CİN SÛRESİ

1-2

(Rasûlüm!) De ki: “Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur'ân'ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulade güzel bir Kur'ân dinledik. Biz de ona îman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız.'“

“Ey Resûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Ümmetine de ki: Bu emir ve kıssa bana vahyolundu.'“

Âlimler (.......) nun (.......) sinin üstün olduğunda icma hâlindedirler. Çünkü o (.......) nin failidir. (.......) ve (.......) üzerine atıftır (.......) den hafıfletilmiştir. (.......) daki (.......) de (.......) ye Mef’ûl olması için hafifletümiştir. (.......) ve (.......) cümlelerinde olduğu gibi cezâ cümlesinin başına gelen (.......) den sonra ve (.......) sözünden sonra (.......) şeklinde esrelidir. Çünkü (.......) den sonra hikâye olunan müptedadır. Ancak alimler (.......) daki ve (.......) deki hemzelerin üstün ya da esre olduğunda ihtilafa düşmüşlerdir.

Şam kırâat im anıl an ve Ebû Bekir dışındaki Kûfeliler onu (.......) cümlesi üzerine atfen (.......) deki cer ve mecrûrun mahalline aftan üstün okumuşlardır. Takdiri; “Ona inandık ve Rabbimizin şanının yüce olduğuna ve bizim beyinsiz olanımızın Allah hakkında pek aşırı yalanlar uydurduğuna da inandık.” şeklindedir.

Diğerleri ise onu (.......) üzerine atfen esre okudular ve onlar bu ayetlerin sonunda durmaktadırlar.

Nefer: Üç kişiden ona kadar olan bir guruptur.

“Cinlerden” Nusaybin cinlerinden, kavimlerine döndüklerinde, onlara Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sabah namazmdaki okuyuşunu dinlediklerini söylediler.

“Harikulade güzel bir Kur'ân...” güzel nazmı, önce ve derin manası itibariyle diğer kitapları açıklayan, insanları hayrette bırakan, çok çok edebi bir Kur'ân.

(.......); harikulade olan şeydir. Hayrette bırakan şey manasına gelmiştir, mastardır.

“Ona îman ettifc” Kur'ân'a. Ona (Kur'ân'a) îman; Allah'a (celle celâlühü) ve birliğine îman, şirkten de beraat olunca “... artık mahlûkatından hiç kimseyi Rabbimize ortak koşmayacağız.” dediler.

(.......) deki zamîrin Allah Teâlâ'ya âit olması da mümkündür. Çünkü “Rabbimiz” kelimesi onu açıklamaktadır.

3

Hakikat şu ki: Rabbimizin şanı çok yücedir. O, ne eş, ne de çocuk edinmiştir.

“Şanı” azameti, büyüklüğü, (.......) Filân, gözümde büyüdü.'denir. Ömer ve Enes (radıyallahü anh)’in:

“Kişi, Bakara ve Âl-i Imrân Sureleri'ni (ezbere) okuduğunda gözümüzde büyürdü.” sözleri de bundandır. O, kâfir cinlerin ve insanların dediği gibi eş ve çocuk edinmemiştir.

4

Şüphesiz bizim beyinsiz olanımız (İblîs veya azgın cinler) Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyonnuş.

“Beyinsiz olanımız” câhilimiz ya da İblîs. Zira onun fevkinde hiçbir beyinsiz yoktur.

“Yalanlar” yani, küfür. Doğrudan uzak olduğu için küfrü yalan diye nitelendirdi.

(.......) ev uzak oldu'sözündendir. Ya da haktan uzak saçma bir söz demektir ki, o da: Allah Teâlâ'ya eş ve çocuk nispet etmektir.

(.......); zulüm ve diğer şeylerde haddi aşmak, demektir.

5

Hâlbuki biz, gerek insanlar gerekse cinler, Allah hakkında asla yalan söylemezler sanmıştık.

“Yalan” yalan söz. Ya da O'nun hakkında yalanlanmış söz. Ya da mastar olmak üzere mensûbtur. Zira yalan, sözün bir çeşididir.

Yani; hiç kimsenin, eş ve çocuk isnad etmek suretiyle Allah'a (celle celâlühü) karşı yalan söyleyeceğini sanmamıştık. Dolayısıyla onların yalanı, Kur'ân sayesinde ortaya çıkıncaya kadar ona isnad ettikleri şeyde onlara inandık. Araplardan herhangi biri sefer esnasında korkulu ve ıssız bir yere vardığında:

“Bu vadinin azan cinlerinden bu vadinin ulusu olan cine sığıniyorum.” derdi. Bununla da en büyük cini kastederdi. Bu sebeple şöyle buyurdu:

6

Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da onların (şımanklıklarını ve) azgınlıklarını artırırlardı.

“Onların azgınlıklarını artırırlardı.”

Yani; insanlar, sığmmalarıyla cinlerin azgınlıklarını, aşağılıklarını ve kibirlerini artırırlardı da onlar (cinler): “Cinlerin ve insanların efendisi olduk.” derlerdi.

Ya da cinler, insanlar kendilerine sığındı diye onların azgmlıklarını ve günah işlemelerini artınrlardı.

(.......) un aslı; mahzurlu olan bir şeyi sanp bürümek, demektir.

7

Onlar da sizin sandığınız gibi, Allah'ın hiç kimseyi tekrar diriltmeyeceğini sanmışlardı.

Ey Mekke halkı! “Onlar da -yani; cinler de- sizin sandığınız gibi, Allah'ın ölümden sonra hiç kimseyi tekrar diriltmeyeceğini sanmışlardı.”

Yani; cinler, sizin inkâr ettiğiniz gibi yeniden dirilişi inkâr ediyorlardı. Ancak, daha sonra Kur'ân'ı işitmek suretiyle hidâyete erdiler ve yeniden dirilişi ikrar ettiler. Artık siz de onlar gibi ikrar etmeyecek misiniz?

8

Şüphesiz biz cinler, göğe erişmeye çahştık. Fakat onu sert bekCinlerle, ateş toplarıyla doldurulmuş bulduk.

“Göğe erişmeye çalıştık” göğe ulaşmayı ve ora halkını (melekleri) gizlice dinlemeyi istedik.

Lems; dokunmak, elle yoklamak, demektir. Talep etmek manasına istiâre olunmuştur. Çünkü (.......), talep eden, araştıran, demektir.

(.......) kelimesinin çoğuludur. Temyiz üzere mensûb kılınmıştır. Fakat onu, onu bekleyen kuvvetli melekler topluluğuyla dolu bulduk. Denildi ki:

Haras: hizmetCinler manasına gelen (.......) kelimesinde olduğu gibi bekCinler manasına gelen tekil bir isimdir. Bu sebepten dolayı “kuvvetli, sert” kelimesiyle (tekil bir kelimeyle) sıfatlandı. Eğer manasına bakılsaydı (.......) denilirdi.

(.......) kelimesinin çoğuludur.

Yani; “ışık veren gezegenler” , demektir.

9

Hâlbuki (daha önce) biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir ateş topu buluyor.

Bundan önce göğün bazı kısımlarında gök haberlerini dinlemek için oturacak yerler bulur, otururduk. Şunu kastediyor: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in gönderilişinden önce gökyüzünde bekCinlerin ve yakıcı alevlerin olmadığı bazı yerler bulurduk. Fakat şimdi, yani; peygamberin gönderilişinden sonra, kim kulak hırsızliği yapmak isterse kendisini gözetleyen bir ateş şulesi buluyor.

(.......) in sıfatıdır. (.......) gözetleyen'manasınadır.

Yani; kendisini gözetleyen, onun için hazırlanmış bir ateş topu buluyor.

Ya da o, ateş şuleleriyle taşlamak için gözetleyenler manasına (.......) kelimesinin çoğul ismidir ki onlar da ateş şuleleriyle onları taşlayan ve onları kulak hırsızliği yapmaktan meneden meleklerdir. Cumhûr’a göre bu durum Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz gönderilmeden evvel yoktu. Denildi ki:

“Bu taşlanma olayı Câhiliye döneminde de vardı. Fakat şeytanlar bazı vakitlerde hırsızlama işini beceriyorlardı. Ancak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in gönderilişinden sonra kesin olarak bundan menedildiler.”

10

Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi.

Bilmiyoruz, kulak hırsızliğinın yok edilmesi sebebiyle yeryüzündekilere azap mı murat edildi, yoksa Rabbleri onlara hayır ve rahmet mi diledi?

11

Gerçekten biz, -kimimiz sâlih kişiler, kimimiz ise bunlardan aşağıda-, türlü türlü yollar tutmuştuk.

Bize gelince, bizden, iyi, muttaki kişiler de var. Ve bizden bundan başka kişiler de var.

Mevsûf hazfedildi.

Bundan başka kişiler; iyilik hususunda orta şeker olanlar, kâmil olmayanlardır. Ya da onlar, -bununla- iyi ve muttaki olanların dışındakileri kastettiler.

“Türlü türlü yollar tutmuştuk” zikredilen taksimin açıklamasıdır.

Yani; biz farklı mezheplere ya da farklı dinlere ayrılmıştık, demektir.

(.......) kelimesinin çoğuludur. O da; parça, dilim, demektir. “sırım (denen kayış)ı kopardım” sözünden gelmektedir.

12

(Artık) şu gerçeği şüphesiz anladık ki yeryüzünde bulunsak da Allah'ı âciz bırakamayacağız, (başka yere) kaçsak da O'nu âciz kılarılayız.

Yakinen inandık ki, yeryüzünde bile Allah'ın (celle celâlühü) önüne geçemeyeceğiz.

(.......) hâl makamında mastardır.

Yani; o yeryüzünden göğe kaçsak bile O'nu âciz bırakamayız, demektir. Bunlar, cinlerin sıfatları ve üzerinde bulundukları halleri ve inançlarıdır.

13

Şüphesiz biz, o hidâyet rehberini (Kur'ân'ı) işitince ona îman ettik. Kim Rabbine îman ederse, ne bir (ecrinin) eksikliğe uğratılmasından, ne de haksızlık edilmesinden korkar.

“Hidayet rehberini” Kur'ân'ı.

“Ona îman ettik” Kur'ân'a ya da Allah'a (celle celâlühü) îman ettik. Kim Rabbine îman ederse artık o, ne sevabının azalmasından ne de ona zilletin ulaşmasından korkar. Bu:

Ve onların yüzlerini bir horluk kaplar.” Yûnus, 27; Kalem, 43; Meâric, 44. ve:

“Onların yüzlerine ne bir kara bulaşır ne de horluk.” Yûnus, 26. ayetlerinde olduğu gibidir. Bunda amelin îmandan olmadığına dair delil vardır.

(.......) demektir ki o da müpteda ve haberdir.

14

İçimizde (Allah'a) teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var. (Allah'a) teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu arayanlar (ve ona layık ol anlar) dır.

İçimizde Allah'a (celle celâlühü) teslimiyet gösteren mü'minler de var, hak yoldan sapan kâfirler de var. (.......) zulmetti, (.......); adil davrandı, demektir.

“Teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu arayanlardır.” hidâyeti isteyenlerdir.

(.......); en layık olanı ve en uygun olanı talep etmek, demektir.

15

Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır.

Zulmedenlere gelince, onlar da, Allah'ın (celle celâlühü) ilminde cehenneme yakıt oldular. Bunda, kâfir cinlerin cehennemde azap edileceğine ve sevap kazanmalarının keyfiyeti hususunda da durulup bir şey söylenilmemesi gerektiğine dair, delil vardır.

16-17

Şayet doğru yolda gitselerdi, bu hususta kendilerini demememiz için onlara bol su içirirdik. Kim Rabbinin zikri çevirirse (Rabbin) onu gittikçe artan çetin bir azâba uğratır.

(.......) den hafîfletilmiştir. Onun, vahyedilenler cümlesinden olduğunu kastediyor.

Yani; “Bana şu vahyedildi Eğer o zulmedenler İslam yolu üzerinde dosdoğru gitselerdi elbette onlara bol bol su içirirdik.” demektir. Mana; “Onlara rızkı bol bol verirdik.” demektir.

“Bol su” zikredildi. Çünkü o, rızkın artmasına sebeptir. Şayet doğru yolda gitselerdi kendilerine verilen nimetlere karşı nasıl şükredecekleri hususunda onları imtihana çekelim diye onlara bol su verirdik.

“... Rabbinin zikrinden...” Kur'ân'dan ya da tevhidden ya da ibâdetten.

Ebû Bekir dışındaki Iraklılara göre (.......) şeklinde (.......) iledir.

Yani; “onu sokar” , demektir.

(.......) meşakkat manasınadır. (.......) nin mastarıdır. (.......) denir. Azap bununla nitelendirildi. Çünkü bu, azap olunana zahmet verir.

Yani; onu kaplar ve ona galebe çalar da, o (gazap olunan) ona karşı koyamaz. Ömer (radıyallahü anh)’in şu sözü de bundandır.:

“Hiç bir şey, nikâh konuşması kadar bana zor gelmedi.”

18

Mescidler şüphesiz Allah'ındır. O hâlde (oralarda) Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın (ve kulluk etmeyin).

“Mescidler şüphesiz Allah'ındır.” cümlesi de vahyedilenler cümlesindendir.

Yani; Bana vahyolundu ki; mescidler, yani; Namaz kılmak için bina edilmiş binalar Allah (celle celâlühü) ındır, demektir. Denildi ki:

“Bunun Manası; mescidler, Allah'a (celle celâlühü) âit olduğu için başka kimseye yalvarmayın” , şeklindedir.

(.......) deki (.......) ya taallûk etmektedir.

Yani; “Mescidlerde Allah (celle celâlühü) ile birlikte kimseye yalvarmayın. Çünkü o mescidler Allah'a (celle celâlühü) ve O'na ibâdete mahsustur” , demektir. Denildi ki:

“Mesacid, secde azalarıdır. Onlar da; yüz, eller, dizler ve ayaklardır.”

19

Allah'ın kulu, O'na yalvarmaya (namaza) kalkınca neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirine geçeceklerdi.

Allah'ın kulu O'na yalvarmaya kalkınca...” Muhammed (aleyhisselâm) namaza kalkınca. Bunun takdiri: “Bana vahyolundu ki: Allah'ın kulu, O'na ibâdet etmeye ve Kur'ân okumaya kalkınca şeklindedir.”

Allah'ın Nebisi” ya da Allah'ın Rasûlü” demedi. Çünkü bu, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin en çok sevdiği isimlerdendir. Çünkü bu, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in sözünde kendi nefsi hakkında geçtiği için tevazuun gerektirdiği durum üzere getirilmiştir. Ya da, Allah'ın (celle celâlühü) kulunun ibâdeti Allah (celle celâlühü) için olduğundan dolayı böyle denilmiştir. Bu, uzak bir mana değildir. Zira onlar neredeyse onun üzerine üşüşüp keçe gibi birbirlerine gireceklerdi. Onlar, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’in ibâdetini ve ashâbının ona tabi oluşunu gördüklerinde ve okuduğu Kur'ân hoşlarına gittiğinde -hoşlarına gittiği için- dinleme iştiyakıyla kalabalık guruplar hâlinde onun etrafında toplarııyorlardı. Çünkü onlar daha önce bir benzerini görmedikleri şeyi görmüşlerdi.

(.......); kalabalık guruplar manasınadır. (.......) kelimesinin çoğuludur.

20

(Rasûlüm) De ki: “Ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam.”

“De ki: Ben yalnız Rabbime yalvarırım. ...”

Âsım ve Hamza dışındakilere göre (.......) dedi'şeklindedir.

“Ve O'na ibâdette hiç kimseyi ortak koşmam.” Dolayısıyla siz niçin buna hayret ediyor ve niçin başıma toplarııyorsunuz?

21

De ki: “Şüphesiz ben (kendi başıma) size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sâhibim.”

Size ne bir zarar ne de fayda sağlama gücüne sahip değilim, demektir. Ya da (.......) kelimesiyle saptırma kastedilmiştir. Ubey'in:

(.......)“Sizi ne saptırmaya ne de irşat etmeye mâlik değilim. “şeklindeki kırâati de bunun bir delilidir. Şunu kastediyor:

Size ne zarar ne de fayda vermeye gücüm yetmez. Zira zarar ve fayda veren ancak Allah'tır (celle celâlühü).

22

De ki: “Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez. O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam.”

De ki: Gerçekten ben Allah'a (celle celâlühü) isyan edersem beni O'nun azâbından hiç kimse kurtaramaz. Bu, Sâlih (aleyhisselâm)’in:

“O'na karsı gelirsem beni Allah'tan kim kurtarır.” Hûd,63. sözündeki gibidir.

“Sığınacak...” sığınılacak.

23

(Benim yaptığım) ancak Allah katından olan, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Artık kim Allah ve Rasûlü'ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.

(.......) sözü (.......) sahip değilim'sözünden istisnadır.

Yani; size ne zarar ne de fayda vermeye mâlik değilim. Ancak Allah (celle celâlühü) katından olanı tebüğe mâlikim, demektir.

(.......) De ki: Beni kimse himaye edemez.'sözü, gücünün yetmeyişindeki olumsuzluğu te'kid ve aczini beyan için gelmiş mutarıza cümlesidir. Denildi ki:

(.......) kelimesinden bedeldir.

Yani; Allah (celle celâlühü) tarafından olanı ve benimle gönderdiği şeyleri tebliği etmemden başka bir kurtarıcı da bulamam, demektir. Şunu kastediyor:

“Beni ancak Allah tarafından gönderilen şeyleri tebliği etmem kurtarır. Gerçekten beni bu kurtarır.” Ferrâ' şöyle demiştir:

“Bu, şart ve cevaptır. İstisna değildir. (.......) dan ayrıdır.” Takdiri: Allah (celle celâlühü) tarafından olanı ve onun gönderdiklerini tebliğ etmezsem...” şeklindedir.

Yani; eğer tebliğ etmezsem O'ndan başka sığınılacak ve O'ndan başka beni koruyacak kimseyi bulamam, demektir. Senin, “Kalkamıyorsanız oturun.” sözünde olduğu gibi.

Bütün bu şıklara göre (.......) kelimesi tebliğ manasınadır.

(.......) üzerine atıftır. Sanki: “Ben ancak size duyurmaya ve elçilik görevlerini yerine getirmeye mâlikim.” denilmiştir.

Yani; Ben ancak Allah katından olanı tebliğe, sözü O'na nispet ederek Allah şöyle şöyle buyurdu” demeye ve O'nun, benimle gönderdiği risâletini ziyadesiz ve noksansız tebliğe mâlikim, demektir.

(.......) harf-i ceri (.......) kelimesine taallûk etmektedir. Çünkü (.......) onu tebliğ et'denir. (

Yani; (.......) fiili (.......) harf-i ceriyle kullanılır.) Bu:

Allah ve Rasûlü'nden ihtardır.” 107 âyetindeki (.......) gibidir.

Yani; Allah'tan (celle celâlühü) olan bir tebliği demektir. Arak kim Allah'a (celle celâlühü) ve peygambere indirileni kabul etmemek suretiyle peygamberine karşı gelirse, demektir. Çünkü o risâletin tebliğinin hemen ardından zikredilmiştir.

(.......) kelimesinin lâfzından dolayı (.......) de zamîri tekil getirdi. Manasından dolayı da (.......) de çoğul getirdi.

(.......) halin, kendisine delalet ettiği hazfedilmiş bir cümleye taallûk etmektedir. Sanki: “Tehdit edildikleri azâbı gördükleri zamana kadar bu hâl üzere devam ederler.” denilmiştir.

24

Sonunda, tehdit edilip durduklarını (azâbı, kıyameti) gördükleri zaman, kim yardımcı olma bakımından daha güçsüz ve sayıca daha az imiş, bileceklerdir.

Tehdit edilip durdukları azâbı gördükleri zaman, azâba maruz kaldıklarında kimin yardımcısı daha zayıf, sayısı daha azmış bilecekler. Onların mı, yoksa mü'minlerin mi?

Yani; o gün kâfirin hiçbir yardımcısı yoktur. Mü'mine ise Allah (celle celâlühü), melekler ve peygamberi yardım eder.

25

De ki: “Tehdit edile geldiğiniz (azap) yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyar, ben bilmem.”

De ki: Bilmiyorum, tehdit edile geldiğiniz azap yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyacaktır. Şunu kastediyor: “Sizler kesin olarak azap olunacaksınız. Ancak o, derhal mı, yoksa bir süre sonra mı olacak onu bilmiyorum.”

Hicaz kırâat imâmları ve Ebû Amr'a göre (.......) şeklinde (.......) nın üstünüyledir.

26

O bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz.

(.......) müptedanın haberidir.

Yani; O (celle celâlühü), gaybı bilendir, demektir. Gizli bilgisine mahlûkatından hiç kimseyi muttali kılmaz.

27

Ancak (bildirmeyi) dilediği Peygamber bunun dışındadır. Çünkü O, bunun önünden ve ardından gözcüler salar.

Gaybın bir kısmını bilsin ve gaybden haber vermesi mu'cize olsun diye ancak râzı olduğu elçiye bildirir. Ve onu gaybına dilediği kadar muttali kılar. (.......),(.......) nın açıklamasıdır. Velinin bildirdiği bir şeyin vuku bulması kesin değildir. Çünkü o, rüyaya ya da keşfe göre haber verir. Veliye âit her keramet de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in mu'cizesidir. Te'vilat adlı kitapta şöyle zikredilmiştir:

Bazıları dediler ki: “Bu âyette, kâhinlerin yalanlanmasına delalet vardır. Ancak böyle değildir. Zira onlar içinde verdiği haberi doğrularıanlar da vardır. Eczacılar da böyledir. Onlarda otların tabiatını bilirler. Bu da düşünerek bilinmez. Dolayısıyla bilindi ki: Onlar bunun ilmine elçi yoluyla vakıf oldular. Kendisi gitse de ilmi halk içinde bâkî kalmıştır.”

“Bunun” peygamberin. “... gözcüler...” muhafız melekler. Onlar onu, şeytanlardan muhafaza ederler. Vahiy, peygambere ulaştırıhncaya kadar onların vesveselerinden ve bir şeyler karıştırmalarından onu korurlar.

28

Ki böylece onların (peygamberlerin), Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerim bilsin. (Allah) onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymış (kaydetmiş) tir.

Ki böylece Allah (celle celâlühü), peygamberlerin, Rabblerinin gönderdiklerini ziyadesiz ve noksansız olarak kâmil bir şekilde, gönderilen kişilere, hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin.

Yani; Allah (celle celâlühü), bunun, var olmadan önce var olacağını bildiği gibi var olduğu hâlde de var olduğunu bilsin diye, demektir.

(.......) deki zamîri (.......) in lâfzından dolayı tekil kıldı, manasından dolayı da (.......) da çoğul kıldı.

Allah (celle celâlühü), peygamberin nezdindeki ilmi çepeçevre kuşatmış ve su damlalarını, kum tanelerini, ağaç yapraklarını, denizköpüklerini ve sair her şeyi bir bir saymış, kaydetmiştir. Peygamberlerin nezdindeki vahyine ve kelamına dair şeyleri nasıl ihata etmez?

(.......) kelimesi hâldir.

Yani; Her şeyi sayılı olduğu hâlde bildi, demektir. Ya da saymak manasına mastardır.

Allahu A’lem.

0 ﴿