ZUHRUF SÛRESİMushaf tertibine göre Kur'ân-ı Kerîm'in 43. Süresidir. Sûre Mekki surelerdendir. Nüzul sırasına göre Kur'ân'ın 62. süresidir. Sûre, Duhan suresinden önce ve Fussilet Suresin'den sonra nâzil olmuştur ve 89 ayetten ibâret olan bir suredir. Sûre adım 35. âyette geçen “Zuhruf” kelimesinden almaktadır. Zuhruf; yaldız, mücevher, dünya hayatının geçici menfaati anlamlarına gelir. Surede başlıca tevhit, îman ve vahyin getirdiği hakikatler ile insanların bu hakikatlere ters düşecek şekilde sırf geçici dünya menfaatlerine bağlarıarak sergiledikleri çelişki vurgulanmakta, bâtıla karşı çıkan ve hakkı tutan şahsiyetler olarak Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Mûsa ve Hazret-i Îsa peygamberlerden (asm) söz etmektedir. 1Hâ - Mîm. 2Apaçık Kitab'a andolsun ki, “Apaçık Kitab'a” Kur'ân'a “andolsun ki,” yemin ederim ki, 3İyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur'ân yaptık. “İyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur'ân yaptık.” Bu âyetin, (.......) kısmı, yeminin cevâbıdır. Bu tür yeminler, bedii ve güzel kabul edilen yeminlerdir. Böylece yemin edenle üzerine yemin edilen arasında sözkonusu olan güzel münasebetten bu güzellik ileri gelmektedir. ikinci âyetin sonunda yer alan (.......) kelimesi, kendilerine kitap indirilenler açısından apaçık olan demektir. Çünkü bu Kur'ân onların diliyle ve onların üslubuna göre inmiştir. Ya da bu Kitap üzerinde durup düşünenler için çok açık bir Kitap demektir. Yahut da hidâyet yolunu gösterip onu dalalet yolundan ayırıp açıklayan Kitap demektir. Aynı zamanda dini konularda ümmetin ihtiyaç duyduğu her şeyi açıklayan demektir. “İyice anlayasınız” yani manalarını anlamanız için size apaçık bir kitap olarak indirdi. 4Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta (Levh-i Mahfûz'da) mevcuttur, çok yücedir, hikmetlerle doludur. “Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta...” Levh-i Mahfûz'da “mevcuttur,” Şüphesiz Kur'ân Allah katında olan Levh-i Mahfûz'da mevcuttur, sabittir. Bunun delili de: “Aslında o, aslı Levh-i Mahfûz'da bulunan şerefli Kur'ân'dır.” Buruc, 21-22. Kitab'a-Kur'ân'a “Ümmü'l-Kitab” diye isim verilmesi, bunun asıl Kitap olması hasebiyledir. Çünkü bütün kitapların aslı, ilk nüshaları orada muhafaza edilmekte ve sabit olarak bulunmaktadır. Daha sonra buradan intikal yoluyla, istinsah edilerek, kopyalanarak indirilmişlerdir. Ali ile Hamza, (.......) kavlini, (.......) harfinin esre harekesiyle, (.......) olarak okumuşlardır. İşte bu Kitap “çok yücedir,” Burada “çok yücedir” manasına gelen (.......) kavli, (.......) harfinin haberidir. Manası ise şöyledir: “Bu Kur'ân belâgat tabakalannın en üst kısımlarındadır ya da, diğer kitaplar arasında bunun şanı yücedir. Çünkü öteki kitaplar arasında mu'cize kitap olarak yegâne bu Kitap-Kur'ân vardır.” “hikmetlerle doludur.” Üstün hikmetler içeren bir kitaptır. 5Haddi aşan bir topluluk oldunuz diye, vazgeçip Zikir'le (Kur'ân'la) sizi uyarmaktan geri mi duralım? “Haddi aşan bir topluluk oldunuz diye, vazgeçip Zikir'le -Kur'ân'la- sizi uyarmaktan geri mi duralım?” Yani Kur'ân'la sizi uyarmayalım mı? Onu sizden uzakta mı tutalım? Bu, bir mecâzî anlatımdır. Bu âdeta şu özdeyişe benzer: (.......) yani; “Deve sâhibi, yabancı develeri havuzdan uzaklaştırdı.” Burada (.......) kelimesinin uzaklaştırma anlamında mecâzî olarak kullanıldığı gösterilmektedir. Nitekim âyette de aynı kelime kullanılmıştır. Fiilin başında yer alan (.......) harfi yani (.......) kelimesinin başında bulunan (.......) harfi, mahzûf olan bir kelimeye atıf için gelmiştir. Buna göre cümlenin takdiri şöyledir: “ Yani sizi ihmal mi edelim? Size indirilen bu kitabı, inkâr etmenizden dolayı, artık bunu bir kenara bırakıp, onun yerine bir başka kitap mı indirelim? Bizi böyle bir yola mı sevk etmek istiyorsunuz? Halbuki Allah, anlayasımz ve gereğiyle amel edesiniz diye onu Arapça olan sizin dilinizle indirdi.” Âyette geçen (.......) kelimesi, birinden yüz çevirmek, birine yüz vermemek manasında olan (.......) ibâresinden mastar bir kelimedir. Çünkü herhangi bir şeyden yüz çevirmek, ya da bir şeye arka çevirmek istendiğinde bu kelime kullanılmaktadır. Kelimenin mensûb olmasına gelince, mefulün İeh olması hasebiyledir. Bu yönüyle mana şöyle olmaktadır: “ Yani sizin yüzünüzden Kur'ân'ı indirmekten uzak mı duralım, onu indirmeyelim mi? Yani bunu ileri sürerek böylece bizi susturup sizi irşat etmeyelim mi?” Burada demek isteniyor ki: “Siz istemiyorsunuz, karşı çıkıyorsunuz diye bir irşat görevini terk edecek ve ihmal edecek değiliz.” Baştaki durumun hilafına olarak da yine bu kelimenin mastar olması câizdir. Meselâ; (.......) dendiğinde, bu, (.......) demektir ki, manası “ondan yüz çevirdim” . Nitekim İmâm Ferrâ' da böyle söylemiştir. Yine ayetimizde yer alan (.......) ibâresi, (.......) takdirindedir. Ancak Medine Okulu mensupları ile Hamza ve Ali, (.......) harfinin esre harekesiyle okumuşlar yani (.......) olarak değil, (.......) olarak okumuşlardır. Bu durumda da bir şart edatı olmaktadır. Ki o şart eldeki vesikalardan ortaya çıkmakta ve o da, sabit olması gerçekleşmiş olan bir işin doğruluğunu ortaya koymaktadır. Bu anlatım tarzı tıpkı şu cümlenin anlatım tarzına benzer bir ifadedir. Şöyle ki adam birine: “Eğer ben, senin için çalışırsam, öyleyse hakkımı eksiksiz ver” diyor. Halbuki aslında adam hakkının eksiksiz olarak verileceğini biliyor, ama yine de bunu söylüyor. İşte buradaki anlatım da tıpkı böyledir. “Haddi aşan bir topluluk oldunuz, diye... “ Yani, “Cehalette aşırıya gittiniz, ifrata kaçtınız, dalalet ve sapıklıkta haddinizi aştınız diye, sizi bırakacağımızı mı sanıyorsunuz?” demektir. 6Hâlbuki daha önceki toplumlara da nice peygamberler göndermiştik. “Hâlbuki daha önceki toplumlara da nice peygamberler göndermiştik. “ Yani senden önce gelip geçmiş olan ümmetlere de nice peygamberler göndermişizdir. 7(Onlar da) kendilerine gelen her peygamberle mutlaka alay ediyorlardı. O toplumlar da “Kendilerine gelen her peygamberle mutlaka alay ediyorlardı.” Bu, geçmiş ve devam eden bir halin hikâyesidir, anlatımıdır. Yani halen de inatlarından vazgeçmiş değiller ve yine de alay etmeye devam ediyorlar. Geçen milletlerin kendi peygamberleriyle alay ettikleri gibi, Kureyş toplumu da Hazret-i Peygamber'le (sallallahü aleyhi ve sellem) alay ediyordu. Burada böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli ediliyor ve üzülmemesi gerektiği, bütün toplumlarda bunun görüldüğünü bildiriyor. Rasûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) üzülmemesini sağlıyor. 8Biz, onlardan daha çetinlerini de helâk ettik. Öncekilerin örneği geçti! “Biz, onlardan daha çetinlerini de helâk ettik.” Burada geçen (.......) kelimesi, temyizdir. zamîr ise, hadlerini aşanlara, yani (.......) kelimesine râcidir. Çünkü burada onlara hitap dönülerek Rasûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) hitap başlamıştır ve onlarla ilgili durumu Rasûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermektedir. “Öncekilerin örneği geçti!” Yani bu Kur'ân'da, onların durumlarını ve kıssalarını ifade eden birçok örnekler geçti. Onların şaşkınlık uyandıran durumu, âdeta darbı mesel olmasıdır. Bu ifade ile Rasûlüllah'a vaat vardır, ona karşı olanlara da tehdit içermektedir. 9Andolsun, onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka, “Onları mutlak güç sâhibi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı” diyeceklerdir. “Andolsun, onlara, -müşriklere-'Gökleri ve yeri kim yarattı?'-diye sorsan, mutlaka,'Onları mutlak güç sahihi, hakkıyla bilen (Allah) yarattı'diyeceklerdir.” 10O, yeryüzünü size beşik yapan ve gideceğiniz yere ulaşasınız diye sizin için orada yollar var edendir. “O, yeryüzünü size beşik yapan -yerleşebilmeniz ve başka şeyler için yayıp döşeyen- “ve gideceğiniz yere ulaşasınız -yol bulasınız- diye sizin için orada yollar var edendir.” “Mehd” kelimesi, karar kılma, yerleşme ve başka şeylerin yerleşmesi manasına gelirken, “Mihad” kelimesi de karar kılma yeri manasınadır. (Kufe Kırâat Okulu (.......) diye okurlarken (.......) diye kırâat edenler de vardır.) 11O, gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. Biz onunla ölü araziyi canlarıdırdık. İşte siz de, böyle diriltileceksiniz. Kendisiyle kulları huzur bulabilsinler, ülkeler ihtiyaç duydukları şeyleri elde edebilsinler diye “O, gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. “Bundan önceki ibârede gaip kipleri kullanılmışken, bundan sonra gelen “Biz onunla ölü araziyi canlarıdırdık” bu cümle ile muhataba dönülmüştür. Çünkü hitaptan murat, gerçeğin haber verilmesinin bildirilmesidir. “İşte siz de, -kabirlerinizden- böyle diriltileceksiniz.” (Âyette yer alan ve ölü manasına gelen (.......) kelimesini, Yezid, (.......) olarak okumuştur. Hamza ile Ali de, (.......) kelimesini, (.......) diye okumuşlardır. Daha önce geçen dokuzuncu âyetin sonunda yer alan (.......) kelimesi üzerinde vakfedilmez. Çünkü bundan sonra gelen ve onuncu âyetin başında yer alan (.......) bunun sıfatıdır. Ancak Ebû Hatim, (.......) kelimesinin başına bir (.......) takdir ederek, yani (.......) diye okuyarak (.......) kelimesi üzerinde vakfetmiştir.) Bunun sebebi ise sözkonusu vasıfların, kâfirlerin söylediği sözlerden olmamasıdır. Zira kâfirler kabirlerden diriltilip çıkarılmayı inkâr etmektedirler. Böyle olunca nasıl olur da kâfirler: “İşte siz de böyle diriltileceksiniz?” demiş olsunlar? Aksine bu âyet, kâfirlerin öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr etmiş olmaları sebebiyle, onların aleyhinde bir delil, bir hüccet ve delildir.. 12Ve O ki bütün çiftleri yarattı ve binmeniz için size gemiler ve hayvanlar meydana getirdi. “Ve O ki bütün çiftleri -çeşitleri ve sınıfları, türleri- yarattı ve -ona- binmeniz için size gemiler ve hayvanlar meydana getirdi.” Nitekim (.......) ve (.......) diye söylenir. Burada Nahivle ilgili birtakım kurallara değinmek istemiş olmakla birlikte, bu konuda detaya girmeye gerek yoktur. Çünkü her iki kullanış açısından fiillerde müteaddilik yönünden bir terslik sözkonusu değildir. Kelime, (.......) diye de okunmuştur. 13Sırtlarında rahatlıkla oturasınız, sonra da Rabbinizin nimetini hatırlayıp, “O Allah ne yücedir, O'nu tenzih ederiz ki, bunları emrimize verdi, yoksa biz onları asla kendimize boyun eğdiremezdik; Gemiler olsun, hayvanlar olsun bindiğiniz şeylerin üzerinde ve-” Sırtlarında rahatlıkla oturasimz, sonra da” -kalplerinizde- “Rabbinizin nimetini hatırlayıp,” -dillerinizle de:-'O Allah ne yücedir, O'nu tenzih ederiz ki, -üzerine bindiğimiz- bunları -bu şeyleri- emrimize verdi, -bize boyun eğdirdi,- yoksa biz onları asla kendimize boyun eğdiremezdik;” -buna güç de yetiremezdik. “İkran “kelimesi, bir şeye güç yetirmek, demektir. Çünkü gerçekte bu kelime, bir şeyi hemen yanında, yakınında bulmak manasına gelir. Zira zor ve güç olan bir şeyi, kişi zayıf olması hasebiyle yanında ve yakınında bulamaz. 14Ve herhâlde biz ona döneceğiz!” diyesiniz diye. Deniliyor ki onlar, dünyadaki binitlerine bindiklerinde, bu anda binecekleri son bineklerini hatırlarlar. O da cenazedir, tabuttur. Hazret-i Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyete göre, ayağını bineğe binmek için üzengiye koyduğunda, (.......) derdi. Bineğinin üzerinde yerleşip oturduğunda ise, “Her halükarda Allah'a hamd olsun” der, sonra da: “O Allah ne yücedir ki, bunları emrimize verdi, yoksa biz onları asla kendimize boyun eğdirmezdik. Ve herhâlde biz ona döneceğiz!” Zuhruf, 13-14. Diyerek bu iki âyeti de okurdu. Bundan sonra da üç defa tekbir getirir ve üç defa da (.......) derdi.” Ebû Dâvud, H: 2602; Tirmizî, H: 3446. Yine, gemiye bindiğinde de şu âyeti okuduğunu söylemişlerdir: “O geminin hareket edip yüzmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz benim Rabbim çok bağışlayan ve pek merhamet edendir.” Hûd, 41. Anlatıldığına göre, bir toplum binitlerine binerler ve: - “O Allah ne yücedir ki, bunları emrimize verdi, yoksa biz onları asla kendimize boyun erdiremezdik ve herhâlde biz ona döneceğizi” Zuhruf, 13-14. Mealindeki âyetleri okudular. İçlerinde, güçsüzlükten hareket edemeyen bir devenin üzerinde bir adam bulunuyordu. Adam: - “Ben bunun hakkından gelebilirim” deyince, deve öyle bir sıçrayıp atladı ki, adam deveden düşüp boynu kırıldı.” Burada akıllı bir insana düşen görev, sırf haz almak, o hayvanı istediği gibi ezmek düşünce ve inancıyla kullanmamalı, Aksine, bundan bir ders çıkararak binmelidir. Şunu hiç aklından çıkarmamalı, öyle bir an gelir ki, o binit onu helâk eder. Çünkü olabilecek şeyden asla kurtulamayıp Allah'a (celle celâlühü) dönecektir. 15Böyle iken (“melekler Allah'ın kızlarıdır” demek suretiyle) kullarından bir kısmını O'nun parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık bir nankördür. “Böyle iken kullarından bir kısmını O'nun parçası saydılar.” Bu âyet, daha önce geçen ve “Eğer onlara sorarsan...” diye başlayan bu surenin 9. ayetiyle irtibatlıdır. Yani: “Eğer sen, gökleri ve yeri yaratan kimdir?” diye soracak olursan, kesinlikle bunu itiraf ederek, Allah'ın (celle celâlühü) yarattığını belirteceklerdir. Ama bu itiraflarıyla birlikte yine de kullarının bir kısminin, onun bir parçası olduğunu da söyleyeceklerdir. Yani bunlar, “melekler Allah'ın kızlarıdır” demek suretiyle, melekleri Allah'ın (celle celâlühü) bir parçası olarak, ondan bir cüz olarak belirteceklerdir. Tıpkı bir çocuğun babasının bir parçası olması gibi bunu da öyle söyleyeceklerdir. (Ebû Bekir ve Hammad, (.......) kelimesini, (.......) diye okumuşlardır.) “Şüphesiz insan apaçık bir nankördür.” Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) ihsan ettiği nimetlere karşı nankörlükte bulunur. Bu itibarla nankörlüğü açık, seçik ortadadır. Çünkü Allah'a (celle celâlühü) çocuk nispet etmek küfürdür. Küfür yani inkârcılık ise, bütün nankörlüklerin aslı ve temelidir. 16Yoksa Allah, yarattıklarından kendisine kızlar edindi de, oğulları size mi seçip ayırdı? Âyette geçen (.......) ibâresi, (.......) takdirindedir. (.......) harfi İse, onların cehaletini gösterme, durumlarına karşılık olan şaşkınlıklarını ortaya koyma anlamında inkâr manasınadır. Çünkü bu türden bir tercih ve seçimle Allah (celle celâlühü), -onların anlayışına göre- en basit olanını kendi zâtına, en üstün olanları yani erkekleri de onlar için tercih etmiş oluyor. 17Onlardan biri, Rahmân'a yakıştırdığı (isnad ettiği kız çocuğu) ile müjdelendiği zaman, öfkesinden yüzü simsiyah kesilir. “Onlardan biri, Rahmân'a yakıştırdığı -isnad ettiği kız çocuğu-” İle müjdelendiği zaman, -sözkonusu olan kız-kadın cinsi, o kimseler benzer olarak kendilerine isnat edildiğinde- öfkesinden yüzü simsiyah kesilir.” Çünkü bunlar melekleri Allah'ın (celle celâlühü) bir cüzü, ondan bir parça olarak, böyle bir isnatta ve benzetmede bulunurken, melekleri Allah'ın (celle celâlühü) bir cinsi ve ona benzer, ona denk bir şey olarak kabul ederken yüzleri kızarmıyor. Çünkü doğan çocuk mutlaka babasından cinsinden olur. Melekler de Allah'tan (celle celâlühü) bir parça olduklarına göre, bu anlayışa göre, onların da –hâşâ- ilâh olmaları lazım gelir. Evet, kızlar kendilerine nispet edilmekle “Öfkesinden yüzü simsiyah kesilir.” Yani bunlara kız çocuğu nispet edildiğinde öfkesinden çıldırası gelir. Meselâ; bunlardan herhangi birine bir kız çocuğunun dünyaya geldiği haber verildiğinde, üzülür, kederlenir, öfkesinden yüzü âdeta üzerine toprak saçılmışçasına bembeyaz olur. Artık öfkesinden, utancından ve üzüntüsünden çılgına dönmüştür. Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) manasına geldiğinden, dönüşmek demektir. 18Süs içerisinde (narin bir biçimde) yetiştirilen ve tartışmada (delilini erkekler gibi) açıklayamayam mı Allah'a isnad ediyorlar? “Süs içerisinde -narin bir biçimde- yetiştirilen ve tartışmada -delilini erkekler gibi- “açıklayamayam mı Allah'a isnad ediyorlar?” Yani şu kötü niteliklere sahip olan kimselerin Rahmân olan Allah'a çocuk nispet etmeleri gibi mi? Halbuki o “süs içerisinde yetiştirildiği” hâlde yani ziynet, nimet ve benzeri şeyler içerisinde geliştirilip yetiştirildiği hâlde böyleni mi Allah'a (celle celâlühü) isnat ediyorlar? Halbuki o, hasımlarıyla tartışmada olsun, erkeklerle olanda olsun, açıkça ne yapacağını bilemez ve dizleri üzerinde çöker kalır. Çünkü elinde bir açıklama yapabilecek bir gücü ve bir delili, delili de yoktur. Bu, onların yani kâdirıların, kızların akıl yönünden zayıf olmalarından kaynaklanır. Mukâtil (rahmetüllahi aleyh) diyor ki: “Bir kadın konuşmaya başlamasın ki, konuşması mutlaka kendi aleyhine döner.” Bunun nedeni, ziynet ve süs içinde büyümenin, kişi için kusur sayılacak şeyler olmasındandır. Bu itibarla kâdirılara özgü olan bir özellikten erkeklerin sakınmaları ve takva elbisesiyle süslenmesi gerekir. Âyetin başında yer alan (.......) harfi, mahallen mensûbtur. Bu durumda mana: “Yoksa onlar süs içerisinde yetişip büyüyenleri mi Azîz ve Celil olan yüce Allah'a nispet ettiler?” olur. (Hamza, Ali ve Hafs, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır.) Böyle diyenler, bir küfürle üç küfrü dile getirmiş olmaktadırlar. Birincisi Allah'a (celle celâlühü) çocuk isnat etmeleri küfrüdür. İkincisi iki türün en basitini, en zayıf olanını Allah'a (celle celâlühü) nispet etmeleri küfrüdür. Üçüncüsü de Allah'a (celle celâlühü) nispet ettikleri şeyin de Allah'a (celle celâlühü) en yakın olan Mukarreb melekler olarak ifade etmeleri küfrüdür. Yani melekleri Allah'ın (celle celâlühü) kızları olarak kabul etmeleridir. Böylece melekleri de aşağılamış ve onları alaya almış olmaktadırlar ve küfre giriyorlar. 19Onlar, Rahmân’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışına şâhit mi oldular? Onların (yalan) şâhitlikleri yazılacak ve sorgularıacaklardır. “Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar.” Yani Allah'ın (celle celâlühü) kızları olarak adlarıdırdılar. (Mekke, Medine ve Şam okulları mensupları, (.......) ibâresini, (.......) diye okumuşlardır.) Buna göre yer ve mekân sözkonusu olmadığı hâlde ona yer ve mekân bakımından onlara bir indiyet verdiler. Âyet geçen ve kul manasına gelen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da, inatçı olan kesime karşı olan hücceti ortaya koymada daha çok bağlayıcı ve ilzam edicidir, susturucudur. Çünkü kulluk ile çocuk edinme arasında zıtlık vardır. Kul olan bir varlık, Allah'ın (celle celâlühü) çocuğu asla olamaz. “Onların yaratılışına şâhit mi oldular?” Bu ifade bir bakıma, böyle bir şeyi Allah'a nispet edenleri susturan ve aşağılayan bir anlatım tarzıdır. Yani onlar, böyle bir şeyi söylerken, ellerinde herhangi bir delil olmaksızın ve kanıta dayanmadan bilgisizce söylemektedirler. Çünkü Allah (celle celâlühü), onların bu konuda bir bilgi edinmeleri konusunda, onları buna mecbur kılmamıştır. Kaldı ki böylece bir delile ulaşma imkânları da yoktur. Ayrıca bilgi gerektirecek, ilim olarak kabul edilebilecek herhangi bir habere dayalı olarak da bir şey ihata etmiş değiller, bir bilgiye ulaşmış değillerdir. Bu nedenle meleklerin nasıl yaratıldığını görüp müşahede etmemişlerdir ki, müşahedelerini, gördükleri şeyleri haber vermiş olsunlar. “Onların -meleklerin kız veya Allah'ın kızları olduğuna ilişkin uydurageldikleri yalan- şâhitlikleri -aleyhlerine- yazılacak ve -ve onlar bundan dolayı- “sorgularıacaklardır.” Bu ifade aynı zamanda bir tehdittir. 20“Eğer Rahmân dileseydi, biz onlara kulluk etmezdik” dediler. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar. O müşrikler, “Eğer Rahmân dileseydi, biz onlara kulluk etmezdik'dediler.” Mu'tezile mezhebi mensuplar! bu âyetin zahirine takılıp kaldılar ve “Allah (celle celâlühü), kâfirin küfrünü dilemedi, onların îman etmelerini istedi” dediler. Çünkü kâfirlerin iddialarına göre, Allah (celle celâlühü), onların küfrünü, inkâr etmelerini dilemiştir. Onlardan putlara tapmayı terk etmemelerini istemiştir. Çünkü onlar: “Eğer Rahmân dileseydi, biz onlara kulluk etmezdik, dediler.” Yani Allah (celle celâlühü) bizden, putlara tapmayı terk etmemizi isteseydi, bu durumda bizim, onlara tapmamızı kesin olarak menederdi. Fakat Allah (celle celâlühü), bizden putlara tapmamızı diledi. İşte Yüce Allah onların bu sözlerini ve bâtıl inançlarını şu kavliyle onların yüzüne çarpıyor: “Bu konuda -söyledikleri bu sözler konusunda onların- hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.” Ancak bize göre (Hanefîlere, Ehl-i sünnete göre) âyetin manası şöyledir: “Onlar, meşiet yani dileme ifadesiyle, rızayı, memnunluğu ve hoşnut kalmayı murat ettiler ve bunun için de dediler ki: Eğer Allah buna rıza göstermeseydi, mutlaka bizi cezâlarıdırmada acele ederdi, hemen cezâlarıdırırdı.'Ya da'Bizi, kahredici, zorlayıcı bir yasaklama ile bundan menederdi ve bizi buna mecbur bırakırdı. Mademki böyle bir şey yapmamıştır, o takdirde yüce Allah buna rıza göstermiştir.'“ İşte Yüce Allah da onlara: “Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar” kavliyle cevap vermiştir. Ya da o inkârcılar bu söyledikleri, alay etmek için söylediler, bunu ciddiye alarak ve inanarak söylemediler. Bunun için de Yüce Allah, onları yalanladı ve bunu inanarak söylemedikleri için de onların cehaletlerini ortaya koydu, bunu gösterdi. Nitekim Allah onlar hakkında şöyle haber veriyor: “Allah'ın dilediği takdirde doyuracağı kimseleri biz mi doyuracağız?” Yasin, 47. Esasen bu hak olan sözdür, gerçektir. Fakat onlar bu sözü, sırf alay ve eğlenmek amacıyla söyleyince, Yüce Allah da şu kavliyle onları yalanlamış oldu: “Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz.” Yasin, 47. Nitekim yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır; “Münâfıklar sana geldiklerinde: Şâhitlik ederiz ki sen Allah'ın peygamberisin'derler.” Münâfıkun, 1. Daha sonra Rabbimiz bu âyetin devamında: “Allah da bilir ki sen elbette O'nun peygamberisin Allah münâfıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.” Münâfıkun, 1. Çünkü onlar inanmadıklarından ötürü bunu söylüyor değillerdi, aynı zamanda alay etmek için söylüyorlardı. Böylece meşiet yani dileme meselesini, kendi seçimleriyle böyle bir tercihe gittiklerinden ötürü, bunu kendilerinin lehine bir hüccet saydılar, Allah'ın dilemesi sebebiyle yaptıkları şeyden dolayı Allah'ın (celle celâlühü) kendilerini cezâlarıdırmayacağını zannettiler ve bu konuda kendilerini mazur saydılar. İşte bu nedenle de Allah onlara işin öyle olmadığını cevap olarak bildirdi. 21Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı sarılıyorlar? “Yoksa bundan önce -Kur'ân'dan önce ya da onların söyledikleri bu sizden önce- onlara bir kitap verdik de ona mı sarılıyorlar?” Onunla mı amel ediyorlar, ona mı tutuyorlar? Bir tefsire göre de deniliyor ki burada takdim ve tehir vardır. Bu durumda ibâre şöyle olmaktadır: “Onların yaratılışına şâhit mi oldular, tanıklık mı ettiler? Yoksa onlara, içinde meleklerin kız olduklarını yazan bir Kitap mı verdik?!” 22Hayır! Onlar sadece, “Şüphesiz biz babalarınıızı bir din üzerinde bulduk ve biz onların izlerinden gitmekteyiz” dediler. “Hayır!” Bilâkis onların tutunacakları bir hüccetleri ve kanıtları yoktur, ne açıkça olarak ne de akıl yönünden ve ne de duyguya dayalı olarak bir kanıtları yoktur. “Onlar sadece,'Şüphesiz biz babalarınıızı bir din üzerinde bulduk'“ve onları bu konuda taklit ettik. Âyette yer alan (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden alınmadır. Bu da kastetmek, yönelmek gibi manalara gelir. “Ümmet” ; yönelinen ve amaçlarıan yol, demektir. '“Ve biz onların izlerinden gitmekteyiz'dediler,” Zarf, burada (.......) kelimesinin sılasıdır veya her ikisi de haberdirler. 23İşte böyle, biz senden önce hiçbir memlekete bir uyarıcı göndermedik ki, oranın şımarık zenginleri, “Şüphe yok ki biz babalarınıızı bir din üzerinde bulduk. Biz de elbette onların izlerinden gitmekteyiz” demiş olmasınlar. “İşte böyle, biz senden önce hiçbir memlekete bir uyarıcı -bir peygamber- göndermedik ki, oranın şımarık zenginleri, -nimet içinde varlıklarını sürdürenleri, yani nimetle başları döndürülenler, nimet sebebiyle şımaranlar, sadece kendi şehevi isteklerini tatmin için hareket ederler, tek istekleri ve hedefleri budur. Oyun ve eğlenceyi severler. Dininin sıkıntılarını ve dinin onlara yüklediği sorumluluğu tanımazlar. İşte bunlar:-'Şüphe yok ki biz babalarınıızı bir din üzerinde bulduk. Biz de elbette onların izlerinden gitmekteyiz'demiş olmasınlar. “ Burada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), teselli edilmekte ve atalarını taklit etmenin çok eskiye dayalı bir gelenek olduğu gerçeği açıklanmış bulunulmaktadır. 24(Gönderilen uyarıcı,) “Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?” dedi. Onlar, “Biz kesinlikle sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz” dediler. Gönderilen uyarıcı,- “Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı?” Yani, “dedi. Onlar,'Biz kesinlikle sizinle gönderilen şeyi inkâr ediyoruz'dediler.” Âyetin başında yer alan (.......) kelimesini, Şam okulu mensupları ile Hafs, (.......) diye okumuşlardır. Bu durumda mana: “Uyarıcı dedi ki” olur. Ancak bunlar dışında kalanlar ise aynı kelimeyi (.......) diye okumuşlardır. Bu durumda mana, “Uyarıcıya: de ki'denildi” olur. 25Biz de onlardan intikam aldık. Yalanlayanların sonu, bak nasıl oldu! “Biz de onlardan intikam aldık. -Küfürde ısrarları yüzünden hak ettikleri cezâ ile kendilerini cezâlarıdırdık - “Yalanlayanların sonu, bak nasıl oldu!” 26Hani İbrâhîm, babasına ve kavmine şöyle demişti: “Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım.” Hatırla! “Hani İbrâhîm, babasına ve kavmine şöyle demişti: Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım.'“Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) demektir. Bu da uzak olmak, beri olmak, ilgisi olmak gibi manalara gelir. Kelime mastardır ve hem tekil, hem ikil ve hem çoğul, manasında olduğu gibi aynı zamanda eril ve dişi olması manasında da eşit bir kelimedir. Meselâ: (.......) ile (.......) ve (.......) cümlelerindeki (.......) kelimesinin hepsinde aynı olması gibidir. Yani kelimenin tekil veya çoğul olması ile eril veya dişi olmasıyla, (.......) kelimesi hep aynıdır, değişmez. Manası da, adalet sâhibi erkek ve adalet sâhibi kadın demektir. Nitekim (.......) kelimesi de böyledir. 27“Ben ancak O'na, beni yaratana taparım. Şüphesiz O beni doğru yola iletecektir.” “Ben ancak O'na, beni yaratana taparım.” bu ifade, (.......) ibâresinin manasıdır ki, munkati istisnadır. Sanki burada, “Ancak beni yaratana...” der gibi, bir ifade yer almaktadır. “Şüphesiz O beni doğru yola iletecektir.” Doğru yolda beni sabit kılacaktır. 28İbrâhîm bunu, belki dönerler diye, ardından gelecekler arasında kalıcı bir söz yaptı. “İbrâhîm bunu,” -söylediği tevhit kelimesini -ki o- “Şüphesiz ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben ancak O'na, beni yaratana taparım” -sözüdür- içlerinden şirk koşmuş olanlardan kimileri, içlerinden tevhit inancına bağlı olanların daveti sebebiyle- belki dönerler diye, ardından gelecekler -gelecek olan soyu- arasında kalıcı bir söz yaptı.” Çünkü onun soyundan gelecekler arasında kesin olarak tevhit inancını devam ettirecek ve ona davette bulunacaklar hep olacaktır. Aslında böyle bir temennide bulunan Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) dir. 29Şüphesiz onları (Mekke müşriklerini) ve atalarını kendilerine hak olan Kur'ân ve onu açıklayan bir peygamber gelinceye kadar (dünya nimetlerinden) yararlarıdırırım. “Şüphesiz onları -Mekke müşriklerini, çünkü bunlar Hazret-i İbrâhîm'in (aleyhisselâm) soyundandırlar- ve atalarını -ömürlerini uzun kılmakla ve nimet sunmakla- kendilerine hak olan Kur'ân ve onu açıklayan bir peygamber -Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gelinceye kadar -dünya nimetlerinden- yararlarıdırırım. “Fakat onlar, kendilerine mühlet vermeme aldandılar, nimetler içinde kendilerinden geçtiler. Şehevi isteklerinin peşinden koşturdular. Şeytana itâat ederek, tevhit kelimesini söylemediler, tevhit inancını kabul etmediler. Getirdiği ayetlerle peygamberliği açık seçik ortada olan peygamber gelene kadar hep yararlarıdırdım. Yine aymadılar, uyanmadılar. 30Fakat kendilerine Hak -Kur'ân- gelince, “Bu bir büyüdür, biz onu kesinlikle inkâr ediyoruz” dediler. 31“Bu Kur'ân, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi ya!” dediler. Yine batıllarında ısrar ederek tahakkümde bulunup “Bu Kur'ân, -burada Kur'ân'ı basit görmek ve onu hafife almak manası yatmaktadır.-iki şehrin birinden bir büyük adama indirilseydi yal'dediler. “Bu ifade, âdeta: “O ikisinden de inci ve mercan çıkar.” Rahmân, 22. âyetindeki ifadeye benzer gibidir. Yani sözkonusu iki adamdan biri, demektir. Âyette sözü edilen iki şehirden murat Mekke ile Taif şehirleridir. Mekke'nin büyüğünden, ileri geleninden kasıt Velid b. Muğire'dh. Taif in ileri gelen büyüğünden kasıt da Urve b. Mesud es-Sakafı'ûu. Burada ileri gelen büyük kimse ile demek istedikleri kişi de mal, varlık ve mevkice toplum arasında ileri gelen olarak kabul görenlerdir. Halbuki asıl büyük olan kimsenin Allah katında büyük olan kişi olduğunu bilmiyorlardı. 32Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri (dünyalık) şeylerden daha hayırlıdır. “Rabbinin rahmetini -peygamberliği- onlar mı bölüştürüyorlar?” Âyetin başında yer alan ve soru anlamına gelen hemze, inkâr içindir. Ki cehalette üzerine olmayan, peygamberliğe kimin ehliyetli olabileceği ve seçimi, tercihi konusunda tahakkümde bulunanlara karşı şaşkınliği ve hayreti ifade etmektedir. Böylece kimsenin böyle bir seçim haklarının olmadığı gerçeğini bu soru göstermektedir. “Dünya hayatında onların geçimliklerini -geçinebilecekleri şeyleri -ki bu onların rızıklarıdır- - aralarında biz paylaştırdık. “ Yani onlara en basit olan şeylerini yani azıklarını bile aralarında biz bölüştürürken, hiç peygamberlik gibi bir üstün dereceyi onlara bırakır mıyız? Bu olacak bir şey mi? Ya da rızık bakımından kimilerine göre nasü ki üstün kılmış isem, aynı şekilde peygamberliği de dilediğime tahsis etmekle üstün kılarını. Bunu size bırakacak değilim. “Birbirlerine iş gördürmeleri için, -çeşitli alanlarda birbirlerine iş gördürmeleri, hizmetlerinde ve sanatlarında çalıştırmaları, iş ve uğraşlarında emirleri altına girmeleri ve çıkarları elde etmeleri için- kimini kimine, derece derece -kimlerini mallarıyla kimilerini de yaptıkları iş ve hizmetleriyle- üstün kıldık.” Yani kimilerini güçlü, kimilerini zengin, kimilerini de mevali kıldık. Kimisini de zayıf, yoksul ve hizmetçi kimseler kıldık. “Rabbinin rahmeti, - Yani peygamberlik veya Allah'ın (celle celâlühü) dini ve buna bağlı olarak gelecekte kendilerini kurtaracak şeyler - onların biriktirdikleri -dünyalık- şeylerden daha hayırlıdır.” Yani bu kimselerin edindikleri tüm dünyalık şeylerden çok daha hayırlıdır. 33Eğer bütün insanlar (kâfirlere verdiğimiz nimetlere bakıp'küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasalardı, Rahmân'ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık. Yüce Allah, dünyanın basitliğini, hiçliğini ortaya koyduktan ve onu aşağıladıktan sonra, hemen bunun peşinden, katında dünyanın hiçbir öneminin bulunmadığını vurgulayarak şöyle buyurdu: “Eğer bütün insanlar -kâfirlere verdiğimiz nimeüere bakıp küfürde birleşen- bir tek ümmet olacak olmasalardı, - Yani küfür üzerinde birleşme rahatsızliği ve ona abanma endişesi olmasaydı, katımızda dünyanın çok basit ve aşağılık bir şey olması hasebiyle- Rahmân'ı inkâr edenlerin evlerine -mutlaka- gümüşten tavanlar ve üzerine çıkacakları merdivenler yapardık.” 34Evlerine (gümüşten) kapılar, üzerine yaslarıacakları koltuklar ve (altın) süslemeler yapardık. 35Ve onları ziynetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metaıdır. Âhiret ise, Rabbinin katında, Allah'ın azâbından korunup rahmetine sığınanlara mahsustur. “Ve onları ziynetlere boğardık.” Yani kâfirler için tamamı gümüşten imal edilen tavanlar, merdivenler, kapılar ve koltuklar, yataklar, süslemeler yapardık ve hepsini de her şey konusunda altınlara ve süslere boğardık. Âyette geçen “Zuhruf” kelimesi, altın ve süs eşyası demektir. Asim yani tavanın gümüşten ve süsten olması da câiz olabilir. Yani bir kısmı gümüşten ve bir kısmı da altından olabilir. (Âyette yer alan (.......) kelimesi, (.......) ibâresinin mahalline atfen mensûb kılınmıştır. (.......) kavli, (.......) kavlinden bedeli istimaldir. Cins manasında olarak (.......) kelimesini, Mekke okulu Ebû Amr ve Yezid, görüldüğü gibi (.......) olarak kırâat etmişlerdir. (.......) kelimesi de (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da yükseğe tırmanmak manasınadır.) “Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metaıdır.” Âyetin başında yer alan (.......) edatı, nefiy yani olumsuzluk manasınadır. (.......) ise, (.......) manasınadır. Dolayısıyla mana: “Bütün bu şeyler sadece dünya hayatının geçici metaından başka bir şey değildir.” demektir. Nitekim âyet, (.......) yerine (.......) ile de kırâat edilmiştir. Âsım ile Hamza dışında kalanlar (.......) kelimesini, (.......) diye şeddesiz olarak da okumuşlardır. Böylece (.......) harfinin baş tarafında yer alan (.......) harfini, şeddesiz olan (.......) harfi ile nefiy manasına gelen (.......) harfini ayırt etmek için getirilmiştir. (.......) harfi ise sıladır. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Bütün bunlar kesinlikle dünya hayatının metaıdırlar.” “Âhiret -sevabı- ise, Rabbinin katında, Allah'ın azâbından -şirkten- korunup rahmetine sığınanlara mahsustur.” 36Kim, Rahmân'ın Zikri'ni görmezlikten gelirse, biz onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur. “Kim, Rahmân'ın Zikri'ni görmezlikten gelirse,...” Bu âyette geçen ve görmezlikten gelmek manasına olan (.......) kelimesi, aynı zamanda (.......) olarak da okunmuştur. İki okuyuş arasındaki fark, eğer kişinin gözünde bir rahatsızlık varsa, bu durumda kelime, (.......) kökünden alınmadır. Fakat kişi bakış açısından âdeta gözünde rahatsızlık varmış gibi bakar ve gözünde de bir rahatsızlık yoksa bu takdirde kelime, (.......) kökünden alınmadır. Kelimenin fetha harekesiyle (.......) olarak okunması hâlinde manası: “Kim, Rahmân'ın zikrine (Kur'ân'a) kör olarak bakarsa, onu görmezse” olur. Bu, tıpkı: “Onlar sağır, dilsiz ve kördürler” Bakara, 18. âyeti gibidir. Âyette geçen (.......) kelimesini görüldüğü gibi zammeli yani ötre hareke ile (.......) olarak okunması hâlinde Mana şöyle olur: “Kim, Rahmân'ın zikrini görmezlikten gelirse” yani, “onun hak olduğunu bildiği hâlde, bilmezlikten gelir ve bilmez gibi davranırsa” demektir ki, bu da, Rabbimizin şu kavli gibidir: “Vicdanları da doğruluklarını kesin olarak inandığı ve bildiği hâlde, onları inatla ve ısrarla inkâr ettiler, kabul etmediler.” Neml, 14. Bu durumda “Biz, onun başına bir şeytan sararız. Artık o, onun ayrılmaz dostudur.” İbn Abbâs (rha) bu âyetin tefsiri hakkında: “Biz ona bir şeytan musallat kılarız da o, hem bu dünyada ve hem âhirette hep onunla birlikte olur ve onu ma'siyet ve günah olan işlere sürükler.” tefsirunu yapar. Burada şuna da işaret bulunmaktadır: “Kim de Kur'ân okumaya devam ederse, onu hayatında tatbik etmeye gayret ederse, şeytan ona yaklaşmaz.” 37Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar. Onlar ise doğru yolda olduklarını sanırlar. “Şüphesiz bu şeytanlar onları -Kur'ân'ı görmezlikten gelenleri- doğru yoldan saptırırlar. Onlar -görmezlikten gelenler, kör gibi hareket edenler- ise doğru yolda olduklarını sanırlar.” (.......) edalıyla ilgili zamîr ile Şeytana âit olan zamîr çoğul olarak geldiler. Çünkü (.......) kör cinsinden olanları ifade eden mübhem bir kelimedir. Bu itibarla onlara yine aynı cinsten olan mübhem bir şeytan musallat kılınmıştır. Gerçi zamîrin her ikisine birden râci olması da câizdir. 38Sonunda bize geldiğinde, arkadaşına, “Keşke benimle senin aranda doğu ile batı arası kadar uzaklık olsaydı! Ne kötü arkadaşmışsın!” der. “Sonunda -kör olan veya kör gibi davranan- bize geldiğinde, ...” Burada geçen “gelme” fiilini, Ebû Bekir dışında Iraklılar, kelimeyi tekil olarak (.......) diye okumuşlardır. Bu durumda mana: “kör olan veya kör gibi davranan bize geldiğinde” tarzında olur. Başkalan ise, aynı kelimeyi ikil olarak (.......) tarzında okumuşlardır. Buna göre mana: “Kör olan veya kör gibi davranan ile onun ayrılmaz dostu olan şeytan bize geldiklerinde...” tarzında olur. Kör olan ya da kör gibi davranan kişi - “arkadaşına,'Keşke benimle senin aranda iki doğu -batı ile doğu- arası kadar uzaklık olsaydı!'“Âyette geçen iki doğu ifadesinden murat, doğu ile batı arası demektir. Genelde doğu kullanıldığı için, galebe çalması itibariyle ikisine birden iki doğu denmiştir. Nitekim bu, âdeta “İki Ömer” ve “İki ay” İki Ömer'den kasıt, Hazret-i Ömer ile Ömer b. AbdülAzîz (radıyallahü anhüm) kast olunmaktadır. İki ay ile de güneş ile ay kast edilmektedir. ifadesine benzer bir ifadedir. Asıl demek istenen ise doğunun batıdan olan uzakliği ve batının doğuya olan uzakliğidır. Sen- “Ne kötü arkadaşmışsın!'der.” 39Onlara, “(Bu temenniniz) bugün size asla fayda vermez. Çünkü zulmettiniz. Hepiniz azapta ortaksınız” denir. “Onlara, -bu temenniniz-'bugün size asla fayda vermez. Çünkü zulmettiniz...” Çünkü siz gerçekten zulüm ve haksızlık ettiniz, siz gerçekten kâfirdiniz, inkâr ediyordunuz. Artık gerçek ortaya çıkmıştır. Bundan böyle sizin için veya herhangi biri için, sizin gerçekten zâlim ve kâfir kimseler olduğunuza dair hiçbir kimsenin asla bir şüpheleri kalmamıştır. Âyette geçen (.......) ibâresinin başında yer alan (.......) harfi, (.......) kelimesinden bedeldir. “Hepiniz azapta ortaksınız'denir.” Burada geçen (.......) kavli, fâil olması hasebiyle mahallen merfûdur. Buna göre mana: “Azapta ortak olmanız size bir fayda sağlayacak değildir.” ya da: “Siz azapta ortaksınız” olur. Bu, âdeta dünyada yaygın bir felaketin veya kederin kalpleri hoş tutmaya benzer bir durumdur. Yani herkesin başına gelen felaket sebebiyle, hepsi aynı şekilde üzüntü duyduklarından bu, bir tür teselli gibi olur. Meselâ büyük Arap şairlerinden olan Hansa’nın (h: 645/1247m) kardeşleri Muâviye ile Sahr’ın öldürülmeleri ve Kadisiye Savaşı'nda kaybettiği dört oğlu üzerine söylediği mersiyeler meşhurdur. Nitekim kardeşleriyle ilgili şu mersiyesi buna bir misal oluşturur. Hansa diyor ki: Güneşin doğuşu hatırlatır bana hep Sahr'ı Batışıyla güneşin hep hatırlarını onu Eğer çevremde kardeşlerinin ölümüne ağlayanlar Olmasaydı kesinlikle kıyardım canıma ben Kimse ağlamaz kardeşim gibi Başkalannın acılarına bakarak bulurum teselli Ancak cehennemde ve azapta ortak olarak bir arada olan sözkonusu kimselerin beraberliği kendileri için bir teselli sebebi, acılarını hafifleten bir sebep değildir. Bu durumda birliktelikleri içlerine bir serinlik serpmez. Yine burada, failin yani öznenin muzmer / gizli olduğu belirtilmiştir. Yani: “Sözkonusu temenni size bir yarar sağlamaz” demektir. Ya da: “Sizin azapta müşterek olmanız size bir fayda getirmez. Çünkü siz, bu azâba sebep olan şeyde de ortaktınız ki o da, sizin küfrünüz ve inkârmızdı.” demektir. Nitekim (.......) zamîrinin, (.......) olarak okunması da bu manayı destekler durumdadır. 40Sağırlara sen mi duyuracaksın yahut körleri ve apaçık bir sapıklık içinde olanları sen mi doğru yola ileteceksin? “Sağırlara -duyma gerçeğine akıllarını kapalı tutanlara, duyma özelliğini yitirmiş olanlara- sen mî duyuracaksın yahut körleri -görme özelliğini yitirenleri- ve -yüce Allah'ın ezeli bilgisinde- apaçık bir sapıklık içinde olanları -sapıklıkları içinde ölüp gidecekleri- sen mi doğru yola ileteceksin?” 41Ya biz seni (bu dünyadan) alır götürürüz de, onlardan intikam alırız. “Ya biz seni, -onlara karşı zafere erdirmeden, onların kötülüklerinden ötürü mü'minlerin göğüslerine şifa serpmemizden önce bu dünyadan- alır götürürüz de, -vefat ettiririz de- onlardan -âhirette en ağır ve en şiddetli bir- intikam alırız.” (Bu âyetin başında yer alan (.......) kavlinde yer alan ve bir şart edatı olan (.......) edatının başına bir (.......) harfi getirildi. Bunun nedeni şartı tekit ve pekiştirmek içindir. Nitekim yine bu âyette yer alan, (.......) kavline de şeddeli bir nun harfinin getirilmesi de tekit içindir.) 42Yahut da, onlara yaptığımız tehdidi sana gösteririz ki, bizim onlara gücümüz yeter. “Yahut da, -seni vefat ettirmezden önce Bedir gününde- onlara yaptığımız, tehdidi -tehdit vadimizi- sana gösteririz ki, bizim onlara gücümüz yeter.” Biz buna kâdiriz. Rabbimiz daha önce bu surede geçen 40. âyette: “Sağırlara sen mi duyuracaksın, ...” diye devam eden kavliyle, bu kimselerin küfür ve sapıklıkta ne kadar dirençli olduklarını söylemekle onların inattaki özelliklerini gösterdi. Daha sonra da 41. âyette geçen, “Ya biz seni alır götürürüz de (vefat ettiririz de)” diye devam eden kavliyle de onları tehdit buyurdu. 43Öyle ise sana vahyedüene sımsıkı sarık Şüphesiz sen doğru bir yol üzeresin. “Öyle ise sana vahyeditene -Kur'ân'a- sımsıkı sarıl -ve onunla amel et. Çünkü- Şüphesiz sen -hiçbir eğriliği ve büğrülüğü olmayan- doğru bir yol -din- üzeresin.” 44Şüphesiz bu Kur'ân, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz. “Şüphesiz -sana vahyedilen- bu Kur'ân, sana ve kavmine -ümmetine- bir öğüt ve bir şereftir, -kıyamet gününde, hakkıyla onu yerine getirip getirmediğiniz hususunda, nimetlerine tazim edip etmemeniz konusunda ve bu nimete karşı olan şükretmiş olmanızda veya şükretmemenizden ötürü- ondan hesaba çekileceksiniz. “ 45Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor: Rahmân'dan başka kulluk edilecek ilâhlar var etmiş miyiz? Bu âyette gönderilen elçilerden sorma ifadesinden kasıt gerçek manada onlardan sormak demek değildir. Ancak mecâzî manada, senden önce geçen peygamberlerin dinlerine dön de bir bak, onların dinlerini, ümmetlerini bir incele. Peygamberlerden herhangi birinin getirdiği bir dinde putlara tapmak hiç var mı? Bu hususu bir incele hele. Bir mu'cize ve mu'ciz olan bu kitabı, Kur'ân'ı dikkatle incelemek, araştırmak onun bu konuda bilgi sâhibi olması için yeterlidir. Bu, ona kâfi gelir. Çünkü bu Kur'ân, kendisinden önce gelenleri doğruluyor, tasdik ediyor ve Allah şu ayetiyle onların bu konudaki durumlarını haber veriyor: “Onlar, Allah'ı bırakıp, Allah'ın kendisine hiçbir delil indirmediği, kendilerinin dahi hakkında bilgi sâhibi olmadıktan şeylere tapıyorlar. Zalimlerin hiç yardımcısı yoktur.” Hac, 71. İşte sadece bu âyetin kendisi bile delil olarak yeterlidir, bunun dışında bir başka şeye ihtiyaç yoktur. Yine denilir ki: “İsrâ' gecesinde, bütün peygamberler Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) çevresinde toplandılar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da, onlara imâm oldu. Ve kendisine: Onlara sor” denildi. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir şüphe duymadığından onlara bir şey sormadı.'“ Yine denilir ki bunun manası: “Daha önce gönderdiğimiz ve kendileri de kitap ehli olan ümmetlere, kendilerine Tevrât ve İncîl gönderdiklerimize sor. Çünkü onlar, önceki peygamberlere gönderilen kitaplardan ona haber ve bilgi verirler. Onlara sorması hâlinde, sanki onların peygamberlerine sormuş gibi olur” demektir. Bu sorma meselesinden kasıt, puta tapanların, bâtıl üzerinde olduklarını ikrar ettirmek ve kanıtlamak içindir. (Mekke kırâat okulu ile Ali, (.......) kelimesini, hemzesiz olarak (.......) diye okumuşlardır. Ebû Amr da (.......) kavlini, (.......) olarak okumuştur.) 46Andolsun, biz Mûsa'yı mu'cizelerimizle Fir'avun'a ve ileri gelen adamlarına göndermiştik de o, “Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” demişti. Burada bu âyetin: “Şüphesiz ben âlemlerin Rabbinin elçisiyim” ifadesi esnasında Fir'avun ve adamlarının Hazret-i Mûsa'ya (aleyhisselâm) cevapları mahzûftur, burada yer almamıştır. Çünkü bundan sonra gelen âyet, zaten buna delalet etmektedir. 47(Mûsa) mu'cizelerimizi kendilerine getirince, bir de bakmışsın, o mu'cizelere gülüyorlar! Mûsa- “Mu'cizelerimizi kendilerine getirince, -Hazret-i Mûsa'nın (aleyhisselâm) davasını kanıtlamak babında, karşı tarafın bizzat beyyine, delil istemeleri üzerine, Hazret-i Mûsa da istenen beyyineyi, mu'cizeyi getirmesi, âyeti ibraz etmesi üzerine- bir de bakmışsın, o mu'cizelere gülüyorlar!” Yani o ayetle, o mu'cize ile alay ederek onu eğlence ediniyorlar ve buna da büyü diyorlar. Âyette geçen (.......) harfi, mufacee yani anısızm manasınadır ve âyetin başında geçen (.......) kelimesinin cevâbıdır. Çünkü bu kelimenin yanında ansızın manasını ifade eden mufacee fiili mukadderdir. Bu itibarla (.......) harfini mahallen nasb eden amildir. Burada sanki şöyle denir gibidir: “Mûsa onlara bizim âyetlerimizi, mu'cizelerimizi getirince, kendilerinde ansızın bir gülmedir başladı.” 48Onlara gösterdiğimiz her bir mu'cize önceki benzerinden daha büyüktü. Doğru yola dönsünler diye, onları azâba uğrattık. “Onlara gösterdiğimiz her bir âyet -mu'cize- önceki benzerinden daha büyüktü.” Yani bir sonra gönderilen mu'cize, bir önce gönderilene göre çok daha büyük çapta olan bir mu'cize olurdu ki bu, olağanüstü olan bir olaydı. Ayetten açıkça anlaşıları o ki, “bir sonra gönderilen mu'cize ya da âyet, bir öncekine göre daha büyüktü” gibi bir mana çıkmaktadır. Halbuki mesele böyle değildir. Aksine burada demek istenen şey şudur: “O mu'cizelerin tamamı büyük olan mu'cizeler demektir. Neredeyse biri diğerinden ayırt edilemeyecek özellikteki önemli mu'cizelerdi.” Nitekim halk arasında, “İkisi de kardeştirler” diye bir deyim vardır ki, her ikisi de tıpa tıp aynıdır, biri ötekisinden ayırt edilemez, biri diğerine göre çok daha değerli ve üstündür, saygındır, demektir. “Doğru yola -küfürden îmana- dönsünler diye, onları azâba uğrattık.” Bu hususlar yüce Allah'ın şu buyrukları, kavilleri gibidir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki, biz de Fir'avun'a uyanları, ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsul kıtliği ile cezâlarıdırdık.” A'râf, 130. “Biz de kudretimizin ayrı ayrı mu'cizeleri olarak onların üzerlerine tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük taslayıp suçlu bir topluluk oldular,” A'râf, 133. 49(Onlar azâbı görünce) “Ey büyücü! Sana verdiği söze dayanarak, bizim için Rabbine dua et. Çünkü biz artık doğru yola gireceğiz” dediler. Onlar azâbı görünce “Dediler ki: Ey büyücü.'“Çünkü o toplum, büyü ilmine değer verdiklerinden ötürü, alanında kendini kanıtlamış olan bilim adamlarına büyücü derlerdi. - (Şam Okulu mensupları, âyetin başında yer alan (.......) ibâresini, (.......) diye (.......) harfinin ötresiyle (.......) (elif) olmaksızın okurlar. Gerekçe olarak da, bu harf, (.......) harfinden önce gelmesi durumunda meftuh yani üstünlü olarak okunur. İki sakin yani harekesiz harfin bir araya gelmesi, yan yana olması hâlinde, bu durumda sözkonusu harfin harekesi, kendisinden önce gelen harfin harekesine tabi olur.) “Sana verdiği söze dayanarak, bizim için Rabbine dua et” Zira Allah (celle celâlühü), senin duanı kabul edeceğine dair sana söz vermiştir. Ya da sana verdiği peygamberlik görevi gereği olarak duam kabul edeceğine ilişkin sana söz vermiştir. Bu itibarla bizim için Rabbine dua buyur. Ya da: “Sana verdiği söze dayanarak” ifadesinden hareketle doğru yola girenlerden azâbı kaldıracağını Rabbin sana söz vermiştir. Bu nedenîe bu azâbı bizden kaldırsın, “Çünkü biz artık doğru yola gireceğiz. “Bundan böyle îman edeceğiz. 50Fakat biz onlardan azâbı kaldırınca bir de bakmışsın sözlerinden dönüyorlar. Îman edeceklerine ilişkin vermiş oldukları sözlerinden dönüyorlar, sözlerinde durmuyorlar. 51Fir'avun, kavmine seslenerek dedi ki: “Ey kavmim! Mısır hükümdarliği benim değil mi? Şu nehirler de benim altımdan akıyor (değil mi?) Hâlâ görmüyor musunuz?” “Fir'avun, kavmine seslenerek dedi ki:” Bizzat Fir'avun'un kendisi Kıptilerin ileri gelenlerine seslenip dedi ki, ya da; bir ünleyiciye emir verip onun aracıliğiyla seslenip dedi ki, demektir. Bu ifade, âdeta yetkilinin kesin bir emri vermesi üzerine: “Emir, ya da yetkili, hırsız hakkında kesin konuştu “tarzında bir ifade tarzıdır. “Kavmine” ifadesiyle de, emrin kimlere yönelik olduğunu, kimlere seslenildiğini gösterir. “Ey kavmim! Mısır hükümdarliği benim değil mi? Şu nehirler de... “Nil nehrine akan ve onu besleyen kollar demektir ki, bunlarsın en önemlileri dört tane idiler, “....benim altımdan -sarayımın altından- akıyor” değil mi? Yine bir tefsire göre de denilir ki: “Benim bahçelerimde, önümde ve ellerimin altında akan nehirler değiller mi?” Âyette yer alan (.......) ibâresindeki (.......) harfi, atıf / bağ edatıdır ve bunu, (.......) ibâresi üzerine atfeder, oraya bağlar. (.......) kelimesi de bundan hâl olması hasebiyle mensûbtur. Ya da söz konusu (.......) harfi, vav-ı imliyedir. İşaret ismi de mübieda olur. (.......) kelimesi de, işaret isminin sıfatıdır. (.......) kelimesi, mübtedanın haberidir. Harun Reşit'ten rivâyete göre, o, bu âyeti okuduğunda demiş ki: “Ben bunun için kesin olarak en sıradan kölelerimi göreve getirip Fir'avunun sarayında onlara yetki vereceğim, demiş. Bunun üzerine de abdest suyu ile ilgili hizmetlerinde bulunan hizmetçisi Hasib'i sözkonusu göreve atamıştır.” Abdullah b. Tahir'den rivâyete göre: “Harun Reşit kölesini sözkonusu saraya veli olarak tayin etti. Bunun üzerine o da denilen saraya gitti. Oraya girip şöyle üstten bir bakınca şöyle konuştu: - Yani Fir'avun'un kendisiyle üstünlük tasladığı şehir bu mu ki, kalkıp da: Ey kavmim! Mısır hükümdarliği benim değil mi?'dediği yer ve saltanat da burası mı? Allah adına yemin olsun ki burası benim katımda, içine bile girmeye değmeyecek olan bir yerdir, der ve bunun üzerine atım serbest bırakıp dörtnala oradan uzaklaşır.” “Hâlâ -benim ne kadar güçlü olduğumu, Mûsa'nın da zayıf ve güçsüzlüğünü, benim varlıklı oluşumu, Mûsa'nın da yoksulluğunu- görmüyor musunuz?” 52“Yoksa ben, şu zavallı, nerede ise maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?” “Yoksa ben, —ki sizin de gördüğünüz gibi durumun ve halim ortadadır- böyleyken- şu zavallı, -güçsüz, basit, sıradan biri olan ve- nerede ise -dilindeki kekemelik yüzünden- maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?” Âyetin başında yer alan (.......) harfi, “Belki, Bilâkis” manasına gelen ve aynı zamanda soru edatı olan hemzeyi de bünyesinde taşıyan bu harf, Mımkatıa olabilir. Bu durumda sanki şöyle der gibidir: “Sizce de sabit olmadı mı? Benin kesin olarak ondan daha hayırlı ve üstün biri olduğum gerçeği ortada değil mi? Halbuki benim durumun ortada ve gözlerinizin önündedir...” 53“(Eğer doğru söylüyorsa) ona altın bilezikler atılmalı yahut onunla beraber bulunmak üzere melekler gelmeli değil miydi?” Eğer doğru söylüyorsa- Ona altın bilezikler atılmalı yahut onunla beraber bulunmak -ve yürümek- üzere melekler gelmeli değil miydi?” Melekler ona, o meleklere destek vererek, birbirlerine sırt vermeleri, yardım etmeleri gerekmez miydi? Melekler ona arka çıkmalı ve yardım etmeleri gerekmez miydi? (Âyette geçen ve “bilezikler” manasına gelen (.......) kelimesini, Hafs, Ya'kûb ve Sehl, görüldüğü gibi (.......) olarak okumuşlardır. Bu kelime de, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bunlar dışında kalanlar ise, aynı kelimeyi, (.......) kelimesinin çoğulu olarak, (.......) olarak okumuşlardır. Bu da (.......) yüzük demektir. (.......) kelimesinden, (.......) harfi hazfedilerek kaldırıldı, bunun yerine kelimenin sonuna bir (.......) harfi getirildi.) Âyette, “Ona altın bilezikler atılmalı değil miydi?” ifadesiyle vurgulanmak istenen şey, “Ona krallık nişaneleri, gerdanlıkları sunulmalı değil miydi? Bir kral gibi olması lazım gelmez miydi?” anlamında söylenen bir ifade tarzıdır. Çünkü câhili ve Firavnî toplumlar, bir kimseye bir makam ve mevki verdiklerinde, onu gerdanlıklara, süslere, takılara boğarlar, altından gerdanlıklarla halkın karşısına çıkarırlardı, dolayısıyla Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) ı da öyle görmek ve göstermek çabasını güderek böyle bir şeye sahip olmadığına göre “o da kim oluyor?” dercesine bir tavır sergilemiş oluyorlar. 54Fir'avun, kavmini küçük düşürdü (ezdi). Onlar da kendisine itâat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu. “Fir'avun, kavmini küçük düşürdü,” sözleriyle onları ezdi, onları basit gördü ve haklarında söylenmeyecek sözleri söyledi. Yine tefsir olarak deniliyor ki: “Fir'avun onlara, kendisine itaatte kusur etmediler, o, ne istediyse hemen koşup yerine getirdiler.” Her şeye rağmen- Onlar da kendisine itâat ettiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir toplumdu. -Allah'ın dinini tanımıyorlardı, din dışı hareket ediyorlardı. 55Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince biz de onlardan öç aldık, hepsini suda boğduk. Âyette geçen ve öfkelendirme manası verilen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden nakledilmiş, alınmıştır. Bu da öfkenin kabarması ve şiddetli bir şekilde kızmak manasına gelir. Buna göre mana şöyle oluyor: “Onlar ma'siyet ve günahta aşırıya, ifrata kaçtılar, bu nedenle de hemen azâbımızın kendilerine ulaşması gereği de kesinleşmiş oldu, zorunluluk kazandı. Hemen onlardan intikam ve öç almamız, kendilerine karşı asla yumuşak davranmamamız lazım geldi.” 56Onları, sonradan gelecek inkârcılara, geçmiş bir ibret ve bir örnek kıldık. “Onları, sonradan -onlardan sonraki dönemlerde- gelecek inkârcılara, geçmiş bir ibret ve bir örnek -durumları ve konumları hakkında şaşkınlık ve hayret uyandıran konuşmalar yapılacak, darbı mesel- kıldık.” Böylece bir konuda örnek verilmesi gerektiğinde bunlar darbımesel olarak getirilir. Mesela sizin bu hâliniz âdeta Fir'avunun kavminin hâli gibidir, demek gibi söylenir. (Bu âyette geçen ve geçmiş manasına gelen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. âdeta (.......) ve (.......) kelimeleri gibidir.) Âyetin manası şöyle olmaktadır: “Biz onları, daha sonra gelecek olan kâfir kuşaklara örnek kıldık. Çünkü aynı cezâya çarptırılmaları konusunda, kendilerine onları örnek edinmişlerdi. Tıpkı onlar gibi fiiller işlemişlerdi. Öncekilerin halleri her devirde konuşan bir mesel olmuştu, bunların da durumları aynı olacaktır. Dolaysıyla geçmiş kâfir toplumlara ne türden cezâlar verilmiş ve azaplar inmişse, bunlara da aynısı olacaktır. 57Meryem oğlu Îsa bir örnek olarak anlatılınca bir de ne göresin, senin kavmin -seni susturacak bir delil buldukları zannıyla- hemen şamata etmeye başlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyşlilere: “Siz ve Allah dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz.” Enbiyâ', 98. mealindeki bu âyeti okuyunca çok kızmışlardı. Bunun üzerine Abdullah ibn Zeba'rî şöyle konuştu: - Bu söylediğin sadece bizim ve ilâhlarınııza mı özgüdür? Yoksa tüm ümmetlere mi özgüdür? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bunun üzerine ona şu cevabı verdiler: - “Bu durum, size, ilâhlarınıza ve tüm ümmetlere özgü olan bir durumdur.” Bu defa İbn Zeba'ri: - Peki, sen, Meryem oğlu Îsa'nın peygamber olduğunu ileri sürmüyor musun? Onu hayırla yâd ederek, ümmetini de övmüyor musun? Senin de bildiğin gibi Hıristiyanlar ona ve annesine tapıyorlar. Kendisine tapınılan bir Azîz! Çünkü Yahûdîler Uzeyr'e taptılar. Tapınılan melekler. Zira Melih oğulları da meleklere taptılar. Evet, eğer bütün bunlar cehennem ateşinde olacaklarsa, biz ve ilâhlarınıız da birlikte hepimiz orada olmaya razıyız dedi. Bunun üzerine orada bulunanlar gülüşüp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay ettiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da bir süre sessiz kaldı. Bu olay üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: “Tarafımızdan kendilerine güzel akıbet takdir edilmiş olanlara gelince, işte bunlar cehennemden uzak tutulurlar.” Enbiyâ', 101.54 Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “İbn Zeba'ri, Hazret-i Îsa'yı (aleyhisselâm) kendi ilâhları ile alâkalı olarak örnek gösterip, Hıristiyan toplumun da ona tapmakta olduklarını ileri sürüp Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartıştı ve 'Senin kavmin Kureyşliler de ondandır,' dedi. Yani tıpkı Îsa misalde olduğu gibidir. Bundan ötürü sevinçten kahkaha attılar.” Yani bu konuşma üzerine, Resûlüllah'in sustuğunu gördüklerinde öylene sevinmişlerdi ki, bu nedenle kahkaha atmaktan kendilerini alanıyorlardı. Medine ve Şam Okulları mensupları ile Ali ve A'şa, âyette yer alan (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. Kelime, (.......) kökünden alınmadır. Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “İşte verilen bu örnek sebebiyle haktan döndüler ve ondan yüz çevirdiler.” Bir rivâyete göre de, sözkonusu kelime, (.......) kökünden alınmadır. Bu durumda kelime gürültü ve şamata çıkarmak manasınadır. Bu iki kök itibariyle de kelime, tıpkı (.......) ve (.......) kelimeleri gibi, iki şekilde kullanılan kelimeler türündendir. 58“Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa Îsâ mı?” dediler. Bunu sadece seninle tartışmak için ortaya attılar. Şüphesiz onlar kavgacı bir toplumdur. '“Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa Isâ mı?' dediler.” Yani demek istiyorlardı ki: “Senin iddiana göre mademki bizim ilâhlarımız, putlarımız Îsa'dan daha hayırlı ve daha değerli değiller. Îsa da cehennem odunu olacağına göre, bizim ilâhlarınıızın işi o kadar da zor değildir.” Aslında o müşrikler,- bunu -bu Îsa (aleyhisselâm) Meselâi- sadece seninle tartışmak -sözleriyle sana üstün gelmek, seni yenip susturmak- için ortaya attılar. -Yoksa hak ile bâtıl ortaya çıksın diye bunu ileri sürmediler.- Şüphesiz onlar kavgacı bir toplumdur.” Onların davranışları acımasızca bir kavga ortamı oluşturmak içindir, Çünkü kendileri acımasız bir kavgacı toplumdurlar. Bunun sebebi, Yüce Allah'ın: “Siz ve taptığınız şeyler” kavli, sadece putları konu edinen bir ibâredir. Nitekim âyette yer alan, şey ve şeyler manasına gelen (.......) harfi, akılsız olan varlıklar içindir. Ancak Abdullah b. Zeba'ri, işin hile tarafına kaçarak, aldatmaca bir yola başvurdu. Çünkü kendisi, (.......) harfinin genel manada olan bir lafız olması hasebiyle, işin bu muhtemel olan yönünü dikkate alarak konuştu. Halbuki kendisi de âyette yer alan (.......) harfiyle, demek istenen şeyin sadece onların putları olduğunu, bir başka mana içermediğini çok iyi biliyordu. Ancak işin hilesi bakımından kendisine burada bir yol bulmuştu. Sırf bir tartışma ortamı oluşturmak için, kelimeyi genel manasıyla, şümul, ihata ve kapsam açısından ele aldı ve asıl manasından kelimeyi uzaklaştırdı ve kelimeyi Allah (celle celâlühü) tan başka tapınılan tüm varlıkları bu kapsama soktu. Çünkü üstün gelmek ve yenmek arzusu, büyüklenme duygusu aklını başından almıştı. Bu konuda yüzsüzlük ve hayâsızlık edip konuştu. Nihayet Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) a, Rabb'inden kendisine cevap gelene kadar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vakarını ve ciddiyetini korudu. 59Îsa, -başka değil- sadece, kendisine nimet -peygamberlik- verdiğimiz ve İsrâ'il oğullarına -âdeta darbı meseller gibi- örnek kıldığımız -öteki kullarınıız gibi- bir kuldur. 60Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler yaratırdık. Nitekim Zeccâc da böyle söylemiştir. Câmiu'l-Ulûm adlı eserde de: “Sise karşılık, sizin yerinize melekleri geçirirdik” ifadesine yer vermiştir. Âyette geçen (.......) harfi, “Bedel, yerine, karşılık” manasınadır. Yine âyette yer alan, (.......) kelimesi, sizi yeryüzünde halîfe kılardık veya melekelerin bir kısmı diğerlerine halîfe olurdu. Bir tefsire göre de denilmiştir ki: “Eğer dileseydik, birçok şaşkınlık uyandıracak şeylere kâdir olmamız hasebiyle, ey adamlar! Nasıl ki çocuklarınızı size halîfe ve halef kılmış isek, yeryüzünde melekleri de üzerinize halîfe kılardık, halîfe olarak seçerdik. Bu nedenle ey adamlar! Sizden, içinizden de öyle melekler dünyaya getirirdik, doğurturduk ki, onları yeryüzünde size halîfe kılardık. Nitekim biz, babasız olarak Îsa'yı, bir kadından dünyaya getirmiştik ki, böylece nelere gücümüzün yettiğini, apaçık olan kudretimizi görüp öğrensinler, gerçeği ayırt edebilsinler istedik Yine istedik ki, melekler de cisimdirler, bu itibarla onlar da kendileri gibi cisim olan şeylerden doğacaklarını bilsinler. Kadim olan Yüce Allah bütün bunlar yücedir, münezzehtir.” 61Şüphesiz o Kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur. “Şüphesiz o Kıyametin -kopacağının- bir bilgisidir. - Yani Îsa (aleyhisselâm)’in gelmesi, artık kıyametin kopmasının yakın olduğunun bir belirtisidir, işaretidir. Nitekim İbn Abbâs (rha), âyette geçen, (.......) kelimesini, (.......) diye okumuştur. Bu da alâmet, belirti, işaret demektir, Çünkü Hazret-i Îsa'nın (aleyhisselâm) nüzulü yani inmesi, kıyametin kopmasının alâmetidir. “Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin,” Şüphe etmek anlamında olan, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinden alınmadır. Bu da şek, şüphe ve şüphe manasına gelir, “bana uyun,” (Sehl ve Ya'kûb her ikisinde de, (.......) diye (.......) harfiyle okumuşlardır. Yani, “Benim hidâyetime ve şerî'atıma uyun” ya da “Benim Rasûlüme uyun” demektir. Yahut da, bu, Rasûlüllah'a (sallallahü aleyhi ve sellem), “Bu doğru bir yoldur” demesi için bir emirdir. Yani sizi davet ettiğim bu yol, doğru bir yoldur, demektir. 62Sakın şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır. “Sakın şeytan sizi yoldan -kıyametin kopmasına îman etme gerçeğinden ya da hakka tabi olmaktan- çevirmesin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” Düşmanliği size karşı çok açık ve ortada olan biridir. Çünkü atanız Âdem'i (aleyhisselâm) cennetten çıkarmıştır, ondan nur libasım, takva elbisesini sıyırmıştır. 63Îsa, apaçık mu'cizeleri getirdiği zaman şöyle demişti: “Ben size hikmeti getirdim ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyle ise, Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itâat edin.” “Îsa, apaçık mu'cizeleri -ya da İncîl'in âyetlerini, apaçık olan şerî'atları- getirdiği zaman şöyle demişti: “Ben size hikmeti -İncîl'i ve şerî'atı- getirdim ve hakkında ayrılığa düştüğünüz şeylerden -dünya ile değil, din ile ilgili konulardan- bir kısmını size açıklamak için geldim. Öyle ise, Allah'a karşı gelmekten sakının ve bana itâat edin.” 64Şüphesiz Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin, işte bu doğru bir yoldur. Burada Hazret-i Îsa'nın (aleyhisselâm) tüm söyledikleri tamamlarııyor. 65Ama aralarından çıkan gruplar ayrılığa düştüler. Elem dolu bir günün azâbından vay o zulmedenlerin hâline! “Ama Hazret-i Îsa'dan sonra Hıristiyanlar- aralarından çıkan -Ya'kûbiye, Nesturi'ye, Melkaniye ve Şem'uniye gibi- gruplar -parçalarııp- ayrılığa düştüler. Elem dolu bir günün -kıyamet gününün- azâbından vay o zulmedenlerin hâline! -Çünkü bunlar, Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) hakkında kendilerini küfre düşürecek olan iddialar ileri sürdüler. 66Onlar (bu tavırlarıyla) ancak, kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesini beklemektedirler, hâlbuki bunun farkında değillerdir. “Onlar -bu tavırlarıyla, (çünkü zamîr ya Hazret-i Îsa'nın (aleyhisselâm) kavmine veya tüm kâfirlere râcidir,) ancak, kıyamet gününün kendilerine ansızın gelmesini beklemektedirler, hâlbuki bunun farkında değillerdir.” Âyette yer alan (.......) kavli, “Saat/ Kıyamet” kelimesinden bedeldir. Yani, “Bunlar, hiç farkında olmaksızın kıyametin ancak kendilerine ansızın gelmesini bekliyorlar” demektir. Bu ifade âdeta Rabbimizin (celle celâlühü): “Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansıssın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar” Yasin, 49. kavli gibidir. 67“O gün -kıyamet günü- Allah'a karşı gelmekten sakınanlar -inananlar- dışında, dostlar birbirine düşman olurlar.” (Âyette geçen ve dostlar manasına gelen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) kelimesi de, (.......) kelimesiyle mensûb kılınmıştır.) Yani o günde, Allah'ın zâtı dışındaki bir amaçla birbirini sevenler, birbirlerine dost olanların tüm sevgileri ve dostlukları kesilir, hepsi düşmanlığa ve kine dönüşür. Sadece ortada samimi ve dürüst olarak birbirlerini Allah için sevenlerin dostlukları o günde bâkî kalacaktır. 68(Onlara denilecek ki:) ey kullarını! Bu gün size bir korku yoktur, üzülmeyeceksiniz de. Onlara denilecek ki: “Ey kullarını! Bu gün size bir korku yoktur, üzülmeyeceksiniz de.” Allah için birbirlerini sevmiş olup da Allah'ın emir ve yasakları doğrultusunda hareket edenlere kıyamet gününde nasıl çağrılacaklarına dair bir hikâye, ifade tarzıdır. (Âyetin başında yer alan ve “Ey kullarını!” manasına gelen (.......) kavlindeki (.......) kelimesini, Medine ve Şam okulları ile Ebû Amr hem vasl yani geçiş hâlinde ve hem de vakf yani duruş hâlinde hep (.......) ile (.......) olarak okumuşlardır. Ebû Bekir ise, (.......) harfinin fetha harekesiyle, (.......) olarak okumuştur. Bunlar dışında kalanlar ise, (.......) harfini hazfederek, (.......) diye okumuşlardır.) 69Âyetlerimize inanıp -tasdik eden ve- bize teslimiyet gösterenlere -boyun eğenlere şöyle denilecek:- (Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin sıfatı olması hasebiyle mahallen mensûbtur. Çünkü muzaf olan bir münadadır.) 70“Siz ve eşleriniz sevinç ve mutluluk içinde cennete giriniz.” Dünyada iken inanmış olan- “Siz ve eşleriniz sevinç ve mutluluk içinde cennete giriniz.” -Yüzlerinizde sevinç ve mutluluğunuzun eseri parlar hâlde cennete girin.- 71Onlar için altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız. “Onlar için altın tepsiler ve -altın- kadehler dolaştırılır. Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı...” Burada nimetlerin çok çeşitliliği sebebiyle ifadede hasra gidilmiştir. Çünkü kimi zaman gönlün ya da kalplerin arzuladıkları, kimi zaman da gözlerin hoşnutluk duyacağı nimetlerden her türü vardır, “....her şey oradadır. - Yani cennette her şey vardır ve- Siz orada ebedî olarak kalacaksınız.” (Âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğuludur. Bu da kulpsuz kadeh ve tas demektir. Yine âyette yer alan (.......) kavlindeki (.......) harfini, Medine ve Şam Okulu mensupları ile Hafs, ilgi zamîrine âit ve ona râci olan (.......) zamîrini ispat ederek, yani okuyarak, bunların dışındakiler ise, Fiil, fâil ve Mefulün uzaması sebebiyle (.......) harfini hazf ederek kırâat etmişlerdir.) 72İşte bu, yapmakta olduklarınıza karşılık size miras verilen cennettir. (Âyette yer alan. (.......) kelimesi ile sözkonusu cennete işaret edilmektedir ve kelime mübtedadır. (.......) ise bunun haberidir. (.......) ibâresi de, (.......) kelimesinin ya sıfatıdır ya da (.......) ibâresinin kendisi sıfattır. (.......) ibâresi de haberdir. (.......) da yer alan (.......) harfi. Mahzûf olan bir kelimeye taallûk etmektedir ki, o kelime de (.......) veya (.......) kelimesidir. Nitekim haber olarak gelen zarflarda durum böyledir. Birinci duruma göre, (.......) harfi, (.......) kavline taallûk etmektedir.) Bunun bakiliği konusu ise, mirasa ehil olan kimselerin varlığı açısından, kalan miras, geride bırakıları mirasçılara benzetilmiştir. 73Orada sizin için bol bol meyve var, onlardan yersiniz. Âyette geçen (.......) harfi teb'îz içindir, bir kısmı demektir ki, mana, “Cennette bulunan nimetlerden sadece bir kısmını yiyebilirler. Arta kalanları ise ağaçlarında bâkî kalır ve o ağaçlar ebedî olarak hep meyvelerle süslü kalırlar.” Nitekim bir hadiste şöyle geçmektedir: “Herhangi bir kimse cennet meyvelerinden çıkarmamış ve almamış olsun ki, kesin olarak o alınanların benzeri anında biter, yeniden yerine gelir.” Bezzâr rivâyet etmiştir. Nitekim Heysemi'nin “Keşfu'l-Esrâr” kitabında da böyle geçer. Bak: Age Hadis: 3530. 74Şüphesiz suçlular cehennem azâbında devamlı kalacaklardır. Burada haberden sonra haber vardır. 75Azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler. “Azapları hafifletilmeyecektir -ve eksiltilmeyecektir - Onlar azap içinde -kurtulmaktan- ümitsizdirler -ve şaşkınlık içindedirler.-” (Bu âyetin başında yer alan, (.......) cümlesi, bir başka haberdir.) 76Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar, kendileri zâlim idiler. Biz onlara -azap ile- zulmetmedik. Fakat onlar, kendileri zâlim idiler. Burada yer alan, (.......) zamîri, zamîri fasldır. 77(Görevli meleğe şöyle seslenirler:) “Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin.” O da, “Siz hep böyle kalacaksınız” der. Azâbın kesilmeyeceğinden umut kesenler, azâbın sürekli devam edeceğini görenler, görevli meleğe şöyle seslenirler: “Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin.” Yani bizi öldürsün. Çünkü Allah (celle celâlühü) birini öldürdüğünde onun için (.......) denir. Nitekim bu durum şu âyette geçen ifadeye benzer: “Mûsa da ötekine bir yumruk vurup adamın ölümüne sebep oldu.” Kasas, 15. Burada “Ölümüne sebep olma” cümlesi, (.......) ibâresidir. Âyetin manası şöyle olmaktadır: “Bizi öldürmesi için, Rabbinden bizim adımıza istekte bulun.” “O da, - Yani Cehennemde görevli baş meleği Mâlik de onlara:-'Siz hep böyle'-azap içinde ebedî- kalacaksınız -ve ölmek suretiyle bundan kurtulacak değilsiniz. Sizin için azâba ara vermek yoktur,- der. “ Âyette ismi geçen Mâlik, cehennemdeki görevli baş melektir. İbn Abbâs'a (rha), İbn Mesud (radıyallahü anh), bu âyette geçen, (.......) ibâresini, kısaca (.......) diye okuduğu sorulmuş, bunun üzerine İbn Abbâs (radıyallahü anh) da: “Cehennem ehlinin terhim yapacakları, (kelimeyi kısaltmakla meşgul olacakları) bir zamanları yoktur” der. 78Andolsun, size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmayanlarsınız. Melekler de onlara:- “Andolsun, size hakkı -Yüce Allah'ın sözünü- getirdik,” Âyette geçen (.......) fiilindeki zamîrin yüce Allah'a râci olması gerekir. Çünkü cehennemdekiler, baş melek Mâlik'ten, Allah'tan (celle celâlühü) kendilerini öldürmesi konusunda aracılık etmesini istediklerinde, o da onlara âyette görüldüğü şekliyle cevap vermiştir. Gerçi, bunun Mâlik'in sözü ile bağlarıtılı olduğu da söylenmiştir. Yani sözkonusu zamîr'in baş melek Mâlik'e râci olduğunu da ileri sürenler olmuştur. Yine âyette geçen, “size getirdik” kavliyle, melekler murad olunmuştur. Çünkü melekler Allah'ın (celle celâlühü) elçileridirler. Nitekim Mâlik de o elçi meleklerden biridir. “Fakat çoğunuz haktan hoşlanmayanlarsınız.” derler. Yani hakkı kabul etmezsiniz, haktan hep kaçar ve uzak durursunuz. Çünkü Hakta yorulmak vardır, batılda ise terk sözkonusudur. 79Yoksa (gerçeği kabul etmeme konusunda) bir işe kesin karar mı verdiler? Şüphesiz biz de (onları cezâlarıdırmakta) kararlıyız. “Yoksa -gerçeği kabul etmeme konusunda Mekke müşrikleri, hile ve tuzakları yoluyla- bir işe -Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) aleyhine- kesin karar mı verdiler? Şüphesiz biz de -onların hile ve tuzaklarında kararlı oldukları gibi, onları cezâlarıdırmakta, onlara hile ve tuzak kurmakta- kararlıyız.” 80Yoksa onların sırlarını ve gizli konuşmalarını duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır, Öyle değil, yanlarındaki elçilerimiz (melekler) yazmaktadırlar. Mekke müşrikleri, Daru'n-nedve denilen küfür ve fesat meclisinde Rasûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) meselesi ile alâkalı olarak aralarında konuşup görüşüyor ve fısıldaşıyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet inmiştir. “Yoksa onların sırlarını -kendi içlerinde geçirdiklerini- ve gizli konuşmalarını -aralarında gizlice konuşup başkalanndan saklı tuttuklarını- duymadığımızı mı sanıyorlar? Hayır, öyle değil, -biz onların içlerinde sır olarak sakladıklarını da, aralarında gizlice konuştukları hile ve tuzaklarını da duymuşuzdur ve aynı zamanda hepsine de muttaliyiz, hepsinden de haberdarız ve- yanlarındaki elçilerimiz -melekler de- yazmaktadırlar. “ Yahya b. Muaz'dan (radıyallahü anh) rivâyete göre demiş ki: “Kim, günahlarını halktan gizlerse ve kendisine hiçbir gizli, asla gizli kalmayana karşı ortaya çıkarır, gizlemezse, Allah da onu, kendisine en az önem verilenlerden, en basitlerden kılar. Bunlar da münâfıklık alâmetlerindendir.” 81(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: “Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum.” Ey Resûlüm Muhammed!- “De ki: Eğer Rahmân'ın -Rahmân olan Allah'ın delil ve kanıtlara dayalı olarak- bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum.'“Nasıl ki insanlar kendi ülkelerinin krallarının çocuğuna, o kralın hatırına ve ona olan saygıdan dolayı saygı ve tazim gösterirîerse, işte ben de o çocuğa ilk tazim eden, saygı gösterecek olan kimse olurdum ve ona itâat etmek, ona boyun eğmek için sizden önce ben harekete geçerdim. Bu söz, aslında bir varsayıma dayalı olarak konuşuları, söylenen bir sözdür. Asıl burada vurgulanmak ve söylenmek istenen şey, Rahmân olan Allah'ın asla bir çocuğunun olmayacağıdır, bunun muhal olduğu gerçeğidir. Çünkü bu durumda ibâdet ve kulluk meselesi çocuğun varlığına bağlı kılınmaktadır. Böyle bir şey, zaten haddi zatında ve aslında olamaz olan, muhal olan bir şeydir. Nitekim meseleyi böyle bir şeye, benzer olarak bağlı kılmak da aslında muhâldir, olamazdır. Bunun benzeri, Said b. Cubeyr'in Haccac'a söylediği söz gibidir. Said b. Cubeyir, Haccac'a diyor ki: “Allah'a yemin olsun ki, seni dünyada tutuşmuş olan bir ateşe dönüştüreceğim. Eğer bunun, sana dönüp gelmek olacağım bilmiş olsaydım, senden başka asla bir ilaha tapmazdım.” Yine deniliyor ki: “Eğer iddianıza, göre Rahmân olan Allah'ın bir çocuğu olsaydı, ona ilk ibâdet ve kulluk eden ben olurdum” âyetinin manası şöyledir: “ Yani Allah'ı birleyerek ona ilk kulluk eden ben olurdum ve ona çocuk izafe etme gibi sözlerinizi de ilk yalanlayan olurdum.” Deniliyor ki: “Eğer ileri sürdüğünüze göre Rahmân olan Allah'ın çocuğu olsaydı, bu durumda ben, onun bir çocuğunun olmayacağı konusunda ilk acele eden ben olurdum” diye de tefsir edilmiştir. (.......) kelimesi tıpkı (.......) gibi bir köktendir. Bir kimsenin sevgisi ve bağlılığı artınca, böyle denir ki o, böylece kulluk eden ve ibâdet eden olur. (.......) kelimesi, (.......) diye de okunmuştur. Âyette geçen (.......) harfinin “nefiy” içindir, diyenler de vardır. Yani, “Rahmân'ın bir çocuğu olmadı, aksi takdirde ben de onu söyleyen, ona tapan ve bu manada onu birleyen olurdum.” demektir. Rivâyete göre Nadr b. Abduddar b. Kusay demiş ki: - “Melekler Allah'ın kızlarıdır.” İşte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Âyetin inmesi üzerine Nadr şöyle diyor: - “Görmüyor musunuz? Baksana o da beni doğrulamaktadır.” Velid b. Muğire de ona diyor ki: - “O seni doğrulamıyor ve fakat o şöyle diyor;'Rahmân olan Allah'ın bir çocuğu olmadı. Ve ben Mekke halkı içerisinde, onun asla bir çocuğunun olmadığı konusunda tevhid inancım ilân edenlerin ilkiyim.'“ Âyette geçen (.......) kelimesini, Hamza ve Ali (.......) olarak okumuşlardır. Daha sonra Yüce Allah, kendisini göklerin, yerin ve Arşın sâhibi ve Rabbi olduğunu belirterek, zâtını bu şekilde tenzih ediyor ve onun çocuk sâhibi olmasının sözkonusu olmadığını belirtiyor. Çünkü çocuk edinmenin cisim olan şeylere özgü bir durum olduğunu göstermek adına bu ifadeye yer vermiş oluyor. Bu nedenle Rabbimiz buyuruyor ki: 82Göklerin ve yerin Rabbi, Arş'ın da Rabbi olan Allah, onların nitelendirmelerinden uzaktır. Yani o, göklerin, yerin ve Arş'ın Rabbidir. O bir cisim olamaz. Eğer Allah (celle celâlühü) cisim olsaydı, o takdirde bu âlemi yaratmaya kâdir olamazdı ve onu idare etmeye de gücü yetmezdi. Mademki Allah (celle celâlühü), bir cisim değildir, bu takdirde O'nun bir çocuğunun olması da asla sözkonusu değildir. Çünkü doğum denen olay, cisimlere özgü olan bir niteliktir. 83Bırak onları, tehdit edildikleri güne -kıyamet gününekavuşana kadar, -bâtıl inançlarına- dalsınlar ve -dünya hayatlarında oynayadursunlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, bunların konuşup durdukları şeyler, cehalet kabilindendir. Bilmedikleri konulara dalıp duruyorlar, oynayıp eğleniyorlar. 84O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, hakkıyla bilendir. “O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilâh olandır.” Yüce Allah'ın ismi, vasıf manasını içermektedir. Bunun içindir ki (.......) ve (.......) ibâresinde, zarf taallûk etmiştir. Bu, tıpkı şu ifadeye benzer; “6, Tay kabilesinde de yine Hatem'dir ve Tağlib kabilesinde de Hatem'dir.” Ki burada, Hatem'in cömertlikte olan şöhretine işaret edilmektedir. Çünkü bunda cömertlik manası kendiliğinden yer almaktadır. Sanki sen söylediklerinle: “Hatem, tay kabilesinde de cömert olan Hatem'dir, Tağlib kabilesinde de cömert olan Hatem'dir.” Âyet (.......) diye de okunmuştur. Manası: “O gökte de Allah'tır, yerde de Allah'tır” demektir. Nitekim Enam sûresinde geçen: “O göklerde de, yerde de tek Allah'tır.” Enam, 3. kavli gibidir. Sanki burada, ma'bût manasını tazmin eder gibidir. Cümlenin uzaması sebebiyle, mevsula âit olan zamîr hazfedilmiştir. Bu, Arapların şu kavline benzer gibidir: “Ben sana bir şey diyecek değilim.” Âyetin mana olarak takdiri şöyle olmaktadır: “O ki, gökte de ilâh olan O zâttır.” (.......) muzmer olan bir mübtedanın haberi olarak merfûdur. Çünkü “Hah” kelimesi, mübteda olarak merfû' kılınmaz. (.......) kelimesi haberdir. Çünkü sıladan halidir, sılası yoktur. Yani mevsûle râci olan ya da âit olan bir zamîri bulunmamaktadır. “O, -sözlerinde ve fiillerinde- hüküm ve hikmet sâhibidir, -olmuş olanları ve ileride olabilecekleri de- hakkıyla bilendir.” 85Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin hükümranlığı kendisine âit olan Allah yücedir! Kıyametin bilgisi de yalnız O'nun katındadır ve yalnızca O'na döndürüleceksiniz. Mekke Okulu, Hamza ve Ali, (.......) kelimesini, (.......) olarak okumuşlardır. 86O'nu bırakıp taptıkları şeyler şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler şefâat edebilirler. “O'nu -Allah'ı (celle celâlühü) bırakıp -ondan başka- taptıkları şeyler -ilâhlar, kendilerinin ileri sürdükleri gibi asla onlara şefâat edemezler. -Çünkü müşrikler, ilâhlarının Allah katında kendilerine şefâat edeceklerini iddia ediyorlardı.- Ancak -kendileri de Yüce Allah'ın onların gerçek Rabb'leri olduğunu- bilerek hakka şâhitlik edenler -yani tevhit kelimesine ve tevhit inancına bağlı kalanlar, buna inananlar şefâat edebilecek olanın Allah olduğunu kesin bilenlermüstesna” Buradaki istisna ya munkatı’ istisnadır veya muttasıl istisnadır. Çünkü: “Allah'tan (celle celâlühü) başka taptıkları şeyler” cümlesi içerisinde melekler de vardır. 87Andolsun, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan elbette, “Allah” derler. Öyleyken nasıl döndürülüyorlar? “Andolsun, onlara -müşriklere,- kendilerini kimin yarattığım sorsan elbette,'Allah'derler. -Hiçbir zaman putlar ve melekler demezler.- Öyleyken nasıl döndürülüyorlar?” Söyledikleri ve ikrarda bulundukları gerçeğe rağmen nasıl da tevhit inancından döndürülüyorlar, bu, olacak şey mi? 88Onun (Muhammed'in), “Ya Rabbi! Şüphesiz bunlar îman etmeyen bir kavimdir.” demesini de (Allah biliyor). Onun -Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem),- “Ya Rabbi! -veya kıyametin bilgisi katında olan Allah'a (celle celâlühü) yemin olsun ki - şüphesiz bunlar îman etmeyen bir kavimdir.” demesini de (Allah biliyor). Âsım ve Hamza, âyetin başında yer alan (.......) kavlini, burada görüldüğü gibi okumuşlardır. Bu durumda mana: “Katında kıyametin veya Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Ey Rabbim'dediğinin bilgisi olan Allah'a yemin olsun , ki” demektir. (.......) kavlindeki (.......) harfi, daha bu surenin 81. âyetinde geçen Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) râcidir. Âyette şöyle deniyordu: “(Ey Resûlüm Muhammed!) De ki: Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, ona kulluk edenlerin ilki ben olurdum.'“ Âsım ile Hamza dışındakiler ise, kelimeyi, (.......) kelimesinin mahalline atfederek nasb ile (.......) diye okumuşlardır. Buna göre mana: “O, kıyameti de, Muhammed'in söylediklerini de bilir” olur. Çünkü (.......), (.......) ve (.......) kelimeleri hep aynı manayadırlar. Aynı zamanda yemin harfini gizlemek ve hazfetmek suretiyle bu kelimenin mecrûr ve mensûb olması da câiz olabilir. Yeminin cevabı da: “Andolsun ki, şüphesiz bunlar îman etmeyen bir kavimdir.” kavlidir. Sanki burada: “Ben Muhammed'in'Ey Rabbim! andolsun ki, şüphesiz bunlar îman etmeyen bir kavimdir.'demesine yemin ederim.” denilmektedir. Yüce Allah'ın, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) söylediklerine yemin etmiş olması onun derecesinin üstünlüğüne ve duasının tazim ve önemine, ona sığınmasına, iltica etmesine işarettir. 89Şimdilik sen onları hoş gör ve “size selâm olsun” de. Yakında bilecekler. “Şimdilik sen onları hoş gör -onların îman etmeyeceklerinden, artık umudunu kesmiş olarak onları davet etmekten geri dur. Onları öylece bırak ve terk et.- ve 'size selâm olsun' de. - Yani sizden yana arük bir mütarekeye girişi tefsir bundan böyle yolunuzda devam edin, diye söyle. Çünkü- Yakında bilecekler.” Bu, yüce Allah tarafından çok büyük bir tehdittir, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için de bir tesellidir. (Şam ve Medine Okulları, (.......) kavlini, (.......) harfiyle, (.......) diye okumuşlardır. Bu durumda mana: “Yakında bileceksiniz” olur.) |
﴾ 0 ﴿