CÂSİYE SÛRESİ

Bu sûre Mekke'de nâzil olmuştur, 37 âyettir.

Sûre, Mushaf taki sıralanaya göre Kur'ân'ı Kerîm'in 45. süresidir. Mekki olan sûrelerdendir. 37 ayetten ibârettir. Nüzul sırasına göre, Kur'ân'-ın 64. süresidir. Duhân sûresinden sonra ve Ahkaf sûresinden önce inmiştir.

Sûre, ismini bu sûrenin 28. âyetinde geçen “Câsiye” kelimesinden almıştır. Bu kelime Kur'ân’ın bir başka yerinde geçmemektedir. Nitekim sûrenin 18. âyetinde, “şerî'at” kelimesinin geçmesi sebebiyle de, sûreye “Şerî'at” sûresi ismi da verilmiştir. Câsiye, diz üstü çöken demektir. Sûrede başlıca, Kur'ân’ın indirilmesi, dış âlemde Allah'ın (celle celâlühü) varlığını ve birliğini gösteren deliller, Allah'ın (celle celâlühü) kullarına bahşettiği nimetler, İsrâ'il oğullarının kendilerine verilen nimetleri inkâr ve isyanla karşılık vermeleri konu edilmektedir.

1

Ha - Mîm.

(.......) Eğer bu harfleri surenin ismi olarak kabul edersek, o takdirde mübteda olarak merfûdur. Haberi ise bundan sonra gelen ikinci ayettir.

Yani, “Kitabın indirilişi” ibâresidir.

2

Kitab'ın indirilişi, mutlak güç sâhibi, hüküm ve hikmet sâhibi Allah tarafındandır.

“Kitab'ın indirilişi, -İntikam almada- mutlak güç sâhibi, -tedbirlerinde de- hüküm ve hikmet sâhib -olan- Allah tarafındandır.”

Âyette geçen (.......) kavli ise, (.......) kelimesinin sılasıdır.

Eğer bu harfleri mukattaa harfler olarak kabul edersek, bu durumda,

(.......) kavli, mübteda olur. Zarf da haber olur.

3

“Şüphesiz, göklerde ve yerde, inananlar için” -Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren- nice deliller vardır.”

Ayrıca mananın şöyle olması da câiz olabilir: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında inananlar için nice deliller vardır.” Çünkü bundan sonra gelen:

4

“Sizin yaratılışınızda -kavli, bunun delilidir- ve Allah'ın -yeryüzüne- yaydığı her bir canlıda da kesin olarak inanan bir toplum için elbette nice deliller vardır.”

(Buradaki (.......) kavli, muzaf olan “yaratma” kavli üzerine atfedilmiştir. Çünkü nıuzafun ileyh olan kelime, hem mecrûr ve hem muttasıl olan bir zamîrdir. Bu itibarla zamîr üzerine atfedilmesi uygun görülmez. Yine, (.......) kelimesini, Hamza ve Ali, Nasb ile (.......) diye okumuşlar. Başkalan ise, bunu raf ile okumuşlardır. Bu âdeta senin: “Muhakkak Zeyd evde Amr da sokaktadır. “veyaAmr sokaktadır.” demene benzer bir ifadedir.)

5

“Geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde, Allah'ın gökten rızık -sebebi olarak yağmur- indirip, onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, -çünkü yağmur rızkın sebebidir - rüzgârları evirip çevirmesinde akimi kullarıan bir toplum için deliller vardır.”

(Rüzgârlar manasına gelen (.......) kelimesini, Hamza ve Ali, (.......) rüzgâr diye okumuşlardır. (.......) kelimesini Ali ile Hamza Nasb ile okurken, bu ikisi dışındakiler ise raf ile okumuşlardır. İster nasb ile okunsun, ister raf ile okunsun fark etmez. Çünkü bu, iki amil üzere atfedilmiştir. Kaldı ki o iki amil den biri (.......) harfidir, ötekisi de (.......) harfidir. Bu iki amil, eğer nasb görevi görürlerse, bu takdirde (.......) harfi her ikisinin de yerine geçer. Buna göre bu (.......) harfi, (.......) ibâresinde cer amelini yani görevini yapar.

(.......) kelimesinde ise bu defa (.......) harfi, Nasb görevini yapar. Merfû' olarak okunması hâlinde sözkonusu iki amil yani ibtida oluş ile cer edatı olan (.......) harfi sebebiyle (.......) harfi, (.......) kelimesinde raf görevini yaparken, (.......) kelimesinde ise cer görevini yapar. Bu görüş, Ahfeş'z âittir. Çünkü Ahfeş her iki amil üzerine de atfı câiz görmektedir. İmâm Siybeveyh ise, bunu câiz görmemektedir. İmâm Siybeveyh'in gerekçesi, burada bir (.......) harfi muzmerdır. Onun uygun bulduğu şey, (.......) harfinin bundan önce geçen iki âyette sözkonusu olmasıdır. Nitekim İbn Mesud'un (radıyallahü anh) (.......) kırâati de bunu desteklemektedir.

Bu arada mecrûr olan kelimenin makabline ma'tûf olmasından veya birinci defa geçen (.......) kelimesini tekit amacıyla tekrardan sonra (.......) kelimesinin ihtisasen mensûb olması da câiz olabilir. Bu durumda sanki (.......) der gibidir. Merfû' olması ise, o da (.......) zamîrinin izman iledir. O takdirde de, (.......) olarak merfû' okunur.)

Îman olayının İykan üzerine takdimin manasına gelince; yani iykandan önce îmana yer verilmesi, yani peş peşe gelen üç ayetten ilkinde -ki bu, üçüncü ayettir—, mü'minler yani inananlar, ikincisinde yani ortadaki âyette -ki bu da dördüncü ayettir- bu âyette kesin inananlar manasında iykan kelimesinin getirilmesi ve üçüncü âyette de -ki bu da beşinci ayettir-, aklını kullarıanlar ifadesine yer verilmiştir.

Buna göre insaf sâhibi kullar, göklere ve yeryüzüne sağlıklı bir bakış açısıyla dikkatle bakıp izlediklerinde, mutlaka bunların yapılmış olduğunu görür, bunlar yapıldığına göre mutlaka bunları yapan bir ustasının olduğunu kabul eder. Bunu kabul edince de Allah'a (celle celâlühü) îman eder. Nitekim kendisinin bizzat nasıl yaratıldığına dikkatle bakıp incelediğinde, bir hâlden bir başka hale nasıl dönüştüğünü gördüğünde de durum aynıdır. Nitekim yeryüzünde var olan her türden canlı - cansız ne varsa, dikkatle incelendiğinde giderek îmanı ve inancı artacaktır. Bu defa bu îman İykan haline yani kesin inanca dönüşür. Bir de her an ve zaman durmaksızın yenilenen diğer olaylara dönüp baktıklarında, Meselâ gece ile gündüzün art arda gelmesi, yağmurun yağması, Ölü olan yeryüzünün yeniden canlanması, rüzgârların güneyden, kuzeyden evrilip çevrilerek esmesi, önden, arkadan, doğudan, güneyden esmesini değerlendirdiklerinde, bu defa akletmeye, düşünmeye başlarlar. Kesin bilgi edinirler. Bu defa yakin manasındaki îmanları samimiyet ve ihlâs kazanır.

6

İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz. Artık Allah'tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?

“İşte bunlar, -sözkonusu olan ve az önce anlatıları âyetler, deliller— Allah'ın ayetleridir. Onları sana gerçek olarak okuyoruz.”

(Âyette geçen, (.......) kavli, hâl konumundadır.

Yani okunan, demektir. Amil ise, (.......) işaret isminde var olan işaret manası buna delalet etmektedir.)

“Artık Allah'tan -Allah'ın ayetlerinden- ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?”

Bu ifade Arapların: “Zeyd ve cömertliği hoşuma gitti” kavline benzer ki bununla: “Onun cömertliği hoşuma gitti, beni şaşırttı.” demek isterler.

(Âyetin sonunda gelen, (.......) kavlini, Hicaz Okulu mensupları ile Ebû Amr, Sehl ve Hafs, (.......) harfiyle (.......)diye okumuşlardır. Başkalan ise, (.......) harfiyle (.......) diye okumuşlardır. Bu durumda: “Ey Resûlüm Muhammed de ki:” ifadesi takdir edilir.

7

Her yalancı günahkârın vay hâline!

Günah işleyenlerin durumları abartılı bir şekilde aktarılmaktadır.

8

“Kendisine Allah'ın âyetlerinin okunduğunu işitir de, sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç duymamış gibi direnir. İşte onu elem dolu bir azap ile müjdele!”

“Kendisine Allah'ın âyetlerinin okunduğunu işitir de, sonra -Allah'ın (celle celâlühü) ayetlerine îman etmekten, onun konuşarak ortaya koyduğu haktan, hakkı dinlemekten uzak durarak, küçümseyip aşağılayarak, kendi sapık ve sakat düşüncesiyle böbürlenerek ve- büyüklük taslayarak sanki onları hiç duymamış gibi -küfründe direnerek ve onda ısrar ederek- direnir.”

Söylendiğine göre bu âyet Nadr b. Haris ve onun Arap olmayan unsurlarla ilgili olarak anlattığı hikâyeler hakkında nâzil olmuştur. Böylece halkın Kur'ân dinlemelerini önlemek istiyordu. Aslında âyet, din aleyhinde olan ve dine zarar veren herkes hakkındadır, bu manasıyla âyet amm yani geneldir.

Âyette (.......) harfinin kullanılması, şundan dolayıdır. Kişinin sapıklıkta ısrarı, Kur'ân'ı dinlerken ona îman etme konusunda büyüklük taslamaları, akıl açısından âdeta imkânsız gibidir. Bütün gerçeklere rağmen hakka kulak tıkamaktadırlar. İşte sözkonusu harf, bu noktaya dikkat çekmektedir.

(Âyetin, (.......) kavli, cer mahallinde (.......) kavlinin sıfatıdır. (.......) kavli de, (.......) kavlinden hâldir. (.......) kavli, aslında (.......) hâlinin şeddesiz, hafifletilmiş halidir. Çünkü aslında bu (.......) idi, zamîr ise, zamîri şandır, dikkat çekmek içindir. Cümle hâl olarak mahallen mensûbtur.)

“İşte onu elem dolu bir azap ile müjdele!” Ona öyle bir haber ver ki, eseri üzerinde görülebilsin.

9

Âyetlerimizden bir şey öğrenince onu alaya alır. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır!

“Âyetlerimizden bir şey -kendilerine ulaşırıca ve onların da bizim âyetlerimizden olduğunu- Öğrenince'onu'-o âyetleri- alaya alır.”

Burada müennes /dişi zamîriyle (.......) ifadesine yer verdi ve fakat müzekker/eril zamîriyle (.......) demedi. Bunun sebebi, sözkonusu inkârcılar kullanılan ifadelerden, o şeyin âyetler, mu'cizeler cümlesinden olduğunun farkına vardığında, hemen onu alaya aldıklarını bildirmek ve bunu duyurmak içindir. Çünkü bu şekilde bütün âyetleri alaya almaya dalar, hepsiyle istihzada bulunur. Sadece kendisine ulaşan ayetlerle alay etmekle yetinmez. Öte taraftan sözkonusu zamîrin (.......)“şey” ifadesine râci olması da câiz olabilir. Çünkü âyette geçen “şey” kelimesi, zaten âyet manasınadır. Bu, âdeta Ebû Atahiye'nin şu kavlindeki ifadeye benzer:

Bu şiirde geçen (.......) ile kastedilen kinaye yollu bir anlatım tarzıyla, Utbe adındaki Mehdi'nin sevgililerinden ya da odalıklarından biridir. Bu nedenle (.......) kavlindeki zamîri müennes / dişi! olarak getirmiştir. Yine şiirde yer alan, (.......) ibâresiyle de, dünyada ondan başkasını istemediğini ima etmektedir. (.......) kelimesiyle de, şerî'atin emrini icra eden, yerine getiren demektir. (.......) kavli ile de;

ihtiyaç olarak sadece bu bana yeter demek olabileceği gibi, nefsimin istediği bu şey bana yeter, demektir. Çünkü o, burada Utbe'yi demek istemektedir.

“Onlar ipin alçaltıcı bir azap vardır!” Burada “onlar için” manasına gelen, (.......) işaret ismiyle, daha önce bu surede geçen ve: “Her yalana günahkârın vay hâline!” mealindeki 7. ayete işaret etmektedir. Çünkü âyette geçen effak kelimesi, tüm yalancıları kapsaması hasebiyledir.

10

Arkalannda da cehennem vardır. Dünyada kazandıkları ve Allah'tan başka edindikleri dostlar onlara hiçbir fayda vermez. Onlar için elbette büyük bir azap vardır.

“Arkalannda da -ilerilerinde de- cehennem vardır.” Âyette geçen ve arkalannda manasına gelen, (.......) kelimesi, önden veya arkadan kişiyi arkasından veya ilerisinde bekleyen şey demektir.

“Dünyada kazandıkları -mallar- ve Allah'tan başka edindikleri dostlar -putlar- onlara hiçbir fayda vermez -onları Allah'ın azâbından kurtarmaz-.

Âyette yer alan her iki kelimedeki (.......) harfi de ya mastariyedir veya mevsûledir.

“Onlar için -cehennemde- elbette büyük bir azap vardır.”

11

İşte bu (Kur'ân) bir hidâyettir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere ise elem dolu çok kötü bir azap vardır.

“İşte bu, -yani Kur'ân,- bir hidâyettir.” Çünkü (.......) işaret ismi, Kur'ân'a işaret etmekte ve ona delalet etmektedir.

“Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere ise... “Zira Rabbimizin ayetlerinden kasıt, Kur'ân'dır.

Yani bu Kur'ân, en mükemmel hidâyet kitâbıdır. Bu ifade âdeta, “Zeyd, adam gibi adamdır.” ifadesine benzer bir anlatım tarzıdır. Bu anlatım tarzıyla demek istenen şey, “Adamlıkta o mükemmel bindir, onun üzerinde mükemmeli yoktur, “manasınadır.

“....elem dolu çok kötü bir azap vardır.” Çünkü (.......) kelimesi, en şiddetli azap demektir.

(Âyette geçen (.......) kelimesini, Mekke okulu, Ya'kûb ve Hafs, (.......) kelimesinin sıfatı kabul ederek, merfû' okumuşlardır. Bunlar dışındakiler ise, aynı kelimeyi, (.......) kelimesinin sıfatı kabul ederek, meksur olarak, (.......) diye okumuşlardır.)

12

Allah, içinde gemilerin, emriyle akıp gitmesi, O'nun lütfunu aramanız ve şükretmeniz için denizi sizin hizmetinize verendir.

“Allah, içinde gemilerin, emriyle -onun izin vermesiyle- akıp gitmesi, -ticaret yapmak, ya da denize dalarak oradan inci ve mercan çıkarmak ya da oradan taze et elde etmek için- O'nun lütfunu aramanız ve şükretmeniz için denizi sizin hizmetinize verendir.”

13

Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.

“Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından -bir nimet olaraksizin hizmetinize verendir.” Bu, bir önceki âyeti pekiştiren bir ifadedir.

(Âyette geçen (.......) kavli, (.......) fiilinin mefulü yani tümlecidir. Ayrıca, (.......) kelimesinin hâl olarak mensûb kılındığı da söylenmiştir. Nitekim (.......) kavli de hâldir.) Buna göre mana: “Şu eşyayı sizin emrinize ve hizmetinize sunması, O'nun tarafından meydana gelen bir gerçektir.” olur. (Ya da bu, mahzûf bir mübtedanın haberidir.) O zaman da mana: “Bütün bu nimetler sadece O'nun tarafındandır.” demek olur.-(Yahut da bir mastarın sıfatıdır.)

Yani: “O'nun tarafından emrinize verilmekle “demek olur.

“Elbette bunda düşünen bir toplum için deliller vardır.”

14

İnananlara söyle, Allah'ın (cezâ) günlerinin geleceğini ummayanları (şimdilik) bağışlasınlar ki Allah herhangi bir kavme (bir topluma kendi) kazandığının karşılığını versin.

“İnananlara söyle, Allah'ın -cezâ- günlerinin geleceğini ummayanları -şimdilik- bağışlasınlar kî...”

Yani onlara, bağışlayın, diye söyle ki, bağışlasınlar. Bu ibârede söylenen söz, hazfedilmiştir. Çünkü cevap zaten o söylenenin ne olduğunu göstermektedir. Âyette geçen, “mağfiret etsinler” kelimesi, Affetsinler, bağışlasınlar, manasınadır.

Bir tefsire göre ise, sözkonusu kelime, muzmer / gizli bir (.......) harfiyle meczum kılınmıştır. Çünkü bu, (.......) takdirindedir ve yeni bir emirdir. Gerçi emre delalet etmesi sebebiyle (.......) harfinin hazfedilmesi de câizdir.

Allah'ın -cezâ- günlerinin geleceğini ummayanları...”

Yani Allah'ın (celle celâlühü) düşmanlarına göndereceği azâbı ve cezâyı beklemeyi ummayanları, böyle bir beklenti içinde bulunmayanları, demektir. Nitekim onlar Arapların savaşlarla ilgili olan dönemler için, “Eyyamul Arab” - “Arap günleri” tabirini kullanırlar.

Bir tefsire göre de deniliyor ki; Allah'ın mü'minlere sevap vermek ve o günlerde onları kurtarmak için belirlediği ve vadettiği zamanları ve vakitleri ummazlar, böyle bir beklenti içinde olmazlar.” demektir.

Bir diğer tefsire göre âyet, Ğıfar kabilesinden olan müşrik bir kimsenin Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) sataşması ve hakarette bulunması üzerine, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de ona tokat atmak ve onu dövmek istemiş, işte âyet bunun hakkında nâzil olmuştur.

Allah herhangi bir kavme -topluma kendi- kazandığının karşılığını versin.” Âyette geçen ve karşılığını vermek manasında olan (.......) fiili, mağfiret ve bağışlama konusu ile ilgili gerekçedir.

Yani: “Onlar, kıyamet gününde bağışlarısınlar diye, kendilerine karşı hatalı davrananları bağışlamakla emrolundular.” demektir. Yine âyette geçen (.......) kelimesinin nekre olarak gelmesi, onları methetmek ve övmek içindir.

Sanki burada deniyor ki: “Öyle bir toplumu ödüllendirsin ki, o toplum, düşmanlarının kendilerine ezalarına karşı sabırlıdırlar.”

(.......) kelimesini, Şam Okulu mensupları, Hamza ve Ali, (.......) olarak okumuşlardır. Yezid ise aynı kelimeyi, (.......) diye okumuştur.

Yani, “Bir toplum, hayırla ödüllendirilsin için” demektir. Sözün gelişi, “hayır/iyilik” manasını içerdiğinden, ayrıca “hayır/iyilik” kelimesine yer verilmemiştir. Bu durum âdeta,

(.......) demek değildir. Çünkü elinde sahih olan bir mefûl dururken, mastar olan bir kelime, fâil yerine geçmez. Ancak ikinci bir mefulün fâil yerine geçmesi câizdir. Bu itibarla sen, (.......)kazandığının karşılığını -hayır olarak- versin,” ihsan etsin, diyebilirsin. Çünkü bunu söylemek câizdir.

15

Kim sâlih bir amel işlerse, kendi lehine işlemiş olur. Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhine yapmış olur. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.

“Kim sâlih bir amel işlerse, -onun için- kendi lehine -sevap- işlemiş olur. Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhine -kötülük ve cezâ- yapmış olur. Sonra Rabbinize -onun ödüllendirmesine veya cezâlarıdırmasına- döndürüleceksiniz.”

16

Andolsun biz, İsrâ'il oğullarına kitap, hükümranlık ve peygamberlik verdik. Onları güzel ve temiz yiyeceklerle rızıklarıdırdık ve onları (dönemlerinde) âlemlere üstün kıldık.

“Andolsun biz, İsrâ'il oğullarına kitap -Tevrât - hükümranlık -hikmet, bilgi, anlayış, kavrama, halk arasındaki anlaşmazlıkları karara bağlama imkânını verdik. Çünkü kral onlardandı ve mülk de onlardaydı .-ve peygamberlik verdik.” Burada özellikle peygamberlik meselesine vurgu yapılması, gönderilen peygamberlerin -Allah'ın selâmı hepsinin üzerlerine olsun- en fazla onların arasından seçilip gönderilmesi sebebiyledir.

“Onları güzel ve temiz -Allah'ın kendileri için helâl, temiz kıldığı rızık ve- yiyeceklerle rızıklarıdırdık ve onları -dönemlerinde ve zamanlarındaki- âlemlere üstün kıldık.”

17

Onlara din işi konusunda açık deliller verdik. Ama onlar ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayı ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kıyamet günü, aralarında hüküm verecektir.

“Onlara din işi konusunda açık deliller -âyetler ve mu'cizeler- verdik. Ama onlar ancak kendilerine -din konusunda- bilgi geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayı ayrılığa düştüler.” Aslında önceden aralarında bir anlaşmazlık yoktu, ne zaman ki kendilerine anlaşmazlığı ortadan kaldıracak olan ilim ve bilgi gelince, işte o zaman aralarında meydana gelen haset ve düşmanlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. “Şüphesiz Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kıyamet günü, aralarında hüküm verecektir.” Deniliyor ki bu anlaşmazlıktan murat, Tevrât'ta yer alan.Allah'ın (celle celâlühü) emir ve yasakları konusundadır. Çünkü riyâset adına, başa geçmek adına birbirlerini çekemeyip haset etmişlerdir. Yoksa bilmeden ve cehalete dayalı insan mazur sayacak bir nedene dayalı değildir.

18

Sonra da seni din konusunda açık bir şerî'at üzere kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.

Kitap ehlinin anlaşmazlıklarından- “Sonra da seni din konusunda açık bir şerî'at -bir metod- üzere kıldık. Sen -hüccet ve delillerle kanıtlarıan sabit şerî'atine tabi ol - ona uy, bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma.”

Yani câhillerin, kendini bilmezlerin nevalarına, isteklerine, heva ve hevese, bid'atlere dayalı dinlerine uyma! Sözü edilen bu kimseler, Kureyş'in önde gelen azılılarıdırlar. Çünkü bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e: “Sen yeniden atalarının dinine, onların inançlarına dön” diye baskı uygulamaktaydılar.

19

“Çünkü onlar, -o kâfirler,- Allah'a karşı sana asla bir fayda sağlayamazlar. Şüphesiz zalimler birbirinin dostlarıdır. Allah ise kendisine karşı gelmekten sakınanların dostudur.”

Allah (celle celâlühü), onları koruyup himaye eder, onların yanında olur. İki dostluk arasında faziletçe ne kadar büyük bir farklılık vardır. Biri Allah'ın (celle celâlühü) dostluğu, diğeri de kâfirlerin yandaşliğidır.

20

Bu Kur'ân, insanlar için kalp gözleri (konumundaki bir nur), kesin olarak inanan bir toplum için de bir hidâyet ve bir rahmettir.

“Bu Kur'ân, insanlar için kalp gözleri -konumundaki bir nurdur. Allah, Kur'ân'da yer alan dini esasları, şerî'at prensiplerini, nasıl ki bir hayat ve bir can bağışlıyorlarsa burada da tıpkı kalp gözleri mesabesinde göstermektedir - kesin olarak inanan -ve öldükten sonra dirilmeyi de kesin kabul eden- bir toplum için de bir hidâyet -dalalet ve sapıklıktan arınma- ve -azaptan kurtulmak için de- bir rahmettir.”

21

Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp sâlih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağım mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!

“Yoksa kötülük işleyenler, -ma'siyet işleyip küfre dalanlar- kendilerini, inanıp sâlih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağım mı sanıyorlar?”

(Âyetin başında yer alan (.......) harfi, munkatıadır. Baştaki hemzenin manası, sözkonusu sanmayı inkâr demektir. (.......) kelimesi de, âyette geçen (.......) kelimesinden alınmadır. Meselâ, (.......) dendiğinde, (.......) demek olup “Ailesini giydiriyor, yediriyor, onlar için kazanıyor.” manasınadır. Yine âyette geçen (.......) fiili, demek olup, değiştirmek, kılmak manasınadır. Bu kelime yani (.......) fiili, iki mefûl alan kelimelerdendir. Bu nedenle ilk mefûl, zamîrdir, ikinci mefûl ise, (.......) diye devam eden ibârenin başında yer alan (.......) harfidir. Bu arada, (.......) cümlesi de yine (.......) haıfinden bedeldir. Çünkü cümle ikinci mefûl konumundadır. Bu itibarla cümle tek kelime hükmündedir.

(.......) kelimesini, Ali, Hamza ve Hafs, (.......) kelimesindeki zamîrden hâl kabul ederek nasb ile (.......) diye okumuşlardır. Böylece,

(.......) ibâresi de, (.......) kelimesiyle merfû' kılınmıştır.

A'meş ise (.......) kavlini nasb ile (.......) diye okumuştur. Böylece (.......) kelimelerini zarf olarak kabul etmiştir.

Yani: “Onlar hayatlarının ve ölümlerinin bir mi olacağım sanıyorlar?” olur. Bu durumda mana şöyle olmaktadır:

“Kötülük işleyenlerle iyilik ve güzel amel işleyenlerin ister hayatlarında olsun, ister ölümlerinde obun bir olmayacakları, eşit sayılmayacaklarıdır. Çünkü iyilik yapanların hayatta iken yaşantılarının farklı olmasıdır. Zira berikiler sâlih amel işlerken, Allah'a (celle celâlühü) itâat ederlerken, ötekiler kötülük işlemekteydiler. Ölümlerinde farklı olmaları, bir olmamaları ise, sâlih amel işleyen ve itaatte devam edenler, Öldüklerinde rahmetle ve ikramla müjdelenmiş olarak ölecekler. Ötekiler ise, Rahmetten umutları kesilmiş ve pişmanlık duyarak hayatlarına son vereceklerdir. Dolayısıyla bu ikisi hiçbir olurlar mı?”

Yine bir tefsire göre de deniliyor ki mana şöyledir: “Hayatlarında nasıl ki sağlık, sıhhat ve rızık yönünden eşit değiller idiyse, ölümlerinde de eşit ve aynı olmayacaklardır.”

Temîmüd-Dari'den (radıyallahü anh) rivâyete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi bir gece Makam-ı İbrâhîm'de, namaz kılarken, namazda okuduğu âyetlerden bu ayete gelince, ağlamaya başlar ve sabaha kadar bu âyeti tekrar eder durur.

Fudayl b. İyad'dan gelen rivâyete göre, o da bu ayete geldiğinde, âyeti tekrar eder durur ve kendi kendisine: “Ey Fudayl! Vah başıma gelenler, keşke gerçeği bilebilseydin, sen acaba hangi guruptan olacaksın?” dermiş.

“Ne kötü hüküm veriyorlar!” Verdikleri hüküm ne de fena bir hükümdür! Çünkü bu zavallılar da, kendilerinin mü'minler gibi olacağını sanmaktadırlar. Hiç, kabul döşeğinde oturtuları ile muhalefet minderine oturtuları eşit olabilir mi? Aksine, biz onları birbirinden ayırır ve mü'minlerin makamını yüceltir, kâfirleri de rezil ederiz.

22

Allah, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulmedilmez.

Allah, gökleri ve yeri, -kudretine delalet etsin ve göstersin diye- hak ve hikmete uygun olarak, herkese kazandığının karşılığı verilsin diye yaratmıştır. Onlara zulmedilmez.”

Burada geçen (.......) kavli, mahzûf olan talil üzerine atfedilmistir ki, o da: (.......) takdirindedir. Bununla kudretini göstersin ve her nefsin, yaptıklarının karşılığı verilsin gerçeğine işaret etsin diyedir.

23

Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah'ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?

“Nefsinin arzusunu ilâh edinen, -onun istediği gibi ona itâat edip hareket edenin ve her arzusuna uyan kimsenin, -sanki bu kimse, mü'minin Rabbine kulluk ettiği gibi, o da nefsine, heva ve hevesine kulluk ediyordur.- Allah'ın; -hâlini- bildiği için -kendi isteğiyle sapıklık yolunu seçeceğini bilmesinden ötürü- saptırdığı -ya da- Allah'ın bildiği -bir sebepten ötürü onda yaratmış olduğu dalalet fiili sebebiyle saptırdığı- kulağını ve kalbini mühürlediği, -yani vaaz ve nasihat dinlemeye kulağını tıkayıp gerçeği kabul etmediği, kalben de hakka da inanmadığı- gözüne de perde çektiği -ibretle bakmadığı- kimseyi gördün mü? Şimdi -Allah'ın kesin olarak sapacağını bildiği kimseyi, sapmasından sonra- onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?”

(Âyette geçen, (.......) kelimesini, Hamza ile Ali (.......) diye okumuşlardır. (.......) kelimesini, Hamza, Ali ve Hafs, şeddesiz olarak, (.......) diye okumuşlardır. Başkalan ise, şeddeli olarak, (.......) diye okumuşlardır.

Aslında “şer” , heva ve hevese uymaktır. “Hayır” ise, tamamen bunun karşıtı olan güzelliklerdir. Nitekim Şâir ne güzel söylemiş:

Günün birinde nefis isterse senden bir şehvet

Ona karşı koymak için bir yol var, bil bunu

Bırak onu, ona muhalefet et ve istediğine de

Çünkü heva düşmanındır, ona muhalefet dostundur

24

Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder.” Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.

Kendilerine ikinci bir hayat vadedilmesi sebebiyle- “Dediler ki: -içinde yaşamakta olduğumuz bu- Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Ölürüz ve yaşarız. “Biz ölürüz, bizden sonra çocuklarınıız yaşamaya devam ederler. Ya da bir kısmınız ölür, bir kısmımız hayatta kalırlar.

Yahut da babalarınıızın sulbünde nutfe / sperm olarak ölüyüzdür, daha sonra diriliriz. Ya da bize ölüm de, hayat da isabet eder. Böylece bu söyledikleriyle dünyadaki hayatı murat ediyorlar, bundan sonrasını da ölüm olarak demek istiyorlar. Bunun ötesinde bir başka hayatın olduğunu kabul etmiyorlar.

Bir tefsire göre ise, tenasüh inancına sahip olanlar reenkarnasyona yani ruh göçüne inananlar böyle demektedirler.

Yani adam ölür, sonra onun ruhu ölüler arasında bir başkasının bedenine girer ve onu hayata getirir, derler.

“Bizi ancak zaman yok eder.” Bunların savlarına göre günlerin ve gecelerin geçip gitmesi, insanların helâk olmalarında ve ölmelerinde etkindir. Bu itibarla ölüm meleğini ve onun, Allah'ın (celle celâlühü) emri gereği ruhları kabzetmesini inkâr ederler. Meydana gelen her olayı, dehre, zamana izafe ederler. Fakat şiirlerinde hem zamandan yakındıklarını görürsün.

Nitekim bir hadislerinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

“Dehre, zamana sövmeyin, çünkü Dehr, Allah'ın yarattığı gerçektir.” Buhârî, H: 6181; Müslim, H: 2246.

Çünkü olayları yaratan, meydana getiren Allah'tır (celle celâlühü), Dehr denen zaman değildir.

“Bu hususta onların bir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanda bulunuyorlar.” Onlar bu söylediklerini bilerek, herhangi kesin bir bilgiye dayanarak söylemiyorlar. Fakat hep tahmine ve zanna dayanarak söylediklerini söylüyorlar.

25

Onlara âyetlerimiz açıkça okunduğu zaman onların delilleri ancak, “Doğru söyleyenler iseniz babalarınıızı getirin” demek oldu.

“Onlara âyetlerimiz -Kur'ân yani orada sözü edilen ölümden sonra yeniden dirilme olayı- açıkça okunduğu zaman onların delilleri -müşriklerin ve inkârcıların söylemleri delil olmamasına rağmen delil diye belirtilmesi, onların açısından delil olarak görülmesi iddiası sebebiyledir. Evet, delilleri- ancak, -bu yeniden dirilme davasında- Doğru söyleyenler iseniz babalarınıızı getirin -yani onları diriltin- demek oldu.”

(Âyette geçen, (.......) kavli, (.......) fiilinin haberidir. (.......) fiilinin ismi ise, (.......) kavlidir.) Bu durumda mana şöyle olmaktadır: “Onların delilleri sadece babalarınıızı, atalarınıızı getirin.” Sözünden ibâret olur.

(Öte taraftan, (.......) kavlini, (.......) fiilinin ismi kabul ederek, bunu merfû' olarak, (.......) diye de okuyanlar olmuştur. Buna göre, (.......) kavlini de (.......) fiilinin haberi kabul etmişlerdir.)

26

De ki: “Allah sizi yaşatıyor. Sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde sizi bir araya getirecek, ama insanların çoğu bilmezler.”

“De ki: Allah sizi'-bu dünyada diriltip- yaşatıyor. Sonra ömürleriniz bitince- sizi öldürecek, sonra da kendisinde -toplayıp bir araya getirmesinde- şüphe olmayan Kıyamet gününde -hepinizi yeniden dirilterek- sizi bir araya getirecek.'-Bu itibarla buna kâdir olan, gücü yeten Allah (celle celâlühü), zaruri olarak, isteseler de istenmeseler de onları yeniden diriltmeye ve getirmeye kâdirdir.- ama insanların çoğu -Allah'ın (celle celâlühü) yeniden diriltmeye kâdir olacağım- bilmezler.” Çünkü konu ile ilgili deliller üzerinde düşünmekten kaçarlar.

27

Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Kıyamet kopacağı gün, işte o gün bâtıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır.

(Bu âyette, (.......) kavlini nasb etmede amil olan kelime, (.......) kelimesidir. (.......) kavli ise, (.......) kavlinden bedeldir.)

28

O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabına çağrılır. (Onlara şöyle denilir:) “Bugün (yalnızca) yaptıklarınızın karşılığı verilecektir.”

“O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi -işlediği amellerinin- kitabına -sayfalarına- çağrılır. -(Burada sadece cins isimle yetinilmiştir.) Onlara şöyle denilir:- Bugün -size, yalnızca dünyada- yaptıklarınızın karşılığı verilecektir.”

(Âyette geçen (.......) kelimesi, dizleri üzerinde çökmek manasınadir. Nitekim bir kimsenin diz çökmesi durumunda, (.......) cümlesi kullanılır ki bu, “dizleri üzerinde çöküp oturdu” demektir. Ayrıca, toparlanmak, toplanmak manasında da kullanılmıştır.

Yine âyette geçen, (.......) kavlini, söz başı olarak, mübteda olarak merfû' okuyanlar da olmuştur. Ya'kûb da âyette geçen ikinci, (.......) kelimesini, âyetin başında geçen (.......) kavlinden bedel yaparak,

(.......) diye mensûb okumuştur.)

29

İşte kitabımız, size karşı gerçeği söylüyor. Çünkü biz yapmakta olduklarınızı kaydediyorduk.

“İşte kitabımız, ...” Burada sözkonusu kitap kendilerine izafe edilmektedir. Çünkü o kitapla ilgisi olanlar kendileridir. Zira yapıp ettikleri her şey orada tespit edilmiştir. Mesele Allah'a (celle celâlühü) kalmıştır. Çünkü onun sâhibi ve mâliki sadece Allah'tır (celle celâlühü). Burada kullarının amellerini yazmaları için meleklere emri veren de bizzat Yüce Allah'tır. “.... size karşı gerçeği söylüyor.” Çünkü yapıp ettiklerinize ilişkin, herhangi bir ilave ve eksiltmeye mahal bırakmaksızın onlar aleyhinizde tanıklık ediyor.

“Çünkü biz yapmakta olduklarınızı kaydediyorduk.” Amellerinizi yazmaları için meleklerimizi görevlendirmiştik. Arapçada (.......) ve (.......) kelimeleri aynı manaya gelirler. Bu, bir şeyi bir kitaptan diğerine aktarmak manasında değil, aksine bu, tespit etmek, kayda geçirmek demektir.

30

“İnanıp sâlih ameller işleyenlere gelince, Rableri onları rahmetine -cennetine- sokacaktır. İşte bu apaçık kurtuluştur.”

31

İnkâr edenlere gelince (onlara şöyle denilir): “Size âyetlerim okunduğunda büyüklük taslayıp suçlu - günahkâr bir kavim olanlar sizler değil miydiniz?”

“İnkâr edenlere gelince -onlara şöyle denir:- Âyetlerim size okunmadı mı?” Buradaki mana: Peygamberlerim size gelmedi mi, âyetlerim sizlere okunmadı mı?” şeklindedir. Burada “Âyetlerim size okunmadı mı?” cümlesi üzerine atfedilen'Peygamberlerim size gelmedi mi?'cümlesi hazfedilmiştir.

O ayetlere îman etmeye- “büyüklük taslayıp suçlu - günahkâr bir kavim olanlar sizler değil miydiniz.”

32

“Şüphesiz, Allah'ın va'di gerçektir, kıyamet hakkında hiçbir şüphe yoktur” dendiği zaman ise; “Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz, sadece zannediyoruz. Biz bu konuda kesin kanaat sâhibi değiliz” demiştiniz.

Allah'ın va'di -mükâfat ve cezâ vereceğine dair vadi.- gerçektir...”

(.......) merfûdur. (.......) ve isminin mahalli üzerine atıftır. Hamza'ya göre (.......) üzerine atıf olmak üzere (.......) şeklinde mensuptur.

“... kıyamet hakkında hiçbir şüphe yoktur dendiği zaman ise; -siz- demiştiniz ki: Kıyametin ne olduğunu biz bilmiyoruz,'-O nasıl bir şeydir? Çünkü biz - sadece zannediyoruz...”

(.......) cümlesinin aslı (.......) Biz öyle bir zan ile zannediyoruz ki'demek oiup, manası, sadece zannın ispatıdır. Zannın dışındaki şeylerin nefyi ve zannın ispatı için olumsuzluk ve istisna edatı getirilmiştir, “onun hakkında kesin bir bilgi elde etmiş değiliz” sözü de zannın dışındaki şeylerin nefyini tekid için ziyade kılındı.

33

Yaptıklarının kötülükleri karşılarına dikilmiş ve alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıvermiştir.

Sözkonusu olan bu kâfirlerin “Yaptıklarının -işledikleri amellerinin- kötülükleri -veya işledikleri kötü amellerinin cezâları- karşılarına dikilmiş...” bu mesele tıpkı:

“Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür.” 3 kavli gibidir.

“....ve alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıvermiştir.” Alay ettikleri şeyin cezâsı gelip kendilerini bulmuştur.

34

Onlara şöyle denir: “Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, bu gün biz de sizi unutuyoruz. Barınağınız ateştir. Yardımcılarınız da yoktur.”

“Onlara şöyle denir;'Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, bu gün biz de sizi unutuyoruz.”

Yani sizin bugününüze kavuşmak için hazırlanmayı terk ettiğiniz gibi biz de sizi azap içinde terk ettik. Burada sözü edilen hazırlık konusu, Allah'a (celle celâlühü) olan itâat konusudur. Kavuşma olayının yevm / gün olayına izafe edilmesi, hile ve tuzağın:

“Hayır, asıl suç gece ve gündüz yapmış olduğunuz tuzaklardadır.” 4 âyetinde geçen gece ile gündüze izafesi kabilindendir.

Yani: Siz, o günlerinizde Yüce Allah'a ve onun sizi cezâlarıdırmasına kavuşmayı unuttunuz, bu nedenle- “Barınağınız -varacağınız yer- ateştir. Yardımcılarınız da yoktur.'“

35

“Bunun sebebi, Allah'ın âyetlerini alaya almanız ve dünya hayatının sizi aldatmasıdır.” Artık bugün ateşten çıkarılmazlar ve Allah'ın rızasını kazandıracak amelleri işleme istekleri kabul edilmez.

“Bunun -sizin bu azâbınızın- sebebi, Allah'ın âyetlerim alaya almanız ve dünya hayatının sizi aldatmasıdır.'Artık bugün ateşten çıkarılmazlar ve Allah'ın rızasını kazandıracak amelleri işleme istekleri kabul edilmez.” Onların Rabb'lerini memnun etmek ve rızasını kazanmak için olan isteklerinin bir anlamı olmaz, çünkü kendilerinden böyle bir istek kabul edilmeyecektir.

(Bu âyette geçen (.......) kelimesini, Hamza ve Ali, (.......) olarak okumuşlardır.)

36

Hamd, göklerin Rabbi ve yerin Rabbi, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Yani O Allah'a hamd edin ki O, sizin Rabb'iniz olduğu gibi, göklerin, yerin ve âlemlerin de Rabb'idir. Bu itibarla böyle bir Rububiyete, Rab oluşa, herkes için kendisine Rab olan o zata hamd etmesi ve ona övgüde bulunması gerekir, bu, farzdır.

37

Göklerde ve yerde ululuk O'na âittir. O, mutlak güç sâhibidir, hüküm ve hikmet sâhibidir.

“Göklerde ve yerde ululuk O'na âittir. -Onu yüceltin, ona tazim edin. Çünkü onun yüceliğinin ve azametinin eserleri göklerde ve yerde açıkça görülmektedir - O, -intikamım ve öcünü almada- mutlak güç sâhibidir, -yargılamalarında- hüküm ve hikmet sâhibidir.”

0 ﴿