TÛR SÛRESİ1-8Tûr'a; satır satır yazılmış, ince deri üzerine yayılmış kitaba; ma'mur eve, yükseltilmiş tavana, dolan denize andolsun ki, Rabbinin azâbı mutlaka vuku bulacaktır. Ona engel olacak bir şey yoktur. Tûr, Allah Teâlâ’nın, Mûsa (aleyhisselâm) a onun üzerinde iken konuştuğu dağdır. Medyen'dedir. “Satır satır yazılmış ... kitap...” Kur'ân'dır. Nekra kılınmıştır; çünkü, diğer kitaplara karşı üstün kılmmış bir kitaptır. Ya da levhi mahfuzdur. Ya da Tevrât'tır. (.......) , “İnce deri” sayfadır. Ya da, üzerine yazı yazıları deridir. “Yayılmış” ; açık, mühürsüz ya da görülen demektir. “... ma'mur...” yani mukabil demektir. O, gökte Kâ'be'nin tam hizasında, mukabilinde bulunan evdir. O'nun mamurluğu, O'nu ziyaret eden meleklerin çokluğuyladır. Rivâyet edildiğine göre, O'na her gün yetmiş bin melek giriyor, çıkıyor ve bir daha ebedî olarak oraya dönmüyor. Hacılarla ve umrecilerle ma'mur olduğu için “o Kâ'be'dir” de denilir. “Yükseltilmiş tavan” yani gök, ya da arş. “... dolan deniz...” dolan ya da yanan deniz demektir. İlk (.......), yemin içindir. Diğerleri atıf içindir. Yeminin cevabı “Rabbinin azâbı mutlaka vuku bulacaktır.” cümlesidir. Yani, “Rabbinin kâfirlere vâdettiği azap mutlaka vuku bulacaktır.” cümlesidir. Yani “Rabbinin kâfirlere vâdettiği azap mutlaka inecekrir,” demektir. Cübeyr b. Mut'im şöyle demiştir: “Esirler hakkında konuşmak üzere Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e gitmiştim. O'na sabah namazında ulaştım Tûr sûresini okuyordu.'Rabbinin azâbı mutlaka vuku bulacaktır.'cümlesine geldiğinde azâbın inmesinden korkarak Müslüman oldum.” “Ona engel olacak bir şey yoktur.” hiçbir engel ona mani olmaz. Cümle (.......) kelimesinin sıfatıdır. Yani; vuku bulacaktır, def edilmeyecektir, demektir. 9O gün gök sallarııp çalkalanır. (.......) deki amil (.......) dır. Yani bu günde meydana gelir, demektir. Ya da âmil, “hatırla” kelimesidir. “... sallarııp çalkalanır...” değirmen dönüşü gibi döner. 10Dağlar, yürüdükçe yürür. Dağlar, havada bulutlar gibi yürür. Çünkü onlar saçılmış, toz toprak haline gelmiştir. 11-12Yalanlayanların vay haline o gün! Ki onlar o daldıkları bâtıl içinde oynayıp duranlardır. Bâtıla ve yalana dalma hususunda (.......) kullanılışı galiptir. “Bâtıla dalanlarla birlikte dalıyorduk.” Müddesir, 45. âyeti de bunlardandır. 13-14O gün cehennem ateşine itilip atılırlar da, “İşte, yalanlayıp durduğunuz ateş budur.” denilir. (.......) âyeti (.......) dan bedeldir. (.......) şiddetle atmak demektir. Bu da cehennemin bekCinlerinin, onların ellerini boyunlarına kelepçelemeleri, ahnlarıyla ayaklarını bir araya getirmeleri ve onları yüz üstü ve kafa üstü cehenneme atmalarıdır. Onlara, “İşte dünyada iken yalanlayıp durduğunuz ateş budur.” denir. 15Bir büyü müdür bu? Yoksa görmüyor musunuz? “Bu” mübtedadır. “büyü” onun haberidir. Şunu kastediyor: Sizler vahiy için, “Bu büyüdür.” diyordunuz. Bu büyü roüdür? Bu tasdik eden şey de büyü müdür demek istiyor. (.......) bu manadan dolayı gelmiştir. “Yoksa görmüyor musunuz?” Dünyada iken görmediğiniz gibi. Şunu kastediyor: Yoksa “Siz habere karşı kör olduğunuz gibi haber verene karşı da mı kördünüz?” bu azar ve alaydır. 16Girin oraya, sabretseniz de sabretmeseniz de artık sizin için birdir. Çünkü yaptıklarınızın karşılığına çarptırılacaksınız. (.......) kelimesinin haberi hazf edilmiştir. Yani size iki iş -sabretmek ve sabretmemek- birdir demektir. Denildi ki: Tam tersidir. ( Yani (.......) haberdir mübteda hazfedilmiştir.) Sabredip, etmemenin bir olduğunu “yaptıklarınızın karşılığına çarptırılacaksınız” sözüyle delillendirdi. Çünkü, sabrın sonuçta sabredenin hayır karşılık görmesi sebebiyle ümitsizliğe karşı bir üstünlüğü vardır. Cezâ olan azâba karşı sabırda ise ne sonuç vardır, ne menfaat vardır, ne de ümitsizliğe karşı onun bir üstünlüğü vardır. 17-18Şüphesiz muttakîler Rablerinin kendilerine verdikleriyle sevinerek cennetlerde ve nimet içindedirler. (Zira) Rableri onları cehennem azâbından korumuştur. Muttakîler cennetlerdedir hem de ne cennetlerde “... nimet içindedirler... “yani hem de ne nimet içinde demektir. “cennetler” ve “nimetler” kelimelerinin nekre olarak ifadesi sıfatta kemal manasınadır. Ya da onlar, muttakilere mahsus, onlar için yaratılmış cennetler ve nimetler içindedirler, demektir. (.......) zarftaki zamîrden hâldir. Zarf da haberdir. Yani Rabbleri'nin kendilerine verdikleriyle lezzetlenenler oldukları hâlde demektir. (.......) cümlesi (.......) üzerine atfedilmiştir. Yani muttakiler cennetlerde karar kılmışlardır. Ve Rabbleri onları korumuştur. Ya da (.......) mastariyye kılmak üzere (.......) cümlesi üzerine atfedilmistir. Mana: “Rablerinin kendilerine vermesiyle ve korumasıyla zevk yab oldukları hâlde.” demektir. Ya da (.......) hâl içindir. Ondan sonraki tahkik edatı olan (.......) gizlenmiştir. 19-20Onlara “yaptıklarınıza karşılık sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslarıarak afiyetle yiyin, için (denilir.) Ayrıca biz insanları ceyları gözlü hurilerle evlendirdik. “Onlara,'yaptıklarınıza karşılık ... afiyetle yiyin, için (denilir.)” Afiyetle yiyin için ya da afiyetli yiyecekler yiyin, içecekler için demektir. O da: kendisinde hayatı kederli kıları hiçbir şeyin olmadığı şeydir. (.......) daki zamîrden hâldir. (.......) karyola, divan, koltuk, kelimesinin çoğuludur. “Sıra sıra dizilmiş” birbirine bitiştirilmiş. “Onları evlendirdik.” onları birbirine bağladık (.......) — “Bembeyaz kadın” kelimesinin çoğuludur. “ceyları gözlü” gözlerin büyüklüğü güzelliği demektir. 21îman eden ve zürriyetleri de îman île kendilerine tabi olanlar (var ya!) işte biz onların nesillerini de kendilerine kattık. Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik. Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir. (.......), mübtedadır. (.......) onun haberidir. Ebû Amr'a göre (.......) şeklindedir. “Zürriyetleri” çocukları. (.......) failden hâldir. Babalarının amellennden az da olsa çocukları îmanları ve amelleri sayesinde babalarının derecesine ilhak ederiz demektir. Denildi ki: “Zürriyetlerin îmanı tahkik mertebesine ulaşmasa da onlardan (babalarından) taklit yollu aldıklarında dolayı babalarına ilhak olunurlar.” Medeniye göre (.......) ve (.......) şeklindedir. Ebû Amr'a göre (.......) ve (.......) şeklindedir. Sami'ye göre (.......) ve (.......) şeklindedir. “Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik.” Onların amellerinin sevabından da hiçbir şey eksiltmedik. Mekki'ye göre (.......) şeklindedir. (.......) ve (.......) iki ayrı kelimedir. Birinci (.......) a taallûk etmektedir. İkincisi ise zaittir. “Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir.” yani rehin kılınmıştır. Dolayısıyla mü’minin nefsi de, ameline rehin kılınmıştır ve onunla karşılık görecektir. 22Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik. İstemeseler bile kendilerine canlarının istediği meyve ve etten vakit vakit arttırırız. 23Orada bir kadehi kapışırlar ama onda ne saçmalana vardır ne de günaha sokma. “Kadehi” şarabı. Yani onlar ve yakınları olan meclis arkadaştan birbirinden kadehleri kapışırlar ve kadehleri elden ele dolaştırırlar. Biri diğerinin elinden kadehi alır. Diğeri, diğerinin elinden. “Onda ne saçmalana vardır...” onun içilmesi neticesinde boş saçma söz söyleme yoktur. “... ne de günaha sokma vardır...” yani onlar arasında saçma sapan sözler cereyan etmez şunu kastediyor: Onlar arasında bâtıl şeyler ve dünya şarabım içenlerde olduğu gibi yalan küfür ve benzeri teklif uyduran (dünyada) günah olan şeyleri söylemek suretiyle günaha girdikleri şeyler yoktur. Çünkü onların akılları yerindedir. Dolayısıyla da hikmetle ve güzel sözlerle konuşurlar. Mekki ve Basri'ye göre (.......) şeklindedir. 24Onların etrafında dolaşan ve kendilerine âit olan öyle erkek hizmetCinleri vardır ki, sanki onlar sedefte gizlenmiş inci gibidirler. “Kendilerine âit bir takım gılmanlar” kendilerinin has köleleri hizmetCinleri, sanki onlar beyazliğindan ve berrakliğindan dolayı sedefte gizienmiş parıldayan büyük inciler gibidirler. Çünkü o en güzel ve en berrak şekilde el değmemiş bir hâldedir. Ya da o, gizlenmiştir. Çünkü sadece ve sadece değerli kıymetli ve yüksek şeyler gizlenir. Nitekim Hadisi Şerifte: “Cennet ahalisinin derece yönünden en düşüğü şu kişidir ki o hizmetCinlerinden birini çağırır da ona kapısında bin tanesi “Buyur, emret'diye cevap verir.” buyurulmuştur. 25Ve bazısı bazısına dönmüş soruşuyorlardır. Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar. Birbirlerine durumlarından, amellerinden ve Allah (celle celâlühü) katındaki şeye ne ile nail olduklarından sorarlar. 26Derler ki: “Daha önce biz ailemiz için de korkardık. “Daha önce” , yani dünyada. “... korkardık...” Allah (celle celâlühü) korkusundan dolayı kalplerimiz içli duyguluydu. Ya da imanın çekip alınmasından ve güvenin kaybedilmesinden korkardık. Ya da iyiliklerin reddedilmesinden ve kötülüklerin ele alınmasından korkardık demektir. 27Bu sebeple de Allah bize iyilik etti ve (en küçük hücreye kadar nüfuz eden) bu yakıcı azaptan bizi korudu. Allah (celle celâlühü) bize bağışlamak ve merhamet etmek suretiyle, lütufta bulundu. Azâbı semum (vücûdun içine işleyen azap) deri üzerindeki deliklerden içeri giren sıcak rüzgârdır. Cehennem ateşi de bununla adlarıdırılmıştır. Çünkü o da bu özelliktedir. 28Gerçekten biz bundan önce ona yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden merhamet eden ancak odur. “Bundan önce” , Allahu Teâlâ'ya ulaşmadan, O'na (celle celâlühü) gitmeden önce. Bununla dünyadaki durumları kastetmektedirler. “... O'na yalvarıyorduk...” O'na (celle celâlühü) ibâdet ediyor ve O'ndan başkasına ibâdet etmiyorduk O'ndan bizi korumasını istiyorduk. “... iyilik eden...” ihsanda bulunan, merhametli, ibâdet edildiğinde sevap veren ve istendiğinde icabet eden merhameti yüce. Medine kırâat imâmları ve Ali'ye göre (.......) yani (.......) ya da (.......) demekir. 29(Ey Resûlüm Muhammed!) sen öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen ne bir kâhinsin ne de bir deh. Öğüt ver.” insanlara öğüt vermeye ve onlara hatırlatmaya devam et. Rabbinin rahmetiyle ve peygamberlik ve üstün akılla seni nimetlendirmesiyle sen onların zannettikleri gibi ne bir kâhinsin ne de bir deli. Bu mahallen mensubtur, hâldir. Takdiri: “Rabbinin nimetine nail olduğun hâlde sen ne kâhinsin ne de deli” şeklindedir. 30Yoksa onlar. “O (Muhammed) bir şairdir, onun zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz” mu diyorlar? Yoksa onlar'“O bir şairdir onun zamanın felaketine çarpılmasını gözetliyoruz'mu diyorlar?” Yani zamanın afetlerini bekliyoruz o da Züheyr ve Nahia gibi kendinden önceki şairlerin helâk olduğu gibi helâk olsun. Bu ayetlerin başlarındaki (.......) ler, “Bilâkis” ve soru raanalarındadır, munkatıadır. 31De ki: Bekleyin. Bende sizinle beraber bekleyenlerdenim. Sizler benim helâkimi gözetlediğiniz gibi, ben de sizin helâkinizi gözetliyorum. 32Onların akılları mı bunu emrediyor yoksa onlar azgın bir topluluk mudur? (.......) akılları demektir. Onların akılları mı sözlerindeki bu tezadı emrediyor. O da onların “O delidir” demeleriyle birlikte “O kâhindir şairdir” demeleridir. Hâlbuki Kureyş, kendilerinin akıl izan sâhibi olduklarını iddia ediyorlardı. “Yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?” Hak kendilerine ayan olduğu hâlde inatta haddi aşan bir topluluk mudur? İşin akla isnad edilmesi mecazdır. 33Yahut “onu kendisi uydurdu” demek mi istiyorlar? Bilâkis onlar îman etmezler. “Onu, -Muhammed (saleyhisselâm) kendi kendine uydurdu” mu diyorlar? (.......) kelimesi onlara karşı rettir. Yani iş onların zannettikleri gibi değildir demektir. “Bilâkis onlar îman etmezler.” sözlerinin bâtıl olduğunu, O'nun (saleyhisselâm) uydurmacı olmadığını, Arapların ondan âciz kaldığını ve Muhammed'in (saleyhisselâm) ancak Araplardan biri olduğunu bilmelerine rağmen onlar, küfür ve inatları sebebiyle bu iftiraları atmışlardır. 34Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz meydana getirsinler. Muhammed'in (saleyhisselâm) onu kendinden uydurduğu hakkındaki sözlerinde doğru iseler Kur’ân'ın bir benzerini uydursunlar da görelim. Çünkü o onların dilindedir. Onlarda fasih konuşan edip kişilerdir. 35Acaba onlar herhangi bir yaratıcısız mı yaratıldılar? Yoksa kendileri yaratıcı mıdırlar? Yoksa takdir edici plarılayıcı biri olmadan mı yaratıldılar veya üzerinde bulundukları yaratılışları üzere plarılayıcısız mı plarılandılar. Yoksa onlar kendi kendilerini mi yarattılar da yaratıcıya kulluk etmiyorlar. Denildi ki: “Karşılık bulmak ve hesap vermek gibi hiçbir şey olmaksızın boş yere mi yaratıldılar? Yoksa onlar yaratıcı da ondan mı emre tabi olmuyorlar?” 36Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Hayır, onlar düşünüp hakikati anlamazlar. Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar da bu sebeple o ikisini yaratana kulluk etmiyorlar? Hayır! Onlar âyetler üzerinde düşünmüyorlar ki kendilerinin, göklerin ve yerin yaratıcısını bilsinler. 37Yahut rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da her şeye hâkim olan kendileri midir? Yahut peygamberlik rızık vesair Rabbinin hazineleri onların katında mı ki onlar dilediklerine dilediklerini tahsis ediyorlar. “Her şeye kâdir olan...” galebe çaları rabler onlar mı ki rububiyete âit işleri plarılıyorlar ve işleri diledikleri gibi organize ediyorlar. Mekke ve Şam kırâatine göre (.......) şeklinde (.......) iledir. 38Yoksa onların üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri açık bir delil getirsin. Yoksa onların onunla göğe yükseldikleri kurulu merdivenleri mi var? Onda (merdivende) meleklerin sözlerini ve onlara vahyedilen gayb ilmine âit şeyleri dırıliyorlar da zannettikleri gibi onun onlardan önce helâk olacağına ve sonuçta onun değil de onların galip geleceğine dair olacak şeyleri biliyorlar. Zeccâc şöyle demiştir: “Ondayani onun üzerinde dırıliyorlar demektir.” “Öyleyse onların dinleyenleri -dinleyenlerin dinlediğini doğrulayan açık bir delil 39Demek kızlar Allah'ın, oğullar sizin öyle mi? Kendilerine göre hikmet ehli oldukları hâlde, çirkin gördükleri şeyleri Allah'a âit kıldıkları için, Allah onların akıllarını aşağılamıştır. 40Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Yoksa sen tebliğ ve korkutma için onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar? “borç” insanın kendisine gerekmeyen bir şeyi gerekli kılmasıdır. Yani, sen onlara ağır bir borç yükledin de bu onlara ağır geldiyse bu onları sana tabi olmaktan uzaklaştırdı demektir. 41Yoksa gayba âit bilgiler kendi yanlarında da onlar mı yazıyorlar? “... gayba âit bilgiler...” yani levhi mahfuz, ondakileri onlar mı yazıyor ki “diriltilmeyeceğiz eğer tekrar diriltilsek bile azap olunmayacağız” diyorlar. 42Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o küfredenler, kendileri o tuzağa düşeceklerdir. “Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar.” Bu, “onlar, ...” Darü'n-Nedve'de Resulullah ve mü’minlere karşı kurdukları tuzaklardır. “....inkâr edenlerdir.” sözü onlara işarettir. Ya da onlarla Allah Teâlâ'yı inkâr eden herkes kastedilmiştir. “Asıl onlar tuzağa düşeceklerdir.” Onlar kuşatılacak olanlardır. Bu da onların Bedir günü katledilmeleridir. Ya da kurdukları tuzakta mağlup olanlardır “aldattı” ve “aldattı tuzak kurdu” fiilindendir. 43Yoksa onların Allah'tan başka tanrısı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden uzaktır. Yoksa, onları, Allah'ın (celle celâlühü) azâbından koruyacak, Allah'tan (celle celâlühü) başka bir tannsı mı var? 44Gökten bir parçanın düştüğünü görseler “üst üste yığılmış bulutlardır” derler. (.......), parça demektir. Bu onların “yahut iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın” şeklindeki sözlerine cevaptır. Şunu kastetmektedir: “Eğer onlar üzerine onu indirsek azgınlıklarının ve inatlarının şiddetinden dolayı'bu üst üste yığılmış bulutlardır'diyeceklerdir.” “Üst üste yığılmış” birbiri üzerine birikmiş yani bir kısmı diğer kısmı üzerine toplanmış bize yağmur yağdıracak derler. Onlar onun azap için inen parça olduğuna inanmadılar. 45Artık çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar onları kendi hallerine bırak. Âsım ve Şam kırâat imâmlarına göre (.......) şeklinde (.......) nın ötresiyledir. Diğerlerine göre (.......) nın üstünüyledir. “ona yıldırım çarptı oda helâk oldu” denir. Bu sura ilk üfürüş anındaki helâk çarpmasıdır. 46-47O gün tuzakları kendilerine hiçbir fayda vermez ve yardım da görmezler. Şüphesiz zulmedenlere ondan başka da azap vardır. Fakat çokları bilmezler. Bu zalimler için kıyamet gününden başka da azap vardır. O da Bedir de öldürülmeleri, yedi yıl kıtlık çekmeleri ve kabir azâbıdır. Fakat çokları bunu bilmezler. Daha sonra, Allah (celle celâlühü) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’e, onlara, azap gelinceye kadar sabretmesini emretmiştir. Şöyle buyrulmuştur: 48Rabbinin hükmüne sabret Çünkü sen gözlerimizin önündesin. Kalkacağın zaman da Rabbini hamd ile tesbih et. Rabbinin onlara mühlet vermesiyle ve bu sebepten sana dolanan sıkıntıyla ilgili hükmüne sabret. “Sen gözlerimizin önündesin.” yani seni gördüğümüz ve koruduğumuz yerdesin demektir. “göz” kelimesini çoğul kıldı. Çünkü zamîr çoğul lafzıyla gelmiştir. (.......) daki zamîri Allah Teâlâ'nın: “Benim nezâretimde yetiştirilmen için...” âyeti görülmüyor mu? Kalktığında da Rabbini hamd ile tesbih et. Namaza kalktığında. Bu tekbirden sonra okunan Sübhâneke duasıdır. Ya da hangi mekânda olursa olsun kalktığında ya da uykudan kalktığında demektir. 49Gecenin bir kısmında ve yıldızların batışından sonra da onu tesbih et. Gecenin sonunda yıldızlar battığında. Zeyd'e göre (.......) şeklindedir. Yani yıldızların hemen arkasından izleri kaybolduğunda (.......) demektir. Kast olunan bu vakitlerde (.......) sözünün söylenmesini emirdir. Denildi ki: “Uykudan kalkdan vakitteki teşbih namazıdır. Gecedeki teşbih aksam ve yatsı namazlarıdır. Yıldızların battığı vakitteki sabah namazıdır.” Tevfik Allah'tandır. |
﴾ 0 ﴿