MÜNÂFİKÛN SÛRESİ

Bu süre Medine'de nâzil olmuştur, 11 âyettir.

1

Münâfıklar sana geldiklerinde: “Şâhitlik ederiz ki Sen Allah'ın peygamberisin.” derler. Allah da bilir ki sen elbette kendisinin Peygamberisin. Allah hiç şüphesiz münâfıkların yalancı olduklarına şehadet eder.

“Münâfıklar sana geldiklerinde: “Şâhitlik ederiz ki Sen Allah'ın peygamberisin', derler.” Onlar, kalpleriyle dillerinin bir olduğu, ittifak içerisinde olduğu bir şehadeti kastettiler. Allah da bilir ki sen elbette O'nun peygamberisin.”

Yani; Allah (celle celâlühü) da biliyor ki: İş, onların “Hakikaten Sen Allah'ın Peygamberisin.” şeklindeki sözlerinin delalet ettiği gibidir. Allah, hiç şüphesiz münâfıkların yalancı olduklarına şehadet eder.” Kalpleriyle dillerinin bir olduğuna dair iddialarında münâfıkların yalancı olduklarına şâhitlik eder, ya da onlar o hususta yalancılardır. Çünkü kalpleriyle dilleri bir olmadığında bu gerçekte şehadet olmaz. Dolayısıyla onların, onu şehadet diye adlarıdırmalarında onlar yalancılardır.

Ya da onlar, kendilerine göre yalancılardır. Çünkü onlar, “Hakikaten Sen Allah’ın peygamberisin.” şeklindeki sözlerinin yalan olduğuna ve kendisi hakkında bilgi verilen kişinin durumunun tersini bildiren bir haber olduğuna inanıyorlardı.

2

Çünkü onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah'ın yolundan saptırdılar. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür!

“Yeminlerini kalkan yaptılar.” Esaret altına alınmaktan ve öldürülmekten korunmak için. Bunda “şehadet ederim “İn yemin olduğuna dair delil vardır.

“İnsanları Allah yolundan saptırdılar.” Nefret ettirmek ve şüpheler salmak suretiyle insanları İslam'dan saptırdılar.

“Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür.” İki yüzlü davranmaları ve insanları Allah yolundan saptırmaları ne kötüdür. (.......) de taaccüp manası vardır ki o, onların işlerinin dinleyenler nezdinde büyültülmesidir.

3

Bunun sebebi, onların önce îman edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onar hiç anlamazlar.

(.......) bu'sözü “Gerçekten yaptıkları şey ne kötüdür.” sözüne işarettir.

Yani; onların, amelce insanların en kötüsü olduğuna şehadet eden bu söz onların önce îman etmeleri sonra da inkâr etmeleri sebebiyledir.

Ya da; “Bu” sözü, onların iki yüzlülük, yalan ve yeminlerle korunma hususundaki nitelendinlen hallerine işarettir.

Yani; bütün bunlar, onların îman etmeleri sonra da inkâr etmeleri sebebiyledir.

Yani; onlar kelime-i şehadeti getirdiler ve İslam'a giren kişilerin yaptığım yaptılar. Bundan sonra da:

“Eğer Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) dedikleri doğruysa biz de eşeğiz.” sözüyle ve benzeri sözlerle inkârları ortaya çıkmıştır. Ya da önce mü'minlerin yanında îman getirdiler Daha sonra da şeytanlarının yanında İslam'ı alaya alarak inkâr ettiler.

“Îman edenlerle karşılaştıklarında'îman ettik'dediler.” Bakara, 14; 76. âyetinde olduğu gibi.

“Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir.” Îman kalplerine girmesin diye kalpleri, ikiyüzlülüklerinin cezâsı olarak mühürlenmiştir.

“Artık onlar hiç anlamazlar.” düşünmezler ya da imanın doğruluğunu bilmezler.

4

Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise (duvara) yaslarıdırılmış kütüklerdir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar!

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” sözündeki hitap Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Ya da hitap olunan herkesedir.

Abdullah b. Ubey, iri yan, yakışıklı ve düzgün konuşan bir adamdı. Münâfık takamı da onun gibiydi. Onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in meclisine gelirler, orada duvara dayanıp otururlar ve tumturaklı sözler söylerlerdi. Güzel görünümlü idiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve orada hazır bulunanlar onların kalıplarını beğeniyorlar ve onların sözlerine kulak veriyorlardı.

(.......) sözü “onlar sanki kütüklerdir” takdiri üzere mahallen merfûdur. Ya da o başlarıgıç cümlesidir. İrapta mahalli yoktur.

elbise giydirilmiş “duvara dayatılmış: Duvara yaslanmaları hususunda îmandan ve hayırdan uzak varlıklar oldukları hâlde duvara dayatılmış kütüklere benzetildiler. Çünkü kendisinden istifade edilen bir kütük tavanda, duvarda ya da istifade olunan bir başka yerde olur. Terk edildiği istifade olunmadığı müddetçe de duvara dayatılır. Dolayısıyla onlar, kendilerinden istifade olunması hususunda kütüğe benzetildiler.

Ya da onlar, ruhsuz kalıpları duygusuz bedenler oldukları için kütüklere benzetildiler.

Abbâs b. Ferdi yoluyla gelen rivâyeti dışında Ebû Amr'a ve Ali'ye göre (.......) şeklindedir. (.......) de olduğu gibi.

(.......) ün çoğuludur. (.......) ise (.......) kelimelerinde olduğu gibidir.

(.......) birinci mef'ûldur, ikinci mefûl ise (.......) ve sözün tamamlandığı şeydir.

Yani; “Onlar korkularından dolayı her gürültüyü kendi aleyhlerine meydana gelmiş, onlara zarar verecek bir şey sanırlar.” Şunu kastediyor:

Asker içinde bir münadi nida etse, yahut bir hayvan boşanıp kaçsa, yahut kaybolan bir şeyi bulmak için nida edilse onun, başlarına kötü bir iş getireceğini sanırlar. Daha sonra şöyle buyurdu:

“Onlar düşmandır.”

Yani; onlar, düşmanlıkta dört dörtlüktürler. Çünkü en azılı düşman, kaburgasının altında şiddetli hastaliği olduğu hâlde kinini gizleyip sana karşı gülümseyendir.

“Onlardan sakın.” onların dış görünüşlerine aldanma.

Allah onları kahretsin.” Bu, onlar aleyhine söylenmiş bir bedduadır. Ya da onlara bununla beddua etmelerinin mü'minlere öğretilmesidir.

“Nasıl olup da döndürülüyorlar?” Nasıl da haktan sapıyorlar. Bu (soru) onların cehaletlerine ve sapkınlıklarına karşı hayreti ifade içindir.

5

Onlara: “Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin.” denildiği zaman başlarını çevirirler ve bundan sonra sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.

“Onlara'Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin'denildiği zaman başlarını çevirirler.” Bundan yüz çevirerek ve büyüklük taslayarak başlarını eğerler.

Nafî'ye göre (.......) şeklindedir.

“Onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” Özür dileme ve bağışlanmayı talep etme hususunda büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.

Rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Müreysi suyunun başında Beni Mustalik kabilesiyle karşılaştı. -Müreysi suyu onların suyuydu- onları hezimete uğrattı ve katletti.

Suyun başında, Ömer (radıyallahü anh)’in hizmetçisi Cehcah b. Said ile Abdullah b. Ubey'in dostu Sinan el Cuhenî arasında izdiham yaşandı ve dövüştüler. Cehcah:

- Yetişin ey muhacirler! diye bağırdı. Sinan da:

- Yetişin ey Ensar!” diye bağırdı. Fakir muhacirlerden olan Cu'al Cehcaha yardıma geldi ve Sinan'ı tokatladı. Bunun üzerine Abdullah b. Ubey, Cual'e:

- Demek öyle, dedi ve:

- Biz Muhammed'le ancak tokatlanmak için arkadaşlık kurduk. Vallahi bizimle onların durumu, “Besle köpeği yesin seni” sözünde olduğu gibidir. Ama vallahi Medine'ye dönersek herhâlde en şerefli ve kuvvetli olanı, en hakir ve zayıf olanı elbette oradan çıkarır.

Şerefli ve kuvvetli olanla, kendisini, hakir ve zayıf olanla da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’i kastetmiştir. Daha sonra kavmine şöyle dedi:

- Vallahi eğer Cu'al'e ve diğer fakir arkadaşlarına yemeğin fazlasını vermeseydiniz onlar da boynunuza binmezlerdi. Artık onlara bir şey vermeyin ki Muhammed'in etrafından dağılsınlar.

Bu sözleri Zeyd b. Erkam (radıyallahü anh) işitmişti. -Henüz pek gençti.- Şöyle dedi:

- Vallahi kavmin içinde zelil ve menfur olan sensin. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’in başında Rahmân'ın yücelttiği ve Müslümanların da kuvvet verdiği Mi'râc Tacı vardır. Bu söz üzerine Abdullah:

- Sus, şaka yapıyordum, dedi. Daha sonra Zeyd (radıyallahü anh) olayı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’e bildirdi. Ömer (radıyallahü anh):

- Ya Rasûlellah! Bırak da şu münafığın boynunu vurayım, dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

- “O zaman Medine'de ileri gelen bir çok ailede ızdırap ve sıkıntı meydana gelir.” buyurdu. Ömer (radıyallahü anh):

- Onu bir muhacirin öldürmesini çirkin görüyorsan o zaman ensardan birine emret dedi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

- “İnsanlara,'Muhammed ashâbını öldürüyor'dedirtmem.” buyurdu. Abdullah b. Ubey'ede:

- “Bana ulaşan sözü söyledin mi?” buyurdu. Abdullah:

- Sana kitabı indiren Allah'a andolsun ki böyle bir şey söylemedim. Zeyd yalan söylüyor, dedi. İşte bu:

“Onlar yeminlerini Çalkan yaptılar.” âyetindeki olaydır. Bunun üzerine orada hazır bulunanlar da:

- Ya Rasûlallah! O bizim efendimizdir, büyüğümüzdür. Onun aleyhine bir çocuğun sözüne inanma. Belki de o vehme kapılmıştır. Onun sözlerini belleyememiştir dediler.

Âyet inince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Zeyd'e (radıyallahü anh):

- Ey çocuk! Allah seni tasdik etti. Münâfıkları da yalanladı, buyurdu. Abdullah'ın yalanı ortaya çıkınca ona:

- Hakkında pek şiddetli âyetler nâzil oldu. Bari Resûlüllah'a git de yarlığanmanı Allah'tan niyaz ediversin denildi de o, kafasını çevirdi ve:

- Îman etmemi istediniz îman ettim, malımdan zekât vermemi emrettiniz verdim, bir Muhammed'e secde etmem kaldı dedi. Bu söz üzerine de:

“Onlara,'Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin.'Denildiği zaman başlarını çevirirler.” âyeti nâzil oldu. Aradan çok gün geçmedi çetin bir hastalığa yakalandı ve öldü.

6

Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları katiyen bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez.

Yani; ikiyüzlülük üzere devam ettikleri müddetçe Allah (celle celâlühü) onları katiyen bağışlamayacaktır. Mana şudur: “Onlar için istiğfar edilip edilmemesi birdir. Çünkü onlar inkârlarından dolayı ona İltifat etmezler ve onu bir şey saymazlar.”

Ya da, Allah (celle celâlühü) onları bağışlamaz, demektir.

İstifham edatının hazfi üzere (.......) şeklinde de okunmuştur. Çünkü muadele (eşitlik, denklik) (.......); buna (istifham edatına) delalet etmektedir.

7

Onlar: “Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler.” diyenlerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.

“Dağılıp gitsinler” ayrılsınlar.

“Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır”

Yani, Rızıklar ve taksimat O'na âittir. Medine halkı onlara infak etmekten kaçınsa bile onları, onlar tarafından rızıklarıdıran O'dur.

“Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” Fakat Abdullah ve emsalleri câhil kişilerdir, bunu anlamazlar da şeytanın, kendilerine süslü gösterdiği şeylerle hezeyan savururlar, saçmalarlar.

8

Onlar: “Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, en alçak olanı, oradan mutlaka çıkaracaktır.” diyorlardı. Halbuki üstünlük ancak Allah'ın ve Peygamberinin ve mü'minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.

“Eğer... dönersek” Ben-i Mustalik Gazası'ndan. “İzzet (üstünlük); galebe ve kuvvet.

“İzzet, ancak Allah'ın, Rasûlunün ve mü'minlerindir.” İzzet, Allah'a (celle celâlühü), Allah'ın (celle celâlühü) yücelttiği ve teyid ettiği Rasûlü'ne ve mü'minlere âittir. Onlar (Resuller ve mü'minler) bununla üstün kılınmışlardır. Alçaklık ve değersizlik de şeytana ve şeytanın kâfir ve münâfıklardan oluşan arkadaşlarına âittir.

Eski elbiseler giyen sâliha bir kadının şöyle dediği nakledilmiştir:

“İslam dini üzere değil miyim? Beraberinde zilletin olmadığı üstünlük odur. Beraberinde fakirliğin olmadığı zenginlik de odur.”

Bir adam Hazret-i Hasen'a (radıyallahü anh):

- İnsanlar sende kibir olduğunu düşünüyorlar, dedi de O (radıyallahü anh):

- “O kibir değildir. İzzettir.” dedi ve bu âyeti okudu.

9

Ey îman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.

“Sizi... alıkoymasın.” Sizi meşgul etmesin.

“Mallarınız” mallarınız, mallamuzdaki tasarruf ve kar etmek, artırmak ve yavru almak için malınızı kullanmada gösterdiğiniz gayret.

“Çocuklarınız” çocuklarınız, onlarla gülüp oynaşmanız, onlara şefkat göstermeniz ve onların ihtiyaçlarını karşılamanız.

Allah'ı anmaktan”

Yani; beş vakit namazdan ya da Kur'ân'dan.

“Kim bunu yaparsa” Dinden uzaklaşıp dünya ile meşgul olmayı kastediyor. Denildi ki:

“Bu, kim hâlini düzeltmek yerine malım çoğaltmakla ve ahretini ıslah yerine çocuklarını râzı kılmaya çalışmakla iştigal ederse...” demektir.

“İşte onlar -ebedî olanı fani olana sattıkları için ticaretlerinde- ziyana uğrayanlardır.”

10

Herhangi birinize ölüm gelip de: “Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam.” demesinden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın.

(.......) daki (.......) teb'îz içindir. (

Yani; ondan bir kısmını, demektir.) Kast olunan, farz-vacip olan infaktır.

“Her birinize ölüm gelmezden önce...”

Yani; ölümün emarelerini görmezden, yaşama ümidini kesen şeyleri müşahede etmezden ve infak etme işinin kişiye güç gelmesinden önce.

“Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam.” Ölümümü az bir zaman geciktirsen de ben sadaka verip îman edenlerden olsam.

(.......) nin cevâbıdır. Âyet mü'minler hakkındadır. Âyetin münâfıklar hakkında olduğu da söylendi.

Ebû Amr'a göre (.......) şeklindedir, lafız (.......) üzerine atfen mensûbtur. (.......) şeklinde meczum olması (.......) nin mahalli üzerine atıf olduğu içindir. Buna da sanki şöyle denilmiştir:

“Eğer ölümümü geciktirirsen sadaka verip sâlihlerden olurum.”

11

Allah, eceli gelince hiçbir nefsi geri bırakmaz. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.

Allah (celle celâlühü), hiç kimsenin ölümünü, levhi mahfuzda yazılı olan eceli geldiğinde geciktirmez.

Hammad ve Yahya'ya göre (.......) şeklindedir. Mana şudur:

“Siz ölümün, vaktinden sonraya geciktirilmesine hiçbir yol olmadığını, onun kesin olarak geleceğini ve Allah Teala'nın da sizin amellerinizi bildiğini, dolayısıyla da emredilen sadakayı ve diğerlerini vermeyen kişiler: Ona göre cezâlarıdıracağını bildiğinizde artık vâcibin sorumluluğundan kurtulmaya çalışmaktan ve Allah Teala'nın huzuruna varışa hazırlanmaktan başka hiçbir şey kılmamıştır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır (celle celâlühü).”

0 ﴿