ilgili atıp tuttuğu şeydir. Çünkü mükâfat ve cezâ yurdu, teklif yurduna kıyas olunmaz.

54

Artık kendileriyle, arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir. Tıpkı bundan önce benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü onlar, kendilerini endişeye düşüren bir korku içindeydiler.

O gün, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir. Arzu ettikleri şeyi imanın fayda vermesi, onunla cehennemden kurtuluş ve cennetin kazanılmasıdır. Ya da:

“Bizi geri döndür de sâlih ameller isleyelim.” âyetinde hikâye edildiği gibi dünyaya geri döndürülmeîeridir.

(.......) ve (.......) fullerinin hepsi, Allah (celle celâlühü) katında meydana gelişleri sabit olduğundan mazi olarak geldiler. Ancak bunlarla kastedilen gelecektir.

“Benzerlerineyapıldığı gibi... “yani benzerleri olan kafirlere yapıldığı gibi, demektir. Onlar, peygamberleri işi ve diriliş hakkında kendilerini şüpheye düşüren bir korku içindeydiler.

(.......), birini şüpheye düşürdüğünde kullanılan “Onu şüpheye düşürdü. “babından gelmektedir. Bu:

Allah, şüphe üzerine (şüphe ile amel edene) azap etmez.” şeklinde mü’minlere karşı bir cevaptır. Allah (celle celâlühü) en iyi bilendir.

0 ﴿