FUSSİLET SÛRESİ

Mushaf'taki sıralanaya göre 41. suredir. Sûre Mekke'de inmiştir. 54. ayetten ibârettir. Bu surenin bir ismi da Secde Sûresi'dir. Sureye başka isimler de verilmiştir. Fussılet Sûresi, Gafir-Mü'min Sûresi'nden sonra ve Zuhruf Sûresi'nden önce nâzil olmuştur. Nüzul sırasına göre Kur'ân'ı Kerîm'in 61. süresidir.

Sûre ismini üçüncü âyette geçen ve Kur'ân âyetlerini niteleyen “fussılet” ifadesinden almıştır. Fussılet, kelimesi, “genişçe açıklandı” demektir. Sûre, ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi “Hâ - Mim es-Secde” diye de anılır.

Surede başlıca hakka davet, batılda ısrar edenlerin uyarılması, vahyin insanlar üzerindeki ahlâki ve manevi etkileri konu edilmektedir.

1

“Hâ-Mîm.”

Eğer harflerden oluşan bu âyeti, surenin ismi olarak kabul edersek, o takdirde mübteda olur.

2

“Bu Kur'ân, Rahmân ve Rahîm olan Allah'tan indirilmedir.”

Bu âyetin başında yer alan (.......) kelimesi de birinci âyette surenin ismi olarak mübteda kabul ettiğimiz (.......) in haberi olur. Eğer, bu birinci âyetin harf sayılarından oluştuğunu kabul edersek, o takdirde, (.......) kelimesi mahzûf bir mübtedanın haberi olur. Üçüncü âyetin başıda yer alan (.......) kelimesi de, ikinci âyetin başında yer alan (.......) kelimesinden bedeldir.

Ya da ilk haberden - yüklemden sonra ikinci bir haberdir veya mahzûf bir mübtedanın haberidir.

Yahut da, (.......) kelimesi, (.......) kavlinden mübtedadır. (.......) kelimesi ise, onun sıfatı, (.......) kavli de onun haberidir.

3

“Bu, bilen bir toplum için Arapça bir Kur'ân olarak âyetleri genişçe açıklanmış bir kitaptır.”

Bu âyette geçen (.......) kelimesi, değişik hükümleri içeren manada birçok detayları ihtiva eden şey genişçe olarak açıklandı, demektir ki, bunlar da Kur'ân'da yer alan ahkâm, darbı meseller, örneklemeler, öğütler, vaatler, tehdit ve uyarılar ile daha nice şeylerin açıklanması anlamındadır.

“Arapça bir Kur'ân” manasında olan (.......) kavli, ihtisas ve medih üzere mensûbtur.

Yani: “Oldukça detaylı olan bu Kitap ile murat ettiğim şey, şu ve şu nitelikleri taşıyan (Bir Kur'ân'dır.)

Ya da hâl olarak mensûb kılınmıştır. Buna göre de mana şöyle olmaktadır:

“Bu, Arapça bir Kur'ân olduğu hâlde, bilen bir toplum için âyetleri genişçe açıklanmış olan bir kitaptır.”

Burada bilen toplumdan kasıt Arap olan bir toplum olup, onlar kendilerine genişçe âyetler hâlinde inen bu gerçekleri biliyorlardı. Ki, her şeyi onların Arapça olan dilleriyle açıklamaktadır.

Âyette geçen (.......) kavlindeki (.......) harfi, ya (.......) veya (.......) kelimelerine taallûk etmektedir.

Yani: “Bu, onlar için Allah tarafından indirilmiştir” ya da: “Âyetleri onlar için gayet genişçe olarak anlatılmıştır” demektir.

Burada en doğru olan husus, bunun makabli ile mabadı gibi sıfat olmasıdır.

Yani: “Arap olan bir topluma, Arapça bir Kur'ân olarak indirdik” demektir.

4

“Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirmiştir. Artık onlar işitmezler.”

(.......) kelimeleri, Kur'ân'a âit iki sıfattırlar.

Yani kabul etmezler. Bu ifade âdeta “Filân kimseden şefâatçilik etmesini istedim, sözümü duymazdan geldi” ifadesine benzer. Halbuki bu, “sözümü işitti, ama hala kabul etmiş değil ve gereğini de yerine getiriyor değildir.” Böyie olunca da, âdeta söyleneni hiç işitmemiş gibi davranmaktadır.

5

Dediler ki: “Ey Resûlüm Muhammed!'Bizi çağırdığın şeye Tevhide karşı'kalplerimiz örtüler içerisindedir, kulaklarınıızda bir ağırlık, seninle bizim aramızda da bir perde vardır. O hâlde sen (istediğini) yap, şüphesiz biz de (istediğimizi) yapacağız.”

Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur ve örtüler, perdeler manasınadır.

“Kulaklarınıızda -senin bize söylediklerini işitmemize engel olan-” bir ağırlık, seninle bizim aramızda da bir perde vardır.” Aslında bu örnekler, temsili -manada olan örneklerdir. Çünkü bu kimselerin hakkı kabul etmekten, hakkın gösterdiği doğrultuda tevhid inancım yaşamaktan ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Sanki bunların kalpleri kılıflar ve örtüler içerisindedir de, buraya hakkın ve tevhid inancının nüfuz etmesini engelliyor gibidir. Kulaklarını hakkı duymaktan engellemiş, âdeta sağır imiş gibiler hale getirmiştir. Böylece sözkdrmsu iki görüş ve kavrayışın, iki tür din anlayışının birbirlerinden olan uzaklıkları, âdeta hiçbir zaman buluşamayacaklarını ifade eden bir vakıadır. Sanki bunların dava edindikleri, savundukları şey ve üzerinde oldukları inanç ile Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile onun dava edindikleri şey arasında bir perde, bir engel varmış gibidir. Sanki aralarında dağlardan oluşan bir engel varmış veya benzer bir mani varmış gibi, birinin ötekisiyle kavuşmasına ya da birinin diğerini görmesine engel oluyor gibidir.

“O hâlde sen -istediğini yap, inancına ve dinine göre amel et. Bu çerçevede ne istersen onu- yap, şüphesiz biz de -dinimize ve inancımıza göre istediğimizi- yapacağız.”

Ya da: “Sen bizim inancımızı ortadan kaldırmak, iptal etmek için elinden geleni yap, biz de senin işini, davam elimizden geldiğince iptal etmeye, geçersiz kılmaya çalışacağız” demektir.

Âyette geçen (.......) kavlindeki (.......) cer edatının ziyade edilişindeki fayda şunu'belirtiyor: “Perdeleme, engel ister önce bizden başlamış olsun, ister bu engelleme önce senden gelmiş olsun, inancımızda herhangi bir değişme olmayacaktır. Sözkonusu olan orta mesafe ya da aralık ister bizim tarafımızdan olsun, ister senin tarafından olsun, örtü ile tamamen kaplanmış, çevresi sarılmış vaziyettedir. Orada herhangi bir boşluk da yoktur.”

-Eğer; “Bizimle senin aranda hicap var, örtü bulunmaktadır” denmiş olsaydı, bu takdirde mana şöyle olurdu: “Hicap ve engel iki tarafında ortasındadır, engel tam orta yerdedir.” demek olurdu.

6

De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık O'na yönelin ve O'ndan bağışlanma dileyin. Allah'a ortak koşanların vay hâline!”

Müşriklerin, “Kalplerimiz örtüler içerisindedir” ifadesine karşılık verilen cevap: “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Fakat bana ilâhınızın yalnızca bir tek ilâh olduğu vahyediliyor” kavlidir. Bunun açıklaması ve tefsiru şöyledir:

Resûlüllah onlara dedi ki: “Ben bir melek değilim. Ben de sadece sizin gibi bir beşerim, bir insanım. Sizden farkım, bana sadece vahyin gelmesidir. Benim size peygamber olarak gönderildiğimin doğruluğu vahiyle sabittir. Ben, bir beşerim, bir insanım. Mademki benim peygamber olduğum sahih ve gerçekti, sizin de bana uymanız, tabi olmanız farzdır. Çünkü sizin'ilahınız bir tek ilahtır.”

“Artık -Tevhid inancına bağlı kalarak ona dönünün. Hiç sağa sola sapmadan samimi ve ihlâs ile kulluğunuzu Allah (celle celâlühü) a yapın. Birtakım kimseleri veliler ve şefâatçiler, aracılar edinerek şeytanın sizi saptırdığı, size gösterdiği yollara sapmayın, ona aldanmayın ve- “O'na yönelin ve -şirk koşmaktan ötürü- O'ndan bağışlanma dileyin. Allah'a ortak koşanların vay hâline!”

7

Onlar zekâtı vermeyen kimselerdir. Onlar âhireti de inkâr ederler.

“Onlar zekâtı vermeyen -zekâtın farz olduğuna inanmayan ve bu nedenle de zekât vermeyen- kimselerdir.” Ya da kendilerini arındıracak olan şeyleri yapmıyorlar. Kaldı ki kendilerini arındıracak olan şey de îman etmeleridir. “Onlar âhireti -öldükten sonra yeniden dirilmeyi, sevabı ve ikabı, cezâlarıdırılmayı- de inkâr ederler.”

Âyette zekât ile ilgili konunun kâfirlikle bir arada zikredilmesi ise, şu sebeptendir. İnsan için en sevdiği şey malıdır. Mal, onun ruhunun öz kardeşidir, öteki yarısıdır ya da mal canın yongasıdır. Kişi, eğer malını Allah (celle celâlühü) yolunda harcarsa, bu, onun istikamet üzere olduğunda, doğru yolda olduğuna en büyük delil ve delildir.. Niyetinin samimiliğini ve dürüstlüğünü gösterir. Kalbinin safliğinı ve arıliğinı ortaya koyar. İçinde herhangi bir aldatmanın, bir dalaverenin yer almadığını ifade eder. Çünkü kalpleri İslam'a ısmdırılanlar, sadece ağızlarındaki kırıntıları yalanakla aldanırlar. Nitekim Hanif oğullarının irtidat etmeleri, dinden dönme sebepleri, zekât vermemekte direnmeleri olmuştur. Bu nedenle bu noktaya dikkat çekiliyor.

Burada aynı zamanda mü'minleri, zekât vermeye teşvik manası olduğu gibi, zekât vermeye engel olmaya, olanlara karşı da çok şiddetli bir korkutma ve tehdit ifadesi yer almaktadır.

8

“Şüphesiz îman edip sâlih ameller işleyenler için ise kesintisiz bir mükâfat vardır.”

Denildiğine göre bu âyet, hasta olanlar veya yatalak durumda bulunanlar, yaşlılar, ibâdet ve taat görevlerini yerine getirmede güçleri yetersiz olanlar hakkındadır. Bunlar için de ecirleri, âdeta o görevlerini yaparcasına ve yapmışçasına verilecek ve defterlerine öylece yazılacaktır.

Yani sağlıklı hâlde iken nasıl yazılacak idiyse, hastalık ve benzeri durumlarda da aynen yazılmaya devam edecektir.

9

De ki: “Siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.”

“De ki: Siz mi yeri iki günde'-y mi Pazar ve Pazartesi günlerinde-'yaratanı inkâr ediyor.,.'Burada Rabbimizin “İki günde” ifadesine yer vermesi, acele etmemeyi, her işi teenniyle yapmayı kullarına öğretmesi içindir. Yoksa Yüce Allah, dilese herhangi bir şeyi veya fiili anında yaratır. Bunda asla kuşkuya yer yoktur've O'na ortaklar'-denk ilâhlar-” koşuyorsunuz?'O,” -yani daha önce belirtilen şeyleri yaratan Allah (celle celâlühü) âlemlerin -tüm var edilen mevcudatın- Rabbidir,” efendisidir, onları yetiştiren, var eden mürebbisidir.

10

O, yeryüzünde yükselen sabit dağlar dikti, orada bolluk ve bereket meydana getirdi ve orada arayanların ihtiyaçlarını gidermeleri için eşit olarak tam dört günde gıdalar takdir etti.

“O, yeryüzünde yükselen sabit dağlar dikti,..” Yüce Allah'ın dağları yeryüzünde dikmesini tercih sebebi, böylece dağlardan sağlarıacak olan yararların, arayanlar için açıkça ortaya çıksın ve gözüksün, diyedir. Böylece gerek yeryüzü olsun ve gerekse dağlar olsun, ağırlık üzerine ağırlık olduğunu görsünler istemiştir. Çünkü her biri, ayrı ayrı kendilerini ayakta tutacak ve durduracak bir şeye muhtaçtırlar. Elbet ki hepsini de ayakta tutan da Azîz ve Celil olan yüce Allah'tır (celle celâlühü).

“Orada -yani yeryüzünde su, yağmur, ziraatçılık, ağaç ve meyveleriyle- bolluk ve bereket meydana getirdi -bir başka tefsire göre ise orada bolluk, bereket ve hayrı artırdı- ve orada arayanların ihtiyaçlarını gidermeleri için -aile ve bireylerinin azıklarını sağlamaları, maişetlerini temin etmeleri, kendilerine yarayacak olan iş ve hizmetlerini yürütebilmeleri için- “eşit olarak tam dört günde gıdalar takdir etti.”

İbn Mesud (radıyallahü anh) bu âyette geçen (.......) kavlini, (.......) &ye okumuştur. Mana olarak: “Yeryüzünde azıklarını taksim etti, bölüştürdü, paylarını ayırdı” gibi manalara gelir.

Âyette yer alan “dört günde” kavli, yani kalan dört günde demektir. Çünkü açıklamada yer alan (.......) kelimesi, geçen iki güne ilaveten, o iki güne ek olarak kalan dört günde de bunları takdir etti, demektir. Çünkü daha önce geçen âyette, yeri iki günde, iki evrede, iki zaman diliminde yarattı, ifadesi geçmişti. Burada da dört gün ilavesiyle tamamı altı gün yani dönem, evre ve zaman dilimi gibi, mahiyetini ancak yüce Allah'ın (celle celâlühü) bildiği bir zaman diliminde yarattı, demektir.

Meselâ: “Basra'dan Bağdat'a on gün yürüdüm, Kufe'ye varışım ise on beş gün oIdu.” denildiğinde bu, “Ben Basra'dan Bağdat'a, on günde ulaştım, Bağdat'tan da Kufe'ye beş günde vardım ki, toplam on beş gün eder.” demektir. İşte âyette geçen anlatım tarzı da böyle bir anlatımdır.

Çünkü mutlaka meselenin böyle değerlendirilmesi ve takdiri gerekir. Aksi takdirde eğer ilk bakışta görüldüğü gibi bir değerlendirilmeye gidilseydi, o takdirde günler sekize çıkardı. Çünkü Yüce Allah, “Yeryüzünü iki günde yarattı” diye bir önceki âyette buyurmuş, daha sonra da bu âyette de “Onların gıdalarını tam dört günde takdir etti” diye buyurmuştur. Bundan sonra da gelecek olan 12. âyette de: “Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı” diye buyurmuş ki bu, Kur'ân’ın birkaç sûresinde birkaç defa yer alan “Altı günde yarattı” ifadesinin hilafına olan bir ifadedir.

Bir hadiste şöyle buyruimuştur: “Şüphesiz Allah, yeryüzünü Pazar ve Pazartesi günlerinde, dağları Salı gününde, Ağaçları (ormanlıkları), suyu, uygarlıkları ve harabeleri, yıkımları da Çarşamba gününde yaratmıştır. Bunların tamamı dört gün eder. Perşembe günü göğü yaratmış ve Cuma günü de yıldızları, gezegenleri, güneşi, ayı, melekleri yaratmış, Cuma gününün son anında da Hazret-i Âdem'i yaratmıştır.” Müslim, H: 789; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/327.

Söylenenlere göre, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)’in yaratıldığı saat, aynı zamanda kıyametin de kopacağı andır.

Âyette geçen (.......) kelimesini, Ya'kûb, bunu (.......) kelimesinin sıfatı olarak kabul ettiğinden dolayı, kelimeyi (.......) olarak okumuştur. Buna göre mana şöyle olmaktadır: “Eşit olan tam dört günde.”

Yezid ise bu kelimeyi: (.......) diye okumuştur. Bu da:

Yani o günler eşit olan günlerdir” demektir. Ya'kûb ve Yezid dışında kalanlar ise

kelimeyi mastar olarak okuyup değerlendirmişlerdir.

Yani bu durumda: “gözetilen bir eşitlikle eşit olarak yarattı” demektir.

Yani aynı uygunlukta demektir.

Kimileri de (.......) kelimesini, (.......) kelimesine hâl olarak değerlendirmişlerdir. Bu da (.......) fiiline mütealliktir.

Yani o günlerde, arayanlar için, ihtiyaç duyanlar için onların rızıklarını, gıdalarını yarattı. Çünkü her yaratıları mutlaka bir rızık ister ve onu sorar, demektir.

Ya da burada bir mahzûf kelime vardır. Sanki şöyle denir gibidir, böyle bir hasr ve özet ifadeyle, “yeryüzü ve içinde bulunanlar kaç günde yaratıldı?” diye soranlar için özlü bir anlatım olmaktadır.

11

Sonra duman hâlinde bulunan göğe yöneldi; ona ve yeryüzüne, “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedi. İkisi de, “İsteyerek geldik” dediler.

Bu sözler, Yüce Allah'ın göğü yaratmasını murat etmesi ile ilgili olarak mecâzî bir anlatımdır. Nitekim Araplar konuşmalarında bu tarz ifadelere yer verirler. Meselâ: (.......) dediklerinde, bununla şunu demek isterler: “O ilk şeyi tamamladı, ikincisine başladı.”

Burada da ayetten anlaşıları şudur: Allah yeryüzünü yarattıktan sonra bu defa göğü yarattı.” Nitekim İbn Abbâs (radıyallahü anh) da âyeti böyle anlamıştır. İbn Abbâs (radıyallahü anh) tan rivâyete göre demiş ki:

Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey, bir cevher-öz olup uzunluğu ile genişliği, on bin yıllık bir yol mesafesi içersinde, binyıllık bir yol mesafesindedir. Yüce Allah o cevhere şöyle heybetle bir nazar edip baktı, hemen erimeye ve rahatsız olmaya, titremeye başladı Daha sonra üzerine bir ateşin musallat olmasıyla kendisinden bir duman yükselmeye başladı. Su üzerinde bir köpük toplandı ve bu köpük sonunda yeryüzüne dönüştü, duman ise gök haline geldi.”

Yüce Allah'ın gök ile yere emredip, “her ikisinin de kendisine gelmelerini istemesi ve her ikisinin de bu emre uyarak gelmeleri” ifadesinin manası, Allah, her ikisinin de oluşmasını, meydana gelmesini onlardan istedi. Bunun üzerine gök ile yer bu emre karşı koymadan ve kaçınmadan hemen uydular. Allah (celle celâlühü) da o ikisini yani gök ile yeri istediği ve murat ettiği gibi buldu. Bu durumda yer ile gök, âdeta kendisine emir verilen itaatkâr bir memur gibi hareket ettiler. Çünkü bir memura, bir görev verilince itaatkâr olan memur onu derhal yerine getirir.

Âyette yeryüzü gök ile birlikte sözkonusu edildi ve Allah (celle celâlühü)’in “gel” emri, her ikisine birden verildi. Halbuki yeryüzü, gökyüzünden iki gün önce yaratılmıştı. Çünkü Allah (celle celâlühü) önce yeryüzünü yuvarlak olarak elips şeklinde yayıp döşeyerek yaratmamıştı, Allah (celle celâlühü) gökyüzünü de yarattıktan sonra yeryüzünü yayıp döşeyerek yuvarlak / elips şekline getirip yarattı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Ondan sonra da yerküreyi yuvarlayıp yayarak döşedi.” Nâziât, 30.

Buna göre âyetin manası şöyle olmaktadır: “Ey yer ile gök, size yakışan şekilde, olmanız gereken özellikte gelin. Ey yerküre! Sen yuvarlak hale gelerek yayılıp döşenerek üzerinde karar kılınacak ve üzerinde yaşamak durumunda olanlar, için bir karargâh ve yerleşim merkezi olabilecek şekle dönerek gel! Ey gök, sen de onların üstlerinde onlar için bir tavan görevi yaparak bir kubbe şekline gelerek onları koru.”

Âyette geçen “gelme” ifadesi, “meydana gelmek, vaki olmak” demektir. Nitekim bu senin: “İşini isteyerek yaptı” ifadene benzer bir ifade tarzıdır.

Yani onlar da isteyerek geldiler, demektir.

Yine âyette geçen “İsteyerek ya da istemeyerek” ifadesine gelince, Yüce Allah'ın (celle celâlühü) bu ikisi yani yer ile gök üzerindeki etkisini açıklamak içindir. Çünkü varlıkları Allah'ın (celle celâlühü) elinde bulunan bu iki şeyin, Allah'ın (celle celâlühü) emrinden kaçınmaları asla sözkonusu değildir. Böyle bir şey muhâldir, olamazdır. Çünkü bu durum tıpkı şu örneğe benzer. Düşün bir kez, emrinde çalışan bir kişi var ve sen ona: “Şu işi istesen de kaçsan da mutlaka yapacaksın “ve “İstesen de istemesen de mutlaka yerine getireceksin” diye söylemene benzer.

Her iki kelime de, “her ikisi de itâat ederek veya itâat etmeyerek” manasında olmak üzere hâl olarak mensûb kılınmışlardır. Âyette sözlü olarak, (.......) veya mana olarak, (.......) diye söylemedi. Çünkü gök bir tek gök olmayıp gökler manasınadır ve yer de bir tek yer olmayıp yerler manasınadır. Çünkü bunlar bir muhatap olarak ve kendilerinden cevap alınan şeyler olarak değerlendirildiğinde, bu manası itibariyle “İsteyerek ve istemeyerek” özellikleriyle nitelendiler. Gerçi, (.......) olarak gelmesi, aslında (.......) yerinde gelmişlerdir. Bu âdeta Yûsuf, Sûresi, 4. âyetinde geçen: (.......) / “Secde ediciler” kavli gibidir.

12

Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe kendi işini bildirdi. En yakın göğü kandillerle süsledik ve onu koruduk. İşte bu, mutlak güç sâhibi ve hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir.

“Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı”

Yani onları en sağlam bir şekilde var etti. Âyette geçen (.......) kavlindeki, (.......) zamîri, semâya yani göğe râcidir ve semâ' cins isimdir. Bu zamîrin aynı zamanda, “yedi gök” kavliyle tefsîr olunan mübhem bir zamîr olması ihtimali de vardır. İki nasb hâli arasındaki fark ise, birinci duruma göre hâl olarak mensûb olması, ikincisine göre ise (.......) kavlinden temyiz olarak mensûb kılınmasıdır. Sözkonusu iki gün ise Perşembe ile Cuma günleridir.

“Ve her göğe kendi işini bildirdi.”

Yani orada neler yapılacak, üzerinde neler işlenecekse, bunları bildirdi. Meleklerin yaratılmasından tutun da ateşin ve daha başka şeylerin yaratılmasına varana kadar, hepsi için gereken emri verdi. “En yakın göğü kandillerle -dünya semasını yıldızlarla- süsledik ve onu -yani o göğü de, oradan bilgi hırsızliğinı yapacak olanlara karşı yıldızlarla- koruduk. İşte bu, -asla yenilmeyen ve yenilmeyecek olan galip ve- mutlak güç sâhibi ve -her şeyi, her işin yerlerini- hakkıyla bilen Allah'ın takdiridir. “

13

Eğer yüz çevirirlerse, onlara de ki: “Ben sizi ad ve Semûd kavimlerini çarpan yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım.”

“Eğer -bütün bu gerçeklerden sonra îman etmekten- yüz çevirirlerse, onlara de ki: Ben sizi ad ve Semûd kavimlerini çarpan yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım.'“

Yani öylene gerçekleşecek olan şiddetli olacak bir azap ile korkuttum ki, âdeta yıldırımlar gibi şiddetli olacak bir azaptır o.

Âyette geçen “Saika” kelimesi, beraberinde ateş çıkan bir yıldırım, bir gök gürlemesi demektir. Çünkü bu yıldırım: “ad ve Semûd kavimlerini çarpan yıldırım gibi bir yıldırımdır.” İşte ben, sizi böyle bir azâba karşı uyarıp onunla korkuttum.

14

Hani onlara peygamberler önlerinden ve arkalanndan gelmiş, “Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin” demişlerdi. Onlar da, “Eğer Rabbimiz dileseydi melekleri (Peygamber olarak) indirirdi. Bu sebeple, biz sizinle gönderilenleri inkâr ediyoruz” demişlerdi.

“Hani -her taraftan- onlara peygamberler önlerinden ve arkalanndan gelmiş,... -aralarında, onları doğruya iletmek için her yolu denemişler ve fakat kavimlerinin onlara karşı tavır ve tutumları yüz çevirmek ve onlara karşı koymak olmuştur-

Hasen-ı Basrî'den (radıyallahü anh) rivâyete göre, peygamberleri, kavimlerine, onlardan önce geçen milletlerin ve toplumların peygamberlerine karşı gelmeleri ve hakkı inkârda ısrar etmeleri sebebiyle onların başlarına ne gibi cezâlar ve olaylar gelmişse, onlar da kendi kavimlerini bu gibi durumlardan haberdar etmişler, âhirette karşılaşacakları azâbı haber vermişler ama hiçbir uyarıları, onlara fayda etmemiştir.

Âyette geçen (.......) harfi, “ey” manasınadır veya şeddeli yani (.......) iken, hafifletilerek (.......) haline getirilmiştir. Bu itibarla aslı: (.......) demektir.

Yani: Allah'tan başkasına ibâdet etmeyin, demişlerdi.”

“Onlar da, -yani kavimleri de- Eğer Rabbimiz dikseydi melekleri -peygamber olarak- indirirdi -gönderirdi.-

Âyette geçen (.......) fiilinin mefulü mahzûftur.

İşte “Bu sebeple,'biz sizinle gönderilenleri inkâr ediyoruz'demişlerdi. “Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır:

“Mademki siz beşersiniz, insansınız, melek değilsiniz. Öyleyse biz, size de, sizin getirdiklerinize de îman etmeyiz.”

Yine âyette yer alan: “sizinle gönderilenleri” kavli, peygamber olarak gönderilmeyi ikrar eden bir ifade değildir. Bu, gönderilen peygamberlerin konuştukları üzerine söylenen bir ifadedir. Bu ifadenin altında aynı zamanda bir alaycılık ifadesi de yatmaktadır. Nitekim Fir'avun da alaycı bir eda ile Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) için kavmine ve adamlarına şöyle sesleniyor ve:

“Size gönderilen elçi gerçekten aklını yitirmiş bir delidir” Şuara, 27. diyordu.

Nitekim: “Bu sebeple, biz sizinle gönderilenleri inkâr ediyoruz” kavli, inanmayan o toplumların peygamberi Hazret-i Hûd'a, Hazret-i Sâlih'e (asm) ve diğer peygamberlere yönelik olarak söyledikleri sözdür. Çünkü sözkonusu bu peygamberler, kavimlerini, kendilerine îman etmeye davet ediyorlardı.

Rivâyete göre, Kureyş, içlerinde en iyi bir hatip ve konuşmacı olan Utbe b. Rebia'yı, kendisiyle görüşmesi için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e göndermişlerdi. O da gidip onunla konuşacak ve ondan sorduklarına karşılık nasıl bir cevap alacağını öğrenecekti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in, Hatim'de bulunduğu bir sırada yanma gider ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan her ne sormuşsa, sorduklarının cevaplarını alır. Konuşmasının sonunda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûreyi ona okumaya başlar ve nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da:

“Ben sizi ad ve Semûd kavimlerini çarpan yıldırım gibi bir yıldırıma karşı uyardım” mealindeki bu ayete kadar olan 13 âyeti okurken, buraya geldiğinde korkuya kapılır ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tan akrabalık adına merhamet dilenir ve elini Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ağzına kapatarak okumamasını ister. Üzerlerine Allah'tan (celle celâlühü) bir azap gelir korku ve heyecanıyla derhal oradan hızlıca uzaklaşır ve olan biteni Kureyş ileri gelenlerine haber verir ve şöyle konuşur:

- “Ben sihrin de, şiirin de ne olduğunu çok iyi bilirim. Allah adına yemin olsun ki Muhammed, ne bir büyücüdür, ne de bir şairdir.”

Bunun üzerine Kureyş ileri gelenleri:

- “Sen de sapıtıp dininden çıkmışsın. Bir kelime olsun, ondan anlayabildiğin bir şey olmadı mı?” diye tepkilerini gösterdiler. Bunun üzerine Utbe de onlara:

- “Hayır, ona verebilecek bir cevap bulamadım.” der. Bunun üzerine Osman b. Maz'un onlara:

- Allah adına yemin ederim ki, onun âlemlerin Rabbi olan Allah'tan olduğunu bilmelisiniz” diye konuşur.

Daha sonra da gelen ayetlerle ad ve Semûd kavimlerini çarpan yıldırımdan söz ederek Rabbimiz şöyle buyurdu:

15

Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.

“Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, -yani bulundukları yerde, içindeki toplumlarına karşı büyüklük taslamışlar ve hiç hak etmedikleri şekilde büyüklenmeye başlamışlardı. Bu ise kendilerini güçlü ve kuvvetli kabul etmeleri, çok büyük cürümler işlemeleri ve hiç hak etmedikleri hâlde yeryüzünde velayet yetkisine sahip olduklarını ileri sürerek yeryüzünü, bulundukları yerleri istila etmeye kalkışmaları olmuştu. Bu nedenle kendilerini yenecek hiçbir gücün olmadığını ileri sürüyorlardı. Nitekim bu nedenle-'bizden daha güçlü kim var'demişlerdi -Çünkü çok iri yarı yapılı kimselerdi, kemik yapılan gayet gelişmiş durumdaydı.

Hatta onların gücü ve kuvveti için şöyle derler: “Elleriyle dağdan kayalan koparıp çıkarırlardı.”

“Onlar, kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? -yani onlara, gerçeği âdeta görürcesine bildirecek ve öğretecek bir bilgiye sahip olmadılar mı? Halbuki Allah (celle celâlühü), onlardan daha güçlü ve her şeye kâdirdir. Hâlbuki o inkârcılar sadece birtakım şeylere kâdirdirler. Buna rağmen- Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.”

Bu cümle daha önce geçen (.......) kavline ma'tûftur.

Yani, “O inkâra olan toplumlar, bütün bunların hak ve gerçek olduğunu biliyorlar ama yine de inkâr etmekten geri durmuyorlar. Bunların durumları tıpkı, birisine emanet olarak bırakıları şeyi, sâhibi geldiğinde, ona karşı emaneti inkâr etmeleri gibidir.”

16

Biz de onlara dünya hayatında zillet azâbım tattırmak için o mutsuz kara günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Âhiret azâbı elbette daha rezil edicidir. Onlara yardım da edilmez.

“Biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o mutsuz kara -uğursuz- günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik.”

Âyette geçen (.......) kavli, dondurucu rüzgâr, şiddetli kasırga, şiddetli ve dondurucu soğukluğu ile her şeyi yakıp kavuran, estiğinde insanı çileden çıkaracak manada öterek ses çıkaran, içinde rahmet ve yağmur taşımayan kuru rüzgâr ve dondurucu ayaz demektir. Bir başka ifadeye göre bu rüzgârın batıdan esen kavurucu bir rüzgâr olduğudur.

(.......) kelimesi, (.......) kelimesinin tekrarıdır. Bu da soğuk, demektir.

Âyette geçen, (.......) kelimesini, Mekke ve Basra okulları ile Nâfi, (.......) olarak okumuştur. Kelime (.......) ve (.......) kelimesinin zıttı bir mana ifade eder.

(.......) kelimesine gelince bu kelime, ya (.......) kelimesinin hafifletilmiş şeklidir. Ya da (.......) kalıbında bir sıfattır. Veya mastar olarak bir sıfattır.

Burada sözü edilen mutsuz ve uğursuz kara günlerden kasıt, şevval ayınm sonlarındaki bir çarşambadan ikinci çarşambaya kadar devam eden sekiz günlük bir zaman dilimidir. Bu günlerin yarısı şubatın son günleri ile diğer yarısı da Mart aymm ilk günleridir. Nerede ve ne zaman bir toplum helâk olmuşsa, mutlaka Çarşamba gününe denk getirilmiştir.

Yine bu âyette geçen ve “zillet azâbı” diye verilen ifade, (.......) kavlidir. Burada azap kelimesi, (.......) kelimesine izafe edilmiştir ki, bu da zillet, rezalet, kepazelik manalarına gelir. Çünkü kelime, azap kelimesini nitelemektedir. Sanki bu: “Rezil ve kepaze edici bir azap, belini doğrultmaya fırsat vermeyen, zillete düşüren azap.” der gibi bir mana içermektedir. Bu ifade senin, “kötü iş” diye söylediğin bir anlatıma benzer ki bununla sen, kötü bir fiilin işlenmesini dile getirmek istiyorsundur. Zaten, “Âhiret azâbı elbette daha rezil edicidir” kavli de bunu gösteriyor. Bu ifade, mecâzî manada bir isnattır. Çünkü azâbın, “rezillik” ile nitelenmesi, onları böyle bir vasıfla tanıtmak açısından daha beliğ ve daha net bir anlatım, aynı zamanda rezalette abartılı bir ifadedir.

Nitekim senin, “o bir şairdir” ifaden ile “onun için bir şâirin şiiri vardır” ifaden arasında dağlar kadar fark vardır. İşte bu da öyledir.

“Onlara yardım da edilmez.”

Yani, tapmakta oldukları putları aracıliğiyla onlara herhangi bir yardım da yapılmaz. Onlar, putlarından böyle bir beklenti içerisinde olsalar bile, yine de onlar için böyle bir yardım sözkonusu olmaz.

17

Semûd kavmine gelince, biz onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü hidâyete tercih etmişler ve yaptıklarına karşılık, alçaltıcı azap yıldırımı onları çarpmıştı.

“Semûd kavmine gelince,” Semûd, ismi burada mübtedadır ve merfûdur.

Yani (.......) şeklindedir. Fasih olanı da böyle olmasıdır. Çünkü (.......) kelimesi, ibtida harfinden yani (.......) harfinden sonra gelmiştir. Bunun haberi de “biz onlara doğru yolu göstermiştik” kavlidir.

Ancak el-Mufaddal ise, bu kelimeyi yani (.......) kelimesini, nasb ile (.......) diye okumuştur. O burada, bunu tefsîr eden bir fiilinin gizli olarak yani muzmer hâlde var olduğunu kabul ederek böyle okumuştur.

Ki bunu da, “biz onlara doğru yolu göstermiştik” kavli ortaya koymaktadır. Evet, biz onlara doğru yolu açıkladık “ama onlar körlüğü hidâyete” küfrü îmana “tercih etmişler ve yaptıklarına karşılık, alçaltıcı azap yıldırımı onları çarpmıştı,”

Âyette geçen, (.......) kelimesi, (.......) demektir ki, bu da alçaltmak, aşağılamak manasına gelir. Bu kelime ile azâbın ne derece şiddetli olduğunun niteliği abartılı bir ifade ile anlatmış olmaktadır. Ya da kelime, “yaptıklarına karşılık” ibâresinden bedeldir. Yaptıkları şeyler ise, Allah'a ortak koşmaları ve ma'siyet işlemeleridir.

Şeyh Ebû Mansûr Mâturîdî diyor ki:

“Burada sözü edilen hidâyetin, ihtimaldir ki, bizim açıkladığımız gibi, açıklamak manasınadır. Ya da, hidâyete ermelerinin onlarda yaratılmasidir. hidâyetin kendilerinde yaratılmasıyla önce doğru yolu buldular. Ancak daha sonra onlar hidâyet yolunu terk edip küfür yolunu seçtiler ve kâfir oldular. Böylece deveyi kesip öldürdüler. Kelimenin bu manalara ihtimali olması da mümkündür. Çünkü hidâyetin yaratılmışlara izafe edilmesi durumunda, kelime, sadece açıklamak manasına gelir, bir bdşka anlam içermez.”

Nitekim Keşşaf sâhibi Zemahşeri bu konuda diyor ki:

“Sen birine: Ben onu hidâyete erdirdim, ona doğru yolu gösterdim'dediğinde bu ifadenle sen,'Onda hidâyet duygusunu ben geliştirdim'demiyor musun?”

Onun aleyhine delil, senin: “Ben ona doğru yolu gösterdim, o da o yolda gitmeyi kabul etti, doğru yolu buldu” sözünle, “bir talebi, bir isteği elde etmendir ve onun meydana gelmesidir.” Nitekim bu, senin: “Ben onu engelledim, o da engellendi” gibi olan ifadene benzer bir durumdur. Böyle olunca nasıl olur da, bu kelime, soyut şeylere delalet etmede câiz olabilsin ki?

Benim buna vereceğim cevap şudur:

“Burada meselenin konuya delalet yönü, onun o şeyde sağlam kalması, onda sebat etmesidir. Böylece ortada hiçbir sebep bırakmaması, tüm illetleri ortadan kaldırarak, kendileri için özür dileyecekleri bir şey bırakmamalarıdır. Sanki talep ve istek, onların içlerinde, gerekli olan şeyi elde etmeleri sebebiyle meydana gelmiş olması gibidir.”

18

İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları kurtardık.

Sözkonusu yıldırımdan ötürü, körlüğü bırakıp hidâyeti seçmeleri sebebiyle “İnananları ve Allah'a karşı gelmekten sakınanları” hidâyeti, körlüğe tercih etmeyenleri “kurtardık.”

19

Allah'ın düşmanlarının, toplarııp yığın yığın cehenneme sevk edilecekleri günü hatırla!

Allah'ın düşmanlarının, -yani ta en baştan itibâren kâfir olanlarla en son küfrü seçenler baştan sona- toplarııp yığın yığın cehenneme sevk edilecekleri günü hatırla!”

Yani en sondakilerin en baştakilere ulaşmaları için bekletilmelerini bir düşün. Çünkü mahşer yerine sevk edilirlerken, en sonda kalanların en baştakilere yetişmeleri için, öndekiler durdurulup bekletileceklerdir. Burada böyle bir ifadeye yer verilmesi, cehennemliklerin oldukça sayıca kalabalık olması sebebiyledir.

Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) fiilinden alınmadır ki, bu da menetmek, engellemek, bekletmek ve durdurmak gibi manalar taşır. Çünkü: (.......) demek, (.......) anlamına gelir ki bu da, “Ben ona engel oldum, onu durdurdum.” gibi manalara gelir.

Ayrıca, (.......) kavlini, Nâfi ve Ya'kûb, (.......) diye okumuşlardır.

20

Nihayet cehenneme vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şâhitlik ederler.

“Nihayet cehenneme vardıklarında, -cehennemde hazır duruma getirdiklerinde, cehennemle karşı karşıya geldiklerinde, (âyette yer alan (.......) harfi, zâidedir ve tekit için gelmiştir) yani onların ateşe, cehenneme getirildikleri vakitte, şüphesiz bu vakit ve o an, onlar için kendilerinin aleyhlerine tanıklık edileceği andır. Bu nedenle onlar hiçbir şekilde bundan kurtulacak değillerdir. Çünkü o anda- kulakları, gözleri ve derileri, yapmış oldukları işler hakkında, kendileri aleyhine şâhitlik ederler.” Kişinin derisinin kendisi aleyhinde tanıklık etmesi demek, derilerin haram bulaşması ve dokunması, teması demektir. Esasen bu ifade, haram olarak yapılan cinsel ilişkiden bir kinayedir.

21

Onlar derilerine, “Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?” derler. Derileri de der ki; “Bizi her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. İlk defa sizi O yaratmıştı ve yine yalnızca O'na döndürülüyorsunuz.”

“Onlar derilerine,'Niçin aleyhimize şâhitlik ettiniz?'derler. -

Yani insanların kendi derilerinin kendileri aleyhinde tanıklıkta bulunması sebebiyle bu durum, onların çok ağırlarına gidecektir. Bu nedenle de böyle bir tepkide bulunacaklardır - Derileri de der ki;'Bizi, her şeyi -her canlıyı, her varlığı- “konuşturan Allah konuşturdu.” Kaldı ki bizim konuşmamız, Allah'ın kudreti ve gücü karşısında şaşılacak ve hayret edilecek bir şey de değildir. Çünkü her şeyi ve her canlıyı, her hayvanı konuşturmaya kâdir olan Allah, bizi de konuşturmaya kâdirdir. “İlk defa sizi O yaratmıştı ve yine yalnızca O'na döndürülüyorsunuz.”

Yani ilk defa sizi yaratan odur, dolayısıyla sizi yeniden yaratmaya da elbette kâdir olan yine odur. Bu nedenle siz, yaptıklarınızın karşılığını görmek ve cezânızı çekmek için onun huzuruna döndürüleceksiniz.

22

“Siz (günahları işlerken) kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz. Lâkin yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz.”

“Siz -günahları işlerken- kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şâhitlik etmesinden sakınmıyordunuz.”

Yani sizler günah işlerken kapalı kapılar arkasında, örtüler altında gizlenip saklarıarak hu fiilleri işliyordunuz. Sizin bu örtünmeniz ve saklanmanız, sizin organkırınızın sizin aleyhinize şâhitlik edeceğinden korktuğunuzdan kaynaklarınııyordu. Çünkü siz, kendi organlarınızın sizim aleyhinizde şâhitlik edeceğini bilmiyordunuz. Aksine siz öldükten sonra dirilmeyi de inkâr ediyordunuz. Halbuki aslolan yaptıklarınızın karşılığını görmenizdir. “Lâkin yaptıklarınızın çoğunu Allah'ın bilmediğini sanıyordunuz.” Fakat siz, “nasıl olsa Allah yaptıklarınıızın birçoğunu bilmez” diye zannediyordunuz. Ki o yaptıklarınız, başkalanndan gizledikleriniz şeylerdi ama mesele sizin zannettiğiniz gibi olmadı.

23

“İşte bu sizin, Rabbiniz hakkında beslediğiniz zanmmzdır. O zaımmız, sizi mahvetti de ziyana uğrayanlardan oldunuz.”

“İşte bu sizin, Rabbiniz hakkında beslediğiniz zannınızdır. O zatininiz, sizi mahvetti de ziyana uğrayanlardan oldunuz.”

Yani sizin o zatininiz var ya, işte sizi helâk eden şey, o zannınızdır.

(.......) mübtedadır, (.......) haberdir. (.......) kavli de, onun sıfatıdır. (.......) ise ikinci haberdir. Ya da (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeldir. (.......) ise haberdir.)

24

Şimdi eğer dayanabilirlerse, artık cehennem onların yeridir! Eğer Allah'ın rızasını kazandıracak amelleri işlemeye izin isteseler, onlara izin verilmez.

“Şimdi eğer dayanabilirlerse, artık cehennem onların yeridir!” yani sabredip dayanabil sel er bile, bu sabırları onlara bir yarar getirmeyecektir ve onların cehennem ateşine girmelerine mani olmayacak, ateş yine de onların varacağı yer olacaktır. “Eğer Allah'ın rızasını kazandıracak amelleri işlemeye izin isteseler, onlara izin verilmez.” Eğer bir rıza ve hoşnutluk talebinde bulunsalar, onlar kendilerinden memnun ve hoşnut kalacak bir amel, bir yardımcı bulamayacaklardır. Ya da içinde bulundukları korkulu ve dehşet saçan durumdan kurtulmak maksadıyla güzel ameller işlemek için geri dönmek isteseler, onlara bu geri dönüş fırsatı verilmeyecek ve kendilerine cevap bile verilmeyecektir.

25

Biz onların başına birtakım arkadaşlar sardık da bu arkadaşlar onlara geçmişlerini ve geleceklerini süslü gösterdiler. Böylece kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları ile ilgili o söz (azap), onlar için de gerçekleşti. Çünkü onlar ziyana uğrayanlardı.

“Biz onların başına birtakım arkadaşlar sardık da” Biz Mekke müşriklerinin başlarına şeytanlardan oluşan birtakım arkadaşlar, yandaşlar musallat kıldık. Âyette geçen ve arkadaş manasına gelen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu, aynen Rabbimizin şu kavli gibidir:

“Kim, Rahmân'ı Zikretmeyi görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.” Zuhruf,36.

“Bu arkadaşlar onlara geçmişlerini ve geleceklerini süslü gösterdiler.”

Yani daha önceden işledikleri amelleri ve sonradan yatıklarını onlara süslü gösterdiler.

Ya da: “Dünya ile ilgili işler hususunda, şehevi isteklerine uymada olsun, arkalannda gelecek olan akıbetleri konusunda yaptıkları şeyler kendilerine hep süslü gösterildi. Çünkü öldükten sonra dirilme de yok, hesap da yok, diyorlardı.”

“Böylece kendilerinden önce -yani Mekkelilerden önce- gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları ile ilgili o söz -yani azap sözü,-onlar için de gerçekleşti. Çünkü onlar ziyana uğrayanlardı.” Bu, onların neden dolayı azap çekmeyi halk ettiklerinin bir gerekçesidir. Burada sözkonusu olan zamîr, hem bu kimselere ve hem daha önce geçen ümmetlere râcidir.

Âyette geçen (.......) kavli mahallen mensûbtur. Çünkü (.......) kavlindeki zamîrden hâldir. Buna göre mana şöyle olmaktadır:

“Mekkelüerden önce gelip geçmiş olan cin ve insan toplulukları ile ilgili olmak üzere, onlara azap sözü nasıl gerçekleşmiş ise, bunlar için de aynen öylece azap sözü gerçekleşmiştir.”

26

Kâfirler dediler ki: “Bu Kur'ân'i dinlemeyin. Galip gelmek için o okunurken yaygara koparın.”

“Kâfirler dediler ki; -okunduğu ve okunmaya başlandığı zaman- Bu Kur'ân'ı dinlemeyin. Baskın çıkmak için o okunurken yaygara koparın.” Kur'ân okunduğu sırada birtakım anlamsız sesler çıkararak ona karşı koyun ve onu anlaşılmaz duruma getirin ki, dinleyenler ne dediğini anlamasınlar.

(.......) Lağıv kelimesi; anlaşılmaz, boş söz ve lakırdı demektir.

27

Kâfirlere mutlaka şiddetli bir azâbı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsü ile cezâlarıdıracağız.

“Kâfirlere mutlaka şiddetli bir azâbı tattıracağız.. “

Âyette geçen, “Kâfirler” ifadesinden, Kur’ân okunduğu sırada gürültü çıkararak onu anlaşılmaz kılmaya gayret edenlerin olabileceği de mümkündür, bunların olması da câiz olabilir. Özellikle de böyle yapılmasını emredenler olabilir. Ancak “Kâfirler” ifadesinin genel olarak zikredilmesi, tüm kâfirlerin yanında bu türden bir inkâra kalkışanları da kapsaması içindir.

“Ve onları yaptıklarının en kötüsü ile cezâlarıdıracağız.”

Yani işledikleri en kötü amelleri sebebiyle onları en ağır bir cezâ ile cezâlarıdıracağız. Sözkonusu en kötü amel de küfürden başkası değildir.

28

İşte böyle, Allah düşmanlarının cezâsı ateştir. Âyetlerimizi inkâr etmelerinin cezâsı olarak orada onlar için ebedîlik yurdu (cehennem) vardır.

“İşte böyle, Allah düşmanlarının cezâsı ateştir.” Âyetin başında yer alan (.......) işaret ismi, bir önceki âyette geçen “en kötü” kavlini işaret etmektedir. Bu durumda mana şöyle olabilir: “Onları yaptıklarının en kötüsü- cezâlarının en kötüsü -ile cezâlarıdıracağız.” Böyle olmalıdır ki, işaret isminin işaret ettiği şey doğru olarak anlaşılabilsin.

Âyette geçen (.......) kelimesi, yine âyette yer alan (.......) kelimesinin atfı beyanıdır. Ya da bu kelime, mahzûf bir mübtedanın haberidir.

“Âyetlerimizi inkâr etmelerinin cezâsı olarak orada -cehennemde- onlar için ebedîlik yurdu vardır.”

Yani bizzat ateşin kendisi ebedilik yurdudur, o ateşin içerisinde ebedî olarak kalıcıdırlar, demektir. Bu anlatım tarzı tıpkı senin: “Bu yurt, senin mutluluk yurdundur” demen gibidir. Çünkü sen, böyle bir ifade ile zaten aynı evi, ayı yurdu demek istiyorsun, ikinci bir yurttan söz etmiyorsun. Bu nedenle, “Bizim âyetlerimizi inkâr etmelerinin bir cezâsı ve karşılığı olarak bu şekilde cezâlarıdırılacaklardır.”

29

(Ateşe giren) inkârcılar şöyle derler: “Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster de onları ayaklarınıızın altına alalım ki en aşağılıklardan olsunlar.”

Areşe giren “İnkârcılar şöyle derler: Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan'-olan ve- bizi saptıranları -cinlerden ve insanlardan şeytanları- bize göster de onları ayaklarınıızın altına alalım ki -bizleri saptırmalarının cezâsı olarak, ateşe atılanlar içerisinde ateşe atılanların- en aşağılıklarından olsunlar.” Çünkü insanları saptıran şeytanlar ikiye ayrılırlar, insanlardan oluşan şeytanlar ve bir de cinlerden olan şeytanlar diye ayrılırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık.” Enam, 112.

(Bu 29. âyette geçen ve göster manasına gelen (.......) kelimesini. Mekke ile Şam okulları ve Ebû Bekir, kesre harekesini ağır kabul ettiklerinden, kelimenin (.......) harfini, kesre harekesi ile değil de, sükûn ile (.......) diye okumuşlardır. Nitekim (.......) kelimesini, (.......) diye söylemeleri gibi değerlendirmişlerdir. Ebû Amr ise bunu ihtilas ile okumuştur.)

30

Şüphesiz “Rabbimiz Allah'tır” deyip dc, sonra dosdoğru olanlar var ya, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size (dünyada iken) va'dedilmekte olan cennetle sevinin!”

“Şüphesiz “Rabbimiz Allah'tır” deyip de, -Tevhide bağlı kalarak inancını dile getirip de- sonra dosdoğru olanlar -ikrarlarında ve sözlerinde sebat ederek gereğini yerine getirenler- var ya ...”

Bu konuda Ebû Bekir Sıddik (radıyallahü anh) ten rivâyete göre şöyle demiş:

“Fiilen ve eylem olarak doğru, dürüst olduğu gibi sözünde de doğru ve dürüst olanlardır.”

Yine Ebû Bekir (radıyallahü anh) den rivâyete göre, o, bu âyeti okumuş, sonra da çevresindekilere:

- “Bu âyet hakkında ne düşünürsünüz?” demiş. Onlar da:

- “Günah işlemeyenlerdir” diye cevaplamışlardır. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh): ise onlara:

- “Siz, tefsiru yokuşa sürdünüz, en ağır olan şeye tefsirladınız” der. Bu defa çevresinde bulunanlar:

- “O hâlde senin bu âyet hakkındaki tefsirun nedir?” diye sorarlar. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) de şöyle der:

- “Bundan böyle yeniden puta tapmaya dönmeyenlerdir.”

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) den rivâyete göre bu âyetin tefsiruyla ilgili olarak demiş ki:

“Tilki kurnazlıklarıyla kurnazlık yollarına başvurmayanlardır.”

Yani münâfıkça davranışlardan sakınanlar, demektir.

Hazret-i Osman (radıyallahü anh) ise: “İhlâsa dayalı amel işlenmesini emirdir.” demiştir.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de: “Farzları eda edin.” demektir, diye tefsirlamıştır.

Fudayl b. İyad ise: “Fani olandan el-etek çekin ve bâkî olana rağbet edin.” diye tefsirlamıştır.

Yine söylendiğine göre gerçek manada İstikamet: “İkrardan sonra karar kılıp sebat etmektir, yoksa ikrardan sonra firar etmek değildir.” demektir.

“Onların üzerine -Ölümleri sırasında- akın akın melekler iner ve -onlara- derler ki; -daha önceden gönderdiğiniz amellerinizden ötürü-Korkmayın, -geride bıraktıklarınız için de- üzülmeyin...”

Korkmayın manasında olan, (.......) kavlindeki, (.......) harfi, (.......) manasında “yani” anlamındadır. Ya da (.......) harfi, (.......) harfinin şeddesiz halidir. Bu bakımdan bunun aslı; (.......) demek olup manası da, “İşte bundan dolayı korkmayın” demek olur. (.......) kavlindeki (.......) harfi de, şan / dikkat çekme zamîridir.

Yani: “Daha önceden gönderdiğiniz ve takdim ettiğiniz amellerinizden dolayı korkmayın, geride bıraktıklarınız için de üzülmeyin.” demektir.

(.......) Korku; İstenmeyen ve arzu edilmeyen bir olayın meydana gelmesi sebebiyle, insanın içine düştüğü tasa ve keder demektir.

(.......) Üzüntü; Faydah olan bir şeyi elden kaçırması veya zarar veren bir şeyin meydana gelmesi yüzünden, insanın içine düştüğü tasa ve kederdir. Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır:

Allah, tasa ve kederin her çeşidinden sizi emniyette ve güvencede kılmış, size bu konularda emin olmayı yazmıştır. Siz o tasaları tatmayacağınız.”

“Size -dünyada iken- va'dedilmekte olan cennetle sevinin!”

Muhammed b. Ali et-Tirrnizi, âyetin tefsiru ile ilgili olarak diyor ki:

“Ruhlar bedenlerden ayrıldığında, Rahmân olan Allah'ın melekleri onların üzerine inerler. Bu nedenle imanlarının alınmasından korkmamalarını ve daha önceden içine düştükleri isyan yüzünden de üzülmemelerini bildireceklerdir. Çok eskiden beri size vadedilen cennetlere girmekle de sevinin, diyeceklerdir.”

31

Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Orada size canlarınızın çektiği her şey var. Orada istediğiniz her şeyi bulursunuz.

“Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. -Nitekim şeytanlar da asilerin yakınları, dostları ve yandaş kardeşleridir. Nitekim melekler de, Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket eden takva sâhibi kimselerin velileri, dostları ve her iki dünyada da sevdikleri, ahbaplarıdırlar- orada size canlarınızın çektiği her şey -her nimet- var. Orada istediğiniz -temenni ettiğiniz ve arzuladığınız- her şeyi bulursunuz. “

32

Bütün bunlar çok bağışlayanın ve çok esirgeyenin bir lutfu ve ihsanıdır.

“Bütün bunlar çok bağışlayanın ve çok esirgeyenin bir lütfı ihsanıdır.”

Yani bir konuğa ikram edilecek, sunulacak şeylerdir. Çünkü: “Nüzul” kelimesi, konuğa özgü olan rızık demektir. Kelime, mahzûf olan (.......) harfinden hâl olarak mensûb kılınmıştır. Ya da bir önceki âyette geçen (.......) harfinden hâldir. (.......) kavli de onun sıfatıdır.

33

Allah'a çağıran, sâlih amel işleyen ve “Şüphesiz ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir?

Allah'a çağıran,,,” Bu, Resûlüllah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) başkası değildir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) halkı, tevhid inancına davet ediyordu. Aynı zamanda ihîâs ile samimi olarak “sâlih amel işleyen ve “Şüphesiz'ben Müslümanlardanım'diyenden daha güzel sözlü kimdir?”

Yani İslam'ı Müslümanliği ile övünen ve inanç olarak bunu seçenlerden daha güzel sözlü kim olabilir ya da Resûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ashâbından olanlardan demektir.

Yahut da bundan kasıt müezzinlerdir Ya da: “Hidayette olan ve Allah'ın yoluna davet eden herkes demektir.”

34

İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.

“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav.”

Yani kötülükle iyilik, aslında her ikisi de birbirine zıt olan iki şeydir. Meselâ iyiliği bir ele alalım. Eğer karşına iki iyilik çıkarsa, bunlardan birini yerine getirmek diğerine göre daha iyi olur. Çünkü sen o iyilikle, kimi, düşmanlarından sana gelebilecek olan kötülüğü defetmiş, önlemiş olmaktasın. Mesela herhangi biri sana bir kötülük etse, iyilik, sana o kötülüğü yapanı, senin onu bağışlamandır: Bu iyilikten daha güzeli ise, sana kötülükte bulunan kimseye, senin ona iyilik yaparak karşılık vermendir. Meselâ o seni hep kötüleyip dururken senin onu övmendir.

Ya da o senin çocuğunu öldürdüğü hâlde, senin onun çocuğunu, düşmanının elinden kurtarmandır. İşte o zaman “Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir. “Senin böyle yapman durumunda, sana karşı zorlu ve acımasız olan düşmanın, sana karşı çok samimi ve dürüst, candan sıcak bir dost oluvermiştir. Sonra da Rabbimiz şöyle buyuruyor:

35

Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan ve olgunluktan) büyük payı olanlar kavuşturulur.

“Bu güzel davranışa -yani kötülüğe karşı iyilikle karşılık verme hasletine- ancak sabredenler -sabır ehli olanlar- kavuşturulur. Buna ancak -hayırdan ve olgunluktan- büyük payı olanlar kavuşturulur.”

Yani iyilik adamı olanlar, çünkü iyilik adamları yaptıkları iyilikle büyük bir hazza ve paya sahip olurlar.

Yine deniliyor ki, âyette: (.......)şeklinde, ibârenin başına bir (.......) harfi getirerek değil de, sadece (.......) diye söyledi. Neden? Çünkü bu ibârenin takdiri şöyledir:

“Herhangi birileri diyor ki;'Öyleyse ne yapayım, nasıl davranayım?'İşte onun bu sorusuna karşılık olarak da kendisine: (.......) denilmiştir.

Yani'Kötülüğü en güzel bir şekilde sav'demektir.

Yine deniliyor ki, önceki âyette geçen (.......) harfi, tekit ve pekiştirme anlamında olan zâide bir harftir. Buna göre mana: “İyilikte kötülük asla bir olmaz” olur. Bu tefsire göre kural: “Kötülüğü daha güzel olan bir şekilde sav.” demek olur.

Ancak burada, (.......) kavli, hasene yerine konularak getirildi ki, böylece kötülüğü iyilikle savmanın daha abartılı bir ifade anlatılmış olsun, daha beliğ bir anlatımla ortaya konsun istenmiştir. Çünkü kötülüğü en güzel olan şeyle önlemesi durumunda, insana ondan daha basit olan şeyleri önlemesi çok daha hafif gelir.

Nitekim İbn Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyete göre (.......) ile ilgili olarak âyeti şöyle tefsirlamıştır:

“Öfke ve gazap anında sabretmek, câhillik, bilmezlik durumunda ise hilm ile yumuşaklıkla yaklaşmaktır. Kötülük yapılması durumunda da affetmektir.”

Bu arada âyette geçen ve “pay, hisse, nasip” diye çevrilen (.......) kelimesi de sevap olarak tefsir edilmiştir.

Hasen-ı Basrî diyor ki: Allah adına yemin olsun ki, cennetten daha güzel bir sevap, bir karşılık yoktur.”

Yine söylenenlere göre âyet, Ebû Süfyan b. Harb (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Çünkü kendisi Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) eza ve,cefa veren en azılı bir düşman idi. Daha sonra, Resûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ona karşı yaptıklarından ötürü, en candan ve en içten dostu olmuştur.

36

Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa,” Âyette geçen, kötü bir düşüncenin dürtmesi manasında olan (.......) kelimesi, (.......) benzeri bir kelimedir. Çünkü şeytan, insana vesvese verir, sürekli dürtükler durur. Sanki şeytan dürtükiemesiyle hep onu kötülüğe sevk ediyor gibidir. Şeytan böylece onu, ona yakışmayacak şeylere sürükleyip durur. Âyette geçen (.......) kelimesinin, (.......) anlamında değerlendirilmiştir ki, “dürtüklemek” , “fitlemek” demektir. Bu ifade tıpkı (.......) kavli gibidir. Ki, “tamamen ciddi mana bu işe koyuldu” , manasına gelir. Şeytan da kendini bütünüyle bu türden kötülüklere adamıştır.

Ya da: (.......) kavîiyle demek istenen şey, bu kelimenin, bir mastar olarak şeytana vasıf olmasıdır. Ya da şeytanın insanı kandırması manasınadır. Bu durumda mana şöyle olmaktadır:

Eğer şeytan, kötülükleri en güzel olan şekilde sav, diye sana tavsiye edilenden seni geri çevirmek, vazgeçirmek isterse, o takdirde sen, onun şerrinden, kötülüklerinden-'hemen Allah'a sığın.'-Sen yumuşak huyluluğunla yoluna devam et, sakın ona itâat etme!- “Çünkü O,” -Allah, senin kendisine sığınmam- “hakkıyla işitendir” - ve şeytanın dürtmesini, vesvesesini de- “hakkıyla bilendir.”

37

Gece ile gündüz, güneş ve ay Allah'ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin. Eğer gerçekten Allah'a kulluk ediyorsanız, onları yaratan Allah'a secde edin.

“Gece ile gündüz, -Allah'ın (celle celâlühü) birliğinin ve vahdaniyetinin delillerindendir. Nitekim- “güneş ve ay -da, bilinen bir sınır çerçevesinde birbirlerini izlemeleri ve belirlenen bir ölçü dâhilinde dönüşümlü olarak rotalarını izlemeleri de- Allah'ın varlığının deliller indendir.” Çünkü her ikisinin de kendilerine özgü izledikleri bir yörüngesi vardır ve kararlaştırılmış bir nurları, aydınlıkları vardır. Sakın “Güneşe ve aya secde etmeyin.” Her ikisinin birçok yararları olmakla birlikte güneş de, ay da Allah'ın (celle celâlühü) yarattığı şeylerdendir. Bu itibarla yaratılmışlara asla tapınılmaz. “Eğer gerçekten Allah'a kulluk ediyorsanız, onları” o âyetleri ve delilleri “yaratan Allah'a secde edin.”

Bu âyette geçen, (.......) kavlindeki müennes zamîri, ya ayetlere veya gece ile gündüze ya da güneş ile aya âittir. Çünkü akıl sâhibi olmayan varlıklar dişi ya da dişiller hükmündedirler. Meselâ:

(.......) veya (.......) denir ki, “lazlemleri açtım - onları açtım” manasındaki bu cümlede geçen “kalemler” kelimesi, hem çoğuldur, hem de akılsız varlıklardandır. Bu nedenle zamîr de tekil müennes yani (.......) olarak kullanıldığı gibi çoğul müennes yani (.......) olarak da kullanılmıştır.

Belki de insanlar içerisinden güneşe ve aya secde edenler olabilmiştir. Meselâ, Sâbiîlerin yıldızlara tapmaları buna örnek teşkil eder. Bunların güneşe ve aya, yıldızlara secde etmelerindeki savları ve gerekçeleri, bunlara secde etmenin aslında Allah'a (celle celâlühü) secde etmek olduğunu ileri sürmeleridir.

İşte âyette, bu türden aracılara tapınmak yasaklanmış, sadece bir tek Allah'a (celle celâlühü) secde etmeleri ve sırf onun rızasını kazanmak için ona tapınmaları emredilmiştir. Evet, eğer gerçekten secdeleri Allah (celle celâlühü) adına ise ve bu görüşlerinde samimi iseler, o takdirde aradaki vasıtaları ve aracıları kaldırmalıdırlar. Evet, eğer Allah(celle celâlühü) birleyen muvahhitler iseler, müşrik değilseler o takdirde yalnızca Allah'a (celle celâlühü) secde etmelidirler. Çünkü Allah'a (celle celâlühü) ibâdet ve kullukta bulunurken, birlikte başka şeylere de taparlarsa, bu durumda olanlar aslında Allah'a (celle celâlühü) kulluk etmemiş ve ona tapmamış demektir.

38

Eğer onlar büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki Rabbinin katında bulunanlar (melekler), gece gündüz hiç usanmadan O'nu tespih ederler. Dikkat: Bu âyet'secde âyeti'dir.

“Eğer onlar büyüklük taslarlarsa, bilsinler ki Rabbinin katında bulunanlar -yani melekler,- gece gündüz, hiç usanmadan O'nu tespih ederler. “Bu durumda mana şöyle olmaktadır:

“Eğer büyüklük taslarlar ve Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere tutunmazlarsa ve hakkı kabulden uzak dururlar da, illa da aracılar ortaya sokmak isterlerse, bu durumda onları da, gittikleri yollarını da bırak, ne halleri varsa görsünler. Çünkü Allah (celle celâlühü), samimi olarak ihlâs ile ibâdet eden, secde eden bir kulunu yok etmez. Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) mukarreb kulları var ki, onlar hiç durmaksızın gece ve gündüz, Allah'a ortak koşmaktan ve ona denk ilâhlar edinmekten onu tenzih ederler.”

Bu durum, Rabbinin yanında yakınlığı, yeri ve saygınliği, değeri olanlar içindir. Biz Hanefîlere göre secde mahalli, yani secdeye varılacak an, bu âyetin sonunda geçen (.......) kelimesinin okunmasıyla başlar. Şâfiî'ye göre ise, bu ayetten önce geçen ve (.......) diye biten ibâreden sonra hemen secdeye varılır. Ancak ihtiyata en değer olan ise, birincisidir yani bizim Hanefîlerin görüşüdür.

39

Allah'ın varlığının delillerinden biri de şudur: Sen yeryüzünü boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman kıpırdar kabarır. Şüphesiz ki, onu dirilten, elbette ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye gücü hakkıyla yetendir.

Allah'ın varlığının delillerinden biri de şudur: Sen yeryüzünü boynu bükük” kupkuru, toz - toprak hâlinde “görürsün.”

Âyette geçen (.......) / Huşu kelimesi: Zelil olmak, boynu bükük kalmak, demektir. Yeryüzünde kıtlık baş gösterip bitkilerden, ürünlerden eser kalmaz hale gelince, bu ifade, istiâre yoluyla yeryüzü için kullanılır.

“Onun üzerine yağmuru indirdiğimiz zaman -yeryüzü bitkileriyle- kıpırdar kabarır -ve şişer- Şüphesiz ki, onu -yeryüzünün- dirilten, elbette ölüleri de diriltir. Şüphesiz O, her şeye gücü hakkıyla yetendir.” Bu itibarla gayet zaruri olarak bilindiği gibi öldükten sonra diriltmeye de kâdir olan yine Allah'tır.

40

Şüphesiz Âyetlerimiz konusunda (yalanlama amacıyla) doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz. O hâlde kıyamet gününde ateşe atıları mı, yoksa güven içinde gelen kimse mi daha iyidir? Dilediğinizi yapın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir.

“Şüphesiz âyetlerimiz -delillerimiz- konusunda -yalanlamak amacıyla haktan- doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz.”

Burada geçen ilhad kelimesi, doğruluktan ayrılmak, yan çizmek, bir kenara ayrılmak gibi manalara gelir. Bu nedenle sözkonusu bu kelime, Kur'ân âyetlerinin gösterdiği doğru yoldan, sağlıklı olan çizgiden sapma anlamında istiâre yoluyla alınmıştır. Ki, ilhad kelimesi, inhiraf manasınadır. Bu da sapmak, doğru çizgiden ayrılmak demektir. Aslında âyette geçen ve “doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz1'kavli, sözkonusu edilen kimselerin tahrifleri sebebiyle, bu, onlar için bir tehdit, bir uyarı ifadesidir.

(Hamza, (.......) kelimesini, (.......) olarak kırâat etmiştir.)

“O hâlde kıyamet gününde ateşe atıları mı, yoksa güven içinde gelen kimse mi daha iyidir?” Bu ifade kâfir ile mü'mini temsil anlamında olan bir ifadedir. “Dilediğinizi yapın.” Bu ifade tarzı, çok daha ağır bir tehdit içeren bir ifadedir ve aynı zamanda oldukça da abartılı, dozu daha da şiddetli olan bir anlatımdır. “Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir” ve bu yaptıklarınızdan ötürü de sizi cezâlarıdıracaktır.

41

Kur'ân kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler mutlaka cezâlarını göreceklerdir. Şüphesiz o, çok değerli ve sağlam bir kitaptır.

“Kur'ân kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler mutlaka cezâlarını göreceklerdir.” Çünkü Zikir yani Kur'ân kendilerine inenler, onu inkâr etmeleri sebebiyle ona dil uzatarak hakaret ediyorlardı ve Kur'ân kendilerine geldiğinde de onun tefsirunu da tahrif ederek değiştiriyorlardı.

Âyette geçen (.......) harfinin haberi mahzûftur.

Yani “azap olunurlar” veya “helâk olurlar” demektir.

Ya da bu harfin haberi, bu surenin 44. âyetinde gelecek olan ve: “Sanki onlara uzak bir yerden sesleniliyor da anlamıyorlar” manasında olan (.......) kavlidir. Bu ikisi arasında yer alan ifadeler ise, parantez cümlesidir.

“Şüphesiz o, çok değerli ve sağlam bir kitaptır.” Allah'ın (celle celâlühü) himayesinde ve koruması altında olan, mu'ciz bir kitaptır.

42

Ona ne önünden ne de ardından bâtıl gelemez. O, hüküm ve hikmet sâhibi, övülmeye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.

“Ona -Kur'ân'a hiçbir şekilde- ne önünden ne de ardından bâtıl -tebdil, değiştirme ve çelişki- gelemez. O, hüküm ve hikmet sâhibi, Övülmeye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir. “

43

Sana ancak, senden önceki peygamberlere söylenenler söylenmektedir. Hiç şüphesiz senin Rabbin hem bağışlama sâhibidir, hem de elem dolu bir azap sâhibidir.

Kavminin kâfirleri tarafından söylenenler, “Sana ancak, senden önceki peygamberlere söylenenler söylenmektedir.” Senden önce geçen peygamberlerin inkârcı kavimleri onlara her ne söylemişlerse, ne türden eza ve cefa veren sözler sarf etmişlerse, daha önce indirilen Kitaplara nasıl dil uzatmışlarsa senin kavminin kâfirleri de tıpkı önceki kâfirler gibi davranmaktadırlar. “Hiç şüphesiz senin Rabbin hem bağışlama sâhibidir, -Peygamberlerine merhamet eder- hem de” o peygamberlerin düşmanlarına karşı- elem dolu bir azap sâhibidir.”

Bu ifadenin şöyle olması da câiz olabilir: Allah, ancak önceki Rasûllere ne söylemişse, sana da söylenenler aynen öyledir.” Söylenen ifade ise Rabbimizin: “Hiç şüphesiz senin Rabbin hem bağışlama sâhibidir, hem de elem dolu bir azap sâhibidir.” kavlidir.

44

Eğer biz onu başka dilde bir Kur'ân yapsaydık onlar mutlaka, “Onun âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Başka dilde bir kitap ve Araplar (bir peygamber) öyle mi?” derlerdi. De ki: “O, inananlar için bir hidâyet ve şifadır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur'ân onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. (Sanki) onlara uzak bir yerden sesleniliyor (da anlamıyorlar).”

“Eğer biz onu -o zikri, o kitabı- başka dilde -Arapça olmayan bir yabancı dilde- bir Kur'ân yapsaydık onlar mutlaka, -inatları sebebiyle:-'Bıt Kur'ân Arapça dışında indirilmemeli değil miydi?'-derler. Yine söylendiğine göre, eğer istedikleri gibi indirilseydi bu defa da-'Onun âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi?'-

Yani anlayabilmemiz için Arapça bir Kitap olarak genişçe ve detaylı olması lazım gelmez miydi? Bunu sırf inatları sebebiyle söylerler ve aynı zamanda-'Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?'derlerdi.” Bu defa böyle itiraz ederlerdi.

(.......) kelimesini Kufe Okulu ve Hafs iki hemze ile burada da görüldüğü gibi, (.......) olarak okumuşlardır.) Hemze, inkâr manasınadır.

Yani “Kesinlikle inkâr ederlerdi ve'Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?'“derlerdi. Ya da Arap olmayan bir topluma Arapça bir Kitap öyle mi?

Kufe okul ve Hafs dışında kalanlar ise, sözkonusu kelimeyi, bir tek hemze ile ve fakat hemzeyi uzatarak, içinde soru anlamı olduğunu ifade edecek tarzda (.......) diye okurlar.

(.......) A'cemi': Yabancı, dil bilmeyen, Arap olsun ya da olmasın fasih, açık ve net konuşamayan, söylediği sözler anlaşılamayan kimse demektir.

(.......) Acemiy: Fasih olsun ya da olmasın yabancı bir topluma mensup olan demektir. Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır:

“Şüphesiz yüce Allah'ın âyetleri hangi şekilde ve hangi yoldan gelirse gelsin, hemen orada o ayetlere karşı inatlaşan bir toplum ortaya çıkar.

Çünkü onlar hakkı isteyen ve arayan toplumlar değillerdir. Onlar ancak heva ve isteklerine uymaktadırlar.”

Burada aynı zamanda şu hususa da işaret edilmektedir: Eğer bu Kitap Arapça bir kitap olarak değil de, Allah (celle celâlühü) onu başka bir dilde, Arap olmayan bir dilde indirmiş olsaydı, o kitap yine de Kur'ân olurdu. Nitekim bu, aynı zamanda Ebû Hanîfe açısından, herhangi bir kimse namaz kılarken Kur'ân'ı orijinal şekliyle değil de, Farsça (kişinin kendisine âit olan diliyle, Meselâ bir Türkün Türkçe, bir İngiliz'in İngilizce) okumasının câiz olduğunu da göstermektedir, Ebû Hanîfe bunu delil almaktadır.

“De ki: O,'yani Kur'ân,'inananlar için bir hidâyet'-Hak yolunu gösteren, hakka irşat eden bir Kitaptır-'ve'-gönüllerde, sinelerde bulunan şüpheyi yok etmek için de bir-'şifadır.'-Çünkü şüphecilik de bir hastalıktır. Ona- İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır'

Bu ibâre cer yerindedir. Çünkü bu ibâre, bundan önce geçen: inananlar için bir hidâyet ve şifadır'“kavli üzerine ma'tûftur.

Yani mana:

“O Kur'ân, inananlar için hem hidâyettir, hem şifadır ve o Kur'ân, îman etmeyenler için de kulaklarında bir sağırlıktır, bir ağırlıktır.” demek olur. Ancak burada amiller üzerine atıf yapılmıştır. Bu şekildeki bir durum da Ahfeş'e göre câizdir.

Ya da ref yerinde gelmiştir. Buna göre âyetin takdiri şöyle olmaktadır: “İnanmayanlar var ya, işte onların kulakların da ağırlık bulunmaktadır.” Bu durumda mübteda mahzûftur.

Yahut da mana şöyle olabilmektedir: “Bundan dolayı onların kulaklarında bir ağırlık vardır've Kur'ân onlara kapalı ve anlaşılmaz'zulmet ve şüpheli'gelir. Sanki onlara uzak bir yerden sesleniliyor da anlamıyorlar.”

Yani Kur'ân'ı kabul etmemeleri ve ondan yararlanmamaları sebebiyle, âdeta uzak bir mesafeden, duyulamayacak olan bir yerden onları îmana ve Kur'ân'a çağırmak gibidir.

Yine bir diğer tefsire göre de denilmiş ki: “Kıyamet gününde oldukça uzak mesafeden iğrenç isimlerle bu gibilerine seslenirler.”

45

Andolsun! Biz, Mûsa'ya Kitab'ı (Tevrât'ı) vermiştik de, onda ayrdığa düşmüşlerdi. Eğer (azâbın ertelenmesi ile ilgili olarak ezelde) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında derhal hüküm verilirdi. Şüphesiz onlar Kur'ân hakkında derin bir şüphe içindedirler.

“Andolsun/ Biz, Mûsa'ya Kitab'ı -Tevrât'ı- vermiştik de, onda ayrılığa düşmüşlerdi.” Tıpkı senin kavminin, senin Kitabın hakkında anlaşmazlığa düştükleri gibi, onlar da anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Çünkü kimisi Tevrât'a haktır, derken, kimisi de ona bâtıl olduğunu, asılsız olduğunu söylemişlerdir. “Eğer -azâbın ertelenmesi ile ilgili olarak- ezelde Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, -helâk edilmeleri ve köklerinin kazınması için- aralarında derhal hüküm verilirdi.”

Âyette geçen “ezelde geçen bir söz” kavli ile demek istenen şey, kıyamet gününe kadar verilen süre, mühlet, bekleme süresi, demektir. Çünkü kıyamet gününde her türlü düşmanlıklar ve anlaşmazlıklar çözülmüş olacaktır. İşte verilen o mühlet ve bekleme süresi olmamış olsaydı, dünyada derhal haklarında verilmesi gereken cezâ anında verilir ve işleri bitirilirdi.

“Şüphesiz onlar-o kâfirler- Kur'ân hakkında derin bir şüphe içindedirler. “

46

Kim ameli sâlih işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.

“Kim ameli sâlih yaparsa kendi lehinedir. -Kazancı ve yararı kendisinedir.- Kim de kötülük yaparsa -kötülüğü ve zararı- kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara -zerre kadar- zulmedici değildir.” Allah (celle celâlühü) suçsuz yere kimseye azap etmez.

47

Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi O'na havale edilir. Meyveler tomurcuklarından ancak O'nun bilgisi altında çıkar, dişi ancak O'nun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur. Allah onlara, “Nerede bana ortak koştuklarınız?” diye seslendiği gün şöyle derler: “Sana arz ederiz ki, içimizden onları gören hiçbir şahidiniz yok.”

“Kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi O'na havale edilir.” Bu konuda bilgi sadece Allah'a (celle celâlühü) âittir. Kimsenin kıyamet hakkında bilgisi yoktur. Bu nedenle, herhangi bir kimseye, kıyametin kopmasıyla, ne zaman olacağı ile alâkalı olarak bir soru sorulduğunda, onun sadece: “Bunun bilgisi Allah'a âittir, bunu sadece Allah bilir” demesi gerekir.

“Meyveler tomurcuklarından -yarılmadan önce kapçıklarından- ancak O'nun bilgisi altında çıkar,”

(Âyette tomurcuklar manasında geçen kelime, (.......) kelimesi olup, bu da (.......) kelimesinin çoğuludur.

“Dişi ancak O'nun bilgisi altında hamile kalır ve doğurur,”

Yani ister bir meyvenin çıkması olsun, ister bir dişinin gebe kalması olsun veya doğurması olsun, bütün bunlar Allah'ın (celle celâlühü) bilgisi içerisinde cereyan eder. Allah (celle celâlühü), gebenin ne kadar süre ile gebeliğini sürdüreceğini, hangi saatte doğuracağını, onların tüm durumlarını, doğacak olan şeyin eksik mi, tamam mı, dişi mi, erkek mi, güzel mi, çirkin mi, kısaca hepsini bilir.

Allah onlara,'Nerede bana ortak koştuklarınız?'diye seslendiği gün...”

Âyette görüldüğü gibi, Yüce Allah (celle celâlühü),'ortaklarını'diye, kendisine ortak koşuları varlıkları zâtına izafe ederek ifade etmiştir. Çünkü müşrikler böyle ileri sürüyorlardı, Allah (celle celâlühü) da, onların iddiaları doğrultusunda durumu dile getirmiştir. Nitekim bunun açıklaması:

“Ortaklarını diye ileri sürdükleriniz nerede?” Kasas, 74. âyeti bunu açıklamaktadır.

Bu ifadeler bir türlü aşağılamadır, müşrikleri azarlamadır. Onlar da “şöyle derler: “Sana” bildirir, haber verir ve “arz ederiz ki,.. “Burada en doğru ifade “Sana bildiririz” kelimesinin, “Sana haber veririz ki” ifadesidir. Çünkü Yüce Allah (celle celâlühü), zaten onların durumlarını bilmektedir. Dolayısıyla bilene, bildiği şeyi bildirmek muhâldir, olamazdır.

Ancak bilen, âlim olan birine bir şeyi haber vermek, ona, bildiği şeyin gerçekleşmiş olduğunu söylemektir. Aksi takdirde âyetin manası şöyle olur:

“Sen, şüphesiz içimizdekileri henüz yeni öğrendin, bildin: Biz böyle bâtıl ve yanlış bir tanıklığa şâhitlik etmeyiz.” demek olur. Çünkü eğer onların içlerindekini biliyorsa, bu âdeta, o kimselerin içlerinden geçeni Allah'a (celle celâlühü) bildirmiş olmaları gibi bir durumdur, yani onların:

“İçimizden onları gören hiçbir şahid yok” diye bildirmeleridir.

Yani bunun manası:

“İçimizden hiçbirimizin, senin herhangi bir ortağının olduğuna şâhitlik edecek hiçbir kimse yoktur. İçimizden ancak senin bir ve tek olduğuna, birliğine tanıklık edecekler vardır.” demektir.

Ya da bunun manası şöyledir: “İçimizden onlara şâhitlik edecek tek bir kimse bile yoktur. Çünkü onlar, onlardan uzaklaştılar, ilâhları da onlardan uzaklaştılar, kaybolup gittiler. Onların azar işittikleri sırada, onlar, onları görmezler.”

Bir diğer tefsire göre de bu ifadenin ortakların sözleri olabileceğidir.

Yani: “İçimizden” onların bize izafe ettikleri şirk ve ortak koşma olayına tanıklık eden ve “onları gören hiçbir kimse yok.”

(Bu âyette geçen (.......) kelimesini, Medine, Şam okulları ve Hafs, görüldüğü gibi, elif harfi ile (.......) diye çoğul olarak kırâat etmişlerdir. Bunlar dışındakiler ise, (.......) harfi olmaksızın, (.......) diye tekil okumuşlardır.)

48

Daha önce yalvardıkiarı (tanrılar) onları yüzüstü bırakıp uzaklaşmıştır. Kendileri için kaçacak bir yer olmadığım anlamışlardır.

“Daha önce -dünyada iken- yalvardıkiarı -taptıkları ve kulluk ettikleri tanrılar- onları yüzüstü bırakıp uzaklaşmıştır. Kendileri için kaçacak bir yer olmadığını -kesin olarak- anlamışlardır.”

49

İnsan, hayır (mal, mülk, genişlik) istemekten usanmaz. Fakat başına bir kötülük gelince üzülür, umutsuzluğa düşer.

“İnsan,” kâfir “hayır” mal, mülk, genişlik ve servet “İstemekten usanmaz-” Çünkü bir başka âyette:

“Kıyametin kopacağını sanmiyorum” Kehf, 36. buyrularak bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Âyette geçen (.......) ibâresi, (.......) demektir. Burada fâil hazfedilmiş ve mefulü bih ona izafe edilmiştir.

“Fakat başına bir kötülük -fakirlik ve yoksulluk- gelince -mal, mülk ve servetten ötürü- üzülür, -Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinden de- umutsuzluğa düşer.”

Görüldüğü gibi, âyetin sonunda iki yönden de mübalağalı yani abartılı bir ifade kullanıldı. İki yoldan biri (.......) ve (.......) kelimelerinin (.......) kalıbında gelmesidir. İkincisi de bu kalıbın tekrar edilmesidir.

Kanut: Kişinin üzerinde umutsuzluk belirtilerinin açıkça görülmesi, bundan dolayı hayal kırıkliğina uğrayarak gücünü, maneviyatını tamamen yitirmesidir.

Yani kişi, Allah'tan (celle celâlühü) tamamen umudunu kesmiş, artık onun kendisine merhamet etmeyeceğine inanmıştır. Böyle bir özellik kâfirlere has olan bir özelliktir. Çünkü Yüce Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umudunu kesmez.” Yûsuf, 87.

50

Andolsun! Başına gelen bir zarardan sonra kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak mutlaka “Bu benim hakkımdır, Kıyametin kopacağım da sanmiyorum. Andolsun, Rabbime döndürülürsem, şüphesiz O'nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır” der. Andolsun, biz inkâr edenlere yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve andolsun, onlara mutlaka ağır azaptan tattıracağız.

“Andolsun! Başına gelen bir zarardan -bir hastalıktan sonra veya bir darlık ve sıkıntıdan- sonra kendisine tarafımızdan bir rahmet tanırsak mutlaka'Bu benim hakkımdır'-ve o hak da gelip bana ulaşmıştır. Çünkü ben bunları, bende olan bir varlık ve imkân sayesinde, faziletli olmam, iyi işler yapmam sebebiyle edindim, der.

Ya da: Bu bana âittir ve bana âit olan bu şeyler yok olacak da değildir/ der ve “Kıyametin kopacağını da sanmiyorum.'“

Yani kıyametin kopması diye bir olayın gerçekleşeceğine de inanmiyorum.

“Andolsun, -Müslümanların söyledikleri gibi eğer ben-'Rabbime döndürülürsem, şüphesiz O'nun'Allah'ın (celle celâlühü) yanında benim için daha güzel şeyler'-cennet-'vardır'der.”

Ya da güzellik hâli saygınlıktan ve nimet içerisinde yaşamaktan ileri gelir, der. Çünkü adam, dünyadaki yaşantısına, âhireti de kıyaslayarak değerlendiriyor.

“Andolsun, biz inkâr edenlere yaptıklarını -yani işledikleri ameller sebebiyle azâbı gerektiren gerçek amellerini kendilerine kesinlikle ve- mutlaka haber vereceğiz ve andolsun, onlara mutlaka ağır -en şiddetli olan- azaptan tattıracağız -ve o azap onlardan hiç ayrılmayacaktır, hep azap içinde olacaklardır.

51

İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirir ve yan çizer. Başına bir kötülük gelince de yalvarmaya koyulur.

“İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirir...” Bu örnekte insanın içine düştüğü azgınliği sergileyen bir başka örnektir. Çünkü Allah (celle celâlühü), kendisine bir nimet verdiğinde, bu nimet yüzünden şımanr ve asıl nimeti vereni, Allah'ı unutur ve O'na şükretmekten yüz çevirir, “ve yan çizer.” Allah'ı zikretmekten ve O'nu anmaktan uzaklaşır. O'na dua etmez olur Ya da kendini unutur, kim olduğunu, ne için yaratıldığını aklına bile getirmez, büyüklenmeye başlar. Azamet gösterinde bulunur.

Bunun gerçekleşmesi de şöyle olur; yalnızca kendi varlığını ve kendisini düşünür, konumunu dikkate alır. Çünkü herhangi bir şeyin yeri, onun yöneldiği ve önem verdiği yerdir. Bu da âdeta onun zâtı, onun kendisi konumunda demektir. Nitekim devlet kademesindeki biri, ya da önemli mevkide olan biri, yine önemli mevkide olan birine bir şeyler yazarken burada şu ifadeye dikkat çekerler:

“Onun katına yazdım, onun yüce makamına diye hitapta bulundum,” Bu ifadelerle onlar: “Ben onun zâtına hitaben yazdım, onun kendisine seslenerek yazdım” demek isterler. Bu nedenle sanki burada: “Kendi zâtını bir kenara çekti, kendisine ayrıcalık tanıdı” der gibidir.

“Başına bir kötülük -bir zarar, bir fakirlik ve yoksulluk- gelince de -çokça- yalvarmaya koyulur,”

Yani hep dua eder, yakarır durur. Alçak gönüllülük gösterisinde bulunur, sürekli dua etmeye başlar.

Âyette “geniş” anlamına gelen (.......) kelimesi zikredildi. Bu çokça dua etmek ve sürekli dua etmek anlamında bir istiâredir ve bu, suçluların, cürüm işleyenlerin de belirgin bir özelliğidir. Nitekim aşırı azap, şiddetli azap anlamında (.......) kelimesi istiâre yoluyla kullanılmaktadır. Bu nedenle daha önce geçen (.......) kavli ile (.......) arasında herhangi bir zıtlık ve çelişki yoktur. Çünkü birincisi de vasıf olarak bir toplum içindir, ikincisi de bir toplum içindir.

Ya da: “Karada iken Allah'tan umutlarını keserler, Allah'ı hiç akıllarına getirmezler. Fakat denizde / gemide alabora olmaya başladıklarında ise, Allah'ı dillerinden düşürmezler” demektir.

Yahut da: “Kalpten umutsuzdurlar, içlerinde îmandan eser yoktur. Fakat dilden hep dua eder gözükürler” demektir. Ya da: “Putlardan umutsuzdurlar, hep Allah'a yakarırlar” demektir.

52

De ki: “Ne dersiniz? Eğer o (Kur'ân) Allah katından olup da siz de onu inkâr etmişseniz, o zaman derin bir ayrılık içinde bulunan kimseden daha sapık kim olabilir?”

“De ki: Ne dersiniz? Eğer o'-Kur'ân- “Allah katından olup da siz de onu inkâr etmişseniz,'-Sonra da onun Allah (celle celâlühü) katından olduğunu inkâr ettiyseniz-'“o zaman derin bir ayrılık içinde bulunan kimseden'-sizden- “daha sapık kim olabilir?'“

Ancak burada, (.......) kavli, bunların durumlarını ve özelliğini açıklamak için (.......) yerinde değerlendirilmiştir.

53

Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur'ân’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?

“Varlığımızın delillerini, -kâinattaki uçsuz bucaksız- ufuklarda -doğu ve batıda yapılacak olan ülke fetihlerinde, sağlarıacak fetihlerde- ve kendi nefislerinde -içlerinde, Mekke'nin fethinde- onlara göstereceğiz ki o Kur'ân’ın -veya İslam'ın- gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi? “

(Bu âyette geçen (.......) kavli, fâil olması itibariyle mahallen merfûdur. Mefulü ise mahzûftur. Nitekim (.......) kavli de bundan bedeldir.)

Bu durumda âyetin manası şöyle takdir olunur: “Şüphesiz Rabbinin her şeye şâhit olması onlara yetmez mi?”

Yani, “Rabbinin, her şey konusunda onlara şehadet etmesi yetmeyecek mi?” demektir.

Mana şöyledir:

Yani Allah'ın (celle celâlühü) vadedilen şu ayetlerin dış âlemde ve onların içlerinde kendilerine gösterilmesi var ya, işte onlar bütün bu gerçekleri görecekler, buna tanık olacaklar. Böyle bir anda da artık gönderilen bu Kur'ân’ın, gaybı bilen Allah (celle celâlühü) tarafından bir indirilme olduğunu, indirilen bir kitap olduğunu açıklayacaklar, bunu dile getireceklerdir. Ki gaybı bilen Allah (celle celâlühü) her şeye şâhittir.”

54

İyi bilin ki, onlar Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. İyi bilin ki, O, her şeyi kuşatandır.

“İyi bilin ki, onlar Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. İyi bilin ki, O, her şeyi kuşatandır.” Allah (celle celâlühü) eşyayı hem toptan, mücmel olarak bildiği gibi, onların detaylarına varana kadar hepsini de bilir. Dışlarını da bilir, içlerini de. Allah'a (celle celâlühü) gizli olan hiçbir şey asla gizli kalacak değildir. Bu nedenle Allah (celle celâlühü), küfür ve inkârları yüzünden, bir de Rablerine kavuşmadaki kuşkuları sebebiyle onları cezâlarıdıracaktır.

0 ﴿