ŞÛRÂ SÛRESİ1Hâ - Mîm. 2Ayrı - Sîn - Kâf Bu iki âyet, daha önce geçen Meryem Sûresi'nin birinci âyetine görüldüğü gibi (.......) gibi bir tek âyet şeklinde (.......) diye yazılmadı. Onun gibi tek bir âyet olarak sayılmadı. Görüldüğü gibi (.......) bir âyet olarak, (.......) da ayrı bir âyet olarak yazılmıştır. Çünkü her ikisi ayrı birer âyet olduklarından, ayrı birer âyet olarak yazılmışlardır. 3(Ey Resûlüm Muhammed!) Mutlak güç sâhibi, hüküm ve hikmet sâhibi olan Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder. Ey Resûlüm Muhammed! “Mutlak güç sâhibi, -gücüyle her şeye üstün gelen- hüküm ve hikmet sâhibi olan -fiiliyle ve kavliyle doğruya isabet eden-Allah, sana -bu şekilde vahyettiği gibi veya sana vahyedilen bu kitap- ve senden öncekilere -senden önce geçen peygamberlere (asm) işte böyle vahyeder.” Yani bu surenin ihtiva ettiği manaların benzerini aynen başka surelerde de yine sana vahyetmiştir. Nitekim senden önce geçen peygamberlerine de (aleyhimü's-selâm) Allah (celle celâlühü) bunları vahyetmiştir. Mana şöyledir: “Allah bütün bu manaları Kur'ân'da tekrar ettiği gibi, semavi olan tüm kitaplarında da aynen tekrar etmiştir. Çünkü böyle yapılmasında çok net ve beliğ bir uyarı, gerçeğe dikkat çekme vardır. Bir de kullarına karşı büyük bir lütuf ve ihsan bulunmaktadır.” Abdullah b. Abbâs'tan (radıyallahü anh) rivâyete göre, Kitap sâhibi bir peygamber olmasın ki, Yüce Allah (celle celâlühü) mutlaka onlara da, (.......) diye vahyetmiştir. Bu âyette geçen (.......) kelimesini, Mekke Okulu, (.......) harfinin fetha harekesiyle, (.......) diye okumuşlar ve “Allah” lafzını ya da ismini de merfû' / ötreli okumuşlardır. Çünkü bu okuyuşa göre, (.......) kelimesi buna delalet etmektedir. Çünkü: sanki burada biri, “Kim vahyediyor?” diye sorar gibidir. Buna verilen cevap da: “Allah” olmaktadır. Bu nedenle Allah lâfzı celali fâil konumunda olmaktadır. 4Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, yücedir, büyüktür. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'-nun şanı- yücedir, -ortaya koyduğu burhanı da- büyüktür.” 5Neredeyse gökler (O'nun azametinden) üstlerinden çatlayacaklar. Melekler ise, Rablerini hamd ile tespih ederler ve yeryüzündekiler için bağışlanma dilerler. İyi bilin ki Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. “Neredeyse gökler -Şanı Yüce olan Allah'ın (celle celâlühü) azametinden dolayı- üstlerinden çatlayacaklar. “Çünkü bu mananın böyle olduğunu, bu ayetten önce geçen Âyetteki, “O, yücedir, büyüktür” kavli delalet etmektedir. Bir tefsire göre de “Allah'a (celle celâlühü) çocuk isnat etmekten Allah (celle celâlühü) yücedir, uludur, münezzehtir.” demektir. Bu âyet âdeta Rabbimizin şu kavli gibidir: “Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktır.” Meryem, 90. Âyette geçen ve: “üstlerinden” manasına gelen (.......) kavli ile şöyle denmek istenmiştir: “Çatlama olayı, onların üst taraflarından itibâren başlayacaktır.” Esasen kural olarak şöyle denmeliydi: “Çatlama olayı onların altlarından yani küfür kelimesinin geldiği taraftan, inkârcıliğin geldiği cihetten başlayacaktır.” Çünkü o, göklerin altında olanlardan gelmektedir. Ancak burada meselenin abartılı olarak anlatılması için, olayın daha etkin olduğunu göstermek anlamında, “üst taraf ifadesine yer verilmiştir. Burada sanki şöyle der gibidir: “Bırak altların çatlamasını, neredeyse inkârları sebebiyle üstlerindeki tavan, gök kubbe çatlayacaktır.” Bir tefsire göre de: “(.......) demek, yerin üstünden, demektir. Buradaki kinaye, yeryüzüne râcidir. Çünkü bu, bir tek yeryüzü demek değildir, tüm yeryüzünden yani yerin tüm katınanlarından ve tabakalanndan demektir.” Bir tefsire göre de, göklerde bulunan melekler sebebiyle gökler üstlerinden yarılacak, demektir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Şüphesiz sizin göremediğiniz gerçekleri ben görüyor ve sizin duyamadığınız sesleri ben duyuyorum. Gök âdeta gıcırdayarak ses çıkarmaya başladı, aslında böyle bir ses çıkarması da hakkıdır. Çünkü gökte bir ayak basacak yer yoktur ki orada kıyamda duran veya rükûda bulunan ya da secde hâlinde olan bir melek bulunmamış olsun.” Tirmizî, Zühd, H: 2312; İbn Mâce, Zühd, H: 4190; Ahmed b. Hanbel. Müsned, 5/173, H: 21848/21516 (.......) kelimesini, Nâfi ve Ali, (.......) harfiyle, (.......) olarak okumuşlardır: Yine Âyetteki, (.......) kelimesini, Basra okulu mensupları ve Ebû Bekir, (.......) olarak kırâat etmişlerdir.) “Melekler ise, -Rablerinin azameti dolayısıyla gördükleri gerçeklerden ötürü- Rablerini hamd ile tespih ederler ve yeryüzündekiler -yeryüzünde bulunanlardan mü'min olanlar- için bağışlanma dilerler.” Nitekim Rabbimizin şu kavlinde şöyle buyrulmaktadır: “Mü'minlerin bağışlanması için mağfiret dilerler.” Ğafir-Mü'min, 7. Çünkü melekler, mü'minlerin Allah'ın (celle celâlühü) azâbına uğramalarından korkup endişe duyarak, onlar için Allah'tan (celle celâlühü) af ve mağfiret dilerler. Ya da Allah'ı (celle celâlühü) birlerler ve Allah (celle celâlühü) hakkında câiz olmayan sıfatlarla Allah'ı (celle celâlühü) anmaktan, O'nu tenzih ederler. Allah'ın (celle celâlühü) kendilerine lütuf ve ihsanı sebebiyle de Allah'a (celle celâlühü) hamd ederler. Allah'ın (celle celâlühü) gazâbına uğrayanları gördüklerinden ötürü de şaşkınlık duyarlar. Bir tefsire göre de, melekler, sözkonusu kelimeden aklanmaları, uzak kalmaları için yeryüzündeki mü'minler için de mağfiret isterler. Yahut da, Allah'tan, (celle celâlühü) yeryüzündekilere yumuşak davranmasını, onları cezâlarıdırmada acele etmemesini dilerler. “İyi bilin ki Allah, -onları- çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 6Allah'tan başka dostlar edinenlere gelince, Allah onları daima gözetlemektedir. Sen onlara vekil değilsin. “Allah'tan başka dostlar edinenlere -yani O'na ortak koşanlara, O'na denk ilâh edinenlere- gelince, Allah onları daima gözetlemektedir.” Onların durumlarını ve yaptıklarını hep gözetim altında tutmaktadır. Allah (celle celâlühü), onların durumları ve amelleri ile alâkalı olarak hiçbir şeyi kaçırmaz ve bundan dolayı da onları cezâlarıdırır. Ey Resûlüm Muhammed! “Sen onlara vekil değilsin. “Sen onlar üzerine vekil olarak atanmış değilsin, onların işleri sana havale edilmiş de değildir. Sen sadece ve sadece bir uyarıcısın. 7Böylece biz sana Arapça bir Kur'ân vahyettik ki, şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarasın. Hakkında asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutasın. Bir grup cennette, bir grup ise cehennemdedir. “Böylece -aynen bunun gibi- biz sana Arapça bir Kur'ân...” Burada geçen “Arapça Kur'ân” ibâresi mefulü bihtir. Yani mana olarak: “Biz sana apaçık Arapça bir Kur'ân olmak üzere bu Kitabı'...vahyettik'“demektir. Burada, bir önce geçen âyetin manasına işaret edilmektedir. Çünkü bir önceki âyette, insanlar üzerinde gözetenin, onları murakabe edenin kendisi olduğunu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olmadığım Allah (celle celâlühü) belirtiyordu. Onun sadece bir uyarıcı olduğuna dikkat çekiliyordu. Çünkü Yüce Allah (celle celâlühü) bu manayı Kitabında hep tekrarlamıştır. (.......) işaret ismi ilgili manaya işaret ederken, (.......) harfi de, âyette geçen “vahyettik” kelimesinin mefulü bihi yani tümlecidir. “....ki, şehirlerin anası olan Mekke'de...” Çünkü yeryüzü Mekke'nin altından itibâren, Merkez Mekke olmak üzere onu yayıp döşendi. Ya da Mekke, yeryüzü bölgelerinin ve toprağının en şerefli bölgesi olması itibariyle böyle denmiştir. Asıl söylenmek istenen ise, şehirlerin anası ve merkezi denilen yerin halkıdır, burada yaşayanları- ve çevresinde bulunanları -Arapları- “uyarasın. Hakkında asla şüphe olmayan toplanma -kıyamet- günüyle onları uyarasın.” Çünkü yaratılmışlar o günde toplarıacaklardır. Burada geçen ve “asla şüphe olmayan” manasına gelen (.......) cümlesi, parantez cümlesidir ve i'rabtan mahalli yoktur. Meselâ (.......) ve (.......) denince burada şöyle bir duruma dikkat çekilmektedir. Âyette geçen ilk (.......) kelimesi yani (.......) ibâresindeki (.......) kelimesi, birinci mefule müteaddidir. (.......) ibâresinde bulunan (.......) kelimesi ise ikinci mefule müteaddidir. Bundan böyle onlardan, “Bir grup cennette, bir grup ise cehennemdedir. “zamîr her ikisine de râcidir. Çünkü o gün, yaratılmışların toplarıacakları gündür. 8Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine sokar. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcısı yoktur. Eğer “Allah dileseydi, onları -insanların tamamını aynı dine mensup- bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine -yani dilediklerine rahmetiyle muamelede bulunarak onları İslam'a- sokar. Zalimlerin -kâfirlerin ve inkârcıların- ise bir dost -şefâatçi- ve yardımcısı -azaplarını önleyecek bir kimsesi- yoktur.” 9Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Hâlbuki gerçek dost Allah'tır. O, Ölüleri diriltir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir. “Yoksa onlar Allah'tan başka dostlar mı edindiler? Hâlbuki gerçek dost Allah'tır.” Burada geçen (.......) Lâfzı celaldeki (.......) harf, bir şartın mukadder cevabıdır. Sanki burada, Allah'tan (celle celâlühü) başka bütün dostlar, aracılar, şefâatçi kabul edilenler ret ve inkâr edildikten sonra, şöyle bir mana bulunmaktadır: “Eğer hakkıyla ve gerçek manada bir veli, bir dost istiyorlarsa, işte o yani gerçek dost, Allah'tan başkası değildir. Asıl dost edinilmesi gereken ve farz olan sadece ve sadece bir tek O'dur, O'ndan başka bir veli ve dost yoktur.” “O, ölüleri diriltir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” Öyleyse asıl veli ve dost edinmeye layık olan, her şeye gücü yeten Allah'tır (celle celâlühü). Gücü yetmeyenler asla veli ve dost edinilmezler. 10Hakkında ayrılığa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah'a âittir. İşte bu, Rabbim Allah'tır. Yalnız O'na tevekkül ettim ve ancak O'na yöneliyorum. “Hakkında ayrılığa düştüğünüz” Bu ifade, Rasûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünün mü'minlere aktarılmasıdır, hikâye edilmesidir. Yani: “Kitap ehlinden olsun, müşriklerden olsun size muhalefet eden bu kâfirlerle, eğer siz din ile ilgili herhangi bir konuda ayrılığa ve anlaşmazlığa düşerseniz, işte bu konudaki'herhangi bir şeyin hükmü Allah'a âittir.'“Üzerinde anlaşmazlığa düştüğünüz şeyin hükmünü Allah'a (celle celâlühü) bırakın, O'na havale edin. Çünkü bu konuda haklı olanı ödüllendirecek, onlara sevap verecek olan Allah'tır (celle celâlühü) ve batılda ısrar edenleri cezâlarıdıracak olan da Allah'tır (celle celâlühü). “İşte -aranızda hüküm verecek olan- bu -Hâkim - Rabbim Allah'tır. Yalnız O'na tevekkül ettim.” Bu ifade ile din düşmanlarına ve onların tuzaklarına reddiye vardır. “Ve -onların şerrinden korunmak için de- ancak O'na yöneliyorum.” Çünkü O, bana yeter. Bir tefsire göre de deniliyor ki: “Sizinle ilgisi bulunmayan ve alakası da olmayan herhangi bir ilim veya ilimler konusunda anlaşmazlığa düşerseniz, o ilmi ve bilgiyi öğrenme konusunda herhangi bir çıkış yolunuz yoksa, o zaman'En iyisini Allah (celle celâlühü) bilir.'deyip işin içersinden çıkın.” Meselâ ruh ve benzeri konularda bilgi edinme meselesi böyledir. Bu ve benzeri hususları Allah'a (celle celâlühü) bırakın. 11O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu suretle sizi üretiyor. O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir. “O, gökleri ve yeri yaratandır.” Bu âyette geçen (.......) kelimesinin merfû' yani ötreli olması, bundan önce geçen Âyetteki (.......) kavlinin bir haberi olabilir, bundan ötürü merfû' kılınmış olabilir. Ya da bu kelime, mahzûf bir mübtedanın haberi olabilir. “Size kendinizden -sizin, gibi insanlar cinsinden- eşler -yarattı- hayvanlardan da -kendilerine- eşler...” yani nasıl ki sizin cinsinizden tıpkı sizin gibi eşler size yaratmış ise, hayvanlar için de, onların cinsinden olmak üzere onlara eşler- yaratmıştır. Bu suretle -böyle bir tedbir yoluyla- sizi üretiyor. -Çoğaltıyor. Çünkü (.......) kelimesi, artırmak ve çoğaltmak, yaymak gibi manalara gelir. Dolayısıyla Yüce Allah (celle celâlühü) insanları ve hayvanları bu şekilde çift yaratarak onların üremelerini sağlamıştır. Böyle yaratmış ki, erkekle dişi arasında birleşme olabilsin ve böylece nesiller üresin dilemiştir. Buradaki âyette geçen (.......) cümlesinde, (.......) yerine (.......) kavli tercih edilmiştir. Çünkü böyle bir tedbir ve önlem, âdeta yayılıp çoğalma konusunda bir memba, bir maden gibi gösterilmiştir. (.......) cümlesindeki, zamîr ise, hep muhataplara, insanlar ve hem de hayvanlara râcidir. Burada muhataplar akıl sâhibi varlıklar olmaları dolayısıyla, gaip olanlara yani akılsız olan varlıklara, hayvanlara galebe çalması, üstün gelmeleri sebebiyle muhatap zamîrine yer verilmiştir. “O'nun benzeri hiçbir şey yoktur.” Deniliyor ki, burada teşbih kelimesinin tekrar edilmesi aslında, benzetmeleri reddetmek içindir. Bu itibarla âyetin takdiri şöyledir: “Onun gibi hiçbir şey yoktur.” Bir tefsire göre de, âyette yer alan (.......) kelimesi ziyadedir, fazladır. Bu durumda âyetin mana olarak takdiri'şöyledir: “Onun gibi hiçbir şey yoktur.” Bu durum âdeta Allah Teâlâ'nın şu kavlindeki gibidir: “Şayet onlar da tıpkı sissin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse, mutlaka dosdoğru yolu bulmuş olurlar.” Bakara, 137. Âyeti gibidir. Çünkü burada istenen şey, misliyeti, benzerliği reddetmektir. Eğer âyette yer alan (.......) harfi ile (.......) kelimesinden biri zait kabul edilmeseydi, o takdirde, benzerinin olabileceği gibi bir mana anlaşılabilirdi. Bir tefsire göre de bunun manasının: “Onun zâtına benzer hiçbir şey yoktur” şeklinde olduğudur. Çünkü Araplar arasında: “Senin gibi birisi cimrilik edemez.” diye bir tabir vardır. Araplar bu ifade ile Sözkonusu zatın cimri olmadığını göstermek için kullanırlar. Böylece bu konuda abartılı bir anlatımla, kinaye yollu meseleyi dile getirmeyi kast ederler. Çünkü onlar, onun yerine geçebilecek olandan bunu reddedince, böylece bizzat onun kendisinde böyle bir durumun olmayacağını reddetmiş olurlar. Artık söylenenin kinaye yoluyla söylendiği bilinince, bu durumda: - “Allah gibi hiçbir şey yoktur” ibâresiyle, “Onun benzeri hiçbir şey yoktur” ibâresi arasında herhangi bir fark olamaz. Sadece bunun yararı, senin ona yüklediğin kinayedir. Sanki o ikisi, aynı manaya gelen ve fakat birbirini izleyen iki ibâre gibidirler. Halbuki zâtı itibariyle Allah'ın (celle celâlühü) hiçbir benzerinin olmadığı ve asla olmayacağıdır. Nitekim bunun benzeri: “Allah'ın elleri açıktır.” Mâide,64. ayetidir. Yani âyetin manası: “Aksine O, hiçbir elin tasavvur edemeyeceği manada cömerttir, onun elinin açıkliğinın önüne hiçbir kuvvet geçemez. Çünkü bizatihi cömertliğin ta kendisidir.” Hatta bu yönüyle Araplar bunu, elleri olmayan için de kullanır oldular. İşte burada bunu, kendisinin bir benzerinin var olduğu hakkında kullandıkları gibi, hiçbir benzerinin var olmadığı ve olmayacağı manasında da kullandılar. “O, -kulak olmadan da duyulabilecek ve işitilebilecek olan her şeyi- hakkıyla işitendir, -Nitekim göz olmadan da görülecek olan her şeyi- hakkıyla görendir.” Sanki burada bu her iki organdan söz edilmesinin sebebi, herhangi bir kimsenin, benzerinin olmadığı gibi, herhangi bir sıfatı ve özelliği de yoktur, türünden bir yargıya varmaması içindir. 12Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur. Dilediğine rızkı bol verir ve (dilediğine) kısar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir. “Göklerin ve yerin anahtarları O'nundur.” Bu daha önce Zümer Sûresi'nât de geçmişti. “Dilediğine rızkı bol verir ve -dilediğine- kısar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir.” 13“Dini dosdoğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin!” diye Nûh'a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhîm'e, Mûsa'ya ve Îsa'ya emrettiğim size de din kıldı. Fakat senin kendilerini çağırdığın şey (İslâm dini), Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, ona dilediğini seçer. İçtenlikle kendine yönelenleri de ona ulaştırır. “(.......) diye Nûh'a emrettiğini, sana vahyettiğini, İbrâhîm'e, Mûsa'ya ve Îsa'ya emrettiğini size de din kıldı.” Bu âyette geçen (.......) buyurdu. Burada ikame edilmesi, egemen kılınması ve ayakta tutulması istenen dinden murat, İslam'dan başkası değildir. Bu da Allah'ı (celle celâlühü) birlemek, tevhid inancını hâkim kılmaktır. O'na (celle celâlühü) taatta bulunmak, ibâdet ve kulluk görevini yerine getirmektir. Aynı şekilde peygamberlerine, kitaplarına, cezâ gününe, bir de kişinin yerine getirmesi, ikame etmesi durumunda onu Müslüman kılacak olan diğer hususlara da îman etmektir. Burada bütün şerî'atleri murat etmiş değildir. Çünkü şeraitler değişiktir. Nitekim Yüce Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmaktadır: “Her birinize bir şerî'at ve bir yol verdik.” Mâide, 48. Bu âyette geçen (.......) kavli, ya (.......) filinin mefulünden ve buna atfedilen iki ma'tûftan bedel olması bakımından mensûb kılınmıştır. Ya da yeni bir cümle kabul edilmesinden ötürü merfûdur. Sanki burada: “Şerî'at olarak öngörülen şey nedir?” diye bir soru yöneltilmiş gibi dikkate alınmış ve buna da şu şekilde cevap verilmiştir: “O, şerî'at olarak öngörülen şey, dini ikame etmek, egemen kılmak, devlet haline getirmektir.” Evet, bunu ikame edin “ve onda -yani egemen kılmak istediğiniz dinde- ayrılığa düşmeyin!” Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) âyetin bu kısmım şöyle tefsirlamıştır: “Sakın ayrılığa düşmeyin, bölünüp parçalanmayın. Çünkü cemaat hâlinde olmak, birlik hâlinde yaşamak rahmettir, ayrılıkta ise azap vardır.” “Fakat senin kendilerini çağırdığın şey -yani İslâm dini, Allah'ın (celle celâlühü) dinin devlet haline getirerek İkame etme işi ve görevi, tevhid inancını egemen kılma vazifesi- Allah'a ortak koşanlara -putlarını ve rejimlerini Allah'ın (celle celâlühü) hükmünün üzerinde görerek hareket eden müşriklere İslam dininin devlet olarak egemen kılma emri- ağır geldi.” Bundan dolayı onlar sıkıntı yaşamaya başladılar, zorlanır oldular. “Allah, ona -o dini tebliğ etmeye, yaymaya ve egemen kılmaya- dilediğini seçer.” Onu bunda muvaffak kılar, doğru olarak egemen olmasını sağlar ve bunun üzerinde onları toplar. “İçtenlikle kendine yönelenleri de ona -kendisine itâat etme konusunda o işe yönelmeye onu- ulaştırır.” 14Onlar, kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer (azâbın) belli bir süreye kadar (ertelenmesi ile ilgili olarak) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra Kitab'a mirasçı kılınanlar da, onun hakkında derin bir şüphe içindedirler. “Onlar, -yani kedilerine Kitap gönderilenler, Yahûdîler ve Hıristiyanlar, kısaca Kitap ehli peygamberlerinden sonra, yani- kendilerine bilgi geldikten -ayrılığa düşmenin sapıklık olduğunu öğrendikten, peygamberlerin dilinden kendilerine anlatıları korkutucu ve tehdit içeren emirden- sonra, aralarındaki kıskançlık -koltuk kavgası ve haksız yere üstünlük taslamaları- yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer -azâbın- belli bir süreye kadar -ertelenmesi ile ilgili olarak- Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı -Ki o söz de Rabbimiz'in (celle celâlühü) şu kavlinde yer alan şu sözdür: “Bilâkis kıyamet onlara vadedilen saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır.” Kamer, 46. Evet, eğer bu söz olmasaydı işte o zaman- aralarında hemen hüküm verilirdi. - Yani ayrılığa düştükleri, şeyin büyüklüğü ve azameti yüzünden derhal o andan itibâren helâk edilirlerdi.- Onlardan sonra Kitab'a mirasçı kılınanlar -Ki bunlar Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında olan kitap ehli Yahûdîlerle Hıristiyanlardır, işte onlar- da, onun hakkında -ya da kendi kitaplarında- derin bir şüphe içindedirler. -Çünkü bu durumda kendi kitaplarına bile inanmaları gerektiği gibi hakkıyla îman etmemektedirler. Bir tefsire göre de mana şöyledir: “Kitap ehli olanlar, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın (celle celâlühü) Rasûlü olarak gönderilmesinden, kendilerine bu ilim geldikten sonra ayrılığa ve anlaşmazlığa düştüler.” Bu durum aynen şu âyette yer alan ifadeye benzemektedir. Çünkü Yüce Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmuştur: “Kendilerine kitap verilenler ancak apaçık delil (peygamber) kendilerine geldikten sonra ayrılığa düştüler.” Beyyine, 4. “Onlardan sonra Kitab'a mirasçı kılınanlar” ibâresinden kasıt, müşriklerdir. Çünkü Kitap ehli Tevrât ve İncîl'e mirasçı kılındıkları gibi bunlardan sonra da müşrikler de Kur'ân'a mirasçı kılınmışlardı. Ancak onlar da tıpkı Ehli Kitap gibi onu bir kenara ittiler. 15(Ey Resûlüm Muhammed!) Bundan dolayı sen (İslam'a) davete devam et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâ ve heveslerine uyma ve şöyle de: “Ben, Allah'ın indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah, hepimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş de ancak O'nadır.” Ey Resûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! “Bundan dolayı -yani onların ayrılığa düşmelerinden, küfrün bu sebepten dolayı birçok guruplara ayrılmalarından ötürü yine de- sen -Tek Allah (celle celâlühü) inancına, tevhid dinine, bunda ittifak etmeye ve bunun üzerine anlaşmaları için onları hakka, en eski olan Hanif dinine- çağrıya devam et. Ve emrotunduğun -Allah'ın (celle celâlühü) sana emrettiği- gibi -o inançta ve ona davet etmede- dosdoğru ol Onların hevâ ve heveslerine, -üzerinde anlaşamadıkları, ihtilafa düştükleri bâtıl inançlarına da- uyma ve şöyle de: “- Yani Allah (celle celâlühü) tarafından indirilen bütün kitaplara îman ettim..Çünkü aralarında ayrılığa ve anlaşmazlığa düşenler, bir kısmına inandılar ve bir kısmını da inkâr ettiler. Nitekim bu husus tıpkı şu âyette ifade edildiği gibidir. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Allah'ı ve peygamberini inkâr edenler, inanma konusunda Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyen ve: Bir kısmına îman ederiz, ama bir kısmına inanmayız'diyenler, bunlar yani îman ile küfür arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz, kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır,” Nisa, 150-151 “Ve -anlaşmazlığa düştüğünüzde ve hakem olarak bana başvurduğunuzda ben,- aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum, Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. -Biz hepimiz onun kullarıyız.-Bizim işlediklerimiz, -amellerimiz- bize, sizin işledikleriniz, -amelleriniz de- sizedir.” Bu ibâre aynen şu âyette geçen ifade gibidir. Rabbimiz (celle celâlühü) buyuruyor ki: “Sizin diniz size, benim dinim de banadır.” Kafirun 6. Bu âyetin şöyle tefsirlanması da câizdir: “Şüphesiz sizin yaptıklarınız yüzünden biz hesaba çekilmeyeceğiz, nitekim siz de bizim işlediklerimiz yüzünden hesaba çekilecek değilsiniz.” “Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur.” Herhangi bir husumete ve çekişmeye gerek yoktur. Çünkü hak ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı artık hüccet ve delil sizin önünüze konmuştur. Bu nedenle artık çekişmeye ve tartışmaya da gerek kalmamıştır. Bunun manası şöyle olmaktadır: “Bundan böyle aramızda birbirimize hüccet ve delil sunmaya gerek kalmamıştır. Çünkü karşılıklı olarak çatışanların delilleri ve kanıtları ortadadır. İşte bizim gerçeğimiz, işte sizin batılınız meydanda, artık tartışma ve sürtüşmeye gerek yoktur.” Kaldı ki kıyamet gününde “Allah, hepimizi bir araya toplayacaktır. -Yargılamanın gerçekleşmesi ve gerçeğin ortaya çıkması için- Dönüş de ancak O'nadir.” Allah (celle celâlühü) o gün aramızda ayırıcı hükmünü verecek ve lehimizde olmak üzere bizim intikamımızı sizden alacaktır. 16Allah'ın çağrısına uyulduktan sonra O'nun hakkında tartışmaya girenlerin hüccetleri Rableri katında batıldır. Onlara bir gazap vardır. Onlar için çetin bir azap vardır. “Allah'ın çağrısına uyulduktan -halkın İslam davetine icabet etmelerinden ve İslam'a girmelerinden- sonra -halkı yeniden câhiliye inançlarına, şirk düzenlerine döndürmek amacıyla- O'nun.. -dini- hakkında tartışmaya girenlerin hüccetleri Rabbleri katında batıldır.” Burada anlatıları hususlar tıpkı Rabbimizin şu kavlinde bildinlen hususlar gibidir. Yüce Allah (celle celâlühü) şöyle buyurmaktadır: “Kitap ehlinden birçoğu hak ve gerçek kendilerine açıkça belli olduktan sonra sırf içlerindeki hasetleri yüzünden, siz, îman ettikten sonra sizi, yeniden kâfir olarak geriye döndürmeyi istediler.” Bakara, 109. Çünkü kitap ehli olan Yahûdî ve Hıristiyanlar mü'minlere: “Bizim kitabımız sizin kitabınızdan daha önce indirildi, nitekim bizim peygamberimiz de sizin peygamberinizden daha önce gönderildi. Bu nedenle biz sizden daha hayırlıyız ve daha doğrudayız. Hakka ehil olan, layık olan da bizleriz.” diyerek karşı çıkıyorlardı. Bir tefsire göre de: “Onun çağrısına uyulduktan sonra” kavünin tefsiru: “Bedir gününde kendisine icabet edilmesinden sonra, müşriklerin ona kendi bâtıl inançlarına çağırması...” demektir, denmiştir. . Bu nedenle: “hüccetleri Rahleri katında batıldır,” gerekçelerinin hiçbir anlamı yoktur, hepsi de boştur. Âyetin bu kısmında, müşriklerin ve tevhid düşmanlarının ileri sürdükleri delillerinin, delil olmamasına rağmen hüccet/delil diye ifade edilmesi, içinde şüphe barındıran bir şey olsa da, onların böyle savunmaları sebebiyle denmiştir. Yoksa aslında hüccet ve delil olmaktan uzak şeylerdir. “Onlara -küfürleri sebebiyle- bir gazap vardır. Onlar için -âhirette- çetin bir azap vardır.” 17Allah, hak olarak Kitab'ı ve mizanı indirendir. Sen nereden bileceksin belki de o saat (kıyamet) yakındır. “Allah, hak -doğru ve doğruyu içeren- olarak Kitab'ı -burada geçen kitap kelimesi cins anlamında olması itibariyle gönderilen bütün kitapları- ve mizam -adaleti, eşitliği, herkese eşit olarak muamele etmeyi- indirendir.” _ Burada “Adaleti indirmekten... “murat, Yani Allah (celle celâlühü), indirdiği tüm kitaplarında adaleti ve adaletle muameleyi öngörmüştür, manasında bir ifadedir. Âyette geçen, “mizan/terazi” kelimesi de, gerçekten mizan ve terazi manasındadır, diye de tefsirlayanlar olmuştur. Allah (celle celâlühü) bu mizanı ya da teraziyi Hazret-i Nûh (aleyhisselâm) zamanında indirmişti. “Sen nereden bileceksin belki de o saat -kıyamet- yakındır.” Yani kıyamet denen o an belki de sana çok yakındır, ama sen hala onu bilemiyorsun. Bundan murat, saatin yani kıyametin gelmesidir. Esasen burada geçen “Saat” kelimesi, öldükten sonra yeniden dirilme diye tefsir edilmiştir. Kıyametin/saatin yakıliğinın kitapların ve mizanın indirilmesiyle olan münasebetine gelince, saat denen kıyamet günü, hesap günüdür. O günde teraziler, mizan ve ölçü adaletle ortaya konacaktır, demektir. .Bu nedenle sanki burada şöyle denilir gibidir: “Allah size, adaleti ve eşit davranmayı, şerî'at esaslarına göre de amel etmenizi emretti. O hâlde, hesap günü ve amellerinizin tartılacağı gün size ansızın gelmeden önce Kitaba göre amel edin ve adaletten ayrılmayın.” 18Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk kopmasını isterler. İnananlar ise, ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, Kıyamet günü hakkında tartışanlar derin bir sapıklık içindedirler. “Kıyamete inanmayanlar, -onunla alay edenler- onun çabuk kopmasını isterler. İnananlar ise, ondan -onun dehşetinden- korkarlar ve onun -hiç şüpheye yer bırakmayan bir- gerçek olduğunu bilirler. İyi bilin ki, Kıyamet günü hakkında tartışanlar -yani o günde herkes yanındaki arkadaşırıın düşünce ve inancına ve o güne şüphe ile bakanlar- derin bir sapıklık içindedirler.” Haktan büsbütün uzaklaşmışlardır. Çünkü kıyametin kopması, Yüce Allah'ın (celle celâlühü) kudreti dışında olan, uzak olan bir şey değildir. Kaldı ki hem Kitap ve hem Sünnet bunun meydana geleceğini haber vermiştir. Zaten akıl da, kendi açısından bir cezâ gününün olabileceğine tanıklık etmektedir. 19Allah, kullarına çok lütufkârdır, dilediğini rızıklarıdırır. O, kuvvetlidir, mutlak güç sâhibidir. “Allah, kullarına çok lütufkârdır,...” bu itibarla onların yararına olacak şeyleri onlara ulaştırır ve zararlarına olacak şeyleri, belaları da kendilerinden uzaklaştırır. Hem de onların konuyu algılayabilecekleri bir güzellikle ve letafetle bunu yapar. Bu nedenle onlara en net bir şekilde iyilikte bulunur ve böylece iyiliğini herkese ulaştırır. Bir diğer tefsire göre de, ezeli ilminde gizli olan şeylerle onlara lütufta bulunmasıdır, Allah'ın (celle celâlühü) hilmi cürüm ve suç işleyenlere karşı daha üstündür. Ya da menakıbı yaymaktan ve kötülükleri gizlemekten dolayı ihsanı yücedir. Ya da hata edenleri bağışlar, kimi kullarına olması gerekenden çok daha fazla rızık verir, ona takati dışında olmamak kaydıyla ondan itâat ister. Cüneyd Bağdadi de (radıyallahü anh): “Allah, dost olan kullarına ikramda bulunur ve onlar da bunu bilirler. Eğer düşmanlarına lütufta bunsaydı, düşmanları onu inkâr etmezlerdi.” diye tefsirlamaktadır. Allah, (celle celâlühü) “....dilediğini rızıklarıdırır.” Yani Allah'ın (celle celâlühü) maslahat olduğunu bildiği bir şeyde, kullarından dilediklerinin rızıklarını genişletir. Çünkü bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Mü'min kullarınıdan öyleleri var ki, ancak zengin kalmaları hâlinde îmanları sağlam kalır. Eğer ellerinden zenginliklerini alıp fakir kılsaydım, bu durum kesinlikle onları bozar, yoldan çıkarırdı. Mü'min kullarınıdan öyleleri de var ki, onların imanlarının sağlıklı kalması, fakir kalmalarına bağlıdır. Eğer onları zengin kılsaydım, kesinlikle bozulurlar ve yoldan çıkarlardı.” Deylemî, Müsnedu'i-Firdevs, H: 8098 “O, kuvvetlidir, -Allah'ın gücü açık ve ortadadır, her şeye galip gelendir, her şeyi yenendir,- mutlak güç sâhibidir.” O'nun gücüne karşı koyacak hiçbir güç ve kuvvet yoktur, o asla yenilmez. 20Kim âhiret tarlasını (kazancım) isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, ona da istediğinden veririz, fakat onun âhirette hiçbir payı yoktur. “Kim âhiret tarlasını isterse,..” görüldüğü gibi, çalışan kimsenin çalıştığı işten fayda sağlaması beklentisi, âyette tarla ve ekin olarak mecâzî manada isimlendirilmiştir. Biz de “....onun kazancım -onu işinde başarılı kılmak suretiyle veya iyiliklerini katlamakla yahut da hem dünya ve hem âhiret isteklerine erdirmekle- artırırız. Kim de dünya kazancını isterse, - Yani kim de âhirete inanmayıp sadece dünyada yaptıklarının karşılığını isterse- ona da istediğinden -dünyadan istediklerinden sadece bir şeyler- veririz,...” Burada “Sadece bir şeyler veririz” ifadesi, bu manayı ifade eden (.......) edatından almaktayız. Bu da onun için ayrıları rızkından başkası değildir. Yoksa her istediği ve arzu ettiğinin verileceği manasında demek değildir. Ve “fakat onun âhirette hiçbir payı yoktur.” Yani âhirette onun için asla bir pay, bir nasip yoktur ve olmayacaktır. Âhiretle ilgili çalışmalar için burada, onların belirlenmiş olan rızıklarının kendilerine ulaştırılacağı konusunda herhangi bir şeyden söz etmedi. Bunun sebebi de dünyadakilerin basitliği yanında o temiz amelden ve ileride elde edeceği başarıdan söz edilmemiştir. 21Yoksa Allah'ın izin vermediği bir dini kendilerine tutulacak yol kıları ortakları mı var? Eğer (cezâların ertelenmesine dair) kesin hüküm olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz, zalimler için elem dolu bîr azap vardır. “Yoksa Allah'ın izin vermediği bir dini kendilerine tutulacak yol kıları ortakları mı var?” Âyetin başında yer alan ve “yoksa” manasına gelen (.......) harfi, munkatıa harfidir. Âyet, “Aksine onların ortakları mı var?” takdirindedir. Bir diğer tefsire göre de, (.......) harfi, soru edatı olan (.......) harfinin muadili bir harftir. Bu cümlede bir izmar, kapalı bir nokta vardır. Bu itibarla cümlenin takdiri şöyledir: “Onlar, Allah'ın din olarak gönderdiği şerî'ati mi kabul edecekler?” “Yoksa Allah'ın izin vermediği -o konuda bir emir vermediği- bir dini kendilerine tutulacak yol kıları ortakları -ilâhları- mı var?” “Eğer -cezâların ertelenmesine dair- kesin hükmü olmasaydı, -ya da aralarındaki ayrılma ve haklarında ayırıcı kararın verileceği kıyamet gününe dair yargı bulunmasaydı - derhal -kâfirlerle mü'minler konusunda- aralarında hüküm verilirdi.” Yahut da cezâlarıdırılmaları konusunda kesinlikle acele edilirdi. Her ne kadar bu dünya hayatında onların azapları ve cezâlarıdırılmaları ertelenmiş olsa bile. “Şüphesiz, zalimler -müşrikler- için -âhirette- elem dolu bir azap vardır.” 22Sen, zalimlerin yaptıkları şeyler (tepelerine) inerken (bu yüzden) korku ile titrediklerini göreceksin. İnanıp yararlı işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu büyük lütuftur. “Sen, -âhirette- zalimlerin -müşriklerin- yaptıkları şeyler -işledikleri küfürlerinin cezâsını görmeleri için o cezâ- tepelerine inerken -bu olay kesin olarak onlar hakkında şüpheye yer bırakmayacak derecede azap başlarına inecektir. İster korksun, ister korkmasınlar, işlediklerinin karşılığım mutlaka göreceklerdir ve sen de onların- bu yüzden korku ile titrediklerini göreceksin, inanıp yararlı işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler. “Mü'minin oradaki yeri, yerlerin en iyisi ve en güzeli, en nezih olan yer olacaktır. “Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır.” Burada'rableri katında'ibâresi (.......) fiiliyle değil, zarf olması yönüyle mensûbtur. “İşte bu -az amele karşılık- büyük lütuftur.” 23İşte bu, Allah'ın, inanıp sâlih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: “Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir. “İşte bu, -yani bu büyük ikram ve ihsan- Allah'ın, inanıp...” âyetin bu kısmında (.......) mahzûf bulunmaktadır. Ancak cer edatı olan (.......) harfi hazfedilmiştir. Bu durum, tıpkı Mevla Teâlâ'nm şu kavline benzemektedir: “Mûsa kavminden (tayin ettiğimiz vakitte yetmiş adam) seçti.” El-A'raf, 155. Burada da cer edatı hazfedilmiştir. Daha sonra da ismi mevsûle yani ilgi zamîrine râci olan hazfedilmiş bulunmaktadır. Tıpkı Mevla Teâlâ'nm: “(Seni gördüklerinde) Bu mu Allah'ın peygamber olarak gönderdiği (diye seni hep alaya alıyorlar)” 24 kavlinde olduğu gibi olmuştur. “Sâlih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir.” (Âyette geçen ve müjdelemek manasına gelen (.......) kelimesini, Mekke okulu mensupları ile Ebû Amr, Hamza ve Ali (.......) olarak okumuşlardır.) Müşrikler, “Muhammed risâleti tebliğ ettiği için bir ücret mi istiyor?” dediklerinde, bunun üzerine işte bu âyet inmiştir, Allah (celle celâlühü) buyuruyor ki: “De ki: Ben buna -yaptığım tebliğ görevine- karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.'“ Bu âyette geçen (.......) kavlinin muttasıl istisna olması da câiz olabilir. Bu durumda mana: “Ben sizden herhangi bir ücret istiyor değilim, tek istediğim şudur: Benim sizden istediğim, akrabalıktan dolayı doğan sevgi sebebiyle bu akrabalık bağım gözetmenizdir” Bu ibârenin munkati istisna olması da câiz olabilir. Bu durumda da mana şöyle olur: “Ben, asla ve hiçbir zaman sizden bir ücret istemiyorum. Fakat sizden istediğim şey, benim sizinle olan akrabalık bağlarınııza riayet etmenizdir, bunu gözetmenizdir. Çünkü onları gözetmeniz, aynı zaman da sizin de akrabaliğinızın bir gereğidir. Onlara eziyet etmeyin.” Bu ibârede, (.......) buyurdu, fakat(.......) veya (.......) demedi. Bunun sebebi, bu toplumun'akrabalığa verdikleri öneme've bir de onun toplumdaki yerleşme hususuna dikkat çekilmektedir. Meselâ: “Benim filân aile konusunda bir sevgi bağım vardır. “ve “Benim onlar konusunda çok aşırı derece bir sevgi bağlılığım vardır” denilir ki, bununla sen: “Ben onları, o toplumu, o aileyi veya kabileyi seviyorum. Onların benim içimde yeri vardır, sevgisi vardır.” demiş oluyorsun. Âyette yer alan (.......) cer edatı, yine kendisi gibi bir cer edatı olan (.......) tay harfi gibi (.......) kelimesinin sılası değildir. Yani sen, (.......) dediğin zaman, bu durumda bu, manzuf olan bir şeye taallûk ediyor demektir. Buna da âdeta: “Mal kesenin (kasanın) içindedir” cümlesinde olduğu gibi zarfın buna taallûk ettiğini gösterir. Buna göre âyetin bu kısminin takdiri şöyledir: “Akrabalıktan dolayı -sabit olan- sevgiden başka -ve onda yerleşen güçfen başka, istediğim bir şey yoktur. Âyette geçen (.......) kelimesi, tıpkı (.......) ve (.......) kelimeleri gibi mastardır ve kelime akrabalık, yakınlık manasınadır. Mana olarak demek istenen de: “akrabalarınız arasından biri olarak” demektir. Rivâyete göre bu âyet indiği zaman, Resûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem): - “Ey Allah'ın Rasûlül Bizim kendilerini sevmemiz gereken akraban ve yakınların kimlerdir?” diye sorulunca, Resûlüllah da (sallallahü aleyhi ve sellem): - “Ali ile Patıma ve onların iki oğullarıdır” diye buyurur. Yine âyetin manası şöyledir diye de söylenmiştir: “Yalnızca istediğim şey, sizin akrabanız olmam dolayısıyla, sadece bunun için bana sevgi göstermenizdir, bana eza etmemenizdir, benim aleyhime saldırıya geçmemeniz ve benimle alay etmemenizdir.” Çünkü Kureyş kabileleri ile Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir yakınlık ve akrabalık bağı bulunmaktaydı. Yine tefsir olarak deniliyor ki: (.......) kelimesi, Yüce Allah'a (celle celâlühü) yakın olmaktır. Buna göre mana şöyledir: “Sizden isteten şey, Allah'a (celle celâlühü) taat ve ibâdet yoluyla, sâlih ameller işleyerek yaklaşarak Allah'ı (celle celâlühü) ve Rasûlü'nü (sallallahü aleyhi ve sellem) sevmenizdir.” “Kim güzel bir iş -taat ve amel— yaparsa, onun iyiliğini —katlayarak- artırırız.” Süddi'den (rahmetüllahi aleyh) rivâyete göre, âyette sözkonusu olan sevgi, Resûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ailesi ve Ehli Beyti içindir. Âyet, Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) ve bu konularda onu sevmekle ilgili olarak inmiştir. Ancak işin aslı ve açıkçası âyetin bu manasıyla genel bir mana içerdiği ve umumi olduğudur. Bu itibarla iyiliğin ve güzelliğin hepsini âyet kapsamaktadır. Şu farkla ki âyet, öncelikli olarak, akrabalık bağı dolayısıyla sevgiyi öne çıkarırken, genel manada her türlü iyilik ve güzelliği de içermektedir. Bundan ötürü âyet, âdeta Bakara, 245. âyeti gibidir. Çünkü orada şöyle buyrulmuştur: “Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allah'a güzel bir borç (isteyene faizsiz ödünç) verecek yok mu?” Bakara, 245. Kelime, âdeta (.......) kelimesi gibi, (.......) olarak da okunmuştur. Çünkü onun gibi mastar olan bir kelimedir. zamîr ise, (.......) kelimesine yani iyilik ve güzellik manasına gelen kelimeye veya cennete râcidir. “Şüphesiz Allah, -gücü ve kuvveti, her şeye sahip olması itibariyle günah işleyenleri- çok bağışlayandır, -kendisine itâat edenlere de fazlıyla- şükrün karşılığını verendir.” Yine tevbeleri kabul eden, tevbeye sevk edendir, diye de tefsir edilmiştir. Yine deniliyor ki Yüce Allah'ın (celle celâlühü) sıfatlarından olan (.......) kelimesi, taat yoluyla hazırlanmaktan, sevaplarını eksiksiz olarak vermekten, sevaplarına karşılık daha fazla sevap vermekten ibâret olan bir manayı kapsar. 24Yoksa “Yalan uydurup Allah'a iftira etti” mi diyorlar. Eğer Allah dilerse senin kalbini mühürler. Allah batılı yok eder, hakkı sözleriyle gerçekleştirir. Şüphesiz O, göğüslerin özünü (kalplerde olanları) hakkıyla bilendir. “Yoksa'Yalan uydurup Allah'a iftira etti'mi diyorlar.” Yine burada geçen ve “yoksa “manasında olan (.......) harfi, munkatıadır. Hemzenin manası ise tevbih yani kötülemek ve yermek içindir. Burada sanki şöyle deniliyor gibidir: “Böyle bir iftiraya kimler nispet edilirler ki? Sonra da kalkıp Allah'a karşı iftira edip yalan uyduracaklar. Şüphesiz böyle bir şey en büyük bir iftira ve en fahiş bir yalan olmaz mı?” “Eğer Allah dilerse senin kalbini mühürler.” Mücâhid diyor ki: “Onların eza ve cefalarına karşı, Allah (celle celâlühü) senin kalbini sabırla bağlı kıldığı gibi onların,'Allah'a karşı yalan uyduruyor'sözlerine karşı da sana sabır vermiş ki, onların yalanlamaları sebebiyle oraya herhangi bir sıkıntı girmesin istemiştir.” Ve “Allah batılı -şirki, şirk koşulmasını da- yok eder, -Bu yani,-Allah batılı yok eder -manasına gelen- (.......) kavli, bir başlarıgıç cümlesi olduğundan, bundan önce geçen (.......) fiili üzerine atfedilmiş değildir. Çünkü batılın, şirkin yok edilmesi, herhangi bir şarta bağlı değildir. Aksine o, mutlak olan vaattir. Bunun delili de, âyette Yüce Allah'ın (celle celâlühü) isminin tekrar edilmesi ve bir de (.......) kelimesinin merfû' kılınmasıdır. O zaman, neden dolayı (.......) harfi “hattan/yazıdan düşürüldü?” diye sorulursa, ancak buna diyeceğim o ki, hattan yani yazıdan (.......) harfinin düşürülmesi, tıpkı Mevla Teâlâ'nm: “İnsan hayra dua ettiği gibi şerre de dua eder “İsrâ', 11. ile “Biz de zebanileri çağıracağız” Alak, 18. Ayetlerindeki (.......) harflerinin düşmesi gibidir. Çünkü bu (.......) harfleri Nâfi'in ve bazı Mushaflarda sabit olarak bulunmasıdır. “Hakkı -İslam'ı- sözleriyle gerçekleştirir, -ortaya çıkarır ve ispat eder. Yani Peygamberi'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) diliyle indirdiği kitabını ortaya koyarak onu egemen kılar. Nitekim Allah (celle celâlühü) bunu da gerçekleştirmiştir. Çünkü Allah (celle celâlühü), onların batıllarını ve şirklerini yok etmiş ve İslam'ı da egemen kılmıştır. “Şüphesiz O, göğüslerin özünü -kalplerde olanları- hakkıyla bilendir. “ Yani senin kalbinde olanı da, onların kalplerinde olanları da hakkıyla bilendir ve işleri de buna göre icra eder. 25O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir. “O, kullarından tövbeyi kabul eden,...” Meselâ'ondan kabul ettim'dediğinde, ondan birinden geleni aldığın zaman, onu benim kabul etmemin mebdei, prensip haline getirmen durumunda bunu söylersin. Nitekim'onu, ondan kabul ettim'dendiğinde,'onu, ondan ayırdım ve onun için açıkladım'demek olur. Tevbe: Çirkin ve kötü olan şeyden geri dönmek, vazgeçmek, farz olan bir şeyi ihlal etmek olup, bu ikisinden pişmanlık duyarak yanlışları terk etmek ve bir daha o kötülüklere yeniden dönmemek demektir. Eğer bu gibi hususlarda bir kulun alacağı bir hakkı varsa, onun bu yolda herhangi bir kurtuluşu olamaz. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) diyor ki: “Bu yani tevbe, altı kadar manayı içeren bir isimdir. Geçmişte işlenen günahlara pişmanlık duymaktır. Zayi ettiği farzları yeniden iade etmektir. Haksızlıkta bulunduğu kimselerden helallik dilenmektir. Nefsi nasıl ki ma'siyette büyütmüşse bu defa aynı şekilde nefsi Allah'a (celle celâlühü) taat ve ibâdetlerle eritmektir. Nitekim nefse ma'siyetin tatlıliğinı tattırdığı gibi, ona taatın acıliğim da tattırmalıdır. Her güldüğüne karşılık ağlamayı sürdürmelidir.” Süddi de diyor ki: “Günahları terk etme konusunda azimet ve kararlılıkta doğruluğunu kanıtlamaktır. Gönülden her şeyi bilen Allamul-guyub olan Yüce Allah'a (celle celâlühü) yönetip tevbe etmektir.” Başkası da diyor ki: “Günahtan söz edildiğinde onun tadım ve hazzını gönülde yaşıyor olmamaktır.” Sehl de diyor ki: “Kötü hallerden iyi hallere dönüş yapmaktır.” Cüneyd Bağdadi (radıyallahü anh) de diyor ki: “Allah'tan (celle celâlühü) başkalanndan yüz çevirmektir, sadece Allah'a (celle celâlühü) yönelmektir.” Ve şirk dışında kaian “kötülükleri -herhangi biri tevbe sözkonusu olmaksızın diledikleri için onları- bağışlayan ve yaptıklarınızı bilendir.” Yani kimin tevbe ettiğini, kimin tevbesinde samimi olduğunu ya da olmadığını, ma'siyetlerini hakkıyla bilendir. Âyetin sonunda yere alan (.......) fiilini, Ebû Bekir dışında Kufe okulu mensupları, görüldüğü gibi (.......) harfiyle (.......) olarak okumuşlardır. Atıf sebebiyle ve manalarının birlik olması açısından, ayrıca burada vakfetmeye yani durmaya gerek yoktur. 26Allah, îman edip sâlih ameller işleyenlerin dualarına karşılık verir; lütfundan onlara fazlasını da verir. Kâfirler için ise çetin bir azap vardır. -” Allah, îman edip sâlih ameller işleyenlerin dualarına karşılık verir; lütfundan onlara fazlasını da verir.” Yani dua etmeleri hâlinde dualarına icabet eder, kabul buyurur, istediklerini verir, hatta istediklerinden fazlasını da ihsan eder. Âyette geçen (.......) kelimesi ile (.......) kelimesi aynı manaya gelirler. Bu türden fiillerde (.......) harfinin yer alması, fiilin manasını pekiştirmek içindir. Tıpkı (.......) ve (.......) gibidirler. Her ikisi de mana yönünden aynı manayı ifade ederler. Buna göre âyetin mana olarak takdiri şöyledir: “Allah (celle celâlühü) îman edenlerin dualarına icabet eder, dualarını kabul buyurur.” Bir tefsire göre de manasının şöyle olduğu söylenmiştir: “Allah,...karşılık verir.” Manasında (.......) demektir. Burada görüldüğü gibi âyette (.......) harfi hazfedilmiştir. “Tevbe etmeleri hâlinde Allah onların tevbelerini kabul etmek suretiyle kendilerine ihsanda bulunur. Onların günahlarını affeder, dua etmeleri hâlinde dualarına karşılık verir.” İbrâhîm b. Edhem'den (rahmetüllahi aleyh): - “Şu kadar dua ettiğimiz hâlde, ne diye dualarınııza icabet olunmuyor?” diye sorulur. O da: - “Çünkü Allah (celle celâlühü) sizi dinine davet etti, fakat siz onun davetine icabet etmediniz.” diye cevaplar. “Kâfirler için ise -âhirette- çetin bir azap vardır.” 27Allah, kullarına (tümüne birden) rızkı bol bol verseydi, yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği ölçüde indirir. Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir. “Allah, kullarına -tümüne birden- rızkı bol bol verseydi, -hepsini de zengin kılsaydı,- yeryüzünde mutlaka azgınlık ederlerdi.” Âyette geçen ve “azgınlık ederlerdi” manasına gelen, (.......) kelimesi (.......) kelimesinden türemedir, bu da zulüm, azgınlık ve haksızlık etmek manasına gelir. Yani: “Bunlar şundan dolayı, şunlar da bundan ötürü azgınlık ve taşkınlık ederlerdi.” demektir. Çünkü zenginlik kişiyi şımartır, kimseyi tanımaz hale getirir. Nitekim bu konuda ibret almak, ve ders çıkarmak için karım ile Fir'avunun durumu yeterli olur. Bir de (.......) kelimesi, aynı zamanda büyüklenmek, kibirlilik taslamak manasına da gelir. Bu durumda mana: “Yeryüzünde mutlaka büyüklük taslarlardı.” olur. “Fakat O, rızkı dilediği ölçüde -takdir ettiği kadarıyla- indirir.” Çünkü (.......), (.......) ve (.......) kelimeleri hep aynı manaya gelirler. Burada geçen ve indirir manasında olan (.......) fiilini Mekke okulu mensupları ile Ebû Amr şeddesiz olarak (.......) diye okumuşlardır. “Şüphesiz O, kullarından hakkıyla haberdardır ve onları hakkıyla görendir.” Allah (celle celâlühü), onların durumlarını bilir, hikmeti, neyi gerektiriyorsa onu takdir buyurur. Dilerse yoksul ve fakir bırakır, dilerse zengin kılar, dilerse vermez, dilerse de verir, kiminin rızkını kısarken kiminin de boliaştırır. Eğer hepsini de zengin kılsaydı, kesinlikle hepsi de azıp saparlardı, şımanp kendilerinden geçerlerdi. Eğer hepsini fakir ve yoksul kılsaydı, bu takdirde hepsi de helâk olurlardı. Baksana kendilerine genişlik ve bolluk verilenlerden azanların ne kadar çok olduğunu, rızıkları bol verilmeyenlerden ise azıp sapanların ne kadar az olduğunu görmez misin? Şüphesiz fakirlik içerisinde olanlar Arasında azıp sapanlar oldukça az sayıda kalırken, varlıklılar arasında azıp sapanların ne kadar fazla olduklarını, sayıca çoğunluk teşkil ettiklerini göreceksin. 28O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, Övülmeye lâyık olandır. “O, insanlar umutlarını kestikten...” Burada “kesmek” manasına gelen, (.......) kelimesi, aynı zamanda (.......) diye de okunmuştur, mana aynıdır, “....sonra yağmuru indiren,... “yağdıran, (Yine burada geçen (.......) kelimesini, Medine ve Şam kırâat okulları mensupları ile Âsım şeddeli olarak görüldüğü gibi (.......) diye okumuşlardır.) “....rahmetini her tarafa yayandır.” Bolluk ve bereketini, yararlarına olabilecek şeyleri ve rahmet sayesinde oluşacak olan bolluğu her yana yayandır. Nitekim Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh): - “Kıtlık şiddetini artırdı, insanlar umutlarını kestiler.” denildiğinde o da kendilerine: - “O hâlde yağmur duası edin.” diyerek, bu âyeti veya Allah'ın (celle celâlühü) rahmetinin her şeyi kuşattığını hatırlatır. “O, dost olandır, -yani ihsan ve ikramıyla kullarına karşı dostluğunu sürdürendir,- övülmeye lâyık olandır.” Çünkü kendisine taati ve kulluğu prensip ve görev edinmiş olanlar hep onu överek ona hamd ederler. 29Gökleri, yeri ve bu ikisi içinde yaydığı canlıları yaratması, O'nun varlığının delillerindendir. O, dilediği zaman, onları bir araya getirmeye de gücü yetendir. “Gökleri, yeri -her ikisinin de azameti ve büyüklüklerine rağmen- ve bu ikisi -yani gökler ile yer- içinde yaydığı canlıları yaratması, O'nun varlığının, -kudretinin alâmet ve- delillerindendir. “ Âyetin (.......) kavlinde yer alan (.......) harfinin merfû' olması câiz olabileceği gibi muzaf veya muzâfun ileyhe hamledilmek suretiyle mecrûr olması da câizdir. Âyette geçen ve “canlılar” manasına gelen (.......) kelimesi, “canlılar” demektir. Canlılar ise sadece yeryüzünde olabilir. Ancak her ne kadar kimisi kimisine karışmış olsa ve iç içe bulunsalar bile sözkonusu anlatıları şeylerin bütününe nispet edilmesi de câizdir. Meselâ; “Temîm oğulları arasında çok değerli bir şâir vardır ama ancak o, sözkonusu Temîm oğullarının içerisinden bir koluna âittir.” Aşiretin en küçük yapısı, Fahz yani kol denir. Bundan büyük olanına batın yani oba gelir. Obadan daha büyük olan aile yapısına, Umara veya Amare, ya da İmare denir ki küçük kabile demektir. Bundan sonra Fasile, Fasileden sonra Kabile, bundan sonra da büyüklük bakımından en büyük olarak da Şa'b - millet gelir. (H.Unal) Nitekim Yüce Allah'ın (celle celâlühü) şu kavli de böyledir. Rabbimiz buyuruyor ki: “İkisinden (iki denizden) de inci ve mercan çıkar.” Rahmân, 22. Çünkü her ikisi de tuzdan elde edilir. Ancak tefsirini yapmakta olduğumuz âyette şu olasılık da gözden uzak tutulmamalıdır. Yüce Allah (celle celâlühü), göklerde de tıpkı yeryüzünde yürüyen ve hareket eden insanlar ve canlılar misali canlılar ve varlıklar yaratmış olabilir. Ya da meleklerin uçma kabiliyetleri yanında yürüme yetenekleri de olabilir. Burada tıpkı insanların canlılar olarak nitelenmeleri gibi, onlar da bu şekilde nitelenmiş olabilir. “O, -yani Allah (celle celâlühü) dilediği zaman, -kıyamet gününde- onları bir araya getirmeye de gücü yetendir.” (.......) harfi, mazi olan fiillerin başına geldiği gibi, muzari olan fiillerin de başına gelebilir. Nitekim Yüce Allah (celle celâlühü): “(Karanlığı ile etrafı) bürüyüp örttüğü zaman geceye... (yemin olsun)” Leyl, 1. buyurmaktadır ve burada muzari fiilinin başına (.......) harfi getirilmiştir. 30Başırııza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder. “Başırııza her ne musibet -tasa, keder, acı ve hoşlarıılmayan bir şey- gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir.” Yani işlemiş olduğunuz suçtan dolayı olup onun cezâsını ve karşılığım görüp çekeceksiniz ve çekmektesiniz. (Medine ve Şam okulları, (.......) kavlini, (.......) harfi olmaksızm (.......) diye okumuşlardır. Burada (.......) harfini mübteda kabul etmişler, (.......) kavlini de, herhangi bir şart manası öngörmeksizin haber, kabul etmişlerdir. (.......) harfi ile yani (.......) diye okuyanlar ise, buna şart manasını öngörmektedirler.) Tenasüh inancım savunanlar bu ayete tutunmaktadırlar ve diyorlar ki: “Eğer çocukların bundan önceki durumları konusunda yaşadıkları bir şey olmamış olsaydı, o zaman elem ve acı duymazlardı. Demek ki daha önce yaşadıkları bir zaman dilimi olmuştur.” Biz de bu iddiaya cevap olarak deriz ki: “Âyetin sibak ve siyakı yani öncesi ve sonrası dikkate alındığında bunun mükellef dediğimiz sorumlu kişilere has ve özgü bir durum olduğunu görürüz.” O da Rabbimizin, “O, yine de..” işledikleri günahlarının bir “çoğunu atfeder.” kavlidir. Ve bundan dolayı da onları cezâlarıdırmaz. Çünkü artık onları affetmiştir. Ya da, “Birçok insanları bağışlamıştır. Bundan böyle onlara cezâ vermede acele etmez.” İbn Ata (rahmetüllahi aleyh) diyor ki: “Bir kimse başına gelen musibetlerin ve karşı karşıya kaldığı fitnelerin kendi yaptıklarının cezâsı ve karşılığı olduğunu ve Rabbinin affettiklerinin de daha çok olduğunu bilmez ve takdir etmezse, o kimse Rabbinin kendisine ihsanım takdir eden biri olmadığı, kıt görüşlü olduğunu gösterir.” Muhammed b. Hamid de diyor ki: “Kul, her zaman ve zeminde suç işlemeye müsaittir. Kulun Allah'a (celle celâlühü) itâat konusunda işledikleri suçlar, Allah'a (celle celâlühü) isyan noktasında işlediği suçlardan daha çoktur. Çünkü ma'siyet noktasından işlenen suçlar tek yönlüdür. Halbuki Allah'a (celle celâlühü) taat noktasında işlenen suçlar birçok yöndendir. Allah (celle celâlühü), kulunu farklı ve değişik musibetlerle deneyerek onu cinayetlerden ve suçlardan arındırır. Ki kıyamet günündeki günah yükü hafiflensin ister. Eğer Allah'ın (celle celâlühü) affı ve rahmeti olmamış olsaydı, daha ilk adımda kul, helâk olurdu.” Hazret-i Ali (radıyallahü anh) diyor ki: “Bu âyet, mü'minler için en çok umut veren bir ayettir. Çünkü Kerîm ve cömert olan Allah (celle celâlühü), kulunu bir kere cezâlarıdırınca, artık ikinci bir defa onu cezâlarıdırmaz. Affettiği zaman da, artık bir daha sözünden geri dönmez, onu öylece bağışlar.” 31Yeryüzünde O'nu âciz bırakamazsınız. Sizin için Allah'tan başka hiçbir dost ve yardımcı yoktur. “Yeryüzünde O'nu âciz bırakamazsınız.” Yani hakkınızda karar verilen musibetlerin kaçırılması, Allah'ın (celle celâlühü) onları gözden kaçırması asla sözkonusu değildir ve olamaz. “Sizin için Allah'tan başka -size rahmetiyle muamele edecek olan- hiçbir dost ve -başırııza herhangi bir azâbın gelmesi kesinleşmişse, onu sizden önleyecek ondan başka bir- yardımcı yoktur.” 32Denizde dağlar gibi yüzen gemiler, O'nun varlığının delillerindendir. “Denizde dağlar gibi yüzen gemiler, O'nun varlığının delillerindendir.” Bu âyette geçen ve gemi manasında olan (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Kelime belirttiğimiz gibi gemi demektir. (Bu kelimeyi yani (.......) kelimesi Mekke okulu mensupları ile Sehl ve Ya'kûb iki şekilde, biri (.......) diğeri de (.......) diye okumuşlardır. Nitekim Medine Okulu mensupları ile Ebû Amr bu konuda onlara vasl / geçiş hâlinde muvafakat etmiştir. 33O, dilerse rüzgârı durdurur da onlar denizin üstünde durakahrlar. Elbette bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ibretler vardır. “O, dilerse rüzgârı durdurur da onlar -gemiler- denizin üstünde durakahrlar. -ve hareket edemez olurlar.- Elbette bunda -Allah'ın (celle celâlühü) imtihan için verdiği belalara ve musibetlere- çok sabreden, -verdiği nimetlerine de- çok şükreden herkes için -her samimi ve ihlâs sâhibi mü'min için- ibretler vardır.” Îman ikiye ayrılır, yarısı şükürdür ve yarsısı da sabırdır. Ya da Allah'a (celle celâlühü) kulluk ve itâat etmede, ibâdet etmede “çok sabreden “ve nimetlerine de “çok şükreden “herkes için ibretler ve dersler vardır. (Medine Okulu mensupları burada geçen ve rüzgâr manasına gelen (.......) kelimesini, aynı manaya gelen kelime ile (.......) olarak okumuşlardır.) 34Yahut (içlerindekilerin) yaptıklarından dolayı onları helâk eder, birçoğunu da affeder. “Yahut (içlerindekilerin) yaptıklarından dolayı onları helâk eder, birçoğunu da affeder.” Âyetin başında yer alan ve helâk etme manasına gelen, (.......) kelimesi, (.......) fiili üzerine atfedilmiştir. Bu durumda mana: “İşledikleri günahlar yüzünden eğer Allah (celle celâlühü), dilerse rüzgârı dindirir ve onları orada durdurur, deniz ortasında bırakır Ya da bir kasırga ve fırtına çıkarır, o kasırga ve fırtına sebebiyle batıp boğulurlar. Ancak Allah (celle celâlühü), onların işledikleri birçok günahları da bağışlar, bundan ötürü onları cezâlarıdırmaz.” olur. Burada affetmeyi de helâk etme hükmü içerisinde gösterdi ki, Allah (celle celâlühü), bir şeye karar verdiyse, onu kesinlikle yerine getirir, demek içindir. Çünkü mana şöyle olmaktadır: “Ya da dilerse birtakım insanları helâk eder ve onlardan bir kısmını da affetmek suretiyle kurtarır. 35Allah, böyle yapar ki, âyetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler. “Allah, böyle yapar ki, âyetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için -azâbımızdan- kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.” Âyetin başında yer alan (.......) filinin mensûb kılınması mahzûf olan bir illete ve gerekçeye dayanmaktadır. Bunun da takdiri şöyledir: “Onlardan intikam alması amacıyla bilsinler” diye, demektir. Yani: “Âyetlerimizi geçersiz kılmak ve ortadan kaldırmak, önlemek için bizimle mücadele edenler, tartışanlar, kendilerinden mutlaka intikam ve öç alacağımızı bilsinler.” diyedir. (.......) kelimesini, başlarıgıç cümlesi kabul eden Medine ve Şam okulları mensupları (.......) olarak okumuşlardır.) 36Size verilen şey, yalnızca dünya hayatının geçici çıkandır. Allah'ın katında bulunanlar -sevaplar- ise, daha iyi ve daha süreklidir. Bu mükâfat îman edenler ve Rablerine dayanıp güvenenler içindir. Âyetin başında geçen ilk (.......) harfi yani (.......) kavlindeki (.......) harfi, şart manasını içerir. Bu nedenle cevabında (.......) harfi gelmiştir. Halbuki ikinci (.......) harfi yani (.......) kavlindeki (.......) harfi öyle değildir. Âyet Hazret-i Ebû Bekir Sıddik (radıyallahü anh) hakkında inmiştir. Çünkü Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), bütün mal varlığını Allah (celle celâlühü) yolunda sadaka olarak verince, insanlar tarafından kınanmıştı. 37Onlar, büyük günahlardan ve hayâsızlıktan kaçınırlar; kızdıkları zaman da kusurları bağışlarlar. “Onlar, büyük günahlardan...” yani büyük günah cinsinden olan günahlardan demektir. Nitekim İbni Abbâs (rha), büyük günahın Allah'a (celle celâlühü) ortak / şirk koşmak olduğunu söylemiştir. (Öte taraftan, “büyük günahlar” manasında olan (.......) kavlini, Ali ile Hamza (.......) olarak tekil okumuşlardır.) - “...ve hayâsızlıktan..” Burada “hayâsızlık” olarak verilen kelime, (.......) kelimesidir ki bu, çirkinliği, kötülüğü ve iğrençliği büyük olan her türden kötülük demektir ki buna fahişe denir. Nitekim zina fiili de bu türden bir çirkin fiildir. “....kaçınırlar;” Bu âyet, bundan önce geçen Âyetteki, (.......) üzerine ma'tûftur. Nitekim mabadı da öyledir. Bunlar dünyalan ile alâkalı bir konuda birilerine “kızdıkları zaman da -bu öfkeli ve kızgınlık hallerinde de olsa- kusurları bağışlarlar.” Çünkü bunlar özellikleri itibariyle sadece affetmekle tanınırlar. İşte burada (.......) zamîrini getirmesi ve bunu mübteda kılması, (.......) kavlini de buna isnad etmesi tümüyle böyle bir güzel manayı elde etmek ve bu faydayı sağlamak içindir. Nitekim bu, âdeta (.......) kavli gibidir ki, “Zafere erecek olan, yardım görecek olanlar, yardımlaşanlar işte onların ta kedileridir.” demektir. 38Yine onlar, Rahlerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar. “Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler...” Âyet, Ensar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü Yüce Allah (celle celâlühü) onları kendisine îman etmeye, taata ve kulluğa davet etti, onlar da kendisine îman ederek ve ona itaatte bulunarak çağrışma icabet etmişlerdi, “ve -beş vakit- namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir.” Yani işleri istişareye dayanır. Çünkü onlar bireysel bir görüşle hareket etmezler. Hepsi konu hakkında ittifak etmek için hep birbirleriyle danışıp görüşürler. Nitekim Hasen-ı Basrî (rahmetüllahi aleyh) diyor ki: “Bir toplum aralarında danışmış olmasınlar ki, mutlaka işleri konusunda en doğru olanına yönlendirilirler.” “Şura” sözcüğü tıpkı (.......) sözcüğü gibi mastar / kök olan bir kelimedir ve danışmak, görüşmek ve istişarede bulunmak demektir, “Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar,” tasaddukta bulunurlar, sadaka olarak yardım yaparlar. 39Bir haksızlığa uğradıkları zaman, yardımlaşırlar. “Bir -zulme ve- haksızlığa uğradıktan zaman, -zulmedenlerden, haksızlıkta bulunanlardan intikam almak için- yardımlaşırlar.” Yani Allah'ın (celle celâlühü) kendilerine verdiği güzellik sebebiyle, güzel ahlâkları ile sadece yardımlaşma üzerinde ve haksızlıklara karşı koymada hizmet görürler, hiçbir zaman hadlerini aşmazlar, kendilerini basit düşürmekten, şahsiyetsizlikten hiç hoşlanmazlar. Fâsıklar, üzerlerine saldırsalar bile, kendilerini onlara denk tutup, onları dikkate almazlar, dönüp bakmazlar. Sadece Allah'ın (celle celâlühü) kendilerini muzaffer kılması ve başarıya erdirmesi sebebiyle Allah'a (celle celâlühü) hamd ve sena ederler. Çünkü yardım alan, zafere eren ve hakkını eline geçiren bir kimse, bu konuda artık Allah'ın (celle celâlühü) koymuş olduğu sınırları çiğnemez. Aşırıya giderek haksızlıkla adam öldürmez, hatta dem sâhibi olsa bile, yani yakınlarından birini öldürmüş olan bir kâtile karşı bile haktan ayrılmaz. O konuda da sadece Allah'a (celle celâlühü) itâat eder. Bu itibarla Allah'a (celle celâlühü) itâat eden her kimse de sevilir, övgüye değerdir. 40Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezâdır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, onun mükâfatı Allah'a âittir. Şüphesiz O, zalimleri sevmez. Daha sonra da Yüce Allah (celle celâlühü), intikam almanın sınırını açıklayarak şöyle buyuruyor: “Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür.” ona denk bir cezâdır. Yani âyette yer alan birinci kötülük “Seyyie” gerçek olan kötülüktür, ikincisi ise, değildir. Çünkü ikincisini bu ismi alması, haksızlığa uğrayan kişinin, kendisine haksızlık edene aynıyla karşılık vermesidir ki, bu yönüyle kötülük denmiştir. Zira haksızlığa uğrayan kendisidir. Ya da, karşısındaki kendisine nasıl bir kötülükte bulunduysa o çerçevede bir karşılık verir. Eğer birincisi kötülük olarak kabul edilmese, bu defa ikinci davranış kötülük olarak değerlendirilir ki, bu da asıl kötülüğe uğrayan kimsenin zarar görmesi manasına gelir. Bu itibarla bu türden bir kötülük, başkası için bir hasene yani bir iyilik olur. Ya da ikincisini seyyie yani kötülük diye isimlendirilmesi ile affetmenin güzel olduğuna işaret etmesi açısındandır. - Bu durumda mana şöyle olur: “Eğer bir kötülüğe mukabele edilip karşı konulacaksa, aşırıya kaçmadan yapılan kötülüğe denk bir şekilde karşı koyulması gerekir.” “Ama kim affeder ve arayı düzeltirse, - Yani kim kendisiyle hasmı arasında affetmekle ve hatalarını görmemekle onu bağışlarsa- onun mükâfatı Allah'a âittir. -Bu, üstü kapalı olan bir vaattir ki, bunun büyüklük bakımından ecri ve durumu başka hiçbir şeyle kıyaslanamaz.- “Şüphesiz O, -yani Allah (celle celâlühü) zalimleri sevmez.” Yani zulüm ve haksızliği ilk başlatanları sevmez. Ya da yardımlaşma sınırını aşanları Allah (celle celâlühü) sevmez. Nitekim bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kıyamet gününde bir münadi: Kim Allah'tan bir ecir alacağı varsa, hemen ayağa kalksın!'diye seslenir. Bunun üzerine başkalan değil, sadece suçu bağışlayanlar ayağa kalkacaklardır.” Ukayli, Duafa, 3/447-448; Taberânî, Mekarimu'l-Ahlâk kitabında, Ebû Nuaym, Bilye adlı eserinde, Beyhaki de Şuab kitabında 57. bölümde zikretmiş, hepsi de Fadl b. Yesar yoluyla Galib el-Attar'dan, o da Hasen b. Enes'ten merfû' olarak rivâyet etmiştir. Keşşafta, 4/223, dipnot-3'te uzunca verilen bu hadisi, Salebi de bir başka tarikten rivâyet etmiştir. Nihâyetinde Beyhaki: “Hadis metin bakımından garip ve isnad yönünden ise zayıftır.” demektedir. 41Zulme uğradıktan sonra, kendini savunup hakkını alan kimseye (cezâ vermek için) bir yol yoktur. “Zulme uğradıktan sonra,...” (Bu cümle, mastarın mefûl olan kelimeye izafesi durumundadır.) “....kendini savunup hakkını alan kimseye -cezâ vermek için- bir yol yoktur.” Yani haksızlığa uğradıktan sonra hakkını almışsa, artık bir başka şey yapma hakkı yoktur. Bu nedenle yeniden bir cezâlarıdırmaya, azarlamaya, ayıplamaya kalkışamaz. Âyette yer alan (.......) işaret ismi, (.......) kelimesinin lafzına değil, manasına işaret etmektedir. 42Cezâ yolu ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır. “Cezâ yolu ancak insanlara zulmedenler -yani insanlara karşı zulmü ilk başlatanlar- ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler -orada büyüklük taslayanlar, üstünlük gösterisinde bulunanlar ve bozgunculuk edenler- “İçindir. İşte onlar için elem dolu bir azap vardır.” Burada yol anlamında olan “sebil” kelimesi, hüccet, delil ve sorumluluk diye tefsir edilmiştir. 43Her kim de sabreder ve bağışlarsa, işte bu, gerçekten azmedilmesi gereken bir davranıştır. “Her kim de -eza, cefa, zulüm ve haksızlıklara- sabreder ve -intikam peşinde olmadan- bağışlarsa, işte bu, -yani sabretme, intikam almadan bağışlama yolunu seçmek var ya bu - gerçekten azmedilmesi gereken bir davranıştır.” Yani yönelinmesi gereken güzel işlerdendir. Ya da gerçekten akıl sâhibi olan bir kimsenin kendisi adına uyması gereken bir güzel yoldur. Bunu terk etmeye de izin ve ruhsat yoktur. Burada râci hazfedilmiştir. O da (.......) kavlidir. Nitekim bu, (.......) kavline benzer ki bu, “Yağın iki batmanı bir dirhemedir.” demektir ki burada (.......) mahzûftur. Bu da, “Ondan, iki batmanı bir dirhemedir.” demektir. Ebû Said el-Kuraşî diyor ki: “Hoşlarıılmayan şeylere dayanıp sabır göstermek, uyanıkliğin ve dikkatli olmanın alâmetlerindendir. Kim kendisine isabet eden hoşlarıılmayan, rahatsızlık veren bir şeye karşı sabır ve direnme gösterir, feryat edip şikâyet etmezse, Allah (celle celâlühü), onu rıza yani memnuniyet ve hoşnutluk durumuna mirasçı kılar. İşte bu durum, en yüce ve üstün durumlardandır. Kim de musibetlere karşı feryat eder ve şikâyette bulunursa, Allah (celle celâlühü) onu kendi nefsine havale eder. Sonrasında da arük şikâyeti ona bir fayda sağlamaz.” 44Allah, kimi saptırırsa artık bundan sonra onun hiçbir dostu yoktur. Azâbı gördüklerinde zalimlerin, “(Dünyaya) dönmek için bir yol var mı?” dediklerini görürsün. “Allah, kimi saptırma artık bundan sonra onun hiçbir dostu yoktur.” Allah'ın (celle celâlühü) emrini dinlememeleri ve küfürde inat edip direnmeleri yüzünden Allah'ın (celle celâlühü) kendilerini saptırdığı bu kimseleri bundan böyle hidâyete erdirecek hiçbir velisi, dostu ve yardımcısı olmayacak ve ondan azâbı engelleyecek bir kimsesi de bulunmayacaktır. Kıyamet gününde “Azâbı gördüklerinde... “-burada dili geçmiş zamanın kullanılmış olması, azâbın kesin olarak gerçekleşeceğinden ötürüdür- “....zalimlerin,'Dünyaya dönmek için'-Rablerinden dünyaya tekrar dönüp îman etmeleri için-'bir yol var mı?'dediklerini -diye sorduklarını- görürsün.” 45Ateşe sunulurken onların zilletten başlarını öne eğmiş, göz ucuyla gizli gizli baktıklarını görürsün. İnananlar da, “İşte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlar bunlardır” diyecekler. İyi bilin ki zalimler, sürekli bir azap içindedirler. “Ateşe sunulurken -Çünkü azap bunu gösterir ve buna delalet eder.- onların zilletten -içine düştükleri alçaltıcı, küçültücü ve onlara ulaşan aşağılayıcı durumdan- başlarını öne eğmiş, göz ucuyla -âdeta boynu vurulacak olan kimsenin gizli bakışlarla kılıca bakmaları gibi zayıf ve hırsızlama bakışlarla- gizli gizli -cehennem ateşine- baktıklarını görürsün, inananlar da,'işte asıl ziyana uğrayanlar, kıyamet günü kendilerini ve ailelerini ziyana sokanlar bunlardır'diyecekler.” Âyette yer alan ve gün manasına gelen (.......) kelimesi, (.......) fiiline mütealliktir. Mü'minlerin söyledikleri şey, dünyada gerçekleşecektir. Ya da: “dedi” ifadesiyle şunu diyecekler, demektir: Kıyamet gününde mü'minler, inkârcıları o hâlde gördüklerinde diyecekler ki: “İyi bilin ki zalimler, sürekli bir azap içindedirler.” 46Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur. Allah, kimi saptırırsa artık onun için hiçbir çıkar yol yoktur. “Onların Allah'tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur.” Yani onları, Allah'ın (celle celâlühü) azâbından kurtaracak Allah'tan (celle celâlühü) başka dost ve yardımcıları yoktur. “Allah, kimi saptırma artık onun için -onu kurtaracak- hiçbir çıkar yol yoktur. 47Allah'tan, geri çevrilmesi imkânsız olan bir gün gelmeden önce, Rabbinizin çağrışma uyun. O gün sizin için ne sığınacak bir yer vardır, ne de (günahlarınızı) inkâr edebilirsiniz! “Allah'tan, geri çevrilmesi imkânsız olan bir gün -kıyamet günü- gelmeden önce, Rabbinizin çağrısına uyun.” Rabbinizin sizi davet ettiği şeye icabet edin, kâtilın. Âyette yer alan, (.......) harfi, (.......) kavliyle irtibatlıdır, buna göre mana: “Allah, bir konuda hüküm verdikten sonra artık bundan böyle o hükmü geri çevirecek yoktur” demektir. Ya da (.......) kavliyle irtibatlıdır. Bu durumda mana: “Allah'tan başka hiçbir kimsenin ve gücün geri çeviremeyeceği, güç yetiremeyeceği gün gelmezden önce..” demek olur. “O gün sizin için ne sığınacak bir yer vardır, ne de -günahlarınızı- inkâr edebilirsiniz!” Yani sizi, azaptan kurtaracak hiçbir güç ve kuvvet yoktur, olmayacaktır. Bu arada işlemiş olduğunuz suçları ve cinayetleri de hiçbir zaman inkâr edebilecek bir güce de sahip olmayacaksınız. Çünkü bütün suçlarınız ve günahlarınız, sizin amel defterlerinizde derlenip toplanmıştır. Âyette geçen (.......) kelimesi de, inkâr etmek demektir. 48Eğer yüz çevirirlerse (bilesin ki),- biz seni onlara bekçi göndermedik. Şana düşen, sadece tebliğdir. Gerçekten biz insana katımızdan bir rahmet tattırdığımızda ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları işler yüzünden onlara bir kötülük dokunursa, o zaman da insan pek nankördür. “Eğer -îman etmekten- yüz çevirirlerse -bilesin ki - biz seni onlara bekçi -gözetmen olarak- göndermedik. Sana düşen, sadece tebliğdir.” Yani senin görevin sadece tebliğ etmekten ibârettir ve sen zaten o tebliğ görevini de yerine getirdin. “Gerçekten biz insana -burada insan ile bütün insanlar demek isteniyor, yani insanlara- katımızdan bir rahmet -bir nimet, bir genişlik, bir güven ve sağlık- tattırdığımızda ona sevinir; -bundan ötürü şımarır, kendinden geçer- ama elleriyle yaptıkları işler -ma'siyetler- yüzünden onlara bir kötülük dokunursa, -hastalanırlar, fakir düşerler veya benzeri durumlarla karşılaşırlarsa- o zaman da insan pek nankördür.” Âyette, (.......) kelimesindeki zamîrin tekil olarak getirilmesi, “İnsan” kelimesinin lafız itibariyle tekil olmasındandır. Ancak (.......) kelimesinde zamîrin çoğul olarak getirilmiş olması, insan lafzının mana itibariyle çoğul yani insanlar anlamında olması itibariyledir. “O zaman da insan pek nankördür” manasında olan; (.......) kavline gelince, burada (.......) demedi. Bunun sebebi, insan cinsinin esasen nankörlük sebebiyle damgalanmış olmasından dolayıdır. Nitekim: “Şüphesiz insan çok zâlim, çok nankördür.” İbrâhîm, 34. mealindeki bu âyet de öyledir. (.......) : Nankörlüğü açık seçik ortada olan demektir. Buna göre mana şöyle oluyor: “O, belaları hatırlar, fakat nimetleri de inkâr eder ve onları küçümser.” Bir diğer tefsire göre de bunun, nankörlük olduğudur. Bir tefsire göre de, Allah'ı (celle celâlühü) inkâr manasında olan bir nankörlük manasında olduğudur. 49Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah'ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir. “Göklerin ve yerin mülkü -hükümranlığı- Allah'ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir.” 50Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, dilediği kimseyi de kısır yapar. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla gücü yetendir. “Yahut o, çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift verir, -birbirine yakın verir,- dilediği kimseyi de kısır yapar.” Yüce Allah (celle celâlühü), insanlara rahmetini tattırmayı ve onun zıddı ile karşı karşıya kalınma durumunu zikrettikten sonra, peşinden de bunu ekledi. Mülkün ve hükümranlığın sadece Yüce Allah'a (celle celâlühü) âit olduğunu, nimetleri ve belaları dilediği gibi taksim edenin kendisi olduğunu bildirdi. Nitekim kullarına dilediği gibi çocuk bağışlaması, kimisine kız, kimisine erkek çocuk vermesi, kimisine de hem kız, hem erkek çocuk bahşetmesi de böyledir. Kimisini de kısır kılmıştır. Âyette geçen ve “kısır” manasına gelen, (.......) kelimesi ile doğuramayan kadın manasınadır. Nitekim erkek de kısır olabilir. Çünkü bir erkeğin kendisi sebebiyle çocuğu olmayınca, o da kısırdır, demektir. Âyette öncelik kız çocuğuna ya da dişiye verilmiştir. Önce dişiye, sonra erkeğe yer verilmiş bulunmaktadır. Çünkü cümlenin gelişi, dilediğini yapma konusunda fâil olan Allah'tır (celle celâlühü), yoksa insan değildir. Yani Allah (celle celâlühü) dilediğini gerçekleştirir, insan ise dilediğini gerçekleştiremeyebilir. Bu durumda önceliğin dişilere, kızlara verilmesinin sebebi, insanların buna öncelik vermede istekli olmamaları ve dilememeleri sebebiyledir. Bu bakımdan önemlidir. Önemli olan bir şeyin de mutlak öncelik hakkı olması gerekir. İşte bu nedenle kızlar erkeklere takdim edilmiştir. Burada Arapların bela ve yüzkarası olarak gördükleri kız çocuklarına öncelik vermesi, bu nedenledir. Öncelikli olarak kendilerinden söz edilmeleri gerekenler erkek çocuklar olması gerekirken, onları ertelemesi, kızlardan sonra onlara yer vermesi, sözkonusu nefreti önlemek içindir. Fakat erkekleri ertelerken, onları ma'rife olan bir anlatım tarzıyla (.......) ibâresiyle vermiştir ki, böylece erkeklerin değerine de yer verilmiş ve onların hakkı da yerine getirilmiştir. Çünkü bir kelimenin harfi tarif dediğimiz belirtme takısıyla gelmiş olması, onun büyüklüğüne, azametine ve şöhretine delildir. Daha sonra da Yüce Allah (celle celâlühü) her iki cinse de, yani kızlara da erkeklere de öncelik ve sonralık, takdim ve tehir noktasından haklarını vermiştir. Burada, kızları öne geçirmiş olması ile önceliğin onlara âit olduğunu değil, fakat bir başka nedenle önceliğin onlara âit olduğunu da bize öğretmiş olmaktadır. Nitekim: “erkekler ve dişiler olmak üzere..” ibâresi bunu dile getirmektedir. Bir tefsire göre de bu âyet peygamberler -Allah'ın selâmı üzerlerine olsun- hakkında inmiştir. Çünkü Yüce Allah (celle celâlühü), Hazret-i Lût (aleyhisselâm) ile Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) a kız çocukları bağışlamıştır. Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm)’e ise, sadece erkek çocuk vermiştir. Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, hem erkek ve hem kız çocukları bahşeylemiştir. Hazret-i Yahya (aleyhisselâm) ile Hazret-i Îsa'ya (aleyhisselâm) da çocuk vermemiştir. “Şüphesiz O, herşeyi hakkıyla bilendir, hakkıyla..” her şeye “gücü yetendir.” 51Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir. “Allah, bir insanla ancak vahiy -ilham- yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. “ Yani hiçbir beşerin, belirtilenler dışında Allah (celle celâlühü) ile konuşması doğru değildir. Burada geçen “vahiyle” ifadesi, ilham yoluyla demektir. Nitekim: “Kalbime üflendi” hadisi buna işaret eder. Ya da uykuda rüya hâlinde olur. Nitekim Resûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem): “Peygamberlerin rüyası vahiydir” 34 diye buyurmuş olması bunun delilidir. Nitekim Hazret-i İbrâhîm'e (aleyhisselâm) oğlu İsmâîl (aleyhisselâm)’i kurban etmesi, kendisine rüyada bildirilmiştir. “Yahutperde arkasından konuşur.” Yani perde gerisinden Allah'tan (celle celâlühü) duyuları sözler işitir. Nitekim Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), kendisine sözünü duyuran kim olduğunu göremeden onun sözlerini duymuştur. Bu âyette geçen “perde” ifadesinden, Allah'ın (celle celâlühü) perdelenmesi, perde gerisinde olması demek değildir. Çünkü cisimler için câiz olan ve perdelenmeleri, perde gerilerinde bulunmaları mümkün olan şeyler, Allah (celle celâlühü) hakkında asla câiz olmaz. Ancak burada denmek istenen şey, sözü duyan kimse, dünya gözüyle onu görmekten perdelenmiştir, bu dünya gözüyle görme imkânı verilmemiştir. “Yahut bir elçi gönderip...” Yani Allah (celle celâlühü) bir melek gönderir, melek de getirdiği vahyi, o peygambere iletir ve söyler. Âyette geçen'vahiy yoluyla'ifadesi ile denmek istenen şey, “Allah (celle celâlühü) melekler aracıliğiyla peygamberlere vahyettiği gibi...” veya: “bir peygamber gönderdiği gibi” Allah (celle celâlühü) peygamberler topluluğuna nasıl ki onların dilleriyle konuşmuşsa, öylece konuşmuştur, demektir. Bu arada (.......) kelimesi ile (.......) kelimesi, hâl olarak gelen iki mastardırlar. Çünkü (.......) kelimesi, irsal manasında. Âyetin takdiri şöyledir: “Allah'ın biriyle konuşması ancak vahiy yoluyla, ya da perde gerisinden ses duymakla veya bir peygamber göndermekle sahih olur.” Nitekim şöyle olması da câiz olabilir: “Allah'ın herhangi bir beşerle konuşması ya ona vahyetmekle (.......), ya da perde gerisinden sesini duyurmakla (.......) ya da bir elçi göndermekle “olur. Bu tefsir, Halîl b. Ahmed'in tefsiruna göre olan tercihidir. Yahut da: (.......) merfû' olarak Nâfi kırâatine göredir. Burada da bir (.......) harfini takdir etmekle olur ki, buna göre mana şöyle olur: “Ya da o (Allah) bir elçi gönderir de, Allah izniyle ona dilediğini vahyeder.” “Şüphesiz O yücedir, -gücü her şeyin üstündedir, gücüne karşı koyabilecek bir kuvvet yoktur,- hüküm ve hikmet sâhibidir.” Sözlerinde olsun, fiillerinde olsun hep isabetlidir ve sözlerinde çelişki yoktur. 52İşte böylece sana da emrimizle ruhu vahyettik. Sen kitap nedir îman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarınıızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin. “İşte böylece -senden önce geçen peygamberlere vahyettiğimiz gibi ya da sana anlattığımız gibi biz- sana da emrimizle ruhu -aynı şekilde- vahyettik.” Burada belirtilmek istenen şey, ona vahyedilen şeydir. Çünkü bedenlerin ya da cesetlerin ruh ile can bulmaları gibi, insanlar da dinleri konusunda O'nun vahyi yoluyla canlarıacaklardır, yeniden dirilip hayat bulacaklardır. “Sen kitap -Kur'ân- nedir, îman -bunun öngördüğü şerî'atler- nedir bilmezdin.” Bu âyette geçen ve'sen bilmezdin'manasında olan (.......) kavli, cümle olarak, (.......) kelimesindeki (.......) harfinden hâldir. Sen aynı zamanda Kitaba îman etmenin ne olduğunu da bilmezdin. Çünkü bir kimse, bir kitabın kendisine indiğini bilmezse, o takdirde o kitabın ne olduğunu da bilemez. Yine tefsir olarak deniliyor ki: “îman, birtakım şeyleri kapsar. Bunların kimisi, akıl yoluyla bilinir, kimisi de işitme yoluyla olabilir. İşin bu yönü sadece kulağı duymayı ilgilendirir, aklı değil. Bu yoldan da ilim elde olunur ama meğerki vahiy yoluyla kazanılmış olsun.” “Fakat biz onu, -o kitabı- kullarınıızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola -İslam'a- eriştirdiğimiz -davet edip çağırdığımız- bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin.” Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) diye de okunmuştur. 53O yol, göklerin ve yerin sâhibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner. “O yol, -hem mülk olarak ve hem otorite olarak- göklerin ve yerin sâhibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.” Burada cehennemle tehdit ve cennet nimetleriyle de vaat yer almaktadır. Âyetin başında yer alan ve'yol'manasına gelen (.......) kelimesi, bundan önceki âyette geçen (.......) kelimesinden bedeldir. |
﴾ 0 ﴿