NÛH SÛRESİ

1

“Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar” diye Nûh'u kendi kavmine gönderdik.

Denildi ki: “Nûh'un manası; Süryanîce'de'sakin'demektir.”

“Uyar” korkut. Bunun aslı (.......) dir. Harfi cer hazfedilmiştir. Ve o şekilde fiile bitiştirilmiş tir. (

Yani; (.......) fiili ikinci Mef’ûl almaz. Bunu alabilmesi için bir harfi çerin takdiri gerekmektedir).

Halîl'e göre bu, mahallen mecrûrdur. Diğerlerine göre mensûbtur. Ya da (.......), yani manasına gelen açıklayıcı (.......) dir. Çünkü göndermede söz söyleme manası vardır.

“Elem verici bir azap “Âhiret azâbı ya da tufan.

2-4

Nûh dedi ki: “Ey kavmim! Şüpheniz olmasın ki, ben sizi,'Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun ve bana itâat edin ki, Allah bir kısım günahlarınızı bağışlasın ve sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin (muaheze etmeden yaşatsın) diyerek açıktan açığa uyaran bir kimseyim. Bilinmeli ki, Allah'ın tayin ettiği vade gelince artık o ertelenmez. Keşke bilseydiniz!”

“Ey kavmim!” şefkatini göstermek için onları kendi nefsine nispet etti.

“Uyaran” korkutan. “... açıktan açığa...” Allah'ın (celle celâlühü) risâletini size bildiğiniz bir dille açıkliyorum.

Allah'a kulluk edin.” O'nu birleyin.

(.......) deki (.......) iki yönden de (yani; mastariye olması ya da tefsiriye olması yönünden) (.......) deki (.......) gibidir.

“O'ndan korkun” O'na isyan etmekten sakının.

“Bana itâat edin” Size emrettiğim ve sizi menettiğim hususlarda bana itâat edin. İtaati kendi nefsine nispet etti. Çünkü Allah'tan başkasına da itâat edilir. Ama ibâdet böyle değildir, (o, Allah'tan başkasına yapılmaz.)

“Sizi bağışlasın” sözü emrin, cevâbıdır. (.......) günahlarınızı'daki (.......):

“Artık o pis putlardan kaçının” Hacc, 30. âyetindeki (.......) gibi beyan içindir.

Ya da teb'îz içindir. Çünkü İslam'ın gelişinden sonra, kişi, insanlarla arasında meydana gelen kısas ve sair hususlarda cezâlarıdırılır. Şerhu't-Te'vilatta da böyledir.

“Sizi belli bir vadeye kadar tehir etsin...” o da ölüm vaktinizdir. Allah'ın tayin ettiği vade”

Yani; ölüm.

“Keşke bilseydiniz” yani; Eceliniz gelip çattığında içine düşeceğiniz pişmanliği eğer bilseydiniz îman ederdiniz. Denildi ki:

“Şüphesiz ki Allah Teâlâ, misal olarak, eğer Nûh'un kavmi îman ederlerse onların ömrünü bin yıla uzatacağına ve eğer îman etmezlerse dokuz yüzün başında onları helâk edeceğine hükmetmiştir.” Dolayısıyla onlara:

“Îman edin ki Allah sizi belli bir vakte kadar geciktirsin.

Yani; bin yıla ulaşasınız” denilmiştir. Daha sonra vakti saati geldiğinde ecelin, bu vaktin geciktirilmesi gibi geciktirilmeyeceğini bildirdi. Denildi ki:

“O'nlar, Nûh (aleyhisselâm) a îman ve icabet ettiklerinde kavimlerinin onları helâk edeceğinden korkuyorlardı. Bu sebeple sanki Nûh (aleyhisselâm) onları bundan emin kılıyor ve onlara îman etmeseler ne kadar yaşayacaklarsa îman ettiklerinde de o kadar yaşayacaklarının onlara vaad ediyordu.

Yani; Eğer siz Müslüman olursanız -düşmanlarınızdan emin bir şekilde- tayin edilmiş vakte kadar kalırsınız, demektir.

5

(Sonra Nûh:) “Rabbim! Şüphesiz ben, kavmimi gece gündüz (îmana) davet ettim.” dedi.

Kavmimi gece gündüz, fasılasız ve fütursuz davet ettim.

6

Fakat benim davetim, ancak kaçmalarını artırdı.

Fakat benim davetim ancak sana boyun eğmekten kaçmalarını artırdı. Gerçekte davet, onların kaçışma sebep olmadıysa da davet ile birlikte meydana geldiği için o, onu duasına nispet etti. Bu:

“Kalplerinde hastalık olanlara gelince (bu), onların pisliklerine pislik katar.” Tevbe, 125. âyetinde olduğu gibidir. Zira Kur'ân pisliğin artmasına sebep olmaz. Onlar, çocuklarını Nûh (aleyhisselâm) a götürürler ve onlara:

- “Bu adama dikkat et. Sakın seni aldatmasın. Zira bunu bana babam tavsiye etmişti.” derlerdi.

7

Gerçekten de (îmana gelmeleri ve böylece) günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine hüründüler, ayak dirediler, kibiriendikçe kibirlendiler.

“Onları ne zaman davet ettiysem” sana îmana.

“Onları bağışlaman için” yani; sana îman etmeleri, dolayısıyla da senin onları bağışlaman için, demektir. Neticeyi zikretmekte iktifa ettiler.

“Parmaklarını kulaklarına tıkadılar.” Sözümü işitmemek için kulaklarını tıkadılar.

“Elbiselerine hüründüler.” Allah'ın (celle celâlühü) dini hususunda kendilerine nasihat edeni görmekten hoşlanmadıkları için, beni görmemek için elbiselerine hüründüler.

“Ayak dirediler” küfürlerinde sabit kaldılar.

“Kibiriendikçe kibirlendiler” Bana icabet etmek hususunda kibir gösterdiler. Mastann zikredilmesi, onların kibirlerinin aşırıliğina delildir.

8

Sonra ben onları yüksek sesle davet ettim.

(.......) hâl makamında mastardır.

Yani; nida ederek demektir.

Ya da (.......) a âit mastardır. (.......) kurfusa şeklinde oturdu'Kurfusa; kaynaklarını yere koyup, ayaklarını kamına kasıp, dizlerini dikerek ellerini kemer gibi inciklerinden geçirerek oturma şeklidir. sözünde olduğu gibidir. Çünkü yüksek sesle yapılan bu davet, davetin iki şeklinden biridir. Şunu kastediyor:

“Meclislerde onları açık açık davet ettim.”

9

Üstelik onlarla hem açıktan açığa, hem de gizli gizli konuştum.

Yani; bir zaman sonra bu açık davete gizli daveti de kattım. Hâsılı; Onları gece gündüz gizli gizli davet ettim. Sonra anları açıktan açığa davet ettim. Daha sonra hem gizli gizli hem de açıkça davet etti. Emri bil maruf yapan kişi de böyle yapar. Önce en kolaydan başlar sonra kademe kademe zora ve en zora geçer. Nasihate önce gizli başladı, kabul etmediklerinde ikinci kademe olarak açıkça davet etti. Bu da tesir etmeyince üçüncü kademe olarak hem gizli gizli hem de açıktan açığa davet etti.

sonra” kelimesi, bu davet şekilleri arasındaki zaman uzaklığına delalet etmektedir. Çünkü açıkça yapılan davet gizlice yapılan davetten daha zordur. İkisini bir arada yapmak da onlardan sadece birini yapmaya nazaran daha zordur.

10

Dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır.

Şirkten dönün. Rabbinize istiğfar edin. Çünkü istiğfar, mağfiret istemek demektir. Eğer istiğfar eden kâfirse o zaman o küfürden istiğfar etmelidir. Eğer îman etmiş isyankâr biri ise o zaman da o günahlardan istiğfar etmelidir.

“Çünkü O, çok çok bağışlayandır.” Kendisine yönelenlerin günahını bağışlamaktan geri durmaz.

11

(Mağfiret dileyin ki.) Üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin.

(.......) akışı (yağışı) bol, demektir.

(.......) veznindedir. Bu vezinde müzekker ve müennes müsavidir.

12

Mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın. Size bahçeler ihsan etsin. Sizin için ırmaklar akıtsın.

Mallarınızı ve çocuklarınızı artırsın, size bahçeler bostanlar ihsan etsin, sizin tarlalarınıza ve bostanlarınıza ırmaklar akıtsın. Onlar mal ve çocukları çok seviyorlardı. Bu sebeple o, onları îmana bunlarla teşvik etti. Denildi ki:

“Nûh (aleyhisselâm)’in tekrar tekrar davetine rağmen uzun zamandan beri onu yalanlamaları sebebiyle, Allah (celle celâlühü) onlardan kırk ya da yetmiş yıl yağmuru kesmiş ve karılarını kısır bırakmıştı. İşte Nûh (aleyhisselâm) onlara eğer îman ederlerse Allah'ın (celle celâlühü) onlara bolluk ve bereket vereceğini ve içinde bulundukları durumu onlardan kaldıracağını vaat etmiştir.”

Nakledildiğine göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), yağmur duasına çıkmış, mütemadiyen istiğfar etmiştir. Kendisine:

- Yağmur yağmasını istediğini görmedik, denilmiş de o

- Yağmurun, kendisiyle yağdığı, göğün doğan ve batan yıldızlarıyla istedim, demiş ve bu âyeti okumuştur.

Ömer (radıyallahü anh), istiğfarı, doğan ve batan yıldızlara benzetmiştir. (Câhiliye Arapları, yağmuru, doğan ve batan yıldızlarla irtibatlarıdırıyorlar ve onlarla yağmur istiyorlardı. Hazret-i Ömer onların bu inanışını bozarak onun yerine istiğfan koymuştur.)

Nakledildiğine göre Hasanu'l-Basri'ye (ksallallahü aleyhi ve sellem) biri gelip kıtlıktan şikâyet etmiş. O (ksallallahü aleyhi ve sellem) da ona, istiğfar etmesini tavsiye etmiş, bir başkası fakirlikten, bir diğeri kısırlıktan, bir diğeri de arazisinin verimsizliğinden şikâyet etmiş, o onların tamamına istiğfar getirmelerin emretmiştir. Bunun üzerine Rubeyya b. Sabih ona:

- “Sana muhtelif şikâyetlerle muhtelif adamlar geldi de sen onların hepsine istiğfar etmelerini emrettin.” diye sormuş, bunun üzerine Hasen'ul Basri bu âyeti okumuştur.

13

Size ne oluyor kî, Allah'a büyüklüğü yakıştıranuyorsunuz?

Allah'ın (celle celâlühü) azametinden korkmuyor musunuz? Ahfeş'ten şöyle nakledilmiştir:

Buradaki reca (ümit) korkudur. Çünkü ümit ile birlikte bir parça korku ve bir parça ümitsizlik vardır. Vakar; azamet demektir.

Ya da size ne oluyor da Allah (celle celâlühü) için saygı, yani; tazim ummuyorsunuz, demektir. Mana şudur:

“Size ne oluyor ki, Allah'ın (celle celâlühü), sizi, mükâfat yurdunda yüceltmesini ümid eder bir hâlde bulunmuyorsunuz.”

14

Halbuki sizi türlü türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.

(.......) cümlesi mahallen mensûbtur, hâldir.

Yani; durum bu olduğu hâlde size ne oluyor ki Allah'a (celle celâlühü) îman etmiyorsunuz, demektir. Bu, O'na îmanı gerektiren bir durumdur. Çünkü O, sizi türlü türlü merhalelerden geçirerek yaratmıştır.

Yani; aşama aşama yarattı. Önce sizi nutfe olarak yarattı, sonra alak Alak: Rahîm duvarına yapışan ve oradan beslenen cenindir. olarak, sonra o bir çiğnem et parçası olarak, sonra da kemik ve et olarak yarattı.

Önce onların dikkatini kendi nefislerine bakmaya çekti. Çünkü o (nefisler) kendilerine en yakın olanlardır. Daha sonra:

“Görmediniz mi Allah yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak nasıl yaratmış?” sözüyle kâinata, ondaki, yaratıcıya delalet eden acayip mahlûkata bakmaya dikkat çekti.

15

Görmediniz mi Allah yedi göğü birbiriyle ahenktar olarak nasıl yaratmış?

“Ahenktar” üst üste.

16

Onların içinde ayı bir nur kılmış, güneşi de bir çerağ yapmıştır.

“Onların içinde” yani; göklerde. O (ay) en düşük semadadır. Çünkü gökler arasında kat kat olması yönüyle bir ilişki vardır. Dolayısıyla bir şey onların tamaminin içinde olmasa dahi “şu onların içindedir” denilmesi câizdir, “faları adam şehirdedir” denildiği gibi. Hâlbuki o, şehrin bir nahiyesindedir. İbni Abbâs ve İbni Ömer (radıyallahü anh) dan şöyle nakledilmiştir:

“Güneş ve ayın ön yüzleri göklere bakan taraftadır. Arka yüzleri ise yere bakan taraftadır.” Buna göre ayın ışığı göklerin tamamım ihata edici olmaktadır. Çünkü o (gökler) şeffaftır. Onun nurunu örtmezler.

“Çerağ” lamba. Ev halkının, görmek istediklerini lamba ışığında görmeleri gibi dünya halkı da onun (güneşin) ışığında görürler. Güneş ışığı ay ışığından daha kuvvetlidir. Âlimler, güneşin dördüncü semada olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

17

Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir.

Allah, sizi bitirdi de siz bir bitiş bittiniz. Sizi inşa etti (yarattı) inbat (bitirmek), inşa için istiâre olundu.

18

Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.

Ölümden sonra sizi yine oraya döndürecek ve kıyamet gününde sizi yemden çıkaracaktır. Onu (yeniden dirilişi) mastarla te'kid etti.

Yani; sizi kâmil bir çıkışla çıkaracak, demektir.

19-20

Allah, geniş yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryüzünü sizin için bir sergi yapmıştır.

Allah, geniş yollar ya da muhtelif yollar edinip -kişinin, sergisi üzerinde gezdiği gibi- üzerinde gezesiniz diye, yeryüzünü sizin için düzgün kılmıştır.”

21

(Öğütlerinin fayda vermemesi üzerine) Nûh: “Rabbim! Şüphesiz bunlar bana karşı geldiler de mah ve çocuğu kendi ziyanım artırmaktan başka bir işe yaramayan kimseye uydular.” dedi.

Rabbim! Şüphesiz onlar, onlara emrettiğin îman ve istiğfar hususunda bana karşı geldiler de, içlerindeki ayak takımı ve fakir kişiler, malları ve çocukları âhirette kendilerinin hüsranından başkasını artırmayacak olan kişilere, yani; reislerine, mal ve evlat sahiplerine uydular.

Mekke kırâat imâmları ve Âsım dışındaki Iraklılara göre (.......) şeklindedir. (.......) kelimesinin çoğuludur. (.......) ve (.......) kelimesinde olduğu gibi.

22

Bunlar da büyük hileler, büyük desiseler kurdular.

(.......) üzerine atfedilmiştir. zamîri (.......) e râci olduğu hâlde çoğul kıldı. Zira o çoğul manasındadır. Hile yapan kişiler reislerdir. Onların hilesi ise; din hususunda hile yapmaları, Nûh (aleyhisselâm) a tuzak kurmaları, ona eziyet etmek için insanları kışkırtmaları ve onları ona meyletmekten alıkoymalarıdır.

(.......) büyük demektir. Bu, (.......) büyük'den daha büyüktür. Bununla da okunmuştur. Bu da (.......) büyük” dcn daha büyüktür.

23

Ve dediler ki: “Salon ilâhlarınızı bırakmayın. Hele, Ved'den, Suva'dan, Yeğus'dan, Yeuk'tan ve Nesr'den asla vazgeçmeyin!”

Reisler ayak takımına dediler ki:

Sakın ilâhlarınızı -genel olarak- bırakmayın.

Yani; onlara ibâdeti bırakmayın.

(.......) ın üstünü ve ötresiyledir. Nâfî ötreli okumuştur. İM ayrı kelimedirler.

Vedd: Adam suretinde bir put idi.

Suva: Kadın suretinde idi.

Yegus: Asları suretinde idi.

Ye'uk: At suretinde idi.

Son ikisi, eğer Arapça iseler, belirli oldukları ve fiil vezninde oldukları için gayn Munsarıftıriar. Ve eğer yabancı kelime iseler, belirli oldukları ve yabancı dilden oldukları için gayn Munsarıftıriar.

Nesr: Kartal suretinde idi.

Yani; hususen bu beş puttan vazgeçmeyin demektir. Sanki onlar, onların en büyük ve en yüce putları idi. Genelin zikrinden sonra onları özellikle zikrettiler. Bu putlar Nûh'un (aleyhisselâm) kavminden Araplara intikal etmiştir.

Vedd, Kelb'e âit idi. Suva Hemedan'a aitti. Yeğus, Mezhic'e âit idi. Ye'uk Murad'a âit idi ve Nesr de Himyer'e âit idi. Denildi ki:

Bunlar sâlih kişilerin isimleridir. İnsanlar Âdem (aleyhisselâm) ile Nûh (aleyhisselâm) arasında onlara uyuyorlardı. Öldüklerinde kendilerini daha çok ibâdete sevk etsin diye onların suretlerini yaptılar. Zaman geçince de iblis onlara:

“Onlar (babalarınız) onlara ibâdet ediyordu.” dedi. Onlar da onlara ibâdet etmeye başladılar.

24

(Böylece) onlar gerçekten birçoklarını saptırdılar. (Rabbim!) sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını artır.”

“Onlar” yani; putlar. İnsanlardan ya da reislerden birçokîannı saptırdılar. Bu:

“Onlar, insanlardan birçoğunu saptırdılar.” İbrâhîm, 36. âyetindeki gibidir.

(.......) cümlesi, “dedi” sözünden sonraki ve onun yerine geçen (.......) dan sonraki Nûh (aleyhisselâm) un sözünün hikâyesi üzere (.......) cümlesine atıftır. Manası;

Dedi ki: “Rabbim! Onlar bana karşı geldiler.” Ve dedi ki: “sen de bu zalimlerin ancak şaşkınlıklarını artır.”

Yani; o, bu iki sözü söyledi.

Her ikisi de mahallen mensûbtur. Çünkü ikisi de (.......) nin mefulüdür.

“Şaşkınlıklarını” helâkini,

“Zalimlerin helâkinden başka bir şeyini artırma” âyetinde olduğu gibi.

25

Bunlar, günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe sokuldular ve o zaman Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.

Ebû Amr'a göre (.......) şeklindedir.

Yani; günahları yüzünden demektir.

Tufan ile boğuldular. Ardından da büyük bir ateşe sokuldular.

günahları yüzünden” sözünün öne alınması, onların, ancak günahları yüzünden tufanla boğulduklarını ve ateşlere sokulduklarını beyan içindir. Bu manayı (.......) yı ziyade kılmak suretiyle te'kid etti. Günah işleyen kişiye menedici olarak bu yeter. Zira Nûh Kavmi'nin küfrü -en büyükleri de olsa- onların günahlarından sadece biriydi.

(.......) daki (.......), onların, boğulmanın hemen akabinde yakılmak suretiyle azap edildiklerini bildirmek içindir. Dolayısıyla bu kabir azâbının varlığına delil olur. Ve o zaman Allah'a (celle celâlühü) karşı kendilerine yardım edecek, onları Allah'ın (celle celâlühü) azâbından koruyacak yardımcılar da bulamadılar.

26

Nûh: “Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!” dedi.

Yani; Yeryüzünde kâfirlerden, gezip dolaşan hiç kimseyi bırakma, demektir. (.......) veznindedir. (.......) kelimesindendir. Genel olumsuzluklarda kullanılan isimlerdendir.

27

Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar. Yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (ve yetiştirirler).

Eğer sen onları bırakır, helâk etmezsen onlar kullarını saptınrlar, onları yoldan sapmaya çağınrlar. Ve onlar ancak -buluğa erdiğinde- ahlâksızlık yapan ve inkâr eden çocuklar doğururlar. Allah Teâlâ onu:

“Kavminden inanmış olanlardan başka kimse inanmayacak.” Hûd, 36. sözüyle bundan sonra kimsenin inanmayacağını bildirdiği için o bu sözü söylemişti.

28

“Rabbim! Beni, ana - babamı, îman etmiş olarak evime girenleri, îman sâhibi erkekleri ve kadınları bağışla, zalimlerin de ancak helâkini artır.”

“Ana - babamı” onlar Müslümandılar. Babasının ismi Lemek, anasının ismi Semha idi. Denildi ki:

“O ikisi (ana-babası) Âdem ile Havva idi.”

(.......) şeklinde de okunmuştur.

Bununla, iki oğlunu, Sam ve Ham'ı kastediyordu.

“Evime girenleri” evime ya da mescidime ya da gemime girenleri.

“Îman etmiş olarak” Çünkü o biliyordu ki: Onun evine mü'min olarak giren bir kimse bir daha küfre dönmüyordu.

“Îman sâhibi erkek ve kadınları bağışla.” Kıyamet gününe kadar gelecek olan îman sâhibi erkek ve kadınları bağışla. Önce özellikle kendisiyle birlikte olan kişileri zikretti. Çünkü onlar, onun duasına daha layık ve daha fazla hak sâhibidir. Daha sonra îman eden bütün erkekleri ve kadınları genelledi.

“Zalimlerin” yani; kâfirlerin ancak helâkini artır. Bundan sonra onlar helâk edildiler. İbni Abbâs (radıyallahü anh) şöyle demiştir:

Nûh (aleyhisselâm) iki dua yapmıştır. Biri mü'minlerin bağışlanması, diğeri kâfirlerin helâk edilmesidir. Kâfirlerin helâk edilmesiyle ilgili duası kabul oldu. Mü'minler hakkında yapmış olduğu duanın kabul edilmemesi de mümkün değildi. Boğuları kâfirlerin küçük çocukları hakkında ihtilaf olundu. Denildi ki:

Allah, tufandan kırk yıl önce onların karılarını kısırlaştırdı da boğulduklarında onlarla birlikte küçük çocuk yoktu.” Yine denildi ki:

Allah onların temiz olduğunu bildiği için onlar eziyet çekmeksizin helâk edildiler.”

Allahu A'lem.

0 ﴿