DUHÂN SÛRESİSûre, Mekke'de nâzil olmuştur. Mushaf'taki sıralanaya göre Kur'ân'ı Kerîm'in 44. süresidir. 59. ayetten ibârettir. Nüzul sırasına göre ise, Kur'ân'ı Kerîm'in 63. süresidir. Sûre, Zuhruf sûresinden sonra ve Casiye sûresinden önce nâzil olmuştur. Sûre, ismini onuncu âyette geçen “ed-Duhân” kelimesinden almıştır. Duhân, duman demektir. Sûrede başlıca, Kur'ân’ın indirilişi, müşriklerin ona karşı tutumu, Fir'avun ve halkının başlarına gelen azaplar, Kureyş'in, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’i yalanlaması, iyilerin ve kötülerin karşılaşacakları akıbet konu edilmektedir. 1“Ha - Mîm. 2“Apaçık olan Kitab'a -Kur'ân'a- yemin ederim ki,” Âyette geçen Kitap kelimesinden önce yer alan (.......) harfi, eğer, ilk âyette geçen (.......) âyetini, mukatta'harfler veya surenin ismi olarak kabul eder ve mahzûf olan mübtedanın haberi olarak merfû' bir şekilde değerlendirirsen, bu (.......) harfi, o takdirde yemin manasınadır. Eğer (.......) harflerini, kendisiyle yemin edilen harfler olarak değerlendirirsen, o takdirde de (.......) harfi, atıf edatı olur. Yeminin cevabı da bu takdirde, bundan sonra gelen, “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.” ibâresi olur. 3Biz onu mübarek bir gecede indirmeye başladık. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız. “Biz onu mübarek bir gecede -Kâdir gecesinde veya Şaban ayının yarısı gecesinde, yani berat gecesinde- indirmeye başladık.” Nitekim Şaban ayının yarısı gecesi yani berat gecesi ile Kâdir gecesi arasında kırk gece vardır, denilmiştir. Ancak Cumhûr yani İslam âlimlerinin çoğunluğuna göre, burada sözü edilen mübarek geceden kasıt, kâdir gecesidir. Çünkü Kâdir Sûresi'nde: “Biz onu (Kur'ân'ı) kâdir gecesinde indirdik” Kâdir, 1. Bir de: “Ramazan ayı ki, Kur'ân o ayda indirildi.” Bakara, 185. buyrulmuştur. Cumhûr bu iki ayete dayanarak, sözkonusu bu gecenin Berat gecesi değil, Kâdir gecesi olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Şüphesiz ve gerçek olanı da budur. Birçok görüşlere göre Kâdir Gecesi, Ramazan ayı içerisinde bulunan bir gecedir. Yine ilim adamları derler ki, Kur'ân toplu olarak, Allah tarafından Levh-i Mahfûz'dan dünya semasına indirilmiştir. Daha sonra da Cebrâîl (aleyhisselâm) gerektikçe bu âyetleri ve sureleri peyderpey Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) indirmiştir. Yine, ilk defa Kur'ân’ın inmeye başlaması, Kâdir Gecesi'ndedir, diye de söylenmiştir. Âyette geçen “mübarek” kelimesi, bol, bereketli, çok hayırlı gibi manaları içerir. Çünkü Kur'ân’ın inmesiyle birlikte birçok hayır ve bereket de inmiştir ve bu gecede aynı hayır ve bereket devam eder. Yine bu gecede yapılan dualar makbuldür. Kaldı ki, bu gecede hiçbir hayır ve bereket olmasa bile sadece Kur'ân’ın bu gecede indirilmiş olması tüm hafır ve bereketlerin üzerinde yeterli olacak olan, hayır ve bereket dolu bir kitaptır. Bir toplum için O kitabı hayatlarında uygulamaları hâlinde hayır ve bereket olarak başka hiçbir şeye gerek duyurmaz. “Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız.” 4O gece her hikmetli iş bir bir karara bağlanır, Bu âyette iç içe girmiş iki cümle bulunmaktadır. Yeminin cevabı, bu ikisiyle tefsirlanmaktadır. Sanki şöyle denmektedir: “Onu biz indirdik, çünkü uyarmak ve cezâya çarptırılmaktan sakındırmak bizim şanımızdandır. Özellikle Kur'ân'ı bu gecede indirmiş olmamız böyledir. Kaldı ki Kur'ân’ın indirilmesi gerçeği de hikmeti dolu olan şeylerdendir. Sözkonusu olan bu mübarek gece ise, her hikmetli işin karara bağlandığı, ayırt edilip ortaya konduğu bir gecedir.” Âyette geçen, (.......) kelimesi, detaylarıdırılır, yazıya geçirilir, demektir. Yani: “Her hikmetli iş tarafımızdan detaylarıdırılıp kayda geçilir.” Kulların azıklarından tutun da, ecellerine varana kadar, onlara âit her türlü iş bu geceden itibâren gelecek olan yılın Kâdir gecesine kadar olabilecek her şey tek tek kayda alınır. Ki hepsi de hikmeti, incelik ve hassasiyeti gerektiren ve içeren şeylerdir. Bu ifade bir tür mecâzî bir isnad kabilindendir. Çünkü hakimlik, ya da hakim olma durumu, gerçekte işin sâhibi olan zatın bir özelliğidir. Bu itibarla işin sâhibi olan zatın böyle bir şekilde nitelenmesi bir mecâzî anlatımdır. 5Tarafımızdan gelen bir emirle; Biz gerçekten peygamberler gönderdik. “Tarafımızdan gelen bir emirle;” (Bu Âyetteki (.......) kelimesi, ihtisas üzere mensûb kılınmıştır.) Her önemli şeyi bol, bereketli ve değerli kılması, o şeyin “hakimlikle” nitelenmesinden anlaşılmaktadır. Sonrasında yine onun bolluğunu, azametini artırarak şöyle buyurdu: “Benim bu işten / emirden kastım, (o işin tarafımızdan ve katımızdan) meydana gelen bir iş olması hasebiyledir. Kaldı ki ilmimiz ve tedbirimiz de bunu gerektirir,” “Biz gerçekten peygamberler gönderdik.” Bu ibâre, daha önce bu surede 3. âyette geçen, “Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız” ibâresinden bedeldir. 6Rabbin tarafından bir rahmet olarak; şüphesiz o, işitendir, bilendir. “Rabbin tarafından bir rahmet olarak;” Burada geçen, “rahmet olarak” kelimesi, mefulü lehtir. Çünkü mana şöyledir: “Şüphesiz Kur'ân'ı biz indirdik. Çünkü bizim şanımızın gereği olarak kendilerine kitaplar vermek suretiyle kullarınııza peygamberler göndermektir ki bu da, onlara rahmet ve merhamet olsun içindir.” Ya da bu ifade: “katımızdan bir emirdir” kavlinin gerekçesidir. Bu durumda (.......) kelimesi de mefulü bihtir. Burada rahmet meselesi, peygamber göndermekle vasfedilmiş, nitekim Rabb'imizin (celle celâlühü) şu kavlinde de aynı şekilde vasıflanmıştır. Çünkü Rabbimiz (celle celâlühü) buyuruyor ki: “Allah, insanlara rahmetinden herhangi bir nimeti ihsan ederse, onu kimse durduramaz. Neyi de tutar göndermezse, artık ondan sonra kimse onu gönderemez. O üstündür, hikmet sâhibidir.” Fattr, 3. Esasen âyet: “Şüphesiz biz, bizden bir rahmet olarak peygamberler göndeririz.” demektir. Burada zamîr kullanılması gerekirken, doğrudan belirtilmesi gereken zahir isme yer vermiştir. Çünkü böylece Rububiyetin, yani Rab olmanın gereği, terbiye edeceği, bir disipline sokacağı kulları açısından bir rahmet ve merhamet gereğinin olduğunu göstermek içindir. “Şüphesiz O, -onların sözlerini- işitendir, -durumlarını ve hallerini de- bilendir.” 7Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin Rabbi tarafından, eğer kesin olarak inanıp kavrıyorsanız. Bu âyetin başında yer alan, (.......) kavli, daha önce 6. âyette geçen, (.......) kavlinden bedeldir. Kufe okulu da kelimeyi (.......) diye okumuşlardır. Başkalan ise, bunu ötre hareke ile (.......) diye okumuşlardır. Buna göre mana: O, “Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin Rabbi tarafından” dır. “Eğer kesin olarak inanıp kavrıyorsanız.” Şart ifadesinin manası ise şöyledir: “O müşrikler, göklerin ve yerin bir Rabbinin, yaratıcısının olduğunu ikrar ediyorlar.” Bunun üzerine onlara şöyle denildi: “Şüphesiz peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi de Rab olan Allah'tan bir rahmettir.” Sonra da şöyle denildi: “İşte bu Rab, bizzat her söyleneni işiten ve her şeyi de bilen Raptır. Ki siz de bunu ikrar ederek kabul ediyorsunuz ve O'nun göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi olduğunu itiraf ediyorsunuz. Eğer gerçekten bu ikrarınız bir bilgiye dayalı ise, bilerek ve kesin inanarak, kavrayarak söylüyorsanız, bunu ikrar ediyorsunuz, demektir.” Bu âdeta: “Bu şeyler, Zeyd adındaki kişinin inam ve ikramıdır. Ki o, halka kendisinin cömert biri olduğunu duyurmaktadır demeye benzer.” Eğer onunla ilgili bir mesele sana ulaşmışsa ve sen de bu kıssadan söz edersen, böyle dersin. Bu ifade de âdeta böyledir. 8O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Yaşatır, Öldürür. O, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir. Burada cümleleri bir birine atfettikten sonra, bu defa onların kesin bilgi sâhibi olmalarını, imanlarını ret ederek şu ifadeyle onlara cevap veriyor ve buyuruyor ki: 9Fakat onlar, şüphe içinde eğlenip duruyorlar. Yani onların ikrarları bilgiye ve inanca dayalı kesin bir ikrar ve kabul değildir. Aksine alaylı, oyun ve eğlenmeye dayalı olan bir ifade ve anlatım tarzıdır. 10Göğün açık bir duman getireceği günü bekle. “Göğün açık bir duman getireceği günü -yani kıyamet kopmazdan önce gelecek ve duman getirecek olan o günü- bekle.” Kâfirlerin kulaklarından girecek, öyle ki bir kişinin başı âdeta pişmiş kelleye dönüşecektir. Mü'min bu olaydan sanki gribe yakalanmış gibi bir kolaylıkla atlatacaktır. Yeryüzü âdeta içinde ateş yakıları ve içinde ihtiyaca cevap verecek hiçbir şey bulunmayan tek bir ev haline dönüşecektir. Yine söylendiğine göre, Kureyşliler, Hazret-i Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı geldiklerinde, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da onlara bedduada bulunmuş ve şöyle yakarmıştır: “Allah'ım! Mudar kabilesi üzerindeki baskını ve şiddetini artır. Onları, Hazret-i Yûsufun döneminde meydana gelen kıtlık yılları gibi kıtlık içinde bırak ve kıtlıkla terbiye et.” Bu beddua üzerine kıtlık ile karşı karşıya kalmışlar, o kadar kıtlık yaşamışlar ki, cife ve leşleri, ilhizi bile yemek zorunda kalmışlar. İlhiz: Bir yiyecek olup, açlık dönemlerinde devenin kanı ile gübresinin karışımından elde edilen bir yiyecek türüdür. Kişi, o kadar aç kalır ki, açlık sebebiyle gözlerinde oluşan zafiyet bakımından gök ile yer arasında duman olduğunu sanır ve her tarafı toz-duman içinde görmeye başlar. Hatta öylene bir durum olur ki, adam konuşmaya başlar ve fakat orada bulunan kimse konuşularıı duyar, ancak konuşanın kendisini dumandan göremez olur. Buhârî, H: 4824; Müslim, H: 2798/39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/441. Hatta bu duman o kadar açıktır ki, hiçbir kimse onun duman olduğunda bir şüpheye kapılmayacaktır. 11-12(O duman) insanları bürür. Bu, elem dolu bîr azaptır. İnsanlar, “Rabbimiz! Bu azâbı bizden kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz” derler. O duman “İnsanları bürür.” Herkesi kuşatır ve herkesi içine alır. (bu ibâre, (.......) kelimesinin sıfatı olarak cer mahallinde gelmiştir.) Öte taraftan f,Bu, elem dolu bir azaptır” kavli ile “İnsanlar, “Rabbimiz! Bu azâbı bizden kaldır, çünkü biz artık inanıyoruz” kavli, muzmer/gizli olan bir fiil ile mahallen mensûbtur. O fiil de, bu âyetin sonuna eklediğimiz “derler” kavlidir. (.......) kelimesi, hâl olarak mahallen mensûbtur. Yani: “Eğer azap bizden kaldırılırsa, biz îman edeceğiz.” diye bu ifadeyi söylerler. 13Nerede onlarda öğüt almak?! Halbuki kendilerine (gerçeği) açıklayan bir peygamber gelmişti. “Nerede onlarda öğüt almak?! -Onlar nasıl öğüt alacaklar, nerde nasihat dinleyecekler ki? Azâbın kendilerinden kaldırılması hâlinde bu vaatlerini nasıl yerine getirecekler ki?!- Halbuki kendilerine -gerçeği- açıklayan bir peygamber gelmişti.” 14Sonra ondan yüz çevirdiler ve “Bu bir öğretilmiş, bu bir deli!” dediler. Onlara en büyük gerçek olan geldiği hâlde, yine de inatlarından geçmediler. Hatırlatmanın, öğütte bulunmanın önemi ve gerekliliği, dumanın kaldırılması için bir zorunluluk olarak ileri sürdüler. Bunlar da, Rasûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sebebiyle açıkça gösterilen mu'cizeler ve herkesi âciz bırakan Kitaptan beyine, delillerin ve daha başka şeylerin gösterilmesi, sunulmasıdır. Fakat onlar, bu gösterilenlerden kendileri için bir ders çıkarmadılar, öğüt almadılar, ondan yüz çevirdiler ve ona iftira attılar. Bu iftiraya göre, Arap olmayan ve Sakif oğullarından birisini, kölesi olan Addas’ın, ona bir şeyler öğrettiğini ileri sürdüler ve dahası onun deli olduğunu söylediler. 15Biz bu azâbı kısa bir süre kaldıracağız, siz de yine (eski hâlinize) döneceksiniz. “Biz bu azâbı kısa bir süre kaldıracağız, siz de (yine eski hâlinize) içinde bulunduğunuz küfrünüze ve inkârcıliğinıza veya azâbadöneceksiniz.” 16Onları o en şiddetli yakalayışla yakalayacağımız günü (hatırla). Şüphesiz biz öcümüzü alırız. “Onları o en şiddetli yakalayışla yakalayacağımız günü kıyamet gününü veya yenildikleri Bedir gününü- (hatırla). Şüphesiz biz -o gün onlardan- öcümüzü alırız.” Bu âyette geçen (.......) kelimesi, (.......) kelimesiyle ya da, (.......) ibâresinin delalet ettiği şey ile mensûb kılınmıştır ki, sözkonusu ibârenin delalet ettiği şey de “öç alırız” kelimesidir. Yoksa (.......) kelimesiyle değildir. (.......) Çünkü edatının mabadı, makablinde amel etmez. 17Andolsun, onlardan önce Fir'avun kavmini sınamıştık. Onlara değerli bir peygamber (Mûsa) gelmişti. “Andolsun, onlardan -Bu Mekke müşriklerinden- Önce Fir'avun kavmini sınamıştık. -Böylece bir sınava tabi tutulanlar gibi kendilerini denedik ki, içlerindeki gerçek dışarı çıksın.- Onlara -Allah (celle celâlühü) nezdinde ve inanan kulları yanında- değerli bir peygamber -Mûsa (aleyhisselâm) gelmişti.” Ya da haddi zatında değerli, soylu, nesebi belli değerli bir peygamber gelmişti. Çünkü Allah (celle celâlühü), bir peygamber gönderirken, kesin olarak o toplumun en saygın, en değerli ve soylu olanları içerinden seçip gönderir. 18O, şöyle demişti: “Allah'ın kullarını (esaret altındaki İsrâ'il oğullarını) bana teslim edin. Çünkü ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim.” “O, şöyle demişti: Allah'ın kullarını -esaret altındaki İsrâ'il oğullarını- bana teslim edin.” (Burada geçen (.......) kavlindeki, (.......) harfi, müfessiredir.) Çünkü bir peygamberin, gönderildiği kavme karşı söyleyeceği şeyler vardır. Bu nedenle, aynı zamanda “kavi I söz söyleme” gerçeğini de içerir. Çünkü peygamber bir kavme geldiğinde ancak onlara müjde vermek, onları uyarmak ve onları Allah'a (celle celâlühü) davet etmek için gönderilir, gelir. Ya da sözkonusu olan (.......) edatı, şeddeli olan (.......) edatının şeddesizleştirilmiş halidir. Manası da şöyle olmaktadır: “Peygamber onlara geldi de, vaziyet ve durum, Allah'ın kullarını bana teslim edin, diye gelmiştir.” “Allah'ın kulları” kavli, mefulü bihtir. Burada sözkonusu edilenAllah'ın (celle celâlühü) kullarından murat da İsrâ'il oğullarıdır. Mûsa (aleyhisselâm) onlara: “Onları bana teslim edin ve onları benimle gönderin.” dedi. Bu ifade âdeta: “İsrâ'il oğullarını hemen bizimle beraber gönder, onlara eziyet etme!” Taha, 47. âyeti gibidir. Ayrıca bunun onlara bir çağrı olması da câiz olabilir. Bu durumda mana şöyle olur: “Ey Allah'ın kulları! Bana îman etmenizin farz olmasının, davetimi kabul etmenizin, yoluma uymanızın farz olmasının bir gereği olarak onları bana teslim edin.” Bu konuşmasını da: “Çünkü ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim” mealindeki bu gerekçeye bağladı. Yani risâletim ve mesajım konusunda güvenilir ve itham edilmemiş olan bir elçiyim. 19“Allah'a karşı ululuk taslamayın. Çünkü ben size apaçık bir delil (mu'cize) getiriyorum.” “Allah'a karşı ululuk taslamayın.” İki tefsir açısından bu, ilk tefsirdur. Yani Allah'a (celle celâlühü) karşı, Yüce Allah'ın Rasûlü'nü ve vahyini basite ve hafife alarak büyüklük taslamayın. Ya da Allah'ın (celle celâlühü) peygamberine karşı büyüklük taslamayın. “Çünkü ben size apaçık bir delil -mu'cize- getiriyorum.” Yani benim peygamber olduğuma dair ve bunu gösteren çok açık, net bir hüccet ve delil ortaya koyuyorum. 20“Şüphesiz ki ben, beni taşlamanızdan, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım.” “Şüphesiz ki ben, beni taşlamanızdan, -taşlayarak öldürmenizden- benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a sığındım.” Bunun manası şöyledir: “O peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Rabbine sığınıyor, onu, müşriklerden ve onların kuracağı tuzaktan koruması için Rabbine tevekkül ederek O'na dayanıp güveniyor. Bu nedenle o peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), düşmanlarının kendisini taşlamak ve öldürmekle korkutmalarına önem vermiyor, dediklerine aldırmıyor.” (Âyette geçen (.......) kelimesi, idğamlı olarak (.......) diye Ebû Amr, Hamza ve Ali tarafından okunmuştur.) 21“Bana inanmadınızsa benden uzak durun.” Yani eğer bana îman etmemişseniz, o takdirde benimle bana îman etmeyenler arasında herhangi bir dostluk sözkonusu değildir, olamaz da. Bu nedenle artık benden uzak durun. Ya da ister lehimde ve ister aleyhimde olsun, bana yaklaşmayın yeter. Kötülüklerinizle ve eziyetlerinizle bana saldırmayın. Çünkü sizin davet ettiğiniz şeyde herhangi bir hüküm, bir değer sözkonusu değildir. (Bir önceki âyette geçen (.......) kelimesi ile bu âyette geçen (.......) kelimesini Ya'kûb, (.......) ve (.......) diye (.......) harfi ilavesiyle okumuştur.) 22Sonra Mûsa, Rabbine, “Bunlar günahkâr bir toplumdur” diye seslendi. “Sonra Mûsa, -kavmini şikâyet amacıyla- Rabbine,'Bunlar günahkâr bir toplumdur'diye seslendi.” Yani böylece Rabbine dua etti. Hatta söylenenlere göre Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) onlara şu şekilde dua / bedduada bulunmuştur: “Allah'ım! Bunların hak ettikleri cezâyı, işledikleri suçlar sebebiyle vermekte acele et” Bir diğer rivâyete göre de onun duası şu idi: “Ey Rabbimiz! Bizi, zâlim bir topluluğun fitne ve işkence konusu yapma!” Yûnus, 85. (Âyetin başında yer alan (.......) harfi, (.......) kelimesi var sayılmasıyla esreli olarak (.......) diye de okunmuştur.) Yani Mûsa (aleyhisselâm) Rabbine dua etti ve: (.......) dedi. 23Allah da şöyle dedi: “O hâlde kullarınıı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz.” “Allah da -Mûsa (aleyhisselâm) a- şöyle dedi: O hâlde kullarınıı'-İsrâ'il oğullarını- geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz.” Yani Allah (celle celâlühü), tedbir almalarını ve düşmanlarınızdan önce harekete geçmenizi söyledi. Çünkü Fir'avun ve ordusu sizi izleyecek ve peşinize düşecektir. Bu itibarla önceden hareket edenleri Allah kurtaracak, onları arkadan izleyen düşmanlarını da denizde boğacaktır. (Âyette seçen ve geceleyin çıkar, yürüt manasına gelen (.......) kelimesi, (.......) kökünden gelmedir. Hicaz Okulu mensupları ise, sözkonusu kelimeyi vasl ile (.......) diye okumuşlardır ki bu durumda kelime, (.......) kökünden alınmadır. Çünkü (.......) harfinden sonra “kavi” kelimesi gizlidir. Yani: (.......) demektir. Mana olarak: “Bunun üzerine dedi ki geceleyin kullarınıı çıkar.” ) 24“Denizi açık hâlde bırak.” Çünkü onlar boğulacak bir ordudur. “Denizi açık -ve sakin- hâlde bırak.” terk et. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), denizden çıkıp kurtulunca elinde bulunan asa ile denize vurup, denizin kabarmasını ve coşmasını istemişti. Bunun üzerine ona hiç dokunmaması, olduğu gibi sakin vaziyette bırakılması, onu kendi hâlinde kabarmaya ve yükselmeye terk etmesi istendi. Zira yol kupkuru idi. Bu durumda olan bir yere asası ile vurulmaz. Denizin hiçbir hâli değişmemeli, olduğu gibi kalmalı ki, kiptiler de oradan yola girmiş olsunlar. Nihayet yola girdikten sonra da Allah (celle celâlühü) denizi üzerlerine kapatıverdi. Âyette geçen ve açık, sakin manası verilen “Rehv” kelimesi, çok geniş olan bir gedik, bir açıklık ve çıkış demektir, diye de tefsir edilmiştir. Yani: “O denizi, açılmış ve yarılmış haliyle bırak” demektir. “Çünkü -sen, denizden çıkıp kurtulduktan sonra- onlar boğulacak bir ordudur.” (Âyette geçen (.......) kavli, (.......) olarak (.......) harfinin fetha harekesiyle de okunmuştur. Bu durumda ibâre (.......) demektir.) 25“Onlar geride nice bahçeler, nice pınarlar bıraktılar.” 26Nice ekinler, nice güzel konaklar! Yani onlar sahip oldukları nice güzel evleri, yerleri ve sarayları, minberleri bırakıp gideceklerdir. (25. âyette geçen (.......) nicelik manasına gelip çokluk ifade eder. Ve (.......) kelimesi, kendisinden sonra gelen ve devamında 26. âyette de yer alan ibâre ile mensûb kılınmıştır.) 27Zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler! Evet, her şeylerini kaybedecekler. 28İşte böyle! Onları başka bir topluma miras bıraktık. “İşte böyle! -İşin sonu işte böyle bitecektir- Onları kendileriyle hiçbir şekilde yakın bir bağları bulunmayan, akrabalıkları, dindaşlıkları ve üzerlerinde velayet yetkileri olmayan- başka bir topluma -İsrâ'il oğullarına- miras bıraktık.” (Âyette geçen (.......) kelimesindeki (.......) harfi, muzmer olan bir mübtedanın haberi olması yönüyle mahallen merfûdur. 29Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi. “Gök ve yer onların -Fir'avun ve ordusunu- ardından ağlamadı; -çünkü onlar kâfirler olarak ölüp gittiler. Çünkü bir mü'min öldüğü zaman arkasından gök ve yer ağlar, hatta mü'min için, konulduğu Mûsallası, namazgahı bile ağlar. Gökte ise, amelini yükselip gittiği yer ağlar- onlara -o kâfirlere- mühlet de verilmedi.” Yani bir başka vakte kadar herhangi bir süre de tanınmadı, kendilerine bir mühlet de verilmedi. 30Şüphesiz, İsrâ'il oğullarını o horlayıcı işkenceden biz kurtardık; “Şüphesiz, İsrâ'il oğullarını o horlayıcı işkenceden -hizmetçilik etmekten, köle kılınmaktan, çocuklarını öldürülmekten- biz kurtardık;” 31Fir'avundan. O, gerçekten hiçbir ölçü ve sınır tanımayan azgınların da en azgınıydı. “Fir'avundan.” -kurtardık. (.......) cer edatının tekrarı ile bundan önce geçen (.......) ibâresinden bedeldir.) Zira sanki Fir'avun'un kendisi bile başlı başına horiayıcı bir azap ve işkence idi. Çünkü Fir'avun, İsrâ'il oğullarına akla gelmedik işkenceler yapıyor ve onları aşağılıyordu. Ya da Fir'avun kelimesi, mahzûf bir mübtedanın haberidir. Yani; “Bu şey Fir'avundan kaynaklanmaktadır.” demektir. “O, gerçekten hiçbir ölçü ve sınır tanımayan azgınların da en azgınıydı.” (İbarenin bu kısmı da ikinci bir haberdir.) Yani o çok büyüklenen ve hiçbir şeyde ölçü tanımayan biriydi, demektir. 32Andolsun, onları, bir bilgi üzerine (dönemlerinde) âlemlere üstün kıldık. “Andolsun, onları, -İsrâ'il oğullarını- bir bilgi üzerine kendi dönemlerindeki- âlemlere -tercih ederek- üstün kıldık.” (Âyette geçen “bir bilgi üzerine” ibâresi, failin yani öznenin zamîrinden hâldir.) Yani şu demektir: “Tercih edilecekleri yeri bilerek. Çünkü onlar, seçilmeye ve tercih edilmeye hak kazanmışlardı.” 33Onlara, içinde açık bir imtihan bulunan mu'cizeler verdik. “Onlara, içinde açık bir imtihan -veya nimet- bulunan mu'cizeler verdik.” Ki, ne yapacaklarını görelim istedik. Meselâ denizi yardık, bulutlarla gölgeledik, kudret helvası ve Bıldırcın kuşu indirdik ve daha nice nimetler verdik. 34Şüphesiz müşrikler -Kureyş- diyorlardı ki: 35“Bu, bizim ilk ölümümüzdür ve biz yeniden dirilip kaldırılmayacağız. “Bu -ölüm,- bizim ilk ölümümüzdür...” Burada zorluk, sözkonusu olan ikinci hayattır, bununla ilgili olarak gelmiştir. Ölüm hakkında değil. Peki ya burada: “Bu, bizim ilk hayatımızdır?” denilemez miydi? Bu itibarla “İlk” ifadesini zikretmenin manası ne olabilir? Sanki burada onlara, inkâr etmeye kalkıştıkları ikinci bir ölüm vaat ediliyor gibidir. Bu nedenle ilk ölüme burada vurgu yapılmaktadır. Buna verilecek cevap şudur: Onlara deniliyor ki, Siz, ilerisinde yeniden dirilme olan bir ölümle öleceksiniz. Çünkü daha önce de ölümden sonra siz bir hayata kavuşturulmuştunuz. Bu husus yüce Allah'ın şu âyetinde yer alan gerçeklen hatırlatıyor: “Hâlbuki siz, ölüler idiniz. Sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecektir. Nihayet O'na döndürüleceksiniz.” Bakara, 28. Bunun üzerine onlar: “Bu, bizim ilk ölümümüzdür, başka değil” dediler. Onlar şöyle demek istiyorlar: “Bu ölüm, arkasından yeniden hayat olan bir ölüm değildir. Sadece bir tek ölüm vardır.” O hâlde, bu ifade ile Casiye sûresinde geçen: “Hayat ancak bizim bu dünyada yaşadığımızdır.” Casiye, 24. mealindeki bu Âyetteki ifade arasında bir fark yoktur. Manaca her ikisi de aynıdır. Ayrıca aşağıda mealini sunacağımız âyette ifade edilen gerçeği inkâr etmeleri ihtimali de vardır. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin.” Ğafir-Mü'min, 11. Yani bu âyette ifade olunan gerçeği reddetme olasıliği da olabilir. “....ve biz yeniden dirilip kaldırılmayacağız.” Çünkü Allah'ın (celle celâlühü) insanları yeniden diriltmesine (.......) denir, bu ifade ile belirtilir. 36Eğer doğru söyleyenler iseniz atalarınıızı getirin.” “Eğer doğru söyleyenler iseniz - Yani söylediklerinizde doğru iseniz, o hâlde Rabbinizden isteyiniz de O, bize tez elden, ölen atalarınıızı getirsin. Ki bu, sizin ileri sürdüğünüze göre kıyametin kopacağına ve öldükten sonra dirilmenin de hâl olduğuna bir delil olabilsin. Bu nedenle size diyoruz ki: bize- atalarınıızı getirin.” Bu hitap, Öldükten sonra yeniden dirilmenin Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den ve müzminlerden olduğunu ileri sürenleredir. 37Bunlar mı daha hayırlı, yoksa Tübba'kavmi ile onlardan öncekiler mi? Onları helâk ettik. Çünkü onlar suçlu kimselerdi. Kuvvet, güçte ve engellemede, varlıklı olmada- “Bunlar mı daha hayırlı, yoksa Tübba'kavmi...” Tübba', Himyerililerden olan bir kimsedir. Bu zât îman etmişti ve fakat kavmi kâfirdiler. Bir rivâyete göre ise, peygamber olduğu söylenmiştir. Bir hadiste şöyle geçer: “Bunun Peygamber olan Tübba'mı yoksa peygamber olmayan mı olduğunu bilmiyorum.” İbn Hacer diyor ki: “Salebi, bu hadisi Abdurrezzak yoluyla, Ma'mer'den, o da Ebû Zi'b'ten, bu da Makburi'den, o da Ebû Hureyre'den (radıyallahü anh) bu şekilde rivâyet etmiştir. Esasen bu isnad ile bilinen bu hadisi, Ebû Dâvud, şu ifadelerle tahric etmiştir. Hadisi Ebû Hureyre (radıyallahü anh) rivâyet ediyor ve diyor ki, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu: “Tübba', Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıları larıetli bir kimse midir, değil midir, bilmiyorum. Üzeyir de peygamber midir, değil midir onu da bilmiyorum.” Ebû Dâvud, Sünnet, H: 4674. Bu, sahih bir hadistir. Nitekim Hâkim de, Müstedrek kitabında böylece rivâyet etmiş ve fakat orada, “Üzeyir” yerine, “Zülkarneyn” ismi geçmektedir. Darekutni diyor ki, “Bu rivâyette Abdurrezzak tektir, yalnızdır. Ancak onun dışındakiler bunun mürsel bir hadis olduğunu söylemişlerdir.” Bak: Zemahşeri, Keşşaf, 4/272, Dipnot:2; Hâkim, Müstedrek, Îman, H: 104 ve 2174. İşte bu kavim- “İle onlardan öncekiler mi?” Bu ibâre, bundan önce geçen (.......) kavline atıfla merfû' kılınmıştır. “Onları helâk ettik. Çünkü onlar suçlu -mücrim ve kâfir- kimselerdi. “Zira öldükten sonra yeniden dirilmeyi inkâr ederlerdi. 38Biz, gökleri, yeri ve bunlar -bu iki cins- arasında bulunanları, eğlenmek için yaratmadık. (Burada geçen (.......) kelimesi, hâldir.) Eğer öldükten sonra dirilme, hesap ve sevap olmasaydı, Sadece bu yaratılmışların yaratılmaları, o takdirde oyun ve eğlenceden ibâret olurdu. 39Biz onları ancak hak ve hikmete uygun olarak yarattık. Ama onların çoğu bilmiyorlar. Biz onları ancak hak ve hikmete uygun olarak -ciddi manada, oyun ve eğlence ile hiçbir ilgileri bulunmaksızın- yarattık. Ama onların çoğu -bu gerçek için yaratıldıklarını- bilmiyorlar. 40Şüphesiz, hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı zamandır. “Şüphesiz, hüküm günü, -haklı ile haksızın ayırt edilecek olan günde, yani kıyamet gününde onların- hepsinin bir arada buluşacağı zamandır.” Hepsi için vaat olunan zamandır. 41O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Kendilerine yardım da edilmez. “O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. -Hangi dost olursa olsun ve hangi taraftan olursa olsun, kimsenin kimseye o gün bir yaran dokunmayacaktır, bir fayda sağlamayacaktır. Hatta az da olsa-Kendilerine yardım da edilmez.” Âyette geçen (.......) kelimesindeki zamîr, mevaliye yani dostlara râcidir. Çünkü bu, mana itibariyle çok şeyler ifade eder. Çünkü lafzın mübhem olan şeyleri içine alması hasebiyle, her türden dostu kapsamına alır. 42Yalnız, Allah'ın yardım ettiği kimseler bunların dışındadır. Şüphesiz O, mutlak güç sâhibidir, çok merhamet edendir. “Yalnız, Allah'ın yardım ettiği kimseler bunların dışındadır,” Buradaki (.......) kavli, bundan önceki âyette geçen, (.......) fiilindeki (.......) harfinden bedel olmak üzere mahallen merfûdur. Yani, Allah'ın (celle celâlühü) kendilerine rahmetiyle muamele edip yardım ettikleri dışında hiçbir kimse, bir başkasından azâbı engelleyemez. “Şüphesiz O, -Allah, düşmanlarına karşı- mutlak güç sâhibidir, -dostlarına karşı da- çok merhamet edendir.” 43Şüphesiz, zakkum ağacı,... Bu da tıpkı dünyadaki ağaçlar gibidir, tek farkı ateşte, cehennemde yetişmesidir. Zakkum, ise, bu ağacın meyvesidir. Bir de insana ağır gelen ve iğrenilen her türden yiyecektir. 44... Günahkârların yemeğidir. Bu, çok günah işleyen, fâsıklık ve facirlikle hayatını geçiren- “günahkârların yemeğidir.” Ebû Derda (radıyallahü anh) dan rivâyete göre, kendisi adamın birine Kur'ân okuturmuş, adam, bu âyeti, (.......) yerine (.......) diye okurmuş. Bunun üzerine Ebû Derda (radıyallahü anh) kendisine: “Be adam, (.......) diye oku!” diyerek uyarır. İşte buna dayanılarak, bir kelime yerine, eğer asıl kelimenin ifade ettiği manayı ifade edecekse, o takdirde bir başka kelime kullanmanın câiz olabileceğini delil göstermişlerdir. Ahmed b. El-Münir el-İskenderi, “el-İntisaf adlı eserde diyor ki: “Bu konuda, bu, delil olamaz. Çünkü Ebû Derda (radıyallahü anh)’in demek istediği şey, manayı açıklamaya dayalı bir izah tarzıdır. Böylece bir şeyler öğrenmek isteyen kimseye, Kur'ân'ı indirildiği gibi öğretme konusunda ona yardımcı olmaktır. Nitekim Kadı Ebû Bekir de “el-İntisar” adlı eserde meseleyi bu şekilde tefsirlamıştır. İşin şüphesiz da budur. Yine de Allah (celle celâlühü) en iyisini bilir. Bak: Zemahşeri, Keşşaf, 4/273, Dipnot: 1. Nitekim Ebû Hanîfe (rahmetüllahi aleyh) de buna dayanarak, okuyucu, okurken manada hiçbir şekilde herhangi bir eksiklik sözkonusu olmaksızın ifade eder tarzda Farsça (Arapça dışında bir başka dilde) Kur'ân okumanın câiz olduğunu söylemiştir. İşte bu şarta dayanarak kimileri de, bu ifade, bütünüyle herhangi bir durum sözkonusu olmaksızın bir başka dilde (Arapça dışında) Kur'ân okumanın tamamen câiz olabileceği görüşünü savunmuşlardır ve bunu şâhit olarak göstermişlerdir. Çünkü Arap dilinde, -özellikle fesahatiyle, nazminin garabeti ve üslubu ile mu'ciz olan, herkesi âciz bırakan Kur'ân sözkonusu ise- manalarının latifliği ve dakikliği gibi konularda Farsça ve benzeri başka dillerde Arapçadan bağımsız bir dilde edası sözkonusu olamaz. Ancak Ebû Hanîfe (rahmetüllahi aleyh)’in, bu görüşünden döndüğünü ve İmâmeynin yani İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Muhammed'in (rha) görüşüne kâtildığı da rivâyet edilir. Nitekim delil de buna göredir. 45“O, maden eriyiği -zeytinyağı- gibi karınlarında kaynayacaktır.” (Âyetin başında yer alan (.......) kelimesinin başında yer alan (.......) harfi, haberden sonra haber olarak merfûdur. Mekke Okulu ve Hafs, (.......) kelimesini görüldüğü gibi (.......) olarak okumuşlardır. Nitekim sözkonusu bu kelimeyi (.......) harfiyle, Nâfi, Ebû Amr, İbn Âmir, Kisâî, Âsım, Halef ve başkalan da (.......) olarak okumuşlardır. Kelimeyi (.......) harfiyle (.......) diye okuma durumunda zamîr, yiyeceğe râci olur. Ancak (.......) harfiyle (.......) diye okuma durumunda ise, zamîr zakkum ağacına râci olur.) 46âdeta kaynar suyun kaynayışı gibi. Yani tıpkı fokur fokur kaynayan kaynar su gibi. Manası: “Öyle bir kaynama ki,'âdeta kaynar suyun fokurdayarak kaynaması gibi'kaynar” olur. (Âyetin başında yer alan, (.......) kelimesinin başındaki (.......) harfi, mahallen mensûbtur.) 47(Allah, görevli meleklere şöyle der;) “Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin.” Daha sonra Zebanilere / görevli meleklere şöyle denilir:- “Tutun onu, -o günahkâr adamı - cehennemin ortasına -en zor ve şiddetli olan yerine, üzerinde şiddet ve baskı uygulayarak, sertlik göstererek- sürükleyin.” (Âyette geçen, (.......) kelimesini, Mekke Okulu, Nâfi, Şam Okulu, Sehl ve Ya'kûb, (.......) olarak okumuşlardır.) 48“Sonra başırıın üstüne kaynar su azâbından dökün.” Başlarının üzerinden dökülecek olan, kaynar sudur. Yoksa azap değildir. Ancak başlarının üstünden üzerlerine kaynar su dökülünce, böylece üzerlerine azapları da dökülmüş ve baskı, şiddet uygulanmış olur. Çünkü “azâbın dökülmesi” ifadesi, bir istiâredir. Bu esnada kendisine şöyle denilir: 49(Deyin ki:) “Tat bakalım! Hani sen güçlüydün, şerefliydin!?” Bu ifadeler, ona alay yollu ve aşağılanmak amacıyla söylenir. (Âyette geçen, (.......) kavlini, Ali, (.......) diye okumuştur ki bu, (.......) takdirindedir.) 50“İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir!” “İşte bu, -yani azap ya da bu iş, bu mesele sizinşüphelenip durduğunuz şeydir!” 51Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise güvenli bir yerdedirler. (Bu âyette geçen, (.......) kelimesi, fetha hareke ile (.......) diye okumuştur ki, bu durumda mana, kıyam yani ayakta durulacak yer demektir. Zaten bundan murat mekân yani yer demektir. Bu kelime, umum yerinde kullanılan özel-hass olan kelimelerdendir. Medine ve Şam Okulu mensupları ise, sözkonusu kelimeyi ötre hareke ile (.......) diye okumuşlardır. Bu da ikamet yeri, kalınacak yer manasına gelir.) Yine âyette geçen ve güvenli manasına gelen, (.......) kelimesi, (.......) ve (.......) kökünden alınmadır ki, güvenli olmak demek olup, ihanetin zıttı ve karşıtıdır. Sözkonusu yer, istiâre yoluyla bu şekilde nitelendirildi. Çünkü korkunç olan yer, sanki sâhibine ihanet eder gibi gelir, o yerde bir kötü olayla karşılaşacak gibi olunur. 52Bahçelerde ve pınar başlarındadırlar. Bu ibâre, bir önceki âyette geçen, (.......) kavlinden bedeldir. 53İnce ipekten ve parlak atlastan elbiseler giyinerek karşılıklı otururlar. Orada, Cennette- “İnce ipekten ve parlak -kâim- atlastan elbiseler giyinerek -meclislerinde- karşılıklı otururlar.” Çünkü böyle bir beraberlik, birbirlerine daha çok yakınlaşmalarını sağlar. Öte taraftan âyette geçen ve kalın atlas manasına gelen, (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin Arapçalaşmış olan yabancı kökenli kelimedir. Çünkü köken itibariyle aslında Arapça olmayan bir kelime, Arapçalaştırıldığında, artık o kelime yabancı bir kelime olmaktan çıkar. Çünkü Arapçalaşmış olmak demek, o kelime üzerinde artık Arap dili gramerine göre tasarrufta bulunmak ve onu asıl kendi metodundan, asli uygulamasından değiştirmek, Arap dili kurallarına, irabına göre icra etmek demektir. Böylece bu kelimenin de Arapça olarak indirilen Kur'ân'da kullanılması câiz olmuş olur. 54İşte böyle. Ayrıca onları iri siyah gözlü hurilerle evlendirmişizdir. “İşte böyle. - Yani iş ve mesele böyledir.- Ayrıca onları iri siyah gözlü hurilerle evlendirmişizdir.” Onları evlendirip birbirlerine yaklaştırırız. Bu nedenle (.......) kelimesi, (.......) harfiyle geçişli hale gelmiştir. (.......) kelimesi, (.......) kelimesinin çoğulu olup bu da çevresi bembeyaz ve içi simsiyah gözlü huriler demektir. (.......) kelimesinin çoğulu olup, gözler demektir. Bu da geniş gözlü, demektir. (Âyetin başında geçen (.......) deki (.......) harfi merfûdur.) 55Orada güven içinde her türlü meyveyi isterler. “Orada -cennette, yok olma endişesini taşımaksızın, nimetlerin kesilmesi gibi bir dert yaşamaksızın, sayıların artması ile zarar görme gibi bir huzursuzluk sözkonusu olmaksızın- güven içinde her türlü meyveyi isterler.” 56Orada ilk ölümden başka bir ölüm tatmazlar. Allah, onları cehennem azâbından korumuştur. “Orada -cennette kesinlikle- ilk ölümden başka -yani dünyada iken tattıktan ilk ölüm dışında- bir ölüm tatmazlar. -Yine fakat tattıkları ilk ölüm, dünyada tatmış oldukları ölümdür, denmiştir - Allah, onları cehennem azâbından korumuştur.” 57Bunlar, Rabbinden bir lütuf olarak verilmiştir. İşte bu büyük başarıdır. “Bunlar, Rabbinden bir lütuf olarak verilmiştir.” Yani bir ikram, ihsan ve lütuf olsun içindir. (.......) kelimesi, ya mefulü lehtir veya makablini tekit eden bir mastardır. Çünkü bundan önceki âyetin sonunda geçen, “Allah, onları cehennem azâbından korumuştur” kavli, Allah (celle celâlühü) dan onlara bir ikram ve lütuftur. Çünkü hiçbir kulun, Allah (celle celâlühü) üzerinde hak etmiş olduğu bir hakkı yoktur. Olanlar bir lütuf ve ihsandır. “İşte bu -yani azaptan kurtulmuş olmak ve cennete girmek bir— büyük başarıdır,” 58(Ey Resûlüm Muhammed!) Biz Onu (Kur'ân'ı) senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar. Ey Resûlüm Muhammed!- “Biz Onu -Kitabı, Kur'ân'ı -ki bununla ilgili durum surenin başında geçmişti- - senin dilinle kolaylaştırdık ki, düşünüp öğüt alsınlar.” 59Artık sen (onların başına gelecekleri) bekle; onlar da beklemektedirler. Artık sen -onların başına gelecekleri- bekle; onlar da -dönüp dolaşıp senin başına gelecekleri- beklemektedirler. |
﴾ 0 ﴿