BAKARA SÛRESİKur'an'ın en uzun ve en kısa süreleriyle, en uzun ve en kısa âyetlerinin hangileri olduğu konusunda müfessirlerin söylediklerini şöyle özetleyebiliriz: Kur'an'da en uzun sûre Bakara, en kısa sûre de Kevser süresidir. En uzun âyet ”deyn" âyeti diye adlandırılan ve borçlarla ilgili hükümlerden söz eden Bakara sûresinin 282. âyetidir. Kur'an'daki en kısa âyet ise, ”ve'd-Duhâ", ”ve'l-Fecr" âyetleridir. Kur'an'da yer alan en uzun kelime de, Hicr sûresinin 22.âyetinde geçen ”Feeskaynâkümûhü" kelimesidir. Fatiha sûresinden sonra gelen Bakara sûresinin, en uzun sûre olmasındaki hikmet şöyle açıklanmıştır: Bu sûrede hükümler ayrıntılı olarak açıklanmış, çok darb-ı meseller verilmiş, hüccet ve deliller genellikle bu sûrenin kapsamında yer almıştır. Ve hiçbir sûre bu sûrenin içerdiği konuları içermemektedir. Bundan dolayı da sûreye ”Kur'an'ın çadırı", anlamında ”Fustatu'l-Kur'an" denilmiştir. Ebû Bekir İbn Arabi, (1) hocalarından birisinin şöyle dediğini anlatıyor: ”Bakara sûresinde bin emir, bin nehiy (yasak), bin hüküm ve bin haber bulunmaktadır. Bu sûre içinde yer alan hükümlerin çokluğu dolayısıyla Abdullah b. Ömer, sekiz yılını bu sûrenin öğrenimiyle geçirmiştir." 1Elif, Lâm, Mîın! Fatiha sûresine muhkem ve açık harflerle başlanıldığı halde, Bakara sûresine ”Elif, Lâm, Mim" diye başlanılmasındaki hikmetle ilgili olarak söz konusu olan bir soruya, Sûyûti şöyle cevap vermiştir: Bilindiği gibi Fatiha sûresi, herkes tarafından bilinen açık ve muhkem harflerle başlıyor. Bunun anlaşılmasında herhangi bir zorluk ve kapalılık yoktur. Bakara sûresi ise bunun karşıtı olan müteşabih harflerle başlamıştır. Müşabihler aynı zamanda, yorumdan uzaktırlar. Akıl sahipleriyle hikmet sahibi kimselerin mertebeleri bununla anlaşılır. Bunun karşısında aciz kaldıklarını itiraf ederler. Bundan ibret alıp âyetlerini düşünürler. İlim sahipleri, sûrelerin başındaki harfler ve bunlarla nelerin amaçlandığı hakkında birçok görüş bildirmişlerdir: 1- Bunlar bize kapalı olan ve sırları da gizli tutulan ilimlerdendir. Yani Allah'ın, ilmini ve mânasını kendisine ayırdığı müteşabihlerdir. Bunlar Kur'an'ın gizlilikleridir. Biz bunların zahirine iman eder ve onları bilmeyi Allah'a havale ederiz. Müteşabihlerin Kur'an'da zikredilmesinin sebebi, onlara iman etmeyi sağlamaktır. 2- Bunlar, birtakım anlamlar ifade ederler: a) ”Elif", Allah demektir. ”Lâm", Latif ve ”Mim" de Mecîd demektir. Yani mana: ”Ben, Latif ve Mecid olan Allah'ım" demek oluyor. Nitekim aşağıdaki müteşabihler de şöyle yorumlanmıştır: ”Elif, Lâm, Râ": ”Ben, Allah'ım görürüm. ”Kâf Hâ, Yâ, Ayın, Sâd": ”Ben, kerim olan, hidayete erdiren, her şeye yerli yerince hükmeden, her şeyi bilen, sâdık olan Allah'ım." Nitekim, Kur'an'daki ”kaf ' harfinin, O'nun kadir ve kahir olduğuna işaret ettiği şeklinde yorumlar bulunduğu gibi, ”nun" da O'nun Nûr ve Nasîr (yadıma) olduğuna işaret sayılmıştır. Tüm bu harflere ”Mukattaa harfleri" denir. Bunların her biri yüce Allah'ın bir isminden alınmadır. Zaten Arap geleneğinde harflerin bazısı ile yetinmek bir alışkanlıktır. Nitekim şairin şu sözünde bu görülmektedir: "Kültü lehâ kıfîfe kalet ka" O kadına ”dur" dedim, o da ”ka" (durdum), dedi. Buradaki ”ka" durdum anlamına gelen ”vekaftü" kelimesinin kısaltılmışıdır. b) Bazı sûrelerin baş taraflarında geçen bu tür harfler, Kur'an'ın normal alfabe harflerinden oluştuğunu göstermek içindir. Ancak bu harflerin bazıları böyle mukattaa olarak geldiği halde, kimisi de kelime ve cümlelerden oluşarak gelmiştir. Böylece Kuranla kendilerine meydan okunanlara bir uyarıda bulunulmuştur. Bununla insanlara şu mesaj veriliyor: Ey insanlar, sizin sözleriniz nasıl harflerden oluşuyorsa, bu Kur'an da aynı harflerle düzenlenmiştir. Eğer bu, insan gücünün üstünde bir güç olarak kuvvetlerin ve kudretlerin yaratıcısı Allah tarafından indirilen bir kitap olmasaydı, kesinlikle bunun bir benzerini getirebilirlerdi. İşte bu görüş tahkik erbabının kabul ettiğidir.(2) "Elif, Lâm, Mim. Bu kitap." Şeyh Muhyiddîn Arabî bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak şunları söylüyor: ”Allahü teâlâ'nın sûre başlarında insanlarca anlamı bilenemeyen bu harfleri indirmesinin sebebi, Kur'an'ın indirildiği sıralarda, insanların onu anlamamaları için Arapların gürültü yapmalarıydı.'"' İşte Allah hikmeti gereği olarak bu harfleri indirdi ve böylece Allah'ın indirdiklerini duyduklarında, hemen buna yönelmelerini sağladı. Çünkü bunun da, tıpkı kendi sözleri gibi, birtakım harflerden oluştuğunu görecekler ve hiçbir gürültü çıkarmaksızın susarak Kur'an'a yöneleceklerdir. Doğrusu insan, genel olarak yabancı ve alışık olmadığı şeylere karşı bir merak duyar. Hemen ona yönelir ve kulak verir. Zaten böyle olunca da, istenilen amaca varılmış olunur. Çünkü bu harflerden sonra inen diğer hükümleri dinlerler ve oldukça da arzulu olurlar. Böylece Allah'ın mukattaa harfleriyle indirdiği âyetlerle bunlara yakın olan kelimeler arasındaki hikmet ve münasebeti ararlar. Fakat bunların manalarını istendiği şekilde anlayamazlar. İnatçılar ve kâfirler Allah tarafından büyük bir imtihanla karşı karşıya kalırlar. Çünkü Kuran karşısında hep gürültü çıkarıp durmalarından ve inatlarından dolayı onlar için büyük bir şer vardır. Diğer taraftan bu, mü’minler için bir rahmet ve Allah'tan bir hikmettir." Değerli şeyhim Lâihât adlı kitabının dipnotunda şunları yazıyor: ”Bu gibi müteşabih âyetler yüzünden ilimle ilgileri bulunmayan kimselerin ayakları sürçmüştür. İlimde yüksek derece sahibi kimselerin akılları da buna şaşırıp kalmıştır. Kimisi Allah'a karşı olan edepleri sebebiyle ileri gitmeyip: ”Ona inandık. Hepsi Rabbimiz kalındandır" (Âl-i İmrân: 7) dediler. Kimisi de değişik yorumlar getirmelerine rağmen, maksadı ifadeden uzak kaldılar. Fakat bu teviller şeriat açısından güzel görüldükleri gibi, din ve akıl yönünden de kabul gördüler. ”(Bu inceliği ise) ancak selim akıl sahipleri düşünüp anlar." (Âl-i İmrân: 7) Ancak bütün bunlar, Allah'ın hatırlatması ve ilhanlıyla kazanılır." Abdurrahman Bistamî de: ”Doğrusu bazı peygamberler, harflere ait sırları Rabbani vahiy ve Samedânî ilka (ilham) yoluyla, bazı veliler nurlu keşifler ve ruhanî feyizler sayesinde, bazı ilim sahipleri de sahih nakil ve üstün bir akılla öğrenebildiler. Bunların hepsi de kendi arkadaşlarına bunlara ait bazı sırları ya keşif ve şühud yoluyla veya bazı tanımlarla haber vermişlerdir. Fakat bu konuda doğru olan; Allah'ın, harflerin sırlarına ilişkin bilgileri bu ümmetin birçoğuna saklı tutmuş olduğudur. Çünkü bunda bazı ilahî hikmetler, Rabbani maslahat ve faydalar vardır. Rabbimiz büyük zatlara, bunların tümünü değil, sadece bazı sırlarını öğrenebilme imkânını vermiştir. Bu öğrenilenler de bazı özel terkiplerden ibarettir. Bunlar ulvî âlemlerle en suflî âlemleri ve başkaca şeyleri etkileri altına alma imkânını veren, ya da onlara etki edebilme gücünü sağlayan şeyler olabiliyor" diyor. Diğer taraftan müteşabih de, tilâvet yönünden tıpkı muhkem gibidir. İbn Mes'ûd'un anlattığına göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kim, Allah'ın kitabından bir tek harf okursa, ona bir ha se ne ( sevap ) vardır. Her bir hasene de on misli olarak değerlendirilir. Ben ”Elif Lâm, Mim ” bir tek harftir demiyorum. Aksine ”Elif" bir harftir, ”Lâm" bir harftir ve ”Mîm" de ayrı bir harftir."(4) Dolayısıyla ”Elif, Lâm, Mîm" de otuz hasene vardır. 2Bu kitap... Bundan maksad, önceki kitaplarda indirileceği vadolunan kamil kitaptır. Kitap yakınımızda olduğu halde, uzağa işaret için kullanılan ”zâlike" edatı ile işaret edilmesi, diğer kitaplarda geleceği vâdedilmiş olması hasebiyle uzak hükmünde oluşundandır. Kendisinde hiçbir şüphe yoktur şeklinde ifade edilen ”Lâ ray be fîh" ibaresinde ”raybe" kelimesi ”lâ" edatının ismi, ”fiili" de bunun haberidir. Aslında bu, kişide bir kuşku meydana geldiğinde söylenen bir ifadedir. Meselâ Arap kendisinde bir şüphe meydana geldiği zaman, ”râbenî eş-şey'û" (bu şey beni şüpheye düşürdü) der. Bu da insan nefsinde rahatsızlık doğuran şeydir. Âyette ”şekk" in ”rayb", yani kuşku diye adlandırılması, insana huzursuzluk vermesi ve bir konuda tam güven duymasını engellemesidir. Nitekim hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüphe getirmeyeni al. ” (Ahmet b. Hanbel, Tirmizî) Âyette zarf olan ”fîh", ”rayb" (kuşku, şüphe) kelimesinin önüne konulmamıştır. Bu ”hakkında şüphe duyulan başka bir kitap mı var?" gibi bir kaygıya kapılınmaması içindir. Eğer kâfirlerin bu kitap hakkında şüpheye kapıldıkları ve Allah'ın kitabını kabul etmedikleri, kıble ehlinden olan bid'atçıların da müteşabihlerin anlamı hakkında şüpheye düştükleri ileri sürülerek: ”O halde bunda hiç şüphe edilmemiştir gibi bir ifadenin anlamı ne kadar gerçekçi olabilir?" diye sorulursa cevabımız şudur: Burada, olmadığı belirtilen şüphe, Kur'an'la ilgilidir. Yoksa, insanların bundan şüphe etmedikleri gibi bir kuşkunun reddi söz konusu değildir. Bu, kendisine hiçbir zaman şüphe olmayan bir kitaptır; haktır ve doğrudur. Bu, bilinen ve kavranılan bir kitaptır, insanlar bundan kuşkuya kapılsalar da, kapı lmasal ar da, böyledir. Diğer taraftan bu, ”şüphe etmeyin" şeklinde haber anlamında bir emir de olabilir. Nitekim şu âyette bunun örneğini görüyoruz: ”Hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur" (Bakara: 197). İşte bu âyet isim ve haber olarak yorumlanınca yukarıdaki anlam karşımıza çıkar. Fakat emir anlamında bir haber olarak değerlendirilince anlam şöyle olur: ”Hac esnasında kadına yaklaşmayın. Günah sayılan davranışlarda bulunmayın ve kavga etmeyin". Takva sahipleri için gerek şimdi ve gerekse ileride takva ile nitelenenler için bir hidâyettir, bir yol gösterici ve bir açıklamadır. Hidâyetin takva sahiplerine özgü kılınması, bu kimselerin Kur'an nurundan bir şeyler kapabilmelerinden, bundan yararlanmalarındandır. Gerçi bu ifade, mü'min veya kâfir, Kur'an'a bakan herkesi kapsar. Nitekim bu anlamda Allah, şöyle buyuruyor: ”İnsanlara doğru yolu gösteren" (Bakara: 185), yani herkes için. Teysîr adlı eserde şöyle denilmektedir: ”Nitekim hep aynı şeyden yararlananlar için, ”bu, yalnız sana aittir, sadece sen bundan yararlanacaksın ” denir, buna rağmen bir başkasının da bundan yararlanamayacağı manası çıkmaz. Dolayısıyla bazı kimselerin hidayete ermemeleri, bu kitabı hidâyet kaynağı olmaktan çıkaramaz. Meselâ körün güneşten yaranlanmaması, ya da onu görmemesi dolayısıyla güneşin varlığını inkâra kalkışması ile güneş reddedilmez. Ağzının tadını bilmeyenin bunu kabul etmemesi, balın bal olduğu gerçeğini değiştirmez. Koku alma duyusu herhangi bir sebeple bozulmuş olan kimsenin misk kokusunu duymaması, onun iyi olmadığından değil, burnunun kokuyu almamasındandır. Önünden berrak ve tatlı bir akarsuyun akıp gitmesine rağmen, susuzluktan ölmek üzere olan kimseye yazıklar olsun! Dolunayın her tarafı gündüz gibi aydınlattığı bir gecede, hâlâ karanlıklar içinde kalan ve aydınlığı göremeyen kimsenin, suçu kendisinde değil dolunayda görmesi ne kötüdür! Kur'an-ı Kerîm, emredici ve yasaklayıcı hükümleriyle ortada dururken, hâlâ isyana kalkışan ve fâsıklığına devam eden kimseye her bakımdan yazıklar olsun! Bunun için Rabbi miz şöyle buyuruyor: ”Muhakkak o (Kur ân), kâfirler için bir üzüntüdür." (Hakka: 50) Muttaki: Korunma anlamına gelen ”Vikaye" kelimesinden türemiş ism-i faildir. Bu, hiçbir kuşkuya meydan bırakmaksızın kesin bir şekilde korunan demektir. Aslında ”ittikâ", iki şey arasındaki engele verilen isimdir. Meselâ: Adam elindeki kalkanıyla korundu, onu kendisine siper etti, denilir. Bu, kişinin kendisiyle hedef aldığı şey arasında, korunmak için bir siper yaptığı anlamına gelir. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: ”Savaş tam olarak kızıştığında biz Rasûlullah'la korunurduk."15' Burada anlatılan şudur: Savaşın kızıştığı bir sırada, her konuda Allah'ın peygamberi sayesinde korunacağımıza inanıyorduk. Dolayısıyla takva sahibi de, Allah'ın emirlerine yapışmanın ve yasaklarından kaçınmanın kendisi ile azab arasında bir engel olduğunu kabul ediyor. Çünkü bu sayede kendisiyle Allah'ın azabı arasında bir engel oluşturuyor. Takva, şeriat örfünde, kişinin dünyadayken, kendisine ahirette zarar verebilecek şeylerden olabildiğince uzak durmasıdır. Bunun da üç mertebesi vardır: a- Küfürden kaçınmak ve uzak durmak suretiyle, ebedî azaptan sakınıp korunmak. İşte şu âyet bu gerçeği dile getiriyor: ”... Onları takvayı gerektiren sözden ayırmadı." (Fetih: 26) b- Günah sayılan her şeyden uzak durmak. İşte bu, şeriatte ”Takva" olarak değerlendiriliyor. Allah şöyle buyuruyor: ”Eğer o memleketlerin halkı iman edip Allah'tan korksalardı..." (A'raf: 96) c- İçini, kendisini Hak'tan ve Allah'ın emirlerinden alıkoyacak şeylerden uzaklaştırıp tümüyle Allah'a ve Hakka yöneltmesidir. İşte şu âyette emredilen gerçek takva da budur: ”Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun." (Al-i İmrân: 102) Takvanın en üst mertebesi peygamberlerin elde ettikleri makam ve derecelerdir. Çünkü peygamberler kendilerinde hem nübüvvet (peygamberlik) ve hem de velayet liderliğini toplamış olan kimselerdir. Peygamberler insanlık alemiyle uğraşıp dururlarken, bu, kendilerini ruhlar âlemine yücelmekten alıkoymamıştır. Onlar halkın işleriyle ilgilenirken, bu, kendilerini Hakkın işlerine dalmaktan geri bırakmamıştır. Çünkü yüce ruhları buna kabiliyetlidir ve kutsal güç tarafından desteklenmektedir. Bu Kur'an'ın hidayeti de, adı geçen her üç derecedeki insanların tümünü kapsar. Sıradan insanların hidâyeti İslâm'la, seçkinlerin hidâyeti iman ve ihsanla, daha seçkin kesimin hidayeti, ortadaki perdelerin (engellerin) açılması ve her şeyin olduğu gibi görülmesiyledir. İşte bu sonuncusu Adnanoğullarının seyyidi Peygamberimiz için gerçekleşmişti. 3Onlar, yani takva sahipleri, gayba iman ederler. Eğer takva, kişinin gereksiz şeyleri terketmesi şeklinde açıklanırsa, bu cümle ”müttekîler" kelimesi için kayıtlayıcı sıfat olur ve buna kötü özellikleri bırakıp, iyi özelliklerle bezenme terettüp eder. Ama eğer, tâatı işleyip günahtan kaçınmak şeklinde anlaşılırsa o zaman da açıklayıcı sıfat denir. Çünkü bu, îman, namaz ve sadaka gibi amellerin aslı, iyiliklerin de tümüne şâmildir. Çünkü bunlar nefsî amellerin ve bedenî ibadetlerin anasıdır. Allah şöyle buyuruyor: ”Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülüklerden alıkoyar. ” (Ankebût: 45) İman, kalb ile onaylamak ve doğrulamaktır. Tasdik olunan şey, tasdik eden kimseyi güven ve emniyete kavuşturur. Bir başka ifadeyle iman, kişiyi azaba götüren şeylere yönelmekten ve onları işlemekten kurtararak güvenceye kavuşturur. Allah'ın güzel adlarından biri de ”Mü'min" dir. Çünkü Allah, fazlı ve keremi sayesinde kullarını azabından emin kılar. el-Kevâşî'de şöyle deniliyor: ”İman, şeriat dilinde kalb ile inanmak, dil ile söylemek ve azalarıyla da gereğini yapmaktır. İslâm ise, boyun eğmek ve teslimiyettir. Dolayısıyla her iman, İslâm'dır, fakat her İslâm, iman değildir." "Gayb", kaybolan şey anlamında bir masdardır. Bu, akıl ve duyulardan tamamen gizli olan, akıl ve duyularla ispatlanamayan şeydir. Gayb iki kısımdır: a- Hakkında hiçbir delil bulunmayan gayb. Şu âyette ifade olunan gayb bu türdendir: ”Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak O bilir." (En'âm: 59) b- Hakkında delil bulunan gayb: Yaratıcı ve sıfatları, kıyamet günü, öldükten sonra dirilme, toplanma, hesap ve ceza görme durumları gibi. İşte burada anlatılmak istenen de budur. Namazı kılarlar... Namaz kelimesinin Arapçası olan ”salât", ”Ve onlar için duâ et" (Tevbe: 103) âyetinde geçtiği üzere bazan ”duâ", ”Allah ve melekleri, peygamberi yüceltirler" (Ahzab: 56) âyetinde geçtiği gibi bazan ”övgü" anlamına gelir. Bundan başka kelime, ”namazda sesini fazla yükseltme" (İsra: 110) âyetinde olduğu gibi ”kıraat" (okuma), ”işte Rablerinin rahmeti onların üzerinedir" (Bakara: 157) âyetinde olduğu gibi ”rahmet" anlamlarına da gelir. Şeriat dilinde ise salât: Belirli fiil, hareket ve dualarıyla kılınması farz olan namazdır. Çünkü bu ibadetin kıyamında kıraat, kuudunda sena ve duâ, namazı kılan kimseye rahmet vardır. Bu âyette sözü edilen namaz, beş vakit namazdır. Namazın ikamesi demek, buna devanı edip terketmemektir. Bir başka ifadeyle hiç bıkmaksızm namaza her zaman hazırlıklı olmak demektir. Namazın edası, ”ikamet" olarak geçiyor. Çünkü namazda kıyam vardır. Nitekim, içinde kunut, rükû ve sücûd bulunduğu için bu adlarla da anılmıştır. Ya da tadil-i erkâna riayetten dolayı, bu isimle anılmıştır. Tadil-i erkân denilince, namazın farzlarını, sünnetlerini ve edeplerini eksiksiz olarak yerine getirmek anlaşılır. Kişi namazının dış yönüne gereken itinayı göstereceği gibi, namazın iç yönünü ilgilendiren hu şua ve kalbiyle tamamen Allah'a yönelmesini de bilmelidir. İşte böyle yapan övgüye lâyık olur. Yoksa namaz kılarken namazlarından habersiz olanların durumuna düşülmemelidir. Bu hususta İbrahîm en-Nehâî şöyle diyor: ”Bir adamın namaz kılarken rükû ve secdeleri hafif tuttuğunu görürsen, aile fertlerine acı. Yani o kimsenin geçim sıkıntısı içinde olduğunu düşünün ve kendisine acıyın." Teysîr adlı tefsirde şunlar yazılıdır: ”Âyette ”İkame-i Salât" denmesi, namaz içerisinde Allah'ın namaz kılanlara birçok şeyleri emretmesindendir. "Namazı kılın" (Bakara: 43) emriyle kıyamı, ”Namazlarına devam edenler" (Mearic: 23) âyetiyle devamı ve muhafazayı, ”şüphesiz ki namaz, müminler üzerine belli vakitlerde farz kılınmıştır" (Nisa: 103) âyetiyle belirli vakitlerde kılınmasını, ”rükû edenlerle beraber rükû edin" (Bakara: 43) âyetiyle cemaatle edasını, ”Oyle mü'minler ki, onlar namazlarında huşu içindedirler" (Müminûn: 2) âyetiyle de huşu emrediliyor. İşte tüm bu emirlerden sonra insanlar birkaç tabakaya ayrılırlar: a- Namazı kabul etmeyenler. Bunların da başında lanetli Ebu Cehil gelir. Allah, onun hakkında şöyle buyurmuştur: ”İnkarcı insan ne iman etti ne de namaz kıldı." (Kıyame: 31) b- Namazı kabul eden, fakat gereğini yapmayanlar. Bunlar da kitap ehlidir. Allah şöyle buyuruyor: ”Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı terkettiler." (Meryem: 59) c- Bir kısmını yerine getirirken, bir kısmını da tembellik yüzünden terkedenler. Bunlar münafıklardır. Allah kendileri hakkında şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar. Halbuki Allah onların oyunlarım başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar." (Nisa: 142) Denilmiştir ki, onların varacakları yer ”veyl"dir. Veyl, cehennemde bir vadidir ki dünyadaki dağlar, içerisine konulacak olsa hareretinden dolayı eriyip akardı. d- Hem kabul eden, hem de gereğini yerine getirenler, şartlarına uyarak vakitleri içerisinde kılanlardır. Bunların başında Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem) gelir. Allah kendisi için şöyle buyuruyor: ”(Rasûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, .. (ibadetle) geçirdiğini... Rabbin kesinlikle biliyor." (Müzzenımil: 20) Ashabı da öyleydi. Nitekim onlar hakkında da şöyle buyuruluyor: ”Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler. ” (Müminim: 1-2) Bunların varacakları yer ise: ”İşte Firdevs cennetine vâris olacak olanlar onlardır" (Mü'minûn: 10-11) âyetiyle açıklandığı üzere, Firdevs cennetidir. Burası cennetin en yüksek ve en değerli yeridir." Cemaatle namaz kılmak farz-ı kifâyedir ve birçok fazileti vardır. Alimlerin çoğunluğuna göre bu, farz değildir. Bir kimse tek başına namazını kılsa, cemaat faziletini kaçırmakla birlikte caizdir. Hanelilere göre de cemaat farz değildir. Ancak müslümana düşen görev, cemaata devamı alışkanlık haline getirmek ve buna devam etmektir. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyuruluyor: ”Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun." (Ahkâf: 31) Bu âyette ”davetci" diye geçen ”dâî" kelimesi bazılarınca ”müezzinler" şeklinde yorumlanmıştır. Çünkü müezzinler beş vakit namazda insanları cemaate çağırırlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Yemin olsun, içimden öyle geçti ki; insanlara namaz kıldırması için birisine emredeyim ve kendim de cemaatten geri kalanları gözetleyeyim, onlar evlerinin içlerindeyken üzerlerine evlerini yakayım" (6) Bu hadîse bakıldığında cemaatten geri kalıp da namaza gelmeyen kimselerin evlerinin yakılabileceği manasında bir cevaz görülüyor. Çünkü Rasûlullah'ın masiyet olabilecek bir şeye kalkışması caiz değildir. Mukâtil'in söylediğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke'deyken, sabah ve akşam olmak üzere ikişer rekât namaz kılardı. Ancak Miraca götürüldüğü gece, beş vakit namazla emrolundu. Namazın farz oluşu da Miraç gecesinde olmuştur. Çünkü Miraç, en faziletli vakitlerdendir. Hallerin en şereflisi, münacatların da en değeriisidir. İmandan sonra namaz, taatlerin en üstünüdür, kullukta bulunmanın da en güzel vaziyetidir. Dolayısıyla en faziletli ibadetler, en faziletli vakitlerde farz kılınmıştır. Bu, kulun Rabbine erişmesi ve O'na yakın olması halidir. Te'vil ât-ı Necmiyye'de şu bilgiler yer alıyor: ”Namazın başında ikâmet yer alır, sonra bunu devam izler. Namazın ikâmesi denilince, vakitleri içerisinde kılınmasına devamı, rükû ve secdelerinin, görünür ve görünmez fiil ve hükümlerinin yerli yerince yapılması anlaşılır. Namazın devamı ise, kişinin kendisini sürekli olarak Rabbinden gelebilecek ilahî lütuf ve ikramlara hazır bulundurmasıdır. Çünkü bu husus, Hazret-i Peygamber'in şu hadisiyle anlatılmıştır: ”Doğrusu Allah'ın, sizin geçirdiğiniz dönemler içerisinde güzel ikramları vardır. Dikkat edin, o güzel ikramlara karşı hazırlıklı olun." (7) Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Sözlükte ”rızık", vergi, bahşiş, ihsan ve lütuf demektir. Örfte ise, canlıların kendisinden yararlandıkları şey anlamında kullanılır. Bu, Ehl-i Sünnete göre helâl ve haram olan tüm şeyleri kapsar. Hepsine rızık denir. Ancak burada karine yoluyla bu, helâl olarak anlaşılmalıdır. Âyette hep övgünün yer aldığına dikkat edersek, bundan da helâlin kastedildiğini anlarız. Yine âyette tümlecin fiilden önce zikredilmesi de buna verilen önemi gösterir. Bir de âyet başlarına uyum sağlansın diye tümleç öne alınmıştır. Âyette ”bazı" anlamına gelen ”min" edatı, israftan kaçınmayı ifade içindir. Yüce Allah, eşi ve benzeri olmayan tek bir ilâh olduğu halde âyette ”verdiğimiz rızıktan ” kelimesinde çoğul kipinin kullanılması şunun içindir: Bu hitap şekli, hükümdarlara mahsustur. Allah ise hükümdarlar hükümdarı olup, tüm mülklerin de melikidir. İşte çoğul kipi bu manadadır. Arapçada ”infak" ve ”infâd" kelimeleri eşanlamlıdırlar. Ancak ”infâd" kelimesinde farklı olarak, elinde var olan şeyi tümüyle harcamak ve hiçbir şey bırakmamak anlamı vardır. Halbuki ”infak" kelimesinde böyle bir anlam yoktur. Buradaki infaktan maksat, farz olsun nafile olsun, tüm hayır yollarına yapılan harcamadır. Âyette geçen bu kelimeyi ”zekât" olarak yorumlayanlar, hayrın en faziletli türünü bildirmişler, böylece temel olana öncelik vermişlerdir. Yine âyetteki infakın ”zekât" diye yorumlanması, onun diğer bir farz olan namazla birlikte gelmesindendir. Ayrıca bu, açık ve gizli yapılan tüm intaklar şeklinde de yorumlanmıştır. Nitekim âyeti: ”Bizim kendilerine verdiğimiz marifet nurlarından Allah rızâsı için halka dağıtırlar" şeklinde yorumlayanlar bu görüşü esas almışlardır. Ancak en doğru görüşe göre, ”nafaka" dan maksat zekâttır. Her şeyin zekâtı da kendi cinsinden olur. Zenginlerin infakı, mallarından olup, bunu ihtiyaç sahiplerinden esirgememeleridir; âbidlerin infakı, hayatlarını hizmetten geri tutmamalarıdır; ariflerin infakı, kalblerini ilahî murakabeye kapalı tutmamalarıdır. Kısaca zenginin infakı, kasayı açması; fakirin infakı da kalbten Allah sevgisi dışında kalan diğer tüm sevgileri çıkarmasıdır. Âyette ayrıca ”iman" dan sözediliyor ki, bu bir kalb işidir. Bunu izleyen ”namaz" ise bedenle ilgilidir. Bunun arkasından da ”infak" geliyor, bu da malla ilgilidir. Bunlar, tüm ibadetlerin toplamıdır. İmanda kurtuluş, namazda yakarış, intakta da dereceler vardır. Bu âyette dört şey anlatılıyor: Takva, gayba iman, namaz ve infak. Sehavet ilk rütbedir, bunu cömertlik (cûd) izler. Bunun arkasından da başkasını kendine tercih (îsâr) gelir. Meselâ bir kimse malının bir kısmını harcar ve bir kısmımı da harcamazsa, bu kimse sehavet sahibidir. Bir kimse başkalarına çok yardımda bulunur ve kendisi için az şey bırakırsa, bu da cûd, yani büyük cömertlik, sahibi kimsedir. Sıkıntıya katlanmak pahasına başkalarını kendisine tercih ederek yardıma koşan kimse ise, îsâr (tercih) sahibidir. Te'vîlât-ı Necmiyye'de: ”Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar" âyeti hakkında şu yorumu görüyoruz: ”Varlık vasıflarından, kul ile Rabbi arasında namazla ilgili yapılan taksimin yarısı oranında harcarlar. Sel, bendini aşıp, iş varacağı noktaya erişince, bu noktada kişiye Allah'ın hidayeti ve lütuflarının gelişiyle ezelî yardım erişir. Bu onu Allah'a en yakın derecelere ulaştırır. Tıpkı Hakkın cezbesinin Hazret-i Peygamber'de (sallallahü aleyhi ve sellem) ”üdnü (yaklaş)" hitabıyla gerçekleştiği gibi, mü'min hakkında Hakkın bu cezbesi, ”Allah'a secde et ve yaklaş" (Alak: 19) hitabıyla gerçekleşmiştir. Secdelerden sonraki teşehhüd, kişinin benlik perdelerinden kurtulup Rabbânî cezbeler sayesinde Cemalullah'ı görmeye hak kazanmasına işarettir. Tahiyyat, kulların melikler meliki olan Allah'ın huzurunda övgü merasimiyle Onunla buluşmaya koyulduklarını temsil eder. Sağa ve sola selâm veriş ise, dünya ve ahiret esenliğine, tüm cahiliye davalarından kurtuluşa işarettir. Çünkü sağdan gelen davet cennet nimetlerine, soldan gelecek olanlar da lezzet ve şehvete çağırır. Halbuki kişi bu durumda icabet, yakarış ve Allah'a yaklaşma derecelerinin yer aldığı bir makamda bulunuyor. Bu sırada kişi, keramet denizine dalmış ve cezbelerle de kayıtlanmış bulunuyor. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”... ve kendini bilmez kimseler kendilerine laf attığında, (incitmeksizin) ”selâm" derler (geçerler)" (Furkan: 63). Şekilci olan kimseler, selâm vererek namaz kılmak durumundan çıkmış olurlar. Fakat marifet ve iman ehli olanlar da, kalb temizliğine ve Rahman olan Allah'ın rızâsına kavuşurlar. Allah şöyle buyuruyor: ”Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır." (Beyyine: 8) 4Onlar Bu âyet, kitap ehlinden iman edenler hakkında inmiştir. Sana indirilene, tümüyle Kur'an'a ve baştan sona şeriata inanırlar. Âyette dili geçmiş zaman kipiyle, Kur'an'ın henüz tamamı inmemişken ve ileride inmesi beklenmekte iken, ”indirilene" şeklinde gelmesi, ileride inecek olan hükümlerin de kesinlikle ineceklerini göstermek içindir. Yahut da olması yaklaşmış olanı, tahakkuk edeceğinden dolayı olmuş yerine koymak içindir. Ve senden önce indirilene inanırlar Tevrat, İncil ve diğer kitaplara da. Allah tarafından indirilen tüm kitaplara toptan iman etmek farz-ı ayındır. Fakat Kur'an'a ayrıntılı olarak iman, ilim ehline farzdır. Çünkü her müslümanın Kuranı tüm ayrıntılarıyla araştırıp buna göre onun tüm emirlerini ayrı ayrı öğrenmeleri bir güçlük doğurur ve onların geçimleri için çalışmalarını engeller. Onlar, ahirete de kesinlikle inanırlar. Ahiret, ”âhir" kelimesinin dişilidir, ”ilk" olanın karşıtı olan ”son" demektir. Bu, ”ev" anlamındaki mahzuf ”dâr" kelimesinin sıfatıdır. Bunu da şu âyetten anlıyoruz: ”İşte ahiret evi." (Kasas: 83) Ahiret kelimesi çok kullanıldığından dolayı mevsufu terk edilen bir sıfattır. Dünyaya ”dünya" adının verilişi, ahirete yakın olmasından, ahirete de ”ahiret" adının verilişi dünyadan sonra gelmesindendir. ”İnanırlar", diye çevirdiğimiz ”îkân", bir şey hakkında kesin bilgi sahibi olmak, ondan asla şüphe ve kuşku duymamaktır. Bu, hem delil ve hem de teorik bakımlarından bir kesinliktir. Yani onlar kitap ehlinin duydukları şüphe ve kuşkuyu uzaklaştırarak bunu kesinlikle bilirler. Bunların iddialarına göre yemek, içmek ve evlenmek gibi şeylerden yararlanmak sadece bu dünyada insanın ihtiyaç duyduğu şeylerdir. Bu da yeryüzünde varlıkların devamı için şarttır. Halbuki cennet ehli bu gibi şeylere ihtiyaç duymazlar. Onlar için çocuk sahibi olma gibi şeyler yoktur. Cennet ehli güzel esen bir rüzgardan haz duyarlar, bir de geride kalan ruhlarla hep mutlu olurlar. Ebu'l-Leys, ”yakîn"i üç derece olarak anlatıyor: ”Iyân bakımından yakın, habere dayalı yakîn ve delâlet itibariyle olan yakîn. Iyân bakımından yakîn: İnsan bir şeyi görünce, o şeyle ilgili şüphesi ortadan kalkar. Haber açısından yakînin örneği şudur: Bir kimse bizzat gidip görmemiş olsa bile, dünyada ”Bağdat" denilen bir şehrin bulunduğunu bilir. Bunu bilmesinin ve böyle bir şehrin varlığına inanmasının sebebi, kendisine verilen doğru haberdir. İşte buna haber açısından kesin bilgi denir. Delâlet bakımından yakîn'in örneği ise, bir kimsenin bir yerden bir dumanın yükseldiğini gördüğünde, orada bir ateşin varlığını kesin olarak bilmesidir. Kişi bu ateşi görmese de, varlığına inanır. Dolayısıyla ahiret haktır. Çünkü ahiretle ilgili haber, görüldüğü andan itibaren açık ve seçik, kesin bilgiye dönüşecektir." Ahirete kesin iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Şu on şey, insanın gafletten hâlâ uyanmadığının göstergesidir: 1- İnsan, kesin olarak Allah tarafından yaratıldığını bilir, fakat O'na ibadet etmez. 2- Kendisine rızık verenin Allah olduğuna kesin inanır, fakat bununla tatmine ve huzura çalışmaz. 3- Dünyanın geçiciliğine kesin olarak inanır, buna rağmen ona dayanıp güvenmekte devam eder. 4- Vârislerinin kendisine düşman olacaklarını bildiği halde onlar için hâlâ mal toplamaya çalışır. 5- Ölümün kesin olarak geleceğini bilir, ancak bunun için hazırlık yapmaz. 6- Kabrin kendisi için sonunda mutlaka varılacak bir yer olduğunu kesin olarak bilir, fakat onu onarmaya çalışmaz. 7- Kesin olarak Allah'ın kendisini hesaba çekeceğini bilir, ama bunun için gerekli delilleri hazırlamaz. 8- Kesin olarak sırat köpürüşünden geçeceğini bilir, fakat hâlâ yükünü hafifletmeye çalışmaz. 9- Kesin olarak cehennem ateşinin kötülerin yeri olacağını bilir, fakat bundan kaçıp kurtulmaya çalışmaz. 10- Kesinlikle cennetin iyilerin yurdu olduğunu bilir, fakat bunun için gereken ameli işlemez. Nitekim bunlar Teysîr'de de anlatılmıştır. 5İşte onlar Yani bundan önce anlatılan, takva sahipleri... ”İşte onlar" ifadesinde uzaklık anlamı vardır. Bu, adı geçen niteliklere sahip kimselerin derecelerinin yüceliğine, fazilet noktasından makamlarının üstünlüğüne işarettir. Bu ifade mübteda yani öznedir. Yüklemi ise, ”Bir hidâyet üzeredirler" cümlesidir. ”Hüden" kelimesindeki nekirelik (belirsizlik) ise, işin önemine işarettir. Sanki, ”onlar öyle bir hidayet ve doğru yol üzeredirler ki, bunun künhüne hiç kimse erişemez ve değerini gereğince takdir edemez" deniliyor gibidir. Bu tıpkı şu ifadeye benzer: ”Eğer sen falan kimseyi görebilseydin, mutlaka bir adam görecektin." Yani Allah, bu kimselere hidâyet etmekle, onlara dünyada ikramda bulundu ve henüz yaşıyorlarken kendilerine kurtuluş yolunu gösterdi: Rablerinden, yani Allah tarafından gelen bir hidâyet üzeredirler. Bu, Allah'ın her türdeki hidâyetini ve her anlamdaki başarıya ulaştırma yollarını içine alır. Âyette ”Rahh" kelimesinin ”hüm" zamirine muzaf olarak gelmesi, nitelenen varlığın çok yüce ve şerefli olduğunu göstermek içindir. Ve kurtuluşa erenler de onlardır. ”Müflih", arzuya ulaşan demektir. Sanki, onun için, değişik türden zafer yolu açıldı, ona kapanan hiçbir yol kalmadı, deniliyor. Bu kelimenin kökü, yarmak, açmak ve kesmek gibi anlamlara gelir. Nitekim çiftçiye de bu anlamda yeri sürüp yarması nedeniyle ”Fellah" denmiştir. Araplar arasındaki bir ata sözünde de ”el-hadîdü bi'l-hadîdi yüflehu" denir ki bu, ”demir demirle kesilir" anlamındadır. Böylece âyet, kıyamet gününde cehennem ateşinden kurtulup cennetle müjdelenenler bunlardır ve bunlar için hem dünya ve hem ahiret hayrı kesinleşmiştir, anlamına gelir. Aslında felah, yani kurtuluş üç şekildedir: a- İnsanın nefsine, dünyaya ve şeytana karşı başarı kazanıp, hevâ ve isteklerine uymaması, dünyanın süs ve gösterişine aklanmaması, şeytanın vesvese ve fitnesine kapılmaması. b- Küfürden, kibir ve gururdan, şeytanın vesvesesinden, kabrin yalnızlığından ve yeniden dirilme olayından sonra mahşerdeki dehşet saçan hesabın zorluğundan kurtulabilmesi. c- Ebedî mülkte bekayı arayıp sermedî nimetleri elde etmeye çalışmak. Hiçbir zaman yok olmayan bir mülkün peşinde olmak, ele geçtikten sonra bir başkasına geçmeyecek olan nimeti kazanmak, hiçbir zaman üzüntüsü olmayan bir sevinci elde etmek, ihtiyarlığı olmayan gençliğe ermek, beraberinde hiçbir zorluk getirmeyen bir rahat ve huzuru bulabilmek. 6İnkâr edenlere gelince... Yüce Allah bundan önceki âyetlerde, samimi ve halis kullarını tüm nitelikleriyle anlattı. Onlar için hidâyeti ve kurtuluş yolunu gösterdiğini belirtti. Şimdi de bunların tam zıddı olan inkarcıları anlatıyor. Bunlara hidayet kâr etmemiş, âyet ve uyanlardan da bir ders almamışlardır. Âyette ilgi zamirinin marifeliği (belirliliği) ya ”ahd" manasınadır ki bununla belirli bazı kimseler bildirilmek isteniyor: meselâ. Ebû cehil, Ebû Leheb, Velîd b. Muğîre, Yahudi din bilginleri gibi. Veya bu cins manasınadır. Bu durumda küfründe ısrar eden ve kesinlikle hakkı kabul etmeyi düşünmeyen herkes, bu ifadenin içinde yer alır. ”Küfür" sözlükte, örtmek ve kapatmak anlamına gelir. Şeriat dilinde ise, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın getirdiği zaruri olarak bilinen şeyleri inkâr etmektir. Begavî'de bildirildiğine göre küfür dört türlüdür: a- ”Küfr-i inkârî: Allah'ı bilip tanıdığı halde, bunu itiraf etmemektir. b- Küfr-i cuhûdî: Kalbiyle Allah'ın varlığını bildiği halde diliyle bunu söylemeyenin küfrü. Mesâla İblîs'in küfrü gibi. Allah şöyle buyuruyor: ”Bilip öğrendikleri gerçekler karşılarına dikilince, onu inkâr ettiler." (Bakara: 89) c- Küfr-i inadî: Kalbiyle Allah'ı tanıdığı halde, diliyle itiraf etmemesi ve o hak dini de kabul etmez. Ebû Talib'in küfrü gibi. Çünkü o: "Aslında yeryüzünde en hayırlı dinin Muhammed'in dini olduğunu biliyorum. Eğer beni kınamasalar ve bana dil uzatmalarından endişe etmeseydim, Benim buna açıkça müsamaha ettiğimi görürdün" demiştir. d- Küfr-i nifâkî: Diliyle ikrar ettiği halde, kalbiyle inanmayanın küfrü. Aslında bütün bu küfür türlerinin hepsi de aynıdır. Çünkü kim bu tür küfürlerden herhangi biriyle Allah'ın huzuruna çıkarsa, onun için bağışlanma yoktur." Onları uyarsan da, ey Muhammed, uyarmasan da... Anlam şöyle oluyor: ”Doğrusu senin kâfirleri uyarman, ya da uyarmaman hiçbir şeyi değiştirmez." Uyarma anlamına gelen ”imâr" kelimesi aslında, korkulacak bir şeyin bildirilmesi anlamınadır. Burada, işlenen kötülük ve günahlar yüzünden Allah'ın azabı ve cezalandırmasıyla korkutmaktır. Kâfirler hakkında hızarla yetinilmesi, aslında kâfirlerin müjdelenmeye değer kimseler olmamasındandır. Çünkü inzar, kalblerde daha derin bir etki yaptığı gibi, ruhlar üzerinde de şiddetli bir etki bırakır. Menfaatten önce zararı önlemek çok daha önemlidir. Kâfirler uyarıdan hiç etkilenmedikleri için, kuşkusuz bunlara ilk olarak müjdeden söz edilemez. Allah'ın putperestler hakkında: ”Onları çağırsanız da, sükût etseniz de, sizin için birdir" (A'raf: 193) buyurduğu âyette ”sizin için birdir" dendiği halde, yukarıdaki âyette ”senin için birdir" buyurmamıştır. Çünkü senin uyarman ve uyarıyı terketmen, senin hakkında aynı anlamda değildir. Sen, onlar inanmasalar da, uyardığın için bundan dolayı sevap alırsın. Fakat onlar için böyle bir durum yoktur. Onları uyarsan da uyarmasan da iman etmezler. Bu tıpkı iyiliği emir ve kötülükten uzaklaştırma gibidir. Çünkü bu görevi yapan kişi, emrettiği şahıslar emredileni yapmasalar da, yine sevabını alır. Bu toplumun hali, tıpkı Hazret-i Hûd (aleyhisselâm)'un kavmi gibidir. Onlar: ”Sen öğüt versen de, vermesen de bizce birdir" (Şuarâ: 136) demişlerdi. Allah da kafirler hakkında: Onlar için birdir... buyuruyor. Kıyamet gününde bunlara şöyle denilir: ”Girin oraya, sabretseniz de, sabretmeseniz de artık sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız." )Tur. 16) "Onlar için birdir", burada ”birdir" anlamına gelen ”sevâün" kelimesi ”istiva" anlamında bir isimdir. Sıfat manasına olup mübalağa ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze gelin." (Âl-i İmrân: 64) Yüce Allah bunların şöyle diyeceklerini bildiriyor: ”Şimdi biz sızlamak da, sabretsek de birdir. Çünkü bizim için sığınacak bir yer yoktur." (İbrahim: 21) Madem ki öğüt vermek veya vermemek birdir, şu halde onların cehennem ateşine sabretmeleri veya etmemeleri de birdir. Sana göre yaşlılığında olsun, gençliğinde olsun isyanın madem ki birdir, sana göre sürekli hasta olman ya da sağlıklı olman bir şey değiştirmeyecek, senin için nimet içinde olmak ya da sıkıntıya katlanmak mademki aynı şeylerdir, bu durumda senin ölüm anında tevbe edip etmemen; ısrarının ya da sessizliğinin eşit olmasından korkmaz mısın? Şefaatçıların, senin işinle ilgilenmeleri ya da seni bırakmalarının eşit olmasından korkmaz mısın? Onlar inanmazlar. Bu, başlı başına bağımsız ve bir öncekini destekleyen bir cümledir. Diğer taraftan bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için bir teselli doğuruyor ve kalbine bir ferahlık veriyor. Çünkü burada, Allah'ın Hazret-i Nuh'a verdiği haber türünden bir haber vardır. Uzun bir süre geçtikten ve iyice şiddet arttıktan ve umut kesildikten sonra, Allah Hazret-i Nuh'a şöyle buyurdu: ”Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık sana asla inanmayacak." (Hûd: 36) Bundan böyle Hazret-i Nûh da kavminin helak olması için bedduada bulundu. Bu âyet-i kerimede, eğer ilgi zamiriyle belli kişiler kasdediliyorsa, gaybtan haber veriliyor demektir. Bu da açık mucizelerdendir. Bu arada şöyle bir soru da akla gelebilir: Madem ki Allah, bunların inanmayacaklarını biliyordu, o halde niçin Hazret-i Peygamber'e onları davet etmesini emretti? Kesin olarak iman etmeyeceği bilinen kimseyi uyarmanın yararı, ileride delil ile susturulmaları içindir. Bilindiği gibi yüce Allah, Hazret-i Mûsa'yı, İslâm'a davet etmesi için Firavuna göndermişti. Fakat Firavunun iman etmeyeceğini de biliyordu. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın!" (Nisa: 165) Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor: ”Eğer biz bundan önce onları bir azab ile helak etseydik, muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: Ya Rabbi! Bize bir elçi gönderseydin de, şu aşağılığa ve rüsvaylığa düşmeden önce âyetlerine uysaydık." (Tâ-Hâ: 134) Şöyle bir soru da akla gelebilir: Allah, Hazret-i peygamber'e bunların iman etmeyeceklerini bildirdi. O halde tıpkı Hazret-i Nuh'un kavminin iman etmeyeceğini bildirip helak ettiği gibi, bunları da helak etmeli değil miydi? Buna karşılık olarak deriz ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), âlemlere rahmet olarak gönderildi. Nitekim bunu Kur'an bildiriyor: ”Halbuki sen onların içinde oldukça Allah, onlara azap edecek değildir ve onlar mağfiret dilerlerken de Allah onlara azap edecek değildir." (Enfal: 33) 7Allah onların kalblerini mühürlemiştir. Allah, kâfirlerin niteliklerini açıkladıktan sonra, hemen ardından ne gibi cezalara çarptırıldıklarını da ekledi. Bu, bir bakıma geçen hükümlerin bir gerekçesi ve açıklamasıdır. Âyetteki ”mühürlemek" anlamındaki ”hatm" kelimesi, gizlemek ve saklamak anlammadır. Bu, üzerine mühür basılan şeyin artık kontrol altında olduğunu gösterir. Çünkü bir şeyin mühürlü olması, o şeyin gizliliğini, önemini ve sona vardırılmasını gerektirir. Burada demek istenen de, kâfirlerin kendi adlarına küfür ve günahı güzel gördükleri, bunda ısrarlı oldukları gerçeğidir. Durum böyle olunca, artık hiçbir şey kalblcri üzerinde etkili olamaz. O kalblere hiçbir zaman hak giremez. İşte onların durumu buna benzediği için ”kalpleri mühürlü" diye adlandırılmışlardır. Bu hal başka bir âyette de yine mühürlemek anlamına gelen ”Tab"' ile ifade edilmiştir. Allah şöyle buyuruyor: ”İşte onlar, Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini tabettiği (mühürlediği) kimselerdir." (Nahl: 108) Bir başka âyette de aynı şey, ”iğfal" kelimesiyle dile getiriliyor: ”Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız kimseye itaat etme."(Kehf:28) Bakara sûresinin bu âyeti, kâfirlerin en iğrenç niteliklerini haykırıyor ve sonlarının çok vahim olacağını bildiriyor. Âyetteki ”hatm" kelimesi, küfürlerinin cezasına işarettir. Oysa Allah, tüm yolları kendilerine açıklamak suretiyle kolaylık sağlamıştır. Eğer bu yolları öğrenme çabası gösterselerdi, mutlaka Allah, kendilerini başarıya ulaştırır ve Allah onların kalbleri ve kulakları üzerine mühür basıp onları hidayetten men edince cezaya nasıl müstehak olurlar? Konusunda itiraza yeltenmezlerdi. Âyette geçen kalbten amaç, gönülde ifadesini bulan akıl gücü ve melekedir. Bazan da kalb zikredilir, onunla akıl ve marifet kastedilir. Allah şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz ki bunda kalbi (aklı) olan için bir öğüt vardır." (Kaf: 37) Bu âyette ”kalb", ”akıl" anlamında kullanılmıştır. ...Ve kulaklarını mühürlemiştir. Bundan böyle hakkı işitmekten uzaktırlar, herhangi bir iyiliğe kulak asınazlar, onu dinleyip kabul etmezler. Sanki kulakları mühürlenip tıkanmıştır. Bu, onların kötü seçimlerinin bir cezası ve bâtıla yönelerek onu seçmelerinin bir sonucudur. Bu âyette ”işitme" organının tekil olarak getirilmesi birkaç yönden yorumlanmıştır: Birincisi: ”İşitme" anlamındaki ”Sem'“ kelimesi, aslında mastardır. Mastarların ise çoğul olmaları gerekmez. Çünkü mastar (kök fiil) hem tekil ve hem çoğul anlamına gelir. Allah şöyle buyurmuştur: ”Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kurarım." (Târik: 15-16) ikincisi: Burada mahzuf bir kelime vardır. Bunun anlamı şudur: ”İşitme yerleri ve duyulan mühürlenmiştir. Tıpkı âyetteki ”şehre sor" (Yusuf: 82) cümlesinin, ”şehir halkına sor", anlamına gelmesi gibi. Buradaki hazif, ”Senf'in (işitmenin) bir fiil olduğunu gösteriyor. O halde fiile mühür vurulanı az. Ancak fiilin mahalli olan yere vurulur ki, bu da kulaktır. Üçüncüsü: Bununla işitme durumundaki herkesin işitmesi istenmiştir. Çoğul olan bir başka kelimeyle tamlama oluşturan bir kelimenin artık tekrar çoğul olarak gelmesine gerek yoktur. Burada kelimenin tekil getirilmesinde karışıklık söz konusu değildir. Şairin ”külü fî bâd-ı batnikûm" ifadesindeki ”batniküm" kelimesinin ”bütûnikûm" anlamında olduğu gibi ki manası, karınlarınızın bir kısmını doyurun, demektir. Çünkü ”batın" (Karın) da ortaklık olmaz. Herkesin karnı bir olup kendisine aittir. Bu sebeple çoğul getirilmesine gerek yoktur. Dördüncüsü: İmam Sîbeveyh'in, ”iki çoğul arasında yer alan bir tekil kelime, çoğul kabul edilir" şeklindeki görüşüdür. Tıpkı şu âyette olduğu gibi: ”Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara: 257) Âyette ”karanlık" kelimesinin çoğul gelmesi, tekil olarak gelen ”aydınlık" kelimesinin de çoğul kabul edilmesini sağlar. Bu yedinci âyette, kulaklardan önce kalplerin mühürlenmesinin ele alınması, kalbin imanı kabullenmemekte temel unsur olmasındandır. Diğer taraftan gözlerden önce kulakların yer almasındaki incelikte de, tıpkı kalblerle kulaklar arasındaki ilişkinin varlığı söz konusudur. Gözlerinde de perde vardır. ”Ebsar" kelimesi, ”basar" kelimesinin çoğulu olup görme işini algılamak anlamındadır. Bazan bu kelime, mecazî anlamda görme organı için de kullanılır ve bu anlamda her iki görme organını da kapsar. Zaten burada demek istenen de budur. Çünkü böylece ”perde" kelimesiyle olan ilişki daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. ”Gışâve", perde ve örtü anlamındadır. Gerçekte gözde bir perde söz konusu değildir. Bundan amaç, gerek kişinin kendi üzerinde ve gerek kendisi dışında var olan delilleri görmemesi, bunlardan yararlanmamasıdır. İşte bu bakımdan bu kimseler uzak görüşlü kimseler değildirler. Küfürleri gerçekleri görmelerine engel olmuş, mucize ve âyetlere karşı görme körlüğüne yakalanmışlardır. Madem ki kulak ve kalb idrak noktasından hemen her yönden ortaktırlar. Dolayısıyla bunların işlevlerinin özelliğine engel olacak şey konmuştur. Bu ise ”mühürlenme"dir. Dolayısıyla hemen her yönden bu organların idrakleri mühürlenmiştir. Gözün algılaması ise, karşılaşma iledir. Dolayısıyla bunun için engel olarak perdeleme kelimesi kullanılmıştır. Teysir adlı eserde belirtildiğine göre bu âyette ”kalbler", ”kulak" ve ”gözler'den söz edilmiştir. Çünkü hitap, hakkı anlatmak açısından bu üç organın kullanılmasıyla sağlanır. Nitekim Allah Kuranın birçok yerlerinde, ”akletmiyor musunuz?", ”Görmüyor musunuz?" ve ”işitmiyor musunuz?" buyurmaktadır. Onlar için büyük yani şiddetli bir azap vardır. Azap, kök itibariyle ”nekâl" kelimesine benzediği gibi, anlam açısından da buna benzer. Bu, ceza, felâket, başkalarına ibret olacak şey anlamlarınadır. Buna ”azap" adının verilmesi, kişiyi cinayet işlemekten alıkoyduğu içindir. Çünkü akıl sahibi bir kimse, yapacağı kötülüklerin sonucu olarak başına gelebilecekleri düşündüğünde kötülüklerden hemen vazgeçer. Nitekim tatlı suya da bu kökten olarak ”mâu'l-azb" denir. Çünkü böyle bir su, insandaki susuzluğu kesin olarak giderir. Halbuki tuz veya tuzlu olan şey böyle değildir. Bu, giderek insanı susatır. Bir diğer yorum ise, kişinin karakteri gereği hoş gördüğü ve güzel kabul ettiği şeylerin cezasına ad olarak verilmiştir. Nitekim: ”Azabımı tadın" (Kamer: 37-39) denilmiştir. Aslında güzel ve temiz olan şeyler tadılır. Buna göre dünyada kendi heva ve isteklerine uyarak bunu güzel görenler, bir bakıma azabı da güzel görmüş oluyorlar. Teysır adlı kaynakta ”azîm" kelimesi, büyük, çok veya sürekli gibi anlamlarla yorumlanmıştır. Dolayısıyla bu, sürekli olarak cehennem ateşiyle azaplandırmak anlamına gelir. Sonra bu azabın büyüklüğü kıyametin şiddeti ve korkunç ahvaliyle zincir ve prangaların çokluğu sebebiyledir. Bu âyet, kafirlerin âhirette layık olacakları durumlarını açıklayan bir uyarı ve korkutmadır. Bu, aynı zamanda dünyada öldürülme ve esir düşme, âhirette de cehennem ateşiyle cezalandırılma şeklinde yorumlanmıştır."Büyük azap" ifadesinin nekire (belirsiz) olarak gelmesi, ona uğrayacak olanların görecekleri azap ve acının büyük olacağına işarettir. Bunun derecesini de Allah'dan başkası bilemez. Akıl sahibinin yapması gereken şey, kendisini acıklı azaba götürecek, büyük ve şiddetli bir ceza ile karşı karşıya bulunduracak şeylerden kaçınmasıdır. Kişiyi böylesi bir sonla karşı karşıya bırakacak olan da, günahlarda ısrar etmek, hata ve kusurlu işlere dalmaktır. 8Bir kısım insanlar vardır ki... Her şeyden münezzeh olan Rabbimiz, Kitab'ının başında kendi zatını bize tanıttı. Sonra da gerçek anlamda inanan, özü ve sözü bir olan ihlâsiı kullarının niteliklerini anlattı. Bunların ardından, inkarcılardan söz etti. Bunlar da, inkâr açısından iç ve dışları aynı olanlardır. Üçüncü olarak şu anda ele alman, kimseler ise, birinci kısımla ikinci kısım arasında bir o tarafa, bir bu tarafa yalpalayıp duranlar, bir yerde karar kılmayanlardır. Bunlar içten inanmadıkları halde, ağızlarıyla inandıklarını söyleyen münafıklardır. Aslında onlar kâfirlerden daha kötü kimselerdir. Allah nezdinde de en çok buğzedilenler bunlardır. Çünkü bunlar, hakkın karşısında bâtılı ve küfrü seçmişler, böylece hak ile bâtılı bir aldatma ve alay unsuru olarak ele almışlardır. İşte bu yüzden de, bunlar hakkında daha uzun ve fazla bilgi verilmiş, iğrençlikleri ve kötülükleri açık bir tarzda ortaya konulmuştur. Kâşânî şöyle diyor: ”Görüldüğü gibi burada, kâfirlerle ilgili olarak sadece iki âyete yer verilip onlar hakkında kısa bilgilerle yetinilmesine karşılık, münafıkların durumlarının onüç âyetle açıklanması, kâfirlerden yüz çevrilmesi içindir. Kâfirler sözden anlamazlar, dolayısıyla bunlarla konuşmanın bir anlamı yoktur. Halbuki münafıkların, bazan azarlanmaları, ağır bir şekilde sıkıştırılmaları halinde kendilerine söz kâr edebilir, yaptıkları kötülükler ve davranışların açıklanması halinde köşeye sıkışabilirler." Ayette geçen ”Nâs" kelimesi ”insan" kelimesinin çoğuludur. İnsana nâs denilmesi, insanın kendisinden söz alındığı halde, verdiği sözü unutma özelliğine sahip olmasındandır. Çünkü bu kelimede unutma anlamı vardır. Nitekim şöyle buyuruluyor: ”Yemin olsun ki, biz Âdem'e daha önce emretmiştik. Fakat o bunu unuttu." (115) Bir diğer yoruma göre bu kelime, görülmek, ortaya çıkmak gibi anlamlara gelen ”ânese" kökünden türemiştir. İnsan da görünen bir varlık olması nedeniyle kendisine bu ad verilmiştir. Çünkü insan, hem görünür ve hem de görür. Oysa cinlere ”cin" adının verilmesi, insanların gözlerine görünmemeleri dolayısıyladır. Bir diğer yorum da, bu kelimenin ”vahşet" kelimesinin kart ışı olan ”üns" kökünden alındığıdır. Çünkü insan, çevresiyle ve benzerleriyle hemencecik kaynaşıp uyum sağlayabilen, aynı zamanda ruh ve beden uyumu içerisinde ve dengeli olarak yaşayabilen bir varlıktır. 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler. Sadece dilleriyle inandıklarını söyleyen bu kimselerden amaç, Abdullah b. Übeyy b. Selûl ve arkadaşlarıyla, benzeri münafıklardır. Bunlar Müslüman olduklarım açıkça söyledikleri halde, gerçekte iman etmemişlerdi. Sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashabından bir bakıma kurtulmak için Müslümanlıklarını ilan ediyorlardı. Ancak inançları farklıydı. Bunların çoğunluğu yahudi idi. Allah'ı tasdik ettiklerini ve âhiret gününe inandıklarını söylüyorlardı. Ahiret günü, haşr vaktinden, sonsuza kadar sürecek olan zamandır. Ahiret denmesi, dünyanın sayılı günlerinin sona ermesinden ve ondan sonra gelmesindendir. ”Allah'a ve âhiret gününe iman ettik," demekle nifak, aldatma ve Müslümanlarla alay tarzında bu iki ana unsur arasındaki diğer iman esaslarına da inandıklarını belirtmişlerdir. Bu, kötülük üzerine kötülük ve küfür üzerine küfürdür. Halbuki onlar, inanmamışlardır. Bunlar doğrulayıcı değillerdi. Çünkü hep inandıklarının aksini ortaya koyuyorlar, asıl inançlarını gizliyorlardı. İşte bunlar münafıkların bizzat kendileridir. Bunların mü'min olmadıkları hakkındaki hüküm, iddialarının kesinlikle doğru olmadığı gerçeğidir. Burada ”iman" olayı kendilerinden kesinlikle kaldırılıyor ve ”Onlar iman edenlerden değildi" yerine, ”Onlar inanmamışlardır" şeklindeki kesin bir ifadeyle durumları gözler önüne seriliyor. Âyet, bunların ”biz inandık" iddialarının geçersizliğini gösteriyor. Çünkü, bu konuda doğru olduklarına ilişkin herhangi bir kanıt ortaya koymamışlardır. Bir kimse ilgisi olmayan bir şeyle övünmeye kalkışırsa, sonuçta imtihanı kaybeder ve rezil olur. Çünkü kendini öven yerilir, kendisini küçük gören de övülür. Meselâ: Firavun, ”Ben müslumanlardanım" (Yunus: 90) iddiasında bulunmuş, bunun üzerine kendisine: ”sen bozgunculardansın" (Yunus: 91) denilmiştir. Halbuki Hazret-i Yunus'un, ”gerçekten ben zalimlerden oldum" (Enbiya: 87) demesi üzerine kendisine: ”Eğer Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı..." (Saffât: 143) diye karşılık verilmiştir. Anlatıldığına göre, bir bilginin bir öğrencisi vardı. Bu öğrenci kendisini herkese güvenilir biri olarak tanıtmıştı. Ancak hocası, öğrencisinin kendisini tanıttığı gibi olmadığını biliyordu. Öğrencisiyse her şeye rağmen hocasının kendisi hakkında yanıldığını ileri sürüyordu. Hocası günün birinde, bir başka öğrencisini götürerek bir evde sakladı. Sonra bir koç alıp kesti ve parçalayarak bir çuvala koydu. Bu sırada kendisini herkese güvenilir tanıtan öğrenci çıkageldi ve hocasını kanlara bulanmış bir halde gördü. Hocasının elinde kanlı bıçak, çuvalın başında bekliyordu. Öğrenci bu durum karşısında: ”Efendim, nedir bu halin?" dedi. Hocası: ”Falan öğrenci beni çok sinirlendirdi ve ben de kendisini öldürmek zorunda kaldım. Bu bir sırdır ve senden kimseye söylememeni istiyorum. Şimdi onu gömmek için bana yardım et" dedi. Birlikte çuvalı evin içine bir kuyu kazarak gömdüler. Ancak bir gün hocanın sakladığı öğrencinin babası çıkageldi. Çocuğunu görmek istediğini söyledi. Hocası da, çocuğun kendi yanında olduğunu söyledi. Çocuğun babası da böylece dönüp gitti. Fakat, bu olayı bir türlü içine sindiremeyen sözde güvenilir öğrenci, hocasının bu sırrını daha fazla gizleyemedi. Çocuğun babasına giderek olup bitenleri anlattı. Çocuğun hoca tarafından öldürüldüğünü ve birlikte gömdüklerini söyledi. Durum zamanın hükümdarına iletildi. Hükümdar bu durum karşısında ne yapacağını şaşırdı. Çünkü hocanın ne denli vakur ve güvenilir biri olduğunu biliyordu. Hemen kadı ve fakihleri adı geçen hocaya gönderdi. Öğrencisi de, artık hocası hakkında ileri geri konuşmaya başlamıştı. Şahitler gömülü yerden çuvalı bulup çıkardılar. Açtıklarında, içindeki şeyin kesilmiş bir koç olduğunu gördüler. Bu arada çocuk da gizlendiği yerden ortaya çıktı. Böylece kendisini herkese güvenilir olarak tanıtan öğrenci rezil olmuş, gözden düşmüş ve yaptığına da pişman olmuştu. Ancak bu pişmanlık artık işe yaramıyordu. 9Allah'ı ve iman etmiş olanları aldatmaya çalışırlar. Kötü amaçları bakımından bu onlar hakkında bir uyarı, ya da, akla gelebilecek bir sorunun cevabı niteliğinde yeni bir cümledir. Sanki: ”Onlar inanmadıkları halde, neden böyle iddiada bulunuyorlar?" denmek istenmektedir. Dolayısıyla, âyetle de onlara bu şekilde cevap verilmiş olmaktadır. Münafıkların Allah'ı aldatmaları gerçek manasında değildir. Çünkü, Allah için gizli hiçbir şey yoktur. Bundan maksat, onların Allah'ın Rasûlünü aldatmalarıdır. Ya da gerçek manasında (karşılıklı aldatma) kullanılmıştır. Buna göre mana, bunların Allah'a karşı iman ettiklerini açıklamaları, küfürlerini gizli tutmaları gibi Allah'ın da onlar hakkında dünyada islamî hükümleri uygulamasıdır. Münafıklar Allah katında kâfirlerden daha kötü ve iğrenç kimselerdir. Münafıklar, cehennemin en alt kısmında kalacak kimselerdir. Huda (aldatma): Kişinin, arkadaşına yapmak istediği kötülüğün aksini hissettirmesidir. Böylece onu hiç düşünemediği yerden vurmak ister. Ya da karşısındakini aldatmak için ona yardım ediyor ve zaman veriyor pozisyonunda gözükerek, ondan kolaylıkla kurtulmak istemesidir. Bu iki anlam da, buraya uygun düşmektedir. Çünkü münafıklar, inanmış gibi davranarak, mü'minlerin sırlarını öğrenmeyi ve bunları düşmanlara aktarmayı plânlarlar. Böylece, kâfirlerin başına gelebilecek şeylerden, yağmadan, esir düşmekten, soygundan kendilerini kurtarmak isterler. Yine münafıklar müminleri gördüklerinde, inanmadıkları halde, inanmış gibi görünürler. Halbuki ancak kendilerini aldatırlar da... Onların aldatma yoluyla verecekleri zararlar, sonuçta kendilerinedir. Kendilerinden başkasına geçmeyecektir. Yani münafıklar, yapacaklarını yapacaklar, fakat onlar bu yaptıklarıyla kendilerinden başkasına zarar veremiyeceklerdir. Çünkü yaptıkları işin cezası, kendi başlarına dönecektir. Aldatma ve hile yoluyla yaptıkları her türlü davranışlar kendi aleyhlerine sonuçlanacaktır. Çünkü Allah, peygamberini, onların tüm yaptıklarından haberdar edecek, nifaklarını ona bildirerek onları dünyada rezil edeceği gibi, âhirette de en büyük, cezaya çarptıracaktır. Bir başka görüş de şöyledir: Allah, münafıklara, kendi yaptıkları gibi, muamelede bulunacaktır. Münafıklar cehennem ateşine atılıp da orada uzun bir süre azap edildikten sonra, Rahman olan Allah'tan yardım isteyecekler, bunun üzerine kendilerine: ”İşte kapılar! Şu anda açılmış bulunmaktadır, hemen buradan çıkın" denilecek, bunun üzerine onlar, hızlıca kapılara doğru koşacaklar. Ancak tam kapıların yanına vardıklarında, tekrar üzerlerine kapatılacak ve bunlar da şeytanlar ve tağutlarla birlikte cehennem kuyularına döndürüleceklerdir. Farkında olmazlar. Bütün bu şeylere rağmen onlar ne yaptıklarının farkında değiller. Çünkü hepsi de gaflet içindedirler, hepsi de uçurumdadırlar. Şuur, bir şeyin duyularla hissedilmesi ve farkına varılmasıdır. ”İnsanın-meşairi" denince, insanın duyuları denmek istenir. Duyuların ”farkına varmamak, şuuruna ermemek" ifadesiyle anlatılması her bir duyu organının algılama yeri olmasındandır. Diğer taraftan bu âyette münafıkların bilmediklerinden sözediliyor. Oysa: ”Bile bile gerçeği gizliyorsunuz" (Âl-i İmran: 71) âyetinde münafıkların ilim ve bilgi sahibi olduklarından haber verilmektedir. Bu iki âyet birbiriyle nasıl bağdaştırılabilir? Burada şöyle bir açıklamaya gitmek mümkündür. Onlar işin içyüzünü gerçekten biliyorlar, fakat bildikleriyle amel etmiyorlar. Böylece de tıpkı bilmeyenler gibi oluyorlar. Nitekim şu âyette onların durumu şöyle ifade ediliyor: ”Sağır, dilsiz ve kördürler." (Bakara: 18) Oysa bunların hepsi de gerçekte konuşurlar, işitirler ve görürler, fakat bunlardan yararlanmak istemezler. Bu halleriyle onlar adeta sağır, dilsiz ve kör gibidirler. Eğer bir kimsenin elinde yararlanamayacağı bir âlet varsa, onun, elinde âlet bulunmayan kimseden bir farkı yoktur. Dolayısıyla ilmiyle amel etmeyen bir âlimin de, cahilden farkı yoktur. İkisi de eşittir. Bir zengin, eğer varlığından yararlanamıyorsa, bununla fakir arasında hiçbir fark yoktur. Kâfirler için ilim sahibi denmesi, onları yarın delil bakımından susturmaya yöneliktir. Aynı zamanda bunlara cahil denmesi ise, gerçekten değersizlikleri ve eksikliklerinin ortaya konulmasındandır. Oysa mü'min ler böyle değildir. Mü'min'in ilim sahibi olması, onun asaletini ve değerini ortaya koyar. Ona cahil denmesiyse, günah işlemeleri halinde mazur görülmeleri dolayısıyladır. Nitekim Teysir adlı kaynakta da böyle geçmektedir. Mü'min olan kimsenin ilim ve amel gibi güzel şeylerle süslenmesi, hatadan ve ayak sürçmesi gibi şeylerden de uzak durması gerekir. Rabbinin rızâsından başka bir şey düşünmeyerek ibadet ve taatte bulunmalıdır. Düzgün bir kal ble Rabbine ibadet ve kulluk etmelidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hadislerinde şöyle buyurmuştur: ”Sizin adınıza en çok endişe ettiğim şey, küçük şirktir." Küçük şirk nedir? sorusu üzerine şöyle buyurmuştur: ”Riyadır. Yüce Allah, kullarını amelleriyle cezalandıracağı, ya da mükafatlandıracağı o günde: 'Dünyada iken, kendileri için gösterişte bulunduğunuz kimselere gidin hele, onların yanında siz bir hayır bulabilecek misiniz?' buyurur." (8) Bu kimselere böyle denmesinin sebebi, onların dünyada işledikleri amellerinin sırf bir aldatmacadan ibaret olmasındandır. Nitekim âhirette de kendilerine böylesi bir muamele uygun görülecektir. Bu ifadeler Tenbihu'l-Gafilîn'de de böyle geçiyor. 10Onların kalblerinde hastalık vardır. Allah onların hastalığını artırmıştır. Hastalık, gerçek anlamda, bedene sonradan ilişen bir rahatsızlık olup, bedeni normal durumundan çıkarır. Davranış bozuklukları meydana getirerek, işi ölüme kadar vardırır. Ayrıca hastalık, mecazî anlamda nefsâni arazlar hakkında da kullanılır. Meselâ cehalet, çekememezlik, bozuk inanç, kin ve her türlü küfür gibi. Böylelerin gönlü hep elden kaçırdıkları şeyler yüzünden üzüntüdedir, kazanamadıkları liderlikler sebebiyle yanıp tutuşmaktadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği dava ve yürüttüğü görev konusunda gösterdiği sebat ve günden güne ilerleme kaydettiğini gördükçe, iyiden iyiye rahatsızlaşıyorlar. Çünkü içleri küfürle, kötülüklerle ve bozuklukla doludur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı düşmanlıklarını giderek hızlandırmaktadırlar. İşte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in her anlamdaki başarısı ve müminlerin çoğalması gibi hususlar üzerine münafıkların hastalıklarını Allah, giderek artırmış ve gönüllerini de mühürlemiştir. Çünkü Allah, herhangi bir hatırlatmanın, uyarının bunlara etki etmeyeceğini biliyor. Şer'î tekliflerin artması, vahyin sürekli gelişi, yardım ve zaferin artarak Müslümanlar lehine devam etmesi, bu münafıkları adeta çileden çıkarıyor. Çünkü her vahyin gelişinde, Müslümanların sorumlulukları da o oranda artıyor. Bu durum, münafıkların işine gelmediğinden, küfürlerinde iyice azıtıyorlar. Öyle ki, şehadet kelimesini bile söylemek kendilerine ağır gelmektedir. Şehadet kelimesi söylemenin bu kadar zor geldiği kimseler, bundan sonraki emir ve yasakları nasıl yerine getirebilirler? Bu görevler ibadet ve taatle ilgilidir. Sonra da cinayetlere karşı verilecek cezalardır. Bunları düşündükçe, büsbütün çıldıracak duruma geliyorlar, izdıraptan ızdıraba, şüpheden şüpheye düşüyorlar. Bu durum, doğal olarak âhirette de onlara azap üzerine azaba neden olacaktır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Bozgunculuk yaptıklarından dolayı onlara, azap üstüne azap artırdık." (Nalıl: 88) Kutbu'l-Allâme şöyle der: ”Kalb hastalıkları, ya bozuk inanç ve küfür gibi dinle ilgili ya da ahlâka ilişkindirler. Ahlâka ilişkin olan hastalıklar da, ya aldatma ve haset gibi bizzat fiilen yapılan, ya da, zaaf ve korkaklık gibi nefisle ilgili aşağılık şeylerdir. Buradaki hastalık ifadesini, öncelikle küfürle, sonra fiillere ilişkin işler ve daha sonra da nefs ve buna ait şeyler olarak anlamalıdır." Ayrıca: ”Allah onların hastalığını artırmıştır" âyetinin münafıklar aleyhine bir beddua olma ihtimali de vardır. Ancak bunun niçin beddua olarak yorumlandığı sorusu akla gelebilir. Halbuki alışılagelen şekliyle âciz kimseler bedduada bulunur. Oysa yüce Allah, acizlikten münezzehtir. Öyleyse bunun sebebi ne olabilir? Buna şöyle cevap verebilirim: Burada Allah, insanlara münafıklar aleyhine bedduada bulunmanın caiz olduğunu ve onların Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldığını bildirmektedir. Çünkü münafıklar, Allah'ın yaratıkları içinde en kötüleridir. Nitekim: ”Allah onları kahretsin!" (Tevbe: 30) ve ”Allah onlara lanet etsin". (Tevbe: 68) gibi âyetlerde bu anlama işaret eder. Yalan söylediklerinden dolayı onlara dayanılmaz bir azap vardır. Bunlar için âhirette öyle bir azap var ki, bu onların kalblerinin tâ derinliklerine ulaşır. Bu azap, onların yalan söylemeleri ve bunda ısrarlı olmaları yüzündendir. Bu da onların: ”Allah'a... iman ettik" demeleridir. Burada yalanın kötülüğüne işaret edilmiş ve yalan söylemelerinden dolayı dayanılmaz azaba uğrayacakları haber verilmiştir. Yalan anlamında olan ”Kizb", birşeyi olduğundan başka türlü haber vermektir ki bu, tümüyle çirkin bir davranıştır. Bir de Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e atfen gelen bir haber vardır. Bu habere göre Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) üç yerde yalan söylemiştir. Aslında bu tariz yoluyla söylenmiştir. Çünkü söyleyiş tarzı bakımından yalana benziyor. İşte bunun için de yalan ismi verilmiştir. Yalan gibi gözüken bu şeyin İlki, Hazret-i İbrahim'in: ”Ben hastayım" (Saffât: 89) demesidir. Çünkü kavmi onu, kendileriyle birlikte bayrama katılmaya davet etmişlerdi. Oysa kavmi, yıldızları ilâh ediniyorlardı. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) onların bu hareketine kızdığı için rahatsız olduğunu söylemek istemişti. İkincisi ise, Hazret-i İbrahim'in kırılan putlarla ilgili olarak: ”Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır" (Enbiya: 63) demesidir. O, bunun mümkün bir iş olmadığını, ancak putların en büyüğünün bu işi yapmış olacağının varsayılmasıyla, karşısındakilere susturucu bir cevap vermek için söylemiştir. Çünkü bu ifade onların akılsız olduklarını ortaya koyuyor ve onları beyinsizlikle damgalıyor. Üçüncü yalan ise, Hazret-i İbrahim'in hanımına ilişkin söylediği sözdür. Hazret-i İbrahim, hükümdarın sorusu üzerine hanımı Sare için: ”Bu, benim kızkardeşimdir" diyordu. Bununla söylemek istediği şey, hanımının din bakımından kardeşi olduğuydu. Çünkü amacı, hanımını zalimin elinden kurtarmaktı. Kralın dinine göre o, yalnız evli kadınlara elini uzatırdı. Şurası da iyice bilinmelidir ki, yalan söylemek, en çirkin ve iğrenç günahlardandır. Bu, ayıpların da en kötüsüdür. Nitekim tüm kötülüklerin başı da yalancılıktır. Yalan söyleme, imanla çelişir. Yani yalan bir tarafta, iman diğer tarafta olur. İkisi bir yerde bulunmaz. Bu ifade, kinaye yoluyla ikisi arasındaki mesafenin uzaklığını anlatmak içindir. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kuşkusuz tüm yalanlar kaydedilir. Ancak kişinin savaşta yalan söylemesi bunun dışındadır. Çünkü savaş bir hiledir. Ya da aralarında dargınlık bulunan iki kişinin arasını düzeltmek için söylenen yalan kaydedilmez. Bir de hanımını hoşnut etmek için kişinin söylediği şey yalan sayılmaz."m Bir erkeğin karısına, onu herkesten ve herşeyden daha fazla sevdiğini ya da bir kadının kocasına aynı şeyleri söylemesi yalan sayılmaz. İşte bu üç konuda yalan söylemekte herhangi bir sakınca yoktur. Yeter ki bu, kendisi veya bir başkası adına doğru bir gerekçeye dayandırılarak söylenmiş olsun. Hadiste ifade edildiği gibi, ya savaş hilesini düşünerek, ya iki kişinin arasını bulmak veya karı kocanın arasını düzeltmeye yönelik olmalıdır. Ancak münafıkların ”Allah'a iman ettik" demeleri, gerçeği yansıtmamaktadır. Bu bakımdan yalan söylemeleri yüzünden, bunlar gerçek anlamda mümin değildirler. Çünkü gerçek iman bir nurdur, bir kez kalbe girince, mü'min üzerinde varlığını gösterir. Nitekim Hârise'de bu durumu görüyoruz. Allah'ın Rasûlü kendisine: ”Ey Harise! Nasıl sabahladın?" diye sormuş. O da: ”Mümin olarak sabahladım diye cevap verince: ”Ey Harise! Her hakkın bir hakikati vardır. Senin imanının hakikati nedir?" demesi üzerine, Harise: ”Tüm dünya işlerinden kendimi çektim. Gündüzleri susuz ve geceleri de uykusuz bıraktım. Bana göre bu dünyanın taşıyla altını arasında fark yoktur. Ben, cennetlikleri adeta görür gibiyim. Birbirlerini ziyaret edip duruyorlar. Cehennemliklerin de çığlıklarını duyar gibiyim. Ben, âdeta Rabbimin Arş'ını açıkça görür gibiyim" cevabını verince, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”isabet ettin. Buna devam et" buyurdular.00' 11Kendilerine: 'Yeryüzünde sakın bozgunculuk yapmayın' dendiği zaman: Bu münafıklara, Müslümanlar, yeryüzünde bozgunculuk yapmamalarını söylediğinde... Fesad, yani bozgunculuk, bir şeyin anormal duruma gelmesidir. Bunun zıddı ise ıslah, yani düzeltmektir. Yeryüzünde bozgunculuk denince, savaş ve fitnenin tahrik edilmesi, müminlere ait sırların kâfirlere aktarılması ve buna benzer küfür ve kötülük türleri akla gelir. İşte madem ki münafıkların davranışları bu anlamda kötülüklere neden olmakta ve bu yüzden de, tıpkı birinin ”kendi elinle kendini öldürme", ”kendi canını ateşe atma" demesi gibi, kendilerine ”Bozgunculuk yapmayın" denmiştir, öyleyse durumları böyle olanlara bu gibi şeyler söylenince hemen: 'Bizler sadece düzeltenleriz' derler. Bu, bir kimsenin kendisine öğüt verene karşı, aşırı bir tepkiyle red anlamında söylediği bir sözdür. Buna göre anlam şöyle oluyor: ”Öğüt vermeye kalkışan kimsenin bize böyle hitap etmesi doğru değildir. Çünkü bizim yaptığımız, yalnızca ıslah etmektir. Durumumuz fesad ve bozgunculuk gibi kötü şeylerden tamamen uzaktır." Münafıkların böyle konuşmalarının sebebi, bozgunculuğu düzeltme olarak değerlendirmelerindendir. Çünkü bunlar kalb hastasıdırlar. Nitekim Allah (celle celalühü) şöyle buyuruyor: ”Kötü işi kendisine güzel gösterilip de onu güzel gören kimse, (kötülüğü hiç istemeyen kimseye benzer) mi?" (Fatır: 8) Böylece münafıklar yaptıklarının bozgunculuk olduğunu inkâr edip, işlerinin sırf düzeltmekten ibaret olduğunu ileri sürdüler. Allah onlara şu âyetiyle cevap veriyor: 12İyi bilin ki, asıl onlar, fesat çıkaranların ta kendileridir. Ey müminler! Asıl bozguncuların onlar olduğunu bilin. Bunun için onlardan, ıslaha yönelecek bir adım atacaklarını beklemek imkânsızdır. Daha sonra Allah (celle celalühü) şu buyruğuyla onların nasıl insanlar olduklarını bildiriyor: Fakat farkına varmazlar. Onlar, bozguncu olduklarını bilmezler. Bunlarm idrak ve kavrama kapasiteleri yoktur. Çünkü onlar duyularını yitirmişlerdir. Dolayısıyla düşüncesizlikleri onların bozgunculuklarına tam denk düşmektedir. 13Onlara: 'İnsanların iman ettiği gibi, siz de iman edin' denildiği zaman: Mü'minler tarafından, öğüdü tamamlamak ve iyi bir irşadda bulunmak için, münafıklara, ”siz de mü'minlerin imanlarına denk bir ölçüde, onların Allah'a ve âhiret gününe inandıkları gibi inanın" denildiği zaman... Âyette geçen ”İnsanlar" ifadesinin başındaki elif lâm ekinden dolayı bununla ya: ”Her bakımdan insanlık yönüyle mükemmel olanlar kasdedilmiştir veya bizzat Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile, beraberindeki inançlı kimseler kasdolunmuştur. Bu itibarla anlam şöyle olmaktadır: ”İhlâslı bir inançla, nifak şaibelerinden tümüyle uzak kalmış ve iman edenlerin imanlarına denk bir şekilde Allah'a ve âhiret gününe iman edin" denildiği zaman, onlar: 'Yani beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?' derler. Münafıklar, kendilerine iyiliği emredenlere karşılık, inkârla cevap verirler. "Sefeh"; bunaklık, beyinsizlik ve ahmaklık anlamlarına geldiği gibi, bir kimsenin görüşünde uyumsuzluk ve kararsızlık bulunduğunu da ifade eder. İşte bu iki özellik nedeniyle akla eksiklik arız olur. Bunun karşıtı da ”hilm", yani yumuşaklık ve kendini beğenmektir. Aslında mü’minler, aklı başında olgun ve vakarlı kişiler olmalarına rağmen, münafıklar sefahete battıkları veya mü'minleri tahkir ettikleri için onları böyle nitelemişlerdir. Çünkü mü'minlerin birçokları yoksul kimseler olduğu gibi, içlerinde Suhayb ve Bilal gibi köle olanlar da vardı. Münafıklar: ”Yani o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?" diye açık-seçik konuştukları halde, bunlara münafık denilmesinin doğru olup olmayacağı sorulursa, bu husus birkaç yönden yorumlanmıştır: a) Münafıklar aslında böyle bir konuşmayı açıktan değil, içlerinden geçirmektedirler. Ancak Allah, onların gizlilik perdelerini yırttı, tüm sırlarını ortaya koydu. b) Münafıklar, bu sözleri kendi aralarında konuşuyorlardı. Allah da, onların bu durumlarını Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) bildiriverdi. c) Eğer yukarıdaki ifadeler, münafıklar tarafından kendilerine öğütte bulunanların yanında söylenmişse, bu, onların münafık olmadıklarını gerektirmez. Çünkü böyle bir konuşmanın hem kötü ve hem de iyi niyetle söylenmiş olabileceğine ihtimal vardır. Eğer: ”İmanlarının değeri olmayan beyinsizlerin, bunakların, delilerin inandığı gibi mi inanalım? Yani bize böylelerin imanı gibi bir iman mı emrediyorsunuz?" gibi bir anlamı düşünerek, münafıkların ifadelerinden mü'minlerin inandığı gibi bir iman ihtimal içerisinde olabileceği gibi, kendilerinin münafıklar olarak töhmet altında tutulmasını inkâr da olabilir. Onlar böylece, kendilerine öğüt veren kimselerle alay tarzında cevap vermiş olabilirler. İşte yüce Allah, onların bu sözlerini şu şekilde cevaplıyor: İyi bilin ki, asıl beyinsizler kendileridir. Fakat bilmezler. Gerçekten beyinsizler onlardır. Onlar kendilerini çepeçevre kuşatmış bulunan bu hastalıklarının farkında değiller. Bu, onlara hem bir red cevabı ve hem de durumlarının aşırılıklarını bildiren bir ifadedir. Daha önce bu sûrede geçen âyette: ”Farkında olmazlar" (Bakara: 9) ifadesiyle münafıkların gerçek şuurdan yoksun oldukları vurgulanıyordu. Yine ”düşünmezler" (Bakara: 12) ifadesiyle de münafıkların anlayışsız ve geri zekâlı oldukları dile getirilmektedir. Çünkü neyin salah ve neyin fesat olduğunu insan zekâ ve anlayış sayesinde kavrar. ”Bilmezler" (Bakara: 13) ifadesiyle de münafıkların ilimden nasiplerinin olmadığı anlatılıyor. Âyetlerin, münafıkların, ”farkında olmayan, düşünmeyen ve bilmeyen" kişiler olduklarını bildirmesinde ve bunu değişik ifadelerle sunmasında birtakım incelikler vardır. Çünkü dokuzuncu âyette münafıkların hile ve aldatma yollarına kalkışmalarının, bilgisizliklerinin bir eseri olduğu gerçeği açıklık kazanıyor. Onların idrak yoksunu kimseler olduklarını ortaya koyuyor. Onikinci âyette geri zekâlılıkları ortaya konuyor ve bunun onların ayrılmaz bir niteliği olduğu uyarısında bulunuluyor. Çünkü bir kimse idrak ve kavrayıştan yoksunsa, onun geri zekâlı olması da kaçınılmazdır. Onüçüncü âyette ise: ”bilmezler" ifadesiyle, bilgisizliğin bunların temel bir niteliği olduğu uyarısında bulunuluyor. Çünkü idraktan yoksun olan kimse bilgisiz olur. Aslında ilim yani bilgi akla bağlıdır. 14Onlar inananlara rastlayınca: 'Biz iman ettik' derler. Münafıklar, muhacir ve ensardan müminlerle karşılaştıklarında, bu imanlı kimselere karşı yalan söyleyerek: ”Biz de tıpkı sizin gibi inanıyor ve tasdik ediyoruz" derler. Rivayete göre münafık Abdullah b. Übeyy ve arkadaşları, bir gün dolaşmaya çıkmışlardı. Bir grup sahabeyle karşılaştılar. Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına: ”Bana bakın! Şimdi ben, şu beyinsizleri yanınızdan nasıl uzaklaştıracağım. Bakın ve görün" dedi. Yanlarına yaklaşınca, hemen gidip Ebû Bekir'in elinden tuttu ve: ”Merhaba ey Sıddîk! Temim oğullarınm ve İslâm'ın büyüğü! Mağarada Rasûlullah'tan sonra ikinci kişi, malını ve canını Allah yolunda ortaya koyan üstün zat!" dedi. Hemen bundan sonra da, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in eline yapıştı ve: ”Merhaba Adiy oğullarının büyüğü, dininde güçlü, hak ve adaleti ayırdeden, malını ve canını Rasûlullah uğruna feda eden değerli insan!" dedi. Sonra da Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin elini tutarak şöyle konuşmaya başladı: ”Merhaba, Rasûlullah'ın amcasının oğlu ve damadı!" İşte bu sırada Hazret-i Ali (radıyallahü anh), hemen konuşmaya müdahale etti ve: ”Abdullah! Dikkat et, Allah'tan kork da münafıklık etme. Çünkü münafıklar, Allah'ın yaratıklarının en şerlileridir" dedi. Abdullah b. Übeyy hemen öne atıldı ve: ”Ey Ebu'l-Hasan, yavaş ol. Böyle bir şeyi nasıl söylersin. Allah'a yemin ederim ki, bizim imanımız tıpkı sizin imanınız, bizim tasdikimiz tıpkı sizin tasdikiniz gibidir" dedi. Sonra ayrılıp gittiler, bu arada Abdullah b. Übeyy arkadaşlarına dönerek: ”Onlara nasıl davrandığımı gördünüz. Siz de onları gördüğünüzde, benim onlara davrandığım gibi davranın, benim yaptığımın aynısını yapın ve hep iyiliklerini dile getirerek övün" talimatını verdi. İşte bu âyet bunun üzerine indi. Fakat şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: 'Şüphe yok ki, biz sizinle beraberiz derler. Münafıklar, inadçılık ve kötülük bakımından şeytanlardan pek farkı olmayan arkadaşlarıyla başbaşa kaldıkları zaman, küfürlerini ortaya koyarlar. Âyette münafıkların şeytanlarla beraber zikredilmesi, küfürde münafıkların şeytanlarla ortak olmalarındandır veya münafıkların ileri gelenleri demek istenmiştir. Konuşanlar ise, lider seviyesinden daha düşük olanlardır. Çünkü tüm azıp sapan ve inat edip direnen kimseler aslında şeytandırlar. Ayrıca bunların ”şeytanlar" olarak adlandırılması, tümüyle haktan uzaklaşmış olmalarındandır. Münafıklar: ”Biz sizinle beraberiz" derlerken, biz sizin dininizde ve inancınızdayız, hiçbir şekilde sizden ayrı ve farklı düşünceye sahip değiliz, demek istiyorlar. Biz sadece onlarla alay ediyoruz' derler. Biz mü'minlerin yanında inanmış gibi gözükürken, amacımız onların ganimetlerinden pay almak, sırlarına vakıf olmaktır. Yoksa biz inanmayı hatırımıza bile getirmek istemeyiz. Görünürde öyle gözüküyoruz. Alay, yani istihza, karşısındakiyle eğlenmek ve onu küçük görmektir. Dolayısıyla anlam şöyle oluyor: ”Biz onlara müslüman olduğumuzu göstermekle, müminlerle eğleniyor ve onları küçümsüyoruz." Yüce Allah da onların bu tavırlarına karşı şu âyetle cevap vermektedir: 15Allah da onlarla alay eder. Münafıkları, alay ve eğlenmeleri sebebiyle cezalandırır, onlara muamelede bulunurken, Allah da, adeta onlarla alay eder bir muameleyle onları karşılar. Allah, dünyada münafıklara mühlet ve imkân verir. Uzun bir süre azgınlık ve sapıklıkları içinde vakit geçirmeleri fırsatını verir. Haklarında İslâmi hükümler uygulanır. Bu, bir bakıma dünyada iken onlarla alay etmek anlamını taşır. Ahiret hayatında ise, münafıklar cehennem içinde bulundukları bir sırada, kendileri için cennet: kapıları açılacak ve hemen hepsi oraya koşuşacaklardır. Ancak tam kapıya geldiklerinde, kapı yüzlerine kapanacak ve tekrar cehenneme döndürüleceklerdir. Mü'minlerse, cennet içinde koltuklar üzerinde münafıkların bu halini seyredecekler, onların dünyada müminlere gülüp eğlendikleri gibi, mü'minler de onlara güleceklerdir. İşte bu, onların yaptığı şeyin karşılığıdır. Bu şekilde Allah da onlarla alay eder ve onları azgınlıkları içinde körü körüne bocalasınlar diye bırakır. Allah, münafıklara zaman ve fırsat tanır ki, giderek taşkınlıklarını artırsınlar, küfürlerinde, nifaklarında ve her kötü işte hadlerini aşsınlar. Böylece bu vadide şaşkın bir halde başıboş olarak dönüp dolaşırlar. Dünyada bu fırsatın kendilerine tanınması, alaylarının bir cezasıdır. Çünkü bu kimseler ileriyi görebilme yeteneğine sahip değiller, bunların kalb gözleri kördür. Nereye gideceklerini ve ne yapacaklarını bilemez olurlar. 16Onlar hidayete karşılık, sapıklığı satın alan kimselerdir ki. Yukarıda kötü nitelikleri açık bir şekilde ortaya konan bu münafıklar, hidayeti bırakıp yerine sapıklık denilen küfrü almışlardır. Hidayeti yani imanı da terketmişlerdir. Ayette satın alma anlamındaki ”iştira" kelimesi, kişinin beğendiklerini, değerini vererek alması anlamınadır. Daha sonra bu kelimenin kapsamı genişlemiş başka birşeyi isteyerek birşeyi terketmek anlamında kullanılmıştır. Burada sapıklığın satın alınmasıyla küfür belirtilmek istenmiş, hidayet ile de imana işaret olunmuştur. Yani küfrü imana üstün kabul ettiler, onu seçtiler. İmanı küfürle değiştirip, iman yerine küfrü aldılar. Onların alış verişleri kârlı olmadı. Onlar ticaretlerinde kârlı çıkmadılar. Ticaret, tüccarın yaptığı iş ve alış veriş demektir. Bundan amaç, kâr elde etmektir. Kâr da, ana sermayeye kazanç yoluyla eklenen gelirin adıdır. Doğru yolu da bulamadılar. Kazanç yolunu bulamadılar. Ticarette amaç, kârla birlikte sermayeyi de tutmak ve kaybetmemektir. Tüccar ilk ticaretinde kâr elde etmese de, elinde sermayesi bulunduğundan, bir başka seferinde kâr edebilir. Fakat hemen işin başında sermayeyi de tüketirse, bu, gerçekte bir ticaret olamaz. İşte bu gibileri tüm varlıklarını kaybettiler. Akılları da bozulmuştur, ellerinde sermaye de kalmamıştır. Çünkü sermayeleri ellerinde kalabilseydi, böylece hakkı idrak edebilecekler ve kemale de erişeceklerdi. Fakat böyle davranmadıklarından münafıklar, hem zarar açısından hüsrana uğradılar ve hem umutsuz kaldılar. Mühtedî, yani doğruyu bulan kimse, dünyayı bırakıp, âdetler peşinden koşturmayıp, ibâdet ve taatle uğraşan kimsedir. Yoksa kişinin kafasının estiği doğrultuda hareket etmesi, hevasıyla hidayetini birbirine karıştırması durumunda, o kimse hidayete eren biri olamaz. 17Onların durumu Bu âyette durum olarak türkçeleştirdiğimiz kelimenin aslı ”Mesel" dir. Bu, eş, benzer ve denk anlamınadır. Daha sonra bu kelime örneklerde ve darb-ı mesellerde kullanılır olmuştur. Genelde bu kelime, garip ve hayreti gerektiren konular için kullanılmakla birlikte, sonraları her durum ve kıssa için istiare yoluyla kullanılır olmuştur. Aynı zamanda kendisinde herhangi bir tuhaflık ve gariplik sezilen şeyler için de kullanılagelmiştir. Meselâ: ”Takva sahiplerine va'd edilen cennetin durumu (özelliği, misali) şudur" (Ra'd: 35) âyetinde olduğu gibi. Yine: ”En yüksek sıfatlar da Allah'ındır" (Nahl: 60) âyetinde de ”mesel" kelimesi ”sıfat" anlamında kullanılmıştır. Allah, münafıkların gerçek durumlarını haber verdikten sonra, bunun peşinden konuyu darb-ı meselle daha açık ve anlaşılır bir şekle getiriyor. Bu, konuya daha bir açıklık ve kesinlik getiriyor. Çünkü bir olayı örnekleyerek açıklamak, insan aklını daha fazla etkiler, anlayışsız ve kaba cahillerin konuyu daha iyi bir şekilde anlamalarına yardımcı olur. Bundan dolayı örnek verilmekten amaç, gizli olanı açık olana benzeterek olayın, iyice aydınlanması sağlanıyor. Bu, ortada olmayanı, ortada olan şeye benzeterek yapılan bir anlatımdır. Bilindiği gibi yüce Allah, gönderdiği kitaplarda darb-ı mesellere çok yer vermiştir. Meselâ İncil'de bulunan bir sûre'ye ”Darb-ı Meseller" sûresi adı verilmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de darb-ı meselleri ve ibretli konuları içeren bin âyet vardır. Ayrıca peygamberlerin, âlimlerin ve hakimlerin ifadelerinde oldukça fazla darb-ı meselle karşılaşılır. Dolayısıyla bu âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Onların şaşılacak durumu" tıpkı bir ateş yakanın durumu gibidir ki... Âyette geçen ”istevka-de" aslında yakıt ve benzeri şey istemek, bunu elde etmek için gayret göstermektir. Bu da, ateşin alevler halinde yükselip aydınlık yapmasıdır. Yani onların durumu karanlık bir çölde, buradaki yırtıcı hayvanlardan korunmak için, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. O çevresindekileri aydınlatınca, âyette geçen ”İzâet" kelimesi aşırı şekilde aydınlatmak anlamınadır. Nitekim şu âyette de bu anlamda kullanılmıştır: ”Güneşi bir ışık (aydınlatıcı), ayı da parlak kılan... O'dur." (Yunus: 5) Yanan ateş çevreyi ve eşyayı aydınlatınca, Allah onların ışığını giderip kendilerini karanlıklar içinde, görmezler olarak bırakır. Allah, aydınlıklarının tek kaynağı olan ateşlerini söndürüp tümüyle yok edince, kendilerini karanlıklar içinde görmeyen kimseler olarak bırakır. Çünkü zulmet, aydınlığın olmamasıdır. Hele bir de koyu zifiri bir karanlık varsa, bu daha da korkunçtur. Âyetteki karanlıklar anlamındaki ”zulümat" kelimesinin nekire, yani belirsiz olarak gelmesi de bu işin böyle korkunç ve gerçekten şiddetli olduğunu gösteriyor. Böyle bir durumda eğer ortada aydınlık veren şey yok olmuşsa, artık görme olayı gerçekleşemez. Böylece anlam şöyle olmaktadır: Münafıkların şaşılacak halleri, sapıklığı satın almalarıdır. Buysa küfür ve nifak karanlığından ibarettir. Bu anlamdaki bir karanlığı da Allah'ın gazabı izleyecek ve onlar ebedî bir ceza ile karanlıklar içinde kıvranacaklardır. Çünkü münafıklar, iman denen hidayeti bırakıp sapıklık denen küfrü seçmişlerdi. Oysa hidayet, insanın fıtratında olan bir nur olup, bu nur da onların görebildikleri hak delillerle desteklenmektedir. Bu tıpkı, büyük bir ateş yakan insanın durumuna benzer. Adam tam yaktığı ateşin aydınlığından yararlanacağı bir sırada, Allah, o büyük ateşlerini söndürüp, onları korkunç, koyu bir karanlıkta bırakıyor, artık bundan sonra da göz gözü görmez oluyor. 18Sağırdırlar. Münafıklar hakkı dinleyip kabul etme yeteneğinden yoksundurlar. Adeta hakkı hiç duymamış gibidirler. Sağırlık, insanın duyma organlarının zedelenip kapanarak duyma işlevini yerine getirememişidir. Kulak öyle bir duruma gelmiştir ki, artık ses frekanslarını alma imkânı kalmamıştır. Dilsizdirler. Hakkı konuşmaktan suskundurlar, konuşmak istemezler. Sanki dillerinde bir hastalık var da, bundan ötürü dilsiz durumuna düşmüşlerdir. Çünkü dil rahatsızlaşmca, çıkarması gereken harf ve kelimeleri yerli yerince çıkaramaz ve dolayısıyla konuşma da sağlanamaz. Ve kördürler. Karşısındaki olayları ibretle görebilecek ve kendilerini hidayete götürebilecek olan gözlerini kaybetmişlerdir. Burada körlük anlamına gelen ”Umyun" kelimesi, hem görme görevini yapan gözün ve hem de kalb gözünün beraberce körlüğü anlamında kullanılmıştır. İşte bu, münafıkların dünyadaki nitelikleridir. Bunun içindir ki, kıyamet gününde bunun cinsiyle cezalandırılacaklardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Kıyamet günü biz onları, kör, dilsiz ve sağır olarak yüzleri üstü toplayacağız." (İsrâ: 97) Münafıklar Allah'ın selâmını duymazlar, kıyamet gününde Allah kendilerini muhatap olarak almaz, bunlar Allah'ı da göremezler. Oysa Müslümanlar hakkı dinlerler, hakkı söyleyip konuşurlar ve hakka bakarlar. Böylece kıyamet gününde Allah'ın hitabıyla kendilerine ikramda bulunulur, Allah ile karşılaşırlar ve Allah'ın selâmını alırlar. Artık dönmezler. Yani münafıklar, yukarıda sayılan nitelikler yüzünden, bundan böyle küfür demek olan, sapıklığı bırakıp da, terkettikleri hidayete dönmezler. Âyetteki: ”Sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler" buyruğuyla, münafıkların gerçekten sağır, dilsiz ve kör oldukları değil, bu kimselerin bu organlarını hak yolda ve doğru bir şekilde kullanmadıkları ifade ediliyor. Kalb gözünün körlüğü, yani basiretsizlik şu üç nedene dayanır: a) İnsanın organlarını masiyet yolunda kullanması, b) Allah'a ibadet ve taatte yapmacık davranması, c) Allah'ın yarattıklarının elindeki varlıklara göz dikmesi. İşte insan basiretini körleştirip ileriyi göremez hale gelince, bundan böyle halka yönelir ve Hakka sırt çevirir. 19Yahut onların durumu, gökten boşanıp içinde yoğun karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek bulunan şiddetli bir yağmur gibidir. Münafıkların durumu, tıpkı gökten boşanan şiddetli bir yağmura tutulanların haline benzer. Gök (sema) dünyanın tavanıdır. Anlam şöyle oluyor: Tüm göğü kaplamış olan bir buluttan yağan şiddetli yağmur. Abdullah b. Abbas'tan yapılan rivayete göre, Arş'ın altında bir deniz vardır. Canlıların rızıkları ondan inmektedir. Bu denize vahyolunur, buradan da semadan semaya istenildiği kadar yağmur yağdırılır. Bu olay dünya semasına gelinceye dek yağma işi devam eder. ”Zulümat" kelimesiyle, her türlü karanlık anlatılmak istenmiştir. Öylesine yoğun bir karanlık ki, bulutlar birbiri üzerine kat kat binerek gecenin karanlığına ayrı bir karanlık eklemişler, böylece de ortalık zifiri karanlığa dönüşmüştür. Göz gözü görmeyecek bir karanlık... Gerçi burada gece karanlığından söz edilmemektedir ve âyette de bunu gösteren bir işaret yoktur. Ancak gecenin karanlığı anlamı, âyetin şevki (gelişi) inden anlaşılabilir. Çünkü bundan sonraki âyette şöyle buyuruluyor: ”O şimşek neredeyse hemen gözlerini kapıp alıverecek" Daha sonra âyetin devamında, şu ifadelere yer veriliyor: ”Karanlık basınca da dikilip kalırlar. ” Şimşeğin gözü kapıp alması, genellikle karanlık gecelerde olabilir. Aynı şekilde, insanın yürürken ansızın duraklaması da, yine bu gece karanlığından meydana gelmektedir. Çünkü insan, yolda yürürken ansızın ışığın yok olmasıyla, bir anlık da olsa görme özelliğini yitirir ve bu yüzden, olduğu yerde durakalır. Gündüzün bulutlar ne kadar kesif ve yoğun olursa olsun, karanlık ne oranda çökerse çöksün, yolda yürüyenin yürümesine engel olmaz ve yürüyenin durmasını gerektirmez. Âyette karanlıkların yağmurun içerisinde olduğu belirtilmiştir. Halbuki bulutun ve gecenin karanlığı da vardır. Bunun sebebi yağmurun şiddetini ve korkunç durumunu belirtmek içindir. Gök gürlemesi, yani ”ra d" buluttan işitilen şiddetli sestir; şimşek ”berk", bulutların birbirleriyle sürtüşmeleri sırasında meydana gelen parıldama, ışık ve aydınlıktır. Yıldırımlardan ölüm korkusuyla, parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Korku ve dehşet saçan bir biçimde gök gürlemesi ve şimşeklerden söz edilince, sanki, ”böyle bir gök gürlemesi durumunda, bu şiddetin altında bulunanların hali ne olur?" gibi bir soruya, parmaklarını kulaklarına tıkarlar şeklinde cevap verilmektedir. Parmaklarını kulaklarına tıkarlar, demek, parmak uçlarını tıkarlar anlamınadır. Burada mübalağa vardır. Sanki onlar şiddetli korku ve şaşkınlarından dolayı sadece parmaklarının uçlarını değil parmaklarının hepsini kulaklarına sokarlar. Bir başka yoruma göre de, yerinde kullanılması gereken organlarını normal yolda kullanarak böylece doğruyu bulmayıp şaşkınlık ve dehşetten ne olduklarını bilemez durumdadırlar. Bütün bunlar, yıldırımlardan korktukları için başvurdukları yollardır. Yıldırım öylesine korkunç bir şeydir ki, bir kıvılcım ateşle birlikte nereye isabet ederse, orasını kül haline getirir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gök gürlemesi ve yıldırımlarını duyunca şöyle duâ ederlerdi: ”Allah'ım! Gazabınla bizi öldürme, azabınla bizi helak etme, bütün bunlardan önce bizi afiyette kıl." Allah ise, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. Âyette geçen ”ihata" bir şeyi her taraftan çepeçevre kuşatmak anlamınadır. Allah onları ilim ve kudretiyle kuşatmıştır. Böylece kâfirler, dört bir yandan kuşatma altında tutulduklarından, kaçacak hiçbir yer ve imkânları kalmamıştır. Âyetteki bu son cümle bir parantez cümlesidir. Dolayısıyla şiddetli bir fırtınaya yakalananların, parmaklarını kulaklarına tıkamaları, kendilerini kurtaramayacağına ilişkin bir uyarıdır. Çünkü kaderi hiçbir tedbir ve korku yenemez. Âyette açıkça kâfirlerden sözedilmesi, onların küfürleri yüzündendir. 20O şimşek, neredeyse hemen gözlerini kapıp alıverecek. Şimşeğin aşırı olan ışığı yüzünden, gözleri çıkaracak, kör edecek gibidir. Onlara aydınlık verince, ışığında yürürler. Karanlık gecede şimşek yolu aydınlatınca, bunun sayesinde birazcık olsun yürürler. Bu arada gözlerinin de kapıp alınacağından korku içindedirler. Âyette, hızlanırlar veya koşarlar ifadesi yerine ”yürürler" denmesindeki incelik, korkularından koşacak dermanları kalmaması ve âdeta dizlerinin bağının çözülmesine işaret etmektedir. Karanlık basınca da dikilip kalırlar. Şimşeğin meydana getirdiği aydınlık ortadan kalkınca, yol da tekrar karanlığa dönüşür ve oldukları yerde dikilip kalırlar. Şaşkındırlar, ikinci bir aydınlığın gelmesini beklemektedirler. Belki ikinci bir aydınlıkta varıp sığınmayı hedefledikleri yere ulaşabileceklerdir. Allah dikseydi onların işitmelerini ve görmelerini de giderirdi. Allah, kulaklarını ve gözlerini yok etmek isteseydi, kesinlikle, gök gürlemesi ve yıldırımla onların kulak ve gözlerini yok ederdi. Bu da onlara ceza olarak verilirdi. Nitekim Allah, bunu yapmaktan da âciz değildir. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir. Var olması mümkün olan her şeyi yapmaya kadirdir. Bunları da hikmeti gereği yapar. Bu, birincisinden daha etkili olan son derece açık ve anlaşılır bir benzetmedir. Burada yüce Allah münafıkların şaşkınlıklarını, sapıklığa dalışlarını ve rezil edildiklerini, karanlık bir gecede göğün şimşek ve yıldırımlarına ve ölüm hıçkırıklarından korkan insanların haline benzetmiştir. Âyetlerin akışı da bunu gerektirmektedir. Öte yandan âyetin bütününde, sele yakalanan, gecenin karanlığında şiddetli yağmura maruz kalan insanın durumu canlandırılmış, bulutların yağmuru yağdırması tasvir edilmiş, korkunç şimşeklerin sesine, göz alıcı yıldırıma dikkat çekilmiştir. Buna göre bu görüntülerle karşılaşan kimse, ölümle karşı karşıya gelmiş gibi olur. Son derece ilginç bir pozisyona bürünür. Korkulu bir hal alır. Ancak bunların her biri ayrı ayrı birer benzetmeyle ortaya konduğunda durum değişir. Bu yüzden içindeki bilgi ve marifetle birlikte Kur'an, hayat veren aydınlığa, kâfirlerin Kur'an'ı dinlerken büründükleri hal ise, şimşek ve yıldırım gürültüsünden korkanların durumuna benzetilmiştir. Onlar kulaklarını tıkasalar da, ondan kurtulamazlar. Tıpkı şimşeklerin aydınlığında titreyen ve karanlıkta şaşkın vaziyette kalan insanlar gibidir. Şu halde, akıllı kimsenin yapması gereken şey, şeriatın güçlü ve kopmak bilmeyen ipine ve dosdoğru olan yoluna yapışıp bu yoldan ayrılmamaktır. Çünkü sıkıntılardan, kayıtlardan ve gailelerden kurtulması buna bağlı olduğu gibi, tehlikelerden korunabilmesi de bununla mümkündür. Çünkü işin sonu bize göre gizli ve kapalıdır. Dolayısıyla son nefesin nasıl verileceği bilinemez. O halde hazırlık yapmak gerekir. Adamın biri Hasan-ı Basrî'ye: ”Nasıl sabahladın?" diye sormuş, o da: ”Hayır ve iyilikle sabahladım" cevabını vermiştir. Bu defa adam Hasan Basri'ye: ”Durumun nasıl?" diye sormuş, Hasan-ı Basrî gülümseyerek şu cevabı vermiştir: ”Durumumu hiç sorma! Düşün ki, birtakım insanlar bir gemiye binmişler, gemiyle tam denizin orta yerine kadar varmışlar. Gemileri burada parçalanmış. Gemide bulunanların her biri geminin bir tahtasına tutunmuşlar. Şimdi bunların hali nasıldır?" Adam: ”Bunlar gerçekten zor durumdalar" deyince, Hasan-ı Basrî: ”İşte benim durumum, onlarınkinden de zordur. Çünkü ölüm benim denizim, hayat gemim, günahlar da tahtalarımdır. Ey oğulcağızım! Durumu böyle olan bir kimse sence nasıl olabilir? Mutlaka günahlar bırakılmalı ve her şeyi bilen Allah'a koşup sığmılmalıdır" demiştir. 21Ey insanlar! Âyet, tevhidi kanıtlamak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin gerçekliliğini ortaya koymak için gönderilmiştir. Çünkü bu ikisi, yani tevhid ile Hazret-i Muhammed'in peygamberliği, imanın aslı, temelidirler, ”insanlar" ifadesiyle mü'minler, kâfirler ve münafıklar içinde olmak üzere, tüm insanlara hitap edilmiştir. ”Ey" ünlemi de, gafilleri uyarmak, sakin olanları harekete geçirmek, cahillere hakikatleri bildirmek, meşgul olanların meşguliyetlerini bıraktırmak, yüz çevirmiş olanları hakka yöneltmek, hak sevgisiyle dopdolu olanları bu iş için dalia heyecanlı hale gelmek ve müridlerin de arzu ve isteklerini arttırmak için söylenmiştir. Ariflerden biri şöyle diyor: ”İbadetteki külfeti hitabının lezzetiyle telâfi etmek için Allah onlara hitabiyle yönelmiştir." Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki... Burada kâfirlere: ”Rabbinizi birleyiniz ve Rab olarak yalnızca O'nu tanıyınız". Âsi olanlara: ”Rabbinize itaat ediniz", münafıklara da: ”Allah'ı bir olarak tanımada yani tevhidde ihlâslı ve samimi olun, Rabbinizi gereğince tanıyın" ve itaat sahibi olanlara ise: ”Rabbinize ibadet ve taatınızda devamlı olun" diye emredilmektedir. Çünkü lâfız, tüm bu anlamları içermektedir. Bu, Rabbimizin az kelimeyle birçok manaları ifade eden sözlerindendir. İbadet, tanı anlamıyla taatte bulunmak için, insanın var gücünü ortaya koyması ve masiyetlerden uzak kalmak için, Allah korkusunun bilincine erebilmesidir. Allah'a taatte bulunun ve ibadet edin. Çünkü sizi ve sizden öncekileri yaratan O'dur. ”Yaratmak" (halk), daha önce hiçbir örneği ortada olmaksızın yepyeni bir şey ortaya koymaktır. Âyette bizden öncekilerin yaratılışına da dikkatin çekilmesi, kendisine ibadet ve kullukta bulunmalarının sebebinin bu olduğunu açıklamak içindir. Çünkü atalarının yaratılma sebebi, Allah'a karşı kulluklarının bilincine vararak O'na ibadette bulunmak olduğu gibi, onlardan sonrakilerin yaratılış amacı da budur. Korunasımz. Belki bu sayede takva sahiplerinin yoluna girmeyi başarmış olur, böylece hidayete ve kurtuluşa erersiniz. Çünkü bunun sonucunda Allah'a yakın olmak vardır. Âyette geçen ”lealle" aslında ümit vermeyi ifade eder. Fakat Allah kelamında gelince kesinlik ifade eder. Çünkü kerem sahibi olan ancak yapacağı şey hakkında ümit verir. Âyette ayrıca, takvanın sülük derecelerinin en sonuncusu olduğuna da işaret vardır. Takva, insanın Allah'tan başka her şeyden ilgisini kesmesi ve uzak durmasıdır. Âbid'in ibadetiyle mağrur olmaması ve ibadetine güvenmemesi gerekir. Âbid olan kişi, her zaman korku içinde olmalı ve Allah'tan umudunu kesmemelidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarırlar." (Secde: 16) 22O ki, yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. "Arz", dünyanın yaygısı ve dünya. Bir şeyin yaygısı demek, onun denizleriyle çepeçevre kuşatılması demektir. Âyette yer alan ”döşek" ifadesi, kara parçasının su yüzüne çıkıp yükselmesidir. Gerçi böyle olmakla beraber bu, dibe çökmeye müsaittir. Aynı zamanda bu, katılıkla yumuşaklık arasında bir halde bulunur. Bu anlamıyla dünya, üzerinde oturmaya, uyumaya ve yaşamaya uygun olan yerdir. Tıpkı yayılmış bir yaygı gibi. Bu manasıyla yeryüzünün, gerçek anlamda düz bir yüzey olması da gerekmez. Çünkü dünyanın yuvarlak olması, büyüklüğü sebebiyle üzerinde yaşamaya müsaittir. Yüce Allah göğü de kubbemsi olarak yaratmıştır. ”Gök" (sema), insanın üst tarafında, yüksekte yer alan ve insanı gölgeleyen tavan anlamınadır. Göğün her tabakası diğerinin üzerine gelmek suretiyle, âdeta bir kubbe oluşturmuştur. Gökten bir su indirdi. Yani buluttan yeryüzüne boşanan bir yağmur yağdırdı. Ve onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Allah gökten indirdiği yağmur sebebiyle size çeşitli ürünler, meyve, hububat ve sebze gibi yenecek şeyler bitirdi. Topraktan yetişen ürünler ve ağaçlar çıkardı. Bu durumda suya bitkiler üzerinde etkili olan bir güç, toprağa da, bu sudan etkilenen ve yararlanılan bir durum vermiştir. İşte bu iki gücün birleşmesi sonunda türlü türlü ürünler yetişmiş olmaktadır. Böylece gök ile yer arasında sanki bir evlilik olmaktadır. Çünkü gökten yere yağmur yağdırılıyor, topraktan da bu sayede türlü ürünler meydana geliyor. Bu, tıpkı canlılardan neslin üremesine benzemektedir. Türlü türlü ürünler, insanoğlu için rızık ve yiyecek, hayvanlar için de yem olarak verilmiştir. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Gerçekten Allah, bütün bu şeyleri size nimet olarak ikramda bulundu. Böylece sizler O'nun yaratıcı, rızık veren olduğunu bilip öğrenesiniz ve birliğini, yani tevhidi kabul edesiniz. Artık bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayın, ”EndâcF (eşler), kelimesi ”Nidd" kelimesinin çoğuludur ve eş, benzer demektir. Yani Allah'a ibadet ve kulluk ettiğiniz gibi, başkalarım da Allah'a eş ve ortak kabul ederek onların buyrukları altına girmeyin. Çünkü sizler, başkalarının Allah'a kesinlikle denk ve eş olmayacaklarını bilip durmaktasınız. Çünkü Allah sizi ve sizden öncekileri, göğü ve yeri ve tüm rızıkları da yaratandır. Yoksa bu işleri putlar yapmamaktadır. Çünkü putlar, ne bir zarar verebilirler, ne de herhangi bir fayda sağlarlar. Dikkat edilirse burada genel anlamıyla bir öğüt yer alıyor. Rabbimiz bu âyette: ”Sizin için yaptı, yarattı", ”size rızık olsun diye" buyurdu. Eğer kıyamet gününde Rabbim sana: ”Şu şeyleri böylece sizin için yaptım, siz benim için ne yaptınız?" diye sorsa, ne cevap vereceksin?... 23Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe ediyorsanız. Eğer Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiğimiz Kur'an'ın Allah tarafından bir vahiy olarak gönderildiğinden şüphe duyuyorsanız... İndirme anlamına gelen ”tenzil", bir şeyin aşamalı olarak gelmesidir. Kuran, dünya semasından ”Beytu'l-İzze'ye" bir defada toplu olarak ve daha sonra buradan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e 23 yıl içinde peyderpey indirildi. Bunun sebebi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmî olması, okuma ve yazmasının bulunmamasıydı. Böylece Kur'an'ın kolayca ezberlenmesi sağlanmış oluyor ve korunması isteniyordu. Oysa öteki peygamberler böyle değillerdi. Onlar okur yazardılar. Bu sayede onlar tümünü kitaba geçirmek suretiyle muhafaza edebiliyorlardı. Bunun içindir ki, öteki ilahî kitaplar bir defada toplu olarak nazil oldu, denilmiştir. Siz de onun benzerinden bir sûre getirin. Burada muhatabı aciz bırakan bir emir yer alıyor. Benzer bir sûrenin getirilmesi... ”Sûre", başı ve sonu belli olan Kur'an'dan bir parça an laminad ır. Bunun da en az ve kısa olanı üç âyetten ibarettir. Yani Kur'an sûresi gibi, derin anlamları ve belağatlı ifadeleri içeren, nazımda yüksek bir dereceye ulaşabilen bir sûre getirin. Burada şöyle denilmektedir: Madem ki bu sözlerin bir insan sözü olduğunu ileri sürüyorsunuz, öyleyse siz de insan olduğunuza göre, yaratılış ve dil yönünden ondan farklı değilsiniz. O halde siz de onun sûrelerine benzer bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın. Bunun için, size yardım edebilecek bütün yardımcılarınızı, şahitlerinizi, yanınızda yer alacak olanları da çağırın. Evet, Allah'ın dışında kimden ne yardım isteyecekseniz, isteyin. Ayrıca ilâh ve tanrı olarak kabul ettiğiniz ve taptığınız putlarınızı da çağırın. Çünkü siz, kıyamet gününde bunların size, sizin hak dava üzerinde olduğunuza dair şehadette bulunacaklarını zannediyorsunuz. Âyet, kişinin kendisi gibi bir yaratıktan yardım istemeye kalkışmasının kendisine hiçbir şey kazandırmayacağını göstermektedir. Çünkü âciz olan bir kimsenin, bir başka âcizden yardım beklemesinin herhangi bir yararı yoktur. O halde ihtiyaç ve isteklerini, bunları yerine getirmenin kendisine zor gelmeyeceği zata havale et. Eğer bir şey isteyeceksen, hazinesi hiçbir zaman tükenmeyenden iste. Yalnızca gerçek anlamda güçlü olan Allah'a dayan ki, her bakımdan sadece O korusun. Hiçbir imkânın yokken, seni O zengin kılsın. Seni koruyan O olunca, sayısı fazla olan düşmanların azalır, sana yetince de, az gözüken malı Allah artırır. Eğer doğru söyleyenler iseniz. Bunları Hazret-i Muhammed'in kendisinden uydurduğu şeklindeki iddianızda samimi iseniz, o zaman siz de buna benzeyen bir sûre getirin. 24Eğer bunu benzerini getirme konusundaki size yönelik emri, yapmazsanız... tüm gayret ve çabalarınıza rağmen başarmazsanız, -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- Bu bir parantez cümlesidir. Siz ileride ve gelecekte de bunu başaranı ayacak siniz. Bu da Kur'an'ın gerçekten insanı âciz bıraktığının açık bir göstergesidir. Bu, aynı zamanda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de mûcizesidir ve gerçekten hiç kuşku götürmeyen bir mucizedir. Çünkü burada özel bir gayb'tan, yani bilinmeyenden söz edilmektedir. Bunu da ancak Aziz ve Celil olan Allah, Hazret-i Peygamber'e öğretmiştir. Nitekim durum öğretildiği gibi olmuştur. Nasıl olmasın ki, eğer gerçekten Kur'an'ın âyetlerine benzer bir örnek sunabilselerdi, kesinlikle râviler bu olayı birbirlerinden rivayet ederler, anlatırlardı. Artık, yakıtı insanlar ve taşlar oları, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının. Madem ki Kur'an benzeri, bir sûre getirmekten âciz kaldınız, bu durumda Hazret-i Muhammed'in peygamberim olduğunu kesin hüccet olarak kabul etmeniz gerekir. Kur'an'ın da benim kitabım olduğunu itiraf etmeniz icabeder. Dolayısıyla onu doğrulamanız ve ona iman etmeniz zorunludur. Eğer halen iman etmeyecekseniz, bu durumda siz cehennemliklerden olacaksınız. O cehennemin ateşinden sakının. Çünkü onun yakıtı, odunu, kendisiyle ateşin tutuşturulacağı şey, isyankâr insanlarla taşlardır. Bundan maksat kükürt taşlarıdır. Bu taşların cehennem ateşinin tutuşturucusu ve odunu olarak anılması, bunların hızlı tutuşmasından, hemen geçmemesinden, uzun bir süre közünü korumasından, hararetinin fazla olmasından, çok kötü kokmasından ve ayrıca insan vücuduna yapışıp kalmasındandır. Bir tefsire göre de bu taşlardan maksat, insanların tapmakta oldukları, putlar ve dikili taşlardır. Putların cehennemde yakılıp azabedilmesi, puta tapanların, taptıkları şeylerin cehennemde yakıldığını görerek kendilerinin de bu yüzden azaba uğrayacakları gerçeğini kavrayabilmeleri içindir. Ayrıca putların değersizliğini görüp anlasınlar, bunlardan herhangi bir umutlan kalmasın diyedir. Çünkü bunlara fazla değer veriyorlar, saygı gösterisinde bulunuyorlardı. Nasıl ki liderlerinin ve büyüklerinin peşinden gidenler, onlara hizmette bulunup, sürekli olarak onlardan umutvar oluyorlarsa, kâfirler de putlara taptılar, bunlara sırtlarını dayadılar ve bunlardan bir beklenti içinde oldular. Sonra da bu yüzden azap olundular. Böylece onların cehaletleri ortaya konmuş olduğu gibi, herhangi bir beklenti içinde olmamaları için de, gözlerinin önünde putları cehennemin yakıtı olarak yanacaktır. Nitekim küfür önderleri de kendilerine uyanlarla birlikte ceza görecek, onlarla birlikte de cehenneme sürüklenip atılacaklardır. Bu durum gerçekten kendilerine oldukça ağır gelecek, artık bir kurtuluş umutlarının da kalmadığını anlamış olacaklardır. Çünkü bu cehennem ateşi ”kâfirler için hazırlanmıştır." Bu âyet aynı zamanda, cehennemin yaratılmış olduğunu ve el an mevcut olduğunu göstermektedir. Ancak Mutezile, bu görüşü kabul etmemektedir. Beğavî, sûre ile ilgili olarak şöyle der: ”Sûre", üstün mevki ve önemli derece demektir. Sûre adının verilmesi, Kur'an okuyan kimsenin, bu sayede yüksek bir derece elde etmesindendir. İnsan tüm Kur'an sûrelerini gereğince okursa, bu sayede en önemli makamlara erişme imkânını elde eder. Hükema (hakikat erbabı kişiler) şöyle derler: ”Çocuğun ana ve babası üzerindeki hakkı üçtür. Çocuk dünyaya geldiğinde, ana ve babasının ona güzel bir isim vermesi, Kur'an, edep ve ilim öğretmesi ve çocuğunu sünnet ettirmesidir. Bundan sonra asıl amaç gelir ki; bu, Kur'an'ın öngördüğü şekilde amel etmek ve Kur'an adabıyla ardaklanmaktır." 25İman edip yararlı işler yapanlara, altından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! ”Beşaret" (müjde) sevindirici haber, kendisiyle yüzde mutluluk eseri beliren şey demektir. Dolayısıyla anlam: Ey Rasûlüm Muhammed! İnananların kalblerini sevindir, gönüllerini mutlu kıl. Buradaki hitabın Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve bu manada kendisinden mutlu bir haber gelen herkese olduğu belirtilmiştir. Nitekim Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Karanlıklarda mescid ve camilere gidenleri, kıyamet gününde tam bir aydınlıkla müjdele!" Hazret-i Peygamberin böyle buyurmasındaki amaç, hiçbir zaman bununla belli bir kimseye emir vermek değildir. Aksine bu, müjde ley ebilen herkesedir. İyi ve güzel davranışlarda bulunanları da müjdele. İyi ve güzel davranışlar, Allah için yapılan bütün işleri kapsar. Burada amelin iman olayına atfedilmesinin sebebi, her ikisinin de aynı şeyler olmadığını belirtmek içindir. Ayrıca bir kimsenin müjdeye hak kazanabilmesi için, mutlaka bu iki şeyi, yani iman ve ameli birlikte götürmesi halinde olabileceğine işarettir. Çünkü iman temeldir, sâlih ve güzel amel de temel üzerine kurulan binadır. Dolayısıyla, üzerinde herhangi bir bina bulunmayan temelin bir anlamı yoktur. Hiçbir amel ve iş görmeden cenneti istemek, beyinsizlerin ve bunakların işidir. İşte iman ve ameli birlikte götürenler için içinden ırmaklar akan cennetler vardır. ”Cennet", içinde ürün verebilen ağaçları olan bahçe demektir. İçinde ağaçların ve özellikle hurma ağaçlarının fazla olduğu, ağaç dallarının birbirine girdiği, ve bu dallarla örtülmüş olan yere bu isim verilmiştir. Sanki cennet örtünmüş, gizlenmiştir. Çünkü cennet, saraylardan köşklerden meydana gelmiştir. Aynı zamanda buna ”sevap yurdu" da denilmiştir. Cennete bu ismin verilme sebebi, içinde hiçbir zaman dille anlatılamayacak binaların, odaların ve sarayların yer almasıdır. Çünkü cennet her türlü nimetin ve lezzetin kaynağıdır. Cennet, neden ”cennetler" diye hem çoğul ve aynı zamanda belirsiz (nekre) olarak getirildi? Bunun sebebi ne olabilir? denirse: Buna cevabım şudur: Cennet, tüm sevap yurtlarının adıdır. Dolayısıyla bu, birçok cennetleri kapsar. Çünkü kişilerin, amelleri sayesinde elde ettikleri derecelere göre kendilerine cennet verilecektir. Dolayısıyla her tabakanın bu cennetlerden bir cenneti olacaktır. Ayrıca cennetlerin sayısı sekizdir, isimleri de şöyledir: Daru'l-Celâl (Celal Yurdu), Daru'l-Karar (Karar Yurdu), Daru's-Selâm (Esenlik Yurdu), Adn Cenneti, Me'vâ Cenneti, Huid Cenneti, Firdevs Cenneti ve Naîm Cenneti. Nehir, Mısır'daki Nil Nehri gibi geniş su yatağıdır. Burada maksat orada akan sudur. Eğer: ”Cennetlerin altından ırmakların akışı nasıl mümkün olur?" diye bir soru sorulursa, cevap olarak deriz ki: Bu durum, bir kısım akarsuların kenarında yetiştiğini gördüğün ağaçlara benzer. Mesruk'un rivayetine göre, cennet ırmakları yataksız olarak akar. Öte yandan, bağ ve bahçelerin en güzelleri, ağaçlan gölge veren ve aralarında su akanlarıdır. Çünkü akarsu, en değerli nimetlendendir. Ayrıca, bahçe ne kadar güzel olursa olsun, içinde su bulunmadığı sürece, içinde hiçbir neşe olmadığı gibi, güzel ürünler de vermez. Bu yüzden içinde su bulunmayan bahçeler, ruhsuz heykellere ve cansız resimlere benzer. Cennetteki ırmaklar, şarap, süt, bal ve su ırmakları gibi çeşitlere ayrılır. Cennetlikler, buradaki su nehrinden içtikleri zaman hayat bulurlar. Artık kendileri için ölüm diye bir şey kalmaz. Süt nehrinden içtiklerinde, bedenlerinde bir düzelme ve arınma olur. Bundan böyle eksiklik diye bir şey hissetmezler. Bal nehrinden içtiklerinde, sağlık ve şifaya kavuşurlar ve artık kendilerinde hastalıktan eser görünmez. Şarap nehrinden içtiklerinde ise, içlerinde bir neşe, huzur ve sevinç duyarlar. Sonra da artık üzüntü nedir, bilmezler. Onlardaki herhangi bir meyveden rızıklandırıldıklarında: 'Bu, daha önce de rızıklandığımız şeydir' derler. Cennette kendilerine, oranın herhangi bir meyvesinden biri yedirildiğinde, bu, tıpkı dünyada bizim yediğimize benziyor derler. Cennet meyvelerinin dünyadakilere benzetilmesi, insanların görür görmez ona karşı meyletmeleri, yabancılık çekmemeleri içindir. Çünkü insan tabiat ve karakter olarak, alışık olduğu şeye eğilim duyar. Eğer alışık olmadıkları bir şey verilmiş olsaydı, insan bu yeni cins şey için, bu, olsa olsa ancak bu kadar olabilir, diye bir kanaate sahip olabilirdi. Ne kadar üstün olsa da, yine böyle düşünebilirdi. Cennet halkı, meselâ bir narı gördüklerinde, bunun görüntü ve hacim bakımından dünyadakine benzer olduğunu söyleyeceklerdir. Sonra cennet narlarından sadece bir tanesinin tüm ev halkını doyurduğunu gördüklerinde bunun üstünlüğü açık, seçik görülür. Bu, daha fazla bir mutluluk uyandırır. Sanki cennetlikler şöyle diyeceklerdir: Bu, tıpkı dünyada bize rızık olarak verilenin aynısıdır. Fakat cennet meyvelerinin bu tadı ve üstünlüğü nereden kaynaklanıyor? Kendilerine, o söylediklerine benzer olan şeyler verilmiştir. Cennet meyveleri renk ve görünüm bakımından dünyadakilere benzer. Ancak bunlardan yediklerinde, tad ve lezzet bakımlarından hiç de onlara benzemediğini göreceklerdir. Çünkü bu meyvelerde çürük veya bozukluk görülmez. Cennet meyveleri tıpkı asınalar gibidir. Biri koparılmca yerine hemen yenisi gelir. Tüm yaratılanlar sadece bir tek üzüm salkımının başına toplansalar, hepsini de doyurur. Kitap ehlinden biri, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelir ve: ”Ey Ebu'l-Kasım! Sen, cennet ehlinin yediklerinden ve içtiklerinden söz ediyormuşsun?" der. Adamın sorusu üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöye cevap verir: ”Evet! Muhammed'in varlığı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, doğrusu onlardan herhangi birisine yemede, içmede ve cinsel ilişkide yüz adam kuvveti verilecektir." Adam yine sorar: ”Yiyen kimsenin def-i hacete ihtiyacı olur. Halbuki cennette her şey temizlik üzerine kurulmuştur. Orada rahatsızlık verecek bir şeyler yoktur?" Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna cevap olarak şöyle buyurur: ”Cennette, cennet ehlinden birisinin ihtiyacı, tıpkı misk gibi bir terden başkası değildir.")12) Onlar için orada tertemiz eşler de vardır ve onlar orada ebedî kalacaklardır. İman edip güzel amel işleyenler için cennette, hayız ve ni tastan arınmış, küçük ve büyük abdest, meni, doğuma bağlı rahatsızlık veren şeyler, doğal olarak var olan kir ve paslar, kötü huylar ve benzeri şeylerden tamamen temizlenmiş, kendilerine dünyadaki gibi rahatsızlık verecek hiçbir şeyi olmayan kadınlar ve huriler vardır. Çünkü bunları tertemiz ve pırıl pırıl kılan, ancak Allah'tır. Bu itibarla cennette rahatsızlık verici hiçbir kötü şey olmayacaktır. Hasan (Basrî) de şöyle der: ”Onlar sizin dünyada beli bükülmüş, hastalıklı kadınlarınız olup, hepsi de dünya kirlerinden arındırılmışlardır." O cennetlikler, cennette sürekli ve diri olarak kalacaklardır. Cennette ölüm yoktur. İkrime şöyle diyor: ”Cennet ehlinin tümü 33 yaşlarında olacaklar. Boylarının uzunluğu altmış arşındır. Hepsi de babaları Hazret-i Âdem'in boyunda olacaklardır. Hepsi de kılsız ve tüysüz, yaratılıştan sürmeli gençlerdir. Cennette tükürük ve buran kiri de yoktur. Cennet ehlinin güzellikleri ve iyilikleri hergün artacaktır. Halbuki dünyadakilerin hergün biraz daha yaşlandıkları ve güçsüz hale geldikleri görülür. Cennetteki ler gençliklerini yitirmeyecekleri gibi, elbiseleri de eskimez." Dikkatinizi şuna çekmek isterim: Duyulara bağlı bulunan tüm bu önemli lezzetler, sadece barınaklara, yiyecekler ve evliliklere özgü olup bunların devamlılık ve sebat üzerine kaim olunca -ki, bir nimet ne kadar büyük ve önemli olursa olsun, eğer bir gün o nimet yok olacaksa, böylesi bir nimet mutluluk yerine elem ve üzüntü verir.- Mü’minler bu nimetlerinin devamlılığı ve cennette sonsuza kadar kalacakları ile müjdelenmişlerdir. Bütün bunların sürekliliği, elbette müminlerin mutluluğunu ve sevincini artırmaktadır. 26Muhakkak ki Allah, bir sivrisineği ve ondan daha küçüğünü misal vermekten çekinmez. Allah Kur'an'da sinekten, örümcekten söz edip bunlarla müşriklere darb-ı meseller verince, Yehudiler buna güldüler, alay ettiler ve: ”Bu, Allah'ın sözüne benzemez" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Ayette ”haya" (ar-çekinme) ifadesi yer alıyor. Bu, herhangi bir korku, ayıplanma ve kötülenme gibi şeyler yüzünden insana arız olan bir değişiklik ve kırgınlık halidir. Allah bununla onları susturmak istiyor. Çünkü bu, bir benzetme için getirilmiştir. Allah herhangi bir örnek vermek istediğinde, bu bir sivrisinek bile olsa, vermekten kaçınmaz. Bunda çekin ilecek herhangi bir durum yoktur. Bir şeyin küçük ve değersiz olması, onun örnek olarak gösterilmesine engel değildir. Onda, gerçekten örnek olabilecek bir şey varsa, bu yapılır. Bu, bir sivrisinek, bir sinek veya bir örümcek olabilir; küçüklük ve değer açısından bunlardan aşağı da bulunabilir. Şöyle bir soru akla gelebilir: ”Allah, müşriklerin ilâhlarını, örümcek ağına ve sineğe benzetiyor. Allah'ın sivrisinek ve daha aşağı olan bir şeyi örnek olarak vermesindeki amaç nedir? Bu âyette sanki şöyle denmektedir: Allah, sizin ilâhlarınızı sivrisineğe ve bundan da önemsiz olan bir şeye benzetebilir, bundan da çekinmez. Hatta siz örümceği ve sineği bir yana bırakın, Allah, sizin ilâhlarınızı çok daha önemsiz şeylere de benzetir. Bu, Allah için bir kusur değildir. İmam Ebû Man sûr bu konuda şöyle der: ”Cisim ve cüssesi küçük olan varlıkları yaratmasında Allah'ın varlığına ve birliğine olan delil, büyük varlıkları yaratmasındakinden daha çok ve ilginçtir. Meselâ tüm insanlık bir sivrisineği, ya da bir sineği var etmek için bir araya gelseler, bunun ihtiyacı olan ağzı, burnu, gözü, ayak ve elleri yapmaya kalkışsalar, hiçbir zaman buna güç yetiremezlerdi. Belki de, onun çok çok üzerinde büyük kemiklerden oluşan bir cisim tasvir edebilirlerdi, fakat bir sivrisineği asla. Düşünün Allah, bir sivrisineğe, hacminin küçüklüğü ve değersizliğine rağmen, büyük bir filde bulunan bütün organları vermiştir." Allah, lütfü gereği arslanı en güçlü, sivrisineği ve sineği de en güçsüz olarak yaratmıştır. Sonra Rabbim sivrisinek ve sineğe cesaret vermiş. Böylece, insanların yüzlerine ve başlarına doğru çekinmeden uçuşuyorlar, sürekli olarak bunu yapmaktan çekinmiyorlar. İnsanlar onları engellemek için ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar, onlar yine dönüp aynı davranışları yapıyor, onların üst ve başlarına, yüz ve gözlerine konuyorlar. Arslanda ise korkaklığı yaratmış. Bu yüzden o, insanların oturdukları yerden, barınak ve yollarından hep uzakta duruyor. Eğer arslanda, sinek ve sivrisinekteki cesaret bulunmuş olsaydı, tüm insanlar helak olurlardı. İşte Allah, büyük lütfuyla, güçsüzde cesareti, güçlüde de korkaklığı yaratmıştır. Şaşılacak bir başka durum da şu ki, insan bu zayıf varlık karşısında güçsüz, o büyük arslan karşısında da güçlü hale geliyor. Anlatıldığına göre, Halife Me'mun bir gün hutbe okuyordu. Bu sırada gözünün üzerine bir sinek kondu. Sineği kovdu, fakat hayvan döne döne gelerek yine gözüne kondu. Sonunda Halife Me'mun hutbesini kesmek zorunda kaldı. Namazı kıldırdıktan sonra, Basra'nın âlimi Ebû Huzeyl'i getirtti ve : ”Allah sineği neden yarattı?" diye sordu. O da şu cevabı verdi: ”Zalimleri onunla küçük düşürmek için." Halife: ”Doğru söyledin" dedi ve kendisine bir miktar mal vererek ödüllendirdi. Bunun içindir ki, sinek gibi varlıkların yaratılışlarında hikmetler ve yararlar vardır. Kuşeyrî der ki: ”Yaratıcının kudretine nisbetle yaratılma işi, havada uçuşan bir zerreden de daha önemsizdir. Çünkü Allah katında, kudret açısından, Arş'ı yaratmakla, sivrisineği yaratmak arasında bir fark yoktur. Allah için Arş'ın yaratılması zor gelmediği gibi, sivrisineğin yaratılmasının da çok daha kolay olduğu söylenemez. Çünkü Allah'a göre zor ve kolay diye bir şey yoktur. Allah bu gibi şeylerden münezzehtir." Artık iman edenler, onun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Kur'an'a ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e inanmış olanlar, sivrisinek ve sinek gibi şeylerle mesel getirmenin hak ve gerçek olduğunu bilir ve inanırlar. İnkâra kalkışmazlar. Bunlar üzerinde düşünürler ve kesin olarak büyüğü de küçüğü de yaratanın Allah olduğunu bilirler. O'nun kudreti karşısında bunların hepsi eşittir. Bunların hepsine iman ederler. İnkâr edenler ise: 'Allah bu misalle ne demek istedi?' derler. Bunların başında Yehudilerle müşrikler gelir. Bunlar, Allah'ın bu önemsiz ve kötü şeyleri misal getirmekten amacı nedir? diye konuşurlar. ”Allah bunlardan başka örnek olarak verecek bir şey bulamadı mı?" gibi sözler söylerler. Allah (celle celalühü), buna cevap olarak şöyle buyurur: Onunla birçoğunu şaşırtır ve yine onunla birçoğunu doğru yola getirir. Onunla ancak, fâsiklan saptırır. Allah, verdiği bu örneklerle birçok kimseleri haktan bâtıla saptırır. Burada saptırma, Allah'a isnad ediliyor. Bu. Allah'ın her şeyin yaratıcısı olması bakımındandır. Yoksa, Allah'ın onları saptırdığı gibi yanlış bir anlam sözkonusu değildir. Burada kulların o işi yapma, tercih etme ve kazanma bakımından işleri ve veballeri kendilerine aittir. Kâfirler böyle bir örneği gördüklerinde adeta çıldırırlar, sapıklıklarını giderek artırırlar. Fakat mü'minler, bu gibi örneklere baktıklarında, imanları artar. Yani bu örnekleri gören kimi insanlar sapıklığı tercih ederken, mü'min olanlar da hidayeti seçerler. Kaldı ki, bu tür örnekler dolayısıyla yollarını sapıtacak ve yalanlamaya gidecek olanlar sadece fasıklar ve kâfirlerdir. Buradaki fasıklardan maksat, Allah'ı inkâr eden ve O'nun emrinin dışına çıkanlardır. Çünkü fısk ve fâsıklık, büyük günahlar işlemek suretiyle Allah'a itaatten dışarı çıkmaktır. Küçük günahları işlemekte ısrar etmek de fısktır. 27Onlar öyle sapıklardır ki, kesin söz verdikten sonra yani belirlenen sözü pekiştirdikten ve kabulle destekledikten, ya da Allah'ın kitap indirip peygamberler göndermesiyle bu sözü pekiştirdikten sonra sözlerinden dönerler. Allahın, emrine muhalefet edip onu terkedenler. Allah'ın, ziyaret edilip hal ve hatırlarının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler. Kesilmesine Allah'ın razı olmadığı her anlamdaki olumlu ilişkiyi keserler, akrabalarla ilişkileri koparırlar, müminlerle dostluk ve sevgiyi bırakırlar, peygamberler arasında ayırıma giderler, ayrıca her anlamdaki hayrı bırakıp her türlü kötülüğü yaparlar ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İmandan engelleyerek, hakla alay ederek, dünyanın düzeni için gerekli olan salahı, temel ve ilkeleri bırakarak fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır. Âhirette cezalandırılacak olanlar onlardır. Cennette sevab diye bir şey bulamayacaklardır. Çünkü bunlar vefakârlık yerine vefasızlığı aldılar, iyilik yerine fesadı seçtiler. 28(Ey Resûlüm, o kâfirlere söyle:) Allah’ı (n varlığını ve birliğini) nasıl inkâr ediyorsunuz ki, siz, ölüler (annenizin rahminde birer nutfe/sperm) idiniz; sizi O diriltti, sonra (ecelleriniz gelince) sizleri yine öldürecek, sonra (kıyâmette) sizi diriltecektir. Nihayet O'na döndürüleceksiniz. Haşirden sonra, başkasına değil, yalnızca Allah'a döndürüleceksiniz. Allah, sizi işlediğiniz işlere göre, hayır işlemişseniz iyilikle ödüllendirecek, kötülük yapmışsanız cezalandıracaktır. Bu duruma düşeceğinizi bildiğiniz halde, küfrünüz gerçekten ne kadar şaşırtıcıdır? Bu âyet, öldükten sonra dirilmeye de işaret ediyor. Madem ki Allah kendilerini ilk defa diriltmeye kadirdir, şüphesiz ikinci kez diriltmeye de güç yetirir. Çünkü ilk yaratılış, yeniden yaratılıştan daha kolay değildir. 29Yeryüzünde ne varsa, hepsini sizin için yaratan O'dur. Bu başka bir nimetin açıklanmasıdır. Yani bunları sizin için, dünyanız ve dininiz açısından, kendilerinden yararlanmanız için yarattı. Bu âyetle eşyada asıl olan şeyin mübahlık olduğu anlaşılıyor. "Teysîr" de şu ifadeler yer alıyor: ”Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..." âyetinde yer alan ve sizin için anlamına gelen ”leküm" kelimesindeki ”lâm" edatını, cahil tasavvufcular mutlak manada her şeyin mubah olduğu şeklinde yorumladılar ve şöyle dediler: Haram yok, yasak yok, emir yok. Çünkü bir kimsede marifet gerçekleşip mahabbet kökleşince, artık hizmete gerek kalmaz; ortada haram diye bir şey de kalmaz. Çünkü seven, sevgilisini yoracak şeyleri emretmez, onun istek ve arzularını menetmez. Bu sözler apaçık bir küfürdür. Allah hem yasak koyar, hem emir verir, hem mubah kılar ve hemde haram. Allah hem vadeder, hem korkutur, hem müjde verir, hem tehdit eder. Bu konudaki naslar ve deliller gayet açıktır, her şey ortadadır. Her kim bu âyeti mutlak mübahlık anlamında anlarsa, o kimse tamamen dinden çıkmış olur."(14) Sonra göğe yönelip iradesi ve dilemesiyle (meşiet), onu yedi gök olarak düzenledi. Onları yarattı, düzen verdi ve güzelleştirdi. O her şeyi çok iyi bilendir. Sanki şöyle denilir gibidir: Allah, tüm eşyanın künhünü ve içeriğini en iyi bir şekilde bildiği için, tüm yarattıklarım en mükemmel şekilde yaratmıştır. En faydalı ve yararlı şekilde ortaya koymuştur. 30Bir zamanlar Rabbin, meleklere ... Buradaki ”bir zamanlar" sözüyle emir, zaman hatırlamaya yöneltiliyor. Oysa asıl istenen, o vakit ya da zaman içinde meydana gelen olayın hatırlanmasıdır. Fakat yalnızca zamanın zikredilmesi, olayın o zaman içinde geçmiş olması dolayısıyladır. İnsan o zamanı, hatırlayınca, adeta onun içinde meydana gelen olayı da görmüş ve tanıklık etmiş gibi olur. Melekler de, Allah ile insanlar arasında aracı olmalarından dolayı, bu isimle adlandırılmışlardır. Bunlar lâtif cisimlerdir ve diledikleri şekle girebilirler. 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım,' demişti... Gökte değil, yerde. Çünkü her türlü azgınlık ve taşkınlık yeryüzünde meydana geliyor. Halife, Hazret-i Adem'dir. Cinlerden sonra geldiği için sonra gelen (halef) manasında halife denmiştir. Aynı zamanda Allah'ın yeryüzündeki halifesi manasınadır. Yani: ”Ben, sizin yerinize yeryüzünde bir halife yaratmak istiyorum" demektir. Halife seçimindeki hikmet, üzerlerine halife atanmak istenen kesimin feyzi kabul etmede, emirleri vasıtasız almada kusurlu olmalarındandır. Bunun için Allah, peygamber olarak bir meleği göndermedi Çünkü yaratılışları farklı olduğundan dolayı insan direkt olarak bunlardan yararlanamaz. Diğer taraftan Rabbiınizin: ”Meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyurmasında şu dört hikmet yer alıyor: a- Bir işe girişmeden istişareyi öğretmek, gerçi Allah her bakımdan başkalarıyla istişareden müstağnidir. Ancak buradaki amaç, öğretmektir. Nitekim: ”İnsanların en akıllısı, akıl sahiphleriyle müşavereyi elden bırakmayandır." denilmiştir. b- Yaratacağı varlığın yüceliğini ve değerini ifade için, tüm meleklere onun varlığını müjdeliyor ve henüz yaratılmadan önce, onu halifesi olarak tanıtıyor. Ona bu unvanı lâyık görüyor. c- ”Sizin bilmediklerinizi ben bilirim" buyurmakla da, Hazret-i Adem'i yarat ma hususundaki lütfunu ortaya koyuyor. d- Hikmet genelde, içinde iyiliğin fazla olduğu şeyi gerektirir. Çünkü az bir kötülük için, çok hayrı terketmek gerçekten en büyük kötülüktür. Meselâ, kangren olmuş bir organın kesilmesi, tüm bedenin kurtarılması için yapılan küçük bir operasyondan ve önemsenmeyecek bir zarardan ibaret kalır. Fakat kangren olan organı kesmeyip olduğu gibi bırakmak, mikrobun tüm vücuda yayılarak ölmesine sebep olmaktır. Bu ise o kimseye en büyük kötülüktür. Onlar: 'Biz seni överek tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek birisini mi halife kılacaksın?' dediler. Yani ”Cinlerin bozgunculuk çıkardığı gibi, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, yine cinlerin kan akıttıkları gibi, zulümle kan akıtacak bir insanı mı halife olarak yaratacaksın?" dediler. Burada, öldürülme yerine, kan dökme ifadesinin geçmesi; bunun öldürme yollarının en iğrenç ve kötü şekli olduğu içindir. Kaldı ki bizler, senin şanına yakışmayacak şeylerden seni tenzih ediyor, sana hamd ediyoruz. Bize verdiğin türlü nimetlerin şükrünü ve gereğini hamdederek yerine getiriyoruz. Tesbih, Celal sıfatlarının ortaya çıkması, hamd ise, nimetlendirme sıfatlarının hatırlatılması içindir. Aynı zamanda seni takdis ederiz, sana lâyık olan yücelik ve izzetle seni vasfederiz, sana yaraşmayacak şeylerden seni uzak kılarız. Teysır'de : ”Tesbih, Allah'a yaraşmayacak şeyleri, O'ndan uzak kılmak, takdis de, O'na yaraşacak şeyleri O'nun hakkında söylemektir," deniliyor. Allah da onlara : 'Sizin bilmediklerinizi ben bilirim', dedi. Hazret-i Adem'i halife seçmedeki hikmeti ve maslahatı, soyundan kimin itaatkâr ve kimin âsi olacağım herhalde ben bilirim. Böylece fazilet ve adalet ortaya çıkmış olur. Artık benim hükmüme ve takdirime karşı koymayın. 31Adem'e bütün isimleri öğretti. Yani tüm eşyanın isimlerini ona öğretti ve ona ilham etti. Böylece ilham ile öğretilen her şey isimleriyle birlikte Hazret-i Adem'in kalbinde yer etti. Allah, Hazret-i Adem'e tüm varlıkların isimlerini tüm dillerdeki adlarıyla birlikte öğretti. Meselâ yarattığı cinsi Hazret-i Âdem'e gösteriyor ve : ”Bunun adı at", ”şununkisi deve", ”şunun da ismi şu" gibi tek tek öğretti. Bunların durumlarını, ne işe yaradıklarını, dünya ve âhiretle ilgili faydalarını ve buna bağlı şeyleri, meleklerin isimlerini, canlıların, cansızların, köy, kasaba ve şehirlerin adlarını, kuşların ve ağaçların adlarını, kısaca her şeyin adını, ta çömlek ve çömlekçiğe varıncaya kadar her şeyin adlarını öğretti. Sonra onları Hazret-i Âdem'e adları bildirilen varlıkları meleklere arzederek sundu. Arzetmek, bir şeyi başkalarına açıp sunmak suretiyle, arzeden kimsenin bunların durumlarını tanıtması, onların ne işe yaradıklarını bildirmesidir. Hadiste şöyle denilir: ”Allah hu şeyleri meleklere birer zerre misali sundu." Öğretim ve sunmadaki hikmet, Hazret-i Âdem'in şeref ve üstünlüğü, ayrıca Yüce Allah'ın gayb ilmindeki sırların ve gizli ilimlerin, kullarından dilediklerinin diliyle ortaya çıkarılmasıdır. Bu ise merhameti her şeyi kuşatan Allah'ın bir rahmetidir. Ve şöyle dedi: 'Eğer doğru söylüyorsanız, şunlarm isimlerini bana bildirin.' Allah, melekleri susturmak ve acizliklerini ortaya koymak için onlara: ”Eğer doğru söylüyorsanız ve siz bu işe benim halife olarak seçtiğimden daha lâyıksanız, o zaman şu varlıkların adlarını bana haber verin," buyurdu. 32Melekler şöyle dediler... Cevap yerine geçen yeni bir cümle. Sanki burada melekler ne dediler? gibi bir soru var. 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Senin yüce zatına yaraşmayacak şeylerden seni tenzih ve takdis ederiz. Çünkü senin tüm fiillerin bir hikmet ve maslahata binaendir. Bu, tevbeden önce olan bir kelimedir. Hazret-i Mûsâ şöyle yakarıyordu: ”Seni, noksan sıfatlardan tenzih ederim. Sana tevbe ettim." (A'raf: 143) Hazret-i Yunus da şöyle yakarıyordu: ”Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum." (Enbiya: 87) "Sübhân" ismi, mastar yerinde kullanılan bir kelimedir. Bu kelime sadece tamlama olarak kullanılır. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Burada melekler, acizliklerini itiraf ediyorlar. Meleklerin sorusu, bir itiraz değil, sadece bir açıklama isteğine dayanıyordu. Buna göre melekler: ”Senin bize öğrettiklerinin dışında bizim bir bilgimiz yoktur. Kaldı ki, biz böyle bir şeye yetenekli olsaydık, kesinlikle bu bilgileri sen bize verirdin." Şüphesiz her şeyi bilen ve hakîm olan sensin,' dediler. Sen her şeyi bilirsin. Senin için gizli diye bir şey yoktur. Burada önce geçen ”Sizin bilmediklerinizi ben bilirim ”(Bakara: 30) âyetine de işaret vardır. Sen aynı zamanda, yarattığın her şeyi ince bir hikmete ve sebebe dayalı olarak yaratırsın. Bu âyet, şu gerçekleri dile getiriyor: Kul hiçbir zaman eksikliklerinden gaflete düşmemeli, Allah'ın fazlını, ihsan ve ikramını unutmamalıdır. Bilmediği şeyler hakkında ”bilmiyorum" demeyi kendisi için bir küçüklük kabul etmemeli, bildiği bir şeyi de gizlememelidir. Nitekim, ”bilmiyorum demek, ilm in yarısıdır" derler. Bir gün Kadı Ebû Yusufa bir şey sorulur. O: ”Bilmiyorum" der. Kendisine: ”Hem devlet bütçesinden maaş alır, geçimini sağlarsın, hem de bilmiyorum, dersin Bu, olacak iş değil" denir. Ebû Yusuf: ”Ben, devlet bütçesinden bilgim kadarını alıyorum. Eğer bilmediğim şeyler için bana maaş verilmeye kalkışılsaydı bütün dünya malı bile buna yetmezdi" cevabını verir. Bir gün bir âlime, minberde bir soru yöneltildi, fakat o: ”Bilmiyorum" dedi. Bunun üzerine kendisine: ”Minber, câhillerin yeri ve makamı değildir" dediler. Bu zat da: ”Ben ilmim kadar yükselebildim. Eğer bilmediğim kadar yükselebilseydim, kesinlikle göğe erişirdim" cevabını verdi. 33Cenab-ı Allah: 'Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat,' dedi. Hazret-i Âdem meleklere, isimlerini söylemekten âciz düştükleri varlıkların adlarını birer birer anlattı. Çünkü melekler böylesi bir dereceye erişmekten eksik olduklarını itiraf etmişlerdi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca... Rivayete göre Hazret-i Âdem, bir minbere çıkarılır, bildiği isimleri meleklere haber vermesi emredilir. Hazret-i Âdem meleklere, bu varlıkların isimlerini ve ne işe yaradıklarını bildirirken, tüm melekler de, önünde oturmuş onu dinliyorlardı. 'Ben size, göklerin ve yerin gayblarmı bilirim. Bundan da öte, açık ve gizli yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?' dedi. Allah, meleklere, göklerde ve yerde ne varsa, bu konuda herhangi bir delil ve yola gerek duyulmaksızın, hepsini kesin bir şekilde bilirim, dedi. Âyette yer alan soru ise, takrir için, yani muhatabı ikrara sevketmek içindir. Ayrıca sizin açıkça söylediklerinizi, yani: ”Yeryüzünde fesat çıkaracak bir insan mı halife kılıyorsun?" sözünü kesinlikle bildiğim gibi, sizin, gizli bir şekilde: ”Allah, bizden daha üstün bir varlık yaratmaz" şeklindeki sözünüzü de bilirim. Burada, bir tariz yer alıyor. Çünkü meleklerin, durum açıklanıncaya kadar beklemeleri gerekirdi. Yine âyet, ilmin şerefini, üstünlüğünü ve hatta ibadetten daha üstün bir dereceye sahip olduğunu gösteriyor. Çünkü melekler, Hazret-i Âdem'den daha çok ibadet ettikleri halde, halifeliğe lâyık görülmediler. Aynı zamanda âyet, hilafette ilmin şart olduğunu, bu işte vazgeçilmez bir ilke özelliği taşıdığını, Hazret-i Âdem'in de, bu bilgisi sayesinde meleklerden üstün olduğunu gösteriyor. Şüphesiz bilen, daha üstündür. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: ”De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer: 9) İlim, en değerli cevherdir. Fakat, mutlaka ibadetle birlikte götürülmesi gerekir. Çünkü ilim ağaç, ibadet de meyve gibidir. Asıl olması bakımından üstünlük ağacındır, fakat onun meyvesinden de yararlanılır. Şöyle derler: ”Ana-babanın yüzüne bakmak, Kabe-i Muazzama'ya bakmak, Kur'an'ın yüzüne bakmak ve âlimin yüzüne bakmak ibadettir." 34Meleklere: 'Âdem'e secde edin' demiştik, hemen secde ettiler. Ey Rasûlüm Muhammed! Bizim meleklere hitabettiğimiz zamanı bir hatırla. Bilindiği gibi meleklerden Âdem'e secde etmeleri istenmişti ve meleklerin hepsi de secde etmişlerdi. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor: ”Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler." (Hicr: 30; Sâd: 73) Aslında secde, herhangi bir baskı altında kalmaksızın iç rahatlığıyla ak çakgönüllülük göstermektir. Şeriat dilinde secde, ibadet amacıyla alnı yere koymaktır. Burada emredilen secde, ya şer'î anlamına göredir ki, bu durumda yapılan secde, gerçekte Allah'a yapılmış oluyor. Hazret-i Âdem'in orada olmasıysa meleklerin secde yapabilmeleri için kıble görevini yapmıştır. Bu da Hazret-i Âdem'in değerce üstünlüğünün kanıtıdır. Ya da bu sözlük anlamıyla değerlendirilmiştir. Buna göre, tıpkı Hazret-i Yusuf un kardeşlerinin, ona saygı ifadesiyle eğilip secde etmeleri anlamında bir durum gösterir ki, melekler de Hazret-i Âdem'e karşı sırf alçakgönüllülük maksadıyla, saygı ve tazim için secde etmişlerdir. Saygı ifadesiyle secde, bu anlamda eski ümmetlerde caizdi. Daha sonra bu anlamdaki secde; Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i Selman'ın kendisine secde etmek istemesi üzerine kendisine söylediği şu sözlerle yürürlükten kaldırılmıştır: ”Hiçbir yaratığın Allah'tan başkasına secde etmesi doğru değildir. Eğer bir kimsenin birbaşka kimseye secde etmesini emretseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim." Bu ümmetin saygı ve tazimi, ”selâm"dır. Ancak selâm verilirken yerlere eğilmek hoş karşılanmamıştır. Çünkü bu, Yehudilerin yaptıklarına benzemektedir. Melekler, Hazret-i Âdem'e secde emrini alır almaz, hemen secde ettiler. Çünkü hepsi de nurdan yaratılmışlardır. Nur, yaratılışı gereği itaat etmeye ve boyun eğmeye müsaittir. Ancak melekler secde ettikleri halde Yalnız İblis diretti, büyüktendi ve kâfirlerden oldu. Şeytan denen İblis, secde etmedi. Çünkü İblis ateşten yaratılmıştı. Ateş, özelliği bakımından hep kendini üstün görür, büyüklük peşinden koşar. Âlimler, âyetteki istisna hakkında iki görüş ileri sürmüşlerdir: a) Âyette yer alan istisna ”Muttasıl"dır. Buna göre İblis de bir melekti. Çünkü secde emri meleklerle birlikte ona da yapılmıştır. b) Âyette yer alan istisna ”Münkatı" anlamında bir istisnadır. Çünkü İblis, meleklerden değildi. Cinlerdendi. Bu konuda elde kesin nass bulunmaktadır. (16) Allah, şöyle buyuruyor: ”iblis cinlerdendi; Rabbinin emrinden dışarı çıktı." (Kehf: 50) "İblis diretti, büyüklendi, kâfirlerden oldu." İblis, emrolunduğu secde görevini yapmaktan kaçındı. Bunu kendi isteğiyle seçti. Çünkü büyüklendi ve büyüklüğünü, kibrini de gösterdi. Rabbine ibadet için bir harekete geçmedi. Kibri buna engel oldu. Tekebbür, kişinin kendisini bir başkasından üstün görmesidir. İstikbar ise, kendisini bâtıl ile süslemek suretiyle, aslında kendisinde olmayan bir şeyle üstünlük taslamaktır. Yine söylendiğine göre, melekler secde ettikleri sırada, İblis secde etmekten kaçındı ve Hazret-i Âdem'e sırtını çevirip, secdede olan meleklere doğru yöneldi. İblis bu yaptığından da bir pişmanlık duymadı. Aynı zamanda tâbi olmaya da çalışmadı. Melekler, şeytanın bu halini gördüklerinde, hemen ikinci kez secdeye vardılar. Bu şekilde iki secde yapmış olan melekler, birini Hazret-i Âdem, ikincisini de Allah için yaptılar. İblis de meleklerin bu halini görüyordu. İşte bunun üzerine Allah, hemen İblis'in sıfatını ve durumunu anında değiştiriverdi. İblis bu haliyle çirkinin de en çirkini oluverdi. Çünkü İblis kâfirlerdendi. Allah'ın ezelî ilminde böyleydi. Başka bir ifadeyle İblis, Allah'ın kendisine, Âdem'e secde etme emrini uygun bulmadı, iyi karşılamadı ve bunun sonucu olarak da kâfirlerden oldu. Çünkü şeytan kendi inancına göre, Hazret-i Âdem'den üstün olduğunu ileri sürüyordu. Dolayısıyla üstün olan bir varlığın kendisinden bir alt derecede bulunan bir varlığa secde etmesini kendince güzel bulmadı. Âyetten çıkarabileceğimiz bazı dersler: a- Kibirlenmek kötü birşeydir. Çünkü kibir, sahibini küfre götürür. b- Allah'ın emrine uymaya, sırrını araştırmayı terketmeye teşvik edilmektedir. c- Asıl nazar-ı dikkate alınması gerekenin son nefesteki durum olduğu, belirtilmektedir. Madem ki değerlendirme, insanın son anda nasıl gittiği olacaktır, insan Allah'a itaat konusunda koşturmalıdır. Çünkü herkes, kendisi adına kolaylaştırılmış olan şey için yaratılmıştır. Özellikle, sonunda ömrün nasıl bir sonla kapandığı önemlidir. Bu bakımdan insan, defterinin sâlih amelle kapanması için gayret göstermelidir. Rabiatu'l-Adeviyye şöyle diyor: ”Sen, sayılı günler içinde yaşayacaksın. Eğer bir gün ömrün ekşitirse, senin bir kısmının gittiğini bilmelisin. Madem ki sana ait bir kısmın gitti, senin tüm hayatının bir anda kaybolması da yakındır. O halde güzel amellerde bulun ve olan bitenden ibret al. Sakın param pulum gitti, malım ve mevkim düştü demeyesin. Bütün bunların aksine sen, bu günüm eksildi, ben bugün ne yaptım, demelisin. Doğrusu bugün ömür sona erebilir." Bir âbid ölüm döşeğindeyken şöyle konuşmuştur: ”Üzüntüm hüzünler yurdu olan bu dünya için değil, ibadetsiz uyuyarak geçirdiğim geceye, oruçsuz geçirdiğim güne, Allah'ı anmaktan gafil kaldığım ânadır." Alâ b. Ziyad da şöyle söylemiştir: ”Dünya hergün şöyle seslenir: Ey insanlar! Ben yeni bir günüm, ben yapacağınız amellere tanığım. Eğer güneşim batarsa, bundan böyle ben tâ kıyamete kadar size bir daha dönmeyeceğim." Hasan-ı Basrî meclisine gelenlere: ”Ey gün görmüş kimseler! Ekinler olgunlaşmca ne yapılır?" diye sorar. Onlar da: ”Hasat edilir ve biçilir" derler. Bu konuda bir şâir şöyle der: Ölümden önce sen, kendin için bir hazırlık yap. Çünkü yaşlılık ölüme hazırlıktır. Göç oldukça zordur, o halde çaba göster, Asıl durak yerinde durup dinlenmek için. Yine Hasan-ı Basrî şunları dile getiriyor: ”Âdemoğlu! Bir yıla ait sıkıntıyı getirip bir güne sığdırmaya kalkışma. Çünkü o günün sana getireceği şeyler, sıkıntı olarak zaten sana yeter. Eğer sen o yıl yaşarsan zaten Allah senin rızkını verir. Şayet yaşayamayacaksan, bu takdirde kendine ait olmayan bir şeylerle uğraşır olacaksın." 35Dedik ki: 'Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Kurtubî şu görüşü ileri sürüyor: Hiç kuşkusuz, İblis kâfir olunca, Allah onu cennetten çıkarıp oradan uzaklaştırdı. İblisin cenneten çıkarılmasından sonra: ”Ey Adem, kal..." buyurdu. Yani burada ikâmete devam et ve burasını kendine yurt edin. Böylece eşinle burada cennette kaim. Kadına, hem ”zevç", hem de ”zevce" denir. Fakat ”zevç" daha fasihtir. Müfessirler buradaki ”cennel"in ”sevap yurdu" olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Ancak Mûtezile'den bazıları buna karşı çıkarak şöyle derler: ”Cennet'ten amaç, Filistin topraklarında bir çiftliktir. Allahü teâlâ onu Âdem'i imtihan etmek için yaratmıştır. Yüce Allah'ın: ”Bir şehre inin" (Bakara: 61) buyruğunda olduğu gibi, inmek, anlamında olan ”hubût" kelimesini bir başka yere gitmek anlamındaki ”intikal" kelimesiyle te'vil etmişlerdir. Bu kelimenin istiare yoluyla ”intikal" anlamına geldiği konusu da düşünülmelidir. Çünkü ”hubût" kelimesi, asıl manasında kullanılması mümkün olmadığı zaman istiare yoluyla intikal manasına kullanılabilir. Oysa burada durum böyle değildir. Bu arada Hazret-i Havva'nın, Hazret-i Âdem'in cennete girmesinden önce mi, yoksa girdikten sonra mı yaratıldığı konusunda da görüş ayrılıkları vardır. Abdullah b. Mes'ud'dan gelen şu rivayet, Hazret-i Havva'nın, Hazret-i Âdem cennete girdikten sonra yaratıldığını gösterir: ”Allah, cenneti yaratarak Hazret-i Adem'i oraya yerleştirdiğinde, Âdem tek başına kaldı. Arkasından da ona uyku verdi, sonra sol eğe kemiklerinden birini aldı ve bundan Hazret-i Havva'yı yarattı. Hazret-i Âdem uyandığında, Havva'yı başucunda oturur buldu. Hemen ona: ”Sen kimsin?" diye sordu. O da: ”Ben bir kadınım" dedi. ”Niçin yaratıldın?" diye sordu. Havva: ”Senin benimle ve benim de seninle huzur bulmamız için" cevabını verdi. Melekler: ”Ey Âdem! Onun adı nedir?" diye sordular. Hazret-i Adem: ”Havva" dedi. Melekler: ”Niçin?" diye sordular. Hazret-i Âdem: ”Çünkü o, bir canlıdan yaratıldı" cevabını verdi. Şüphesiz Allah, annesiz olarak Hazret-i Havva'yı yaratmıştır. Çünkü yalnızca baba olan Hazret-i Âdem'den var etmiştir. Babası olmadan yalnızca anneden yarattığı kişi de Hazret-i İsa'dır. Bu ikisinin dışında kalanlar, bir anne ve bir babadan meydana gelmişlerdir ki, bunlar da Hazret-i Âdem'in çocuklarıdır. Ancak Hazret-i Âdem'in kendisi, annesiz ve babasız olarak yaratılmıştır." Akılları şaşırtacak şekilde yaratmış olduğu varlıklarla ilahî sanatının hayret uyandıran sırlarını ortaya koyan Allah'ım! Sen ne yüce ve ne büyüksün, seni takdis ve tenzih ederek tesbih ederim. Ondan dilediğiniz yerde bol bol yiyin. Cennet meyvelerinden, istediğiniz yerden, neresinden ve hangi bölgesinden isterseniz, hiçbir kısıntıya gitmeksizin, bol bol yiyin. Burada, emre muhatap olma noktasından, Hazret-i Âdem'le Hazret-i Havva'ya eşit olarak seslenilmişlir. Ancak yasaklanan yiyecekten yeme işinde Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'e örneklik etmiş, bir bakıma yol göstermiştir. Ancak cennette kalmaları ve orada yerleşmeleri hususunda Hazret-i Havva, Hazret-i Âdem'e tâbidir. Ama şu ağaca yaklaşmayın. Orada bulunan ağaçlar içinden, sadece şu ağaçtan yemeyin. Âyette, ”ağaçtan yemeyin" yerine ”ağaca yaklaşmayın" denilmesi, bunun kesin hanımlığını bildirmek ve bundan kaçınmanın farz olduğunu anlatmak içindir. Yoksa zulmedenlerden olursunuz.' Şu ağaçtan değil yemek, ona yaklaşmanız halinde bile, ikiniz de zulmedenlerden olursunuz. Kurtubî: ”Yaklaşmayın" ifadesiyle ilgili olarak burada: ”Hataya düşebilecekleri, bunun sonucunda da cennetten çıkarılacaklarına ve Âdem ile Havva'nın cennette kalmaları devamlı olmayacağına işaret vardır. Çünkü cennette sürekli kalabilecek olanlar için böyle bir külfet getirilmez, kendilerine emredilip nehyed ilmezdi. Bunun delili de: ”Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (Bakara: 30) âyetidir. Bu âyet Hazret-i Âdem'in cennetten çıkarılacağını göstermektedir" der. 36Derken şeytan onları ordan kaydırdı. Şeytan, her ikisini de cennetten uzaklaştırmaya ve ayaklarını buradan kaydırmaya sebep oldu. Kaydırma (Zelle), hata demektir. Bu da, kasıtsız olarak, doğrudan ayrılmaktır. Burada şeytan, her ikisini de vesvese, hile ve davet yoluyla oradan çıkarmaya sebep oldu. Eğer ”İblis" kâfirdi, kafirlerse cennete giremezler; o halde İblis cennete nasıl girdi? denecek olursa, buna şöyle cevap veririz. İblis meleklerin cennete saygıyla girip çıktıkları gibi bir girişten men edilmiştir, yoksa vesvese vermek ve tuzak kurmak için girmekten engellenmemiştir. Ve içinde bulunduklarından çıkardı. içinde bulundukları nimet, ikram ve güzelliklerden çıkarıp uzaklaştırdı. Aslında İblis, Hazret-i Âdem'i cennetten çıkarmayı amaçlamıyordu. Onun amacı, Hazret-i Âdem'i eriştiği mertebeden düşürmekti. Kendisinin uzaklaştırıldığı gibi, onu da huzurdan uzaklaştırmak istiyordu. Ancak amacına erişemedi. Biz de: 'Birbirinizin düşınanı olarak inin. Bu âyetteki ”inin" hitabı, Hazret-i Âdem ile Havva'yadır. Ancak kelimenin tekil olarak değil de, çoğul zamiriyle gelmesi, Hazret-i Âdem ve Havva'nın insan cinsini temsil etmeleri sebebiyledir. Bu durumlarıyla o ikisi, tüm insan cinsini temsil etmektedirler. Bir başka yoruma göre de ”inin" hitabı, Hazret-i Adem, Hazret-i Havva ve İblis'e yapılmıştır. Bu ise, şeytanın oraya vesvese için girmesinden sonra meydana gelmiştir. Öte taraftan yine âyetteki ”inin" kelimesi, Hazret-i Adem'le Havva'nın ”Huid" adlı cennette olduklarını gösterir. Çünkü kendilerine aşağıya inme emrinin verilmesi, ikisinin de yüksekten aşağıya inmesi demek oluyor ki, bu, adı geçen cennette olduklarının bir delili sayılmaktadır. Kurtubî de: ”Âdem'in indirilmesinde ve her ikisinin yeryüzünde iskân edilmesinde doğru olan görüş, ezelî hikmetin gereğinin bu konuda ortaya çıkmasıdır ki, bu, Hazret-i Âdem'in soyunun yeryüzüne dağılmasına yönelik bir hikmetti. Çünkü Allah onları imtihan edecek, onlara sorumluluk yükleyecektir. Buna göre de âhirette sevaplarını veya cezalarını takdir buyuracaktır. Çünkü cennet ve cehennemin her ikisi de, insanın orada sorumluluk yüklenecekleri yerler değildir. İşte yasaklanan ağaçtan yenmesi, her ikisinin cennetten indirilmelerinin sebebini oluşturdu ki, asıl hikmet de buydu. Böylece Hazret-i Âdem, yeryüzünde Allah'ın hükümlerini, O'nun adına icra eden halifesi olacaktı. Çünkü dilediğini yapan yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara: 30) Gerçekten bu, büyük bir menkıbe, şerefli, faziletli ve değerli bir durumdur" der. Hazret-i Âdem'in cennetten inmesi, aslında kendisine verilen bir şeref ve iftihar içindi. Bu, aynı zamanda doğru yolda olacakla sapıklık içinde bulunanları ayırdetmeye yönelikti. Çünkü bu, ilâhi hilâfetin gereklerindendir. Âyette geçen ve düşman anlamına gelen ”adüv" kelimesi, tek düşman anlamına geldiği gibi ”düşmanlar" anlamına da gelebilen bir kelimedir. Bu bakımdan bu kelimenin çoğulu olan ”a'da" kullanılmamıştır. İblis denen şeytan, Hazret-i Âdem ve Havva'nın düşmanıdır, bu ikisi de İblisin düşmanıdırlar. Yılan Âdemoğlunun düşmanıdır, onlar da yılanın düşmanıdırlar. Yılan onları sokup zehirler, onlar da yılanı öldürürler. İblis onları fitne yoluyla saptırmak ister, onlar da İblise lanet okurlar. Ayrıca Hazret-i Âdem ile Havva'nın soyu arasında da, dünyada birbirlerini çekememe, din ayrılığı gibi şeyler yüzünden de düşmanlık olacaktır. İnsanın İblisle düşmanlığı, dine bağlı bir düşmanlıktır. Din var olduğu sürece, İblisle insan arasındaki bu düşmanlık sürüp gidecektir. İnsan ile yılan arasındaki düşmanlıksa, doğal olan bir düşmanlıktır. Bu durum da yaratılış gereği olarak sürüp gidecektir. Sizin, bir süre yeryüzünde yerleşip yaşamanız lâzımdır' dedik. Yeryüzünde kalabileceğiniz bir yer ve imkân sağladık, orayı bir karargâh kıldık. Öte taraftan insan için üç türlü barınak, karargâh vardır: a) Ana rahmi. Rabbimiz şöyle buyuruyor: ”Sonra (sizin için gerek baba sulbünde, gerek dünyada) bir kalış yeri, bir de (gerek ana rahminde, gerekse kabirde bir) emanet yeri vardır." (En'an: 98) Çocuk ana rahminde barınak, karargâh buldu. b) Dünya. ”Sizin bir süre yeryüzünde yerleşip yaşamanız lâzımdır." Tefsirini yaptığımız bu âyet buna işaret etmektedir. c) Âhiret. Burada da yerleşme iki yerde olmaktadır. Ya cennette yerleşilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”O gün cennetliklerin kalacakları yer daha huzurlu ve dinlenecekleri yer daha güzeldir. ” (Furkan: 24) Ya da cehennemde yerleşilir: ”Orası cidden ne kötü bir karargah, ne kötü bir ikâmet yeridir." (Furkan: 66) Belli bir süreye kadar yaşamaktan maksat, ömürlerimizin sona ermesine dek, yaşantıdan ve dünyadan yararlanmak, ecel bitimine kadar hayat sürmektir. Ayrıca âyette yer alan ”bir süre", ölüm olarak yorumlandığı gibi, kıyamete dek diye de yorumlanmıştır. Yine bazı âlimler: ”bir süre" ifadesinde Hazret-i Âdem için bir yarar olduğunu bunun da Hazret-i Âdem'in dünyada ebedî kalmayacağını ve yeniden cennete gireceğini çünkü kendisine tekrar oraya döndürülmesinin vadedildiğini, Hazret-i Âdem'den başkaları için de yarar olduğunu, bunun da dirildikten sonra hesaba çekileceklerine işaret ettiğini belirtirler. 37Âdem, Rabb'inden birtakım kelimeler aldı. Almak anlamındaki ”Telakki" sözcüğü, gelen kelimeleri kabul ederek almak ve bu kelimeleri bilince de gereğini yerine getirmek için bunlarla amel etmektir. Peki Hazret-i Âdem'in aldığı bu kelimeler nelerdir? Bu kelimeler Rabbimizin şu âyetinde zikredilmektedir. Rabb'imiz şöyle buyuruyor: ”Ey Rabbimiz, biz kendimize yazık ettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak biz ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'raf: 23) İşte Allah bu kelimeleri Hazret-i Âdem'e ilham etti. O da bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. Allah, Hazret-i Âdem'e rahmetiyle ve tevbesini kabulle yöneldi. Tevbe, aslında dönmek anlamınadır. Eğer bu, kul için sözkonusu olursa, günahlardan itaate dönüş anlamınadır. Eğer bu, yüce Allah için sözkonusu olursa, bu takdirde, cezadan mağfirete dönüş anlamı çıkar. Âyette sadece Hazret-i Âdem'in anılmasıyla yetinilmiştir. Çünkü hüküm bakımından Havva, Hazret-i Âdem'e tabidir. Şüphesiz O, tevbeyi çok kabul edendir. Kullarını çok bağışlayan ve affedendir. Çok acıyandır. Rahmeti çok fazladır. Âyette bu iki niteliğin bir arada bulunması, yaptıklarından tevbe ederek doğruya dönen kimsenin affedilip bağışlanılması yanında ona ihsan ve iyilikte bulunma vaadinin açık bir şekilde gösterilmesi içindir. Tevbe, tıpkı sabun gibidir. Nasıl ki sabun insanı tüm kir ve pastan arındırırsa, tevbe de insanın gizli kirlerini siler götürür. Eğer kul, kötülüklerden döner, amelini düzeltirse, Allah da, onun durumunu düzeltir. Bu kuluna, daha önce kaçırmış olduğu nimetleri tekrar verir. 38'Hepiniz oradan inin. Âdem, Havva ve İblis, hepiniz cennetten inin. ”inme" konusundaki emrin tekrarı, bu emrin kesinliğini bildirmek ve Hazret-i Âdem'in, yüce Allah tarafından buradan inmeden belki bağışlanırım tarzındaki muhtemel bir beklentisinin yersiz olduğunu belirtmek içindir. Ancak burada iki ”inin" emri arasına, 37. âyet bir parantez cümlesi olarak girmiştir. Bu âyette Hazret-i Âdem'in Allah'tan aldığı kelimeler ve tevbesinin kabulü yer alıyordu. Burada ise ”inin" emrinin tekrarı, anlam olarak birinci âyeti bu ikincisine bağlamak içindir. Bu kulların ibadetle, sevap ve ceza ile imtihan edilmesi konusudur. Benden size bir hidayet geldiğinde, kim hidayetime tâbi olursa... Size doğru yola ulaştırıcı ve gerçekleri açıklayıcı olarak göndereceğim bir peygamber ve indireceğim bir kitap gelir de, kim benim şeriatıma uyar ve henüz şeriattan önce kendi üzerlerinde ve dışlarında var olan delillere tâbi olur ve gerçeği bulursa, artık onlara hiçbir korku yoktur. Dünya ve âhirette başlarına gelebilecek kötü şeylerden korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir,' dedik. İstedikleri bir şeyi ellerinden kaçtı diye de üzülmeyeceklerdir. Çünkü insan, olabilecek tehlikeden korkar, olmuş şeylere de üzülür. İşte emre uyulması halinde bu gibi şeyleri gerektiren durumlar olmayacaktır. Âyette yer alan ”... size bir ... geldiğinde" ifadesiyle Hazret-i Âdem'e seslen ilmek te; ancak onun şahsında Hazret-i Âdem'in soyu kasdolunmaktadır. 39İnkâr edenler... Âyette yer alan ilgi zamirinin çoğul olarak gelmesi, kâfirlerin ve inkarcıların çokluğunu göstermek içindir. Yani, kendilerine gönderdiğimiz elçilerimizi inkâr edenler ve kendilerine indirdiğimiz âyetlerimizi yalanlayanlar ise ateş ehlidirler. Onlar, hiç ayrılmayacak şekilde cehennem ateşinde kalıcıdırlar. Cehennemliklere ateş ehli denmesi, orada sürekli kalacaklarından ve oradan ayrılmayacaklarından dolayıdır. Sanki bu kimseler cehennem ateşine sahip çıkmışlar ve oranın halkı olmuşlardır. Onlar, orada ebedî kalacaklardır. Cehennem ateşinde sürekli olarak kalacakladır. Bu iki âyette yer alan ”oradan inin" ifadesine göre, cennetin yüksekçe bir yerde olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla hidayete ve şeriata uyanların sonlarından emin olacakları bildirilmiş olmaktadır. Mü'min, itaatla isyan arasında muhayyerdir. Dilerse Allah'a itaat eder, bunun sonucunda sevap kazanarak nimetlere kavuşur; dilerse isyan eder, sonuçta cehennem azabıyla cezalandırılır. 40Ey İsrail oğulları! İsrail, Hazret-i Yakub'un adıdır. Anlamı da Allah'ın kulu demektir. Ey Yakuboğulları! Bu sesleniş, Hazret-i Peygamberin çağdaşı Yehudilere yapılmaktadır. Size verdiğim nimeti hatırlayın. Benim size verdiğim nimetlerimi hem unutmayın ve hem onları hatırlayıp konuşun, dilinizle bunların şükrünü eda edin. Çünkü Yehudiler nimetin şükrünü eda etmemekle kalmamışlar, tüm nimetleri unutmuşlar ve hatırlamak bile istememişlerdir. Bu uyarı bunun için yapılmaktadır. Bu âyette yüce Allah, İsrail oğullarının durumlarını nimetleri hatırlamamakla irtibatlandırdı. Oysa Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinin durumu böyle bir şeyle bağlantılı kılınmamış, Rabbimiz Hazret-i Muhammed'in ümmetinin kendisiyle bağlantı kurmalarını istemiştir. Onları kendisini hatırlamaya ve anmaya çağırmıştır. Bunun için de: ”Öyleyse siz beni anın ki, ben de sizi anayım" (Bakara: 152) buyurmuştur. Birinci durumda ümmetlerin dikkatleri nimetlere çekilmek suretiyle asıl nimeti vereni bulmaları istenirken, bu ikinci durumda Hazret-i Muhammed'in ümmetinin dikkati nimeti veren zata yöneltilerek, böylece nimetleri hatırlamaları sağlanıyor. Ahdimi yerine getirin ki. Tüm emirlerimi, iman ve taatla ilgili buyruklarımı tamamlayın, tavsiyelerime uyun ve nehyettiklerimi de terkedin. Bunun içerisine Allah'ın, Tevrat'ta, Hazret-i Muhammed'e tâbi olmaları konusunda kendilerinden aldığı ahit, yani antlaşma da bulunmaktadır. Ahd, bir şeyi koruyup saklamak ve onu her an gözetmektir. Bundan maksat, kendilerinden alınan söz ve onlara yapılan tavsiyedir. Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Size güzel mükâfat vererek, yaptıklarınızı kabul ederek, sizi cennete koyayım. Yalnız benden korkun. Yapıp yapmayacağınız şeylerle tamamen bana uyun ve benden korkun. Özellikle de ahdi bozma konusunda kesinlikle benden korkun. Bu âyetteki ”rehbet" kelimesinin anlamı, sakınmak suretiyle korkmak demektir. Âyet ayrıca şükretmenin ve verilen sözü yerine getirmenin (ahde vefa) vacip olduğunu gösteriyor. Mü'minin yalnızca Allah'tan korkması gerektiğini belirtiyor. 41Yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Ey İsrail oğulları, Muhammed'e indirdiğim ve elinizdeki Tevrat'ın aslını doğrulayan Kur'an'a iman edin. Çünkü bu Kur'an, Tevrat'ta da anlatıldığı gibi nazil olmaktadır. Ona inanmayanların ilki siz olmayın. Kur'anı inkâr edenlerin başında siz yer almayın. Çünkü sonrakilerin günahı da bu konuda ilk çığırı açanlara yükletilecektir. Kur'anı inkâr etmeye koşmayınız. Sizin asıl göreviniz, ona ilk iman edenlerin arasında ve hatta başında yer almanızdır. Çünkü siz bunun durumunu ve gerçek olduğunu elinizdeki ilahî kitaplardan alıp öğrendiniz. Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayın Bu âyetlerimi dünya çıkarlarınız için kullanmayın. Sırf dünyada nefsinizi tatmin uğrunda değerlendirmeyin. Çünkü bu, âhirette alacağınız şeyleri kaçırmanız karşısında rezil bir durumdur. Anlatıldığına göre sonradan Yehudiler, kendileri için Tevrat'ın hükümlerinin değiştirilmesi ve zor olanlarının kolaylaştırılması için kendi din bilginlerine ekinlerinden, meyvelerinden pay ayırırlar, onlara hediyeler sunarlar ve rüşvet verirlerdi. Nitekim Ka'b b. Eşref böyle yaparmış. Bu yahudî, kendi din bilginlerine: ”Sizin Muhammed hakkındaki görüşünüz nedir?" diye sorar, ”peygamberdir" cevabım alınca, onlara: ”Eğer, bu söylediğinizin dışında onunla ilgili bir şeyler uy durursanız, benden size ödüller var" der, yahudi bilginleri de: ”Bize bir süre ver, düşünelim, Tevrat'ı gözden geçirelim" diye süre isterler. Sonra hemen gidip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Tevrat'ta yer alan niteliklerini, sıradan insanların nitelikleriyle değiştirirler ve Ka'b b. Eşrefe gelip, yaptıkları işi anlatırlar. O da, kendilerine ayrı ayrı birer ölçek arpa verir. İşte bu âyette, Allah'ın ”az olarak" belirttiği şey budur. Ve ancak benden korkun. İman ederek, Hakka tâbi olarak ve dünyanın varlığından sırt çevirerek sadece benden korkun. 42Hakkı bâtılla karıştırmayın. Allah tarafından, indirilen gerçeği, kendi ellerinizle uydurup icat ettiğiniz ve yazdığınız şeylerle karıştırmayın. İşi, içinden çıkılamaz duruma getirmeyin, ya da içine bâtılı karıştırmak suretiyle, aralarına bir şeyler yazıp sokuşturmakla durumu zorlaştırmayım Ve bilip dururken hakkı gizlemeyin. Birinci ifadede yer alan yasaklama, değiştirme ve bozmakla ilgili bir yasaklamaydı. Burada ise, hakkı gizleme konusunda bir yasaklama yer almaktadır. Çünkü yahudi bilginleri, Tevrat'ta Hazret-i Muhammed'e ait herhangi bir nitelik ve onu tanıtan bir hüküm bulamadıklarını söylüyorlardı. Bu bakımdan değiştirme ile, gizleme aynı şeyler değiller. Kaldı ki onlar, Hazret-i Muhammed'in hak peygamber olduğunu da bilmektedirler. Bu, onların gerçekten ne kadar kötü olduklarını bildiren bir ifadedir. Çünkü bir kimse cahilse ve bilmiyorsa mazur sayılabilir, oysa bunlar öyle değiller. Bu âyet her ne kadar İsrail oğullarıyla ilgili olarak özel anlamda bir uyarıda bulunmakla birlikte, tıpkı onlar gibi davrananlar da aynı şekilde âyetin bu hükmü içinde yer alırlar. Bir kimse bir hakkı değiştirmek ve geçersiz kılmak için rüşvet alır, ya da görevi olan bir öğretim işini yapmaktan kaçınır, ücret verilmeden ona yanaşmak istemezse, bunlar da bu âyetin hükmü içinde yer alırlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar: ”Kim, kendisiyle Allah'ın rızâsının kazanılacağı bir ilim öğrenir ve öğrenmekten amacı da sırf dünyalık bir şeyler elde etmek için olursa, bu kimse kıyamet gününde cennet kokusunu duymaz," Anlatıldığına göre Süleyman b. Abdulmelik, Ka'be'yi ziyaret etmek üzere çıktığı yolculukta Medine'ye de uğrar. Orada birkaç gün kalır. Bu arada: ”Aranızda Medine'de yaşayıp da Hazret-i Peygamberin ashabıyla görüşen bir kimse var mı?" diye sorar. Halk, Ebû Mazimin adını söylerler. Hemen ona birini gönderip yanına çağırtır. Ebû Hazım, gelip huzura girdiğinde, Mü'minlerin Emiri Süleyman b. Abdulmelik kendisine: - Ey Ebû Hazım! Nedir bu ayrılık ve uzaklaşış? der. Ebû Hazım: - Ey müminlerin Emiri! Benden ne anlamda bir uzaklaşma ve ayrılık gördün? diye sorar. Halife: - Medine halkının önde gelenleri hep yanıma geldiler, fakat sen. gelmedin. Seni hiç göremedim, sebebi ne? der. Ebû Hazım: - Ey Müminlerin Emiri, iş senin söylediğin gibi değildir. Bundan dolayı da sizin düşündüğünüz gibi olmaktan Allah'a sığınırım. Çünkü sen bugüne kadar beni tanımazdın, ben de seni tanımıyordum, cevabını verir. Ravi devamla diyor ki: Halife Süleyman b. Abdulmelik, Muhammed b. Şihabuzzun ye bakarak: ”Bu zat doğru söyler, ben ise yanıldım" der. Yine Süleyman: - Ey Ebû Hazım! Biz neden ölümden hoşlanmayız? diye sorar. Ebû Hazım: - Çünkü siz âhireti harabeye çevirdiniz, dünyayı da mamur hale getirdiniz. İşte bu yüzden mamur hale getirdiğiniz bir dünyadan, harabeye dönüştürdüğünüz âhirete gitmekten hoşlanmıyorsunuz, der. Yine Süleyman, ”doğru söyledin," der ve: - Allah'ın huzuruna gidiş yarın nasıl olacak? diye sorar. Ebû Hazım: - Muhsin, yani bu dünyada iyilik yapan kimse, oraya tıpkı uzun bir süre ailesinden uzak kalmış biri gibi dönecektir. Fakat günahkâr olan, tıpkı kaçak bir köle gibi, efendisinin huzuruna çıkacaktır. Bunun üzerine Halife ağlamaya başladı ve: "Vay halime, acaba Allah katında durum nice olur ki?" dedi. Ebû Hazım: ”Yaptığın işlerini Allah'ın kitabına arzet, bakalım durumun nicedir?" dedi. Süleyman: ”Peki orada ne ile karşılaşabilirim?" dedi. Ebû Hazım da kendisine: ”iyiler muhakkak cennet içinde olurlar, kötüler de cehennem içinde" (İnfitar: 13-14) âyetlerini hatırlattı. Bu defa Süleyman b. Abdulmelik, peki Ebû Hazım, Allah'ın rahmetinden haber ver, o nerede? diye sordu. Ebû Hazım kendisine: ”Şüphesiz iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır" (A'raf: 56) âyetini hatırlattı. Yine Süleyman, Ebu Hâzım'a: ”Allah'ın kullarından hangileri daha asalet sahibidir?" der. Ebû Hazım: ”Akıllı ve mürüvvet sahibi olanlar" cevabını verir. Yine Süleyman kendisine, hangi amellerin daha faziletli olduğunu sorduğunda, Ebû Hazım: ”Haramlardan uzak durmak kaydıyla farzları eda etmektir," der. Süleyman: ”Hangi duâ kabule değerdir?" der. Ebû Hazım: ”Kendisine iyilik yapılan kimsenin, kendisine iyilikte bulunana yaptığı duâ.." cevabım verir. Hangi sadakanın daha faziletli olduğu sorusuna da: ”Gerçekten umutsuz kalmış yoksul kimseye, herhangi bir eziyet yapılmaksızın ve başa kakılmaksızın verilen sadaka daha faziletlidir," cevabını verir. Süleyman b. Abdulmelik: ”Doğru söyledin" der ve: ”Bizim şimdiki halimizle ilgili olarak ne söylersin?" sorusunu yöneltir. Ebû Hazım: ”Ey Mü'minlerin Emiri, beni bağışla, bu konuda konuşmayayım" der. "Fakat Süleyman: ”Hayır, mümkün değil, bize mutlaka bir öğütte bulunmalısın" diye ısrar eder. Ebû Hazım: - Ey Mü'minlerin Emiri! Ataların halkı kılıçla ezdiler. Şu mülkü zorla elde ettiler. Hiçbir müslümanla istişarede bulunmaksızın, meşveret yapmaksızın bu saltanatı ele geçirdiler. Onların rızâsını almadılar. Onlardan kimisini, katliama varırcasına öldürdüler, kimisi de onların bulunduğu yerden kaçıp kurtulmak için yerlerini ve yurtlarını bıraktılar. Keşke onlar hakkında söylenenleri sen bir bilsen?... Bu arada yanlarında bulunan biri: ”Ey Ebû Hazım! Ne de çirkin konuşuyorsun" diye müdahale etmek istedi. Ebû Hazım da bu şahsa: ”Sen gerçekte yalancının birisin. Çünkü Allah âlimlerden: ”Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız; onu gizlemeyeceksiniz" (Al-i İmrân: 187) buyruğuyla söz almıştır," der. Bu defa Süleyman: ”Bizim düzelebilmemiz için ne yapmak gerek?" diye sorar. Ebû Hazım: ”Kini ve kötülüğü bırakacaksınız, insanlık işlerine değer verecek ve buna tutunacaksınız, herkes arasında eşitliğe riayet edeceksiniz. Bölüştürmeyi eşit yapacaksınız" der. Yine Süleyman kendisine: ”O halde hangi şeylerden alıp yararlanmamızı tavsiye edersiniz?" diye sorar. Ebû Hazım: ”Helâhndan alıp kazanacaksınız ve onu da yerinde kullanacaksınız, ehil olana vereceksiniz" cevabını verir. Süleyman b. Abdulmelik kendisine: ”Ey Ebû Hazım, ister misin, seninle dostluk kuralım ve senden faydalanalım" der. Ancak Ebû Hazım: ”Allah'a sığınırım" der. Süleyman: ”Peki niye böyle dersin?" der. Ebû Hâzini: ”Olur ki, ben de size meylederim de bu yüzden Allah beni, hayatım boyunca ve ölümüm süresince kat kat azaplandırır," cevabını verir. Süleyman: ”O halde, ihtiyaçların nelerse, onları bize bildir?" der. Ebû Hazım: ”Beni cehennem ateşinden kurtaracak ve cennete koyabilecek misin?" diye sorar. Süleyman: ”Ben böyle bir şeyi başaramaın" der. Ebû Hazım da: ”Benim, bundan başka bir ihtiyacım ve isteğim yoktur" cevabını verir. Süleyman: ”Öyleyse benim için duâ et," ricasında bulunur. Ebû Hâzini da: ”Allah'ım! Eğer Süleyman senin dostumsa, kendisi için dünya ve âhiret hayırlarını kolaylaştır, eğer düşmanınsa, onun perçeminden tut da, senin razı olduğun yola ilet" diye duâ eder. Süleyman: ”Bana öğütte bulun," der. Ebû Hazım da: ”Eğer sen bu işin ehli ve erbabıysan aslında kısa konuştum ve fakat çok şeyler söyledim, yok bunun ehli değilsen, benim kirişi olmayan bir okla atış yapmam doğru değildir" cevabını verir. İmam Kurtubî, tefsirinde bu hikayeye yer verdikten sonra şöyle der: ”İşte Kitab'a ve peygamberlere uymak böyle olur." Âlimler: ”Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayın" (Bakara: 41) âyetiyle ilgili olarak, Kur'an'ı öğretme ve ilim öğretimi karşılığında ücret alınıp alınamayacağı konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Günümüzde bu konuda, Kur'an öğretmek karşılığında alınan ücretin caiz olduğuna ilişkin fetva verilmiş, Kuran, fıkıh ve benzeri ilimlerin ortadan kalkmaması için, ücret alınabileceği söylenmiştir. Bunun için de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisini örnek göstermişlerdir: ”Karşılığında ücret aldığınız en haklı iş, Allah'ın kitabını öğretmektir. ” Bu âyet, Kur'an'ı kendisinden başka öğretecek olmadığı halde, ücret almaksızın öğretmekten kaçınanla ilgilidir. Ancak Kur'an'ı kendisinden başka öğretecek kimseler varsa o zaman ücret alması caizdir. Çünkü sünnetteki delil bunu göstermektedir. Öte taraftan devlet başkanının böyle bir hizmet için birini tayin etmesi üzerine vaciptir. Yoksa bu, Müslümanlar üzerine vacip olur Çünkü Hazret-i Ebû Bekir hilâfet göreviyle görevlendirilip, bu iş için tayin olununca, ailesini geçindirecek bir imkânı yoktu. Geçimini sağlamak için, elbise alıp pazara götürdü. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca, şu cevabı vermiştir: ”Bunu yapmazsam ailemin geçimini nasıl sağlayabilirim?" Bunun üzerine hemen kendisini geri çevirdiler ve geçinebilecek bir ücret belirlediler Aynı şekilde imamlık, müezzinlik ve bunlara benzer görevler için de ücret almak caizdir. 43Namazı dosdoğru kılın. Bu hitap İsrail oğullarınadır. Yani namaza yönelin, namazın şartlarına, adabına ve sınırlarına riayet etmek suretiyle, Müslümanların eda ettikleri gibi siz de namaz yükümlülüğünü yerine getirin. Çünkü namazı Müslümanlar gibi kılmamak, namazsızdık gibidir. Zekatı verin. Tıpkı mü’minler gibi zekât verin. Zekât, artmak ve çoğalmak anlamınadır. Çünkü zekât, maldaki bereketi artırır ve insanda cömertlik duygusunu geliştirir. Zekât aynı zamanda taharet yani temizlik anlamındadır. Bu manasıyla zekât, malı her türlü kötü karışımlardan temizler, nefsi de cimrilikten kurtarır. Ve rükû edenlerle birlikte rükû edin. Yani mü'minlerin cemaatına katılın. Çünkü cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece daha üstündür. Bu da cemaat arasında temiz ve iyi niyetli kimselerin bulunmasındandır. Aynı zamanda cemaatte, ruhî açıdan da bir arınma vardır. Namaz tıpkı cihada, nıihrab da savaş alanına benzer. Savaşmak için mutlaka saf tutulması gerekir. Çünkü güç, cemaattedir. 44Siz insanlara iyiliği emrederken... Bu hitap Yehudileredir. Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini itiraf etmeyi, delillere uymanın gerekliliğini emrettiğiniz halde kendinizi unutuyor musunuz? Kendiniz için uyulması gereken bu şeyleri görmezlikten geliyor ve dolayısıyla bu şeyleri terk mi ediyorsunuz? Yanılma ve unutkanlığın asıl manası terketmekdir. Ayetteki soru edatı, kınamak ve hayrete düşürmek içindir. Yahudiler, kendi fakirlerine gizlice: ”Muhammed'e iman edin, çünkü o hak peygamberdir" derlerken, zenginlere de: ”Onun ahir zaman peygamberi olduğu konusundaki bazı işaretleri kendisinde görmekle birlikte, bazılarını da görememekteyiz. Bunun için bir süre daha bekleyin" diyorlar, böylece kendilerine ilişkin durumu erteliyorlar ve hemen Rasûlüllah'a uymuyorlardı. Oysa bir gün mutlaka ona uymaya da kararlıydılar, fakat buna rağmen yine de çekimser durumlarını sürdürüyorlardı. Nitekim isyanda devam eden kimselerin de durumu bunlardan farklı değildir. İsyanda olan bir kimse: ”Ben şimdilik gencim, yaşlandığım zaman tevbe ederim" der, fakat birgün ansızın ölüm gelip çatar, o da elden kaçırdıklarının pişmanlığı ve hasretiyle kalakalır. Oysa siz kitabı okumaktasınız? Halbuki siz, Tevrat'ı okumaktasınız. Orada Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nitelikleri açık bir şekilde anlatılmakta ve ona iman etmeniz emredilmektedir. Yine de akıllanmayacak mısınız? Sizin aklınız yok mu? Çünkü siz akıl sayesinde, nefsinizi düzeltmemenizin sizin için çirkin bir davranış olduğunu bileceksiniz, kendi nefsinizi bırakıp başka şeylerle uğraşmanın iyi şeyler olmadığını öğreneceksiniz. "Akıl" aslında menetmek ve tutmak anlamınadır. Nitekim, hayvanların bağlandığı ip veya yulara da ”ikal" denir ki, aynı köktendir. Akla bu ismin verilmesi, çirkin görülen şeyleri yapmaktan menettiği, güzel şeyleri de tuttuğu içindir. Öte taraftan âyette yer alan kınama ifadesi, insanlara iyiliği emretmekten dolayı değil, aksine onunla amel etmemekten dolayıdır. Burada inkârı ve kınamayı dile getiren cümle, ”kendinizi unutuyor musunuz?" ifadesidir. Çünkü eğer bir kimse, hayrı ve iyiliği emrediyorsa, her şeyden önce kendisinin bu hayrı ve iyiliği yapmaya koşması gerekir. Yine, eğer bir kimse başkalarını herhangi bir şeyden nehyediyorsa, herkesten önce kendisinin bu kötülüklerden uzak durması gerekir. Senin de gördüğün gibi, bu âyet-i kerime başkasına öğüt verdiği halde, kendisine bir öğütte bulunmayanlara seslenmektedir. Bu davranış, gerçekten şeriatı bilmeyenlerin, ya da akıldan yoksun ahmakların yapacağı bir davranıştır. Oysa bunlar gerçekleri bilmektedirler. Kendin hidayete koşmazken halka yol mu gösterirsin? Dikkat et. Bu, gerçekten fayda verecek değildir. Kendin kesmediğin halde ne zamana kadar Demiri keskinleştirmeye devam edeceksin? 45Sabır ve namazla yardım isteyin. Yine hitap İsrail oğullarınadır. Ey İsrail oğulları, ihtiyaçlarınızın karşılanması için, Allah'a güvenerek ve O'na tevekkül ederek dayanma gücü göstermek ve sabretmek suretiyle zafer ve sıkıntıların yok olmasını bekleyin. Namaz kılmak suretiyle Allah'a sığınarak yardım isteyin. Ancak böylece isteklerinize kavuşabilir, felaketlerden bu sayede kurtulursunuz. Rivayete göre, Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir iş konusunda sıkıntıya düşünce, hemen namaz kılarak Allah'a sığınırdı. Anlatıldığına göre, Abdullah b. Abbas (radıyallahü anh), bir yolculuğu sırasında kızının ölüm haberini aldı. Bunun üzerine hemen: ”Biz Allah'a aidiz ve elbette biz, ancak O'na döneceğiz" (Bakara: 156) âyetini okudu ve : ”O bir avretti, Allah onu kapattı, o bir emanetti, Allah onu alıp korudu ve onu bir ecir için alıp götürdü" dedi. Daha sonra da yoldan uzaklaşıp namaz kıldı ve namazdan sonra yol arkadaşlarının yanına dönerken, şu anda tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyeti okuyordu. Şüphesiz bu, sabır ve namazla yardım istemek Allah'a saygı gösterenlerden başkasına, müşriklere ve benzerlerine çok ağır gelir. Çünkü Allah: ”Fakat müşrikleri kendisine davet ettiğin bu din, onlara zor (ağır) gelmiştir" (Şûra: 13) buyurmuştur. Alçak gönüllülükle Allah'tan korkanlar için sabır ve namazla yardım istemek ağır ve zor gelmez. Çünkü bunlar Rablerinin münacatıyla dopdolu hale gelmişlerdir. Bu bakımdan onlar, karşı karşıya bulundukları zorluklara, sıkıntı ve yorgunluklara, sabır ve namaz sayesinde rahatlıkla katlanırlar. Nitekim bu hususta Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Gözümün aydınlığı, namaz sayesindedir." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), namazla meşgul olduğu zamanlar dinlenir, huzur bulur ve namaz dışındaki şeyleri, dünya ile ilgili işleri bir yorgunluk olarak değerlendirirdi. Âyette geçen huşu organlarla olur, hudu ise kalble olur. 46Onlar mutlaka bilirler. Burada ”mutlaka bilirler" şeklinde çevirdiğimiz ”zan" kelimesi, hem ”kesinlik" ve hem de ”şüphe" anlamına gelir. Çünkü bu kelime zıt anlamlı (ezdâd) kelimelerdendir. Hem ”korku" ve hem de ”güven" anlamına gelen ”recâ" kelimesi gibi. Rableriyle karşılaşacaklarını, O'nu göreceklerini kesinlikle bilirler. Bu, kıyamete ilişkin meseledir. Bir diğer yoruma göre, onlar kesinlikle öleceklerini bilirler. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kim Allah'la karşılaşmayı isterse, Allah da omda karşılaşmayı ister. Kim de Allah'la karşılaşmaktan hoşlanmazsa Allah da onunla karşılaşmayı istemez."m Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'la karşılaşmak ifadesiyle ölümü kasdetmiştir. Ve ancak O'na döneceklerini bilirler. Onlar kesinlikle kıyamet gününde Allah'a döneceklerini, O'nun cezası, ya da mükâfatıyla karşı karşıya bulunacaklarını bilirler. Ancak kesin olarak cezaya ve ceza gününe inanmayanlar, herhangi bir sevap beklentisi içinde olmayanlar, Allah'ın vereceği cezadan korkmayanlar hakkında özel bir zorluk ve sıkıntı vardır. Münafıklık, riyakârlık ve benzeri davranışlar sergileyenler için ibadetler ve taat ağır ve zor gelir. Eziyetlere ve taatle ibadetlere karşı sabretmek, dayanma gücü göstermek, kişinin kendi nefsiyle yaptığı bir ci had ve şehevî isteklerini kökünden söküp atmasıdır. Sabır, peygamberlerin ve sâlihlerin ahlâkındandır. Yahya b. Yeman bu hususta şöyle diyor: ”Sabır: Allah'ın seni rızıklandırdığı halin dışında bir durum istememen, Allah'ın, senin dünyan ve âhiretin hakkında takdir ettiği şeye rızâ göstermelidir. Bu da vücuda göre baş durumundadır." Öte taraftan Allah, işlenen amellere ilişkin mükâfatları da niteleyip anlatmış ve bunlar için bir sınır ortaya koymuştur. Nitekim şöyle buyuruyor: ”Kim Allah'ın huzuruna bir iyilikle gelirse, ona getirdiğinin on katı vardır." (En'am: 160) Allah yolunda sadaka vermenin mükâfatını da bundan daha fazlasıyla vereceğini şu âyetiyle bildiriyor: ”Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz dane olmak üzere, yedi başak bitiren bir tek tohum demesinin durumu gibidir." (Bakara: 261) Sabredenlerin ecrinin hesapsız olacağını bildirirken de, sabır ehlini övmektedir: ”Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilecektir." (Zümer: 10) Ayrıca Allah, kendisini bizzat sabırla vasfetmektedir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Hiçbir kimse kendisiyle ilgili olarak duyduğu eza verici isnad ve iftiraya, Allah'dan daha çok sabırlı değildir. Çünkü kafir ve müşrikler Allah'a çocuk isnat ederler, Allah da buna rağmen onları afiyette kılar ve onlara türlü türlü rızâlar verir." 47Ey İsrailoğullan! Size verdiğim nimetimi anın. İkramda bulunduğum bu değerli nimetlerin şükrünü yerine getirin. Çünkü size gökten bıldırcın kebabı ve kudret helvası indirmiş, sizi bulutla gölgelemiş ve kaskatı bir taş parçasından size su akıtarak ihsanda bulunmuştum. Ayrıca daha birçok nimetler vermiştim. Bütün bunları ve sizi âlemlere üstün kıldığımı, atalarınızı, kendi döneminin insanlarına üstün kıldığımı hatırlayın. Çünkü onlara ilim ve iman bağışladığım gibi, sâlih amel işlemeyi de nasip ettim. Onları başkalarının üstüne peygamberler ve hükümdarlar olarak göndermek suretiyle ikramda bulundum. 48Öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse, kimse adına bir şey ödeyemez. Ey İsrailoğullan! Kıyamet günündeki azaptan korkun. Kıyamet gününde mü'min bir kimseden, kâfir biri adına, aralarındaki hukuktan dolayı bir yardım beklenemez, orada buna imkân yoktur. Hiç kimseden şefaat de kabul edilmez. Mü'min kimse, eğer kâfir olan kimse için Allah katında aracı olmaya ve şefaat dilemeye kalkışsa, kâfiri azaptan kurtarmak istese, onun bu şefaati kabul olunmaz, kâfir hakkında şefaat yoktur. Mü'minler içinse durum farklıdır. Bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir."(22) Hiçbir şefaatin kabul edilmeyeceğine ilişkin âyetler, sadece kâfirlerle ilgilidir. Kimseden bedel de alınmaz. Asi olan ve kendisi için şefaat dilenmek istenen kimseden bir fidye ve karşılık da alınmaz. Herhangi bir mal da kabul edilmeyeceği gibi, onu cehennem ateşinden kurtaracak bir tevbe de yoktur. Ve onlara hiçbir yardım yapılmaz. Onları Allah'ın azabından kurtaracak veya buna engel olacak bir imkânları da olmaz. Öte taraftan bu âyet, en güzel belagat örneklerinden biridir. Çünkü birçok hususları içermektedir. Bunlar, dünyada insanın başına gelebilecek tehlikelerden kurtuluş çareleridir. Bunlar dört maddede özetlenmiştir: a) Bir başkası, onun başına gelecekleri onun yerine yüklenir. b) Karşılığında mal vermek suretiyle kurtulmayı ister. c) Onun adına bir başkası aracı olup, şefaatle kendisini kurtarsın ister. d) Kendisine yardım eden birisinin azabtan korumasını ister. İşte âyette bu dört hüküm yer almaktadır. Ancak bu yolların tümü de kâfir ve münafıklar için geçersizdir, kapalıdır. İkrime'den gelen rivayete göre: ”Kıyamet gününde baha, çocuğunun eteğine yapışır ve: ”Ey oğlum! Ben dünyada iken senin babandım. Şu anda, senin bir da ne ağırlığındaki iyiliğine muhtaç kaldım. Benim kurtuluşum buna bağlıdır. Sen de durumumu görüyorsun, yardım et," der. Çocuğu kendisine: ”Ben de senin başına gelen şeyin aynısının benim de başıma geleceğinden korkmaktayım. Bunun için sana hiçbir şey veremem, yardımım olamaz" cevabını verir. Adam sonra da, karısının peşine takılır ve ona: ”Ey falanca hanım, ben dünyada senin koçandım" diye söze başlar ve kendisini över durur, iyiliklerini sayar, sonra da: ”Ben senden tek bir iyilik istiyorum, tek bir sevab bekliyorum. Bunu bana bağışlamanı diliyorum. Senin de gördüğün gibi, benim kurtuluşum senin bana vereceğin o bir tek sevaba kalmıştır" der. Hanımı da: ”Ben bunu yapabilecek güçte değilim. Çünkü senin korktuğun şeyin benim de başıma geleceğinden korkarım" der. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ”Yükü (günahı) ağır gelen Şefaat, başkasının ihtiyacını onun adına aracı olarak istemektir. Ancak kimse, onu taşıması için başkasını çağır sa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden (günahından) hiçbir şey yüklenmez" (Fatır: 18) Yani kıyamet gününde kimin günahı ağır basarsa, hiçbir kimse onun günahından bir şey ler alıp yüklenemez. 49Sizi, en dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Buradaki hitap yine İsrail oğullarınadır. Yani, yalnızca sizi, sizin atalarınızı kurtardığımız o anı ve dönemi hatırlayın. Kurtarma anlamına gelen ”necv" kelimesi aslında yüksek yer demektir. Darlıktan genişliğe çıktığı için kurtuluşa eren herkese bu anlamda nâcî yani kurtulan denir. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Atalarınızı en sağlam ve tehlikesiz bir yere getirdik ve üzerlerindeki eziyet ve işkenceyi önledik. Çünkü Firavun ile onun inancında olan ve onun yolunda gidenler kendilerine her türlü sıkıntıyı reva görüyorlardı. Firavun, Amalika hükümdarlarına verilen bir lakaptır. Nitekim Fars (İran) hükümdarlarına Kisra, Rum (Bizans) hükümdarlarına da Kayser denilmektedir. İşte Firavun'un oldukça azılı bir kimse olması nedeniyle, ”te-fer'ane" kelimesi buradan türemiştir ki bu, ”kişi firavunlaştı, Firavun gibi azıp saptı, şımardı" anlamlarına gelir. Firavun'un asıl adı, Velid b. Mus'ab b. Reyyan'dır. Kıptî soyundandı. Dört yüz yılı aşkın bir hayat sürmüştür. İşte bu şahıs, ey İsrail oğulları, atalarınıza dayanılmaz işkenceler yapmıştı. Onları altından çıkamayacağınız zor işlere koşmuştu. Çünkü Firavun, İsrail oğullarım sınıflara ayırmıştı ve bir kısmını yapı ustası olarak, bir kısmını ziraat ve ekim işlerinde, kimisini de özel hizmetlerinde çalıştırıyordu. Aralarında iş yapamayacak olanlar varsa, bunlardan da cizye (vergi) alırdı. Bir başka yoruma göre: ”Sizi, en dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında" âyetinin tefsiri, bundan sonra gelen ve: Onlar, erkek çocuklarınızı boğazlayıp... kısmıdır. Sanki burada ortaya şöyle bir soru çıkıyor gibidir: ”O dayanılmaz işkence nedir?" Buna da: ”erkek çocuklarınızı boğazlıyorlar" tarzında cevap verilmiş olmaktadır. Boğazlamak anlamındaki kelimenin şeddeli olarak ”yüzebbihûn ” tarzında gelmiş olması, çokluk ifade etmesi içindir. Yani sayılamayacak kadar çok sayıda erkek çocuğunuzu boğazladılar, anlamınadır. Burada erkek çocukların boğazlandığına dikkat çekiliyor, çünkü başkalarını kesmiyorlardı: Kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Yani kız çocuklarınızı. Erkek çocukların boğazlanıp, kız çocuklarının sağ bırakılmasının sebebi şuradan kaynaklanıyordu: Firavun, rüyasında. Kudüs'ten kendisine doğru bir ateşin geldiğini görür. Bu ateş tüm Mısır'ı sarar ve Mısır'da bulunan ne kadar Kıptî varsa, oradan çıkarır. Ancak ateş, İsrail oğullarına dokunmaz. İşte bu rüya Firavunu rahatsız eder ve çok korkutur. Tüm kahin ve sihirbazlarına bunun yorumunu sorar. Onlar da şu yorumda bulunurlar: İsrail oğullarından bir erkek çocuk dünyaya gelecek, senin ve saltanatının ortadan kalkması onun eliyle olacaktır. Bu yorum üzerine Firavun, bundan böyle İsrail oğullarından kimin erkek çocuğu dünyaya gelirse, hemen kesilmesi ve kız çocuklarına dokunulmaması emrini verdi. Bu arada İsrail oğullarından yaşlı erkekler de gün geçtikçe ölüyor, hızla azalıyordu. Bu durum karşısında Kıptîlerin ileri gelenlerinden biri, Firavunun huzuruna çıkıp: ”Efendim, İsrailoğullan arasında ölüm hızla artmış durumda, bunların küçük erkek çocukları boğazlanıyor, yaşlıları da ölüyor, bu iş böyle giderse, bundan böyle işlerimizi yapacak kimse kalmayacak ve biz kendimiz çalışmak zorunda kalacağız" diye endişelerini dile getirir. Bunun üzerine Firavun, erkek çocukların bir yıl öldürülüp, bir yıl sonraki dünyaya gelenlerinse sağ bırakılmasını istedi. Bundan böyle bu uygulamaya devam olundu. Hazret-i Harun (aleyhisselâm), çocukların boğazlanıp öldürülmediği, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) da, çocukların kesilip öldürüldüğü yıl dünyaya geldi. Buna rağmen, Firavun ve etrafının çabaları, Allah'ın kazasını ve takdirini engelleyemedi. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardı. İşte erkek çocuklarınızın öldürülmesi ve kızlarınızın hayatta bırakılması olayında sizin için büyük bir sıkıntı ve imtihan vardır. Çünkü kız çocukların sağ bırakılmalarının sebebi, gerçekten büyük bir sıkıntıdır. Gerçi görünürde onlar bağışlanıyor gibiyse de, aslında işkenceye terkedilmiş oluyorlar. Çünkü kadınlar köle ve cariye olarak zor işlerde çalıştırılacaklardır. Yüce Allah tarafından böyle bir durumun olması, onların sizin başınıza musallat kılınmaları, doğrusu çok büyük bir imtihandır. Öte yandan işaret ismi olan ve ”zâliküm" (bunda) diye ifade olunan kelimeyle, İsrail oğullarınm Firavun ve adamlarından kurtulacaklarına işaret edilmesi de caizdir. Bu durumda ”imtihan" olarak tercüme edilen ”belâ" kelimesinin anlamı nimet olarak yorumlanabilir. Çünkü belâ sözcüğünün asıl anlamı denemek ve tecrübe etmek demektir. Bu anlamıyla, Allah kullarını deniyor, demektir. Bu deneme olayı bazan onlara şükretmeleri için menfaat sağlayacak şeylerle olur. Dolayasıyla bu, bir bakıma bir bağış, vergi ve nimettir. Bazan da Allah sabretmeleri için kıllarını zarar verici şeylerle imtihan eder. Bu da haliyle bir sıkıntı ve mihnet demektir. Çünkü deneme ve tecrübe, hem iyilikte ve hem kötü şeylerde de kullanılır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz." (Enbiya: 35) 50Sizin için denizi yarıp... Bu. Kızıldeniz'dir. Bu deniz içinden İsrailoğullan boyları sayısınca, oniki yol açıp sizi kurtardığımızı yani sizi boğulmaktan kurtarıp sahile çıkardığımızı ve siz görüp dururken Firavun'un adamlarını boğduğumuzu da hatırlayın. Gark olmak, akan bir şeyin içinde kalmaktır. ”Iğrak" ise, suda helak etmek an lamı nadir. Âyette özellikle Firavun'un da geçmesi, bunun kesinlikle denizde boğulanlar arasında olduğunu göstermek içindi. Çünkü herkesten önce boğulması gereken, Firavun'un kendisiydi. Firavun ve adamları denizde boğulurlarken, siz de onların boğulmakta olduklarını gözlerinizle gördünüz. Aynı zamanda siz, denizin yollara ayrıldığını da gördünüz. Siz oradan geçip kurtulunca, denizin Firavun ve adamlarının üzerine nasıl kapanı verdiğini de seyrediyordunuz. Bir de deniz, boğulanları, sahile atınca, onları gözlerinizle gördünüz. İmam Kurtubî de şu ifadelere yer veriyor: Allah, İsrailoğulhırını kurtarıp, Firavunu da denizde boğunca, Yehudiler Hazret-i Mûsa'ya, ”Ey Mûsa, kalblerimiz bir türlü Firavun'un öldüğü hususunda tatmin olmadı" dediler. Bunun üzerine Allah, denizden, Firavun'un cesedini dışarı atmasını istedi. Deniz onu dışarı attı ve Yehudiler de bakıp durumu öğrendiler." Burada şu hususa da dikkatinizi çekmek isterim. Görüldüğü gibi bu olay, Hazret-i Mûsa'ya ait bir mucizedir. Hazret-i Mûsa bunu kendi dönemindeki İsrail oğullarına göstermişti. Böylece onların buna şükretmeleri gerekir. Öte taraftan Hazret-i Peygamberin bu mucizeyi olduğu gibi hikâye edip aktarması da, peygamberimizin bir mucizesi olmaktadır. Bu büyük mucizeyi ani at ırk an kalb ler tatmin oluyor, ruh ve nefis de bunun önünde eğilmesini biliyor. Ayrıca kendilerinden sonra gelecek olanların da bu mucizeyi hiçbir şüpheye kapılmaksızın almaları gerekmektedir. Çünkü bu olayı onlara haber veren Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmî bir insan olup okuma ve yazması olmayan birisidir. Ayrıca bu Araplarca da bilinmeyen bir gayb olaydır. Rasûlullah'ın bu olayı böylece olduğu gibi haber vermesi, onun bir vahiy sonucu olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda bu olay Hazret-i Muhammad (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine de bir delil olmaktadır. İlk İsrailoğullan, bu mucizeleri bizzat gördükleri ve izledikleri halde onlarda bir tesir bırakmadı, buzağıyı ilâh edindiler. Bununla da kalmayıp nebilerini ve Rasûllerini öldürecek kadar işi azıttılar. İşte Yehudilerin Rablerine karşı tavır ve tutumları böyledir. Onların dinî hayatları da hep böyle sürüp gitmiş, kötü ahlâklarıyla varlıklarını sürdürmüşlerdir. Sonra gelen İsrail oğulları, yani Yahudiler de atalarının yaptığından hiçbir ders almadılar. Hatırlatmalara, uyanlara önem vermediler ve gelen rivayetleri önemsemediler. Tevrati değiştirecek kadar aşırı gittiler. Allah'a karşı iftiraya kalkıştılar, kendi yararlarına ve arzularına göre elleriyle yazdıklarını ilahî hüküm diye öne sürdüler. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr ettikleri gibi, başkaca hükümleri de inkâr ediyorlardı. Bu kadar asi bir toplumun ve azgın bir kavmin haline gerçekten şaşılır. İsrail oğulları, Muharrem ayının onuncu günü olan Aşure gününde kurtulmuşlardı. Abdullah b. Ab bas't an gelen bir rivayete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde, Yahudilerin Aşure gününde oruç tuttuklarını gördü ve kendilerine: ”Oruç tuttuğunuz bugün nedir?" diye sordu. Yahudiler: ”Bu önemli bir gündür. Allah, bu günde Hazret-i Mûsa ve kavmini kurtarmış, Firavun ve kavmini de yine bu günde denizde boğmuştur. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa şükür olarak oruç tuttu, biz de ona uyarak oruç tutuyoruz" cevabını verdiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Biz Hazret-i Mûsa'ya sizden daha yakınız" buyurdu. Hem kendisi bundan böyle oruç tuttu ve hem de bugün oruç tutulmasını emretti. (23) 51Hani Mûsa ile kırk gece için sözleşmiştik. Ey İsrail oğulları, Tûr dağında kendisiyle görüşmek için sözleştiğimiz ânı hatırlayın. Buraya gelmesi konusunda kırk gece için sözleşmiştik. Allah Hazret-i Mûsa'ya otuz gün oruç tutmayı emretmişti, sonra da buna on gün daha ekledi. Otuz günlük oruç Zilkade ayında idi. On gün de Zilhicce'den eklenmek suretiyle tamamı kırk gün olmuş oldu. Âyette gece ifadesi geçmektedir. Çünkü araplarca aylar gecelere göre ve kameri olarak değerlendirilir. Tarihler de buna göredir. Bu bakımdan araplarca, geceler, ayların ilk günleri olarak değerlendirilirken, gündüzleri de buna tabi olarak belirtilir. Sonra siz, onun arkasından buzağıyı ilâh edinmiş... Hazret-i Mûsa sözleşme yerine vardıktan sonra siz, buzağıya tapınmış ve onu ilâh edinmiştiniz. Âyette, ”sonra" anlamında olan ”Sümme" kelimesi getirilmesinde bir incelik vardır. Şöyle ki: Allah Hazret-i Mûsa'ya, sözleşme yerinde Tevrat'ın kendisine indirilmesi için orada hazır bulunmasını vadetmişti. Bu, gerçekten en büyük nimetlerdendi. Fakat Hazret-i Mûsa'nın hemen ayrılmasından sonra yahudi ler küfrün ve cehaletin en çirkin örneğini göstererek hemen buzağıyı ilâh edindiler. Bu gerçekten şaşılacak bir olaydır. Sanki burada şuna benzer bir ifade yer almaktadır: ”Doğrusu ben sana iyilikte bulundum ve senin için şunları ve şunları yaptım, sonra sen, evet sen bana kötülük edip eziyet vermeye kalkışıyorsun. Bu hiç olacak bir iş mi?" Ve zalimler olmuştunuz. Şirk koştuğunuz ve Allah'a ibadeti bırakıp buzağıya taptığın için zalimlerden oldunuz. 52Bundan sonra da yine belki şükredersiniz diye sizi bağışlamıştık. Kötülük bakımından en iğrenç şeylerden biri olan buzağıya tapmanızdan sonra, bağışlanma ve affedilme nimetine şükretmeniz, bundan sonra da Allah'a itaata ve ibadete devam etmeniz için tevbe ettiğiniz zaman günahlarınızı sildik, sizi affettik. Çünkü nimetin karşılığı mutlaka şürketmeyi gerektirir. 53Mûsa'ya Kitab'ı ve Furkan'ı verdiğimizi de hatırlayın. Mûsa'ya Tevrat'ı verdik. O kitap aynı zamanda bir hüccettir, bir delildir. Hak ile bâtılı birbirinden ayırır. Burada Kitap ve Furkan her ikisi de aynı, yani kitap anlamındadırlar. Olur ki hidayete erersiniz. Hidayete ermeniz bu sayede olacaktır. Bu konuda iyice düşünür ve gereken tedbiri alır, doğruya uyarsanız, hidayete erişirsiniz. 54Mûsa kavmine şöyle demişti: Ey İsrail oğulları! Yine hatırlayın. Mûsa, buzağıyı mabud edinen kavmine şöyle dedi: 'Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Hazret-i Mûsa ”ey kavmim" derken, onlara karşı merhametli olduğunu göstermekteydi. Yani Hazret-i Mûsa: ”Ey kavmim, size acıyorum, çünkü siz, kendinize yazık ettiniz, kendinizi zarara uğrattınız, buzağıya tapmak suretiyle, onu ilâh ve mabud edinerek, cezanın kesinleşmesini hak ettiniz" deyince, kavim: ”O halde ne yapmalıyız?" diye sordular. Hazret-i Mûsa: Hemen yaratanınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. dedi. Hiç beklemeksizin, her türlü ayıptan ve eksiklikten uzak olan ve kiminizi kiminize göre farklı şekil ve surette, farklı durumlarda yaratmış olan Rabbinize dönün, tevbe edin. Âyette yüce Allah'ın yaratıcılığının hatırlatılması, kavmine doğru yolu göstermesi içindir. Çünkü kavmi gerçekten çok büyük bir cehaletle, büyük bir aptallıkla doğru yoldan saptılar. Her şeyi bilen ve her bakımdan hikmet sahibi olan ve kendilerini hikmetinin latif bir gereği olarak yaratan ve her türlü nefret verici şeylerden münezzeh olan Allah'a ibadet etmeyi bırakarak gidip bir buzağıyı mabud edindiler. Gerçekten, bundan daha büyük bir aptallık olamaz. Kim, kendisine nimet veren, ikram ve ihsanda bulunan zatın haklarını tanımazsa, o nimetlerin kendisinden geri alınmasına layık olur. İşte bunun için öldürülmekle emrolundular ve biz nasıl tevbe etmeliyiz diye Hazret-i Mûsa'ya sordular. Hazret-i Mûsa da, ”Nefislerinizi öldürün" yani, içinizden bu işle ilgisi olmayan ve tertemiz olan kimseler suçluları öldürsün, dedi. Âyette ”nefislerinizi, öldürün" denmesinin sebebi, Müminlerin kardeş olduklarını ifade etmek içindir. Çünkü kişinin kardeşi, tıpkı kendi nefsi ve canı gibidir. Bu anlamda böyle söylenmiştir. Âyette ”kendim öldürmek zikredilmiş, bununla kardeşlerini öldürmeleri kasdedilnıiştir- Bu tıpkı ”nefsinizi ayıplamayın" (Hucurât: 11) âyet indeki ifade gibidir. Bu âyette: ”Müslüman kardeşlerinizin gıybetini, dedikodusunu yapmayın" denmektedir. Dolayısıyla Hazret-i Mûsa'nın kavminin tevbeleri de, kendilerini öldürmekle gerçekleşir. Buna göre âyetin manası: ”Kendinizi öldürmek suretiyle tevbe ediniz." şeklinde olur. Âyette onların tevbelerinin ancak kendilerini öldürmek suretiyle olacağı belirtilmektedir. Nitekim durum aynen böyle olmuştur. Çünkü yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya ”Mürtedlerin, (dinden dönenlerin) tevbelerinin ancak öldürülmeleriyle tamamlanmış olacağını" vahyetmiştir. Bu yani tevbe ve öldürme işi, yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır.' Allah katında sizin için daha faydalıdır. Çünkü öldürülme işinde, şirkten arınma ve ebedî hayata kavuşma vardır. Bunun üzerine tevbelerinizi kabul etti. Yani siz emrolunduğunuz şeyi derhal yerine getirince, yaratıcınız olan Allah da tevbelerinizi kabul etti ve sizi bağışladı. Âyette: ”Tevbelerinizi kabul etti" denilip ele ”tevbelerini kabul etti" denilmemcsinin sebebi, bunun bir nimet olmasından dolayıdır- Bu nimetin muhataba hatırlatılması gerektiğinden böyle denmiştir. Yoksa burada daha önce geçmiş olan Yehudilere değil, Hazret-i Mûsa'nın çağdaşı olan Yehudilere seslenilmektedir. Ancak, insanın kendisini veya birbirini öldürmesinin nasıl nimet olabileceği sorulursa, bunun cevabının şurada olduğu görülmelidir. Yüce Allah, Yehudileri büyük bir günah ve suç işledikleri için uyarmış, sonrada işledikleri büyük günahtan kurtulma yollarını da kendilerine göstermiştir. İşte bu da dinde bir nimettir. O tevbeleri çok çok kabul edendir ve çok merhametlidir. Yüce Allah, birçok günah işleyenleri tevbe etme konusunda başarılı kılar ve onların tevbelerini çok kabul eder. Aynı zamanda Allah, itaat edenlere karşı da rahmeti bol olandır. Çünkü onların öldürülmelerini günahlarının silinmesi ve bağışlanması için tevbe olarak kabul etmiştir. Rivayete göre, bunların ölümle emrolunmaları, üzerlerindeki ve omuzlarındaki ağır yükler, parangalar, sıkıntı ve meşakketler türünden şeylerdi. Meselâ Yehudiler hangi organla hata işlemişlerse, o organın kesilmesi, ibadetlerinin ve namazlarının mescidden başka bir yerde kabul edilmemesi, temizliklerinin ancak su ile olacağı, oruç tutan bir kimsenin akşamleyin uyumasından sonra uyansa bile, artık kendisine yeme ve içmenin haram kılınmış olması, günahları sebebiyle temiz ve helal olan şeyleri yemekten men edilmeleri, zekât olarak mallarının dörtte birini vermekle yükümlü olmaları, geceleyin günah ve suç işlemiş bir kimsenin, sabahleyin onu kapısına yazılmış olarak bulması gibi şeyler bizden önceki ümmetlerde yürürlükteydi. Dolayısıyla bu da bir öldürme gibi değerlendiriliyodu. Fakat bu gibi ağır şartlar, peygamberimize bir ikram olarak, ümmetinin üzerinden kaldırılmıştır. Tevbe, Allah'tan bir nimettir. Allah sırf bu ümmete bu manada bir tevbeyi nimet olarak ihsan etmiştir. Başka ümmetlerde bizdeki tevbe kolaylığı yoktu. Nitekim yukarıda anlatıldı. Tevbenin de dört mertebesi vardır: 1- ”Tevbe" ismiyle ilgili ve ona özgü bir mertebedir ki, Allah yoluna giren sülük erbabının ilk derecesidir. Bu mertebe, ya da derece Nefs-i Emmare ile ilgili olup tüm müminlere ait bir mertebedir. Bu mertebe her türlü yasaklanmış şeyleri (menhiyyat) bırakmayı, emredilenleri de yapmayı gerekli kılar. Ayrıca insanın yaptığı zulüm ve kötülükler sebebiyle helâllik dilemesi, daha önce yaptıklarına pişmanlık duyması gerekmektedir. Bundan böyle bir daha o eski yaptıklarına dönmemek de yine bu birinci mertebedekilerin yapması gereken görevlerdir. 2- ”İnâbe" mertebesi: Bu, Nefs-i Levvame'yi ilgilendirir. Bu, mü'minlerin havassı yani seçkinleri içindir. Bu mertebedeki mü’minler dünyayı ve dünya ile ilgili lezzetleri bırakan, ahlâklarını temizleyip arıtan, kendi nefislerine, heva ve isteklerine boyun eğmekten uzak kalanlardır. Çünkü ”inâbe" kalble ilgili niteliklerdendir. Nitekim: ”... ve Allah'a yönelmiş bir kalb ile gelen kimselere..." (Kaf: 33) buyurulmuştur. 3- ”Evbe" mertebesi: Bu Nefs-i Mülhime'ye ait olan mertebedir. Bu mertebeye ulaşabilenler Allah'ın veli kullarından olup da, bunlardan da özel bir mevkiye gelebilenlerin elde ettikleri mertebedir. ”Evb" veya ”Evbe" dönülmesi gereken yere dönüp yönelmektir. Mü'minin şevk ve iştiyak duygularından Allah ile karşılaşmaya ve buluşmaya dönmesidir. Eğer bir nefis ”Evbe" mertebesini kazanırsa, bu durumda ruh makamına ulaşır. Doğrusu her türlü günahlardan uzaklaşmak suretiyle arzuyla Allah'a yönelen bir kimsenin belirtileri, halkın içine girmeyi bırakıp uzlete çekilmesi, yaratıklardan uzaklaşıp yaratan Hak ile ünsiyet kazanması, gerçek anlamıyla Allah için nefsiyle cihad etmesidir. 4- ”Nefs-i Mutmainne" mertebesi. Bu, peygamberlerin ve bunları izleyen velilerin elde ettikleri bir mertebedir. Nitekim: ”Rabbine dön" (Fecr: 28) âyeti bunun delilidir. Bu hal, ilahî yardımın peygamberler ve velilerin ruhlarındaki cezbe halidir. 55Ve demiştiniz ki: Bu altıncı nimetlendirme olayıdır. Yani Ey İsrailoğullan! Selefinizden yetmiş kişi, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) tarafından seçilip, birlikte Tur dağına giderek, buzağıyı mabud edinmeleri sebebiyle özür beyan edeceklerdi. İşte bunların söylediklerini hatırlayın. Bu yetmiş kişi: 'Ey Mûsa biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla inanmayacağız.' demişlerdi. Ey Mûsa, senin bu kitabın, Allah katından olduğuna ilişkin olarak söylediklerinin doğruluğuna inanmıyoruz. Senin onun sözünü işittiğini, bize bunu kabul etmeyi ve bununla amel etmeyi emrettiğini de kabul etmiyoruz. Kabul edebilmemiz için, bizimle kendisi arasında hiçbir perde olmaksızın çıplak gözle Allah'ı görmedikçe de onu doğrulamayacağız, diye itirazda bulunmuşlardı. O sırada sizi yıldırım çarpmıştı. Bu, yakıcı özelliği de bulunan sesli bir ateşti. Gökten inen yıldırım, hepsini yakıvermişti. Çünkü Yehudilerin bu istekleri dünyada mümkün olmayan bir istekti. Bu, inadın ve azgınlığın da en son sınırıdır. Oysa yüce Allah ancak kıyamet gününde keyfiyetten münezzeh bir şekilde sadece mü’minlere gözükecektir. Ve siz de bakakalmıştmız. Siz gökten inen yıldırımı görüp duruyordunuz, bunun etkisiyle ilk sırada bazı kimseler ölmüşken, geride kalanlar da onların bu yıldırım yüzünden öldüklerini görüylorlardı. 56Sonra ölümünüzün ardından sizi yine dirilttik. Bu yıldırım yüzünden ölmenizden sonra sizi yeniden dirilttik. Ayette ”dirilttik" ifadesinin ”ölümünüzün ardından ”ifadesiyle kayıtlanmış olması, böyle bir durumun, ya bir baygınlık geçirmeleri veya uykuya varmaları gibi bir halden dolayı olabileceği içindir. Katâde: ”Allah ölenleri, geride kalan ömürlerini bitirmeleri ve rızıklarını almaları için yeniden diriltti. Eğer bunlar ecelleriyle ölselerdi, tekrar diriltilmeyeceklerdi" der. Umulur ki .şükredesiniz. Bu hayat ve yeniden yaşamaya kavuşma nimetine şükredesiniz, ya da Allah'ın yıldırımla size azab göndermesi üzerine gördüğünüz bu olaydan dolayı iman nimetine şükredesiniz diyedir. Çünkü sizler ”Allah'ı açıkça görmedikçe asla inanmayacağız" demiş, böylece küfretmiş ve inkâra sapmıştınız. Bu kıssanın aslı şöyledir: Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) Turdan kavmine döndüğünde, onları buzağıya tapar halde buldu. Bunun üzerine kardeşi Hazret-i Harun ile Samirî'ye söylemesi gereken şeyleri söyledi ve buzağıyı da yakıp denize attı. Hazret-i Mûsa'nın kavmi, yaptıklarından dolayı pişmanlık duydular. Allah, Hazret-i Mûsa'ya, İsrai loğu Harından bazı kimseleri yanına alıp, buzağıyı mabud edinmeleri yüzünden mazeret dilemeleri ve tevbe için Tur'a gelmelerini emretti. Hazret-i Mûsa da kavminin seçkinlerinden yetmiş kişiyi seçti. Tur'a geldiklerinde, bu yetmiş kişi Hazret-i Mûsa'ya: ”Rabbine söyle de, bize sesini ve sözünü duyursun olmaz mı?" dediler. Hazret-i Mûsa durumu Allah'a arzetti. Yüce Allah da isteklerini kabul etti. Hazret-i Mûsa kavmiyle birlikte dağa yaklaştıklarında, bir bulut direği üzerlerine kapan iverdi. Bu bulut tüm dağı kapladı ve giderek Hazret-i Mûsa'ya yaklaştı. Hazret-i Mûsa da yaklaşan bu bulutun içine girdi. Aynı zamanda kavmine de girmelerini söyledi. Bu sırada Yüce Allah Hazret-i Mûsa ile: Emir ve yasakların bildirerek konuştu. Kavmi de, Allah'ın Hazret-i Mûsa'ya: ”Yap" ve ”yapma" tarzındaki kelâmını işitiyorlardı. İşte tam bu sırada kavim, yüce Allah'ı görme duygusuna ve tamahkarlığına kapıldılar ve Hazret-i Mûsa'ya diyeceklerini demiş oldular. Bunun üzerine kendilerini yıldırım çarptı, hepsi de ölüler gibi yere düşüp kaldılar, bir gün ve bir gece bu halde kaldıklarından ve hepsi de ölmüş olduklarından, Hazret-i Mûsa ağlayarak Rabbine yakarmaya başladı. Ellerini semaya kaldırarak şöyle duâ ediyordu: ”Ey yüce Rabbim! İsrail oğullarından seçkin yetmiş kişiyi, tevbelerinin kabul edildiğine ilişkin şahitlerim olmaları için alıp getirdim. Şimdi gidince onlara ne söyleyebilirim? Çünkü sen onların seçkinlerini de helak ettin. Keşke sen, bunları bugün değilde, buzağıya tapanlarla birlikte helak etseydin!"“içimizden bir takım beyinsizler yüzünden bizi helak mi edeceksin?" (A'raf: 155) Hazret-i Mûsa durmaksızın Rabbine yakardı. Sonunda Allah onları diriltti, ruhlarım yeniden kendilerine verdi. Bu arada, Hazret-i Mûsa İsrail oğullarınm buzağıyı mabud edinmeleri yüzünden tevbelerinin kabulünü istedi. Ancak yüce Allah, artık böyle bir şeyin ancak kendilerini öldürürlerse kabul edileceğini söyledi. Yine söylendiğine göre, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm), Tûr'a ilk gidişinde Rabbini görmeyi istediğinde ölmedi. Çünkü Hazret-i Mûsa'nın o zaman yere düşmesi sadece bir baygınlıktı, ölüm değildi. Nitekim âyetin devamında: ”Hazret-i Mûsa aydınca..." (A'raf: 143) ifadesi yer almaktadır. Ancak ikinci kez Tur'a gidişte, kavmi de Allah'ı dünya gözleriyle görmek istediklerini dile getirmişler ve ölmüşlerdi. Oysa Tûr dağına gidiş sebepleri, buzağıya tapmaları dolayısıyla işledikleri günahtan tevbe etmekti. Bunun üzerine kendilerini yıldırım çarptı ve öldüler. Hazret-i Mûsa'nın ölmemesinin sebebi, onun Rabbi ni görme konusunda büyük bir özlem duyması ve O'na muhtaç olduğunu bilerek bu görme isteğinde bulunnıasıydı. Kavminin Allah'ı görmek istemeleri ise doğruyu bulmaya değil yalanlamaya ve cüretkârlığa yönelikti. Bu, doğru yolu bulmak için bir istek değil, yanıltıcı bir istekti. Alimler, Allah'ın dünyada görülmesinin mümkün olmamasının hikmetini ve inceliğini şöyle açıklıyorlar: 1 - Dünya, din ve Allah düşmanlarının yurdu ve kâfirlerin cennetidir. 2- Eğer, dünyada müminler Allah'ı görüp, kâfirler görmese, bu durumda, kâfirler, Allah'ı görebilseydim, kesinlikle ona karşı kulluğumu yerine getirir ve ibadette bulunurdum, diye bir itiraz ileri sürebilirlerdi. 3- Doğrusu görülemeyene karşı duyulan özlem, görülen için duyulan özlem gibi değildir. Görülmeyen daha çok aranır ve istenir. 4- Dünya geçim yeridir. Eğer insanlar dünyada Allah'ı görebilselerdi, bundan dolayı iş ve güçlerini bırakırlar, böylece de her şey altüst olurdu. Çünkü sürekli olarak Allah'ı görmek isterlerdi. 5- O, bu görme olayını baş gözüyle değil, kalb gözüyle kılmıştır ki melekler de müminlerin kalblerinin arılığını görsünler. 6- Dünyada görülememesinin sebebi, yüce Allah'ın değerinin takdir edilmesi içindir. Çünkü her yasaklanan şey gerçekten yücedir. 7- Yüce Allah'ın bu dünyada görülmesinin mümkün olmaması, yine yüce Allah'ın kullarına olan merhameti sebebiyledir. Çünkü insanlar bu dünyada kıskanç olarak yaratılmışlardır. Eğer Allah bu dünyada görülebilseydi, mü'minin kalbi, başkası da görebilecek diye çatlardı. Bu tıpkı, Hazret-i Mûsa'nın Allah'ı görmeyi istemesi üzerine, dağın bunu kıskanarak paramparça olması gibidir. 57Ve sizi bir bulutla gölgeledik. Bu yedinci ikram ve nimet olmaktadır. Ey İsrailoğullan, bulutu üzerinizde bir şemsiye gibi gölge kıldık. Bu olay Mısır ile Şam arasında yer alan Tîh çölünde geçmiştir. Çünkü Yehudiler Mısır'dan çıktıklarında, Kızıldeniz'i geçince, hiçbir yapının bulunmadığı bir çölde kaldılar. Allah, kendilerine zalimlere ait bir şehre girip, onları öldürmelerini emretti. Onlar da önce bunu kabul ettiler. Ancak şehre yaklaştıklarında, bu şehir halkının çok zorba ve zalim olduklarını öğrendiler. Bunun üzerine gitmek istemediler ve Hazret-i Mûsa'ya: ”Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız" (Mâide: 24) dediler. Allah da bir ceza olmak üzere, onların yeryüzünde, yani çölde kırk yıl şaşkın bir şekilde dolaşmalarını takdir etti. Bu arada şiddetli sıcaklar altında, susuzluk sıkıntısıyla karşı karşıya kaldılar. Acıklı durumlarından Hazret-i Mûsa'ya şikayette bulundular. Allah da kendilerine merhamet etti, üzerlerine nurdan bir direk indirdi ve kendilerine beyaz ve ince bir bulut gönderdi. Bu bulut, yağmur bulutundan da güzeldi. Gündüzleri onları güneşin sıcağından, yakıcılığından koruyordu. Yahudiler daha sonra Hazret-i Mûsa'dan yiyecek istediler. Hazret-i Mûsa da Rabbine duâ etti, Allah duasını kabul etti. Duanın kabulünü âyetin şu ifadeleri dile getiriyor: Size kudret helvasıyla bıldırcın kuşunu indirdik. Kudret helvası kar gibi bembeyazdı. Yağla yoğurulmuş bal macununa benziyordu. Ya da, kudret helvası olarak ifade olunan ”menn" kelimesi, Allah'ın, kullar tarafından bir yorulma ve ekim olmaksızın kendilerine lütfettiği her nimet demektir. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Yer elması, Allah'ın kullarına bir lütfudur. Bunun suyu da gözlere şifadır."m Kudret helvası, tıpkı kar yağar gibi, sabahleyin tanyerinin ağarmasından itibaren güneş doğuncaya kadar yağardı ve bıldırcın kuşları da kendilerine gelirdi. Böylece herkes ertesi güne kadar olan ihtiyacını bu şekilde sağlardı. 'Size rızık olarak verdiklerimizin temizinden yeyin,' dedik. Onlara; temiz ve helâl olarak verdiğimizden yeyin, kudret helvasından, bıldırcın kuşundan alın ve yiyin, fakat depolayıp saklamayın. Emrime karşı gelmeyin, dedik. Fakat onlar buna rağmen kaldırıp depoladılar, eti kurutup sakladılar. Çünkü tükenir diye endişeye kapıldılar. Böyle depolamaktan, saklamaktan menedildikleri halde, Allah'ın emrine karşı gelerek bunu yaptılar. Eğer kaldırıp saklamasalardı, bu nimet kendileri için hep devam edecekti. Onlar bize değil... Bunlar bu değerli nimetlere karşı nankörlük ederek zulmettiler ve yasaklı ol amalarına rağmen yiyecekleri alıp depoladılar. Fakat Onlar bu davranışlarıyla ancak kendi nefislerine zulmettiler. Çünkü artık azabım onlar için hak oldu. Onlar her gün üzerlerine inen nimetin kesilmesine neden oldular. Oysa bunu elde etmek için dünyada bir sıkıntıya katlanmadıkları gibi, âhirettte de hesaba çekilmeyeceklerdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Eğer İsrail oğulları olmasaydı yiyecekler bozulmaz, etler kokmazdı. Eğer Havva olmasaydı, kadın cinsi hiçbir dönemde kocasına ihanette bulunmazdı" buyurmuştur. 58O vakit onlara söyle demiştik: Bu, onlara verilen sekizinci nimettir. Çünkü Allah, Tîh çölünden kendilerini kurtarmış ve onların bir beldeye girmelerine izin vermişti. Ey İsrail oğulları! Atalarınızı Tîh denilen çölden kurtardığımız sırada kendilerine söylediğimiz şu sözü hatırlayın: 'Şu şehre girin. Beyt-i Makdis denen Kudüs'e girin. Oradan dilediğiniz yerde bol bol yeyin. Orada geniş imkânlara sahip olarak refah içinde bol bol yiyin. Âyetten anlaşıldığına göre, buraya yerleşmek üzere girmeleri emredilmişti. Artık daraltma ve yasaklama olmaksızın orada istediğiniz şekilde yaşayınız. Bu ise, orada bulunan şeylere ganimet yoluyla sahip olmaları demekti. Âyette özellikle ”yiyiniz" ifadesinin geçmesi, yemeden yaşamanın olamayacağı ve asıl amacın bu olduğundandır. Secde ederek kapıdan girin Şehrin kapılarından birinden giriniz. Çünkü şehrin yedi giriş kapısı vardı. Âyetteki secde ya sözlük anlamında kullanılmıştır. Buna göre mana; ” alçak gönüllülüğünüzün bir eseri olarak başlarınızı eğerek giriniz," olur. Ya da dindeki manasında kullanılmıştır. Buna göre mana; ”sizi Tîh çölünden kurtardığından dolayı Allah'a şükretmek için secde ederek girin," olur. Ve 'affet' deyin ki, Yani Allah'tan isteğimiz, günahlarımızın af fidir veya bizim günahlarınızı bizden sil deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım. Günahlarınızı örtelim, yaptığınız secde ve duâ yüzünden sizi bundan böyle cezalandırmayalım. Bunlar buzağıya tapan sonra tevbe eden kimselerdi. Biz güzel davrananlara daha fazlasını veririz.' Kendi fazlımızdan bir sevap ve ödül veririz. Bunlar buzağıya tapmayanlardır. Âyette ”güzel davrananlar" (Muhsinîn) kelimesi, hem kendisine ve hem de başkasına güzel ve iyi davranan kimseler demektir. Bir başka yoruma göre ”Muhsin", doğal olarak güzel ve şeriat açısından da övgüye değer olan şeyleri yapan kimsedir. Allah, İsrail oğullarından iki şey istiyor: Bunlardan birincisi, gayet kolay yapılabilecek bir iş, yani secde; ikincisi de küçük bir söz, yani yukarıda da işaret olunduğu gibi, ”bizi affet" ifadesiydi. Daha sonra Allah, bunlara ait günahlarını da bağışlayacağı sözünü veriyor ve iyiliklerine fazlasıyla karşılık vereceğini bildiriyor. 59Fakat zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular. İsyan ederek nefislerine zulmedenler, kendilerinden istenen tevbeyi ve bağışlanma isteğini, içinde iyilik bulunmayan ve emredilenin aksi bir sözle değiştirdiler. Rivayete göre, Yehudiler ”hıtta" (affet) ifadesini ”hınta", yani ”bize buğday ver" şeklinde değiştirdiler. Bu yaptıklarıyla Allah'ın emrini hafife alıyorlardı. Bunlar, kapıdan secde ederek ve eğilerek içeri girmeleri gerekirken, geri geri yürüyerek girdiler. Sözü değiştirdikleri gibi davranışı da değiştirdiler. Fakat güzel davranan muhsin kimseler derhal emredileni yerine getirdiler. İşte bunun içindir ki âyette ”değiştirdiler" şeklinde tercüme edilen kelime tekil olarak ”beddele" şeklinde getirilmiş, fakat ”beddelû" biçiminde çoğul şekliyle getirilmemiştir. ”Söylenen sözü değiştirip..." âyeti de şöyledir: Emredilenden başka bir işle... Çünkü Allah'ın emri sözledir. Bu da, yahudi ler in bütün emredilenleri değiştirdiklerini göstermektedir. Biz de doğru yoldan saptıklarından dolayı, zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik. Allah'a itaatten dışarı çıktıklarından dolayı, üzerlerine gökten azap indirdik. Burada zulmedenlerden maksat, kendilerine emredilenleri değiştirenlerdir. Âyette, ”zulmedenlerin üzerine" ifadesi yerine, sadece ”onların üzerine" denmemesinde bir incelik vardır. Eğer sadece ”onların üzerine" denmiş olsaydı, bu hükmün ve ifadenin içinde muhsin olanlar, yani hiçbir kötü işe bulaşmayanların da katılma ihtimali olabilirdi. İşte bundan dolayı âyette ” zulmedenlerin üzerine" ifadesi yer almıştır. Yine âyette yer alan ”ricz" kelimesi, ”azap" olarak verilmiştir. Ricz; aslında hoş görülmeyen ve iyi karşılanmayan şey demektir. Burada maksat, taun ve vebadır. Rivayete göre, bir saat içinde 24 bin yahudi ölmüş ve bu azap, ölenlerin sayıları yetmiş bine ulaşıncaya kadar devam etmiştir. Hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Taun (veba) hastalığı, Allah'ın Israiloğullarına ya da sizden öncekilere gönderdiği bir azap (ceza)tır. Bir yerde taun (veba) salgınının varlığını işittiğinizde, o bölgeye girmeyin. Eğer içinde bulunduğunuz bir bölgede taun salgım varsa, oradan bir başka yere ayrılmayın." (26) Bilindiği gibi taun, yani veba salgınınından ölen bir müslüman şehittir. Çünkü bu da, tıpkı Allah yolunda nöbet tutan bir kimsenin nöbet sırasında ölmesi gibidir. Nitekim salgın dizanteriden ölen, suda boğulan, yıkık altında ölen, Allah yolunda öldürülen, akciğer zarı iltihabından (zatülcenb) ölen, yangında ölen, doğum sırasında ölen kimseler şehittirler. (27) Burada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Hastalıkta bulaşıcılık ve salgın yoktur" hadisiyle yukardaki hadis arasında bir çelişki varmış gibi görülebilir. Ancak Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) burada, hastalığın doğasında bulaşıcılığın bulunmadığını vurguluyor. Çünkü cahil iye döneminde salgının, bizzat hastalığın kendisinden kaynaklandığı kabul ediliyordu. Hadis, bulaşıcılığı inkâr etmiyor. İmam Şafiî, taun (veba) hastalığının en güzel tedavî yolunun Allah'ı tesbih etmek olduğunu belirtiyor. Bunun gerekçesi de, zikrin azabı ve cezayı önleyeceğindendir. Nitekim"Eğer (Yunus) Allah'ı tesbih edenlerden olmasaydı, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar balığın karnında kalırdı." (Saffât: 143-144) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e fazlaca salat ve selam getirmek de böyledir. 60Hatırlayın, Mûsa kavmi için su aramıştı. Bu da İsrail oğullarımn nankörlükte bulundukları bir başka nimettir. Burada deniliyor ki: Ey İsrailoğullan! Hazret-i Mûsa'nın kavmi için su aradığı zamanı hatırlayın. Bu olay Tîh çölünde meydana gelmişti. Yahudiler şiddetli bir susuzlukla karşı karşıya kalmışlar ve Hazret-i Mûsa'nın yardımına başvurarak, Rabbinden su istemesini dilemişlerdi. Hazret-i Mûsa da onlara su vermesi için Allah'a duâ etti. Biz ona: 'Asanı taşa vur' demiştik. Biz bunu kendisine vahiyle bildirmiştik. Bu asa cennetten gelmişti. Asanın boyu Hazret-i Mûsa'nın boyu uzunluğundaydı. On zira, yani yaklaşık olarak 7,5 ile 9 metre arasında bir uzunluktaydı. Asanın iki çatalı vardı. Bu iki çatal karanlıkta ışık saçıp aydınlık yapardı. Hazret-i Adem (aleyhisselâm) bunu cennetten beraberinde getirmişti. Böylece bu asa peygamberden peygambere el değiştirerek Hazret-i Şuayb'a, onun vasıtasıyla da Hazret-i Mûsa'ya geçti.(28) Sözü edilen taş ise, özel bir taştır. Yine gelen rivayete göre, bu taşı Hazret-i Mûsa Tûr dağından yanına almıştı. Taş hafif ve kare şeklinde idi. Fakat bir başka yoruma göre bu, herhangi bir taştı. Dolayısıyla anlam şöyle olmaktadır: Ey Mûsa, elindeki asanla taş denilen herhangi bir şeye vur. Delil açısından da en açık olanı budur. Çünkü bu, Allah'ın kudretini en açık ve net bir şekilde göstermektedir. Hazret-i Mûsa'nın elindeki asayla herhangi bir taşa, ya da kayaya vurmasıyla, hemen ondan suyun çıkması, Hazret-i Mûsa'nın peygamberliğini daha güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. Eğer bu taş, özel bir taş olsaydı, o zaman insanın aklına tıpkı mıknatıs ile demir arasındaki özel bir çekim gücü sebebiyle, mıknatısın demiri çekmesi gibi, asanın da bu özel taştan su çıkmasını sağlamış olabileceği gelirdi. İşte herhangi bir taş olması bu düşünceyi tümüyle önlemiş olmaktadır. Hemen oradan on iki pınar fışkırdı. Hazret-i Mûsa'nın vurmasıyla, taştan on iki tatlı su pınarı fışkırdı. İsrailoğuları on iki boy idi. Her boy için bir pınar akmaya başladı. Hazret-i Mûsa, kavmi bir yerde konaklayınca asasıyla taşa vuruyor, hemen su fışkırmaya başlıyordu. Oradan hareket ettiklerindeyse, tekrar taşa vuruyor, bu defa fışkıran su kuruyordu. Herkes su içeceği yeri bildi. Bu on iki boydan her biri hangi pınardan su içeceklerini, hangi pınardan sularını sağlayacaklarını biliyordu. Hiçbir boy, ya da kabile bir başkasının pınarına gidip su ihtiyacını temin etmeye girişmiyordu. Bu, Yehudiler arasında kavga çıkmaması içindi. Çünkü sayıları altıyüz bin kişiydi. Ayrıca Allah, Hazret-i Mûsa'nın asasını vurmadan da denizi ikiye ayırmaya ve taştan su fışkırtmaya kadirdir. Fakat yüce Allah, böylece her şeyin bir sebebe bağlı olduğunu göstermek istediği için böyle emretmiştir. Kim bu mucizeleri inkâr ederse, gerçekten de Allah hakkında son derece cahil olduğunu ortaya koyuyor ve hayret uyandıran sanatıyla ilgili konularda hiç düşünmüyor demektir. Kurtubî de bu konuda şöyle diyor: ”Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in parmaklarından suyun fışkırması ve kaynaması, ellerinden su çıkması, gerçekten mucize yönünden en büyük olanıdır. Çünkü biz, taşlardan ve kayalardan su kaynadığını gece gündüz görmüşüzdür. Oysa bizim peygamberimizin mucizesi, daha önceki hiçbir peygamberde görülmeyen bir mucizedir. Çünkü daha önce hiçbir et ve tenden su kaynadığı görülmemiştir." Dedik ki: 'Allah'ın rızkından yiyin, için. Rızık olarak Allah, kendilerine kudret helvasıyla bıldırcın kuşu vermişti. İşte âyette yeme emri, bu ilk iki nimeti hatırlatmaktadır. İçme olayı da üçüncüsünü, taştan su kaynamasını hatırlatıyor. Âyette ”dedik ki" ifadesi geçtiğine göre, buna uygun olarak da ”rızkımızdan" ifadesi geçmesi gerekirdi. Bunun böyle denmemesinin hikmeti, yeme ve içme emrinin hitap yoluyla değil de, Hazret-i Mûsa aracılığıyla olmasından dolayı böyle denmiştir. Fakat yeryüzünde bozgunculuk ederek karışıklık çıkarmayın.' Sizler bozguncular olarak artık bu davranışınızı sürdürmeyin, buna bir son verin. Burada Yehudilerin bu şekilde tanıtılmalarının sebebi, gerçekten bunların bozguncu olduklarını göstermek içindir. Bu âyetten ayrıca, yağmur duasına çıkmanın mubah olduğunu da öğreniyoruz. Bu, yağmur yağmaması ve kuraklığın devamı halinde, ihtiyaç duyulduğu sırada yapılacak bir iştir. Böyle bir durumda, insanlar kulluklarını sergilemeli, gerçekten Allah'a muhtaç olduklarını, Allah karşısında zelil olduklarını bilmeliler ve bunu da göstermeliler. Nitekim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) yağmur duası için namazgaha çıkmış, büyük bir alçakgönüllülük ve Allah katında hiç bir şeye kadir olamayacağını gösterecek bir biçimde huşu içinde ve boynu bükük olarak davranmıştır. Rivayete göre, bir cuma günü bedevinin biri Rasûlullah'ın yanına gelerek: ”Ey Allah'ın Rasûlü! At ve davar sürüleri hep yok oldular. Yeryüzü kuraklık içindedir. Allah'a duâ et de bize yağmur yağdırsın" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), ellerini kaldırarak duâ etti. Hazret-i Enes diyor ki: ”Gökyüzü bir cam gibi pırıl pırı idi. Hiçbir bulut yoktu. Duâ üzerine hemen bir bulut belirdi ve ertesi cumaya kadar (bir hafta) yağmur yağmaya devam etti."(29) Ancak yağmur duasına çıkmadan önce mutlaka tevbe etmeli, sadaka vermeli, oruç tutmalı, halkın içinde sâlih kimseler varsa, onları bu konuda aracı ve şefaatçi kılmalıdır. Susuzluk çeken kimse, canlılar ve meralarda başıboş gezen hayvanlar, güçsüz ve zayıf yavrular ve bebeler için yağmur istemeli, bunlar adına duâ etmelidir. Allah'ın bunların bereketiyle yağmur yağdırması umulur. Ayrıca yağmur için yapılan duanın ve diğer duaların kesin kabul olunduğuna inanmalıdır. Çünkü duanın kabul olunmaması ya acizlikten veya kerem sahibi olmamaktan dolayıdır. Oysa bu gibi şeyler Allah için düşünülemez. Çünkü Allah ikram sahibidir, her şeyi en iyi bilendir ve her şeye kadirdir. Allah için duanın kabulüne engel bir şey yoktur. Allah, müminlere, bizzat kendilerinden daha yakındır. Allah onların dualarını işitir ve yakarışlarını kabul eder. 61Hani siz demiştiniz ki: Burada İsrail oğullarının atalarına ilişkin bir başka cinayet ve Allah'ın nimetine karşı nankörlükleri anlatılıyor. Onlar yine Tîh çölündeyken bu nankörlükte bulunmuşlardı. Çünkü devamlı olarak kudret helvası ve bıldırcın eti yemekten bıkmışlardı. Doğrusu insan hep aynı şeye devam edince usanır ve bıkar. Yahudiler de bunun üzerine Mısır'daki yaşantılarını hatırladılar. Çünkü kendileri orada ziraatçılıkla uğraşıyorlardı. Bundan dolayı canları, toprakta yetişen şeyleri arzulaınıştı. İşte bunun için şöyle dediler: 'Ey Mûsa! Biz bir çeşit yemekle yetinmeyeceğiz. Yiyecek anlamındaki ”taam", kendisinden gıda alınan şey anlamınadır. Burada kudret helvasıyla bıldırcın etinden ”bir çeşit yiyecek" diye sözedilmesi, birini diğerinin yanında katık olarak yemeleriydi. Böylece bunu tek yiyecek olarak adlandırmışlardı. Ya da bu ifadeyle, İsrail oğulları yiyeceklerinde hiçbir değişikliğin olmamasından yakınıyorlardı. Meselâ bir kişinin sofrasında çeşitli türden yiyecekler olsa ve hep bu tür yemekler yese bu durumda: ”Falan kimse hep aynı yiyecekleri yiyor" denir. İşte İsrail oğullarının da ifadesi buna benzer bir ifade olmaktadır. İşte bunun üzerine İsrail oğulları: Bizim için Rabbine duâ et de, Rabbinden bizim için iste de, yerin bitirdiği şeylerden... Bu, mecazi bir isnaddır.'“ Burada ”yer"in fail, yani Allah makamında kullanılması, onun bir şeyler bitirmeye elverişli olmasındandır. Sebzesinden... Yani yerde biten yeşillik; nane, kereviz, pırasa gibi şeylerden, kabağından, sarımsağından ve buğdayından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın.' O yani Hazret-i Mûsa, onların bu sözlerini reddederek: 'Hayırlı olanı, sizin için iyi ve temiz olan şeyi, daha aşağı değer bakımından daha düşük olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? Yani, kendiniz için bunu mu tercih ediyorsunuz? Eğer siz bu saydıklarınızı istiyorsanız, bir şehre, herhangi bir verimli bölgeye inin. Çünkü şu anda siz verimsiz bir çöldesiniz ve aradığınızı burada bulamazsınız. Burada ”şehir" anlamına gelen ”mısr" kelimesi, özel bir isim değildir. Bu bakımdan nekire (belirsiz) bir isim olarak gelmiştir. Orada kendiniz için istediğiniz vardır,' dedi. Yani şehirde sizin istediğiniz yeşillik ve sebze vardır. Üzerlerine horluk ve yoksulluk, aşağılanma, horlanma ve fakirlik damgası vuruldu. Tıpkı duvara çamur damgasının vurulması gibi. Bu, kinaye yoluyla yapılan bir benzetmedir. Çünkü Yehudiler ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, hep fakir ve yoksul olarak görünürler. Ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bunu hak ettiler. Bu, onların ayrılmaz bir özellikleri oldu. Allah'tan gelen gazap, dünyada yerilmeleri, âhirette de cezalandırılmalarıdır. Bu horluk ve yoksulluk damgası, onların Allah'ın âyetlerini Hazret-i Mûsa'nın eliyle ortaya konan açık mucizeleri sürekli bir şekilde inkâr etmelerinden ve haksız yere Hazret-i Şuayb, Hazret-i Zekeriya ve Hazret-i Yahya gibi peygamberleri öldürmelerindendi. Yine bu, yani açık mucizeleri inkâr etmeleri ve peygamberleri öldürmeleri, isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendi. Emirlerimi çiğnemeleri ve haram kıldığım şeyleri yapmalarındandı. İsyanda ve düşmanlıkta devam etmeleri, onları sözü edilen fiilleri işlemeye götürüyordu. Çünkü insanın küçük günahlara devam etmesi, onu büyük günahları işlemeye sürükler. Kalbin Allah'tan habersiz olması imanın tadını almaktan uzaklaştırır. Çünkü sıtmaya tutulmuş bir kimse, şekeri de acı bulur. Gaflet, kalbi helake götüren bir zehirdir. 62Şüphesiz ki iman edenler, dilleriyle inandık diyenler. Bunların, âyetin devamında yer alan kâfirlerle birlikte zikredildiklerinden dolayı, münafıklar olduğunu anlıyoruz. Ayette münafık ifadesine yer verilmeden ”iman edenler" ifadesinin geçmesi, böyle dilden inanmanın kendilerine aslında hiç bir yarar sağlamayacağına ve onları kesinlikle küfür vartasından da kurtarmayacağına işaret etmek içindir. Yahudiler, Yahova dinine girenler veya buzağıya tapmaktan tevbe edenler, ya da Hazret-i Yakub'un büyük oğullarından Yahuda'ya nisbetle isimlendirilen kimseler, Hıristiyanlar... Bunlara nasranî denmesinin sebebi, ya Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya yardım etmeleri veya Nasıra adındaki bir kasabada onunla birlikte bulunmalarından dolaylıdır. Sabiinler dinden çıkanlar... Bunlar Yahudilik ve Hıristiyanlığı bırakıp yıldızlara ve meleklere tapan bir kavimdir. Gerçi bunlar Zebur'u okusalar da hüküm itibariyle puta tapanlar gibidirler. Bunların kestikleri yenmez ve kadınlarıyla evlenilmez. Bu kâfirlerden her kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder, Allah'ın tüm peygamberlerine indirdiği şeylere, öldükten sonra dirilip âhirettte hesaba çekileceğine inanırsa, İslâm dinini de gerçek anlamda kabul eder ve Allah katında makbul olan sâlih bir amel işlerse elbette onlara, bunlara karşılık, Rableri katında mükâfat vardır. Kendilerine vadedilen ödül, işlerini düzenleyen, onları lâyık oldukları en üst dereceye çıkaracak olan Allah kalındadır. Âyet, sözü edilen bu kimselerin iman etmeleri, sâlih amel işlemeleri halinde, eski yaptıklarından hesaba çekilmeyeceklerini, ataları yüzünden sorumlu tutulmayacaklarını, sevaplarından da hiçbir şeyin eksilmeyeceğini bildiriyor. Onlara korku yoktur. Kâfirlerin cezadan dolayı korku içinde bulunduğu bir sırada bunlara korku yoktur. Ve onlar üzülmeyeceklerdir. Ömürlerini boşa geçirip sevap kazanamayanların üzüldükleri günde, bunlar üzülmeyeceklerdir. Kısacası kim imanında samimi ve amelinde ihlâslı olursa, cennete girecektir. 63Hani sizden kesin bir söz almıştık. Bu da, İsrail oğullarının atalarının işlediği bir başka cinayetin halırlatılmasıdır. Ey İsrail oğulları! Atalarınızdan, Tevrat'ta yer alan hükümlerle amel etmelerine ilişkin söz aldığımız zamanı hatırlayın. Bu olay, İsrail oğulları Hazret-i Mûsa ile birlikte Mısır'dan çıkarak, henüz Tîh çölüne gelmeden önce, denizden geçip kurtulmalarından sonra olmuştu. Tür dağını da üstünüze kaldırmıştık. Tıpkı bir gölgelik gibi tepenizde bekliyordu. Siz de, isteklerimizi kabul ettiniz ve antlaşmaya uyacağınızı söylediniz. Tûr, bilinen dağın adıdır. Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) buradan, elinde Tevrat levhalarıyla döndüğünde, Yehudiler oradaki ağır yükümlülükleri görerek, bunları yerine getirmeyi gözlerinde büyüttüler ve onları kabul etmek istemediler. Allah da Cebrail (aleyhisselâm)'a Tûr dağını üstlerine kaldırmayı emretti. Cebrail, bu dağı kökünden kaldırıp bunların tepelerinde bir gölgelik gibi bekletti. Hazret-i Mûsa: ”Ya bu hükümleri kabul edersiniz veya bu dağ üzerinize bırakılacak" dedi. Bundan kurtuluşun mümkün olmadığını anlayınca hemen emri kabul ettiler, secdeye kapandılar. Secdede iken dağın durumunu düşünüyorlardı. Dağın üzerlerine düşeceği endişesi içindeydiler. Artık Yehudilerde tam olarak secdeye varmayıp, yüzlerinin yarısı üzerine secde âdet oldu ve ”İşte bu secdeyle bizden azap kaldırıldı" diyorlardı. Size verdiğimizi kuvvetle tutun. Ciddiyet, kararlılık ve devamlı bir şekilde ona yapışın ve içindekilerini hatırlayın. Kitapta'ta bulunan hükümleri koruyun, okuyun, unutmayın, bundan bir an bile gafil olmayın. Umulur ki korunursunuz. Sizin de böylece takva sahiplerinden olup korunmanız umulabilir. 64Sonra bunun ardından yine döndünüz. Verdiğiniz sözde durmaktan ve devam etmekten vazgeçtiniz. Oysa kesin sözünüz vardı. Eğer Allah'ın üzerinizdeki fazlı ve rahmeti olmasaydı, size acıyıp fırsat tanımasaydı ve azabı ertelemeseydi, elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz. Kesinlikle helak olanlardan olurdunuz. Fakat Allah size acıdı ve tevbelerinizi kabul etti, dağı tepenizden kaldırdı. Eğer Allah bunu dilemeseydi, kesinlikle dağ tepenize inerdi. Hüsran; ana paranın kaybolması anlamınadır. Buradaki anlamıysa, hayatın yitirilmesidir. Çünkü hayat bir sermayedir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetine, farz kılınan şeylerin toptan değil, teker teker emredilmesi ve böylece onlar üzerindeki zorluğun giderilmesi Allah'ın bir lütfudur. Oysa İsrail oğullarına her şeyi toptan yapmaları emredildi. Bu bakımdan tepelerinde azabı görmedikçe, gelen hükümleri, kabul etmek istemediler. Ayrıca Allah, kendilerine bu emirleri ve buna bağlı olarak yapacakları işleri muhafaza etmelerini, ezberlemelerini, unutmamalarını ve kaybetmemelerini istedi. Bunun için de: ”İçindekilerini hatırlayın" buyurdu. Çünkü ilahî kitapların tek bir amacı vardır: Bunların gereğiyle amel etmek. Yoksa yalnızca dilden okumak değildir. Böyle olması halinde bu, o kitapları terketmek, arkalarına atmak olur. Buna şöye bir örnek verebiliriz: Bir hükümdar ülkesindeki valilerinden herhangi birisine bir ferman gönderiyor ve valinin yönetimindeki bölgede kendisi için bir saray yapılmasını emrediyor. Ferman valinin eline ulaşıyor. Fakat vali, fermanda îstenen emri yerine getirmeden her gün fermanı açıp okuyor. Şimdi hükümdar birgün çıkıp gelse ve sarayın yapılmamış olduğunu görse, yapacağı şey valiyi cezalandırmaktır. İşte Kuran da tıpkı bu ferman gibidir. Allah burada kullarına, oruç ve namaz gibi dinî rükünleri yerine getirmeleri emrini veriyor. Fakat bunların hiçbirisi yerine getirilmiyor. İşte Kur'an'ın kendisiyle amel edilmeden yalnızca okunması, kişiye hiçbir yarar sağlamaz. 65İçinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilmektesiniz. Bu âyetle Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çağdaşı Yehudilere seslenilmektedir: İsrailoğullan! Allah'a yemin ederim ki, atalarınızdan sırf zulüm olmak üzere cumartesi günü haddi aşanlar vardır. Siz de kesinlikle bunları bilmektesiniz. Çünkü Yehudilerin cumartesi günü avlanmaları yasaktı. Bu günü ibadet ve taatle geçireceklerdi. Fakat onlar, bunu dinlemeyip emri çiğnediler. Seht (Cumartesi) kelimesi, aslında kesmek anlamınadır. Çünkü Yehudiler kendilerini iş ve güçten kesecekler, yalnızca ibadetle meşgul olacaklardı. Nitekim uykuya da ”Subât" denilmesi, insanın uykudayken isteğine bağlı olarak iş yapamamasındandır. Burada hem bir uyarı ve hem de tehdit vardır. Sanki burada: ”Gerçekten sizler, başınıza gelecek olan azabı bilmektesiniz. O halde onların başına gelen şeylerin aynısının sizin de başınıza gelmemesi için, bunlardan uzak durun" deniliyor. İşte onlara: 'aşağılık maymunlar olun' dedik. Bir ceza olarak, onları yok etmek için, ”aşağılık ve rezil maymunlar olun" dedik. Bu bir bakıma onları küçümsemek, rezil etmek, hor ve hakir kılmaktır. İlk maymunların bu olaydan sonra türedikleri gibi bir anlayış doğru değildir. Çünkü onlardan önce de, maymunlar vardı. Yahudiler çirkinlikte maymuna dönüştürüldüler. Bu da onların çirkin ve kötü fiillerinin karşılığıydı. Maymuna dönüşen Yehudiler üç gün sonra öldüler ve kendilerinden herhangi bir nesil üremedi. Bugün dünyada var olan maymunlar, daha önceki maymunların soyundan türeyip gelmektedirler. 66İşte biz onu hem önündekilere, hem ardındakilere bir ibret kıldık. Bu yahudi ümmetini başka bir varlığa dönüştürmemiz, onları böylece cezalandırmamız, çağdaşlarına ve onlardan sonrakilere bir ibret olmaları için di. Böylece onlar gibi davranacak kimselerin başına da aynı şeylerin gelebileceğini belirtmek istedik. Takva sahiplerine de bir nasihat kıldık. Bunların kavimlerinden olup da, sâlih olan ve ötekilerini de haddi aşmaktan menetmeye çalışanlar için bir öğüt, hatırlatma kıldık. Şüphesiz belâ ve hüsran, iyiliğin değerini bilemeyenler için bir ceza, nimeti veren zata nankörlük edenler için uyarmadır. Eski ümmetlerde suç işleyen kimse, ya hemen başka bir varlığa dönüştürülüyor veya yerin dibine geçiriliyordu. Bu ümmetin azabıysa, kalblerinde olmaktadır. Nitekim: ”Onların gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz" (En'am: 110) âyetiyle buna işaret olunmuştur. Başka bir varlığa dönüşmek, domuza benzemek gibidir. Domuz, her türlü pisliği iğrenmeden yer. Dolayısıyla haram yiyen bir insanın kalbi de, bu anlamda domuza dönüşmüş demektir. Kalbin değişmesinin üç işareti vardır: a) Kalbi bozuk olan kimse, ibadet ve taatın tadına eremez. b) Bozuk bir kalb günahtan ve isyandan korkmaz. c) Bozuk bir kalb hiçbir kişinin ölümünden ders ve ibret almaz. Aksine böyle bir kalbin sahibi gün geçtikçe dünyaya daha çok bağlanır. 67Mûsa kavmine dedi ki: Bu, İsrail oğullarının atalarının işlediği suçların hatırlatılmasıyla, sonra gelenleri uyarmak içindir. Ey İsrailoğullan, Mûsa'nın atalarınıza söylediği: 'Allah bir sığır kesmenizi emrediyor' sözünü hatırlayın. Burada sığırdan maksat inek, ya da erkek veya dişi herhangi bir sığırdır. Bu emrin sebebi şudur: İsrailoğullan arasında çok zengin ve yaşlı biri vardı. Amcasının çocukları bunun mirasına göz koydukları için, kendisini öldürdüler ve cesedini götürüp yakın bir kasabanın sınırına bıraktılar. Sonra da, o kasabaya gelip adamın diyetini istemeye kalkıştılar. Suçu, orada bulunan birtakım kimselere yüklediler. Hazret-i Mûsa, suçlananlara cinayeti işleyip işlemediklerini sordu. Onlar da suçu kabul etmediler. Hazret-i Mûsa, işin içinden çıkamadı. Bunun üzerine yüce Allah, Hazret-i Mûsa'dan onlara bir sığır kesmelerini emretmesini istedi. Kesilen bu sığırın herhangi bir organıyla öldürülen cesede vurulacak o da kalkarak kendisini öldüreni haber verecekti. Dediler ki: Burada âdeta: ”Ne yaptılar, hemen emre yanaştılar mı?" gibi bir soru ortaya çıkıyor. Onlar da buna: 'Bizimle alay mı ediyorsun?' cevabını verdiler. Yani: ”Bizimle eğleniyor musun? Biz senden katili ortaya çıkarmanı istiyoruz, sen ise kalkıp bizden bir sığır kesmemizi istiyorsun. Bu ikisi arasında nasıl bir bağlantı var?" dediler. Bazı âlimler şöyle demektedir: Emre itaat etmemeleri ve sığırı kesmemeleri, onların bilgisizliğinden ileri gelmektedir. Mûsa (aleyhisselâm) dedi ki: 'Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım'. Çünkü Allah'ın emrinin tebliği karşısında alaya kalkışmak gerçekten bilgisizlik ve aptallıktır. Bu, dinle ilgili bir konuda alay etmenin büyük günahlardan olduğuna işaret eder. Bu bir bilgisizliktir ve böyle bir işe kalkışanda kesinlikle cezalandırılmayı haketmiş olur. Öte yandan alay etmekle, mizah, yani şaka aynı şey değildir. Hazret-i Ali şöyle der: ”Şaka ve latifede herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü insan bununla asık suratlılıktan kurtulur." Yine rivayete göre Ubeydullah b. Hüseyin'in Kûfe'de kadı bulunduğu bir sırada yanına biri gelir. Ubeydullah onunla şakalaşmak için: ”Senin şu cübben herhalde tiftikten, ya da koç yünündendir" der. Adam da: ”Sayın kadı, sen cahil misin?" diye karşılık verir. Ubeydullah da kendisine: ”Şakanın cehalet olduğunu da nereden çıkardın?" diye cevap verir ve yorumunu yaptığımız bu âyeti okur. Sonra da karşısındaki adamın cahil biri olduğunu anlayarak kendisinden yüz çevirir. Çünkü o, şaka ile alayı birbirinden ayırdedecek durumda değildir. Daha sonra Hazret-i Mûsa'nın kavmi, bir sığırın kesilmesinin kesin olarak Allah'ın emri olduğunu anlayınca, ileride de geleceği gibi, o sığırın niteliklerini soruşturmaya başladılar. Eğer böyle yapmayıp da hemen herhangi bir sığırı kesmiş olsalardı, bu yetecekti. Fakat onlar işi zora koştular. Allah da işlerini zorlaştırdı. Gerçi bu da bir hikmete bağlıdır. Burada, başka hayvanların değil de, ineğin seçilmesinin sebebi, Yehudilerin sığıra ve buzağıya tapma krondandı. Çünkü sığır sevgisi kablerine iyice yerleşmişti. Nitekim: ”Küfürleri sebebiyle kalblerine buzağı sevgisi dolduruldu" (Bakara: 93) âyetiyle Rabbimiz buna işaret buyurmuştur. Daha sonra tevbe ettiler ve Allah'a ibadete ve taata yöneldiler. Allah da, kendilerini sevdikleri bir şeyle deneyerek tevbelerinin gerçekliliğini ortaya çıkarmak, kalblerindeki sığır sevgisini kopararak atıp atmayacaklarını denemek istedi. 68Dediler ki: Sanki burada: ”Peki, buna karşılık Mûsa'nın kavmi ne dedi?" gibi bir soru akla geliyor. Buna karşılık Hazret-i Mûsa'nın kavmi, hemen emri kabul ettiler ve: Ey Mûsa! 'Bizim adımıza Rabbine duâ et, bize onu açıklasın' dediler. Çünkü İsrail oğulları kesilmesi istenen sığırın niteliğini ve durumunu öğrenmek istiyorlardı. Yani bu sığırın yaşı ve niteliğinin ne olduğunu soruyorlardı. Dedi ki: Yani Hazret-i Mûsa Rabbine duâ edip kendisine vahiy geldikten sonra şöyle cevap verdi: 'O yani yüce Allah diyor ki, o kesilmesi emredilen sığır, ne yaşlı, ileri yaşından dolayı güçsüz hale gelmemiş, ne de körpe yani henüz yavru olmayan ikisi arası bir inek. Size emredileni hemen yapın.' Bu, Hazret-i Mûsa'dan gelen bir emirdir. Yani kesilmesi emredilen ineği hemen kesin. 69Yine dediler ki: 'Bizim için Rabbine duâ et, bize onun renginin nasıl olduğunu açıklasın.' Böylece hangi sığırın kesilmesi gerektiğini bilmiş olalım. Çünkü renkler, bazı cevherler üzerinde kendisini gösteren bir arazdır. Hazret-i Mûsa, Rabbine münacattan ve açıklama geldikten sonra dedi ki: 'O yani Allah, şöyle diyor: O, sarı renkli. Sarı, yani siyah ile beyaz arasındaki bilinen renkte parlak tüylü, sapsarı renkte, bakanların içini açan bir inektir.' Onun güzelliği ve renginin göz alıcı olması bakanları hayrete düşürür. Yaratılışında bir eksikliğin bulunmaması, tırnak ve boynuzlarının güzelliği gönüllere huzur verir. 70Yine dediler ki: 'Bizim için Rabbine duâ et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın. O inek, salma, yani serbest dolaşan ve meraya bırakılan bir inek mi, yoksa çalıştırılan bir inek mi? Bu tekrar tekrar sormalarının sebebi, meselenin ve hayvanın durumunun, renginin, niteliğinin tümüyle anlaşılması içindir. Çünkü inekler birbirine benzer. Sarı renkte birçok sığır vardır. Bu itibarla hangisini keseceğimiz konusunda kuşkuya düşmekteyiz. Allah dilerse doğruya erişmiş oluruz.' Kesilmesi emredilen ve istenen ineği bulabiliriz. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Eğer İsrail oğulları 'inşaallah' (Allah dilerse) demeselerdi, hiçbir zaman istenen sığırı bulamayacaklardı." (31) 71Hazret-i Mûsa, Şöyle dedi: 'O yani Allah şöyle buyuruyor: O, boyunduruk altına alınmayan... Çalıştırılmak suretiyle ezilmeyen, yer sürmeyen, ekim için koşulmayan, ekin sulamayan, ekin sulamak için dolaba da koşulmamış olan, bütün ayıplardan uzak, hiç alacası olmayan, her türlü ayıptan ve kusurdan arınmış, sapsarı bir inektir.' Nitekim ”hiç alacası olmayan" ifadesi, bu gerçeği ortaya koymaktadır. Boynuz ve tırnaklarına dek sapsarı bir inek. Yahudiler bu nitelikleri duyduktan sonra dediler ki: 'İşte şimdi gerçeği söyledin.' Şimdi, kuşku duyduğumuz noktalarda açıklanınca, artık gerçek ortaya çıkmış oldu, hiç bir şüphemiz kalmadı deyip Hemen onu kestiler. Bütün bu nitelikleri toplayan sığırı buldular ve ağırlığınca altın verip satın alarak kestiler. Az kalsın bunu yapmayacaklardı. Kestiler ama, neredeyse bundan vazgeçeceklerdi. 72Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de, Bu âyet, anlam itibariyle 67. âyetten önce olduğu halde lafız itibariyle ondan sonraya bırakılmıştır. Çünkü sığırın kesilmesiyle ilgili kıssanın baş tarafı burada anlatılmaktadır. Yani, siz bir kişiyi öldürdünüz ve sonra Hazret-i Mûsa'ya başvurdunuz. Ondan Aliaba duâ etmesini istediniz. O da size: ”Allah size bir sığır kems eminiz emrediyor..." (Bakara: 67) anlamındaki âyetleri bildirmişti. Bu âyetin lafız bakımından sonra getirilmesindeki amaç, katilin ortaya çıkması için sığırın kesilmesidir. Bir de âyette öldürülme olayı, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çağdaşı Yehudilere izafe edilmektedir. Çünkü bu yalı udiler atalarının yaptığına rızâ göstermekteydiler. Anlam şöyle oluyor: Ey İsrail oğulları! Atalarınızın haram olan bir canı öldürdükleri dönemi bir hatırlayın... Bu konuda birbirinize düşmüştünüz. Siz öldürülen kişinin katili konusunda birbirinizle çekişip duruyor ve öldürme olayını birbirinizin üzerine atıyordunuz. Oysa Allah, gizlediğinizi açığa çıkaracaktı. Hiç kuşkusuz, gizlediğiniz bu olayı Allah ortaya çıkaracaktı. Çünkü O, hiçbir şeyi gizli kapaklı bırakmaz. 73Onun için (ineğin) bir parçasıyla, sığırın herhangi bir organıyla, ona yani öldürülene vurun, demiştik. Onlar da vurdular ve adam hemen dirildi. Çünkü âyetin bundan sonraki bölümü bunu göstermektedir: İşte Allah böylece ölüleri diriltir. Rivayete göre, Yehudilerin sığırın bir organıyla vurmaları üzerine, Allah'ın izniyle, öldürülen kişi hemen dirildi. Şah damarından kanlar akıyordu. ”Beni amcamın oğullarından falan ve falan adlı iki kişi öldürdü" dedi. Sonra da yine düşüp öldü. Bunun üzerine o iki kişi yakalanarak öldürüldüler. Artık bundan böyle, yakınlarını öldüren katiller, öldürdükleri kimseye varis kılınma haklarını yitirdiler. Hazret-i Mûsa, kendisine sihirbaz veya göz boyayıcı denmemesi için ölüye bizzat sığırın parçasıyla kendisi vurmayıp bunu başkasına yaptırdı, ”işte böylece" ifadesi ölünün dirildiği sırada hazır bulunanlara işaret etmektedir. Yani Allah ölüleri, tıpkı buradaki şaşkınlık verici şekliyle olduğu gibi, başka durumlarda da diriltir. Böylece hem sözle ve hem taklidî anlamda olayı görüp kabul ettiler. Allah bu diriltme olayını açık ve kesin bir şekilde ortaya koyup gösterdi. Bu tıpkı Hazret-i İbrahim'in: ”Fakat kalbimin tatmin olması için" (Bakara: 260) sözüne benzer bir şekilde olmuştu. Öte yandan bu hitabın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde bu âyetin inişi esnasında ölümden sonra dirilmeyi inkâr eden kimselere olması da mümkündür. Bu durumda herhangi bir ifade takdirine ve ilavesine gerek de kalmamış oluyor. Aksine olay ”...ona vurun" kısmıyla sona eriyor. Size âyetlerini Allah'ın her şeye kadir olduğunu gösteren delillerini gösterir ki, böylece bir tek canı diriltmeye kadir olan zatın tüm varlıkları da diriltmeye güç yetirebileceğini, nefislerinize uymaktan uzak durup Allah'ın size emrettiği şeylere itaat etmeniz gerekeceğini olgun bir akılla düşünesiniz. -Allah'ın vasıtasız olarak ölüleri diritmeye kadir olduğu bilindiği halde- Sığırın kesilmesinin ve bir parçasıyla ölüye vurulmasının şart koşulmasındaki hikmet Allah'a yakınlaşmayı, üzerine yüklenen görevi yerine getirmeyi, yetimin lehine kârlı bir ticaret yapılmasını, Allah'a tevekkül konusuna dikkat çekmeyi, çocuklara karşı şefkatli, ana-babaya karşı da saygılı olmayı içerdiği içindir. 74Sonra bunun ardından kalbleriniz yine katılaştı. Hitap. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in çağdaşı yah udi bilginlerinedir. ”Sonra" (Stimme) kelimesi, bunların kalplerinin katılaşması uzak görüldüğü içindir. Çünkü insanın gönlünü yumuşatacak birçok olaylar ve deliller ortaya konulduğu halde, bunlar durumlarında hiçbir değişiklik yapmadan aynen kalmışlardır. Bu, tıpkı : ”...Böyle iken siz hâlâ kuşkulanıyorsunuz" (En'am: 2) âyetiyle ifade olunan durum gibidir. Âyetteki ”kasvet" kelimesi, katı ve sert anlamına gelmektedir. Tıpkı taş katılığında bir sertlik... Âyette kalbler katılık ve sertlikte taşa benzetiliyor. Çünkü hiçbir şeyden ders ve ibret almıyorlar. Hiçbir öğüt ve vaaz kendilerini yumuşatmıyor. Bu kadar şeyler işitmelerine, ölünün dirilmesi olayını görmelerine ve daha birçok işaretlerin sunulmasına rağmen, hiçbir şey onları etkilemedi ki, bunlardan dağlar erir, kayalar yumuşardı. Onlar, taş gibi. O kalbler, katılıkta ve sertlikte taş gibi, hatta daha da katıdır. Bilakis bu kalbler, katılık bakımından taşları da geçmiştir. Çünkü taşlardan öylesi var ki, Bu, katılığın derecesini açıklamak ve aynı zamanda ”hatta daha da katıdır" ifadesini kanıtlamak anlamında bir açıklamadır. Ondan nehirler fışkırır. Öyle taş ve kayalar var ki, kendilerinde meydana gelen yarılmalar ve çatlamalar sonucu bunlardan nehirler fışkırır. Öyleleri de var ki, çatlar da ondan su çıkar. Öyle taş ve kayalar da bulunmaktadır ki, yarılırlar, çatlarlar ve bunlardan pınarlar ve gözeler çıkar. Öylesi de var ki, Allah korkusundan yuvarlanır. Allah korkusunun ne olduğunu bildiği için dağın üst tarafından aşağılara iner. Oysa bu Yehudilerin yürekleri o kadar katıdır ki, ne eğilmesini ve ne de yumuşamasını bilir. İçine kesinlikle huşu girmez ve kendisine emredileni yapmaz. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. O, yaptığınız her şeyden haberdardır. Bu, onların katı yürekli olmalarından ve bu sebeple kötü ameller işlemelerinden dolayı şiddetli bir tehdiddir. Kâfirin kalbi katılıkta taşı da geçmiştir. Oysa taşlar anlayıştan, kavrayıştan ve idraktan yoksun oldukları halde, Allah'a boyun eğiyor ve Allah korkusundan paramparça olabiliyor. Nitekim: ”Biz Kur'an'ı bir dağa indir şeydik, Allah korkusundan onu baş eğmiş, çatlamış görürdün" (Haşr: 21) buyurulmuştur. Kâfirin kalbiyse, kendisinde anlayıp kavrama imkânı olduğu halde ne yumuşuyor ve ne de boyun eğiyor. Ehli sünnet, cansız varlıklarla diğer canlıların da kendilerine özgü namazları, tesbihleri ve Allah'tan korkuları olduğu görüşündedirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”Aslında hiçbir şey yoktur ki, hamd ile Allah'a tesbih etmesin." (İsra: 44) ”Kanatlarını çırparak sıra sıra uçan kuşların, Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz ve tesbihini bilir." (Nûr:41) Burada insana düşen görev, bu gibi şeylere inanmak ve bunlara ilişkin ilmi ve bilgiyi de Allah'a havale etmektir. Rivayete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mescid'in direklerinden biri olan bir hurma kütüğüne dayanarak hutbesini okurdu. Ancak kendisi için bir minber yapılınca, bundan böyle hutbesini bu minbere çıkarak okumaya başladı. Rasûlullah'ın daha önce hutbesini yaslanarak okuduğu kütük bu ayrılığa dayanamadı ve mescidde bulunanların duyabilecekleri bir tonda, tıpkı bir devenin inleyişi gibi inledi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), minberden inerek kütüğü kucakladı. Kütük ancak bundan sonra sakinleşti.(32) Yine Rasûlullah'tan gelen bir rivayete göre; çobanın biri, koyun sürüsünün içindeyken, bir kurt sürüye saldırır ve bir koyunu kapıp götürür. Çoban kurdun peşine takılır ve koyunu kurtarır. Bunun üzerine kurt, çobana dönerek: ”Başında hiçbir çobanın bulunmayacağı ve kurtların günü olacak o günde, onları benden kim kurtaracaktır?"der. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çevresinde bulunanlar: ”Sübhanallah! Konuşan bir kurt?" diye şaşkınlıklarını dile getirirler. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bizzat kendim buna inanıyorum, Ebu Bekir ve Ömer de inanıyor" buyurdular. (33) İşte bu verilen örneklerde görüldüğü gibi, Allah kıyamet gününde kâfirlerin derilerini de böylece konuşturacaktır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in avuçlarında çakıl taşlarının tesbih etmesi, kendisini zehirlemek isteyen Yehudilerin sunduğu zehirli koyunun konuşması, iki ağacın Hazret-i Peygamber'in tuvalete çıktığı bir sırada gelip ona siper olmaları ve sonra yeniden yerlerine dönmeleri gibi daha nice mucizeler. "Sonra kalbleriniz yine katılaştı" âyetiyle ilgili olarak bazı hikmet sahibi kimseler, şöyle demişlerdir: ”Kalbleriniz kurudu." Kalbin kuruması demek, gönlün Allah korkusu ve halka şefkatten yoksun kalması ve bu duygulardan boşalması demektir. Eğer herhangi bir gönülde Allah korkusu ve halka şefkat duygusu yoksa, o gönül taş gibi, hatta taştan dalia katıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah'ı zıkretmeksizin fazlaca konuşmayın. Çünkü Allah'ı zikr etmeksizin çok konuşmak kalbi katıl aştırır. Doğrusu Allah'tan en uzak olan insanlar da katı yürekli olanlardır. ” (34) Meşhur bir söz de şöyledir: ”Dört şey var ki, bunlar kişinin bedbahtlığının alâmetlerindendir: Yaşsız göz, katı yürek, uzun emel, dünyaya düşkünlük." (35) 75Size inanacaklarını umuyor musunuz? Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanları hakka davet etme konusunda çok istekliydi. Onların, getirdiği şeylere iman etmelerini istiyordu. Hatta onların katı yüreklilikleri ve inatçılıkları yüzünden zaman zaman Rasûlullah'ın göğsü sıkışıyordu. İşte bunun üzerine yüce Allah, İsrail oğullarının inat konusunda hepsini geçtiklerini Hazret-i peygambere haber verdi. Yahudiler birçok açık mucizelere rağmen, hep inatçılıkla karşı çıkmışlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zamanındaki kitap ehlinin sergiledikleri tavır karşısında, Allah kendisini teselli için gerekeni bildiriyordu. Çünkü kitap ehlinden iman edenler ve daveti kabul edenler oldukça azdı. Bu âyetteki hitap Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ashabınadır. Ayette yer alan ve soru anlamım ifade eden ”Hemze" Yehudilerin inkarcılıklarını ve imana yaklaşmalarının uzak bir ihtimal olduğunu göstermektedir. Bu, tıpkı: ”Sen babanı mı döveceksin?" sorusıındaki inceliğe benzer. Burada anlatılmak istenen, insanın babasını dövmesinin imkânsızlığıdır. İşte Yehudilerin de iman etmeleri böylesine uzak bir ihtimaldir. Demek isteniyor ki, sizler yahııdilere ilişkin tüm haberleri duydunuz. Yaptıkları kötülükleri de ayrıntılarıyla bilmektesiniz. Tüm bu bildikleriniz karşısında siz halâ Yehudilerin tümünün veya bilginlerinin size inanacaklarını mı bekliyorsunuz? Oysa onlar kötü ahlâkta birbirlerinin benzeridirler. Ataları ne yapmışsa onlar da aynısını yaparlar. Öyle ise onların sizi yalanlamalarına üzülmeyin. Oysa onlardan bir bölümü, Daha önce yaşamış olan atalarından bir kısmı, Allah'ın Tevrat'ta okudukları sözünü işitiyor, ona akıl erdirdikten, gerçeği anlayıp bu konuda hiçbir kuşkuları kalmadıktan sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nitelikleri ve recin âyeti gibi Tevrat'ta bulunan hükümleri değiştiriyorlardı. Atalarının izinden giden bu kimseler nasıl iman etmiş olurlar? Çünkü bunlar inatçı bir toplumdurlar. Bu bakımdan, onlardan iman etmeleri beklenmez. Bile bile onu değiştiriyorlardı. Tevrat'ın doğru ve kendilerinin de yalancı olduğunu bile bile onu bozuyorlardı. Âyetteki ”Allah'ın sözünü işitiyorlar"dan maksat, Hazret-i Mûsa'nın okuduğu Tevrat'ı işitiyorlar, demektir. 76Yahudilerin münafıkları iman edenlerle, Resûlullahin ashabıyla karşılaştıklarında sizin Hazret-i Peygamberin Tevrat'ta müjdelenen peygamber olduğuna inandığınız gibi, biz de 'iman ettik' derler. Birbirleriyle yalnız kaldıkları zaman ise, münafık olmayanlar diğerlerine: 'Allah'ın size açtıklarını, özellikle Tevrat'taki Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'le ilgili nitelikleri, Rabbiniz katında yani O'nun hükmüne ve kitabına göre demektir. Aleyhinize kıyamet gününde bir delil olsun diye mi anlatıyorsunuz? Buradaki soru, böyle bir şeyin yapılmaması gerektiğini bildiren bir anlamdadır ve: ”Bunları mü'minlere anlatmayın" demektir. Her ne kadar Müslümanlara bunları anlatan Yehudilerin, ileride aleyhlerine olması gibi bir amaçları olmasa da, fakat onların bu fiileri neticede bunu gerektireceğinden akıllarının son derece zayıf ve görüşlerinin cılız olduğunu belirtmek için böyle yapmışlar gibi kabul edilmişlerdir. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?' derler. Onların bu sözleri de, daha önceki soruları doğrultusundadır. Yani hâlâ düşünmeyecek, aklınızı başınıza devşirmeyecek ve bu büyük hatada direnecek misiniz? Çünkü bu, mü'minlerin lehinde, sizin ise aleyhinizde bir delildir. Bu durumda yadırganan şey daha en başta düşünememcktir. Ya da, siz bunun zaten asılsız olduğunu bile bi le nasıl gidip onlara anlatıyor ve neden uyarıya gerek duyuyorsunuz. Bu durumda yadırganan şey ise bu işi yaptıktan sonra olayı halâ anlamamak ve bu hususta akılsızlık göstermek demektir. 77Bilmiyorlar mı ki... Buradaki soru edatı, red ve kınamak içindir. Ey Yehudiler, siz arkadaşlarınızı mü'minlerle konuştukları için kınıyor musunuz? Yarın aleyhinizde bir delil olmasından mı endişe ediyorsunuz? Şimdi arkadaşlarını kınayanlar bilmiyorlar mı ki, Allah gizlediklerini ve açığa vurduklarını biliyor. Yani Allah, onların gizledikleri ve açığa vurdukları her şeyi bilir. Nitekim onların küfürlerini gizlemeleri ve iman ettiklerini söylemeleri de bu kabildendir. Acaba arkadaşlarını kötülemede, azarlamada kendileri için ne gibi bir yarar olacak ki? 78Onların yani Yehudilerin içinde bir de ümmîler yani okuma ve yazmaları olmayan kimseler vardır. Ümmî demek Arap ümmetine mensup kişi demektir. Arap toplumu ilimden ve okumadan nasipleri olmayan bir millettir. Dolayısıyla bu kelime okuma ve yazması olmayanlar için istiare olarak kullanılmıştır. Kitabı yani Tevrat'ı bilmezler ve dolayısıyla onu inceleyerek, içinde Hazret-i Peygamberin niteliklerini belirten delilleri öğrenip işin gerçeğini bilebilecek güçte değillerdir ki, böylece iman edebilsinler. Bütün bildikleri birtakım kuruntulardır. Buradaki istisna aynı cinsten olmadığı için, münkati olarak kabul edilmiştir. Çünkü kuruntuları kitaba dayalı şeyler değildir. Sadece kendilerince kabul ettikleri bâtıl şehvetlerden ibaret şeyleri almaktadırlar. Bunlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in niteliklerine ilişkin yaptıkları değişiklikler, cehennem ateşinde ancak sayılı günlerde ceza görecekleri, peygamber atalarının kendilerine şefaat edecekleri anlamında birtakım asılsız kuruntudan ibaret şeylerdir. Oysa bu kabul ettikleri şeylerin doğruluğu hakkında ellerinde herhangi bir delilleri de yoktur. Onlar sadece zan içinde bulunurlar. Kesin olmayan birtakım bilgilere dayanırlar. Yani gerçekten bunlar bilimsel anlamda delile sahip değiller, tek dayanakları zan ve taklitten ibarettir. Şimdi durumları böyle olan bir toplumdan kesin temellere oturtulmuş bir iman beklenebilir mi? 79Artık kitabı kendi elleriyle yazıp, değiştirerek... Bu, herhangi bir mecazi anlamayı ortadan kaldırmak için yapılan pekiştirmedir. Çünkü insan bazan: ”Falancaya yazdım" der, oysa o bu ifadesiyle, mecazen ”falancaya yazılması için başkasına bir yazı yazmasını emrettim" demek istemektedir. Az bir değerle satmak için: 'Bu, Allah katındandır,' diyenlerin vay hâllerine! Bunlar kitabı değiştirdikten sonra da, kendi içlerindeki sıradan kimselere bu değiştirilen şeylerin Tevrat'ta bulunduğunu söylerler. "Veyl" yani ”vay hâllerine" kelimesi, helak olma durumundaki herkes için söylenen bir ifadedir, bir kimsenin azaba çarpılmasını istemek anlamında bir bedduadır. Yani bunlar için gerçekten büyük bir ceza vardır. Rivayete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye gelince yahudi din bilginleri, bundan böyle liderliğin ellerinden gideceğini, gelir kaynaklarının kuruyacağını görünce korkmaya başladılar. Bunun için ayak takımından kimseleri iman etmekten alakoymak için, Hazret-i Muhammed'le ilgili olarak Tevrat'ta bulunan: ”Ahir zaman peygamberi, güler yüzlü, kıvırcık saçlı, sürme gözlü, orta boylu" gibi nitelikleri değiştirerek bu ifadeler yerine: ”Uzun boylu, mavi gözlü, düz saçlı..." gibi ifadelerle değiştirdiler. İşin gerçeğini bilemeyen sıradan Yehudiler durumu hahamlara sorduklarında, hemen kendilerinin değiştirip yazdıkları ifadeleri okuyor, dolayısıyla bu niteliklerin Rasûlullah'ta olmadığını gören bu kişiler de onu yalanlıyorlardı. Çünkü hahamlar yaptıkları bu değişikliğin karşılığında rüşvet alıyorlar, bunu önemsiz bir dünyalık için yapıyorlardı. Ayette ”az bir değer" ifadesinin geçmesi, dünyadaki tüm varlığın yok olacağı ve bunların yaptığı şeylerin de bir faydası olmayacağındandır. Ellerinin yazdığından dolayı vay haline onların! Tevrat'ı kendi elleriyle değiştirmeleri yüzünden kendileri için kesin ve büyük bir azap vardır; onlar için bu, kesinleşmiştir. Kazandıklarından ötürü vay haline onların! Rüşvet almalarından, günah olan işleri yapmalarından dolayı vay hallerine!.. Bu âyetlerde birtakım işaretler vardır, şöyle ki: 1- Kişinin bilgisi, kesin anlamda kavrayışı ve Allah ile konuşması, ona gerçek anlamda iman etmeyi sağlamaz. Bu, ancak Allah'ın rahmeti ve fazlı ile kazanılır. Nitekim Allah: ”Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyen temize çıkamazdı" (Nûr: 21) buyurmuştur. Bilindiği gibi Allah, İblis denen şeytanla konuştu ve ona şöyle hitap etti: ”Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmenden seni alıkoyan nedir?" (Sad: 75) Dikkat edilirse, Allah'ın lütfü ve rahmetiyle desteklenmeyen, böyle bir imanın bir yararı olmadığı görülür. Çünkü İblis, böyle bir imandan yoksun olduğu için bundan yararlanamamıştı. Bir şey açık seçik ortaya konduktan sonra, eğer o kimse iman üzere kalmıyorsa, böyle birine delillerin faydası olmaz. 2- İnatçı bilgin ve taklitçi cahil, sapıklıkta eşittirler. Çünkü âlimin görevi, ilmiyle amel etmesini bilmek, cahilinki ise, işi taklit ve zanda bırakmayıp, ilim yönünden sağlam olan şeye dayanmaya çalışmaktır. Çünkü din, yalnızca temenni ve kuruntularla sürdürülecek bir olay değildir. Dolayısıyla taklit dışında bir başka yol araştırmayanlar, hep bozuk zanlarına dayananlar, kapalı tahminlerden ileri geçmeyenler için, kitaptan kendilerine sadece okumaları dışında bir nasip ve pay yoktur. Bunlar onu okurlar, ama inceliklerini ve anlamlarını kavrayamaz ve kavramak için çalışmaz; bunun sırları ve hakikatleri üzerinde eğilmezler. İşte bu, günümüz inşalarının çoğunluğunun durumunu yansıtıyor. Adam müslüman olduğunu ileri sürüyor ama İslâm'dan hiç haberi yoktur. İster müslümanlık iddasında bulunan olsun, ister temennide bulunan olsun, ikisi de hüsrandadır. Sonu hasret, pişmanlık ve vebaldir. 3- Allah'ın dinini değiştiren, onda var olmayan bir şeyi, bid'atler yoluyla ona sokan kimseler de yukarıdaki tehdit hükmünün kapsamındadır. Nitekim Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ahir zamanda olabilecekler hakkında ümmetini uyarmış ve bu konuda şöyle buyurmuştur: ”Dikkat edin, uyanık bulunun! Sizden önce kitap ehlinden olanlar, yetmişiki millete (fırkaya) ayrıldılar. Bu ümmet ise yetmişüç fırkaya ayrılacaklardır. Bunlardan biri dışında hepsi cehennem ateşindedir. ” (36) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), din yönünden Allah'ın kitabına, Rasûlünün ve ashabının sünnetine aykırı bir şeyler ortaya koyarak halkı saptıran kimseler hakkında uyarıda bulunmuştur. Nitekim bu tür şeyler, bütün uyarılara rağmen bugün yaygınlık kazanmıştır. Nihayet hepimiz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz. 4- Sûfî diye adlandırılan bazı kimseler, görünürde velilere ve kalb ehline bağlandıkları halde, iradeleri bunu doğrulamaz, hep gaflet ehline eğilim gösterirler, onların sözlerini dinlerler. Gaflet ehlinin işledikleri şeyleri yapmaya çalışırlar. Nefislerinin arzusu doğrultusunda bir şeye çağrıldıkları zaman, hemen bu isteklerine boyun eğerler. ”Ellerinin yazdığından ötürü vay hallerine onların! Kazandıklarından ötürü vay haline onların!" Çünkü bunlar, hakkı inkâr ettiler, dinsizliğe saptılar, kötü ve bozuk inancı seçtiler. Hep halkı aldatıp onları sapıklığa sürüklediler. İşte birçok insanları doğru yollarından saptıranlar bunlardır. Salik'in, yani hak yolcusunun görevi, hak olan mevcuda ulaşmak için çaba göstermek, vehimlerinden kesinlikle kurtulmak, hiçbir zaman dış görünüşlere aldanmamak ve ibret alınacak şeylerin aslından da habersiz olmamaktır. Kuşkusuz hak yol, bütün inceliklerden daha ince, bütün derin sulardan daha derin ve bütün genişliklerden daha geniştir. İnsanların en cahili, kendi içindeki sahip olduğu kesin bilgiyi terkedendir. Çünkü onda, kesinlikle kuşku bulunmayan nitelikler vardır. Halbuki o, hep insanların yanında var olanın kendisi için daha doğru olduğunu sanıp durmuş ve hiç dönüp kendisine bakmamıştır. Haris el-Muhasibî demiştir ki, ”bâtıl ile medhedilmeye rızâ gösteren kişi, kendisiyle alay edilmesine rızâ gösteren gibidir. Nitekim birisine: 'Senin karnından çıkan pisliğin tıpkı misk ve esans gibi bir kokusu vardır' denilse, o da kendisine bunu söyleyen kimsenin bu ifadesiyle sevinse ve onun alay etmesiyle mutlu kalsa, bu hiç olacak bir iş mi? Halbuki akıllı kimse, bu tür kimselerin sözlerine aldanmaz. Aksine bu şahsın yapacağı bir şeyler vardır, gerçeği elde edebilmesi için, hakikati bulmak için gayret gösterir." Hep büyüklenip böbürlenen vaize yazıklar olsun! Çünkü o insanların onun ellerini öpmesine aldanmış ve kendisini, dinleyicilerden daha hayırlı görmüştür. Hep övülmeye ve yerilmeye aldanıp durmuştur. Bundan ancak kalbindeki kibiri çıkartmakla kurtulabilir. Bunun ölçüsü de kendisinin elini öpenlerle kendisine sille tokat atanların yanında bir olmasıdır. Hatta sille ve tokatların tercih edilmesidir. 80Yine Yehudiler boş bir iddia olarak dediler ki: 'Bize sayılı günler dışında, yedi günle sınırlı çok kısa bir zaman dışında âhirette asla ateş dokunmayacaktır.' Onlar: ”Dünya günleri yedi bin yıldır. Biz her bin yıl için bir gün azab göreceğiz" derler. Ya da: ”Atalarımızın buzağıya taptıkları günler sayısında, yani kırk gün azab göreceğiz ”derler. Ayrıca şunu da söylerler: ”Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz. Dolayısıyla hiçbir zaman azab görmeyeceğiz. Yalnızca babanın oğula ve sevenin sevdiğine yaptığı türden çok kısa bir süre için ceza görecek, sonra da bağışlanacağız." Kuşkusuz bütün bunlar boş ve asılsız iddialardır. Küfrün cezası, tıpkı imanın mükâfatı gibi, ebedidir. Çünkü bir dine inanan kimse, sürekli bir hayat için ona bağlanır. Bü yüzden karşılığı da sürekli olacaktır. Ey Rasûlüm Muhammed! Onları susturmak ve kınamak için de ki: 'Allah'tan bu konuda işin böyle olacağına ilişkin bir söz mü aldınız? İleri sürdüğünüz bu iddiayı destekleyen bir haber, ya da bir güvence mi aldınız? Kesin ve güçlü bir söze dayanan bir haber almadan böyle bir iddia ortaya atılamaz. Eğer, öyle ise söylediğiniz gibi, Allah'tan böyle bir vaad ve güvence almışsanız, Allah, kesinlikle sözünden dönmez. O ahdini bozmaz. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?' Fakat iş sizin söylediğiniz gibi değildir. Siz hep uyduruyor ve yalan söylüyorsunuz. Rivayete göre, Yehudilerin, cehennemde kalacaklarını idda ettikleri süre bitince, cehennemin bekçileri onlara: Ey Allah'ın düşmanları! İddia ettiğiniz süre bitti. Şimdi cehennemde sonsuza kadar kalacaksınız derler. Böylece artık orada ebedî kalacaklarını kabullenirler. 81Evet..., Arapçada ”belâ" kelimesi, nefiden sonra isbat için kullanılır. Yani, ”evet, size sonsuza kadar dokunacaktır." demektir. Kim kötülüklerden, yani büyük günah türünden bir kötülük işler ve hataları kendisini kuşatırsa, onu her yönden; kalbinden, dilinden, elinden, tıpkı bir düşman gibi çepeçevre sararsa... Bu durum ancak kâfirde gerçekleştiği için, selef müfessirleri ”kötülüğü", ”küfür" olarak yorumlamışlardır. İşte onlar, nitelikleri anılan bu kötülüğü işleyen ve hataları tarafından kuşatılmış olan kimseler cehennemliktirler. İşte durumları böyle olanlar Orada ebedî, sürekli olarak kalacaklardır. Onlar ileri sürdükleri gibi yedi veya kırk gün sonra kurtulacaklarını nereden biliyorlar? Ayette geçen ”Seyyie" kelimesi, ”küfür" şeklinde yorumlanmıştır. Âyette büyük günah işleyenin cehennemde ebedî kalacağına dair bir delil yoktur. Bu, kâfirlere mahsustur. 82İman edip kalpleriyle Allah'ı ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i doğrulayıp sâlih ameller işleyenler, farzları yerine getiren ve günahlardan uzak duranlar ise, işte onlar, cennetliktirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Ölmeyecekler ve sonsuza kadar oradan çıkmayacaklardır. İlâhî kanunun bir gereği olarak, cehennemle korkutan âyetlerin hemen ardından, cennetle müjdeleyen âyetler geliyor. Bu, kulların aydınlatılması konusunda O'nun hikmetinin bir gereğidir. Bazan teşvik, bazan korkutma; kimi zaman müjde, kimi zaman da uyarı niteliğinde olur. Çünkü insan olgunluğa, lütuf ve kahırla birlikte yükselir. Böylece Cemal ve Celâl cennetini elde eder. Bir zaman İsrailogullarından: ”Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anaya, babaya, yakınlara, yetimlere ve düşkünlere iyilik yapın. İnsanlara güzel söz söyleyin. Namazı kılıp, zekâtı verin" diye kesin söz almıştık. Sonra siz pek azınız müstesna yüzçevirdiniz. Zaten siz yüzçeviricilersiniz. 83Bir zaman İsrail oğullarından Tevratta ”kesin söz almıştık." Arapçada ”misak" kelimesi, kesin söz anlamına gelir. Bununla İsrail oğullarının durumunu düşünmeleri ve daha sonra gelenlerin imanlarından ümitlerini kesmeleri konusunda Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve mü'minlere seslenilmektedir. Çünkü Yehudilerin geçmiş atalarının kötülükleri onların imansızlıklarına yol açtı. Kuşkusuz, yılandan ancak yılan doğar. Bu bakımdan : ”Kişinin eğer aslı ve mayası temizse, ondan doğacak olanlar da temiz olur" denmiştir. Yani, onlardan kesin bir şekilde söz almıştık. Bunları hatırlayın: 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, Allah'tan başkasının birleyicisi olmayın ve O'ndan başkasına ulûhiyet vermeyin. Anaya, babaya iyilik yapın, onlara güzel bir şekilde ve şefkatle davranın, Allah'ın emrine aykırı olmadığı sürece onların emrettiği şeyleri yerine getirin. Yakınlara, yetimlere ve düşkünlere iyilik yapın. ”Yetim", henüz ergenlik çağına erişmeden babası ölen küçüğe denir. Bunlar hakkındaki iyilik, güzel terbiye ve eğitimle, haklarının kaybolmaktan korunmasıyla sağlanır. Düşkünlere iyilik ise, güzel sözle, kendilerine sadaka vermekle sağlanır. "Düşkünler" diye ifade ettiğimiz ”mesâkîn" kelimesi, ”sükûn" kelimesinden türemiştir. Âdeta fakirlik kendisini hareketten alıkoymuş, hareketsiz hale getirmiştir. İnsanlara güzel söz söyleyin. Dikkat edilirse, belli kimselere mal ile iyilikte bulunma emrediliyor. Bu kimseler; ana-baba, yakınlar, yetimler, düşkünlerdir. Mal herkese yetmeyeceği için, tüm insanlara güzel sözle muamele edilmesi emredilmiştir. Nitekim akıl sahibi herkes bunu rahatlıkla yapabilir. Yani, onlarla güzel geçinerek, en güzel ahlâkı sergileyerek onlara karşı tatlı söz sarfedin. Namazı kılıp, zekâtı verin,' diye kesin söz almıştık. Yukarıda anlatılan genel ibadet kavramı içine namaz ve zekât girdiği halde, burada tekrar, özellikle belirtilmişlerdir. Yani: ”Ey İsrailoğullan, bütün bu anlatılanlar hususunda sizden söz aldık. Siz de kabul ettiniz ve yöneldiniz. Sonra siz pek azınız müstesna yüzçevirdiniz. Siz verdiğiniz sözden yüzçevirdiniz, devam etmediniz, o sözü terkettiniz. Ancak atalarınızdan pek azı yahudiliğin gereğini Allah'ın emrettiği gibi yerine getirdiler. Sizden de Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibileri gereğini yerine getirdiler. Zaten siz yüz çeviricilersiniz. Yani zaten siz, Allah'a itaat etmekten yüz çevirmeyi alışkanlık haline getirmiş bir kavimsiniz. Burada ”yüz çevirmek", karşı karşıya gelmekten kaçmak ve başka bir yöne yönelmek anlamındadır. Bu âyette bir takım şeyler sayılıyor. Bunlardan biri ibadet, yani kulluktur. Kulluğun şartı, kulun ibadetini yalnızca gerçek mabudu için yapmasıdır. Her arzudan soyutlanmak, sadece O'na dönmektir. Buna göre, kim yaptığı ibadelerle herhangi bir yaratığın hoşnutluğunu gözetir, ya da övülmeyi bekler veya kendi nefsi için dünya ve âhiret arzusunun peşinde koşarsa, ihlâs mertebesinden düşer ve riyakârlığa sapmış olur. Bu şeylerden biri de ana ve babaya iyiliktir. Allah, ana ve baba haklarının büyük olduğunu belirtmiştir. Çünkü Allah Kur'an'ın birçok âyetlerinde ana ve baba haklarını kendi haklarıyla beraber zikretmiştir. Çünkü insanın ilk yetişmesi Allah taranırdandır. İkinci yetişmesi ise Ana ve baba tarafından sağlanan terbiye ve eğitimledir. Nitekim: ”Üç şey, üç âyette birlikte anlatıla gelmiştir, bunlardan herhangi biri, yanındaki olmadan kabul olmaz" denilmiştir: Birincisi: ”Allah'a itaat edin ve Peygamber'e de itaat edin." (Nisa: 59) âyetidir. İkincisi, ”Bana ve anne-babana şükret" (Lokman: 14) âyetidir. Üçüncüsü: ”Namazı kılın, zekatı verin" (Bakara: 43) âyetidir. Ana ve babaya iyilik; onlara güzel davranmak, tevazu kanatlarını germek, emirlerini yerine getirmek, sevdiklerini gidip görmek, ölümlerinden sonra da, bağışlanmaları için duada bulunmaktır. 84Yine sizden kesin söz almıştık. Ey Yehudiler! Sizden söz aldığımız zamanı ve Tevratta verdiğiniz sözü hatırlayın. Size demiştik ki: 'Birbirinizin kanını dökmeyin. Kiminiz kiminizin kanını akıtmasın. Ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın.' Bir kısmınız diğerlerini ülkesinden çıkarıp atmasın. Sonra siz şahitler olarak Bu ifade, ikrar olayını pekiştirmek için gelmiştir. Tıpkı ”falanca kimse şu işi yaptığını kabul etti" ifadesine benzer. Ya da: ”Ey Yehudiler! Siz o gün atalarınızın yaptığı sözleşmeye tanık olarak, bunu kabul ettiniz. Bu sözleşmeyi onayladınız, kendiniz için lüzumunu ve korunmasının gerekliliğini kabul ettiniz. 85Sonra siz, o kimselersiniz ki... Siz, bundan sonra söz verenlerden ayrı öyle bir kavimsiniz ki, birbirinizi öldürüyorsunuz birbirinizin canına kıyıyorsunuz, içinizden bir kısım insanları yurtlarından çıkarıyorsunuz. Onların aleyhine günah işlemek ve düşmanlık yapmakta işleyenini yermeye sebep olan günahta ve zulme kadar varan zalimlikte yardımlaşıyorsunuz. Âyet delalet etmektedir ki, zulmetmek haram olduğu gibi, zalime yardım etmek de haramdır. Bununla beraber size esir olarak başvurduklarında fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Ülkelerinden çıkarıp attığınız bu kimseler, size esir olarak kurtarılmaları için başvurduklarında, siz fidye verip kurtarıyorsunuz. Halbuki onları yurtlarından çıkarmak size haramdı. Allah Tevrat'ta İsrail oğullarından, birbirlerini öldürmeyecekleri, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacakları ve İsrail oğullarından nerede bir köle ya da cariye bulurlarsa, onu satın alıp hürriyetlerine kavuşturacakları konusunda söz almıştı. Kureyza ve Nadir Oğulları, iki kardeş yahudi kabilesiydi. Evs ve Hazreç de iki kardeş arap kabilesiydi. Bunlar müşriktiler. Putlara tapıyorlardı. Kıyamet nedir, helal ve haram nedir, tanımazlardı. Şemr savaşında birbirinden ayrıldılar. Aralarında düşmanlık meydana geldi. Kureyza Oğulları Ev s'in yanında yer aldı ve onlara yardım etti. Nadir Oğulları ise Hazrec'in yanında yer aldı ve onlara arka çıktı. Evs ile Hazreçliler arasında bir savaş çıkınca, Kureyza oğulları Evs'in yanında, Nadir oğulları da Hazrec'in yanında yer alıyordu. Her kabile, kardeşlerine karşı, anlaşmalı olduğu grubu destekliyor ve diğerlerinin kanını akıtıyor, üstün geldiklerinde yurtlarını yağmalıyor ve onları oradan çıkarıyorlardı. Oysa ellerinde Tevrat vardı ve içindekileri de biliyorlardı. Savaş bittiğinde, Kureyza Yehudileri, kendilerinden olup Hazreçlilerin eline düşen esirlerini, Nadîr Yehudileri de, kendilerinden olup, Evs'in eline esir düşen kardeşlerini fidye vererek kurtarıyorlardı. Bu yüzden araplar bunları kınıyor ve ”Nasıl hem savaşıyor ve hem de fidyeleşiyorsunuz?" diye soruyorlardı. Onlar da: ”Bizim onları kurtarmamız emredildi ve onları öldürmemiz haram kılındı" cevabını veriyorlardı. Bunun üzerine: ”Öyleyse niçin onlarla savaşıyorsunuz?" diyorlar, onlar da: ”Aramızda sözleşme yaptığımız kimselerin bizi küçük görmelerinden utanıyoruz" diye cevap veriyorlardı. İşte onlar, bu çelişkileri yüzünden yeriliyorlar. Burada kısaca şöyle deniliyor: Siz, fidye dışında, bütün emirlerden yüz çevirdiniz. Çünkü Allah bunlardan, şu dört konuda söz almıştı: Öldürmeyi, yurtlarından çıkarmayı, onlar aleyhine düşmanlarıyla yardımlaşmayı terketmek ve esirlerini fidye karşılığında kurtarmak. Siz, kitabın bir kısmına iman ediyor, yani kitabın bir bölümüne inanıp da, öldürme ve sürgün yasağı gibi emirler içeren bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Oysa iman davası, onun bir kısmıyla birlikte geri kalan kısımlarına da inanmayı gerektirir. Çünkü onun hepsi de Allah katındandır ve sözleşmeye dahildir. Bunların yerilmelerinin sebebi, kitabın bir kısmına inanmakla birlikte, bir kısmını inkâr etmeleridir. Ey yahudi topluluğu! İçinizden bunu yapanın yani kitabın bir kısmına inanmakla birlikte, bir kısmını inkâr edenin cezası, dünya hayatında rezil olmaktır. Onlar için zillet, rezillik ve alçaklık vardır. Kıyamet gününde içinde herşeyin karşılığının verildiği o günde de böyleleri en şiddetli azaba uğratılır. Bu, cehennemde uğratılacakları cezadır ve onların dünyada rezil edilmelerinden daha şiddetli olduğu gibi, ondan önceki azaplardan da daha şiddetlidir. Çünkü dünyadaki azabın bir gün sonu gelir. Halbuki cehennem azabının sonu yoktur. Allah yaptıklarından habersiz değildir. Burada bir kısmı sayılan suçlarınızın hiçbirinden habersiz değildir. Onların yaptıklarından hiç biri Allah'a gizli kalmaz. Yeniden dirilme gününde onlar, bütün bunlardan dolayı cezalandırılacaklardır. Bu, gerçekten şiddetli bir tehdit, suçtan dolayı büyük bir azar ve itaata devam konusunda büyük bir müjdedir. 86İşte onlar, daha önce sözü edilen çirkin niteliklerle nitelenen kimseler, âhireti verip dünya hayatını satın alanlardır. Dünya hayatıyla âhireti değiştirenlerdir. Onlar, elde etmeleri mümkün iken âhiret hayatına sırt çevirdiler. Yukarıda kitabın bazı hükümlerini inkâr etmeleri hususu, anlaşmalı bulundukları kimseler verdikleri sözü tutmak içindir. Çünkü bundan birtakım dini ve dünyevî çıkar bekliyorladı. Onların azabı, ister dünya ile, isterse âhiretle ilgili olsun hafifletilmeyecektir. Üzerlerindeki azaba engel olunmayacak ve yardım da görmeyeceklerdir. Kendilerine gelecek azabı, şefaat yoluyla veya zorla kimse önleyemeyecektir. Şüphesiz ki, hem dünya, hem de âhiret lezzetlerini birlikte kazanmak mümkün değildir. Akıllı kimse, âhiret kazancına rağbet eden, dünyaya meyletmeyen, şeytanın emirlerine uyarak kanını akıtmayan ve nefsin arzuları peşinden koşmayandır. 87Şüphesiz ki biz, ey İsrail oğulları, yemin olsun ki Mûsa'ya kitabı verdik, yani bir defada, topluca Tevrat'ı verdik. Ondan sonra da, birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Biz, Hazret-i Mûsa'dan sonra birbirleri ardından, peş peşe peygamberler gönderdik. Meryemoğlu İsa'ya, o, mübarek anlamına gelen İsa Ye su'ya da açık mucizeler verdik. Meryem, Süryanîce'de hizmet eden ve ibadet eden kadın demektir. Meryem'i annesi Mescide hizmet etmesi için bırakmıştır. Nitekim ibadetindeki üstünlüğü ve dürüstlüğü sayesinde Allah, kendisini Kerîm olan kitabında, peygamberlerle birlikte yedi kez anmış ve şu âyette olduğu gibi, ona tıpkı peygamberler gibi hitapta bulunmuştur: ”Ey Meryem! Rabbine boyun eğ. O'na secde et. Ve rükû edenlerle beraber rükû et." (Âl-i İmrân: 43) Allah, onu erkeklerle beraberce zikretti, Hazret-i İsa'ya verilen mucizeler, ölüleri diriltmek, körü ve alaca hastalığına yakalananı iyileştirmek, kayıplardan haber vermek gibi açık mucizelerdir. Ve kendisini, Ruh'ül-Kudüs ile destekledik. Onu tertemiz kutsal ruhla destekledik ki, bu Cebrail (aleyhisselâm)'in ruhudur. Onun temiz olarak nitelenmesi, hiçbir günah işlememesinden, ruh adının verilmesi de, peygamberlere, kalplere hayat veren şeyleri getirmesindendir. Hazret-i İsa'nın, kendisiyle desteklenmesi demek, onun ta ilk anından yaşlılığına kadar, Ruh'ül-Kudüs tarafından korunması dolayısıyladır. Bu yüzden doğum esnasında ve Yehudiler kendisini öldürmek istediğinde göğe kaldırılırken şeytan ona yaklaşamamıştır. Burada diğer Peygamberler arasından Hazret-i İsa'nın zikredilmesinin sebebi ise Hazret-i Mûsa'dan sonraki peygamberlerin, Tevrat hükümlerini infaz için gönderilmelerine karşılık Hazret-i İsa'nın şeriatıyla, Tevrat'ın birçok hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Hazret-i Mû sa ile Hazret-i İsa arasında dört bin peygamber (nebi) vardır. Demek ki ne zaman bir peygamber size bir şey getirse... Burada hitap, her ne kadar aşağıda açıklanacak davranışlarda bulunanlar ataları olsa da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanındaki Yehudileredir. Nitekim bunlar da, ataları gibi peygamberleri öldürmemiş olsalar bile, büyüklük taslıyorlar, onların izinden gidiyor ve yaptıklarını onaylıyorlardı. Şu halde size bu peygamber nefislerinizin istemediği yani arzu ve heveslerinize aykırı düşen bir şey getirse, ona uymaktan ve Allah katından getirildiğine iman etmekten büyüklük taslayıp gurur ve kibire kapılarak, Hazret-i İsa ve Hazret-i Muhammed gibi bir kısmını yalanlayacak ve Hazret-i Zekeriya ve Hazret-i Yahya gibi bir kısmını da öldürüceksiniz öyle mi? Burada ”bir kısmı" anlamındaki ”ferîkan" kelimesinin iki yerde de fiilden önce zikredilmesi konunun öneminden ve dinleyenin dikkatini yaptıkları şeylere çekmek içindir. Âyette ”öldürdünüz" şeklinde değilde, ”öldüreceksiniz" şeklinde geçmesi, onların bu iğrenç ve kötü durumlarını ortaya koymak içindir. Yapılan iş daha önce geçmiş olsa da, şimdiki durumlarına da uygun geliyor. Onlar bu çirkin davranışın kötü damgasını taşıdıkları gibi, gelecek nesilleri de aynı damgayı taşıyacaklardır. Ya da ”Bir kısmını da öldüreceksiniz öyle mi?" ifadesinden, daha sonra da bu fiili yapacaksınız anlamı çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah korumamış olsaydı, Yehudiler Hazret-i Muhammed'i öldüreceklerdi. Nitekim ona karşı büyü yapmaları, yemek için hazırladıkları koyunun etine zehir katmaları da bunu göstermektedir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ölüm sırasında şöyle buyurmuşlardır: ” Hayber'de yediğim o bir lokma zehirli etin etkisi halâ zaman zaman beni yokluyor. (İşte bu, şah damarımın kesildiği andır.)" (37) 88Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yaşadığı dönemdeki Yehudiler: 'Kalplerimiz perdelenmiştir,' kalplerimiz perdelerle örtülmüştür, dolayısıyla ne Muhammed'in getirdiği şey ve ne de onun anlam ve inceliği oraya ulaşamıyor dediler. İşte bunun üzerine Allah, gerçekten bunların kalplerinin bu şekilde yaratılmış olduğu hakkındaki iddialarını reddediyor. Çünkü onlar, fıtrat üzere yaratılmışlardır. Hayır, Allah onları inkârlarından dolayı lânetlemiştir. Aksine inkârları yüzünden Allah onları rezil ve rüsvay etmiştir. Ne de az iman ederler. Bu da kitabın bir kısmına olan imanlarıdır. 89Onlara, Allah'ın katından, ellerinde bulunanı tasdik eden bir kitap gelince... Bu, Kur'an'dır. Onun Allah katından olduğunun belirtilmesi, bu kitabın değerini ve üstünlüğünü vurgulamak içindir. Aynı zamanda bu kitap, tevhid ve bazı yasaları açısından Tevrat'la uygunluk içerisindedir. Onlar -daha önce, Hazret-i Muhammed'in gelişinden evvel, kâfirlere karşı kendilerine yardım edilmesini bekliyorladı.- Bununla arap müşriklere ve Mekke kâfirlerine karşı yardım bekliyorlar ve düşmanlarına:"Geleceği konusunda söz verilen peygamberin gelme günü yaklaştı. O bizim söylediklerimizi de doğrulayıcı olarak çıkacaktır. Onunla birlikte, tıpkı Ad ve İrem kavimlerinin öldürülmesi gibi, sizi öldüreceğiz" diyorlardı. Evet kendilerine bildikleri gelince... Liderlik konusundaki hırs ve çekememezlikleri yüzünden onu inkâr ettiler. Ellerinde bulunan kitaptaki, yani Tevrat'taki niteliklerini değiştirdiler. ”Bildikleri"nden maksat kitaptır. Çünkü Hazret-i Peygamber'e indirileni tanımaları, onu tanımaları anlamına gelirdi. Allah'ın laneti kâfirlerin yani onların üzerinedir. Burada ”onlar" zamiri yerine doğrudan ”kâfirler" ifadesinin kullanılması, küfürleri sebebiyle lanete hak kazandıklarını göstermek içindir. Lanet kâfirler için kullanıldığında, mutlak anlamda rahmet ve ikramdan uzaklaştırılmak, günahkâr mü’minler hakkında kullanıldığında ise ikramdan uzaklaştırılmak anlamlarına gelir. Nitekim Hazret-i Peygamberin: ”Kim ihtikâr yaparsa o lanetlenmiştir." ifadesi de böyle bir anlama işaret etmektedir. Burada, halkın sıkıntılı zamanında satmayı düşünerek daha önce mal alıp saklayan kimsenin, iyi kimselerin elde edeceği dereceden uzaklaştırıldığına işaret edilmektedir. Yoksa bu, Gaffar olan Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılma anlamında değildir. Bilinmesi gereken bir nokta da şudur. Lânetlenmeyi gerektiren üç nitelik vardır: Küfür, bid'at ve fısk. Bunlardan her birinin de üçer derecesi vardır: Birincisi: Genel niteliğiyle lanetleme: ”Allah'ın laneti kafirler veya bidatcılar, ya da fâsıklar üzerine olsun," sözü gibi. İkincisi: Bir öncekine göre daha özel niteliklerle yapılan lanetleme: Allah'ın laneti Haricîler ve Ralizîler üzerine, ya da zina yapanlar veya zalimler üzerine olsun sözü gibi. Üçüncüsü: Bir kimseye, lanette bulunmak: Bu kimse, ya da kimseler şeriatçe küfürleri sabit olan kişilerse, bunlara lanet okumak caizdir. Ancak böyle bir lanet, küfürleri sabit olmayan Müslümanları rahatsız etmiyorsa ”Allah'ın laneti Firavun ve Ebû Cehil üzerine olsun" demek caizdir. Çünkü bunların kâfir olarak öldükleri kesindir. Eğer şeriat açısından küfrü sabit olmayan kişinin, meselâ herhangi bir şahıs olan Zeyd, Amr ya da başka kişilerin lanetlenmesi hatalı ve tehlikelidir. Çünkü bunların ölürken son durumları bilinmemektedir. Kaldı ki, çoğu zaman kafir bile müslüman oluyor veya tevbe ederek Allah'a yakınlaşmış bir kimse olarak ölüyor. Şu halde nasıl onun lanetlenmiş olduğuna hükmedilir? Vahşînin Hazret-i Peygamber'in amcası Hazret-i Hamza'yı öldürdüğü, sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla müslüman olduğu ve Allah'ın onu cennetle müjdelediği görülmüyor mu? Öte yandan lanet, kimi zaman laneti yapana döner. Meselâ lanetlenen kimse, eğer lânetlenmeye layık değilse, bu lanetleme işi laneti yapana döner. Mü' mini lanetlemek, tıpkı onu öldürmek gibidir. Çoğu zaman bir kimse malına lanet okur ve bu yüzden Allah malından bereketi alır. Allah'ın yarattıklarından ne bir cansız, ne bir hayvan, ne de bir insan lânetlenemez. En iyisi lanetleme işini bırakmak, bunun yerine zikir ve tesbihle uğraşmaktır. Çünkü zikir ve tesbihle uğraşmakta sevap vardır, halbuki lânetlemede, lanetlenen kimse bunu hak etmiş olsa bile sevap yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Cehennem ateşini gördüm. Buradakilerin birçoğu kadınlardır. Çünkü kadınlar fazlaca lanette bulunurlar, kocalarının iyiliğine nankörlük ederler. Eğer sen bir ömür boyu bunlardan birine iyilikte bulunsan, sonra da senden bir şey görse, 'senden hiç bir hayır görmedim', der. ”(39) 90Allah'ın, risalet yükünü taşımaya ehil olan kullarından dilediğine yani seçtiğine.... Burada kastedilen kişi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Yahudiler son peygamberin geleceğine inanıyorlar, fakat onun Hazret-i İshakin soyundan geleceğini zannediyorlardı. Ancak son peygamberin İsmailoğulları arasından çıkınca kıskandılar. Peygamberlik gibi bir görevin İsrail oğullarından başkalarına geçmesini kabullenemediler. İşte böylece Allah'ın lütfundan bir şey, yani vahiy indirmesini kıskanarak... Burada kıskanmak, kendisine ait olamayan bir şeyi istemektir. Kıskanan kişi, kıskandığı kimsenin makamına, elinde bulunan imkânlara göz koyan kimsedir. ”Bâği" ise, başkasının sahip olduğu şeyleri çekemediği için zorla onlara el koyan kimsedir. O'nun indirdiğini, yani yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı kitabın özelliklerini öğrendikten sonra inkâr etmekle, kendilerini yani imanlarını karşılığında sattıkları şey yani küfür ne kötüdür! Bu yüzden onlar, gazap üstüne gazaba lanet üstüne lanete uğradılar. Yani yaptıklarına denk bir gazaba hak kazandılar. Onlar, hak peygambere karşı zalimce davranıp inkâr ederek küfür üzerine küfre düştüler. Kâfirler için hor ve hakir kılıcı bir azap vardır. Bununla onların aşağılanmaları ve horlanmaları isteniyor. Çünkü bunların küfrü, Peygamber Efendimize indirilen şeyi çekememe duygusuna dayanan kıskançlık sebebiyledir. Onlar insanlara karşı üstünlük peşinde oldukları için Hazret-i Peygambere indirilen şeyi küçümsediler. Ayette ayrıca, müminlerin azaplandırlıimasının eğitim ve arındırma, kâfirlerin azapl andın İmalarının ise, aşağılama ve ağır bir cezalandırma olduğuna işaret vardır. 91Onlara: 'Allah'ın indirdiklerine iman edin' denildiğinde: 'Biz sadece bize indirilene iman ederiz' derler. Hazret-i Peygamberin ashabı, Medine ve çevresindeki Yehudilere, Allah'ın indirdiği bütün kitaplara iman edin dediklerinde, bunlar: ”Biz, bize indirilen Tevrat'a ve ve İsrail oğullarından olan peygamberlere indirilenlere iman etmeye devam edeceğiz" derler. Ondan sonra geleni, kendilerinden olmayan peygamberlere indirileni inkâr ederler. Halbuki O yani daha sonra gelen o kitap ellerindeki Tevrat'ı tasdik eden onu onaylayan hak bir kitaptır. Gerçek anlamda ”hak" adına lâyık olan, bu kelime mutlak anlamda kendisi için kullanılan kitaptır. Burada Yehudilerin sözleri reddedilmektedir. Çünkü Tevrat'a uygun olanı inkâr etmeleri aynı zamanda onların Tevrat'ı da inkâr etmeleri demektir. Daha sonra onlara, Tevrat'a inandıkları iddasmda oldukları halde bizzat Tevrat'taki yasağa rağmen niçin peygamberleri öldürdükleri sorusu yöneltiliyor: Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: Burada, Allah tarafından Yehudilerin söz ve davranışlarındaki çelişkiler ortaya konularak Hazret-i Peygamberin şöyle demesi istenmektedir: 'Eğer mü'minseniz daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?' Siz, eğer iddia ettiğiniz gibi Tevrat'a inanıyorsanız, bundan önce neden peygamberleri öldürüyordunuz. Oysa Tevrat'ta da bu haramdır. Burada babalarının fiili olan ”öldürme" işi çocuklarına isnad ediliyor. Çünkü babalarla çocukları arasında benzerlik vardır. Âyet, herhangi bir masiyete rızâ gösteren kimsenin onu yapmış gibi olduğuna delildir. Çünkü Yehudiler, babalarının öldürmelerine rızâ gösteriyorlar. Allah da kendilerini katiller diye adlandırdı. Çünkü: ”Eğer mü'minseniz daha önce niçin Allah'ın peygamberlerini öldürüyordunuz?" buyurmuştur. Burada şartın cevabı mahzuftur. Çünkü âyetin öncesi zaten buna işaret ediyor. Yani: ”Eğer iddia ettiğiniz gibi Tevrat'a inanıyorsanız niçin onları öldürdünüz?" 92Şüphesiz, Mûsa size apaçık delillerle geldi. Allah'a Yemin olsun ki Hazret-i Mûsa, asa, el, denizin yarılması gibi apaçık mucizelerle size geldi. Sonra siz onun ardından zalimler olarak buzağıyı ilâh edindiniz. Hazret-i Mûsa'nın mucizeleri getirmesinden sonra siz onun ardından buzağıya tapındınız. İbadet edilecek olana değil, ibadet olunmayacağın önünde eğildiniz. Çünkü sizler zalimlersiniz. 93Bir zaman üzerinize Tûr'u kaldırıp sizden kesin söz aldık. Dağı kaldırırken de; 'Size verdiğimiz Tevrat'a kuvvetle sarılın ve dinleyin' dedik. Sıkı sıkıya sarılın, Tevrat'ta yer alan hükümleri dinleyin, dinlediklerinize kabul ve itaat gözüyle bakın. Onlar ise: 'Dinledik ve isyan ettik' dediler. Sanki burada ”ne dediler?" gibi bir soru var. Onlar da, senin sözünü duyduk, ancak itaat etme kulağıyla dinlemedik. Biz senin emrine karşı geldik, isyan ettik. Eğer dağın üzerimize düşme korkusu olmasaydı, kabul etmezdik. Atalarının durumu bu olan insanların iman etmeleri nasıl düşünülebilir? İnkârlarından dolayı buzağının sevgisi kalblerine işledi. Daha önceki küfür ve inkârları yüzünden kalblerine buzağı sevgisi işledi. Küfürlerinin bir cezası olarak, kalblerine buzağı sevgisi yerleşti. De ki: 'Eğer mü'minseniz, imanınız size ne kötü bir şey emrediyor!' Hazret-i Peygamber'in çağdaşı Yehudileri kınamak için de ki: ”İddia ettiğinize göre size indirilen Tevrat'a imanınız size ne kötü şey emrediyor." Burada emrin imana isnadı sırf onlarla alay etmek içindir. Eğer gerçekten Tevrat'a inanıyorsanız, o zaman Tevrat sizin işlemekte olduğunuz bu iğrençlikleri doğru bulmaz. Dolayısıyla siz kesinlikle Tevrat'a inanmıyorsunuz. Çünkü bir kimse eğer inandığını ileri sürüyorsa, davranışlarının söylediklerini tasdik etmesi gerekir. Aksi takdirde o kimse mü'min olamaz. 94De ki: 'Eğer âhiret yurdu yani cennet, Allah katında başka insanlara değil de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına değil de sadece size tahsis edilmişse, oraya Yehudiler dışında kimsenin giremeyeceği konusundaki sözünüz doğruysa ve bu iddianızda samimi iseniz, ölümü istesenize!' Onu hem dil ve hem kalble sevip isteyerek: ”Allah'ım! Bizi öldür" desenize. Çünkü kesin olarak cennete gireceğine inanan, orayı arzular, bir an önce oradaki nimetleri elde etmeyi ve bu dünyadan kurtulmayı ister. Eğer, cennetin yalnızca size ait olacağı sözünde samimi iseniz, hemen ölümü isteyin. Temenni: Bir şeyi nefiste istemektir. Genel olarak da gerçekleşemeyen şeyler için kullanılır. 95Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden yani işlemiş oldukları Hazret-i Peygamber ve Kur'an'ı inkâr, Tevrat'ı tahrif gibi cehenneme girme sebepleri olan suçlardan dolayı ölümü asla, ne şimdi, ne gelecekte ve ne de herhangi bir zamanda istemeyeceklerdir. Burada ”ellerinin" kelimesinin özellikle belirtilmesi, yapılan şeylerin genellikle elle yapılması dolayısıyladır. Allah, zalimleri çok iyi bilir. Allah bunları ve bunlardan meydana gelen şeyleri çok iyi bilir. Bu bir tehdittir. Rivayete göre, eğer Yehudiler ölümü arzulamış olsalardı, onlardan her biri kesinlikle can çekişir ve anında ölürlerdi de yeryüzünde asla bir tek yahudi bile kalmazdı. ”Ölümü asla istemeyeceklerdir" ifadesi bir mucizedir. Çünkü bu, gaybla ilgili bir haberdir. Nitekim haber verildiği gibi de olmuştur. Eğer, ”Temenni kalbte olan bir olaydır. Dolayısıyla onlar ölümü istediler mi, istemediler mi, bilinemez" diyecek olursan, cevabımız şudur: Temenni kalbe ait bir şey değildir. Bu, insanın dilini ilgilendiren bir sözdür. Meselâ, keşke benim, için şu iş böyle olsaydı, gibi. Nafi diyor ki: ”Yanımızda bir yahudi oturuyor ve bizimle tartışıyordu. Bu arada: ”Sizin kitabınızda, ”ölümü temenni edin" ifadesi yer alıyor. Ben ise ölümü istiyorum, ama gördüğünüz gibi niçin ölmüyorum?" dedi. İbn Ömer bunu duyunca, hemen evine girdi, kılıcını aldı ve çıktı. Yahudi onu görünce kaçmaya başladı. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle dedi: ”Allah'a yemin ederim ki, eğer ona yetişseydim, kesinlikle boynunu vururdum. Bu cahil yahudi zannetti ki ölümü temenni etmeme her zamanki Yehudiler içindir. Oysa bu Hazret-i Peygamberi görüp tanıdıktan sonra inatlarında direnen ve onun peygamberliğini inkâr eden Yehudiler içindir. Yahudiler, kendilerinin Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını iddia ettikleri gibi, cennetin de yalnızca kendilerine ait olduğunu ileri sürdüler. Oysa insan, sevgilisinin huzuruna girmekten rahatsız olamaz; oraya gittiği zaman intikam korkusu yaşayamaz. Aksine insan, sevdiğine bir an önce kavuşmayı bekler. Kendilerine ”bunu isteyin" denilince onlar bunu arzu etmezlerse iddialarında yalancı oldukları ortaya çıkar. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ölüm temennisini yasaklayarak şöyle buyurmuştur: ”Biriniz, başına gelen bir zarar sebebiyle ölümü istemesin. Ancak: Allah'ım, eğer hakkımda yaşamak hayırlıysa beni yaşat, eğer ölmek hakkımda hayırlıysa, beni öldür" desin.(40) Sâlihlerden biri de şöyle der: "Eğer kızlarım ve günahlarım olmasaydı, Kesinlikle ölümü ister ve ona koşarak giderdim." Selıl-i Tûsterî de: ”Şu üç kişiden başkası ölümü temenni etmez: Ölümden sonra nelerin olabileceğini bilemeyen cahil adam; Allah'ın kendisi için belirlediği kaderden kaçan kişi ve Allah'a kavuşmayı içtenlikle isteyen kimse" der. Ölümün en büyük belâ ve en büyük felâket olduğunu bil. Bundan daha büyüğü, ölümü unutmak ve onun için gerekli olan ameli terketmektir. Gerçekten ölümden ibret almak isteyenler için çok ibretler vardır. Nitekim: ”Nasihatçı olarak ölüm yeter" denilmiştir. Doğrusu ölümü hatırlayan kimse, dünya arzularından el etek çeker. Fakat gafil kalbler hep vaizlerin uzun uzadıya anlatmalarına, süslü püslü kelimelerle meseleyi aktarmalarına muhtaçtırlar. Öyle olmasaydı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Lezzetleri yok eden ölümü çok amn."(41) hadisi ile Allahü teâlâ'nın: ”Her nefis ölümü tadacaktır." (Âl-i İmran: 185) Buyruğu, dinleyen için yeter ve buna bakar da bununla meşgul olurdu. Akıllı kimse, ölüme, ölmeden önce istekle koşar, nefsini de düşük huylardan arındırır. 96Sonra Yüce Allah, elçisi Hazret-i Muhammed'e, Yehudiler için: Onları insanların hayata en düşkünü, olarak bulacağını ve bu yüzden de ölümü istemeyeceklerini bildiriyor. Şirk koşanlardan daha tutkunu bulacaksın. İnsanlardan ve müşriklerden daha hırslı. Müşriklerin, onlar da insan oldukları halde, ayrıca ve özellikle anılması, bunların hayata olan şiddetli tutkunlukları dolayısıyladır. Bunda büyük bir kınama vardır. Çünkü müşrikler, dünya hayatından başka bir hayat tanımazlar. Bunların dünyaya düşkünlükleri de garipsenmemelidir. Çünkü cennetleri burasıdır. Eğer hak bir kitaba sahip olan bir toplum, amellerin karşılığının verileceğini ikrar ederek hayata bunlardan daha çok düşkünlük gösteriyorsa, en büyük kınamayı hak etmiş olurlar. İşte bu müşriklerden her biri bin yıl yaşamak ister. Bunu arzular ve bunu temenni eder. Bu, onların hayata düşkünlüklerinin anlatılması içindir. Böylece anlam, onlardan her birinin sonsuzluğu yakalamak ve bin yıllık bir ömre sahip olmak istediklerine işaret etmektedir. Bin sayısının özellikle anılması bu kimselerin, aralarında selamlaştıklarında karşılıklı olarak: ”bin yaşa", ”bin mehrican (bayram) lar" demelerindendir. ”Müşrikler" deyiminin mecûsiler için kullanılması da doğrudur. Çünkü onlar ”nur" (aydınlık) ve ”zulmet" karanlığa inanırlar. Oysa içlerinden herhangi birinin çok yaşaması, kendisini azaptan yani ateşten, cehennemden uzaklaştıracak değildir. Allah, onların yaptıklarını çok iyi görür. Görür anlamındaki ”hasır" kelimesi, arapçada bir şeyin içeriğini en ince noktasına dek bilen demektir. Yani Allah onların gizli amellerini, küfür, isyan ve günahlarını bilir. Hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Allah, onları bunlarla cezalandıracak, dünyada rezil, rüsvay kılıp, âhirette de en büyük cezayı verecektir. Bu, Allah için zor değildir. Kalbi katılaşmış olanların, kalblerini tedavi etmeleri gerekir. Bu da birkaç şekilde olur: 1- İlim meclislerine giderek, vaaz ve öğütlere kulak vermek, iyilere ilişkin haber ve menkıbeleri dinlemek suretiyle kendilerinde mevcut olan kötü huylarını terketmeleridir. Çünkü bunlar kalbleri yumuşatan şeylerdir. Kalblerin kararmasını engelleyen hususlardır. 2- Ölümü anmak. İnsanın ölümü çok hatırlaması, dünyaya karşı olan tutkunluğunu azaltır. Çünkü ölüm, toplulukları birbirinden ayırır, oğul ve kızları yetim bırakır. 3- Can çekişip ölmek üzere olanlara bakmak, yanlarında bulunmak. Çünkü ölüye bakmak, can çekişmesini seyretmek, ölümden sonraki şeklini düşünmek, gerçekten boğazdaki lokmanın yutulmasını engeller, iştahları keser. Kalblerden sevinci uzak kılar, uykuları kaçırır, bedenlerde rahatı yok eder. Böylece kişiyi amele yöneltir. Bundan böyle çalışıp yorulmaya, ölüm gelmeden önce ona hazırlık yapmaya çalışır. Çünkü bu, şiddetlerin en şiddetlisidir. Rivayete göre sâlih kimselerden biri, Medine surları üzerinde durur ve her gün şöyle seslenirlerdi: ”Ey Medine halkı! Göç başladı! Göç başladı." derdi. Aradan zaman geçti. İnsanlar onun sesini işitmez oldular. Sorduklarında ”O öldü." denildi. Bunun üzerine insanlardan biri şu beyitleri söyledi: Göçü anıp duruyordu. Derken deveci devesini kapısına ıhtırdı. Onu uyanık ve hazırlıklı buldu. Zaten emelleri hiçbir vakit onu oyalamamıştı. 97De ki: Kim Cebrail'in düşınanıysa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicret edip Medine'ye geldiğinde, Yehudilerden Abdullah b. Sûriyâ geldi ve : ”Ey Muhammed! Söylediğin şeyleri Allah'tan alarak sana getiren hangi melektir?" diye sordu. Hazret-i Peygamber de: ”Cebrail" dedi. Yahudi: ”O bizim düşmanını izdir. Çünkü o azap meleğidir. Hep savaş, öldürme, azap ve şiddet indirir. Bizim elçimiz Mikail'dir. Çünkü o rahmet meleğidir. Bereket, bolluk, müjde ve huzur indirir." dedi. Bunun üzerine: ”De ki: Kim Cebrail'in düşmanıysa" âyeti indi. Burada ”kim" anlamındaki ”men" sözcüğünün cevabı gizlenmiştir. Yani, kitap ehlinden kim Cebrail'e düşmanlık ederse, böyle bir şeyin anlamı yoktur. Aksine onu sevmesi gerekir. Bilsin ki, geçmiş kitapları, yani daha önce indirilen ilâhi kitapları tasdik eden, ınü'minler için bir müjde yani cennetin müjdecisi ve hidayet olan hak dine yönelten Kur'an'ı, Allah'ın izniyle Onun emri ve kolaylaştırmasıyla senin kalbine o indirmiştir. Ona düşmanlık etmeye gerek yoktur. Eğer insaflı davransalar, mutlaka onu severler, yaptıklarından dolayı da, kendisine teşekkür ederlerdi. 98Kim inatla ve emrine aykırı davranarak; kibirli bir şekilde O'nun taati dışına çıkarak Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa... Burada bu iki meleğin özellikle belirtilmesi, bunların üstünlüklerinin açıkça ortaya konması amacına dayalıdır. Şüphesiz ki, Allah da kâfirlerin düşmanıdır. Burada zamîr yerine bizzat ”kâfirler" lâfzının açıkça getirilmesindeki hikmet, Allah'ın da onlara düşmanlık ettiğini bildirmek içindir. Buna göre anlam: ”Kim onlara düşmanlık ederse, Allah da ona düşmanlık eder ve onu en ağır şekilde cezalandırır." demektir. 99Ey Rasûlüm Muhammed! Şüphesiz biz, sana apaçık, Allah katından oldukları ve işaret ettikleri anlamlar çok açık olan âyetler indirdik. Onları ancak fasıklar inkâr ederler. Helâl ve haramı açıkça ortaya koyan, hadlerin ve hükümlerin etraflı açıklamasını getiren âyetleri, küfürde azgınlaşmış, haddi aşmış fâsıklardan başka kimse inkâr etmez. Bilinmelidir ki, Kuran, ilahî bir nurdur. Bununla Allah zulmetleri ortadan kaldırır. Yahudiler, Allah'ın nurunu söndürmek isterler, halbuki Allah nurunu tamamlayandır. Onlar içinse sadece rezil ve rüsvay olmak vardır. 100Onlar her ne zaman bir ahitte bulunmuşlarsa, içlerinden bir kısmı onu bozmamış mıdır? Âyetin başında yer alan soru edatı, inkâr anlamınadır. Yani bunlar, işaret ettikleri anlam çok belirgin olan, Allah'ın apaçık âyetlerini inkâr etmediler mi? Verdikleri sözü bir tarafa attılar. Âyette geçen ”ferik" kelimesi grup demektir. Az için de kullanılır, çok için de. Zaten onların çoğu Tevrat'a iman etmezler. Din adına hiçbir şeye sahip değiller. Bunlar verdikleri sözü ve ahdi bozmayı bir suç ve bir vebal saymazlar, buna aldırmazlar. 101Ne zaman Allah katından kendilerine, Tevrat'tan yanlarında bulunanı tasdik eden bir peygamber yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldiyse, kendilerine kitap verilen bir topluluk Allah'ın kitabını yani Tevrat'ı hiç bilmiyorlarmış gibi... Çünkü bunlar, yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayan Allah Rasûlü Hazret-i Muhammed'i inkâr ettiler. Sırf inatları yüzünden Allah'ın kitabını tanımadılar. Arkalarına attılar. Onu büsbütün reddettiler, ' ondan yüz çevirdiler, iltifat etmediler. Tıpkı bunun Allah'ın kitabı olduğunu tanımayanlar gibi onu terkettiler. Burada şu gerçek dile getiriliyor: Bir kimse bilmesine rağmen, eğer cahiller gibi davranıyorsa, ona da cahil muamelesi yapılır. Madem ki cahilden bir hayır beklenilmiyor, bildiğiyle amel etmeyen âlim de cahil gibidir. Akıllı kimseye düşen, Allah'ın tokalından korkarak, derhal Allah'ın emrine sarılmaya koşmaktır. 102Onlar, Süleyman'ın mülkü hakkında şeytanların uydurdukları sözlere uydular. Yahudiler Allah'ın kitabını arkalarına attılar ve şeytanların okuyup amel ettiği sihirbazların kitaplarına uydular. Bu şeytanlar da, cinlerden oluşan azılı sapıklardır. Bunlar Hazret-i Süleyman döneminde, mülkü hakkındaki şeyleri uydurup söylerler ve buna uyarlardı. Süddî şunları anlatıyor: ”Şeytanlar göğe çıkıyor, orada meleklerin konuştuklarını dinliyorlardı. Sonra da kahinlere gelip, duydukları her kelimeye yüz kelime de yalan katarak aktarıyorlardı. Bunun üzerine İsrail oğulları arasında, cinler gaybı biliyor gibi bir inanç yaygınlaştı. Hazret-i Süleyman halk arasına bazı kimseler gönderip, ellerindeki kitapları toplattı, hepsini bir sandığa koyup kendi tahtının altına gömdü ve : ”Bundan böyle hiçbir kimsenin şeytanlar gaybı biliyor, dediklerini duymayayım. Aksi takdirde söyleyenin boynunu vururum" dedi. Hazret-i Süleyman vefat edip onun bu durumunu bilen bilginler de gidince halk arasında Hazret-i Süleyman'ın sihirbaz olduğu yayıldı. İsrail oğulları da bu kitapları aldılar. İşte en çok sihir, ya da büyünün Yehudiler arasında bulunmasının sebebi budur. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince, Allah, Hazret-i Süleyman'ı bununla temize çıkardı ve Hazret-i Süleyman'ın mazeretiyle ilgili olarak bu âyeti indirdi: ”Onlar, Süleyman'ın mülkü hakkında şeytanların uydurdukları seklere uydular." Oysa Süleyman inkâr etmemişti. Sihri bilmekle kâfir değildi. Yani Hazret-i Süleyman bir sihirbaz değildi. Çünkü sihirbaz, kâfirdir. Fakat o şeytanlar inkâr etmişlerdi. Şeytanlar hem sihri kullandılar, hem öğrettiler ve hem tedvin ettiler. Böylece kâfir oldular. İnsanlara sihri ve Babil'de, Harut ve Marut denen iki meleğe indirilen şeyi öğretiyorlardı. Şeytanlar küfre girdiler. Çünkü sırf halkı aldatmak ve doğru yoldan saptırmak için bunu yapıyorlardı. Bunlar, Babil'de iki meleğe ilham yoluyla bildirilip öğretileni halka öğretiyorlardı. Allah, bu iki meleği, sırf insanları denemek sihri öğretmek amacıyla indirmişti. Onlar halka: ”Kim bunu öğrenir ve bununla amel ederse, kâfir olur; bundan sakınan veya sırf bundan korunabilmek için öğrenense, bununla amel etmediği takdirde, mü'mindir," derlerdi. Nitekim şöyle söylenir: ”Ben kötülüğü, sırf ondan korunabilmek için öğrendim." Fahreddin Razı de şöyle der: ”Bu iki meleğin indirilmesindeki hikmet şudur: Sihirbazlar şeytanlara kulak verip, onlardan bir şeyler alıyor, sonra da onlardan hırsızlama aldıkları bu şeyleri halk arasında yayıyorlardı. Bu sebeple peygamberlere indirilen vahye benzedikleri için, Allah o iki meleği, halka büyünün keyfiyetini öğretmeleri için yeryüzüne indirdi. Böylece Allah'ın kelâmıyla sihirbazların sözü arasındaki farkı görebilme imkânı doğacaktı." Bu iki melek Küfe topraklarında Irak Babil'i denen yere inmişlerdi. Hamt ve Marut adlarını taşırlar. Bu iki melekle ilgili olarak bir kıssa mahiyetinde anlatılan ve onların içki içtikleri, kan döktükleri, zina ettikleri, adam öldürdükleri ve puta taptıkları gibi şeylerin tümü asılsızdır ve hiçbir dayanağı olmayan sözlerdir. Bunlar bütünüyle Yehudiler tarafından uydurulmuştur. Kaldı ki bu, hem aklî yönden, hem de nakil açısından gerçeğe aykırıdır. Çünkü meleklerde böyle bir şey sözkonusu değildir. Halbuki bu iki melek: 'Biz ancak bir imtihan vasıtasıyız. Allah tarafından bir sınama aracıyız. Kim bizden öğrendikleriyle amel eder ve onun gerçek olduğuna inanırsa küfre girer. Bunlarla amel etmekten sakınanlarsa iman üzere kalır. Sakın inkâr etme'... Bunun gerçek olduğuna ve onunla amel edilmesi gerektiğine inanarak küfre girmeyin demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat insanlar bu meleklerden kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler yani karı kocanın arasının açılma sebeplerini ve bunun nasıl kullanılacağını öğreniyorlardı. Yapılan sihir sebebiyle, Allah'ın, bu iki kişi arasında anlaşmazlık ve huzursuzluk meydana getirmesi bir imtihandır. Yoksa burada asıl etkili olan şey sihir değildir. Halbuki Allah'ın izni olmadıkça onlar yani sihirbazlar, bununla kimseye zarar verecek değillerdi. Yani onlar Allah'ın ilmi, iradesi ve kazası olmaksızın kimseye zarar veremezler. Bunlar Allah'ın ilmi, iradesi ve kaza siyle olur, emriyle değil. Çünkü Allah, küfrü emretmez. Gerçi büyünün kalbler üzerinde, ya sevgi meydana getirmek, ya kin doğurmak veya kötülük oluşturmak gibi bir tesiri vardır. Bunun sonucunda kişi ile karısı arasına girilebilir. Meselâ bu, büyük acılar ve hastalıklar doğurabilir. Tümüyle bunlar duyu ve müşahedeyle algılanan şeylerdir. İnkârı ise bir inatlaşmadır. Eğer bu konuda ayrıntılı bilgi istersen, büyünün olağanüstü bir şey olduğunu bilmelisin. Bu da kötü ve şerli kimselerden husûsî bir takım şeyler yapılmak suretiyle meydana gelir. Bu kötü niyetliler, bunu öğrenir ve öğretirler. İşte büyü bu iki yönü, yani öğrenme ve öğretme yönüyle sihir, mucize ve kerametten ayrılır. Sihir (biiyü)in gerçek anlamı konusunda alimler arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Cumhur, sihrin varlığını kabul ederken, Mutezile, bunun varlığını kabul etmediği gibi, onun hariçte bir etki meydana getirdiğini de reddeder. Onlara göre bu bir hayal ürününden ibarettir. Meselâ insan, büyü yoluyla ipleri yılan gibi görür. Bu tıpkı hokkabazlık gibidir, el çabukluğuyla oluşan bir şeydir. Ya da bu, işin içyüzünü gizleyerek yapılan bir iştir. Bunun için de delil olarak şu âyeti gösterirler: ”Bir anda onların ipleri ve deynekleri, sihirleri yüzünden Mûsa'ya, hareket ediyorlarmış gibi göründü." (Tâ-Hâ: 66) Bizim (Ehl-i sünnetin) bu konuda iki delilimiz vardır: Birincisi: Bu, kendi içinde olabilecek bir iştir ve Allah'ın kudreti kapsamındadır. Çünkü O, yaratıcı, sihirbaz ise işi yapan (fail) ve ortaya koyandır. İkincisi: Rabbimizin: ”Fakat insanlar bu meleklerden kişi ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Halbuki, Allah'ın izni olmadıkça onlar, bununla kimseye zarar verecek değillerdi" buyruğudur. Burada sihrin sabitliğine ve gerçekçiliğine işaret edilmekte, onun yalnızca bir irade ve göz boyama olmadığı, asıl müessir ve yaratıcının tek olan Allah olduğu belirtilmektedir. Hokkabazlık ve benzeri ortaya konan şeyler ya el çabukluğuna dayanan işler, ya da birtakım özel ilâçlar ve taşlarla yapılan hareketler olup bunların sihir olarak adlandırılması mecazidir. İnsanlar arasında en çok kadınlar sihirle uğraşır ve bunu özellikle aybaşı hallerindeyken yaparlar. Çünkü kötü ruhlar çoğunlukla kötü ruhlu ve kötü karakterli aşağılık kimselere görünür. Kadınlar ve kadınlaşmış kimseler gibi, bu konuda daha önce bir tecrübeye girişmemiş olanlar da olsa, böyledir. Bir kimsenin eğer karakteri ve ruhu kötüyse, bu kimse zarar verecek şeyleri sever ve bundan zevk duyar. Hatta bunu aşkla ve istekle yapar. Bu, onun aklını, dinini ve ahlâkını bozar. Şeytan pistir. Sihir yapmaya çalışanlar onlara, sevdikleri küfür ve şirkle yaklaşırlarsa, bu bir bakıma onlar için rüşvet gibidir. Böylece onlar da, rüşveti verenin bazı isteklerini yerine getirirler. Bu tıpkı, bir kimsenin öldürülmesini istediği birinin öldürülmesi için birine para vermesi gibidir. Çoğunlukla şeytan sihirbaz kılığına girer. Kendisi hakkında iyi şeyler düşünülmesi için Arafat'ta durup vakfe yapar. Şeytan insanlara bunları, salihlerin kerameti imiş gibi süsleyip gösterir. Oysa bu şeytanın işleri karıştırmasındandır. Sapıklık içinde bulunanların şer'î olmayan bazı ibadetleri vardır. Bunlardan birtakım keşif ve tesirler zuhur eder. Bunlar çoğu kez şeytanların bulunduğu yerlere sığınırlar. Bu yerler, hamam, mezbelelik ve deve ağılı gibi, içlerinde namaz kılmanın caiz olmadığı yerlerdir. Ayrıca her türden pislik mahalleri bunların sığınağıdır. Çünkü şeytanlar, onlara bu tür yerlerde telkinde bulunurlar, kâfirlere bazı şeyleri telkin ettikleri gibi, bunlara da telkin ederler. Tıpkı putların içlerine girip de, puta tapanlara konuştukları gibi. Onlar, kendilerine yarar vereni değil... Bununla sihrin, kesin bir kötülük ve katıksız bir zarar olduğu açıklanıyor. Çünkü onların bundan amaçları, aldanmaktan kurtulmak değildir. Meselâ sihirbazlar içinden peygamberlik iddiasına kalkışanları yalanlamaya gitmedikleri gibi, insanları ondan kurtarmaya da çalışmıyorlar. Oysa bunu yapsalardı hepsi için yararlı olacaktı. Zarar vereni öğreniyorlardı. Çünkü onlar, buna göre, yani sihir doğrultusunda iş yapmak istiyorlar veya sihri uygulamak için öğreniyorlar. Halbuki onlar bu Yehudiler, o sihri satın alan, yani sihri tercih eden, Allah'ın kitabını terkedip şeytanların okuduğu şeyi alan kimsenin âhiretten bir nasibi olmadığını çok iyi biliyorlardı. Bunu ellerindeki Tevrat'tan biliyorlardı. Kendilerini, karşılığında sattıkları şey, sihre karşılık olarak canlarını, yani imanlarını vermeleri ne kötüdür. Çünkü can, sihir seferdi, sihri ve onunla amel etmeyi istemezlerdi. 103Eğer onlar, yani Yehudiler, Kur'an'a ve Peygamber'e iman edip sihir ve şirkten korunmuş olsalardı, Allah katındaki sevapları... Amelin karşılığına ”sevap" adının verilmesi, yapılan iyi amelin karşılığı olmasındandır. Bu, uğruna canlarını ortaya koydukları sihirden daha hayırlı olurdu. Keşke Allah'ın sevabının daha hayırlı olduğunu bilmiş olsalardı. Etkisi kalbe ulaşmayıp yalnızca dilde kalan bilgi, sahibine hiçbir yarar sağlamaz. Bu etkinin ortaya çıkması da sâlih ameller peşinde koşturmakla, Kitap ve Sünnete uymakla kazanılır. Kim sünneti kendisi için uyulacak bir rehber kabul ederse, hikmetle konuşur. Kim de nefsi üzerine heva ve isteklerini egemen kılarsa, bidatlerle konuşur. Bazı alimler şöyle diyor: ”Kötü adamdaki fazla bilgi, tıpkı Ebû Cehil karpuzunun kökünde bulunan fazla su gibidir. Ondaki su ne kadar artarsa, o oranda acılaşır." İlmi, dünyalık kazanmak ve onda yükselmek için öğrenen kimse, bir pisliği yakuttan bir kaşıkla alan kimseye benzer. Bir, aracı olarak kul andığı kaşığın değerine, bir de onunla alınmak istenen şeyin adiliğine bak!... Allah katında değerini öğrenmek istersen, seni düzeltecek şeylere önem ver. Çünkü yapılan ameller bunun göstergesi, davranışlar bunun kerametleri, kerametler de bunun delilidir. İlimler, aslında araçlardan ibarettir. Nitekim şöyle denmiştir: ”Kim, Allah katındaki yerini öğrenip bununla mutlu olmak istiyorsa, kalbinde Allah'a ayırdığı yere baksın. Çünkü kul kalbinde Allah için ne kadar yer ayırırsa, Allah da ona o oranda katında yer verir." 104Ey iman edenler! Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) için 'Râinâ' yani ”bizi gözet" demeyin. Bu, mü'minleri iyiliğe yöneltmek içindir. ”Rainâ" kelimesi aslında, ileri derecede gözetmek, işleri düzene koymak, koruma altına almak, yararlar elde etmek gibi anlamlar taşır. Müslümanlar, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendilerine ilimle ilgili bir şeyler anlattığında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Râinâ, diyorlardı. Yani bizi gözet, bizi de göz önünde bulundur ve bize karşı daha yavaş söyle ki, senin sözünü kavrayabilelim." Ancak bu kelime îbranîce'de sövmek anlamında idi. Yahudiler, birbirlerine söverken ”Râinâ" kelimesini kullanırlardı. İşte Yehudiler, mü'minlerin Rasûlullah'a ”râinâ" dediklerini işittiklerinde, bu kelimeyi ibranicedeki kötü anlamıyla ve Rasûlullah'la alay etmek amacıyla kullanmaya başladılar. Bunun üzerine müminler bu kelimeyi kullanmaktan yasaklandılar. Böylece Yehudilerin kullandığı kelimeyi kullanmalarının önüne geçilmiş oldu. Buna karşılık mü'minlerin, yine aynı anlamda olan ”unzurnâ" kelimesini kullanmaları emredildi ve dolayısıyla 'bize bak' deyin buyuruldu. Ve sözü iyi dinleyin. Rasûlullahin konuştuklarını iyi dinleyin, size anlattığı şeyleri de tam anlamıyla kavramaya çalışın. Onları can kulağıyla, âdeta baştan ayağa kulak kesilerek dinleyin ki, tekrarlanmasına gerek duyulmasın. Kâfirler için yani Yehudiler ve Rasûlullah'a karşı küçük düşürücü davranışlar içine girenler için, can yakıcı bir azap vardır. Çünkü bu kimseler Hazret-i Peygambere karşı büyük bir sövgüye kalkıştılar. Bu âyette iki işaret yer alıyor: Birincisi: Birkaç anlama çekilebilecek ta'rizli kelimelerden uzak durulması. Bazı kimseler ”tarizli sözlerde herhangi bir sakınca yoktur" demişlerdir. Bu, bir kimsenin başka biriyle konuşurken kullandığı kelimenin görünürdeki anlamının başka, amaçladığı şeyinse daha başka olmasıdır. İnsanlar yalan söylemek zorunda kaldıklarında bu tür kelimeler kullanırlar. Fakat herhangi bir ihtiyaç ve zaruret yoksa, bu takdirde ne tariz, ne de serahat anlamında caiz değildir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Müslüman, diğer Müslümanların dilinden ve elinden güvencede olduğu kimsedir." (42) Bu hadiste ”dilinden" ifadesiyle ”dil"e öncelik verilmiştir. Çünkü dille yapılan incitme daha çok vuku bulmaktadır. Burada ”el" in zikredilmesiyse, işlerin çoğunun el ile olmasından dolayıdır. İkincisi: Sedd-i zerâîe sarılıp onu korumak. Zerâi: Şer'an yasak olan bir şeye yol açan mubah fiillerin de yasaklanması demektir. Nitekim burada, Yehudilerin ”Râinâ" demeleri, onlara göre bir küfür anlamı taşıyordu. Yüce Allah, bunu bildiği için bu kelimeyi Müslümanların da kullanmasını yasakladı. Çünkü böylece küfrün önüne geçilmiştir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Kâfirlerin, Allah'tan başka taptıklarına sövmeyin ki, onlar da aşırı giderek bilgisizce Allah'a sövmesinler." (En'am: 108) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Kul, sakıncalı şeye düşmekten çekinerek sakıncalı olmayan şeyi bırakmadıkça takva sahiplerinin derecesine ulaşamaz." (43) Yine Rasûlullah: ”Şüphesiz bir kimsenin ana ve babasına sövmesi büyük günahlardandır." buyurdu. ”Ey, Allah'ın Rasûlü, hiç adam ana ve babasına söver mi?" diye sordular. Bunun üzerine: ”Evet, o birinin babasına söver, o da, sövenin babasına söver, birinin anasına söver, o da bundan dolayı onun anasına söver." diye cevap verdi. Görüldüğü gibi, başkalarının ana ve babalarına dil uzatmak, kendi ana ve babamıza dil uzatmaya sebep gösterilmiştir. 105Ne kitap ehlinden olan kâfirler... Yahudilerden bir grup, müminlere karşı sevgi gösterisinde bulunuyor ve onlar için iyilik istediklerini ileri sürüyorlardı. İşte bu âyet onları yalanlamak üzere indi. Ne de müşrikler... Yani inkarcıların tümü Rabbiniz tarafından size bir hayır indirilmesini... Yani vahiy ve Kur'an'ı istemezler. Burada ”istemek" anlamım verdiğimiz ”vüdd" kelimesi, bir şeyi arzulayarak sevmektir. Dolayısıyla anlam, ”kâfirler ve müşrikler sizin peygamberinize ve onun vasıtasıyla ümmetine bir hayrın indirilmesini sevmez ve bundan hoşlanmazlar" şeklinde olur. Çünkü onlar sizi kıskandıkları için, kendilerinin vahye daha lâyık olduğunu düşünür ve size gelen vahiyden hoşlanmazlar. Oysa Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Rahmet, peygamberlik, vahiy, hikmet, yardım ve zafer anlamınadır. Dilediğini rahmetiyle seçkin kılar ve rahmeti, iradesiyle ona özgü kılar. Allah büyük lütuf sahibidir. Herhangi bir sebebe dayanmaksızın peygamberlik ve vahiyle kimi seçkin kıldıysa, onlara karşı büyük ikram sahibidir. Bu âyette peygamberliğin Allah tarafından verilmiş bir lütuf olduğuna işaret ediliyor. Bazı kulların bundan yoksun bırakılması, Allah'ın fazlının darlığından değil, aksine onun dilemesine ve kendisinin bildiği bir hikmete dayalıdır. Bu bakımdan Allah'ın mü'min kullarına olan lütfuna karşı çıkan kimse, işin gerçek yüzünü bilmiyor demektir. Bazı bilge kişiler, çekememezlik duygusu içinde olanların, beş yönden Rablerine karşı kavgaya girdiklerini belirtirler: 1- Başkasına verilen her nimet dolayısıyla öfke ve kin duyarlar. 2- Bunlar, Allah'ın yaptığı paylaştırmaya razı olmaz ve: ”Böyle değil de, şöyle taksim etseydin" derler. 3- Allah, lütfunu dilediğine verir, çekememezlik içindekiler ise Allah'ın lütfunda cimrilik eder. 4- O, Allah dostunu küçümser. Çünkü onun gözden düşmesini ve elindeki varlığı kaybetmesini ister. 5- Hasetçiler, Allah'ın düşmanına, yani İblise yardımcı olurlar. Şüphesiz insanın kıskançlığı, düşmanına değil, kendisi aleyhinedir. Bu, düşmana atılan bir taşın geri sekerek, atan kimsenin kaşını yarmasına benzer. Adam bunun üzerine daha da öfkelenerek bir taş alır ve birincisinden daha şiddetli bir şekilde atar. Bu defa da geri seken taş, adamın gözünü çıkarır. Bu kez de kanı beynine sıçrar. Düşmanlarıysa, bu durumu karşısında, çevresini sararak onunla alay etmeye başlarlar. İşte çekememezlik içindeki kimsenin durumu budur. Anlatıldığına göre, adamın biri bir hükümdarın huzuruna girer ve şöyle seslenir: ”İhsan sahibi kişiye, mertebesine yakışır bir şekilde ikramda bulun, kötü kimseye ise zaten kötülüğü yeter. ”Orada bulunanlardan biri, adamın hükümdarın yanındaki durumunu ve konuşmasını kıskanarak harekete geçti. Hükümdar'a giderek: ”Seninle konuşan adam, hükümdarın ağzı kötü bir şekilde kokuyor, diyor." dedi. Hükümdar da: ”Peki bunu nasıl ispatlayabilirsin?" diye sordu. Adam şu cevabı verdi: ”Onu huzurunuza getiririz. Yaklaştığında, o kokuyu duymamak için eliyle burnunu kapatacaktır." Adam huzurdan çıkar ve doğru haset duyduğu adama gider. Onu evine yemeğe davet eder. İkram ettiği yemeğe çok sarımsak koyar. Yemekten sonra hükümdar onu huzuruna çağırır. Adam, yediği sarımsağın kokusunun duyulmaması için huzura girince eliyle ağzını kapatır. Bu durumu gören Hükümdar, hasetcinin doğru söylediğine inanır. Hükümdar, kendi el yazısıyla valilerinden birine bir mektup yazarak şöyle der: ”Bu adam sana geldiğinde, derhal boynunu vur, derisini yüz ve içine saman doldurarak bana gönder." Masum adam yazılan mektubu Hükümdardan alarak çıktı. Bu sırada jurnalci adam, hükümdarın kendi el yazısıyla sadece ödüllendireceği kimseler için mektup yazdığını bildiğinden, o adama yetişerek mektubu kendisine vermesini istedi. Diller dökerek adamı kandırdı, mektubu elinden aldı ve valiye götürdü. Vali mektubu okuduktan sonra, adama, kendisini öldürmesi, derisini yüzmesi ve içine saman doldurup hükümdara gönderilmesinin emredildiğini söyledi. Bunun üzerine adam, mektubun kendisine ait olmadığını ve hükümdara bunun sorulmasını istedi. Fakat vali buna gerek olmadığını belirterek adamı öldürdü ve derisine saman doldurarak hükümdara gönderdi. Daha sonra asıl mektubu alan kişi, adeti üzere hükümdarın huzuruna çıktığında hükümdar şaşırdı: ”Mektubu ne yaptın?" diye sordu. O da: ”Falan adam, mektubu kendisine vermemi istedi ve ısrar etti; ben de ona verdim" dedi. Hükümdar: ”O adam, benim ağzımın çok kötü koktuğunu söylediğini aktardı. Bu doğru mu?" diye sordu. Adam: ”Hayır, kesinlikle böyle bir şey söylemedim" diye cevap verdi. Hükümdar: ”Peki, madem söylemedin, niçin elinle burnunu tutuyordun?" diye sordu. Adam da: ”Beni yemeğe davet etmişti. İkram ettiği yemekler ise çok sarımsaklıydı. Arkasından da siz çağırdınız. O pis kokuyu duymamanız için ağzımı kapatarak huzurunuza girdim" cevabını verdi. Hükümdar bunun üzerine gerçeği anladı ve asıl kötü kimsenin lâyık olduğu cezayı çektiğini söyledi. Allahım, bizi kötü ahlâktan koru! 106Biz bir âyetin hükmünü kaldırır. Burada ”kaldırmak" şeklinde çevirdiğimiz ”nesh", sözlükte izale etmek, kaldırmak ve nakletmek anlamlarına gelir. Bir âyetin neshi denilince, ya ibadet sırasında onun okunmasının kaldırılması veya ondan çıkarılan hükmün yürürlükten kaldırılması, ya da hem okunması ve hem de hükmünün kaldırılması anlaşılır. Kurtubî, neshin sadece emir ve yasaklarla ilgili olduğunu, cumhurun görüşü olarak bildiriyor. Haber bildiren âyetlerde ise, Allah'ın o haber konusunda herhangi bir bilgi eksikliği içinde olacağı düşünülemeyeceğinden, burada nesh'ten söz edilemez. Veya onu unutturursak... âyetin unutturulması, onun kalblerden silinmesi demektir. Rivayete göre müşrikler, ya da Yehudiler şöyle diyorlardı: ”Muhammed'i görmüyor musunuz? Ashabına bir şeyi emrediyor, sonra dönüp onu yasaklıyor; önceki emrin aksini emrediyor. Dolayısıyla söyledikleri hep kendisindendir. Bugün bir şey söylüyor, yarın da söylediklerinden dönüyor?" Onların bu davranışı, İslam'a dil uzatmak içindi. Böylece İslâm'a girmek isteyenlerin azimlerini kırmak istiyorlardı. İşte bu âyette Allah, neshin hükmünü ve hikmetini açıklamış oldu. Anlam şöyle oluyor: Hikmet ve maslahat gereği biz herhangi bir âyetin lafzını veya hükmünü, ya da her ikisini birlikte yürürlükten kaldırırsak, ondan daha iyisini, yani kullar için daha faydalı ve daha hayırlı olanını getiririz. Şüphesiz burada, bir âyetin diğerinden daha hayırlı olduğu anlamı çıkmaz. Çünkü Allah'ın kelâmı hep aynıdır ve hepsi de hayırdır. Kendi içlerinde kimi âyetler, kimisinden üstün kabul edilemez. Çünkü hepsi de Allah'ın kelâmı, vahyi ve kitabı olmaları bakımından birdirler. Ancak bu âyetlerdeki üstünlük, kullar için sağlayacağı kazanç açısındandır. Veya menfaat ve sevap açısından aynısını getiririz. Kolay bir şeyle değiştirilen bütün hükümlerin insana getirdiği yükümlülükler de daha hafiftir. Kaldırılan hükmün yerine daha zor bir hüküm konduğunda ise, bu, daha fazla sevap kazandıran bir şeydir. Birincisine, yani daha kolayının getirilme sine örnek, bir yıl iddet bekleme süresinin, dört ay on günle değiştirilmesidir. İkincisine örnek, Mekke döneminde savaş, farz olmadığı için terkedilirken, Medine'de farz kılınarak bu durum neshedilmiştir. Bazan da nesh, fazla bir hafifleme veya bir zorlama getirmeksizin, tıpkı önceki gibi bir şeyle olabilir. Meselâ, Kıblenin Kudüs'ten, Kabe'ye çevirilmesi gibi. Nesihteki hikmete gelince: Bilindiği gibi, beden sağlığı için tedaviye girişen bir doktor, kimi zaman hastanın karakterine, mizacına ve zamana göre gıdaları ve tedavi yöntemini değiştirir. İşte insan ruhları üzerinde doğrudan bir iyileştirme yapacak olan peygamberler de, şer'î amelleri ve ahlakî hükümleri değiştirirler. Bu gibi şeyler nefisler için, tıpkı bedenleri iyileştiren gıda ve ilâçlar gibidirler. Şüphesiz, ruhların gıdası ve tedavisi, şer'î ameller ve Allah'ın razı olduğu ahlak ile mümkündür. Şari (yasa koyucu Allah) bunu, durumun gereklerine göre değiştirir. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir ilaç vardır, belli bir süre vücut için tedavi sağlar, fakat öyle bir zaman gelir ki, ayni ilâç hastalık doğurur. İşte ameller de böyledir. Belli bir süre bir iyileşme sağladığı halde, bir bozulmaya yol açabilir. Allahın her şeye kadir olduğunu, dolayısıyla neshe, aynısını veya daha hayırlısını getirmeye güç yetirdiğini bilmez misin? Buradaki hitap Hazret-i Peygambere'dir. Soru ise, olayın kesinliğini göstermek içindir. Yani sen de kesin bilirsin ki, ”Allah her .şeye kadirdir..." 107Bilmez misin ki... Başkaları da dahil olmakla birlikte, buradaki hitap özellikle Rasûlullah'adır. Amaç hitap edilenlerin bilgisini pekiştirmektir. İnsanlar içinden hiçbiri, nesih olayını Rasûlullah kadar bilemez. Çünkü o, yerin ve göklerin sırlarına başkalarından çok daha fazla vâkıftır. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Mademki, göklerin ve yerin mülkü O'na aittir. O, dilediğini işler ve istediği hükmü verir. Burada göklerin ve yerin özellikle zikredilmesi, bunların Allah'ın en yüce sanatı ve en hayranlık verici işlerinden olmasıdır. Sizin için Allah'tan başka, O'nun dışında ne bir dost, yakın, arkadaş veya işleri idare eden, ne de iyilikte size teşvikçi olan ve sizi kötülükten engelleyen bir yardımcı vardır. Dost (velî) ile yardımcı (nasır) arasındaki farka gelince; dost bazan yardım etmede zayıf kalabilir, yardımcı da bazan dostluk açısından diğerine uzak kalabilir. Amaç, mü'minlerin kalbini teskindir. Çünkü mü'minlerin dostu ve yardımcısı sadece Allah'tır. Kaldı ki, Allah'tan başkasına da dayanılmaz. Yalnızca Allah'a sığınılır. Burada, bilgi noktasında anlatılan üç mesele vardır: Birincisi ”Allah'ın herşeye kadir olduğunu" bilmek, İkincisi, ”Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu"'bilmek, Üçüncüsü, ”Allah'tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı olmadığını" bilmek. Bütün bunları bilmek, Allah'ın kulları için iyilikten başka bir şey dilemediğine kesin olarak inanmayı, nesih konusunda kâfirlerin sözlerine ve şüphelerine aldırmamayı sağlar. 108Yoksa siz de, daha önce Mûsa'ya kavmi tarafından: ”Ey Mûsa! Bunların nasıl ilâhları varsa, bize de öyle ilâh, yap" (A'raf: 138) ve ”Allah'ı bize apaçık göster" (Nisa: 153) denildiği ve birçok sorular sorulduğu gibi, sizde buna benzer soruları peygamberinize sormak mı istiyorsunuz? Bütün işlerin sahibi, istediği emri ve yasağı koyanın Allah olduğunu bilmiyorsunuz da mı soruyorsunuz? Ya da Yahudilerin Hazret-i Mûsa'ya bildikleri halde soru sordukları gibi, siz de bildiğiniz halde sormak mı istiyorsunuz? Burada asıl amaç, Müslümanların Hazret-i Peygambere tam güven duymaları gerektiğine, sık sık karşısına çıkıp, hiç düşünmeden ve akılların estiği gibi soru sormayı bırakmalarına işarettir. Kim küfrü imanla değiştirirse yani imana karşı küfrü seçer ve onu kabul ederse, şüphesiz hak ve hidayet işaretlerine ulaştıran doğru yoldan, ifrat ve tefritten uzak olan orta yoldan yani haktan sapmıştır. Bilinçsiz bir şekilde kendine zulmetmiştir. 109Kitap ehlinden birçoğu yani yahudi bilginleri ve Yehudilerin büyük bir bölümü Hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra... Tevrat'ta nitelikleri anlatılan, mucizelerle desteklenerek dininin hak ve kendisinin Allah'ın elçisi olduğu açıkça ortaya konan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı içlerindeki çekememezlikten kalblerinde yer etmiş olan aşırı kıskançlıktan dolayı imanınızdan sonra ey müminler sizi tevhid dininden döndürerek tekrar küfre çevirmek isterler. Allah, emrini, onlarla savaşmak, ve cizye almak konusundaki hükmünü getirinceye kadar onları affedin ve hoşgörülü olun. Ayette geçen ”afv" kelimesinin anlamı, suçlunun cezasını bağışlamak, ”safh" ise onu dil ile yermeyi terketmektir. Buradan, onların yaptıklarına razı olma anlamı çıkmamalıdır. Çünkü onların yaptıklarına rızâ göstermek küfürdür ve Allah küfrü emretmez. Ancak burada asıl söylenmek istenen şey. Allah'ın bu konudaki hükmü gelinceye kadar onlarla savaştan uzak durmak ve kötü sözlerine karşı aynı yolla karşılık vermemektir. Rivayete göre bu âyet, sahabenin -Allah onlardan razı olsun- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, küfrü seçen ve Müslümanları da küfre çağıran Yehudilerle savaşma izni istemeleri üzerine nazil olmuştur. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir. Yani Allah, onlardan intikam almaya güç yetirir ve zamanı geldiğinde intikamını da alır. 110Namazı kılın, zekâtı verin. Bu, bir önceki âyette geçen ”affedin" emrine atfedilmiştir. Adeta Allah, burada mü’minlere sabrı, Yehudilere muhalefeti, ibadet ve iyilikle Allah'a sığınarak sonucu beklemelerini emrediyor gibidir. Burada asıl amaç, farzları, vacipleri ve nafileleri yerine getirerek Allah'a itaate devamı teşviktir. Bu anlamı, âyetin: Kendiniz için önceden gönderdiğiniz her hayrı... şeklindeki bölümünden anlıyoruz. Ayette yer alan ”hayır" kelimesi, iyi olan tüm amelleri içerir. Ancak burada yüce Allah'ın bu ameller arasından yalnızca namaz kılmayı ve zekât vermeyi zikretmesi, bu iki ibadetin öneminin büyüklüğü ve Allah katındaki değeri bakımındandır. Çünkü namaz, beden ile yapılan bir ibadettir ve bu ibadete bütün organlar katılmakta ve ayrı ayrı her organla Allah'a şükredilmektedir. Zekât ise zenginler için bir şükür vasıtası olan malî bir ibadettir. Çünkü Allah, bu kimselere lütuf ve ikramda bulunarak huzurlu bir hayat ve birçok güzel işleri başarma, imkânı vermiştir. Allah katında bulacaksınız. Kendiniz için, hayattayken namaz, sadaka ve daha başka iyiliklerden neyi gönderdiyseniz, onun sevap ve mükâfatını Allah katında bulacaksınız. Dünyadayken iyilik olarak verdiğiniz bir tek meyvenin veya lokmanın karşılığını, orada Ulıud dağı büyüklüğünde bulacaksınız. "Önceden gönderdiğiniz" ifadesi Allah'ın mükelleflere dünyada nimet ve ikram olarak verdiği şeyleri ahiret için önceden gönderip hazırlık yapmaya işarettir. Nitekim bir eserde şöyle denilmiştir: ”Kul ölünce, halk: 'Geriye ne bıraktı?', melekler de: ”Önceden ne gönderdi?" diye sorarlar." Şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızı çok iyi görür. Az veya çok, yapılan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Burada yapılan iş, yani amelin hayır ve şerle kayıtlanmamış olması, bunun hem teşviki, nemde korkutmayı içerme-s indendir. Hayrın çoğuna mükâfat verildiği gibi, azına da verilmesi açısından teşvik; kötülüğün çoğuna ceza verildiği gibi, azına da verilmesi ise korkutmayı içerir. Çünkü Allah katında, yapılan hiçbir şey kaybolmaz. Ölümünden önce sâlih bir amel gönder. İyi işler yap. Çünkü ölümsüzlük yolu tıkalı. Şüphesiz insan ölünce ameli kesilir. Ancak şu üç şeyden birini yapmışsa ecir ve sevabı devam eder: Birincisi: İnsanın malıyla yapmış olduğu hayır hizmetleri. Meselâ mescidler, köprüler, nöbet kuleleri, vakıflar bırakmak ve diğer hayır işleri. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ”İnsan ölünce, üç kişi dışındakilerin ameli kesilir" (46) hadisinde işaret ettiği ”sadaka-i cariye" buna işaret etmektedir. İkincisi: Üstün bir aklın ürünü olan ilim gibi, insanların yararlanacağı şeyler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ”Kendisinden yararlanılan ilim" sözüyle işaret ettiği şey budur. Bu söz geneldir ve yazarak geride bıraktığı eserleri, şer'î ilimleri ve bunların metodlarını öğretmesi gibi konuları içerir. ”Yararlı ilim" sınırlamasıyla yararsız ilimler dışarda bırakılmış oluyor. Çünkü başkalarının da faydalanması gereken ilmi öğretmeyen kimse için bir mükâfat olmayacağı gibi, yararsız ilmin de faydası yoktur. Üçüncüsü: Kişinin kendisinden olan çocukları. Nitekim hadiste: ”Kendisi için duâ edecek sâlih bir çocuk" ifadesi bu gerçeği vurguluyor. Hadiste, ”Çocuk" kelimesi ”Sâlih" kelimesiyle kayıtlanmıştır. Çünkü sâlih olmayan çocuk dolayısıyla bir ecir kazanılmaz. Ancak, çocuk sahibi olmaktaki niyeti iyi ise, çocuğunun günahı dolayısıyla babaya bir sorumluluk yüklenmez. Hadiste ”duâ" dan söz edilmesi, bir kayıtlama değil, aksine çocuğu babasına duâ etmeye teşviktir. Çocuk babası için duâ etsin veya etmesin, iyi amel işleyen birisi olması halinde işlediği amelin sevaplarından babasına da yazılır. Bir kimsenin diktiği ağacın meyvesinden yiyenlerin, o adama duâ etsin veya etmesin, yaptığı bu hayırdan dolayı mükâfatını alacak olması gibi... Bu durum anne için de geçerlidir. Eğer Hazret-i Peygamber'in bu hadisiyle, ”Kim güzel bir çığır açarsa, bunun ve bununla amel edenlerin ecri, kıyamete dek kendisinindir" (47) ve ”Kim ölürse, ameli kapanır. Ancak Alalı yolunda nöbet tutan kimse müstesna. Çünkü onun ameli kıyamete dek artar" (48) hadisleri arasını nasıl cemetmek gerektiğini soranlara şöyle cevap veririz: Açılan çığır, yararlanılan ilimle aynı kategoridedir. Nöbet tutan kimse ile ilgili hadis ise, Allah yolunda nöbet tutan kimsenin hayattayken gönderdiği amelin sevabının, kıyamete kadar artacağı anlamına gelir. Fakat ilk hadiste sözü edilen üç kişiyle ilgili durum, vefatlarından sonra meydana gelen amelleriyle ilgilidir. Çünkü bunların amelleri kesilmez. Çünkü sonradan yapılan amellerin sebebi bu ilk kimselerdir. Dolayısıyla bundan doğacak olan sevap da kendilerine ulaşacaktır. 111Onlar:'Cennete, ancak yahudi veya Hıristiyanlar girecektir' dediler. Bu âyet, hıristiyan olan Necran heyeti hakkında nazil olmuştur. Bunlar Yehudilerle birlikte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bulunduğu bir yerde toplandılar ve birbirlerini yalanlayarak, her biri ancak kendilerinin cennete gireceklerini söylediler. Bu, cennete ancak yahudi ve Hıristiyanların gireceği şeklindeki anlayış, onların anlamsız arzularına dayanan kuruntusudur. De ki: Bu bir taaccüp emridir. 'Eğer savunduğunuz şeyde doğ-r uy sanız, cennetin sadece size ait olduğu konusundaki delilinizi getirin.' Çünkü delili bulunmayan her söz geçersizdir. 112Aksine, Onlar sanki ”bizim dışımızda kimse cennete giremez", demektedirler. Bu söz ile, onlara, evet sizden başkası cennete girecektir, durum sizin zannettiğiniz gibi değildir, diye cevap verilmiştir. Kim muhsin bir kişi olarak yani ihlâslı, alçakgönüllü ve boyun eğerek bütün varlığıyla, bütün amellerinde iyiliği gözeterek kendini Allah'a teslim ederse, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, samimi olarak yalnızca O'na yönelirse... Gerçek anlamda ”İhsan", bir işi lâyık olduğu şekilde yerine getirmektir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ”İhsan" ı: ”Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Çünkü sen O'nu göreme sen de, O seni görüyor" sözleriyle açıklamıştır. Onun mükâfatı, yaptığı amelden dolayı kendisine söz verilen sevap, yani cennete girme vaadi Rabbinin katındadır. Yani kendisinin sahibi ve işlerinin düzenleyicisi olan Allah'tan gelmektedir. Onun bu mükafatı ne zayi olur, ne de eksilir. Onlara âhirette cennete girdiklerinde korku yoktur. Onlar, üzülmeyeceklerdir de. Nitekim Rabbimiz cennet ehlinin durumunu şöyle anlatıyor: ”Orada şöyle derler: Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun." (Fâtır: 34) Halbuki dünyada başlarına gelebilecek şiddet ve musibetlerden dolayı hep korkarlar. Yapamadıkları sâlih ameller için üzütülüdürler. Aslında mü'min, Allah'ın rahmetinden umudunu kesmeyeceği gibi, O'nun gazabından ve cezalandırmasından da emin olamaz. Nitekim şöyle denilmiştir: ”İki korku ve iki güven bir araya gelmez. Dünyada korkan, âhirette güvencededir. Dünyada kendisini emin gören de âhirette korkacaktır." 113Yahudiler: Bu âyet, Yehudiler ve Hıristiyanlardan her grubun diğerini nasıl sapıklıkla damgaladığını açıklıyor. 'Hıristiyanlar hiçbir şeye dayanmıyorlar', onlar doğru ve önem verilecek bir yol üzerinde değiller dediler. Buna karşılık Hıristiyanlar da: 'Yahudiler hiçbir şeye dayanmıyorlar' dediler. Evet, Yehudiler ve Hıristiyanlar, birbirlerine karşı bu iddiada bulunuyorlar. Halbuki onlar ilim sahibidirler ve her iki grup da kitabı okuyorlar. Allah'ın kitaplarından birini okuyan kimse, baki olanı inkâra kalkışmaz. Çünkü Allah'ın kitaplarından her biri, ötekini tasdik eder. Bilmeyenler de, puta tapan ve benzeri cahiller de, bütün din ehli kimseler için, aynen onların söylediklerini söylediler. Onlar hiçbir şeye dayanmıyorlar, dediler. Burada onların, bilgilerine rağmen kendilerini bilgisizlerle aynı düzeye indirmeleri dolayısıyla büyük bir kınama vardır. Allah, her iki grup arasında ihtilaf ettikleri konudaki hükmünü kıyamet gününde verecektir. Din bakımından kimin ne durumda olduğunu ortaya koyacaktır. Bu durum, yalnızca sapık fırkalara özgü değildir. Aksine bir sûfiyle diğeri, bir şeyhle diğeri ve bir alimle diğeri arasında da geçerlidir. Her fırka kendi dışmdakileri hatalı görür. Oysa asıl doğru olan şey hidayete uymaktır. 114Allah'ın mescidlerinde... Bundan amaç Bey t-i Mukaddes (Mescid-i Aksa)'tir. Çoğul olarak kullanılması ise, âyetin hükmünün genel olmasındandır. Yani bu fiili hangi mescid de işlerse işlesin, o kişinin yaptığı bu kapsama girer. O'nun isminin zikredilmesine, yani Allah'ın adının anılmasına, tesbihe ve içinde namaz kılınmasına engel olan ve onların yıkılmasına çalışandan... Bu mescidleri tahrip edenlerden... Daha zalim kim olabilir? Evet, bunlardan daha zalim hiçbir kimse olamaz. Âyetin nüzul sebebi, Hıristiyanların kralı, Bizanslı Antonyus'un, İsrail oğullarıyla savaşıp askerlerini öldürmesi, Tevrat'ı yakması ve Bey t-i Makdis'i yıkıp harabeye döndürdükten sonra içine leş atması ve burada domuz kesmesidir. Burası, Hazret-i Ömer'in hilafeti dönemine kadar yıkık ve harap bir şekilde kalmış, herhangi bir tamir görmemişti. Hazret-i Ömer tarafından tamir edildikten bir süre sonra ise, tekrar batılı Hıristiyanların eline geçerek yüzyılı aşkın bir süre onların elinde kaldı. Ancak Selahaddîn Eyyubî tarafından Hicrî 585 (Miladî: 1189) yılında yeniden fethedildiğinde asıl kimliğine kavuşturulmuştur. Aslında bir soru edatı olan ”men" (kim?), burada olumsuzluk anlamında olup ”daha zalim hiçbir kimse yoktur" demektir. Bu kimselerin kimler olduğu da âyette açıklanıyor: İşte onlara yani engel olan bu kimselere bu mescidlere ancak korkarak, yani onu yıkmak bir yana, oraya huşu ve gönül alçaklığı içinde girmeleri yaraşır. Onlar için dünyada öldürülme, esir düşme ve cizye vermek zorunda bırakılma gibi, nitelendirilmeyecek derecede bir rezillik yani aşağılanma, ahirette ise büyük bir azap vardır. Bu, kesintisiz olan cehennem azabıdır. Bu âyetin nüzul sebebinin müşrik Araplar olduğunu söyleyenler de vardır. Bu müşrikler Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, Mekke'deyken Allah'a duâ etmesini engellemiş ve hicrete zorlamışlardı. Aynı şekilde Rasûlullah'ı ve ashabını, hicretin altıncı yılı olan Hudeybiye yılında Medine'den geldiklerinde Mescid-i Haram'a sokmamışlardı. ”Onların yıkılmasına çalışanlar" dan maksat, Mescid-i Haram'da Allah'a ibadet etmekten, O'nu anmaktan ve zikirden menetmeleridir. Burada gerçek anlamda bir yıkma ve harap etme olmamakla birlikte, bu da tıpkı yıkmak ve harabeye dönüştürmek gibidir. Çünkü mescidin imarı, onu yapmak ve onarmakla olduğu gibi, aynı zamanda oraya devam etmekle de olur. Mesela Arapçada ”falan kimse mescidi imar ediyor" denir. Bu, o kimsenin mescide sürekli devam ettiği ve mescidden ayrılmadığı anlamına gelir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Mescide devam eden birisini gördüğünüzde, onun imanlı olduğuna şehadette bulunun." (50) Çünkü Allah şöyle buyurmuştur. ”Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a iman eden... kimseler imar ederler. ” (Tevbe: 18) Dikkat edilirse mescitlere gidip gelmek, mescitleri imar anlamında kullanılmıştır. 115Doğu da, batı da Allah'ındır. Bu iki şeyle herhangi bir mekânın Allah'a tahsis edilmesi değil, bütün yeryüzünün Allah'a ait olduğu ifade ediliyor. Eğer sizler, Mescid-i Haram veya Mescid-i Aksa'da namaz kılmaktan menedilirseniz, bütün yeryüzü sizin için mescid kılınmıştır. Her nereye yönelirseniz, yüzünüzü hangi tarafa çevirirseniz, Allah'ın rızâsı oradadır. Yani Allah'ın emrettiği ve kıble olarak hoşnut kalacağı yer orasıdır. Çünkü yönelme imkânı, sadece bir mescide veya bir yere tahsis edilmiş değildir. Şüphesiz ki Allah, rahmeti bol olan ve... Burada ”vâsi'“ kelimesi, Allah'ın gerek mülk ve gerekse yaratma olarak her şeyi kuşatması anlamınadır. "Doğu da batı da Allah'ındır" sözü, ibadet ve namazlar için bazı mescidlerin tahsis edilmediği konusundaki sözümüzü de içerir. Aksine bütün yeryüzü sizin için mesciddir. Hangi bölgesinde namaz kılarsanız kılın. Bundan amaç, Allah'ın kullarına bir genişlik ve ihtiyaç duydukları şeylerde kolaylıktır. Kıble konusundaki genişlik de bu hükmün içerisinde öncelikle yer alır. İmam Gazzalî ”Esınâ-i Hüsnâ Şerhinde şöyle der: ”Vâsi"', ”sea" kelimesinden alınmadır. ”Sea" kelimesi bazan ”ilme" izafe edilir ve ”oldukça fazla bilgi sahibi" anlamına gelir. Bazan, ”ihsan" ve ”nimet bolluğu"na izafe edilir. Bu durumda Allah'ın lütuf ve nimetlerinin genişliği anlamı çıkar. Ne şekilde takdir edilirse ve hangi şekilde gelirse gelsin, mutlak manada ”vâsi", bizzat Allah'tır. Çünkü ilmine bakılınca, O'nun bilgisi göz önünde tutulduğu takdirde, bilgi denizinin sahili yoktur. Denizler O'nun kelimelerini yazmak için mürekkep olsa, bunlar tükenir, fakat O'nun kelimeleri bitmez. İhsanı ve nimetleri dikkate alındığında ise, takdir ettiği şeylerin sonu yoktur. Her genişlik ne kadar büyük olursa olsun, nihayet bir noktada son bulur. Bir noktada son bulmayan ise ”sea" ismine daha çok hak kazanmış olur. Bu manada mutlak ”Vâsi", Allah'tır. Çünkü her geniş, kendisinden daha geniş olana oranla dardır. Bir noktada son bulan genişliğe yapılan ilâve, ilk durumuna göre bir fazlalıktır. Sonu olmayan ve bir yerde noktalanmayan bir şeyin üzerine ilâve de düşünülemez. Her şeyi çok iyi bilendir. Onların bütün ihtiyaçlarını ve amellerini en iyi bilendir. Bu âyet, hangi yöne yönelerek olursa olsun, bütün namaz kılanların sevabından hiçbir şey eksilmeyeceği vaadini içerdiği gibi, tehdit anlamını da içerir. Böylece bu âyetle, ”Allah'ın mescitlerinde O'nun isminin anılmasını yasaklayan ve oraların yıkılmasına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir?"(Bakam: 114) âyeti arasındaki bağlantı ortaya çıkıyor. Anlam şöyle oluyor: Ey mü’minler! Allah'ın beldeleri geniştir. Allah'ın mescitlerini yıkanların tahribi, yeryüzünün neresinde olursanız olun, sizi Allah'ın kıblesine dönmekten alıkoymasın. Mücahid ve Hasan-ı Basrî, ”Rabbiniz şöyle dedi: ”Bana duâ edin ki, duanızı kabul edeyim" (Mü'min: 60) âyeti inince sahabenin: ”Biz nereye doğru duâ edelim?" diye sormaları üzerine ”Doğu da, batı da Allah'ındır. Her nereye yönelirseniz, Allah'ın rızâsı oradadır" âyeti nazil oldu, demişlerdir. 116Ve: 'Allah çocuk edindi' dediler. Bu âyet, Yehudilerin Uzeyir Aleyhisselâm'ın, Hıristiyanların da, İsa Aleyhisselâm'ın Allah'ın oğlu olduğunu söylemeleri, arapların ise meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanmaları konusunda nazil olmuştur. Dolayısıyla ”dediler" ifadesi, bu üç grubun hepsini de içermektedir. Bunlar, Allah Yaralıklarından bazısını çocuk edindi ve onun gerçekten kendi çocuğu olduğunu iddia etti, dediler. Halbuki Allah'ın gerçekten çocuk doğurması düşünülemeyeceği gibi çocuk edinmesi de düşünülemez. Yüce Allah, hakkında söylenen bu şeylerden kendisini tenzih ederek O, bundan münezzehtir buyurmuştur. Yani Allah, çocuğa ihtiyaç duyuran sebeplerden uzaktır. Bu sebep, hayattayken kendisine yardım edecek ve öldükten sonra da yerine geçecek birine ihtiyaç duynıasıdır. Allah'ın çocuk edindiğini söylemek, O'nun insanlara benzediğini (teşbih) söylemek anlamına gelir. Kuşkusuz çocuk, ancak babasının cinsinden olur. O halde hiçbir şeyin kendisine benzemediği yüce Allah'ın çocuk edinmesi nasıl olur? Daha sonra yüce Allah, her şeyin sahibi olduğu konusunda bir uyarıda bulunarak şöyle buyuruyor: Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bu, onların söylediklerini red ve görüşlerinin bozukluğu konusunda güçlü bir delildir. Buna göre anlam şöyledir: Kuşkusuz Allah, göklerde ve yerdeki bütün şeylerin yaratıcısıdır. Bunun içine melekler girdiği gibi, Hazret-i Uzeyr ve İsa Aleyhisselâm da öncelikle girer. Bu gerçekten çıkan sonuca göre Allah'ın, göklerde ve yerde bulunan herhangi bir şeyden bir çocuğunun olması mümkün değildir. Öyleyse onlar Allah'a çocuk isnat etsinler veya etmesinler, hiçbir önemi yoktur. Göklerde ve yerde bulunan ne varsa hepsi O'na, herşeyden münezzeh olan yüce Allah'a boyun eğmektedir. Onlardan hiçbir şey O'nun dilemesine (meşiet) ve oluşturmasına (tekvin) karşı koyamaz. Dolaya siy la bütün bu niteliklere sahip olan Allah'ın bir çocuğunun olduğu söylenemez. Çünkü babasıyla aym cinsten olması, çocuk için vazgeçilmez bir şeydir. 117O, gökleri ve yeri herhangi bir örnek olmadan yani daha önce benzeri olan bir örneğe göre değil, yepyeni bir şekilde yaratandır. ”ibda", bir şeyin maddesîz ve bir zamanla kayıtlı olmaksızın icadıdır. İşte Allah'ın bu sözleri de, onların basit ve alçakça sözlerinin geçersiz kılınması için bir başka delildir: Şüphesiz baba, çocuğun bağlı olduğu unsurdur. O, kendi maddesinden ayrıldığı için, ondan etkilenmiştir. Allahü teâlâ ise, genel olarak tüm varlıkların hiçbir örneğe dayanmadan yaratıcısı olarak bu tür bir etkilenmeden münezzehtir. Dolayısıyla O bir baba olamaz. Herhangi bir şeye dayanmadan gökleri ve yeri yoktan yaratmaya güç yetiren biri, babasız olarak Hazret-i İsa'yı yaratmaya nasıl güç yetiremez? Bir şeyin olmasını dilediğinde... Burada ”olmasını dilemek" diye çevirdiğimiz ”kazâ" kelimesi, birşeyi sağlam yapmak anlamındadır. Bunun bir şeyin varolmasına taalluk eden ilâhi irade hakkında kullanılması, iradenin o şeyin olmasını kesin olarak gerektirmesindendir. Ona sadece 'ol' der. O da oluverir. Yani herhangi bir duraklama veya aldırmazlık söz konusu olmadan hızlı bir şekilde varlık kazanır. Yani ”ortaya çık" emriyle, hemen ortaya çıkar. Ehli-i Sünnete göre bu, eşyanın varlığının, ”ol" emrine bağlı olarak meydana geldiğini göstermez. Aksine onun varlığı Allah'ın yaratmasına, icadına ve tekvinine bağlıdır. Bu ise ezelî bir sıfattır. Bu söz, yaratılan şeyin Allah'ın icadı ve kudretinin kemaliyle hemen meydana geldiğini göstermektedir. Şurası da bilinmelidir ki, Allah'a çocuk nisbet etme sapıklığının sebebi, eski şeriat sahiplerinin, yüce Allah'a ”baba" adını vermelerindendir. Hatta bunlar: ”Baba, küçük Rabb ve Allah da büyük babadır" derlerdi. Onlar bununla, insan varlığının ilk sebebinin Allah olduğunu belirtmek istiyorlardı. Baba ise, onun varlığındaki son sebeptir. Daha sonra bunlar içindeki cahil kimseler, bundan amacın doğal anlamdaki doğum olduğunu sandılar ve taklid yoluyla buna inanmaya başladılar ve böylece de küfre düştüler. Oysa yüce Allah, her türlü sınırlamalardan ve yönlerden (51) münezzeh, eşler, oğullar ve kızlar edinmekten yücedir. Yerde ve göklerde, O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. Kudsî bir hadiste şöyle buyurulrnuştur: ”Âdemoğlu beni yalanladı, yani hana yalan nisbet etti. Oysa bunun yapılmaması gerekirdi, yani Allah'ı yalanlamak ona yakışmazdı. Bunu yapmakla hata etti. Bana dil uzattı. Bunu da yapmamalıydı. Şu anda olduğu gibi onu tekrar diriltmeyeceğimi iddia etmesi beni yalanlaması, bana çocuk isnat etmesi ise, dil uzatmasıdır. Eş veya çocuk edinmekten kendimi tenzih ederim." 118Bilmeyenler: Yani gerçekten cahil olan müşrik Araplar, ya da ehl-i kitap olup kendisini cahil gösterenler 'Allah bizimle, konuşsa, meleklerle aracısız olarak konuştuğu gibi bizimle de konuşsa ve senin elçisi olduğunu söylese, ya da peygamberlerle konuştuğu gibi bize de bir melek gönderip onun aracılığıyla, senin elçisi olduğunu bize bildirse veya bize bir mucize, senin doğruluğunu gösteren bir delil gelse ya' dediler. Bilmeyen, yani cahil kimseler böylece, kendilerinin de melekler veya peygamberler gibi önemli varlıklar olduklarını sanarak büyüktendiler. ”Allah niçin peygamberleriyle konuşuyor da bizimle konuşmuyor" dediler. Varlıkların en düşük derecelisi oldukları halde kendilerini böylesine büyük görmeleri ve en yüce âyetleri de küçümsemeleri gerçekten şaşılacak şeydir. Bunlardan öncekiler yani geçmiş ümmetler de bunların sözünün aynısını söylemişlerdi. Nitekim Yehudiler Hazret-i Mûsa'ya: ”Allah'ı bize apaçık olarak göster" (Nisa: 153) ve Hıristiyanlar da Hazret-i İsa'ya: ”Rabbinin, gökten bize bir sofra indirmeye gücü yeter mi?" (Mâide: 112) demişlerdi. Bunların istekleri doğru yolu bulmak için değil, inatlarında diretmek içindi. Hepsinin kalbleri birbirine benziyor. Yani katılık, körlük ve inatta, onların ve onlardan öncekilerin kalbleri aynıdır. Eğer bir kalbte küfür ve katılık yerleşirse, artık o, imandan uzaklaşır. Biz âyetleri açık mucizeler olarak kesinlikle bilen bir kavme, kesin gerçeği arayanlara açıkladık. Burada geçen ”kesin bilgi" anlamındaki ”yakîn" kelimesi, ”ilim" kelimesinden daha kapsamlı ve daha kesindir. 119Doğrusu biz seni sana uyanlar için bir müjdeci ve, seni inkâr eden ve karşı gelenler için bir uyarıcı olarak hak ile hüccet ve mucizelerle desteklenmiş olarak gönderdik. Burada Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle denilmek istenmektedir: Senin doğruluğun, mucize ve delillerle ortaya çıktıktan sonra, müjdelemekten ve uyarmaktan başka görevin yoktur. Onları imana ve kabule zorlamak senin işin değildir. Sen, cehennemliklerden sorumlu değilsin. Risaleti tebliğ ettikten sonra, onların iman etmemeleri dolayısıyla senin bir sorumluluğun yoktur. 120Kendi dinlerine uymadıkça yahudi ve Hıristiyanlar senden asla razı ol may acaklard ir. Bu âyet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onların İslâm'a girmeleri konusundaki aşırı isteğinin gerçekleşmeyeceğini ifade ediyor. Çünkü onların kendisinden hoşnut olmalarını, gerçekleşmesi imkânsız bir sebebe bağlamıştır. Ondan hoşnut olmadıklarına göre, nasıl olur da onun dinine uyarlar? Yani Yehudiler, sen yahudi olmadıkça ve onların kıblelerine yönelerek namaz kılmadıkça ve Hıristiyanlar da, sen hıristiyarı olmadıkça ve onların kıblesine doğru yönelerek namaz kılmadıkça senden hoşnut olmayacaklardır. Burada ”din" anlamındaki ”millet" kelimesinin tekil olarak kullanılması, küfrün tek bir millet olmasındandır. Bu, onların: ”Bizim dinimiz hidayetin ta kendisidir, diğer dinler değil." yolundaki sözlerinin hikâyesidir. Buna karşılık yüce Allah şöyle buyuruyor: De ki: 'Hidâyet, ancak Allah'ın hidâyetidir.' Bu, İslâm dinidir. İnsanları Hakka götürür, sizin davet ettiğiniz bâtıl din değil. Sizin davet ettiğiniz hidayet değil, hevâ yani nefsânî istek ve arzulardır. Yemin olsun ki, sana ilim vahyedilmiş Kur'an geldikten sonra, eğer onların arzularına uyarsan, Allah'tan O'nun yüce katından sana ne bir dost, faydası dokunacak bir yakın, ne de Allah'tan gelecek cezayı önleyebilecek bir yardımcı vardır. Âyette geçen ”ehvâ" kelimesi, ”hevâ" kelimesinin çoğuludur. Hevâ, şehvete dayanan ve sapıklığa çağıran görüş demektir. İnsanı haviye'ye yani cehenneme götürdüğü için bu isim verilmiştir. Ehvâ kelimesinin tekil olarak değil de çoğul olarak kullanılmasının sebebi ise onların herbirinin arzusunun, diğerinin arzu ve isteğinden farklı olduğunu belirtmek içindir. İşte bu sebeple Peygamber Efendimizin, ancak onların hepsinin nevasına yani arzusuna uyarsa, onların hepsinin razı olacakları bildirilmiştir. Hak dine çeşitli isimler verilmiştir: Peygamberler ümmetlerine imlâ ettirdikleri ve yazdırdıkları için ”millet", Kulların itaat edip hükümlerine boyun eğdikleri için ”din", Susayan kimselerin susuzluklarını giderecekleri rahmet ve sevap kaynağı olduğu için ”şeriat" ismi verilmiştir. Ayrıca âyette geçen ”dost" (velî) ile ”yardımcı" (nasır) arasında genellik ve özellik açısından fark vardır. Çünkü ”dost", bazen yardım edemez. ”Yardımcı" ise, bazan yardım gören kimseye yabancı olabilir. Yahudi ve Hıristiyanlar içindeki liderlik peşinde koşan inatçıların durumu anlatıldıktan sonra, inatçılıktan ve liderlik arzusundan uzak duran, Allah'ın rızâsını ve âhiret sevabını isteyen, âhireti bu geçici dünyaya tercih edenlerin övülmesine geçiliyor: 121Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyla okuyanlar, onun lâfızlarını tahrif etmekten kaçınan, anlamını düşünenler ve içindekilerle amel edenler... Burada Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi, kitap ehlinin mü'minleri kasdedilmektedir. Bunlar yahudilikten dönerek müslüman olmuşlardı. ”Kitap" ise, Tevrat'tır. İşte onlar yani kendilerine kitap verilenler ve onu hakkıyle okuyanlar, kitaplarını tahrif etmeksizin ona iman ederler. Buna karşılık kim de onu yani kitabı inkâr ederse... küfrü ister bizzat tahrif sebebiyle olsun, isterse daha önce tasdik ettiği kitabı inkâr etmek gibi başka sebeplerle olsun, farketmez. Hüsranda olanlar, aldan an ve helake uğrayanlar da işte onlardır. Çünkü iman yerine küfrü satın almışlardır. 122Ey İsrailoğullan! Size verdiğim, içinde Tevrat'ın da bulunduğu nimetimi ve sizi, bir zaman kendi çağınızda âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. Nimetin hatırlanması, ona şükretmekle olur. Verilen kitaba karşı şükür ise, içinde bulunan her şeye iman etmekle gerçekleşir. Tevrat'a imanın zorunluluklarından birisi de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e imandır. 123Kimsenin kimseye bir fayda sağlamayacağı, kimseden karşılık alınmayacağı, kimseye şefaatin fayda vermeyeceği ve onların yardım görmeyeceği günden sakının. Eğer iman etmezseniz kıyamet gününün azabından korkun. O günde hiç bir nefis diğeriyle ilgili hakları ödeyemez. Hiç bir kimse başkasının günahından dolayı hesaba çekilmez ve onun azabından hiçbir şeyi defedemez. Ancak kendisinde başkasının hakkı varsa kendi iyiliklerinden ve sevaplarından alınarak ona verilir. Nitekim hadis-i şerifte: ”Kim, namus veya başka bir konuda kardeşine zulmetmişse, hiçbir dinar veya dirhemin kabul edilmeyeceği gün gelmeden önce, en kısa zamanda onunla helâlleşsin. Çünkü o günde, yaptığı zulüm miktarı kadar -eğer iyiliği varsa- kendisinden alınır ve ona verilir. Eğer iyiliği yoksa, o zaman zulmettiği kişinin kötülüğünden alınarak kendi kötülüğüne eklenir, sonra da ateşe atılır" (53) buyurulmuştur. O günde kendisini cehennem azabından kurtaracak bir fidye alınmaz. Zaten fidye verecek birşey de bulamaz. Âyette fidye insanın kurtarılmasına muadil olarak verilmek istendiği için ”adi" kelimesiyle ifade edilmiştir. "Onların arzularına uyarsan" âyeti, heva ve arzular peşinde gidenlerle bid'atçıların sohbetlerinin çirkinliğine ve onların söz ve davranışlarına uymanın kötülüğüne işaret etmektedir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Bir kimse herhangi bir masiyette (yani Allah'a karşı isyan ve günah bir işte) hazır bulunur ve o masiyeti de hoş görmezse, o masiyetten uzakta olan gibidir. Kim de bir masiyetten uzakta bulunmasına rağmen buna rıza gösterirse, tıpkı orada hazır bulunanlar gibidir. ”(54) Aslında selef-i sâlihimiz, boş sözler konuşan, heva ve arzularına uyan kimselerin meclislerinden uzak dururlar ve onlarla ilişkilerini keserledi. Heva ve istekleri doğrultusunda hareket eden ve bid'atçı olanlara uymaktan uzak dururlardı. Rivayete göre, Abdullah b. Mübarek rüyada görülmüş, kendisine: ”Rabbin sana ne yaptı?" diye sorulmuş. O da şu cevabı vermiştir: ”Beni azarladı ve otuz yıl bekletti. Çünkü bir gün ben, lütuf ile bid'atçı bir kimseye bakmıştım. Rabbim bana dedi ki: ”Benim dindeki düşmanıma sen, niçin düşmanlık göstermedin?" Buna oranlarsak, acaba zâlim bir toplulukla oturan kimsenin hali ne olur? Şu beyitte belirtildiği gibi, sohbetin çok büyük bir etkisi vardır: Ahmak ve bön kişi cesaretliye doğru hızlıca koşar Kor ateş, külün üzerine konur da, söner. 124Bir zaman Rabbi, yani yüce Allah bir vakitler İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, onu denemiş... Burada ”İmtihan etmiş" şeklinde tercüme ettiğimiz ”İhtila" kelimesi, daha çok yapılması veya terkedilmesi zor olan bir işle denenmek anlamına gelir. Kurtubi der ki: ”İbrahim" kelimesi merhametli baba anlamında ”eb" ve ”rahim" kelimelerinden meydana gelmiş ”çocuklara karşı merhametli ve bağışlayıcı olduğu için" kendisine bu isim verilmiştir. Bu sebeple Hazret-i İbrahim ve eşi Sare kıyamete kadar küçük yaşta ölecek mü'minlerin çocuklarının koruyucusu kılınmışlardır. O da bunları yerine getirmişti. İbrahim (aleyhisselâm) bu kelime ve emirleri, hiçbir ifrat ve tefrite kaçmaksızın gereğince yapmış bunları en güzel şekilde yerine getirmişti. İbn Abbas'ın anlattığına göre bu kelimeler, onun şeriatında farz olan on özellikten ibaretti: Bizim şeriatımızda ise bunlar sünnettir. Bunlardan beşi baştadır: Buruna su çekmek, ağza su vermek, saçı ikiye ayırmak, bıyığı kısaltmak ve misvak kullanmak. Beşi de bedendedir: Sünnet olmak, etek traşı, koltuk altları traşı, tırnakların kesilmesi, su ile ön ve arka mahallerin temizlenmesi. Bıyıkları kısaltmak sünnet, tamamen kesmek ise, tıpkı sakalda olduğu gibi, bidattir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Bıyıkları kısaltın ve sakalı uzatın." (55) ”Kısaltmak", azaltıp kesmek anlamına, ”uzatmak" da, olduğu gibi serbest bırakma, aslî durumu üzere bırakma anlamına gelir. Bu yüzden sakalın tıraş edilmesi çirkin görülmüş, hatta ”müsle" ve haram denilmiştir. Başka bir deyimle, nasıl ki saç tıraşı kadınlar için müsle, erkeklere benzeme ve aslî güzelliği kaybetme olup yasak edilmişse aynı şekilde sakal tıraşı da erkekler için müsle, kadınlara benzeme, yasak ve aslî güzelliği kaybetme anlamını taşır. Fakihler şöyle derler: ”Zamanı geldiğinde sakalı bırakmak güzellik, tıraş etmekse onun kemalini ve olgunluğunu elden kaçırmaktır. Melekler şöyle tesbih ederler: ”Erkekleri sakal ve kadınları da kakül ve zülüfle süsleyen Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir." Öte yandan, sakalın bir tutamdan fazlasını kesmekte bir sakınca yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”sakalından uzunlamasına ve enlemesine olan fazlalığı alırdı (keserdi)". (56) Ancak aşırı derecedeki uzun sakal, hilkati bozar, dedikoducuların ileri geri konuşmalarına sebep olur. Dolayısıyla bu niyetle, söz konusu duruma düşmekten kaçınmanın bir sakıncası yoktur. Allah ona: 'Ben seni, insanlara imam yapacağını' dedi. Bu özelliklere sahip olman dolayısıyla insanlar seni önder edinecekler ve iyi amel sahibi kimseler sana uyacaklardır. O, çağının peygamberi olduğu gibi kıyamete kadar da, tüm insanlar ona uyacaklardır. Nitekim yüce Allah bu sözünü yerine getirmek üzere Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle buyurmuştur: ”Sonra sana: 'Hakka yönelen İbrahim'in dinine tabi ol' diye vahy ettik." (Nahl: 123) İşte bu yüzden tüm din sahipleri ona karşı saygı duyarlar. O da: 'Neslimden de' dedi. Yani benden sonra soyumdan da bazılarını kendisine uyulan önder yap. Burada aslında edebe uyarak, Hazret-i İbrahim doğrudan emir mahiyetinde, ”neslimden de imam yap" demiyor, yalnızca ”neslimden de" ifadesiyle yetiniyor. ”Nesil" olarak çevirdiğimiz ”zürriyet", erkeğin soyu anlamına gelmekte, babaları, erkek ve kız, küçük ve büyük tüm çocukları içine alır. Nitekim şu âyet de bunu gösterir: ”Onların soyunu (zürriyetini) yüklü gemilerde taşımamız..." (Yâsîn: 41) Bu âyetle Allah, onların yüklü gemideki babalarını murad ediyor. Zürriyet kelimesi bazan tekil anlamında da kullanılır: ”Ey Rabbim! Bana, kendi katından temiz bir zürriyet ihsan et." (Âl-i İmrân: 38) Burada amaçlanan şey ”salih bir çocuk" tur. Allah da: 'Vaadim, zalimlere ulaşmaz' dedi. Yani senin çocuklarından, Müslümanlar da, kâfirler de olacaktır. Sana söz verdiğim peygamberlik ve haleftik görevi olan imamet, senin çocuklarından ve başkalarından zalim olanlar için geçerli olmayacaktır. Benim vaadime, yalnızca zulümden uzak kalanlar ulaşır. Çünkü imam, zulmü önlemek için var olan kimsedir. O halde imamın zalim olması nasıl mümkün olabilir? Eğer böyle bir şey caiz olursa, o zaman şu atasözü gerçekleşmiş olur: ”Kim, kurdu koyun sürüsüne çoban yaparsa, zulmetmiş olur." 125Ey Rasûlüm Muhammed! Hatırla ki, biz Kabe'yi hac ve umre dolayısıyla gelen insanlar için bir toplantı ve emniyet yeri yaptık. İnsanlar ziyaret için sürekli olarak buraya gelir giderler. Aynı zamanda burası bir güven yeridir. Çünkü müşrikler Harem'de bulunan kimselere saldırmazlar ve : ”Ev Allah'ın evi, orada bulunanlar da Allah ehlidir" derlerdi. Bir adam Harem içinde babasının katilini bile görse, ona saldırmaz; ancak onun etrafında saldırırdı. Onlar bu özelliği Hazret-i İsmail'in dininden miras almışlar ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dönemine kadar da bunu sürdürmüşlerdi. 'İbrahim'in makamını... Hazret-i İbarihim'in makamı, iki ayağının izinin bulunduğu taş, ya da Beytullah'ı yükseltirken üzerinde durup bastığı yerdir. Günümüzde de aynı adı taşımaktadır. Namazgah edinin' yani orayı namaz kılacak bir mevzi kılın dedik. Rivayete göre Hazret-i İbrahim, oğlu Hazret-i İsmail'le eşi Hacer'i buraya getirerek Mekke'de bıraktı. Bunun üzerinden bir süre geçtikten sonra Cürhüm kabilesi de buraya yerleşti ve İsmail bu kabileden bir kızla evlendi. Hacer de öldü. Hazret-i İbrahim, hanımı Sâre'den, eşi Hacer'in yanına gitmek için izin istedi. O da kendisine izin verdi. Ancak oraya vardığında atından inmemesi şartını koştu. Hazret-i İbrahim Mekke'ye geldi, fakat eşi Hacer ölmüştü. Hemen oğlu İsmail'in evine gitti. Gelinine, kocasının nerede olduğunu sordu. O da, avlanmaya gittiğini söyledi. Çünkü Hazret-i İsmail, zaman zaman Harem'den çıkarak avlanmaya giderdi. Hazret-i İbrahim, gelinine: ”Yanında ikram edeceğin bir şey var mı?" diye sordu. Gelini de, bir şeyin bulunmadığını söyledi. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim, nasıl geçindiklerini sordu. Kadın: Biz, hep sıkıntı ve zorluk içindeyiz" diye şikâyette bulundu. Hazret-i İbrahim bunun üzerine: ”Kocan eve geldiğinde, selâmımı ve kapısının eşiğini değiştirmesini söylediğimi ilet" dedi. -Bunun anlamı, ”seni boşasın, çünkü ona eş olabilecek bir kadın değilsin" demekti.- Hazret-i İbrahim ayrılıp gittikten sonra Hazret-i İsmail eve döndü ve babasının güzel kokusunu duyarak eşine: ”Buraya birisi mi geldi?" diye sordu. Yaşlı bir adamın geldiğini söyledi ve onu tarif etti. Konuşurken yüzünde küçümseyici bir eda vardı. İsmail: ”Peki bir şey söyledi mi?" diye sordu. Eşi: ”Kocana selâmımı ve kapısının eşiğini değiştirmesini söylediğimi ilet"dedi. Hazret-i İsmail: ”O gelen babamdı. Benden seni boşamamı istemiş. Artık ailene git" dedi ve onu boşadı. Bu kabileden bir başkasıyla evlendi. Hazret-i İbrahim, bir süre eşi Sâre'nin yanında kaldıktan sonra tekrar eşinden izin isteyip İsmail'i ziyaret edeceğini bildirdi. Eşi Sâre de, gittiğinde atından inmemek şartıyla izin verdi. Hazret-i İbrahim oğlu Hazret-i İsmail'in kapısına kadar geldi. Gelini Hazret-i İsmail'in hanımına, kocasının nerede olduğunu sordu, O da: ”Avlanmaya gitti, inşaallah dönmek üzeredir. Atından in, Allah sana rahmetini ihsan etsin" dedi. Hazret-i İbrahim gelinine: ”Yanında ikram edeceğin bir şey var mı?" diye sordu. O da, evet, dedi. Hemen bir miktar süt ve et getirdi. Bu arada Hazret-i İbrahim, gelinine geçimlerini sordu. Gelini: ”Biz hayır ve bolluk içindeyiz" dedi. Hazret-i İbrahim ona bereket içinde olmaları duasında bulundu. Eğer o gün buğday, ya da arpa ekmeği veya hurma getirmiş olsaydı, yeryüzünün çoğu buğday, arpa, ya da hurmayla dolardı. Hazret-i İbrahim, ona şöyle dedi: ”Kocan geldiğinde, ona selâmımı ve evinin eşiğinin düzeldiğini söylediğimi bildir" dedi. Hazret-i İsmail eve döndüğünde, babasının kokusunu hissetti ve hanımına: ”Sana kimse geldi mi?" dedi. O da: ”Evet, yaşlı biri geldi. İnsanların en güzel yüzlüsü, en güzel kokulusuydu. Bana da şunları şunları söyledi" dedi. Hazret-i İsmail: ”Gelen babamdı, kapımın eşiği de sensin. Bana seni iyi tutmamı söylemiş, emretmiş" dedi. Hazret-i İbrahim oğlu İsmail'den bir süre ayrı kaldıktan sonra, bir gün tekrar ona geldi. Bu sırada İsmail, Zemzem kuyusu yakınında bir ağacın gölgesinde ok yontuyordu. Babasını görünce, hemen ayağa kalkarak onu bir çocuğun babaya göstermesi gereken saygıyla karşıladı. Bu sırada Hazret-i İbrahim oğlu İsmail'e: ”Allah, bana bir şey yapmamı emretti. Bu konuda bana yardımcı olur musun?" dedi. İsmail de, bu konuda ona yardım edeceğini söyledi. Hazret-i İbrahim: ”Rabbim bana, burada bir ev yapmamı emretti" dedi. Bunun üzerine evin temellerini yükselttiler. Hazret-i İsmail taş taşıyor, Hazret-i İbrahim de binayı yapıyordu. Bina yükselince sözkonusu taşı getirdi. Basması için ayağının altına koydu. Hazret-i İbrahim, dikilen taşın üzerine çıkıp binayı yapmaya başladı. Hazret-i İsmail de onun eline taş uzatıyordu. Bu sırada her ikisi şöyle duâ ediyorlardı: ”Ey Rabbimiz! Bunu bizden kabul et. Şüphesiz sen, çok iyi işiten ve çok iyi bilensin." (Bakara: 127) (57) Kabe'nin yapımı bitince, Hazret-i İbrahim'e: ”İnsanları hacca çağır" denildi. Hazret-i İbrahim: ”Ben dağlar arasındayken ve yanımda hiçbir kimse yokken nasıl çağırabilirim?" diye sordu. Allah ise: ”Seslenmek senden, duyurmak ve ulaştırmak bizdendir" buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i İbrahim Ebû Kubeys dağına çıktı ve bu taşın üzerine bastı. Bu taş, Hazret-i Nuh Tufanında Ebû Kubeys dağında iyice gizlenmiş, kaybolmuştu. İşte bu taş, dünyadaki tüm taşları geçecek şekilde yükseldi. Allah, İbrahim için tüm yeryüzünü bir sofra gibi topladı. Hazret-i İbrahim de: ”Ey müslüman lar topluluğu! Şüphesiz Rabbin iz sizin için bir ev yaptı ve size orayı haccetmenizi emretti" dedi. Böylece babalarının sulbünde ve analarının rahminde olan tüm insanlar, bu çağrıya olumlu cevap verdiler. Buna o gün bir defa cevap veren bir kez, on defa cevap veren de, on defa hacca gider. İbrahim'e ve İsmail'e şöyle emrettik: Yani her ikisine de kesin direktif ve ültimatom verdik. Ayetteki ”ahd" kelimesi, emir ve vasiyet anlamındadır. Nitekim ”falancaya ahdetti" demek, ona emir ve tavsiyede bulundu demektir. Öte yandan yüce Allah'ın: ”Ben size ahdetmedim mi?" (Yasin: 60) sözü de bu anlamdadır. 'Evimi, tavaf edenler, çevresini ziyaret edenler, orada oturanlar, orada yerleşenler rükû ve secde edenler için yani namaz kılanlar için temizleyin. Âyetteki ”tavaf edenler''den amaç, dışarıdan hac için gelenler, ”orada oturanlar" darı amaç, harem halkıdır. Namaz kılanlara ”rükû ve secde edenler" denmesi de, bu iki şeyin namazın temel rükünlerinden olmasındandır. Öte yandan Mescid-i Haram'da oturup Kabe'ye bakmak bile, makbul ve kutsal ibadetlerden sayılmıştır. Nitekim Hazret-i Peygamber: ”Kuşkusuz yüce Allah her gün bu Kabe'ye yüzyirmi rahmet indirir. Altmışı tavaf edenlere, kırkı namaz kılanlara ve yirmisi de ona bakanlara paylaştırılır,"m buyurmuştur. Âyetteki Kabe'yi temizleme emri, onu putlardan ve pisliklerden temizlemek ve çevresinde bu tip şeylerin barındırılmasını engellenmekle ilgilidir. Yüce Allah'ın: ”Evimi temizleyin" buyruğu içine, Allah'ın yeryüzündeki tüm evleri (mescitleri) girmektedir. Temizlenmeleri ve temiz tutulmalarıyla ilgili hüküm tıpkı Kabe konusundaki hüküm gibidir. Burada özellikle Kabe'nin zikredilmesi, o zaman orada başka bir mescidin bulunmaması dolaylıyladır. 126İbrahim şöyle dedi: Ey Rasûlüm Muhammed, İbrahim'in şu sözleri söylediği zamanı hatırla: 'Ey Rabbim! Bu beldeyi, bu yeri, yani Harem'i emniyetli kıl. Orada oturanları kıtlıktan, kuraklıktan, yerin dibine geçirmekten, başka bir varlığa dönüştürmekten, zelzele ve depremlerden güvencede kıl. Halkından Allah'a ve âhiret gününe iman edenleri, mahsullerle rızıklandır.' Buradaki ”mahsuller" şeklinde tercüme edilen ”semerât" kelimesi, yiyecekler demektir. Bunun meyveler anlamına geldiği de söylenmiştir. Burada özellikle ”semerât" kelimesinin zikredilmesi yiyeceğin her yerde bulunmasına karşılık meyvelere her yerde nadir rastlanmasındandır. Hazret-i İbrahim burada yaşayan insanlar ve özellikle onların iman edenleri için emniyet, refah ve huzur istiyor. Allah da dedi ki: 'Kim inkâr ederse dünyada onun da rızkını veririm. Hazret-i İbrahim sadece mü'minlerin rızıklandırılmasını isterken, Allah: ”Ben inananları da, inkâr edenleri de rızıklandırırım," buyuruyor. Hazret-i İbrahim, burada rızkı da, imamete kıyaslamış oluyor. Bunun için sadece mü'minler için rızık istiyor. Allah da uyarıda bulunarak, rızkın dünyaya ait bir rahmet olduğunu, dolayısıyla imametin öncelikli olarak iman edenlerin olmasının aksine, rızkın hem mü'minlere ve hem de kâfirlere verileceğini bildiriyor. Bu itibarla ben, onu dünya lezzetlerinden payını alması için az bir müddet geçindirir... Çünkü zaten dünya bütünüyle azdır ve kâfirin bu azdan yararlanması da azın azı demektir. Sonra cehennem azabına uğramak zorunda bırakırını. Buradaki ”uğramak" anlamına gelen ”ıztırar" kelimesi sözlükte, insanın kendisi için zararlı olabilecek şeye zorlanması, sevkedilmesidir. Burada bilinen manasıyla, küfrü sebebiyle dünyada kendi arzusuyla yaptığı şeye karşılık, âhirette zorunlu cezaya çarptırılmasıdır. Orası ne kötü bir yerdir.' Yani, içinde kalmak üzere dönülecek olan cehennem, ya da cehennem azabı, ne kötüdür. Kula, bu dünyada belli birkaç gün için süre tanınır. Yoksa, unutulması veya ihmal edilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Çünkü herkes, mutlaka yaptığının karşılığını görecektir. Bu yüzden dünyanın zevk ve lezzetleri seni aldatmasın. Çünkü itaat edenin de, isyan edenin de bundan bir payı vardır. Bu, âhirette dereceleri yükseltecek bir şey değildir. Sehl-i Tüsteri bu âyetin açıklamasıyla ilgili olarak şöyle der: ”Biz onlara bolluk ve nimetlerle mühlet verir, bu nimetlere şükrü unuttururuz. Onlar nimete yapışıp nimeti vereni unutunca, sorguya çekilirler." İbn Ata da bu konuda şöyle der: ”Yani ne zaman bir hata işlerlerse, biz onlara nimeti yeniler, işledikleri hatadan dolayı onlara istiğfarı unuttururuz." Akıllı kimse, dünyanın süsüne ve zinetine aldanmamak, Allah'tan başka hiçbir şeyle sevinmemelidir. Çünkü Allah'ın dışında herşey bâtıl ve geçicidir. Fani ve geçici olan bir şeye aldanıp peşine takılmak, aklın, irfanın ve ince kavrayışın kârı değildir. 127İbrahim ve onun İsmail, ishak, Medyen ve Medayin adlı dört oğlundan biri olan İsmail, Kabe'nin temellerini yükseltirken, Rablerine şöyle duâ ediyorlardı: Burada geçmiş bir olaydan söz edildiği halde, şimdiki zaman kipinin kullanılması, olayı şu anda meydana geliyormuş gibi, karşıdaki insanın kafasında canlandırmak ve gözünün önüne getirmek içindir. Âyette ”temeller" anlamına gelen ”kavâid" kelimesi, ”kaide" sözcüğünün çoğuludur. ”Kaide" aslında bir sıfat olup ”sabit" anlamına gelir. Daha sonra çok kullanılmaktan dolayı sebat ve istikrar anlamında isim olarak kullanılmıştır. Bu, bir bakıma, Kabe'nin temellerinin değişmeye, yıkılmaya, yok olmaya karşı korunmuş olduğu anlamına gelir. Buna göre âyetin anlamı şu olur: ”Ey Rasûlüm Muhammed, hatırla! Hani bir zaman İbrahim (aleyhisselâm) Kabe'nin temellerini yükseltiyordu..." Hazret-i İbrahim'in Kabe'nin temellerini yükseltmesinden söz edilmesi, Kabe'nin Hazret-i İbrahim'den önce de var olduğunu gösteriyor. Çünkü ”temellerini yükseltirken..." deniliyor. Öyleyse Hazret-i İbrahim, var olan bir temelin üzerine Kabe'yi bina etmiştir. Ancak Kabe'nin ilk kez kim tarafından yapıldığı konusunda görüş birliği yoktur. Kimine göre Kabe'yi ilk kez melekler kurmuştur. Kimine göre ise, yüce Allah gökte Beytü'l-Ma'mur adında bir ev yapmış ve meleklere yeryüzünde ona benzer, onun hizasında ve onun ölçülerinde bir bina yapmalarını emretmiştir. Kimisine göre de Kabe'yi ilk yapan Hazret-i Adem'dir. Hazret-i Nuh Tufanında kaybolmuş, sonra yüce Allah, bunun yerini Hazret-i İbrahim'e göstermiştir. Temelleri yükseltirlerken şöyle diyorlardı: 'Ey Rabbimiz! Bunu bizden kabul et. Duamızı ve diğer ibadetlerimizi kabul eyle. Şüphesiz sen her şeyi duyduğun gibi, duâ ve yakarışımızı da çok iyi işiten ve tüm davranışlarımızdaki niyetimizi de çok iyi bilensin. Bu âyet, bir ibadetle yükümlü olan herkesin, ibadet veya Allah'a yaklaşmak için yaptığı bir işi, emredildiği şekilde yerine getirip bu konuda bütün çabasını harcadıktan sonra, yapılan işin, hizmetin, taatın ve ibadetin kabul edilmesi için Allah'a duâ etmesinin gereğine işaret ediyor. Çünkü bunu kabul etmek, ya da etmemek Allah'a kalmış bir şeydir. Allah'ın bu konuda herhangi bir zorunluluğu yoktur. 128Rabbimiz! İkimizi de sana teslim olanlar yani sana karşı ihlâslı ve samimi olan kimselerden yap. Burada ”teslim olan"dan maksat, nefsini ve zatını bütünüyle Allah'a adayandır. Bir başka yoruma göre de anlam şu şekildedir: ”Bizi sana teslim olan, rızana boyun eğen, takdir ettiğin her şeyi kabul eden, hükmünde tartışma yapmayan kimseler eyle."“İslâm" kelimesi ”lâm-ı cer" edalıyla gelince, teslim olmak, kazaya boyun eğmek ve razı olmak anlamına gelir. Bir kısım soyumuzdan da sana teslim olan bir ümmet çıkar. Neslimizden bazı kimseleri sana ibadette ve itaat etmede samimi olan bir topluluk yap. Özellikle burada ”bir kısım soyumuzdan" demelerinin sebebi, soylarından bazı insanların iyi insanlar olduğunu, bazılarının da apaçık bir şekilde kendi nefislerine zulmedeceklerini bilmelerinden kaynaklanmaktadır. Şu halde Allah'ın hikmeti gereği dünyada, üstün kimseler olduğu gibi, orta derecede ve aşağılık kimseler de bulunacaktır. Üstün kimseler, nefislerini Allah'a adayan ve tümüyle O'na yönelen ”ehlullah" (Allah ehli)tır. Orta derecedeki ler, kötülüklerden kaçınan ve sevap kazanmak için Allah'a itaata koşan âhiret ehlidir. Aşağılık kimseler ise, dünya hayatının dış görünüşünü bilip âhiret ten habersiz olan dünya ehlidir. Bunların çabaları tümüyle dünyalarını kurtarmak ve onun sebeplerine yapışmaktır. Nitekim, dünyanın imarının üç şeyle gerçekleştiği belirtilmiştir: Birincisi: Ziraat ve ağaç dikmek. İkincisi: Koruma ve savaş. Üçüncüsü: Ticaret mallarını bir şehirden başka bir şehre nakletmek. Kim bu sayılan şeyler üzerinde durur, ölümü unutur, yeniden dirilmeyi ve hesabı akla getirmez, dünyanın imarı için aşırı bir şekilde çaba gösterir, bütün düşüncesini bu alanda yoğunlaştırırsa, gerçekten bu kimse cehalet ve ahmaklıkta aşırı gitmiştir. Bu bakımdan: ”Eğer ahmaklar olmasaydı, dünya harabeye dönerdi" denmiştir. Bize ibadet yerlerimizi yani hacla ilgili ihrama girme yerlerini, Arafat'ta vakfe yapacağımız yeri, tavaf yerini, Safa'yı Merve'yi ve aralarındaki gidiş geliş yollarını, şeytan taşlama yerini göster. Ayette geçen ”İbadet yerleri" anlamındaki ”menasik" kelimesi, ”mensek" kelimesinin çoğuludur. ”Nüsuk" ise, Allah'a kulluk yapmak için başvurulan her türlü eylemdir. Genel olarak hacla ilgili ameller için kullanılır. Çünkü hacla ilgili amel ve görevler en zor olanlarıdır. Fazla gayret ve çaba sarfedilmek suretiyle yapılan amellerdir. Tevbemizi kabul et. Küçük günahları işlemek, ya da en iyiyi terketmek gibi, yanılarak yaptığımız hatalar varsa, onları bağışla. Belki de Hazret-i İbrahim ve İsmail'in bu şekilde duâ etmeleri, kendi nefislerini kırmak ve soylarına birtakım öğütlerde bulunmak, Kabe'nin ve çevresindeki ibadet yerlerinin, günahlardan kurtulma ve gaybı en iyi şekilde bilen Allah'tan bağışlanmayı isteme yerleri olduğuna dikkat çekmek içindir. Şüphesiz sen, tevbeleri, yani tevbe edenin tevbesini, çok kabul eden ve çok merhamet edensin. Tevbe, asıl olarak geri dönmek demektir. Allah'ın kulun tevbesini kabul etmesi ise, günahkârın kalbinde pişmanlığı ve dönüşü yaratması, görünen organlarını taatlerle süslemesi ve onu günah ve hataların kirinden temizlemesi demektir. ”Tevbeleri çok kabul eden" anlamındaki ”tevvâb" kelimesi, çokluk ve aşırılık ifade eden mübalağa kalıplarındandır. Yüce Allah'ın tevbeleri çok kabul etmesi ve kendisine yönelen pek çok günahkârı affetmesi dolayısıyla, bu sıfatla nitelendirilmiştir. 129Rabbimiz! İçlerinden, yani çocuklarımız olan müslüman ümmeti içinden onlara âyetlerini okuyacak tevhid ve nübüvvetin delillerini içeren vahyi onlara duyuracak kitab'ı ve yani Kur'an'ı, kendisiyle nefislerinde gerçek tanımayı ve şer'î hükümleri kemale erdirecekleri hikmeti öğretecek... İbn Düreyd şöyle diyor: ”Sana ibret veren, seni olgunluğa çağıran, çirkinlikten uzaklaştıran her söz, hikmet'tir." Ve onları ellerinden geldiği kadar kötülüklerden temizleyecek yani şirk pisliklerinden ve isyanın her türünden arındıracak bir peygamber gönder. İçlerinden bir peygamberin gönderilmesi, onun kendilerinden olmasını gerektirmez. Nitekim Hazret-i İbrahim ve İsmail neslinden, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)den başka peygamber gönderilmemiş ve onların duaları, Hazret-i Muhammed peygamber gönderilerek kabul edilmiştir. Rivayete göre ona: ”Duan kabul olundu. O, ahir zamanda gelecektir" denilmiştir. Hadiste: ”Şüphesiz ben Allah katında, henüz Adem'in balçık olduğu bir zamanda 'peygamberierin sonuncusu' olarak yazıldım. Size simdi benimle ilgili ilk önemli şeyi haber vereceğim: Ben, babam ibrahim'in duası, isa'nın müjdesi, annemin hamileliği sırasında, kendisinden bir nurun çıkarak onunla bütün Şam saraylarının aydınlandığı şeklinde gördüğü rüyasıyım" (59) buyurularak, Hazret-i İbrahim'in bu duası belirtilmiştir. Hazret-i İbrahim, âyette geçen bu üç duâ ile Allah'a yalvardıktan sonra, sözünü Allah'a karşı yaptığı şu övgüyle bitiriyor: Şüphesiz sen her şeye galip ve üstün olan, asla gücüne karşı konulamayan Azîz'sin ve yalnızca hikmet ve faydalarla dolu olan işler yapan Hakîm'sin.' Allah, zatı itibariyle Azız ve Hakîm'dir. O'nun dışındaki her şey de nefsi itibarıyla zelil ve cahildir. İmam Gazzalî şunları söylemektedir: ”Aziz, benzeri az olan, kendisine şiddetle ihtiyaç duyulan, erişilmesi zor olan şeydir. Bu üç niteliği kendisinde toplamayan şeye ”Aziz" adı verilemez. Çünkü nice az bulunan şeyler vardır ki, değeri büyük ve faydası çok olmadıklarından ”aziz" diye adlandırılmazlar. Ayrıca nice önemli, yararlı ve benzersiz şeyler vardır ki, kendilerine ulaşmak ve onları kavramak zor olmadığından, yine ”azız" olarak adlandırılmazlar. Meselâ güneş ve dünya, benzerleri bulunmayan, pek çok yararları olan ve kendilerine şiddetle ihtiyaç duyulan iki varlık oldukları halde, kendilerine ulaşmak, yani onları görüp kavramak zor olmadığından ”aziz" diye nitelendirilemezler. Şu halde ”aziz" diye nitelendirilebilmek için, sözü edilen üç ana anlamın bir araya gelmesi zorunludur. Hikmete gelince, en değerli ve en üstün şeyleri, en yüce ilimlerle tanımaktır. Varlıkların en yücesi, bizzat Allah'tır. O'nun künhüne erişilemez, bir başkası O'nu olduğu gibi tanıyamaz. O mutlak Hakîm'dir. Çünkü O, en değerli şeyleri en değerli ilimlerle bilir. Nitekim, sanatların inceliklerini ve güzeliklerini bilen, sağlam ve pürüzsüz yapan kimseye Hakîm denir. Bir kimse her şeyi tamsa fakat Allah'ı tanımasa, ”Hakîm" adını almaya lâyık olmaz. Çünkü o, varlıkların en yüce ve değerlisini tanımamaktadır. Hikmet, ilimlerin en yücesidir. İlmin yüceliği ise konusunun yüceliğiyle ölçülür. Kime hikmet verilmişse, ona çok hayır verilmiştir. Meselâ bunun örneklerini peygamberlerin efendisi Hazret-i Peygamber'in sözlerinde bulabiliriz: ”Hikmetin başı, Allah korkusudur. ”“Akıllı kimse nefsini hesaba çekip ölümden sonrası için çalışan, âciz kimse ise nefsini hevasına uydurup sonra da Allah'dan lütuf ve ikram bekleyendir."ım ”Az olup da yeten, çok olup da oyalayan (ve nimetin şükrünü unutturan) şeyden daha hayırlıdır". ”Said, yani mutlu kimse, başkasının durumundan ders alabilendir." İşte bu ve benzeri sözlere hikmet adı verilir, sahibine de Hakîm denir." 130Kendini bilmez beyinsizden yani kendini, aşağılayıp hakir görenden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Bu, yadırgama ve azarlama ifade eden bir sorudur. Âyetteki ”ragıbe" fiili ”fî" harf-i çeri ile kullanılırsa, istedi, anlamına gelir; ”an" harf-i ceri ile kullanılırsa, yüzçevircli, anlamına gelir. Burada ”an" ile kullanılmıştır. Anlamı: Zelil ve aşağılık kimseler dışında hiç kimse İbrahim'in dininden, şeriatından ve yolundan yüz çevirmez. Rivayete göre Abdullah b. Selâm, kardeşinin oğulları olan Seleme ile Muhaciri İslâm'a davet etti ve onlara: ”İkiniz de yüce, Allah'ın Tevrat'ta, İsmailoğullarından bir peygamber göndereceğim. Onun adı Ahmed'dir. Ona iman eden hidayete erer, iman etmeyense lanetlenir buyurduğunu biliyorsunuz" dedi. Bunun üzerine Seleme, müslüman oldu, Muhacir ise buna yanaşmadı. İşte yüce Allah, bu âyeti bu olay üzerine indirdi. Şüphesiz ki, Biz onu dünyada peygamber olarak seçtik. Yani, yemin olsun ki, Biz dünyada diğer insanlar arasından İbrahim'i, kendisine peygamberlik ve hikmet vererek seçtik. O âhirette de sâlih kimselerdendir. İstikamet, iyilik ve salahta kararlılığı açıkça kanıtlanmış kişilerdendir. Çünkü dünyada kulların seçkini olan kimsenin âhirette de salah içinde olduğuna şahitlik edilir. Öyleyse gerçekten ona uyulması gerekir ve onun dininden kendini bilmez beyinsizlerden başkası yüz çevirmez. 131Bir zamanlar Rabbi ona... Yüce Allah, Hazret-i İbrahim'i insanlar arasından seçtiği zaman kendisine 'İslâm ol', Rabbin için dininde samimi ve ihlâslı ol, İslâm üzerinde dosdoğru yürü ve kararlı ol dediğinde... Bu, mağaradan çıkıp yıldızlara, aya ve güneşe baktığı zaman söylenmiş ve Allah kendisine ihlâslı olmayı ilham etmişti. İbrahim: 'Âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum' yani O'nun: ”Şüphesiz ki ben, hakka eğilerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim," (Enam: 79) sözünde geçtiği gibi, dinimde samimiyete ve ihlâsa sarıldım demişti. Bu söylediğine de bağlı kaldı, kalbini, nefsini, çocuğunu ve malını Allah'a teslim etti. Nitekim ateşe atıldığında Cebrail ona herhangi bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorduğunda: ”Sana mı? Hayır!" diye cevap vermişti. Daha sonra Cebrail'in: ”Rabbinden bir şey istemeyecek misin?" diye sorması üzerine şöyle demişti: ”O'nun benim durumumu bilmesi, benim için yeterlidir." 132İbrahim de bunu oğullarına vasiyet etti. Hazret-i İbrahim kendi nefsinde kemale erince, başkasına da bu kemale ermesi için tavsiyede bulundu. Bu da, Hazret-i İbrahim'in dinî ve dünyevî bakımından hayırlı ve yararlı olarak gördüğü şeyi, bir lütuf ve ihsan mahiyetinde, çocuklarına tavsiyesidir. Bu tavsiye oğullan ifadesinden anlaşılacağı üzere erkek çocuklarına demektir. Yakub da onu yani Hazret-i İbrahim'in tavsiye ettiği şeyi tavsiye ederek: Hazret-i Yakub, Hazret-i İbrahim'in torunu ve Hazret-i İshak'ın oğludur. Oniki çocuğuna vasiyette bulunmuştur. Yüzkırkyedi yıl yaşadı ve Mısır'da vefat etti. Mukaddes topraklara (Kudüs) götürülüp, orada babası İshak'ın yanına defnedilmesini istemiştir. Bunun üzerine Hazret-i Yusuf kendisini alıp oraya götürmüş ve dedesi İshak'ın yanına defnetmişti. 'Oğullarım! Allah sizin için bu dini yani dinlerin en seçkini olan ve Allah katında ondan başkası olmayan İslâm'ı seçti. O halde sizler sadece Müslümanlar olarak yani tevhid dininde samimi ve Rabbiniz hakkında iyi niyet besleyerek can verin' dedi. Bu, görünürde ölümle ilgili bir emirdir. Ancak gerçekte, müslüman olarak yaşamakla ilgili bir emirdir ve İslâm'ın terkedilmesi yasaklanmaktadır. Çünkü ölüm onların ellerinde değildir. Bu olay, Hazret-i Yakub'un Mısır'a geldiğinde, oradaki halkın putlara taptığını görmesi üzerine olmuştu. Hazret-i Yakub oğullarına, İslâm dininden ayrılmamalarını ve bunda sebat etmelerini tavsiye etti. Onun bu vasiyetini özellikle çocuklarına yapması, İslâm'ın başta gelen ve ihtimam gösterilmesi gereken bir şey olduğuna işaret etmektedir. Çünkü insan, kendisine en yakın olan kimselere şefkate, sevgiye, iyilik ve hayır istenmeye en lâyık olan kimselere tavsiyede bulunur. Bunun yanında oğulların iyi ve hayırlı kimseler olması, halkın da iyiliği demektir. Çünkü kendisine uyulan kimse eğer sâlih olursa, uyanlar da her bakımdan onun gibi salaha ve iyi olmaya çalışırlar. Din konusunda mutlaka tavsiyede bulunulması ve uyarı yapılması gerekir. Şüphesiz, kötü kimselerle ünsiyet peyda eden kimselerin, onların ahlâklarıyla ardaklanmalarından, onların yaptıklarını yapmalarından korkulur. Bu da, onları uçuruma yuvarlar. Ebû Ubeyd Sûrî bazı ihvanına şöyle yazmış: ”Doğrusu sen, uzun ömrün boyunca hep dünyayı düşünerek sabahladın. Yaptığın kötü şeylere mukabil Allah'tan lütuf ve ikram bekledin. Gerçekte sen hep soğuk bir demiri dövüp durmaktasın vesselam. Gerçi insan Allah hakkında hüsnü zan sahibi olmalıdır. Fakat bu, kişinin durumunu, ahlâkını ve amelini ıslah etmekle olabilir." Hasan-ı Basrî şöyle diyor: ”Birtakım kimseler, dünyadan göçünceye kadar hep arzuları peşinde koştular, iyilik namına hiçbir şey yapmadılar. Onlardan biri: ”Ben Rabbim hakkında iyi şeyler düşünüyorum" der. Oysa yalan söylemektedir. Çünkü Rabbi hakkında güzel düşünseydi, güzel amel işlerdi." 133Yoksa siz, Yakub'a ölüm geldiği, onda ölüm belirtileri görüldüğü, sırada yanında mı bulunuyordunuz? Yani o zaman siz orada değildiniz. Bu âyet, Yehudilerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Yakub'un, oğullarına öleceği sırada yahudiliği vasiyet ettiğini bilmez misin?" diye sormaları üzerine indi. Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu: Hazret-i Yakub'da ölüm belirtileri görüldüğü ve oğularma bunu söylediği zamanda orada bulunmuyordunuz. O zaman o, oğullarına: 'Benden yani ölümümden sonra neye tapacaksınız?', kime kulluk edeceksiniz demiş... Bu sözleriyle o, onların tevhid ve İslâm konusundaki kararlılıklarını kesinleştirmek istemiştir. İşte Hazret-i Yakub, bu iki konuda kararlı davranacaklarına ilişkin olarak oğullarından kesin söz aldı. Râgıb (Isfahanı) bu konuda şöyle der: ”Benden sonra neye tapacaksınız?" sözüyle Hazret-i İbrahim sadece meşru olan tapınmayı kasdetmemiş, onların tüm amellerinde maksatlarının Allah'ın rızâsından başka şey olmasından korkmuştur. Sadece putlara tapmakla oyalanmalarından değil, aynı zamanda dünyaya ilişkin bütün meşguliyetlerin kendilerini Allah'a kulluktan alakoymasından da korkuyordu. Nitekim şöyle denilmiştir: ”Seni Allah'tan uzaklaştırıp alakoyan her şey tağuttur." Bunun için ”Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan koru" (İbrahim: 35), yani Allah'dan başkasına hizmetten ve kulluktan bizi koru buyurulmuştur. Oğulları da: 'Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan, ilâhlığı üzerinde ittifak kılman, varlığından şüphe olmayan, kendisine ibadet etmek farz kılınan bir tek ilâha... Burada Hazret-i İsmail, Hazret-i Yakub'un amcası olduğu halde, babası gibi gösterilmiştir. Çünkü amcalar baba gibidir. Teyze de anne gibidir. Çünkü her ikisi de aynı yoldan ve soydan geliyorlar. Dolayısıyla bu bir kardeşliktir ve aralarında fark yoktur. Kaldı ki Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: ”Bir kimsenin amcası, babasının benzeridir."m Yani aralarında bir farklılık yoktur; tıpkı hurma ağacının iki dalı arasında, aynı kökten olmaları dolayısıyla fark olmadığı gibi. Evet senin ve atalarının ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz. Bununla açık olarak Tevhid vurgulanmakta ve başka hiçbir ilâhın kabul edilmeyeceği belirtilmektedir. Bizler O'na teslim olduk,' demişlerdi. 134Onlar, yani Hazret-i İbrahim, Hazret-i Yakub ve ikisinin Tevhid dinine bağlı olan çocukları bir ümmetti gelip geçti. Ölümle diğerlerinden ayrılıp gittiler. ”Ümmet" kelimesinin anlamı aslında kasdedilen, kendisine yönelinen şey demektir. Cemaate ümmet denilmesinin sebebi insan gruplarının kendisine uyduğu, yöneldiği içindir. Onların kazandıkları kendilerine, herkes için kendi kazandığı vardır, başkasının kazandığı değil. Sizin kazandıklarınız da başkası için değil sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz. Yüce Allah'ın, bir başka âyette: ”Siz, bizim işlediğimiz suçlardan sorumlu olmayacaksınız" (Sebe: 25) şeklinde ifade ettiği üzere, onlar geçmiş ümmetlerin işledikleri kötülükler yüzünden hesaba çekilmeyeceklerdir. Aynı şekilde onların iyi amelleri yüzünden size bir mükâfat verilmeyecektir. Kısacası, herkesin karşılığı kendi ameline göre verilecektir. Bu, Yehudilerin, Yakub (aleyhisselâm)ın yahudi olarak öldüğünü ve ölmek üzere iken oğullarına da bunu tavsiye ettiğini söylemeleri üzerine, yüce Allah onların bu iddialarını reddederek: ”Yoksa siz yanında mı bulunuyordunuz?" buyurmuştur. Yahudiler dediler ki: ”Kabul edelim ki durum öyledir. Onlar bizim soyumuz ve atalarımız değiller mi? Bizim soyumuz da onlara nisbet edilmiyor mu? Kuşkusuz biz, Allah katında onların salahından, iyi olmalarından ve Allah katındaki değerlerinden yararlanacağız". İşte Yehudiler bu sözü sırf, atalarıyla övündükleri için söylüyorlardı. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, onların bu iddiaları çürütülüyor. Bu Yehudilerin, onların soyundan olmaları, onlara bir yarar sağlayamayacaklar. Ancak, amellerde onlara uymaları kendilerine yarar sağlayacaktır. Çünkü herhangi bir kimseye bir başkasının kazancı bir yarar ve menfaat getirmez. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: ”Ey Haşimoğulları! İnsanlar (halk) bana amelleriyle gelirken siz soyunuzla bana geliyorsunuz." (62) Yine şöyle buyuruyor: ”Kimin ameli kendisini geri bırakırsa, nesebinin şerefli olması kendisine bir yarar sağlamaz" yanı kötü ameli ve sâlih ameldeki ihmali dolayısıyla âhirette geri kalan kimse, soyunun şerefinden yararlanamaz ve eksiğini onunla gideremez. Şair de şöyle der: Hazret-i Ali'ye yakınlığınla mı övünüyorsun? irinin aslı da saf sudur. Temiz bir soydan olmanın yararı yoktur, işlemiş olduğun kötülükler onu kirletirse. Oğullar (çocuklar) dünyada babalarının şovlarıyla ne kadar övünseler de, sûra üfürüldüğü gün, artık orada ne soyun, ne de bununla övünmenin bir anlamı olamaz. Çünkü bu gibi şeylerle övünmek, adeta başkasının eşyasıyla övünmek gibidir. Bu ise deliliktir. Mutlaka kişinin iyi bir amel sahibi ve bu konuda ihlâslı olması gerekir. Gerçekte Allah'ın fazlı ve keremiyle kurtuluş ancak bundadır. 135'Yahudi ve hıristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız,' dediler. Bu âyet, Medine yahudil eriyle Necran Hıristiyanları hakkında nazil olmuştur. Yahudiler: ”Yahudi olun, çünkü bizim peygamberimiz, peygamberlerin en üstünü ve dinimiz de dinlerin en faziletlisidir" dediler. Böylece Hazret-i İsa ile Hazret-i Muhammed'i inkâr ettiler. Hıristiyanlar da: ”Bizim peygamberimiz, peygamberlerin en faziletlisi ve dinimiz de, dinlerin en değerlisidir. Bunun için hıristiyan olun" dediler. Bunlar da Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Muhammed'i inkâr ettiler. Kur'an'ı kabul etmediler. Her iki gurup da: ”Hidayeti bulmanız ve sapıklıktan kaçınmanız bununla mümkündür" diyorlardı. Ey Rasûlüm Muhammed! Onları red için kendilerine: De ki: 'Hayır, biz, bâtılı bırakıp hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız. Biz, sizin dediklerinizin aksine Hazret-i İbrahim'in dinine uyarız. Çünkü o bâtılı bırakıp hakka yönelmiştir. Yahudiliği ve hıristiyanlığı bırakıp hakka yönelmiştir. Kaldı ki: O, Allah'a ortak koşanlardan değildi.' Burada bir nevi onlara karşı bir tariz ve uyarı vardır. Çünkü Hazret-i İbrahim'e tabi olduklarını iddia ettikleri halde, Uzeyir ve Mesih İsa, Allah'ın oğludur diyerek şirke giriyorlardı. Hazret-i İbrahim ise müşrik değildi, şirk koşmamı ştı. Aynı zamanda bu âyette, Hazret-i İbrahim'in dinine uymamız da gösteriliyor. Bu din, bizim peygamberimizin, ashabının ve tabilerinin de üzerinde bulundukları dindir. 136Ey müminler! (Onlara) şöyle deyin: 'Biz, Allah'a yalnızca O'na, bize indirilene, bizim peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen Kur'an'a; çünkü ona indirilen, ümmetine indirilmiş demektir. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Hazret-i İbrahim'e indirilen on sayfaya, Hazret-i İsmail, İshak ve Yakub peygamberlere ve Hazret-i Yakub'un torunlarına indirilene iman ettik. Burada ”torunlar" anlamına gelen ”e sha t" kelimesi ”sıbt" kelimesinin çoğuludur. Yani bunların kökü bir, fakat dalları fazla demektir. Amaç Hazret-i Yakub'un çocuklarıdır. Sayıları onikidir. Bu şekilde isimlendirilmeleri, her birisinden bir cemaatın çıkmış olmasındandır. İsrail oğullarının esbatı denilince, araplarda kabileler, acemlerde de boylar hangi anlama geliyorsa, o anlama gelir. Bunlar bir baba ve anneden meydana gelmiş bulunan bir cemaat demektir. Mûsa'ya ve İsa'ya verilenlere... Bu iki peygambere verilmiş olan Tevrat ve İncil'e de inanırız. Bu iki peygamberin de burada zikredilmeleri, konuşmanın yahudi ve Hıristiyanlarla geçmiş olmasındandır. Ve Rableri tarafından bütün peygamberlere verilenlere iman ettik. Yani burada adı geçen ve geçmeyen tüm peygamberlere, Rableri tarafından ne verilmiş ve indirilmişse, biz hepsine inandık. Onların arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Yehudiler gibi bazısına inanıp bazısına da inanmazlık etmeyiz. Hepsine iman ederiz. Biz, Allah'a teslim olanlarız.' Her şeye rağmen biz, Allah'a boyun eğmiş, ihlâslı ve inancında samimi kimseleriz. 137Eğer sizin iman ettiğiniz gibi onlar da iman ederlerse, şüphesiz ki, hidayete ermiş olurlar. Eğer yahudi ve Hıristiyanlar da tıpkı sizin dine inandığınız gibi, dininize iman ederlerse.... Bu bir bakıma onları susturmak ve aciz bırakmak ve onları hakkı itirafa zorlamaktır. Dolayısıyla mana şöyle oluyor: Eğer, sizin Allah'a iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, ki Allah'ın bir eşi ve benzeri yoktur. İşte bu takdirde onlar da kesinlikle hidayete ermiş ve hakkı bulmuş olurlar. Sizin doğru yol ve hidayette olduğunuz gibi, onlar da hidayete ulaşırlar. Bu sayede aranızda birlik ve beraberlik sağlanır. Eğer yüzçevirirlerse, Yani yukarıda açıklandığı şekilde iman etmezlerse, bunda herhangi bir şeyi ihlal ederlerse, mesela bir kısmını kabul edip bir kısmını da etmezlerse, bilin ki onlar, ancak bir ayrılık içindedirler. Onlar çok büyük bir ihtilaf ve ayrılık içindedirler. Haktan uzaktırlar. Ayrılık ”şikak" kelimesinin anlamı olarak verilmiştir. Şikak, o derece aşırı bir ayrılık anlamını ifade eder ki, bu manada şikak, onların zarfı, bunlar da mazrufu (zarfın içinde yer alan şey) durumundadırlar. Kelime kök olarak ”şakk" kelimesinden alınmadır. Bu da yan ve taraf anlamınadır. Adeta her iki gruptan biri diğerinin karşısında yer alıyor. Bu da aralarındaki düşmanlıktan ileri gelen bir şeydir. Onlara karşı Allah sana yetecektir. Yahudiler ve Hıristiyanların işi ve durumu hakkında Allah sana yetecektir. Onların şer ve kötülüklerini senden uzaklaştıracak, onlara karşı sana yardımda bulunacak ve seni zafere kavuşturacaktır. Nitekim Allah, verdiği sözü de yerine getirmiştir. Kurayza Oğulları Yehudilerinin öldürülüp esir edilmeleriyle, Nadîroğulları arasında da sürgünü, Şam'a uzaklaştırılmaları ve benzeri hususlarla Allah vadini yerine getirdi. O, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. Allah, senin kendisine nasıl duâ ettiğini din konusunda açığa vurduğun niyetini çok iyi işitir ve çok iyi bilir. Bu bakımdan Allah senin duanı kabul edecek ve seni muradına erdirecektir. 138Allah'ın boyası ile boyandık. Âyetteki ”sıhğa" kelimesi, kendişiyle elbiselerin boyandığı şey demektir. Burada istiare yoluyla fıtrat anlamında kullanılmıştır. Allah'ın insanları üzerinde yaratmış olduğu yaratılış, yani fıtrat ifade ediliyor. Burada güzel ve temiz yaratılışıyla kulun iman etmeye ve diğer itaat olan şeyleri yapabilmeye uygun olduğu, kabiliyetli bulunduğu elbiseyi boyamaya benzetilmiştir. Benzetme yönü, bunların her ikisinin de süs ve zinet olmasıdır. Boya elbiseyi süslediği gibi kulun iman ve amelleri de onu süsler. Buna göre âyetin manası: ”Allah bizi hak ve imanı kabule istidatlı olarak yarattı, tıpkı elbisenin boyayı kabul etmesi gibi," demektir. Ya da âyetin manası: ”Boyanın elbiseyi temizlediği gibi Allah bizi temizledi," demektir. Çünkü iman, küfrün her türlü zararlarından kişiyi korur ve temizler. Burada ”Sıbğa" olarak isimlendirilmesinde, fıtrat anlamının bu kelimeyle belirtilmesinde, Hıristiyanların vaftizindeki durumla bir benzerlik gösteriliyor. Çünkü Hıristiyanlar çocuklarının doğumlarının yedinci gününde onları vaftiz ederler. Bu, tıpkı Müslümanların çocuklarını sünnet ettirmeleri gibidir. Hıristiyanlar Ma'mudiye adını verdikleri sarı bir suya çocuklarını daldırırlar. Bu da, Hazret-i İsa'nın yıkandığı suyun adıdır. Bu suyu bir başka suyla karıştırıp hazırlarlar. Bunu kullandıkça, yerine birbaşka su ilâve ederler. Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Hangi şahsın, ya da kişinin boyası, Allah'ın boyasından güzel olabilir? Çünkü Allah, kullarını imanla boyuyor, onları küfrün zararlarından ve şirkin pislik ve murdarlıklarından tertemiz hale getiriyor. Bu itibarla Allah'ın boyasından daha güzeli asla olamaz. Biz ancak O'na... Bize bu değerli nimetleri veren Allah'a kulluk ederiz. O'na şükrederiz ve verdiği diğer tüm nimetlerine hamd ederiz. "Biz ancak O'na kulluk ederiz" ifadesinde şuna işaret vardır: Arifler, Rablerine kullukta ve ibadette bulunurlar; fakat bunu ne cennet arzusu ve ne de cehennem korkusu için yapmazlar. Zebur'da şöyle rivayet olunmuştur: ”Bana cennet umudu, ya da cehennem korkusu için ibadet edenden daha zalim kim olabilir? Eğer ben cenneti, cehennemi yaratmasaydım, ibadet olunmaya layık olmayacak mıydım?" Rivayete göre, Seriy es-Sakatî şöyle demiştir: ”Allah'ın yaratıkları arasında yirmi yıl sessiz kaldım da, biri dışında kimse ağıma düşmedi. Ben Bağdat'ta Cuma günü camide konuşuyordum. Bir ara: ”Zayıf birinin güçlü bir kimseye başkaldırmasına doğrusu şaşıyorum" dedim. Cumartesi günü sabah namazını kılıp çıktığımda, karşımda arkasında bir sürü çocuk bulunan bir genç gördüm. Hayvanının üzerinde duruyordu. Sonra indi ve: ”Seriy es-Sakatî hanginizdir?" diye sordu. Çevremde bulunanlar beni gösterdiler. Bana selâm verdi ve oturdu. Sonra: ”Zayıfın kuvvetliye karşı çıkmasına şaşırdığını söylemişsin. Bununla ne demek istedin?" Diye sordu. Ben de şu cevabı verdim: ”İnsanoğlundan daha zayıf bir yaratık olmadığı gibi, yüce Allah'tan daha güçlü bir varlık da yoktur. Ancak bütün bu güçsüzlüğüne rağmen insanoğlu, hep Allah'a isyana yel tenir." Sonra genç ağladı ve: ”Ey Seriy, Allah benim gibi günaha batmış birini kabul eder mi?" dedi. Ben de: ”Peki, günaha dalıp batmış olanı başka kim kurtarır?" dedim. ”O halde ey Seriy, ben çok zulümler yaptım. Benim ne yapmam gerekir? Diye sordu. Ben de: ”Eğer, tümüyle Allah'a döner, başkalarıyla ilgiyi kesersen, Allah hasımlarını razı eder" dedim. Bunun üzerine genç yine ağladı ve bana: ”Allah'a giden yolu öğret" dedi. Ben de: ”Eğer sen orta yolu tutmak istiyorsan, namaz kılman, oruç tutman ve günahları da terketmen gerekir. Eğer, velilerin yolunu bulmak istiyorsan, başkalarıyla ilgiyi kes ve yaratanın hizmetinde ol" dedim. Genç yine ağlamaya başladı. Elinde bulunan mendil gözyaşlarından ıslanmıştı. Sonra da ayrılıp gitti. Bu genç bundan böyle her şeyi, ailesini, çoluk ve çocuğunu terketti. Hep kabristanlarda, üstü başı değişik halde gezerdi. Ölünceye dek böyle devam etti. Seriy es-Sakatî der ki: Bir gün kendisini rüyamda gördüm, baktım ki, halis ipekten parlak bir elbise içinde, eteklerini sürüyerek gidiyordu. Kendisine: ”Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Allah sana ne şekilde bir muamelede bulundu?" diye sorduğumda, bana şu cevabı verdi: ”Allah hiçbir günahımı sormadan beni cennete koydu." 139De ki: 'Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Allah hakkında ve hak dava uğrunda bizimle mücadele mi ediyorsunuz? Tartışan taraflar arasında karşılıklı delil ortaya koymaya, ”muhâcce" denir. Buradaki soru anlamına gelen ”hemze", hem inkâr ve hem de kınama anlamınadır. Bu âyet yahudi ve Hıristiyanların; ”Peygamberler bizden ve bizim dinimiz üzereydi, bizim dinimiz daha eskidir" demeleri üzerine nazil olmuş, bunun üzerine Allah şöyle buyurmuştur: De ki, ey Muhammed! Ey yahudi ve Hıristiyanlar! Siz Allah'ın dini hakkında bizimle mücadele edip çekişiyor musunuz? Hak dinin yahudilik, ya da hıristiyanlık olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Halbuki bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbiniz O'dur. Öyleyse temelde tartışmamamız gerekir. Çünkü hepimizin Rabbi Allah'tır. Hepimizin işlerinin sahibi ve maliki O'dur. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Bizim, Allah'ın emrine uygun olan güzel amellerimiz bize, sizin Allah'ın hükmüne aykırı olan kötü amelleriniz de size aittir. Nasıl olur da siz Allah katında en iyi olana sahip olduğunuzu iddia edebilirsiniz? Biz Allah'a karşı samimi olanlarız.' Biz Allah için, yaptığımız amellerde ve işlerde samimiyiz. Tek isteğimiz Allah rızâsıdır. Sizin haklılık mücadeleniz mümkün olabilir mi? Nasıl üzerinde bulunduğunuz şeyin haklılığını iddiaya kalkışırsınız? Halbuki siz O'na şirk koşuyorsunuz. İhlâs (samimiyet), amel'in şirkten ve gösterişten arındırılmasıdır. Bunun hakikati da, yapılan işin, yani fiilin yaratılanların mülahazasından tasfiyedir. 140Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının yahudi veya hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Buradaki soru anlamında olan ”em" edatı, bir önceki âyetteki soru hemzesinin muadilidir. Buna göre mana şöyle olur: Bu iki şeyden hangisini yapıyorsunuz? Haliniz bu iken, üzerinde bulunduğunuz şeyin daha gerçek olduğuna delil getirip bunu açıklığa kavuşturmak mı, yoksa taklidin peşinden gidip peygamberlere iftira etmek mi? Hazret-i Yakub'un torunları demek, çocuklarının çocukları olup, oniki tanedirler. Zeccac'ın anlattığına göre, İsmail Aleyhisselâmın çocuklarından gelenlere nasıl ”kabile" deniliyorsa, İshak aleyhisselâmın çocuklarından gelenlere de ”sıbt" çoğulu ”esbat" denir. Bu bakımdan Hazret-i İshak'ın çocuklarından her birine ”sıbt" denirken, Hazret-i İsmail'in çocuklarına da ”kabile" denir. Siz bu kimselerin yahudi ve hıristiyan olduklarını nasıl söyleyebilirsiniz? Henüz Tevrat ve İncil indirilmeden önce gönderilen peygamberlere nasıl iftiraya kalkışırsınız? Henüz Tevrat ve İncil ortada yokken nasıl bunların yahudi ya da hıristiyan olduğunu söyleyebilirsiniz? Gerçekten şaşılacak şey? Önceden gelen biri, sonradan gelecek olana uyacak ve önceden gelen, sonrakinin sünnetine tabi olacak? Bu muhal olan bir şey. Onlara De ki: 'Siz mi daha iyi biliyorsunuz? Yoksa Allah mı?' Yine buradaki soru, uyarı ve kınama amacı taşımaktadır. O peygamberlerin dinlerini siz mi, yoksa Allah mı daha iyi bilir? Allah'ın bildirdiği o yanındaki gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır? Buradaki soru da nefiy, yani olumsuzluk anlamındadır. Allah'ın bildirdiği o yanındaki belli gerçeği gizleyenden daha zalim kimse yoktur. Yani, ey kitap ehli, siz Allah tarafından sadır olan ve yanınızda sabit olan şehadetle biliyorsunuz ki Hazret-i İbrahim ve oğulları bâtılı bırakıp hakka yönelen mü slüm ani ardı. Çünkü Allah bu durumu sizin kitabınızda bildirip haber vermiştir. Sonra siz onu gizliyor ve Allah'ın onlar hakkında kesin bildirdiği şeyin aksini iddiaya kalkışıyorsunuz. Bu itibarla sizden daha zalimi olamaz. Çünkü siz Allah'ın haber verdiği bir konuda Allah'ı yalanlamaya kalkıştınız. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. Siz neyi yapıyor ve neyi bırakıyorsanız, Allah bütün bunların tümünü biliyor. Nitekim bu yüzden de size en ağır cezayı verecektir. 141Onlar, bir ümmetti, o peygamberler bir topluluktu gelip geçti. Yani ölümle göçüp gittiler. Onların kazandıkları kendilerine, yani onların amelleri onlara, sizin kazandıklarınızda da sizedir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz. Yani hiçbir kimse başkasının amelinden sorumlu tutamaz, aksine kendi yaptığından sorgulanır ve bununla ceza, ya da mükâfat görür. Bu âyet daha önce geçen bir âyetin aynen tekrarıdır. Uyarmada daha fazla dikkat çekilmesi için gelmiştir. Atalarıyla övünmenin, onların yaptığına güvenmelerinin kendileri için bir yarar getirmeyeceğini bildirmektedir. Nitekim şöyle buyurulmuştur: ”Tekrar dirilmek için sûra üfürüldüğü zaman, aralarında soy bağının hiçbir değeri kalmaz." (Mü'minûn: 101) Denilir ki: Harun Reşit hacdan dönerken, birkaç gün Kûfe'de kalır. Çıktığı zaman, Mecnun Behlül (Behlül Divâne) yolunda durur ve avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle üç kez ”Ey Harun!" diye seslenir. Harun Reşit: ”Bana seslenen kim?" diye sorar. Ona, Behlûl Divâne olduğunu söylerler. Harun Reşid durur ve kendisine : ”Beni tanımadın mı?" der. O da: ”Elbette tanıdım" deyince, Harun Reşit: ”O halde ben kimim?" diye sorar. Behlûl: ”Sen, mağribte (batıda) iken, şarkta (doğuda) biri zulme uğrasa, kıyamet gününde Allah'ın senden hesap soracağı kimsesin" der. Harun'Reşid ağlamaya başlar ve: ”Durumumu nasıl görüyorsun?" diye sorar. O da: ”Durumunu Allah'ın kitabına arzet bakalım" der ve: ”Gerçekten o gün iyiler nimet (cennet) içindedirler. Tacirler (ve kâfirler) ise, cehennemdedirler." (İnfitar: 13-14) âyetlerini okur. Bu defa: ”Amellerimiz nerededir?" diye sorar. Behlûl: ”Allah, ancak takva sahiplerinden kabul eder" (Mâide: 27) âyetini okur. Harun Reşid: ”Peki, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a olan yakınlığımız ne olacak?" der. Behlûl: ”Tekrar dirilmek için sûra üfürüldüğü zaman, aralarında soy bağının hiçbir değeri kalmaz" (Mü'minûn: 101) âyetini okur. Bu defa: ”Peki Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizim için şefaati nerede?" diye sorar. Behlûl: ”O gün, Rahman olan Allah'ın izin verdiği ve konuşmasına rızâ gösterdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermeyecektir" (Tâhâ: 109) âyetini okur. Bunun, içindir ki, mutlaka sâlih amel gereklidir. Bunlarda samimi ve ihlâslı da olmak lâzımdır. Çünkü Allah, sadece bunları kabul eder, başkasını değil. Cüneyd Bağdadî de şöyle der: ”İhlâs, yani samimiyet, kul ile Allah arasında bir sırdır. Hiçbir melek onu bilemez ki, yazıp deftere geçirsin ve hiçbir şeytan da bilemez ki, onu ifsat edip yoldan çıkarsın." Fudayl b. İyad ise şöyle der: ”Sırf insanlar için ameli bırakıp terketmek riya, yani gösteriştir. İnsanlar için amel etmekse, şirktir, ihlâs ise, seni bu iki şeyden arındıran şeydir." Bazı bilginler de demişlerdir ki: Sırf desinler ve görsünler diye taatta bulunan kimsenin durumu, para kesesi çakıl taşıyla dolu bir şekilde pazara çıkan kimse gibidir. Görenler, falanca kimsenin para kesesi (cüzdanı) ne de kabarıktır derler. Bunun, halkın kendisi hakkında ileri geri konuşmalarından başka kendisine hiç bir yararı yoktur. Bir eserde (güzel bir sözde) şu ifadeler yer alıyor: ”Allah için amellerinizde ihlâslı ve samimi olun. Doğrusu Allah, ancak ihlâsla yapılan ameli kabul eder. Sakın bu Allah için ve yakınlar içindir, demeyin. Çünkü bunda Allah için bir şey yoktur." (64) 142İnsanların içinden beyinsiz olanlar yani aklı kıt kimseler, kıblenin değişmesi üzerine ortaya çıkan kâfirler, münafıklar, yahudi ve müşrikler: 'Yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir?' Diyeceklerdir. Dikkat edilirse, henüz değişim olayı gerçekleşmeden önce, onların neler söyleyebileceklerini âyet bildiriyor. Bu önceden bildirilmenin yararı, aniden olabilecek değişimde bir şok etkisi olmaması ve bu zaman içerisinde onlara verilecek cevabı öğretmek içindir. Âyetin içinde yer alan ”mâ" soru edatı, inkâr anlamınadır. Anlam şöyle olmaktadır: Yöneldikleri kıbleden yani, Beyt-i Makdis'ten onları çeviren nedir? Neden burayı bırakıp Kabe'ye yöneldiler? Rivayete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretinden sonra onyedi ay kadar Beyt-i Makdis'e (Kudüs'e) doğru namaz kılmıştır. Bu, Yehudilerin kalblerinin ısındırılmasına yönelik bir davranıştı. Daha sonra Kabe, Müslümanların kıblesi oldu ve bu, sûrun üfürüldüğü güne dek böyle sürecektir. De ki: 'Doğu da Allah'ındır, batı da. Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara her yer ve mekânın her bölge ve bucağın tümüyle Allah'ın olduğunu söyle. Mülk olarak da, tasarruf olarak da Onundur. Bu bakımdan bu yerlerden herhangi birisinin bizzat kıble olma hakları sözkonusu değildir ki, o yerden başkasına dönülmesi doğru olmasın. Bu, tamamen Allah'ın dilemesine bağlıdır. O, dilediğini doğru yola iletir.' Bu, bazan Kudüs'e doğru ve bazan da Kabe'ye yöneltmesidir. Burada kişinin doğru yolda yani istikamet üzere olmasının anlamı ise hikmet ve maslahata uygun olarak her ikisine de dönmüş olmasıdır. 143Böylece biz kıyamet gününde, peygamberlerin kendilerine tebliğ görevini yaptıklarına ilişkin sizin, insanlara karşı şahitler olmanız; peygamberin yani Hazret-i Muhammed'in de size karşı şahit olması için, sizi orta yolu tutan bir ümmet kıldık. Yani sizi doğru yola ilettiğimiz gibi, orta yolu tutan hayırlı bir ümmet kıldık. Çünkü her zaman için, her şeyin orta kısmı koruma altında olur, gelen tehlikeler kenarlara bulaşır. Bu, şahidin, denetleyici ve gözctleyici anlamına kullanıldığı duruma göredir. Çünkü her hangi bir kişinin iyiliğine hikmedilmesi, onu görmek, gözetlemek ve denetlemekle mümkündür. Denetleyici kimse, gözetlediği kimsenin durumuna iyi yönde şahitlik ettiği zaman, o adamın iyi, âdil olduğuna karar verir. Rivayete göre Allah, kıyamet gününde gelmiş geçmiş bütün insanları bir meydanda toplayacak, sonra ümmetlerin inkarcılarına: ”Size bir uyarıcı gelmedi mi?" diye soracaktır. Onlar inkâr edecekler ve diyecekler ki: ”Bize herhangi bir müjdeci veya uyarıcı gelmedi." Allah bu defa peygamberlerine soracak, onlar da: ”Yalan söylüyorlar! Biz kendilerine tebliğ görevimizi yaptık" diyecekler. Bunun üzerine Allah, -tüm şeyleri bildiği halde, sırf delil sunulsun diye- delil getirmelerini isteyecek. İşte bu sırada Hazret-i Muhammed'in ümmeti getirilecek onlar da peygamberlerin tebliğ görevlerini yaptıklarına ilişkin şahitlikte bulunacaklardır. Bu kez eski ümmetler: ”Bunlar bizden daha sonra geldikleri halde bu durumu neiden biliyorlar ki?" diye itiraz edecekler, bunun üzerine Hazret-i Peygamber'in ümmeti Allah'a karşı şöyle diyeceklerdir: ”Sen bize bir peygamber gönderdin. Ona bir kitap indirdin. O kitapta bize peygamberlerin tebliğini haber verdin. Sen verdiğin haberlerde doğrusun." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) getirilir, ümmetinin durumu sorulur. O da onları onaylar ve doğruluklarına ilişkin şahitlikte bulunur. İşte bunun üzerine kâfirlerin cehenneme atılmasına dair emir verilir. İşte: ”Sizin insanlara karşı şahitler olmanız... için" âyetinin anlamı budur. Yöneldiğin tarafı, sadece peygambere uyan kimseyi, gerisingeri dönenden ayırdetmek için kıble yaptık. Bizim seni, üzerinde bulunduğun kıbleden çevirmemizin ve Kabe'ye yöneltmemizin sebebi, yalnızca peygambere uyan kimseyi, gerisingeri dönenden, dini terkedenden ayırtdetmek içindir. Bunu, kimler hak din üzere ve kimlerin de bâtılda olduklarının ortaya çıkması için yaptık. Buradaki ”ayırdetmek" den amaç, gerek Rasûlullah ve gerekse mü'minlerin, üzerinde bulundukları İslâm'ın doğru olduğunun ortaya çıkması ve en ufak bir tereddüt karşısında kuşkuya kapılandan ayırdedilmesi için ilâhi bilginin ortaya çıkmasıdır. Yoksa Allah onların hallerini daha önce bilmiyordu da sonra bildi, anlamında değildir. Çünkü Allah, zaten ezelde onları biliyor ve onların tüm durumlarına da vakıftır. Bu, ancak Allah'ın hidayet ettiklerinin dışındakilere ağır gelir. Yani şu değiştirilen kıble olayı, aslında önceki kıbleye alışık olan kimselere ağır gelir. Çünkü insan genel olarak alışık olduğu şeye daha çok yönelir. Bundan yeniye dönüş ağır gelir. Ancak bu, Allah'ın kendilerine hükümlerin hikmetini gösterdiği kimseye ağır gelmez. Allah'ın kullarına teklif ettiği bir şeyde mutlaka bir hikmet ve incelik vardır. Şuuruna erebilenler bunu kabullenirler. O ince hikmetin ne olduğunu bilemeseler bile, yine kabullenirler. Onlar böylece, gerçek kurtuluş ve mutluluğun, hikmet sahibi olan Rabbe itaat etmede olduğuna inanırlar. Hüsrana uğrayan bedbaht kimse ise, her şeyi bilen Rabbine isyan edendir. Daha sonra yüce Allah, bu noktada sebat eden ve buna uyanların sevap kazandıklarını açıklamış ve bu kimselerin yaptıklarının zayi olmadığını bildirmiştir: Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Hazret-i Peygamber'in getirdiği tüm esaslara, hiçbir şeyden kuşkunuz olmaksızın, inanmanız ve bunlarda sebat edip hepsini tasdik etmeniz nedeniyle, hizmetinizin karşılığı eksiksiz verilecektir. Hiçbir iyiliğiniz boşa gitmeyecektir. Şüphesiz Allah, insanlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. Yani Allah kullarına karşı büyük şefkat sahibi olduğu için, onları Kudüs'ten Kâ'be'ye yöneltmiştir. Bu, onlar için daha doğrudur. İman etmeleri sebebiyle günahlarını bağışlamış ve onlara rızıklarını ulaştırmıştır. Kendisine sığınanların, O'nun koruma ve güvencesini isteyenlerin duasını kabul eder. Anlatıldığına göre, Davud (aleyhisselâm) zamanında, kâfirlerin emirlerinden biri bir katili yakalayıp geceleyin bir dağın başında ağaca astı ve insanlar onu öylece bırakıp evlerine döndüler. Bu arada katil, henüz ölmediğinden, putlarına ve ilâhlarına yalvarmaya başladı. Fakat hiç birisi adamın imdadına yetişmedi. Sonra bu şahıs Allah'a döndü ve: ”Sen, hak olan Allah'sın. Şu anda sana geldim, senin rahmetinden medet bekliyorum" dedi. Allah, Hazret-i Cebrail'e: ”Ey Cebrail! Şu adam kendi putlarına uzun bir süre taptı, yalvardı durdu. Fakat hiç birisi kendisine bir yarar sağlamadı. Bunun üzerine bana sığındı. Bana duâ etti, ben de duasını kabul ettim. Şimdi yere in ve kendisini sağlıklı bir şekilde ağaçtan indir" buyurdu. Cebrail de denileni yaptı. Sabahleyin, onun ölmediğini, aksine diri bir biçimde Allah için namaz kıldığını gördüklerinde, durumu Hazret-i Davud'a haber verdiler. Hazret-i Davud da, bu işin sırrının ortaya çıkması için Allah'a duâ etti. Allah da, Hazret-i Davud'a şöyle vahyetti: ”Ey Davud! Ben, bana iman eden ve bana duâ edene merhamet ederim. Eğer ben bunu yapmayacaksam, o takdirde, benimle diğer ilâhlar arasında ne fark kalır?" 144Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Ey Rasûlüm Muhammed! Senin, yüzünü göğe çevirip, böylece bir vahiy beklemekte olduğunu görüyoruz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hep, kıblenin Kabe'ye doğru değiştirilmesini Rabbinden bekleyip duruyordu. Çünkü burası, babası Hazret-i İbrahim'in kıblesi ve aynı zamanda iki kıbleden en eski olanıdır. Kaldı ki buranın kıble olması, arapların müslüman olmaları üzerinde çok daha tesirli olacaktır. Çünkü Kabe, arapların övündükleri, güvencede oldukları, ziyaret ve tavaf ettikleri bir yerdi. Bir de böylece Yehudilere muhalefet edilecekti. Çünkü Yehudiler: ”Siz bizim dinimize karşı çıkıyor, sonra da kalkıp bizim kıblemize dönüyorsunuz. Eğer bizler olmasaydık, sizler hangi tarafa yöneleceğinizi bilmezdiniz" diyorlardı. İşte böyle bir durum karşısında, Yehudilerin kıblesine dönülmesi iyi karşılanmadı. Rivayete göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail'e şöyle demiştir: ”Allah'tan, beni Yehudilerin kıblesinden çevirmesini arzuluyorum." Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), hep umutla semaya bakıp, istediği şeyin Rabbi tarafından Cebrail aracılığıyla gönderilmesini bekler dururdu. İşte bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi. Seni, sevdiğin kıbleye mutlaka çevireceğiz. Allah'a yemin olsun ki, seni istediğin ve hoşlandığın kıbleye çevireceğiz. Senin, kesin olarak oraya yönelmeni sağlayacağız. Çünkü sen burayı heva ve arzularına uyarak istemiyorsun. Burayı istemelideki sebep dini amaçlıdır. Bu da Allah'ın meşietine ve iradesine uygundur. Hemen yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Artık bundan böyle Mescid-i Haram tarafına yönel. ”Yüzünü çevir ”den maksat, tüm bedeninle o tarafa yönel demektir. Çünkü mükelleften istenen, tüm bedeniyle kıbleye yönelmesidir. Yoksa yalnız yüzüyle değil. Burada özellikle ”yüz" ifadesinin geçmesi, yönelme ve karşılamada, asıl olan yüz olduğu içindir. Mescid-i Haram'dan maksat ise, içinde Kabe'nin yer aldığı en büyük Mescid demektir. Haram denmesi de, burada savaşmanın, ya da zulmetmenin yasaklanmasındandır. Burada herkes güvencede olup, kimse saldırıya maruz kalamaz. Yine âyette Kabe'nin zikredilmeyip de Mescid-i Haram isminin geçmesi, sadece Kabe yönüne dönüp yönelmenin yeterli olacağını bildirmek içindir. Çünkü uzakta yaşayan bir kimsenin bizzat Kabe'nin kendisine yönelmesi güçtür. Bunda büyük bir zorluk vardır. Fakat Kabe yakınında yer alanlar öyle değildir. Siz de nerede olursanız olun... Yeryüzünün neresinde bulunursanız bulunun, ister karada, ister denizde, ister doğuda ve ister batıda olun, namaz kılmak istediğinizde, yüzünüzü onun tarafına çevirin. Çünkü orası bundan böyle sûrun üfürüleceği güne dek kıbledir. Önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e emredildikten sonra, tüm müminlere de bu, bir emirdir. İster şehirde ve ister kırda olsun, tüm kullara emir olduğunu açıkça bildirmektedir. Ümmetin buna uyması için bir teşviktir. Şüphesiz kendilerine kitap verilenler, kıblenin değişmesinin Rableri tarafından hak bir emir olduğunu bilirler. İster Yehudiler ve ister Hıristiyanlar olsun, kitap ehli olarak bu her iki fırka, kıblenin Kabe'ye değiştirilmesinin Allah'ın emri ve hak olduğunu bilirler. Çünkü bunların kitaplarında, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in iki kıbleye doğru namaz kılacağı yazılıdır. Daha önceleri Kudüs'e doğru namaz kılarlarken, kıblenin Kabe'ye çevirilmesiyle, iki kıble olmuştur. ”Rableri tarafından" ifadesiyle, hiçbir şeyin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından kendi nevasına uyularak yapılmadığını bildirmektir. Çünkü bu iki fırka, kıblenin Kabe yönüne çevirilmesinin Hazret-i Peygamber tarafından olduğunu ileri sürüyorlar. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Bu hitap hem müslanıanlara ve hem Yehudileredir. Çoğunluk göz önünde bulundurularak ifade olunmuştur. Yani Müslümanlara büyük sevap ve mükâfat olacağını vadederken, Yehudilere de, inadları yüzünden bir cezalandırma ve tehdittir. 145Yemin olsun ki sen, kendilerine kitap verilenlere bütün delilleri getirsen de, kıblenin Kabe'ye çevirilmesinin hak olduğu hususunda her türlü delili ortaya koysan bile, yine senin kıblene uymazlar. Sırf inatları ve büyüklük taslamaları sebebiyle, senin kıblene yönelmezler. Bu hüküm, belirli bir kavimle ilgilidir. Bunların iman etmeyeceklerini, yüce Allah bilmektedir. Çünkü Yehudilerden iman edip kıbleye yönelenler olmuştur. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Bu kitap ehlinin beklentilerine kesin bir cevaptır. Onlar böylesi bir beklenti içinde olmasınlar. Çünkü onlar kıblenin çevirilmesiyle, şöyle diyorlardı: ”Eğer bizim kıblemizde sebat edip kalsaydı, o zaman beklemekte olduğumuz peygamber olduğunu umabilirdik." Böylece Rasûlullah'ın tekrar onların kıblelerine yönelmesini işitiyorlardı. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Çünkü Yehudiler taşa (kutsal kayaya) doğru ibadet ederlerken, Hıristiyanlar da güneşe (doğuya) doğru yönelirler. Onların sana uymaları beklenilmediği gibi, birbirleriyle de uyum sağlamazlar, kıbleleri farklıdır. Yemin olsun ki, eğer sana ilim geldikten sonra onların arzularına uyarsan, Eğer onların diledikleri doğrultuda, onların kıblesine doğru namaz kılarsan, bunu onların iman edeceklerini umarak, özellikle de, kesin vahiyle, Allah'ın kıblesinin Kabe olduğunu öğrendikten sonra yaparsan, o zaman şüphesiz zalimlerden olursun. Böyle bir durumda aşırı bir zulüm ve suç işlemiş olursun. Şart ifade eden bu cümle, kişinin hakta sebatını sağlamak için doğru yol ve metod üzerinde durmasını teşvik için varid olmuştur. 146Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, yani bu kitabı anlayıp kavrama imkânını verdiğimiz yahudi din bilginleri, peygamberi, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bu kimseler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i, kitaplarında yazılı olan üstün ve değerli nitelikleriyle, tıpkı kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendi oğullarından şüpheleri olmadığı gibi Hazret-i Peygamberi de tereddütsüz bilir ve tanırlar. Ayette özellikle, oğullardan söz edilmesi, bunlara göre erkek çocuğunun daha tanınmaya değer olduğu, babalarının yanında yer almaya daha çok hak kazandıkları, kalbleri erkek çocuğa karşı daha çok bağlı olmasındandır. Yine de onlardan bir cemaat sırf büyüklenerek ve hakka karşı inat ederek bile bile gerçeği gizlerler. Hazret-i Muhammed'in Allah'ın Rasûlü, Kabe'nin de Allah'ın kıblesi olduğunu kesin olarak bildikleri halde, bu gerçeği gizlerler. 147Hak, Ey Rasûlüm Muhammed, senin üzerinde bulunduğun ve savunduğun hak, Rabbinden gelendir. Bu itibarla Artık şüphe edenlerden olma. Yani hakkın Rabbin katından geldiği hususunda şüphe edenlerden olma. Bu hitap Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'edir. Fakat kastedilen ümmetidir. Onları şüphe etmekten yasaklamaktadır. Ümmetin şüpheden yasaklanması, haliyle bunun aksi olan kesin iman ve kalb huzurunu kabul etmeleri emrini içerir. 148Herkesin yöneldiği bir yön vardır. İster müslüman, ister yahudi ve isterse hıristiyan olsun, herkesin yöneldiği bir yön, döndüğü bir kıble vardır. Fakat din sahibi olan toplumlardan her birinin kıblesi diğerininkinden farklıdır. Siz, hayır işlerde yarışın. İster kıble işinde ve isterse başka hususlarda olsun, tüm hayır işlerinde yarışın. İki dünyanın mutluluğunu kazandıracak her iyilik için koşturun. Aslında her ümmetin yöneldiği ve üzerinde kesinlikle durduğu, bu hususta hiçbir tavizde bulunmadığı bir kıblesi vardır. Bu kıblelerini bırakıp da hakka ve hak olan kıbleye yönelnıezler. Siz, Kabe'nin hak kıble olduğuna ilişkin ne türden delil ve kanıt ortaya koyarsanız koyun, onlar dediklerinden vazgeçmezler. Madem ki durum bu merkezdedir, öyleyse sizler hayır işlerde yarışın, büyüklenen ve kibirlilik gösterisine kalkışanların izinden ve yolundan gitmeyin. Çünkü onlar hakkı arkalarına atıp kendi hevâ ve heveslerine uyarlar. Şer ve fesad hususunda birbirleriyle yarış ederler. Çünkü haktan sonra sadece sapıklık ve dalâlet vardır. Siz ve düşmanlarınız nerede olursanız olun, Allah, hepinizi bir araya toplayacaktır. Allah, cezalandırmak için mahşerde sizi bir araya toplayıp getirecektir. Böylece haklıyla haksızın arasını ayıracaktır. Burada itaat edenlere va ad, isyana kalkışanlara da bir uyarı ve korkutma bulunmaktadır. Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir. Allah, öldürmeye de, diriltmeye de, bir araya toplamaya da kadirdir. 149Her nereye çıkıp gidersen git, yolculuk için nereden ve hangi ülkeden çıkıp gidersen git, yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Namaz kılacağın vakit, yüzünü Kabe'ye çevir. Çünkü bir kimsenin yolcu ya da mukim olmasıyla, yüzü Kabe'ye döndürmenin farziyyeti hiçbir zaman değişmez. Bu, elbette Rabbinden gelen bir gerçektir. Kıblenin Kabe'ye dönüştürülmesi meselesi, Rabbin tarafından gelen ve hikmetine uygun düşen sabit bir gerçektir. Allah, sizin yaptıklarınızdan habersiz değildir. Bundan ötürü size en güzel mükafatı verecektir. Çünkü bu, müminlere bir vaaddir. 150Her nereye çıkıp gidersen git, ister seferlerinde, ister savaşlarında olsun; yakın ve uzak nereye gidersen git yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Ey iman edenler! Yeryüzünün hangi yerinde ve noktasında bulunursanız bulunun, ister mukim, ister yolcu olun, namaz kıldığınızda, nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin. Bulunduğunuz yerlerden hep o tarafa yönelerek ibadet edin. Bu emir birkaç kez tekrar edildi. Çünkü, kıble konusu çok önemlidir. Eski kıblenin yürürlükten kaldırılması, bir bakıma şüphe ve fitne konusu olmuştur. Bu bakımdan bu emrin üst üste birkaç kez tekrarı gerekir. Kaldı ki her tekrarda da bunun apayrı bir hikmeti zikrediliyor. Ki insanların, aleyhinize bir delili olmasın. Kıblenin Kabe'ye çevrilmesi, Yehudilerin delil ve hüccetlerini önler. Çünkü Tevrat'ta Hazret-i Peygamber'in kıblesinin Kabe olacağı belirtilmiştir. Arapların delillerini de geçersiz kılar. Çünkü araplar, Hazret-i Peygamber için:"O, Hazret-i İbrahim'in dininden olduğunu savunuyor, fakat kıblesine aykırı davranıyor" diyorlardı. Onlardan zalim olanlar müstesnadır. Bu yahudi leiden inatçı olanlar hariç. Onlar derler ki: ”O, kavminin dinine meylettiği ve kendi beldesi olan Mekke'yi sevdiği için bizim kıblemizi terkedip Kabe'ye yöneldi. Eğer gerçekten hak üzere ise, o zaman tüm peygamberlerin kıblesi olan Kudüs'e yönelmeye devam ederdi." Bir de Mekke halkından inatçı olanlar hariç. Onlar da, artık Muhammed işin iç yüzünün farkına vardı, atalarının kıblesine döndü, yakında da onların dinine döner, dediler. Onlardan korkmayın. Kabe'ye yönelmeniz konusunda onlardan korkup çekinmeyin, Benden korkun! Benim emrime sarılın, çünkü size yardım edecek olan benim. Ben de üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Size, Mescid-i Haram'a doğru yönelmenizi emrettim ki, üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Çünkü kavim, yaptıkları tüm işlerinde, Hazret-i İbrahim'e uyduklarını ileri sürerek bununla övünüyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ne zaman Kudüs'ten tekrar Mescid-i Harama kıble olarak yönelince, bu kıbleyle ilgili hususlarda, kendileri için verilecek olan nimetin tümü verilmiş oldu. Böylece hidayete ermiş olasınız. Böylece hak dinin şeairini (işaretlerini) bulmuş olursunuz. 151Nitekim size içinizden âyetlerimizi, Kur'an'ı okuyan, sizi kötülüklerden, ruhunuzu kirleten şeylerden sizi temizleyip arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten Kur'an'daki sırlan, manaları ve hükümleri, öğreten bir peygamber gönderdi. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'an'ı, hem lâfız ve hem de nazım açısından öğrenmeleri için onlara okurdu. Bu arada kendilerine, doğruyu bulmaları ve hidayete ermeleri için, burada yer alan gerçekleri ve sırları açıklar, bunları onlara öğretirdi. ”Hikmet," söz ve amelde isabet demektir. Bir kimsede bu iki nitelik bulunmadıkça o hakîm olamaz. Ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir peygamber gönderdik. Kıble konusunda size nimetimi tamamlamak için nasıl ki, Kabe'yi kıble kılmış sam, yine bu nimetin bir sonucu olarak içinizden de bir peygamber gönderdik. Bu, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Ragıb Isfahanı, bu âyetle anlatılmak istenenin, ancak vahiy yoluyla elde olunacak ilimler olduğunu söylüyor. 152Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım. Siz bana itaat ederek beni hatırlayın ki, ben de sevapla, lütuf, ihsan, ikram ve size mutluluk kapılarını açmakla sizi anayım. Bana şükredin size verdiğim nimetlerden dolayı başkasına değil, sadece bana şükredin. Ve bana nankörlük etmeyin. Nimetleri inkâr ederek ve emre karsı gelerek nankörlükte bulunmayın. İmam Gazalî şöyle diyor: ”Zikir bazan dille, bazan kalble ve bazan da diğer organlarla yapılır: Kulların dil ile zikirleri, hamdetmeleri, tesbih çekmeleri, Allah'a tazim olan zikirleri söylemeleri ve Allah'ın kitabını okumalarıdır. Allah'ın kalb ile zikredilmesi ise üç türlüdür: 1- Allah'ın zatına ve sıfatlarına işaret eden delilleri düşünüp tefekkür etmek, 2- Allah'ın getirdiği yükümlülüklere ve hükümlerine, emir ve yasaklarına işaret eden deliller üzerinde düşünüp tefekkür etmek, 3- Allah'ın yarattığı varlıkların sırlarını düşünmektir. İşte bu üçü kalb ile olan zikirdir. Kulların dil ve kalb dışındaki organlarla Allah'ı anmaları, yani zikri de, hangi organ ile nasıl bir iş ve hizmet görülmesi emri veri İmi şse, onun yerine getirilmesi, nelerden uzak kalınması istenmişse onlardan da uzak kalınmasıdır. Kaldı ki, ”Beni anın" ifadesi, itaat olan her hususu içerisine almaktadır." 153Ey iman edenler! Sabırla ve namazla yardım dileyin. Yapmanız ve bırakmanız gereken her hususta nefse ağır gelen şeylere sabrederek, mesela masiyet konusunda ve nefsin istek ve arzuları hususunda sabırlı davranarak ve tüm ibadetlerin anası, aslı ve temeli, mü'minlerin miracı ve âlemlerin Rabbi'nin sevap ihsan ettiği bir ibadet olan ”namazla yardım dileyin." Rivayete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bir iş ağır gelince, ya da ansızın bir durum ortaya çıkınca, hemen namaza başlar ve bu âyeti okurdu. Âyette görüldüğü gibi, özellikle sabır ve namazdan söz edilmiştir. Çünkü sabır, batini amellerden bedene en ağır gelenidir. Namaz ise, zahirî yani görünür amellerden bedene en ağır gelenidir. Erkân ve sünnetleri bakımından namaz, hemen tüm taatlerin içinde toplandığı bir ibadettir. Evet namazda rükünler, sünnetler, ad ab, yöneliş, sükûn ve daha birçok hususlar yer alır. Bunlar, ancak Allah'ın kolaylık sağlamasıyla kullara kolay gelebilir, aksi takdirde zordur. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir. Onlara yardım etmekle, zafer vermekle, dualarını kabul etmekle sabredenlerle beraberdir. Burada geçen beraberliğin anlamı, Allah'ın, sabır ve namaz sayesinde kullarına dostluk ve yardımının sürekli olmasıdır. 154Allah yolunda öldürülenlere ”ölüler" demeyin. Bu âyet, Bedirde şehit düşenler hakkında nazil olmuştur. Burada ondört kişi şehit düşmüştü. Halk, Allah yolunda öldürülenlere, ”falanca adam ölmüş, bundan böyle onun dünyadaki nimet ve lezzetleri de kaybolup gitti" diye konuşurlardı. İşte bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi. Öldürme olayı, canlı bünyenin bozulması demektir. ”Allah yolunda" ifadesi ise, cihad demektir. Çünkü cihad, Allah'tan sevap elde etmenin ve Allah'ın rahmetine kavuşmanın bir yoludur. Bu itibarla Allah yolunda, O'nun rızâsını kazanmak için öldürülen kimselerin, ölüler olduğunu söylemeyin. Aksine onlar diridirler. Hüküm bakımından bunlar tıpkı hayatta olanlar gibidirler. Bunların amellerinin sevabı kesilmez. Çünkü bu kimselerin ölüm sebebi, Allah'ın dinine yardım etmek ve onu zafere kavuşturmaktır. Din, dünyada devam ettiği sürece, onların da sevapları devam edecektir. Çünkü bu yolu onlar gerçekleştirmişlerdir. Fakat siz farkında değilsiniz. Yani onların hayattaki durumlarının nasıl olduğunu siz bilemezsiniz. Burada aynı zamanda bu işin ruh ile ilgili bir iş olduğuna, bunun ise akıl ile değil, ancak vahiy yoluyla anlaşılabileceğine işaret vardır. Yine âyet şunu da göstermektedir: Ruhlar, bizzat kendi başlarına ayakta durabilen cevherlerdir. Bunlar, bedende duyusal olarak algılanandan farklıdırlar. Ruhlar ölümden sonra da idrak sahibidirler, algılamaları vardır. Nitekim Cumhur da bu görüştedir. Bundan da anlaşılıyor ki, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat mezhebi, ruhun latîf bir cisim olduğunu kabul eder. Tabii olarak bu, şu duyularla ayakta duran heykelden (bedenden) farklıdır. Bu açıdan beden gibi değildir. Artık ruhun durumunu öğrendin ve berzah'ın da sırlarına vakıf oldun. Buna göre kabrin durumunu ve kabirde olabilecek cismânî elem ve lezzeti de anlamış oldun. Sen böylece: ”Kabrin ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur" olduğu gerçeğini de anlamışsındır. Şehitler Berzahî (ruhlar ile ilgili) hayatla diridirler. Orada nimetler içindedirler. Çünkü ruhlar latif cisimlerdir, tıpkı melekler gibi. Nitekim melekler de vardırlar ve hayat sürdürmektedirler. 155Şüphesiz ki, sizi imtihan edeceğiz. Allah'a yemin olsun ki sizi, imtihan edilenlere yapılan bir muamele gibi muamelede bulunarak, imtihan edeceğiz. Böylece belâlara sabredip, ilâhi hükme teslim mi olacaksınız, yoksa olmayıp isyan mı edecekesiniz, bu ortaya çıkacak. Çünkü imtihan, ya da deneme, bir mihenk taşı gibidir. Nefsin, ya da ruhun cevheri bununla anlaşılır. Böylece biz, kimin itaatkâr olduğunu ve kimin âsî olduğunu ortaya koyacağız. Yoksa bu, bizim bilmediğimiz bir şeyin ortaya çıkması anlamına değildir. Sizi biraz korku ile deneriz. Düşmanlardan dolayı size biraz korku ve endişe veririz. Burada korkunun azlıkla nitelendirilmesinin sebebi, onun dışındaki durumların korkuyla karşılaştırıldığında binlerce kat fazla olmasından dolayıdır. Açlık kıtlık ile deneriz. Henüz meydana gelmeden açlıktan söz edilmesinin sebebi, onları bu duruma alıştırmak ve sabırlarını kolaylaştırmak içindir. Çünkü, istenmeyen bir durumun ani olarak meydana gelmesi, beklenti içinde olunarak gelmesinden daha çok sıkıntı verir. Mal malını, hırsızlık, yağmalama, helak etme ve egemen güçler eliyle aldırmak suretiyle eksilterek deneriz. Can mı almakla, öldürülmek veya normal ölümle, hastalıkla ve yaşlılıkla, ve ürün eksikliğiyle... Meyveleri eksilterek, meselâ üzüm asınalarını ve meyve ağaçlarını soğuktan dondurarak, kasırga ve çekirgeler vererek ve daha başkaca afetlerle sizi imtihan edeceğiz. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kulun çocuğu ölünce Allah, 'kulum ne söyledi?' buyurur. Kendisine : 'Kulun sana hamd etti ve hepimiz Allah içiniz, Allah'a döneceğiz' dedi, derler. Bunun üzerine Allah: 'Kulum için cennette bir ev bina edin ve adını da 'Hamd evi' koyun buyurur." Musibetlere karşı sabredenleri müjdele! Bu hitap Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ya da, sabrın büyüklüğünü ve yüceliğini ortaya koyup müjde verebilecek olanlaradır. Çünkü sabır büyük bir fazilettir ve sevabı da fazladır. 156Onlara bir musibet dokunduğu zaman: Yani onların başına hoşlanmadıkları ve beklemedikleri bir felâket gelince: 'Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O'na döneceğiz,' derler. Biz Allah'ın zavallı kullarıyız, kölesiyiz. Kölenin hem kendisi ve hem elindeki varlığı efendisine aittir. Efendi dilerse, elimizde olanı yine elimizde bırakır, dilerse onu tekrar elimizden alır. Dolayısıyla onun mülkü olan bir şeyde, feryat etmez ve ona karşı çıkamayız. Aksine sabrederiz. Çünkü biz ”mutlaka O'na döneceğiz." Bu da bizim kendi adımıza, yok olacağımıza ilişkin bir ikrarı mızdır. Herhangi bir felâketle karşılaşıldığında söylenen: ”Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O'na döneceğiz" ifadesinin pek çok yararları vardır: a- Kişi bu cümleyi tekrarlamakla, uygunsuz kelimeler sarfetmekten korunmuş olur. b- Bu cümle, felâkete uğrayan kimsenin kalbine bir teselli olur ve üzüntüsünü azaltır. c- Şeytanın bu kimseye yanlış bir söz söyletmesine imkân bırakmaz. d- Kendisinden bu ifadeleri duyan başka insanların da aynı cümleleri söylemelerine sebep olur. e- Bunu diliyle söyleyen bir kimse, kalbiyle de güzel bir inanç ve itikadda olduğunu hatırlar. Böylece Allah'ın kaza ve kaderine teslim olur. Çünkü başına bir musibet gelen kimse, dehşete kapılır, kendisine Allah'a teslimiyetin gerekliliğini hatırlatacak birine ihtiyaç duyar. Hadiste şöyle gelmiştir: ”Herhangi bir kulun başına bir musibet gelince: 'Şüphesiz biz Allah içiniz ve mutlaka O'na döneceğiz, Allah'ım beni bu musibetten kurtar ve bana bunun yerine daha hayırlı bir şey ver' derse, Allah onu o musibetinden kurtarır ve bunun yerine, kendisi için daha hayırlı olan şeyi verir." Said b. Cübeyr de, bu âyeti kasdederek: ”Musibet konusunda bu ümmete verilen şey, başka hiçbir kimseye verilmemiştir." 157İşte Rabbinin mağfiretleri ve rahmeti onların yani sabredenlerin üzerinedir. Burada ”mağfiretleri" anlamına gelen ”salavat" kelimesinin çoğul olarak kullanılmasının sebebi, çokluğa ve mağfiretin sürekli tekrarlandığına işaret etmek içindir. Allah'ın rahmeti denilince, Allah'tan dünya ve âhirette sevindirici şeylerin kuluna eriştirilmesi ve zarar verecek şeylerin uzaklaştırılması akla gelir. Dolayısıyla Allah, onların işlerinin maliki olması nedeniyle, kendilerine peşpeşe değişik rahmetler gönderir ve onları lâyık olacakları derecelere ulaştırır. Doğru yolda bulunanlar da onlardır. Her hakkı ve her doğruyu bulanlar onlardır. Bu yüzden, herhangi bir musibetle karşılaştıkları zaman ”biz Allah'a aidiz: O'ndan geldik ve O'na döneceğiz" derler ve O'nun hükmüne teslim olurlar. 158Şüphesiz ki, Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Safa, Mekke'deki bir tepe adı olup, ”safiyullah" lakabını taşıyan Hazret-i Âdem üzerinde oturduğu için bu adla adlandırılmıştır. Merve de, tıpkı Safa gibi, Yine Mekke'de bir tepenin adıdır. Bu iki tepe, Allah'a taatın alâmetlerindendir. Çünkü ister vakfe yerleri, ister sa'y yerleri, ister kurban kesme yerleri olsun, Allah hepsini belli ibadetleri yerine getirmemiz bakımından tanıyabilmemiz için birer alâmet kılmıştır. Rivayete göre Safa tepesinde, İsaf adı verilen insan şeklinde bir put vardı. Merve tepesinde de, kadın şeklinde bir put bulunuyordu. Bunun adı da Naile'ydi. Cahiliye halkı, Safa ile Merve arasında sa'y ederlerken saygı gösterisinde bulunmak amacıyla bu iki puta dokunurlardı. İslâm gelip putlar kırılınca, Müslümanlar bu iki tepe arasında sa'y etmekten çekindiler. Çünkü bu, bir cahiliye âdetiydi. Ancak Allah, bu iki tepe arasında tavaf etmelerine izin verdi ve bunların Allah'ın alâmetlerinden olduğunu bildirildi. Safa ile Merve arasında sa'y etmenin hikmeti, Hazret-i Hacer'in meşhur sıkıntı döneminde, bu iki tepe arasında gidip gelmesi olayına dayanmaktadır. Bilindiği gibi Hazret-i Hacer ve oğlu İsmail, susuzluk içindeyken Hacer, bu iki tepe arasında su aramak için koşmuş, bir tepeden diğerine çıkmış, her tepeye çıkışında da duâ etmişti. Bunun üzerine Allah, kendisine Zemzem suyunu ikram etti ve duasını kabul buyurdu. İşte Allah bu sa'yi tâ kıyamete dek tüm müslamanlara taat görevi olarak verdi. Her mükellef bu görevi yapacaktır. Kim, hac için Kabe'yi ziyaret eder veya umre yaparsa ”hac", sözlükte kasdetmek, yönelmek; ”umre" ise ziyaret anlamınadır. Nitekim bildiğimiz hac ve umrede de kasdetme ve ziyaret vardır. Hac ve umre esnasında Bunların ikisini de tavaf etmesinde bir sakınca yoktur. Çünkü bir kısım Müslümanlar, bir cahiliye adeti olduğu gerekçesiyle bunun günah olduğunu sanıyorladı. İşte yüce Allah bu âyetle, bunun günah olmadığını belirtiyor. Bir kimse kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa, muhakkak ki Allah, şükrün karşılığını çok veren ve her şeyi bilendir. ”Kendi isteğiyle" ifadesinden amaç, herhangi bir baskı ve zorlama olmadan yapılan iştir. Yani her kim, herhangi bir zorlama olmadan, kendi isteğiyle, Allah'a yakınlaştırıcı davranışlarda bulunursa, kuşkusuz yüce Allah onun bu tür davranışını karşılıksız bırakmayacaktır. Çünkü Allah, söz konusu kimsenin niyetini bilir ve onun karşılığını en güzel bir şekilde verir. Bu âyette, farz olduğu gibi, nafile ibadet yapmaya da bir teşvik vardır. Buna göre yüce Allah, bir tek nafileyi bildiği ve karşılıksız bırakmadığına göre, daha fazlasını nasıl bilmesin veya karşılıksız bıraksın? Öte yandan kişinin oruçla nefsine hakim olduğu, zekâtla kötülüklerden arındığı, namazla ruhanî bir mertebeye çıktığı ve hac ile Allah'a kavuştuğu, bilinen bir gerçektir. Bir kısım âlimlere göre kervansaraylar gibi hayırlı kurumlar yapıp Müslümanların yararına sunmak, ikinci kez hacca gitmekten daha hayırlıdır. Ayrıca nafile hac, nafile sadakadan daha faziletlidir. Farz olan hac görevini yerine getirmekse, anne ve babaya itaattan önce gelir. Ancak nafile hac öyle değildir. Buna göre akıllı olan kimse, Kabe'ye yönelir ve onu ziyaret eder. Eğer maddi durumu müsait değilse, kendisine fırsat vermesi için Allah'a yalvarır. Kısacası insan, yalnız bedeniyle değil, kalbiyle de, gayb olan ilâhi yöne yönelmek zorundadır. 159İndirdiğimiz delilleri Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini, recini ve kıblenin değiştirileceğini bildiren açık ve kesin hükümleri, ve hidâyeti, bu işlerin iç yüzünü gösteren âyetleri, Hazret-i Peygamber'e uymanın ve iman etmenin farz olduğunu bildiren hüküm ve delilleri, yalnız onları gizleyen kimselere değil tüm insanlara kitapta yani Tevrat'ta açıkladıktan, bildirdikten, hiçbir kuşku ve şüpheye meydan vermeksizin beyan ettikten sonra onları gizleyenlere, işte onlara Allah lanet eder. Bu âyet, yahudi ileri gelenleri ile onların bilginleri veya herhangi bir dinî hükmü gizleyen herkes hakkında nazil olmuştur. Hatta bu ikincisi daha da akla yatkındır. Çünkü ifade geneldir. Ayrıca herhangi bir hükmün genel olması, sebebin özel olmasına ters düşmez. Gizlemek ise, ihtiyaç olmasına ve ortaya çıkarılması için gerekçe bulunmasına rağmen herhangi bir şeyi bile bile örtbas etmektir. Bu gizleme bazan sırf örtme şeklinde gerçekleştirildiği gibi, bazan da ortadan kaldırma ve yerine başka bir şeyi koyma şeklinde de gerçekleştirilir. Nitekim Yehudiler, Hazret-i Peygamberin sıfatları ve özellikleri konusunda bu ikinci yola başvurmuşlardır. İşte yüce Allah, gerçekleri gizleyen bu kimselere lanet eder. Bu davranışları sebebiyle onları kovar ve rahmetinden uzaklaştırır. Hem de bütün lanet edebilenler lanetler. Yani lanet edebilen herkes onlara lanet okur. Buna göre hem melekler, hem de cin ve insanların müminleri bunlara sürekli olarak lanet okur. Ya da lanet edenlerden maksat, bütün canlılardır. Bunlar Allah'a isyan edenlere lanet eder ve der ki: ”Allah'ım! Âdemoğullarının isyancılarına lanet et. Çünkü onların uğursuzluğu sebebiyle bereketten yoksun bırakıldık, yağmurumuz kesildi." 160Ancak, tevbe edip, hakkı gizlemek ve diğer başka türlü tevbe edilmesi gereken şeylerden dolayı tevbe edip kendilerini düzelten... Çünkü tevbeden sonra kişi, bozduklarını mutlaka düzeltmelidir. Meselâ, başka birini dini konuda şüpheye düşürmüşse, mutlaka bu şüpheyi önlemesi gerekir. Ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesna. Tevbelerinin kabul edilebilmesi için, Allah'ın kitaplarında açıkladığı hususları açıklayanlar, bu lanetten istisna edilmişlerdir. Bu âyet tevbenin, kişinin kendisi için gerekli olmayan her şeyi terketmekle, yapılması gerekeni de yapmakla olabileceğini gösteriyor. İşte onların tevbelerini kabul ederim. Onlara rahmet ve mağfiretimle muamele ederim. Ben, tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edenim. İslâm düşmanlarından yaşayanlara lanet okunma zikredilince ölenlerine de lanet okunma zikredilerek şöyle buyurulmuştur: 161Şüphesiz, inkâr edenler, küfür ve inkârda ısrar edenler, tevbe etmeyi kabul etmeyip gerçekleri gizlemeyi sürdürenler, ve kâfir olarak ölenler var ya, ilk durumlarını değiştirmeden sürdürenler ve küfürlerinde ısrarlı olanlar, bu küfürleri üzere ölüp giden kimselere Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti işte bunların üzerinedir. Bunlar için ebedî lanet vardır, yaşarlarken ve öldüklerinde sürekli lanete uğrayanlardır. Burada ”nâs", yani ”halk" ifadesi, geneldir ve herkes anlamındadır. Kıyamet gününde önce Allah, sonra melekler ve sonra da bütün insanlar bunlara lanet okuyacaklardır. Hatta kafirler de birbirlerine lanet okuyacaklardır. 162O lanet içinde ebedî kalacaklardır. Çünkü onlar ateşte sürekli kalacaklar ve Allah'ın rahmetinden de devamlı uzak olacaklardır. Onların azabı hafifletilmez. Üzerlerindeki azab kaldırılmayacağı gibi, bir hafifletme de sözkonusu olmayacaktır. Onlara mühlet de verilmez. Artık bundan böyle tekrar dönüş, tevbe ve mezaret için onlara süre verilmez, hiç bir istekleri dikkate alınmaz. Veya devamlı olarak azap görürler. Bu azap sırasında bir an bile dinlenme imkân ve fırsatı verilmez. Bunun ertelenmesi de sözkonusu olmaz. Ancak bunlar ateşte sürekli ve ebedî olarak kalıcıdırlar. Çünkü bunların niyetleri de ve yaşadıkları sürece devamlı olarak putlara tapınmak ve onlara kulluktu. Bu bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar. Ancak bunların cehennem ateşindeki yerleri, işledikleri kötülüklere eşdeğer olacaktır. Yahudilerin gerçekleri gizleme sebepleri, dünyada liderliği sevmelerindendir. Çünkü onlar halkın aşağı tabakasından elde ettikleri imkânlarının ellerinden gitmesinden korkmaktaydılar. Fakat sonuçta varacakları yer cehennem olacak, dolayısıyla, ne kazanırlarsa kazansınlar, hiçbir şeyleri onlara bir yarar getirmeyecektir. 163Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Burada hitap tüm insanlaradır. Ey insanlar, sizin ilâhınız, ulûhiyette tek olan ve ortağı bulunmayan ilâhtır. Dolayısıyla O'ndan başkasına ilâh adının verilmesi doğru değildir. Mabud olarak ancak O vardır. O'ndan başka ilâh yoktur. Bu, vahdaniyeti zihinlerde iyice yerleştirmekte ve varlık âleminde başka ilah da var ama, ibadete müstehak değil vehmini ortadan kaldırmaktadır. Yani işte böylece O'nu bu anlatılan şekilde tanıyın ve her zaman O'na ibadet ve kulluk edin. O'ndan başkasından bir şey ummayın ve korkmayın. O, çok merhamet edendir ve çok bağışlayandır. Her türlü nimeti, bu nimetlerin aslını ve bunlara bağlı şeyleri veren O'dur. Böylece O'ndan başkasının ibadet olunmaya lâyık olmadığı gerçeği açıklanmıştır. ”Rahman ve Rahim", yani ”merhamet eden ve bağışlayan" ifadesi de, vahdaniyetin bir delilidir. Anlatıldığına göre müşriklerin, Kabe'nin çevresinde 360 putu vardı. Bu kadar puta alışmış olan müşrikler, bu âyeti işitince hayrete düştüler ve şaşırıp kaldılar. Müşrikler: ”Bu kadar insanlar için bir tek ilâh mı? Olacak iş değil. Eğer Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), ilâh'ın bir tek olmasında doğru ve samimiyse, bize bir delil getirsin ki, bununla onun doğruluğunu kabul edelim" dediler. İşte bunun üzerine aşağıdaki âyet nazil olmuştur. 164Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, yani oldukları durum üzerine yaratılmalarında, gökler ve yerde birçok ibretli şeylerin olmasında, -ki beşer aklı bunları kavramaktan aciz kalır-, gece ve gündüzün değişmesinde, bunların birbiri peşinden gidip gelmelerinde, birbirini izlemelerinde, biri geldiğinde diğerinin uzaklaşmasında, uzayıp kısalmasında, karanlık ve aydınlığında, insanların faydasına olan şeylerle denizde yüzen gemiler de... Ağırlıklarına ve büyüklüklerine rağmen denizde batmayan, suyun hafifliğine rağmen su yüzünde kalabilen, rüzgârın (ve itici gücün) etkisiyle ileri ve geri hareket edebilen, insanların faydasına olan hizmetleri taşımaya yarayan, ticaretlerini sağlayan gemilerde, Allah'ın, gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, Allah'ın gökten indirdiği yağmur ve kar gibi yararlı şeylerin hepsinde ibretler vardır. "Sema" (gök) kelimesi, aynı zamanda ”felek" anlamınadır. Bu anlamda denilmiştir ki: Yağmur semadan bulutlara iner ve bulutlardan da yeryüzüne yağar. Esasen yüksek olan tarafa ister gök ve ister bulut olsun ”sema" denir. Çünkü insanın üzerinde olan her şeye sema (gök) adı verilir. Nitekim bu anlamda Araplar evin tavanına da ”sema" derler. Allah bu yağmurla yeryüzünü yeni baştan yeşertir, türlü bitki ve çiçeklerle donatır, ağaçlarla bezer. Bütün bunlar, kuruyup kaybolduktan, yaprakları düştükten, yeşilliklerini ve nemlerini kaybettikten sonra, yeniden hayat bulur, büyür. Kalbler de tıpkı böyledir. Eğer onlar da verimli bir kuvvetle süslenirlerse, tıpkı bitkilerin yeşerip canlandığı gibi, kalbler de yeşerir ve canlanır. İşte tüm bunlar gibi, yeryüzünde, akıllı ve akılsız her türlü canlıyı yaymasında... Bu canlıların yeryüzüne dağıtılması, dünyanın yağmurla hayata kavuşturulmasından sonradır. Çünkü canlıların tümü yağmura, yani suya muhtaçtır. Rüzgârı ve yerle gök arasında emre hazır olan bulutları çeşitli yönlere çevirmesinde, Rüzgârı ileri geri, kuzeyden ve güneyden estirmesinde, onun sıcak ve soğuk olmasında, kimi zaman kasırga ve kimi zaman yumuşak olarak esmesinde, bazan yakıcı, kısır bırakıcı ve aşılayıcı etkisinde, bazan rahmet ve bazan azap getirmesinde, ibretler vardır. İbn Abbas şöyle demiştir: ”Allah'ın en büyük ordusu rüzgâr ile sudur." Rüzgâra ”Rıh" denmesi, nefisleri dinlendirmesindendir. Veki' el-Cerrah da şöyle der: ”Eğer rüzgâr ve sinekler olmasaydı, dünya kokuşurdu." Bulutların ”emre hazır" olmalarının anlamı, yüce Allah'ın kendileri için belirlediği yasa çerçevesinde hareket etmeleridir. Aklını kullanan bir topluluk için ibretler vardır. Yani kahir kudrete işaret eden bir çok âyetler ve mucizeler vardır. Apaçık hikmet ve geniş rahmet vardır ki, bunlar hep ilâh lığın özelliğidirler. İşte düşünebilen, hem baş ve hem kalb gözüyle görenler için ibret alınacak gerçekler vardır. Çünkü bütün bunlar Allah'ın yüce kudretini gösterirler, hikmetine işaret ederler. İşte düşünebilenler bu yaratılanlara bakarak bunları yaratana delil getirirler ve böylece O'nun birliğini kabul etmiş olurlar. Burada müşriklerin bilgisiz ve cahil olduklarına da bir tariz vardır. Çünkü müşrikler bundan önceki ”Sizin İlâhınız tek bir ilâhtır" (Bakara: 163) âyetinin doğruluğunu gösteren bir delil istiyorlardı. İste âyet bunların akılsızlıklarını ortaya koyuyor ve bunu tescil ediyor. Çünkü düşünebilselerdi, bu anlatılan âyetlerden bir tanesi bile onlara yeterdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Bu âyeti okuyup da, ondan ibret olmayana yazıklar olsun." Bu hadi s-i şerifte ”mec" kelimesi geçmektedir. Bunun asıl anlamı ağızdaki tükrük ve benzeri şeyi dışarı atmak olup burada istiare yoluyla ibret almamak anlamında kullanılmıştır. Çünkü bu âyeti okuyup üzerinde düşünen bir kimse, sanki onu ezberlemiş ve ağızından dışarı atmamıştır. Sanki bütün kâinat, içinde O'nun Hak ve Celâl sahibi olduğuna işaret eden delillerin görüldüğü bir ayna gibidir. İnsanoğlu da, yüce Allah'ın Cemal ve Celâline işaret eden delilleri bu aynada görür ve kendi aynasını da bu aynanın içinde farkeder. Nitekim yüce Allah: ”Kendi nefsinizde de görmez misiniz?" (Zâriyât: 21) buyurmuştur. Öyleyse ey zavallı insan! Rabbinin değerini tam anlamıyla kavrayabilmen için, kendini tam anlamıyla tanı. Göklerle yerin ve aralarında bulunan tüm varlıkların yaratılmasının, insanın yaratılmasıyla ilişkili olduğunu belirten bir başka delil de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu sözüdür: ”Yeryüzünde Allah Allah diyen insan kalmaytncaya dek, kıyamet kopmaz." (67) Yani yeryüzünde Allah diyen tüm insanlar ölünce, kıyamet kopar dolayısıyla göklerle yer ortadan kalkar. Çünkü bunların varlığı insanın varlığına bağlıydı. Kendisine tabi olunan insan ortadan kalkınca ona bağlı olarak var olan şeyden de eser kalmaz. Kısacası, Allah'ın yoluna koyulan kimsenin başlıca görevi, kendisini asıl amacına kavuşturacak olan gerçek zikre sarılmasıdır. Çünkü tevhid inancı, her türlü bâtılı ve O'nun dışındaki her şeyi reddeder. İmran b. Husayn'ın rivayetine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), babası Husayn'a şöyle sordu: ”Bir günde kaç ilâha tapıyorsun?" O da; ”Yedi ilâha bunlardan altısı yeryüzünde, biri de göktedir" dedi. Hazret-i Peygamber: ”Bunların hangisine, rızâsına uyarak ve gazabından korkarak ibadet edersin? ” diye sordu. Husayn da; ”Göktekine" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine: ”O halde, gökteki ilâh sana yeter" dedi ve arkasından: ”Ey Husayn, eğer müslüman olursan, sana faydası dokunacak iki kelime öğreteceğim" buyurdu. O da müslüman oldu ve: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bana o iki kelimeyi öğret" dedi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”De ki: Allah'ım! Bana doğruyu ilham et ve he ni nefsimin kötülüğünden koru!") 165İnsanlardan bazıları, Allah'tan başka varlıkları O'na eşler koşarlar. Ayette geçen ”endâd" kelimesi bir şeyin dengi, benzeri anlamında olup burada putlar anlamında kullanılmıştır. Çünkü putların bazısı bazısına denktir. Ya da bunlar, kendi bozuk düşüncelerine göre Allah'ın denkleri ve benzerleridir. Çünkü bunlardan fayda ve zarar beklemekte, isteklerini bunlardan dilemekte ve bunlara birtakım kurbanlar adamakta idiler. Onları, Allah'ı sevdikleri gibi severler. putlarını, ya da peşlerinde gittikleri liderlerini, bozuk inançlarına dayanarak âdeta Allah'ı seviyormuşcasına severler. Putlarına ve liderlerine öylesine saygıda bulunur ve itaat edip severler ki, bu âdeta Allah sevgisi gibi bir sevgidir. ”Allah'ı sevdikleri gibi" ifadesiyle, saygı ve itaatte Allah sevgisine denk bir şekilde putlarını severler, deniliyor. Mü'minlerin sevgisinin putperestlerinkine benzemediğini Rabbimiz şöylece belirtiyor: Mü'minler ise, en çok Allah'ı severler. Müminler Allah'ı, kâfirlerin putlarını sevmelerinden daha çok severler. Çünkü onların Allah'a karşı sevgileri hiçbir zaman eksilmez. Kâfirlerin ve müşriklerin putlarına ve Allah'a eş kabul ettkikleri şeylere karşı sevgileri, kötü amaç ve niyetlere bağlı olduğundan, hemen değişir, en ufak bir bahaneyle sevdiklerini bırakırlar. Nitekim şiddet ve sıkıntıda kaldıklarında kendi tanrılarını bırakıp Allah'a sığınmaları bunun bir göstergesidir. Bir puta tapan bu kimseler, hoşlarına giden bir başka tapınılacak bir şey gördüklerinde, hemen ilkini bırakır ve bu yenisine sarılırlar. Rivayete göre Dahile, kendisi için hurmadan bir put yaptırmış, kıtlık başgösterince hurmadan yaptırdığı bu putu yemiştir. O, zalimler Bu ortak koşanlar, putları hak mabud yerine koyanlar, kıyamet gününde kendileri için hazırlanan azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu, ilâhî kudret ve galebenin yalnızca Allah'a ait olduğunu ve O'nun azabının çok şiddetli olduğunu bir bilselerdi. Şirk koşarak zulüm işlemiş olanlar, eğer her bakımdan kudretin Allah'a ait olduğunu, sevap ve ceza bakımından her şeyin O'nun elinde bulunduğunu, putlarının hiçbir şeye sahip olmadıklarını, zalimlere karşı, kıyamet gününde azabının şiddetini çıplak gözleriyle gördüklerinde, putlara taptıklarından dolayı pişmanlık duyacaklardır. Öyle pişmanlık duyacaklar ki nerede ise tavsif edilemez. 166İşte o zaman tâbi olunanlar, peşlerinden gidilen liderler, kendilerine tâbi olanlardan, yani peşlerinden gelenlerden, dünyada savundukları şeylerin, ortaya koydukları türlü sapıklıkların asılsız ve bâtıl olduğunu itiraf ederek uzaklaşacaklar. Artık onlarla beraber olmaktan kaçacaklar, onlara lanetle karşılık vereceklerdir. Azabı görecekler ve aralarındaki bağlar kopacaktır. Azabı görür görmez, hemen uzaklaşacaklar, daha önce aynı inançlar etrafında bir araya gelen bu kimseler arasındaki tüm bağlar kopacaktır. Küfür ve inkârları yüzünden kurtuluş beklerken, böyle bir durumla yüzyüze gelmelerinden dolayı darmadağın olacaklardır. 167Tâbi olanlar liderlerinin kendilerinden uzaklaştıklarını, gördüklerinde, dünyadayken onların peşinden gittikleri için pişmanlık duyarak şöyle derler: 'Keşke bizim için tekrar dünyaya dönüş olsa da, bugün onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsak.' İşte böylece Allah amellerini Şiddetli bir pişmanlık kaynağı olarak kendilerine gösterecektir. Çünkü iyilik olarak yaptıkları her şey, küfürleri yüzünden kaybolup gitmiş onlardan bir tek iz bile kalmamıştır. Bütün bunları kaybetmeleri ve isyana dalmaları yüzünden pişmanlık duyacaklardır. Süddî şöyle diyor: ”Eğer Allah'a itaat etmiş olsalardı, cennet kendileri için kaldırılır, oradaki yerlerini görürler. Sonra kendilerine: Eğer Allah'a itaat etmiş olsaydınız, işte yeriniz bu olacaktı denilir. Sonra da buralar, müminler arasında bölüştürülür, işte onların, hasret ve pişmanlık duyacakları an budur." Ve onlar, cehennem ateşinden çıkacak da değillerdir. Çünkü onlar, cehennem için yaratılmışlardır. 168Ey insanlar! Bu âyet, kendilerine değerli yiyecek ve giyecekleri haram kılanlar hakkında nazil olmuştur. Yeryüzünde bulunan helâl ve temiz, bütün şüphelerden arınmış olan şeylerden yeyin. Çünkü yenilen şeylerden haram olanı da vardır, şüpheli bulunanı da. Şeytanın adımlarını takip etmeyin. Şeytanın çizdiği yoldan gitmeyin; onun yolunu izlemeyin. Heva ve isteklere boyun eğerek onu takip etmeyin, onun vesveselerine kapılmayın. Şeytan, helâli haram, haramı da helâl kılar. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Ayetin bu bölümü, yasaklama nedenini açıklıyor. Yani basiret sahibi olanlar, onun apaçık bir düşman olduğunu bilirler. Ancak basiretten yoksun olup kendi heva ve istekleri doğrultusunda gidenlerin şeytan samimi bir dostudur. Çünkü şeytan onu, hep nefsinin arzuları doğrultusunda yönlendirir ve nefsince neyi iyi ve güzel buluyorsa, onları elde etmeye yöneltir. Şeytanın insana karşı düşmanlığı açık ve ortadadır. Bu konuda Vahidî şöyle diyor: ”O, apaçık bir düşmandır. Çünkü babanız Hazret-i Âdem için secde etmekten kaçınmak suretiyle size düşmanlığını açıklamıştır. Hazret-i Âdem'i cennetten çıkaran da odur." 169O size sadece kötülük emreder yani size vesvese verir. Burada şeytanın emretmek suretiyle insanlara musallat olması hali, kendisine itaat olunan bir âmire, vesveseyi kabullenenler de, itaati kabullenen memurlara benzetilmiştir. Bu bir semboldür. Çünkü vesveseyi kabullenenler, şeytanın tüm isteklerine boyun eğmişlerdir. Bu, onların görüşlerinin değersizliğini ve durumlarının da aşağılık olduğunu gösterir. "Kötülük", insanı sonuçta başarısızlığa, üzüntüye ve felâkete götüren tüm günahlardır. Bunlar ister kalble işlenen, isterse organlara bağlı olarak işlenen kötülükler olsun, sonuçta bir şey değişmez. Çünkü hepsi de sonuç olarak sahibini üzer ve kötü bir duruma sokar. Ve hayasızlığı, günah türlerinin en iğrencini, kötülüklerin en zararlısını ve büyüğünü.. Meselâ zina, bir hayasızlıktır, cimrilik bir hayasızlıktır... Kısacası her kötü fiil ve davranış bir iğrençlik, yani hayasızlıktır. Esasen fuhuş (hayasızlık) her şeyde haddi tecavüz etmektir. Ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi Allah'a iftira etmenizi emreder. Meselâ Allah şunu, ya da bunu haram kılmıştır gibi. Bilmediğiniz hususlarda sizi böylece yanıltır. Çünkü bunu Allah emrediyor, demektedir. İşte şeytanın bu yaptığı fiil, yaptıklarının en çirkini ve iğrencidir. Çünkü Allah hakkında olmayacak şeyleri söylemektedir. Hayasızlık, nasıl ki kötülüklerin en iğrenci ve fenası ise, Allah'a iftira etmek de en büyük günahlardandır. Biz şeytanı göremediğimiz ve sözünü de işitmediğimiz halde, bunları bize nasıl emreder? Onun vesvesesi nasıldır ve kalbe nasıl ulaşır? Bu, insan nefsinin ve tabiatının ona karşı eğilim duyduğu gizli bir sözdür. Bir izaha göre de o insanoğlunun bedenine girer denmiştir. Çünkü şeytan latif bir cisimdir ve böylece nefse kötü fikirleri vesvese yoluyla konuşarak telkin eder. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”İnsanların kalbine vesvese verir." (Nâs: 5) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şeytanın şerrinden korunmak için şöyle duâ ederdi: ”Allah'ım! Şeytanın vesveselerini benden uzaklaştır." "Âkâmu'l-Mercan" da şu ifadeler yazılıdır: Şeytanın insana vesvese vererek, onu çağırdığı şeyler altı kademede ele alınır: Birinci kademe: Küfür, şirk ve Allah'ın Rasûlüne düşmanlık aşaması. Eğer şeytan, insanoğlunu bu yönden elde eder ve isteklerine kavuşursa, bundan dolayı yorgunluklarını unutur. Çünkü istediğini elde etmiştir. İşte şeytanın kuldan ilk istediği şey budur. İkinci kademe: Bid'at. Bu, şeytana göre fâsıklıktan ve isyandan daha sevimli gelir ve hoşuna gider. Çünkü insan bir günah işlediğinde, tevbe edebilir. Halbuki bidatin tevbesi yoktur. Çünkü bidatçı kimse, yaptığı işin doğruluğuna inanır ve tevbe etmez. Şeytan bundan da âciz kalırsa üçüncü aşamaya başvurur. Üçüncü kademe: Bu, her türden büyük günahlardır. Şeytan bunu da başaramazsa, dördüncü yola başvurur. Dördüncü kademe: Bu defa küçük günahları işletir. Çünkü küçükler birikerek zamanla büyür. Öyle büyük günahlar da var ki, sahibini helake götürür. Nitekim bu hususta Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar: ”Sizi, küçük günahları umursamayan davranışlardan uyarırım. Çünkü bu, bir çöle inen bir topluluğa benzer. Bu topluluktan her biri, küçük bir odun parçası getirip büyük bir ateş yakarlar. Sonra onun üzerinde yemek pişirip doyasıya yerler."m İşte küçük dal parçalarından oluşan büyük bir ateş.. Şeytan bunda da başarılı olamayınca, bir sonraki yolu dener. Beşinci kademe: Şeytan bu defa mubah olan, bir sevap, ya da cezaya neden olmayan işlerle insanın uğraşmasını sağlar. Kaldı ki, en büyük ceza, sevap diye uğraştığı şeylerle boş yere zaman geçirmesidir. Şeytan bunda da başarılı olamazsa, bir sonraki yolu dener. Altıncı kademe: Daha üstün ve faziletli ameller varken, kişiye bunları bıraktırarak daha basit işlerle uğraşmaya teşvik eder. Çünkü böylece faziletin elden çıkmasını temin edecek ve daha üstün amelin sevabını kaçırtacaktır. Kaldı ki Allah, şeytanı iyi ile kötünün, pis ile temizin ayırdedilebilmcsi için yaratmıştır. Allah, peygamberleri de, saidler ve iyi kimselerin onları örnek edinmeleri için yaratmıştır. İblis'in yaratılması da, şakî ve kötü kimselerin onu örnek edinmeleri içindir. Böylece iki kesim arasında bir fark olduğu ortaya çıkmış olur. İblis hep dünya çığırtkanlığı yapar ve ateşe çağırır. Onun yaptığı iş cehennem simsarlığıdır. Sermayesi de dünyalıklardır. Akıllı kimseye düşen görev bir köşeye çekilmesi, helâl ve temiz olanlar dışında, dünyaya ait hiçbir şeye yönelmemesidir. Meşru kazanç yoluyla helâli istemek, peygamberlerin yoludur. Kazancın faydaları çoktur: Eğer ticaret amacıyla çalışır, ziraatçılık yapar, ağaç dikerse, sermayesini artırmış olur. Bundan aynı zamanda, kuşların ve başka varlıkların yemesi halinde, bir de sadaka vardır. Çalışan bir kimse, çalıştığı için tembellikten ve zamanını boşa harcamaktan kurtulacaktır. Çalışan bir kimse, şehevî isteklerine engel olacak ve böylece azıp sapması da azalacaktır. Çalışan kimse, dünya ve âhirette bir yüz karası olan yoksulluktan kurtulacaktır. Çünkü kazanç, fakirlikten kurtarır. Kazancın en üstünü cihaddır. Bunu ticaret izler. Sonra çiftçilik ve daha sonra da zanaat gelir. 170Onlara: 'Allah'ın indirdiklerine tâbi olun' denildiğinde: Bu âyet arap müşrikleri ve Kureyş kâfirleri hakkında nazil olmuştur. Onlara, Kurana ve Allah'ın indirdiği diğer apaçık delillere uymaları emredildi. Fakat bu kimseler hep taklit yoluna sığındılar ve o yolu seçtiler. Yani insanlar arasından müşrik olanlara, nasihat ve irşad olarak, Allah'ın indirdiği kitaba uyun, ona tâbi olun, Allah'ın Kuranda helâl kıldığım helâl, haram kıldığım da haram olarak değerlendirip ona göre davranın, şeytanın adımlarını izlemeyin denildiğinde: 'Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye tâbi oluruz,' derler. Yani atalarımızdan gördüğümüz putlar, temiz ve helâl olanı haram kılma gibi şeylere uyar ve onları izleriz; çünkü onlar bizden daha hayırlıydılar, derler ve böylece atalarını taklit ederler. Ey akıl sahipleri! Bu ahmakların nasıl cevap verdiklerine bir bakın! Allah, onlara hayret ve inkâr anlamı kapsayan bir soru edalıyla karşılık veriyor ve şöyle buyuruyor: Ataları hiç bir şey bilmiyor ve doğru yolu bulamıyorsa da mı? Yani onlar atalarına uyacaklar, öyle mi? Peki, ya ataları din konusunda hiçbir şey biliniyorlarsa da mı? Çünkü onların dünyadan başka şeye akılları ermez. Aynı zamanda hakkı ve doğruyu da bulamıyorlarsa da mı? Çünkü bu gerçekten hoş karşılanan bir şey değildir ve kabul görmekten de tamamen uzaktır. Kaldı ki, aklı ve bilgisi olmayana ve hak yolu bulamayana tâbi olmak, asla doğru olan bir şey değildir. 171Kâfirlerin durumu ancak, çobanın bağırıp çağırmasını duyabilen ve manasını anlamayan hayvanların durumu gibidir. Kâfirleri hakka davet eden nasihatçının durumu, tıpkı bir çobana benzer. Çoban, bağırıp çağırıyor ve hayvanlar bunu duyar, fakat ne söylediğini anlamazlar. Kâfirler de bu anlamayan hayvanlar gibidir. Çünkü hiçbir şey duyup anlamak istemezler. Ayette kâfirleri hakka çağıran nasihatçı, hayvanlara seslenen çobana benzetilmiştir. Bizzat kâfirler de çağırılan hayvana, kâfirlere irşad çağrısında bulunan vaizin çağrısı da, hayvanlara seslenen çobanın bağırıp çağırmasına benzetiliyor. Dolayısıyla anlam şöyle oluyor: Ey Rasûlüm Muhammed! Senin kâfirlere öğüt vermen, Allah'a davet etmen ve onların da hidayete ermemeleri, tıpkı bir çobanın durumuna benzer. Bu çoban koyunlara sesleniyor ve onlarla konuşarak şöyle diyor, yeyin, için ve yayılın. Fakat onlar çobanın ne dediğini anlamıyorlar. İşte kâfirler de bu hayvanlar gibidirler. Ne senden ve ne de Allah'tan bir şey anlamak istemiyorlar. Bu kâfirler, sağır yani sanki hakkı duymazlıktan gelen sağırlar, çağırıldıkları şeye cevap ve karşılık vermeyen dilsizler, kendilerine sunulan tüm delillerden yüz çeviren, gerçeklere sırtlarını dönen, sunulan şeyleri hiç göremeyen ve kördürler. Allah bu kimseleri, kendisiyle hak ile bâtılın ayırdedildiği ve hakkın seçiminin yapıldığı bu üç organını yitirenlere benzettikten sonra, hemen peşinden şöyle buyuruyor: Bu yüzden hakkı idrak edemezler. Bunlar hakkı elde edemezler. Çünkü bir şeyi elde etmek ve kazanmak, ancak o şeye bakmak, dikkat etmek ve sunulan delillerden yola çıkmakla olur. Bir kimse eğer sağırlar ve körler gibiyse, hakkı işitmemek ve görmemek noktasında bunlara benziyorsa, böyle biri nasıl gerçeğe ulaşabilir ve onu nasıl anlayabilir? Burada, asıl vurgulanan şey, bunların akılsız oldukları konusu değildir. Çünkü akılsızlık, bir yerme yolu ve aracı değildir. Yani akim olmaması halinde o kimseye bir şey denilemez. İşte ahir zamanda vaaz ve nasihat böylece insanlara yarar vermeyecektir. Çünkü insanların kulakları hakka tıkalıdır. Zihin ve duyguları da hakkı kabule kapalıdır. 172Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin. Verdiğimiz şeylerin helâl veya lezzetli olanlarından yeyin. Çünkü rızık kelimesi daha umûmî olup lezzetli olanlanı da, lezzetli olmayanı da kapsar. Burada böyle bir anlamın verilmesi uygun olup, şüpheden uzak helâle hamledilmesinden daha evlâdır. Çünkü bu makam, rızıklandırdığı leziz şeyleri hatırlatarak bu, nimetleri lütfedene şükretmenin talebedildiği makamdır. ”Tayyih" (temiz) kelimesinin üç anlamı vardır. Doğal olarak lezzetli olan şey; şeriat açısından mubah olan şey ve konum itibariyle temiz olan şey. Âyette her türlü meyveden yararlanılabileceğine işaret edilmektedir. Ancak yine de: ”Sizler dünya hayatınızda bütün temiz (güzel) şeylerinizi harcayıp bitirdiniz" (Ahkâf: 20) âyetinin kapsamına girmemek için meyvelerin her türlüsünü mutlaka yemek gibi bir yola gitmemek daha iyidir. Temiz ve güzel olan şeylerden yeme emri, şu iki faydanın elde edilmesi içindir: Birincisi: Yedikleri şeyin, kendi hallerine bırakılmayıp bir emirle belirlenmesi, insanları hayvanlardan ayırmaktadır. Dolayısıyla insanlar, böylece şeriatın nurları ile kendi tabiatlarının karanlığından çıkar. İkincisi: Yeme emriyle sevap kazanılacaktır. Eğer sadece Allah'a ibadet ediyorsanız.. Allah'a inanıyor, ibadetinizi yalnızca O'na özgü kılıyorsanız, size bu şeyleri rızık olarak veren ve onları sizin için helâl kılan Allah'a O'na şükredin. Çünkü şükür, kulun iç ve dış tüm organlarını, yaratıldığı amaç doğrultusunda kullanmasıdır. Bu emir, her şeyin mübahlığını gösteren bir emir olmayıp, vücub ifade eden bir emirdir. Kuşkusuz akıllı kimsenin, sayılamayacak derecede üstün ve değerli nimetleri kendisine ihsan ve ikram eden yüce Allah'ın en büyük saygı ve hürmete layık olduğunu kalbiyle bilmesi gerekir. Kalbiyle bildiği bu şeyleri, dili ve diğer organlarıyla da kanıtlamalıdır. Çünkü iman bunu gerektirir ve onun şartlarından biri de budur. Nitekim kudsî bir hadiste yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Benim durumumla, insanlar ve cinlerin durumu ilginç bir manzara arzetmektedir. Çünkü onları ben yaratıyorum, onlar ise kalkıp başkasına kulluk ediyorlar. Onları ben rızıklandırıyorum, kalkıp başkasına şükrediyorlar." 173Ancak Allah, size leşi, yani boğazlamadan, kesilme işlemi yapılmadan ölen hayvanı haram kıldı. Ancak balık ve çekirge, şeriat açısından bunun dışındadır. Burada leşin hanımlığından amaç, onun etinin yenilmesinin sütünün içilmesinin, ya da bunlardan yararlanılmasının harami iğidir. Çünkü şeriat hükümleri, bir şeyin zatına, kendisine değil, fiillere bağlıdır. Kanı, yani akıcı durumda olan kanı da haram kılmıştır. Fakat örf itibariyle karaciğer ve dalak bundan istisna edilmiştir. Bu ikisi helâldirler ve yenilebilirler. Domuz etini. Domuzun bizzat kendisinin hanımlığında icma vardır. Bu haram kendi varlığına dayalı bir haramdır, yani liaynihi haramdır. Dolayısıyla bütün parçaları haram kılınmış ve özellikle etinden söz edilmiştir. Çünkü hayvanların en çok yararlanılan şeyleri etleridir. Bu bakımdan et, asıl olması itibariyle zikredilmiştir. Diğer cüzleri de buna tabidirler. Allah'tan başkası adına kesilen hayvanı haram kıldı. Yani hayvanı put adına keserken sesin yükseltilmesini yani bu şekilde kesilen hayvandan da yararlanmayı haram kılmıştır. ”İhlâl" sesi yükseltmek anlamına gelir. Çünkü müşrikler tanrıları adına kesim yaparlarken tanrılarının adını seslerini yükselterek söylerlerdi. Meselâ Lât ve Uzzâ adına derlerdi. İslâm âlimlerinin belirttiklerine göre, eğer bir müslüman herhangi bir hayvanı, Allah'dan başkasına yaklaşmak amacıyla keserse, kesen kişi mürted ve kestiği hayvan da leş hükmünü alır. Yalnız: ”Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helâl kılındı" (Mâide:5) âyetine göre kitap ehlinin kestikleri bizim için helâl kılınmıştır. Ancak Ehl-i kitap hayvanları keserken Allah'tan başkasının adını anarlarsa bu âyete göre bizim için helâl değildir. Çünkü biraz önce mealini verdiğimiz âyet, anlam bakımından geneldir. Halbuki, ”bir de Allah'tan başkası adına kesilenler" âyeti, özeldir ve genel olan âyetten öne alınmıştır. Bir kimse mecbur kalır, zaruret haddini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz etmeden bunlardan yerse, ona günah yoktur. Buna göre, başka bir şey bulamadığı için Allah'ın haram kıldığı bir şeyi, hayatî bir tehlike, ya da bir kısım organlarını kaybetme korkuysuyla yemek mecburiyetinde kalırsa, başka bir deyimle, ya şiddetli açlıkla karşı karşıya kalıp başka bir şey bulamaması veya haram yemeye zorlanması durumunda, zorunluluğu atlatacak oranda söz konusu haram yiyecekten yiyebilir. Hayatî tehlikeyi doğuran açlığı bastıracak kadar yedikten sonra, artık yemeye devam edemez. Daha fazlasını yiyemez. Kısacası, zorunlu olarak yediği bu yiyecekten dolayı herhangi bir günaha girmez. ”Başkalarının hakkına tecavüz etmeden" demek, başka zor durumda kalıp açlığını giderecek kadar ölü hayvan eti bulan kimsenin elinden onu alıp tek başına yer, öbürüde açlıktan ölürse işte bu, onun hakkına tecavüzdür, böyle bir tecavüzde bulunmaksızın, demektir. (70) Şüphesiz ki, Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Yani zor durumda kalması halinde yiyen kimseyi bağışlar ve ona ruhsat tanımak suretiyle merhamet eder. Bu âyette haram olan diğer şeylerden söz edilmemesinin sebebi, bu âyetin başlı başına haramları saymaya yönelik olmamasındandır. Bu âyetler iman edenleri, Allah'ın yasak ve haram kıldığı şeyleri helâl saymaktan menediyor. Çünkü insanlar bu sayılanları helâl sayıyorlardı. Böylece ölmüş olan hayvanların, yani leşlerin etinden yararlanıyorlardı ve : ”Siz kendi öldürdüklerinizi yiyorsunuz da, Allah'ın öldürdüğünü yemiyorsunuz" diyorlardı. Aynı zamanda bu kimseler kanı, domuz etini ve putlar adına kesilen şeyleri de yiyorlardı. İşte burada tüm bunların Allah tarafından haram kılındığı açıklanmıştır. Başka bir deyişle burada, müşriklerin helâl saydığı şeylerin haramlığına dikkat çekilmiştir. Yoksa genel olarak tüm haramlar söz konusu edilmemiştir. 174Şüphesiz, Allah'ın indirdiği kitaptan bazı şeyleri gizleyenler Bu âyet yahudi bilginleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, Tevrat'ta tanıtılan ve gönderileceği belirtilen peygamberin kendi içlerinden çıkacağını, umut ediyorlardı. Ancak Allah, peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, onların dışından gönderince, hemen Tevrat'taki niteliklerini değiştirdiler. Burada Allah'ın indirdiği kitaptan maksat da, içinde Hazret-i Peygamber'in niteliklerinin açıkça belirtildiği Tevrat'tır. Ve onu az bir değere değişenler, indirilen kitap yerine, dünyaya ait pek önemsiz olan bir şeyi buna karşılık almaları... Yani dünyaya ait yiyecek bir şeyleri aşağı halk tabakasından alıp kabul etmeleri.. İşte onlar, karınlarına sadece ateş doldururlar. Âhiretteki durumları gayet açıktır. Çünkü onlar kıyamet gününde ateşten başka bir şey yemeyeceklerdir. Bu yedikleri rüşvete karşı onlar için biçilmiş cezadır. Dünyada ise, ateşi yemelerinin anlamı, ateşe sebep olan şeyi yemeleridir. Çünkü kendilerine uyan insanlardan aldıkları rüşveti yemeleri, sonuçta onları cehenneme götürecektir. Şu halde burada, müsebbeb yani ateş zikredilmiş, sebep kasdedilmiştir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacaktır. Allah kendilerine gazabta bulunduğundan, rahmet yoluyla onlarla konuşmayacaktır. Yoksa bundan amaç, onlarla gerçek konuşmanın olmayacağı anlamına değildir. Böyle olursa ”Rabbine yemin olsun ki, onları hesaba çekeceğiz" (Hicr: 92) âyetiyle çelişir. Bu, öfkelenme ve kızmaktan kinayedir. Çünkü örfe göre konuşmama, öfkenin bir gereğidir. Nitekim kızgınlık sırasında, kızdıkları kimselerle konuşmamak ve hoşnutluk zamanlarında da hoşnut kaldıkları kimselere güzel bir şekilde yaklaşmak meliklerin âdetidir. Ve onları günahlarından temizlemeyecektir. Mü'minlerin bağışlanmak ve affedilmek suretiyle günahlarından arındırılıp temizlendikleri gün, Allah onları günah kirinden arındırıp temizlemeyecektir. Onlar için can yakıcı sürekli ve elem verici bir azap vardır. 175Bunlar, Allah'ın Kitabını basit bir karşılık uğruna satanlar, karşılığında satın alınması kesinlikle mümkün olmayan sapıklığı hidayetle yani hiçbir şeyin kendisiyle denk olamayacağı kadar yüce olan bir değerle; satın alınması hiçbir zaman akla getirilemeyecek olan azabı da, herkesin uğrunda yarış yaptığı mağfiretle değiştirenlerdir. Bunlar, cehenneme girecek olanların yaptıklarım yapmakta bu kadar istekli davranıyorlar. Dolayısıyla ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar! Hidayeti bırakarak sapıklık yoluna girenlerin bu davranışları ne kadar şaşılacak bir şeydir? 176Bu azabın, yani cehennem azabının sebebi, Allah'ın kitabı hak olarak indirmesindendir. Kitap hakkında ihtilâfa düşenler, ilahî kitaplar hakkında ihtilâfa düşerek onların bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr edenler veya Tevrat'ın bir kısmına inanıp Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliği ve onun niteliklerine ait âyetlerini inkâr edenler, derin bir ayırılık içerisindedirler. Yani haktan ve doğrudan uzak bir ihtilaf üzerindedirler. Bu ise çok şiddetli bir azabı gerektirir. Kuşkusuz bu âyetlerde, dünyalık kötü amaçları uğruna hakkı gizleyen herkes için büyük bir tehdit vardır. Bu yüzden âlimler, bildikleri halde hakkı gizlemekten sakınsınlar. Onlar hakkı ya devlet başkanları ve yetkili kişilerin yanlarında değerlerinin eksilmesinden korktukları için veya onlardan gelebilecek ihsan ve ikram beklentisi içinde oldukları için ya da dünyaya bağlılık ve dünyalık elde etme konularındaki bazı durumlarda onlarla ortaklık etmek için, gerçeği gizlerler. Çünkü bu durumda yağcılık yaparak, karşılığında değersiz bir şeyler bekliyorlar. Dolayısıyla hırs, şehvet ve haset ateşinden başka hiçbirşey yemiyorlar. İşte dalkavukluk yapan bu âlimler, hakkı belirtme kadirşinaslığı yerine, dünya sevgisini satın alıyorlar ve halkı hakka ve yağcılığı en faziletli cihada tercih ediyorlar. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Cihadın en üstünü, zalim hükümdar karşısında söylenen hak sözdür. Hasan-ı Basrî şöyle anlatıyor: ”Zebaniler, fâsık Kur'an bilginlerine puta tapanlardan daha hızlı bir şekilde saldırırlar. Bu durumda söz konusu bilginler şöyle diyecekler: ”Ey Rabbimiz! Bu zebanilerin öncelikle bize saldırmalarının sebebi nedir?" İşte bunun üzerine yüce Allah diyecek ki : ”Bilenin durumu bilmeyenin durumu gibi değildir. Kim din karşılığında dünyayı satın alırsa, apaçık bir zarardadır." 177Ey kitap ehli olan yahudi ve Hıristiyanlar, İyilik, yani, hoşlanılan ve sahibini cennete götüren davranış, namazda yüzünüzü doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Bilindiği gibi Yehudiler ve Hıristiyanlar kıble konusu üzerine çok fazla düşüyor ve sürekli olarak bunun üzerinde duruyorlardı. Bu iki gruptan her biri, iyiliğin kendi yöneldiği kıblede olduğunu sanıyordu. Yüce Allah, onların bu iddialarını reddederek, ileri sürdükleri bu şeyin iyilik olmadığını bildirmiştir. Fakat iyilik, üzerinde önemle durulması gereken asıl konu, her türlü şirk şaibesinden uzak olarak yalnızca Allah'a, işlenen amellerin karşılıklarının verileceği, gerçekleşeceğinde hiçbir şüphe bulunmayan bir diriliş günü olan âhiret gününe iman edenin yaptığı iyiliktir. Âhiret gününe iman, Allah'a imanın bir gereği olduğu için, Allah'a imandan hemen sonra yer almıştır. Yine iyilik, Allah'ın kulları olan, erkeklik ve dişilik özellikleri bulunmayan, Allah katında seçkin bir yerleri olan ve O'nunla peygamberleri arasında elçilik görevi yapan meleklere, kitaba, yani ilâhî kitaplara ve bunlardan olan Kur'an'a, Allah'ın kullarına gönderdiği ve emir veya yasak olarak getirdikleri her şeyde doğru ve güvenilir olan tüm peygamberlere, aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın iman edenin yaptığı iyiliktir. İşte anılan bu beş konuya bu şekilde iman etmek, dinin temellerini ve inancın kurallarını oluşturur. Sevdiği mallardan akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalana, dilencilere ve köle azâd etmeye verenin... Kişinin, özellikle sevdiği maldan tasaddukta bulunması daha faziletlidir. Nitekim Hazret-i Peygambere hangi sadakanın daha faziletli olduğu sorulduğunda: ”Sağlıklı ve mala düşkün bir durumda, zenginliği düşünüp fakirlikten korktuğun anda verdiğin sadakadır." şeklinde cevap vermiş, sonra şunları ilâve etmiştir: ”Can boğaza gelip falancaya şunu, falancaya bunu vasiyet ediyorum, falancanın şu kadar alacağı vardır dediğin duruma düşünceye kadar sadakanı ihmal etme." (72) Sadaka verilecek kimseler arasında akrabaların öncelikle zikredilmesi, yardım edilmeye daha lâyık olduklarındandır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Müslümanlara yapmış olduğun sadakanın bir sevabı, akrabana vermiş olduğun sadakanın iki sevabı vardır." buyurmuştur. Çünkü bu, hem sadaka, hem de sıla-i rahim sayılır. Bir başka hadiste de Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”En faziletli sadaka, kindar yakınına verilen sadakadır." "Yetimler"'den amaçsa, zengin değil, fakir olan yetimlerdir. Yetimin diğerlerinden önce anılmasının sebebi, ise, babası bulunmayan ve kendisi için çalışacak bir kimsesi olmayan küçük olan fakirin, daha sonra zikredilecek olan kimselerden daha muhtaç olmasındandır. "Yoksullar" anlamına gelen ”mesakin" kelimesi ise, ”miskin"in çoğuludur. Bu da iki kısımdır: Bir kısmı dilenmekten kaçınanlardır ki, burada bunlar sözkonusudur. Bir kısmı ise dilenmekten kaçınmayanlardır ki, onlar da âyetin devamındaki ”dilenciler" kısmına girer. Bunlara ”miskin" denilmesinin sebebi, yerlerinden kımıldayamayacak kadar fakir olmalarındandır. Çünkü muhtaç durumda olan bir kimse, ihtiyacı oranında, insanların yanında sükûnet bulur. "Yolda kalan"dan amaç ise, kendi mülkünden uzak kalan yolcu kimse demektir. Sürekli yolda kalması nedeniyle, sanki yolun oğlu imişçesine ”ibnü's-sehîl" denmiştir. Hazret-i Peygamber bu konuda şöyle buyurur. ”Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse, misafirine ikramda bulunsun." ''Dilenciler''den amaç ise, ihtiyaçları nedeniyle zorunlu olarak bu duruma düşen kimselerdir. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Dilenci atının üzerinde de gelse, bir hakkı vardır. ”(76) "Köle azad etme" işinden amaç da, efendisiyle anlaşma yapan köleye yardım etme konusudur. Ayrıca zenginlerin, köle satın alıp hürriyetlerine kavuşturmaları şeklinde de anlaşılabileceği gibi, esirlerin mal karşılığında serbest bırakılmalarını sağlamak şeklinde de anlaşılabilir. İşte yukarıda anlatılan yerlere Allah'ın muradına uygun olarak malı sarfetmek âyette geçen ”iyilik"ûv. Yine iyilik, farz namaz kılanın ve yine farz kılınmış zekât verenin. Bundan önce geçen ”mal vermek", nafile sadaka ile ilgilidir. Bunun farz kılınan zekâttan önce zikredilmesi insanları teşvik içindir... Emirler, yasaklar ve adaklar konusunda, gerek insanlarla kendileri, gerekse Allah'la kendileri arasında verdikleri sözü yerine getirenlerin, vaadlerini tutanların, yemin ettiklerinde veya bir şey adadıklarında bunu hemen yerine getirenlerin, konuştukları zaman doğruyu söyleyenlerin, kendilerine verilen emanete hıyanet etmeyenlerin, sıkıntı yani yoksulluk ve düşkünlükte, hastalık yani onulmaz dert ve şiddet zamanında da sabredenlerin yaptıklarıdır. Burada ”şiddet zamanı"yla, özellikle savaş zamanı kasdedilmiştir. Aslında âyette yer alan ve şiddet anlamına gelen ”Be'sei" kelimesi, mutlak manada şiddet demektir. Kısacası, kıble değişip, kitap ehli bu konu üzerinde çok konuşunca sanki onlar ”iyilik ve itaat filan tarafa dönmektir." demiş oluyorlar. İşte bunun üzerine Allah da bu âyeti indirdi. Burada âdeta şöyle deniliyor: ”Dinin her türlü temel esaslarından yüz çevirdikleri halde, bu kıble konusunda aşırı bir şekilde durmalarının sebebi nedir? Mücerred anlamda doğuya veya batıya dönmek, yani yalnızca bunu yapmak iyilik değildir. Asıl iyilik, ancak zikredilen tüm esasları yerine getirmekle elde edilir. İşte onlar, yani bütün bu niteliklere sahip olanlar, din konusunda ve hakka uymada doğru olanlardır. Küfürden ve diğer bütün kötü şeylerden dolayı Allah'tan korkan takva sahipleri de ancak onlardır. Bu âyet, açık ya da dolaylı olarak yüsek insanî değer ve üstünlükleri içermektedir. Bunları kısaca şu üç grupta ele alabiliriz: İnanç düzgünlüğü, davranış güzelliği ve nefis temizliği. Birincisine âyetin ” ...Allah'a, âhiret gününe.. peygamberlerine iman edenin..." bölümü; ikincisine, âyetin ”...Sevdiği mallardan akrabaya... köle âzât etmeye verenin..." bölümü; üçüncüsüne de âyetin ”...Namaz kılanın,... sabredenlerin yaptıklarıdır." bölümü işaret etmektedir. Dolayısıyla kişinin iman ve itikadına bakılarak bu nitelikleri kendisinde toplayana doğru ve samimi vasfı verilmiştir. Takva ile de halk ile münasebetleri ve hak ile olan muamelesi dile getirilmiştir. 178Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı. Bu hitap mümin idarecilere yapılmaktadır. Allah, devlet başkanına ve onun adına iş gören ve onun makamında olan herkese, kısas cezasını uygulamayı farz kılmıştır. Mana şöyle oluyor: Ey imamlar, yani yöneticiler! Size kısası uygulamanız farz kılındı. Eğer ölü sahibi kısası uygulamayı istiyorsa, bunu yerine getirmeniz size faizdir. ”Kısas": İnsanın başkasına karşı işlediği şeyin aynısının kendisine uygulanması demektir. Bu ise cana kıymak, organlardaki tahribatlar ve yaralanmalarda, aynı eşitlik ve benzedik olmak şartıyla gerekenin yapılmasıdır. Âyette geçen ”katla" kelimesinin başındaki ”fi" sebep bildirir, yani katilin öldürme eylemi, kısasın sebebidir. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Gerçekten bir kadın, hapsettiği bir kedi yüzünden cehenneme girdi" buyuruyor ki, burada da ”fî" harfi sebep ifade eder ve sebep hapsetmektir. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın kısas yapılır. Hür kimse, aynı kendisi gibi hür kimseye karşılık yakalanarak tıpkı öldürdüğü kimse gibi, kendisi de öldürülür. Nitekim köle yerine köle ve kadın yerine de kadınla kısas yapılır. Bu âyet, aralarında cahil iye döneminden kalma bir kan davası bulunan iki arap kabilesi hakkında inmiştir. Bu kabilelerden biri, mal ve sayı bakımından diğerinden daha üstündü. Bu bakımdan da karşı tarafın kendilerinden öldürdükleri bir köleye karşılık, onlardan hür bir kimseyi, bir kadına karşılık bir erkeği ve hür bir erkeğe karşılık da onlardan hür iki erkeği öldürecekleri konusunda yemin ettiler. Allahû teâlâ, indirdiği bu âyetle onlara aynı seviyede ve adaletli davranmalarını emretti. ”Hüre hür...." sözü, kısas ancak iki hür, ya da iki köle veya iki kadın arasında yapılır anlamına gelmez. Aksine kısasın anılanlar arasında meşru olabileceğine ve cahili ye âdetlerinin geçersizliğine işaret eder. Nitekim cahiliye mensupları, kendilerinden bir köle öldüren karşı taraftan hür bir adam öldürüyorlardı. Burada, köle ile hür, ya da erkekle kadın arasında kısasın cereyanının reddedilmesi sözkonusu değildir. Aksine âyette yer alan hüküm, katilden başkasına haksız yere tecavüzü önlemektir. İmam Sevrî ile Ebû Hanife'ye göre, hür ile köle ve müminle kâfir arasında kısas cereyan eder. Hür bir kimse bir köleyi öldürmüşse, öldüren de bunun yerine öldürülür. Bir mü'min kâfiri haksız yere öldürmüşse, o da öldürülür. Çünkü İmam Sevrî ile İmam Ebû Hanife: ”Biz, Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can..." (Mâide: 45) âyetinin genelliğini delil göstermişler ve: ”Müslümanların kanları (kısas ve diyette) eşittir." (77) hadisine dayanmışlardır. Çünkü canda üstünlük geçerli değildir. Bunun delili, bir kişiyi öldüren bir topluluğun, kısas olarak hepsinin öldürülmeleridir. İmam Malik ve İmam Şafiî'ye göre, köleye karşılık hür kimse öldürülemez. Aynı şekilde kâfire karşılık kısas için bir mü'min de öldürülemez. Nitekim İmam Şafiî bir şiirinde şöyle der: Şu ceylanı benim kanıma girdiği için yakalayın. Çünkü o Okumla beni vurdu. Beni öldürmesi de kasdîdir. Ancak onu öldürmeyin, çünkü ben kölesiyim onun. Mezhebimce köle yerine hür kimse öldürülemez. Öldüren, ölenin velisi olan din kardeşi tarafından affedilirse... Kanın bir kısmından vazgeçerse veya vârislerden bazısı vazgeçerse, artık af olayı gerçekleşmiştir, kısas da böylece düşmüş olur. Bundan böyle yalnızca diyet ödenmesi gerekir. Çünkü âyette geçen ”şey" kelimesi bir kısmından vazgeçilir veya bir kısmı bağışlanır anlamınadır. Sanki burada şöyle deniliyor: Katil, kimse işlediği cinayet sebebiyle, öldürülenin kardeşi, yani velisi tarafından kısmen bağışlanması halinde, bu af ister tümünü kapsasın, yani tam bir af olsun, meselâ, maktulün velilerinin tümüyle katil arasında, bir mal üzerinde bir anlaşma yapılmış olsun; ya da barışın katille velilerden bazıları arasında gerçekleşmesi gibi, kısmî olsun, her iki durumda da kısas düşer ve sadece inal (diyet) ödeme zorunluluğu ortaya çıkar. Nitekim İbn Abbas'tan gelen rivayete göre, bu âyet bir kısas sebebiyle mal üzerinde yapılan bir anlaşma üzerine nazil olmuştur. Allah (celle celalühü), âyette cinayetin, yani maktul tarafın velisini katilin kardeşi olarak adlandırmıştır. Burada bir acıma ve şefkat olayı ortaya çıkıyor, bir de aralarındaki İslâm ve din kardeşliğinin halen devam etmekte olduğu belirtiliyor. Çünkü katil, öldürme fiilinden dolayı imandan çıkmış olmaz. Örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek gerekir. Yani bazı yönlerden kısmen de olsa bir af sağlanırsa, sağlanan bu kısmî afla kısas cezası düşer. Burada artık emredilen, örfe uymaktır. Yani maktulün velisinin katilden anlaşma bedelini iyilikle istemesi gerekir. Artık şiddeti bırakmalı, talebinde onu tazyik altında tutmamalıdır. Diyeti alması halinde ise, farz olanın fazlasını almamalıdır. Katilin de görevi, affeden tarafa, malı güzellikle vermesidir. Artık o da işi uzatmamak, eziyet vermemeli, daha azını vermeye kalkışmamalıdır. Bu, Rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir. Adı geçen af ve diyet hükmü, sizin için Rabbinizden bir kolaylık ve genişliktir; aynı zamanda bu Rabbinizden bir rahmettir de. Çünkü O, size kesin affı ve diyet almayı farz kılmadı. Aksine O, sizi üç şey arasında serbest bıraktı. Kısas, diyet ve af. Bu olay Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm)'nin dininde sadece kısas ile yapılırdı. Bu da yalnızca adaletin gereğidir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın dininde af getirilmiştir. Bu da yalnızca bir fazilettir. Bizim dinimizde ise gönlün rahatlanması için kısas, refah elde etmek için diyet ve asaleti ortaya koymak için de bağışlama getirilmiştir. Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa, onun için can yakıcı bir azap vardır. Kim meşru olan sınırı tecavüz ederse, meselâ gidip katilden başkasını ya da affettiği veya diyeti aldığı halde katilin kendisini öldürürse haddi aşmış olur. Çünkü cahiliye döneminde veli, diyeti kabul ederek, katile bir bakıma güvence verir, sonra da eline fırsat geçince, hemen onu öldürür, onun malını da katilin velilerine bırakırdı. İşte bu manada haddi tecavüz edenler için can yakıcı bir azap vardır. Bu azap dünyada, haksız yere öldürdüğü kimsenin yerine kısas olma cezasıdır. Âhirette ise cehennem ateşidir. 179Ey akıl sahipleri! Kısasta yani kısas türü hükümlerde sizin için hayat vardır. Çünkü onlar, öldürülen bir kişi yerine bir çok kimseyi öldürürlerdi. Nitekim Mühelhel b. Rabia, kardeşi Küleyb'in yerine birçok kişiyi haksız olarak öldürmüştü. Neredeyse Bekr b. Vâil kabilesi bu yüzden tükenecekti. Ayrıca onlar, katili değil de, başkalarını öldürüyorlardı. Böylece fitne yayılıyor, aralarında sürtüşme meydana geliyor, bir sürü karışıklıklar oluyor ve güvenden eser kalmıyordu. İslâm kısas hükmünü getirince, artık hayat güvenceye kavuştu. Çünkü, öldürüleceğini bilen bir kimse, artık öldürmeye yanaşmıyordu. Katilin öldürüldüğünü gören kimseler, böyle bir şey yapmaktan çekmiyorlardı. Böylece kısas, iki veya daha fazla insanın hayatta kalmasına sebep oluyordu. Bu ifade gerçekten son derece fasih ve beliğ bir ifadedir. Çünkü, herhangi bir şeyin, kendi zıddı olan başka bir şeyin kaynağı yapılması, son derece ilginçtir. Çünkü birbirine zıt olan iki şeyden birinin varlığı, diğerinin yokluğunu gerektirir. Kısas, hayatı ortadan kaldırdığı için ona zıttır. Burada ise, tıpkı bir zarf gibi, ona sığınak yapılmıştır. Kısasın hayatı koruduğuna işaret edilmiştir. Böylece bir şeyin, kendisine zıt olan diğer bir şeye korucu olması, son derece ince, güzel ve ilginç bir nüktedir ve bu, belagat ve fesahat nüktelerinin en ilginç olanlarından bir tanesidir. İşte, ey vehim şaibelerinden kurtulmuş akıl sahipleri! Buna dikkat edin. Allah, ruhları koruması ve hayatı muhafaza etmesi gibi hikmetlerini düşünmeleri için akıl sahiplerine sesleniyor. Belki böylece Allah'tan korkarsınız. Kısas cezasını uygulayarak, bununla hükmederek ve bu hükme boyun eğerek takva ehlinin işlemiş olduğu amelleri işlemiş olursunuz. Bunda aynı zamanda öldürmekten sakındırma da vardır. Gerçekten kulların en büyük haklarından bir tanesi de kanlarıdır. Allah'ın kulları üzerindeki diğer haklarına oranla ilk hesaba çekileceği namaz olduğu gibi, diğer kul haklarına oranla ilk hesaba çekileceği kul hakkı da budur. Hadiste şöyle buyuruluyor: ”Kıyamet gününde, öldürülmüş kimse, bir elinde başı ve diğeriyle de kendisini öldüreni işaret ederek gelir. Şahdamarları kuruyuncaya kadar kan akar. Öldürülen kişi, Allah'a: ”Bu adam beni öldürdü" der. Allah da katile:"Sen artık helak oldun, buyurur ve adam cehennem ateşine götürülür." Bil ki, günah üç kısımdır: Birincisi: Kul ile Allah arasında olanlar. Zina, livata (homoseksüellik), gıybet ve iftira gibi. Gıybet ve iftira da gıybette bulunulan veya iftira edilen kimseye ulaşmadığı sürece böyledir. Eğer gıybetini yaptığı ve iftirada bulunduğu kimselere bu durum ulaşır da, helâllik diler ve pişmanlık duyarsa, umulur ki yüce Allah onu affeder. İkincisi: Kul ile, Allah için yapması gereken ameller arasında meydana gelen günahlardır. Kişinin namazı terketmesi, oruç tutmaması, zekât vermemesi ve hacca gitmemesi gibi. İşte namaz ve diğer ibadetler kaza edilmediği sürece, o konuda tevbe etmenin hiçbir yararı yoktur. Çünkü, terkedilenin kaza edilmesi durumunda tevbenin bir anlamı olur. Aksi takdirde tevbenin hiçbir yararı olmaz. Üçüncüsü: Kul ile Allah'ın diğer kulları arasında meydana gelen günahlardır. Meselâ başkasının mallarını gasbetmesi ya da dövmesi veya onlara küfretmesi gibi. Karşısındaki hasmını razı etmediği, ya da kıyamette yüce Allah tarafından aralarını uzlaştıracak sâlih bir amel işlemediği sürece, tevbe yeterli değildir. Buna göre, üzerinde kul hakkı bulunan ve tevbe eden bir kimsenin söz konusu hakları sahiplerine iade etmesi gerekir. Eğer bu haklan yerine ulaştırmaktan âciz olup da yüce Allah onu affetmeyi murad ederse, o zaman kıyamet gününde yüce Allah, karşı taraftaki hasmına şöyle der: ”Başını kaldır bakayım!" Başını kaldırdığında yüksek saraylar görür ve yüce Allah'a: ”Ey Rabbim! Bunlar kimin?" diye sorar. Bunun üzerine yüce Allah der ki: ”Bunlara sahip olmak senin elindedir. Buna gücün yeter! Çünkü bunların bedeli, kardeşini affetmelidir." İşte o da, o zaman der ki: ”Kardeşimi affettim." Bunun üzerine yüce Allah: ”Öyleyse kardeşinin elinden tut ve beraber cennete girin" der. 180Sizden birine ölüm geldiği zaman, yani hastalık ve rahatsızdık gibi ölüm sebepleri ortaya çıktığı, belirtileri görüldüğünde... Çünkü insan ölümle burun buruna kaldığında vasiyete güç yetiremez. Eğer geride bir hayır yani az veya çok, ya da çok fazla bir mal bırakıyorsa... Meselâ ”falan, mal sahibidir" denildiğinde, bu söz az bir malı olan kimse için kullanılmaz. Hazret-i Âişe'den şu rivayet nakledilmiştir: Bir adam vasiyette bulunmak istedi. Hazret-i Âişe ona: ”Ne kadar malın var?" diye sordu. ”Üç bin" cevabını aldı. ”Bakmakla yükümlü olduğun kaç kişi var?" diye sordu? Adam: ”Dört" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Âişe: Yüce Allah: ”Eğer geride bir hayır bırakıyorsa..." buyuruyor. Senin elinde olansa çok az bir şeydir. Dolayısıyla onu ailene bırak dedi. Ana-babaya ve akrabalara uygun bir şekilde vasiyette bulunmanız, size farz kılındı. Vasiyyet, ana-babaya, mirasçı olsun olmasın akrabaya, adalet ölçüsü içerisinde farz kılındı. Bunun ölçüsü de, üçte birinden fazla olamaz. Ayrıca fakir ve yoksulu bir kenarda bırakıp yalnızca zengin kimseye vasiyet yapılamaz. Bu âyetin nüzul sebebi, cahiliye döneminde kişilerin mallarını uzak olanlara riya ve gösteriş için, şan ve şöhret kazanmak için, vasiyet ederlerdi. Böylece yakınlarını yoksulluk ve meskenet içinde bırakırlardı. Allah, bu âyetle vasiyeti, en uzaklardan en yakın olan ana-babaya ve akrabaya dönüştürmüştür. Daha sonra Nisa süresindeki miras âyeti, bu âyeti neshetti. Şimdi hiçbir kimsenin, yakın veya uzak, herhangi birine vasiyette bulunması gerekmez. Eğer vasiyette bulunacaksa, o zaman, mirasçılar dışında akrabalardan herkese ve uzak olanlarına da vasiyet etmesi uygundur. Bu, müttakîler üzerine bir borçtur. Yani bu şekilde vasiyette bulunmak, malın zayi olmasından ve yoksulu mahrum bırakmaktan sakınanlar üzerine bir borçtur. Eğer Allah'tan korkuyorsanız, müttakîlerin üzerine bir borç olan bu görevi terketmezsiniz. 181Vasiyeti işittikten sonra onu kim değiştirirse, kim işittikten sonra vasiyeti meşru olan şeklinden çıkarıp değiştirirse... Değiştirme olayı vasi tarafından vasiyetin yazılışında veya paylaştırılmasmda değişiklik yapma şeklinde gerçekleşir. Bu olay, şahit içinse, vasiyeti gizleme şeklindedir. Öte yandan diğer insanların da değiştirmeleri mümkündür. Meselâ, vasiyet konusu olan malın, gerçek sahibine ulaşmasını engelleme biçiminde gerçekleşebilir. İşte bunların tümü, ”kim değiştirirse" şeklinde başlayan hükmün kapsamına girerler. Buna göre, ”vasiyeti işittikten sonra onu kim değiştirirse", yani vasiyet kendisine ulaştıktan ve kendi yanında sabit olduktan sonra kim değiştirirse günahı, yani bu değiştirme sonucundaki günah ancak değiştirenlere aittir. Çünkü onlar, şeriata aykırı hareket etmişler ve ona hıyanette bulunmuşlardır. Yoksa vasiyet edenin, yani ölünün bu konuda herhangi bir kusuru yoktur. Onun sözkonusu günahla ilgisi yoktur. Allah her şeyi bu arada vasiyet etme ve değiştirme olayını çok iyi işitendir ve hakka uyanları mükâfatlandırmayı, vasiyeti değiştireni cezalandırmayı çok iyi bilendir. Dolayısıyla herkese hak ettiğini tam anlamıyla verecektir. 182Kim vasiyet edenin yanlış vasiyette bulunmak, vasiyetin miktarını aşmak, ya da vasiyet edilmemesi gerekeni vasiyet etmek şeklinde bir haksızlık edeceğinden veya günah işleyeceğinden endişe eder de vasiyet edenle, vasiyet edilenin aralarını bulursa ona bir günah yoktur. Bu arayı bulma olayı, ölünün yaptığı vasiyetteki bir kargaşayı ortadan kaldıran herkes tarafından gerçekleştirilebilir. Bunlar arasında vali, veli, vasi, iyiliği emreden kimseler, müftü, hakim ve vârisler sayılabilir. Buna göre, kendilerine vasiyet edilen anne, baba ve akrabalarla diğerleri arasında arabuluculuk yapan, yani yanlış bir şekilde yapılan vasiyeti şeriatın hükümlerine göre düzelten kimseler için, yaptıkları bu değiştirme hareketinden dolayı herhangi bir günah yoktur. Çünkü bu, bâtılı değiştirip yerine hakkı yerleştirme olayıdır. Daha önce söz konusu edilen değiştirme ise farklıydı. Şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Bu, düzeltme görevini yüklenenler ve ıslah işini yürütenler için bir vaaddir. Günahtan söz edildikten sonra hemen bağıştan söz edilmesi, son derece uygun bir ifadedir. Çünkü değiştirme olayı, görünüşte bir öncekine benzerse de, yani günah işleyenin davranışı gibi görünse de, herhangi bir yanlışı hayra çevirmek eyleminin günahla bir ilgisi yoktur. Şüphesiz vasiyet insanların buna ihtiyacı olduğu için müstehaptır. Nitekim genellikle insanoğlu, beklentileriyle aldanır ve amelini noksan bırakır. Herhangi bir hastalıkla karşılaşıp yok olmaktan korkunca, eksikliklerini malıyla giderme yoluna başvurma ihtiyacını duyar. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Allah ömrünüzün sonunda malınızın üçte birini sadaka verme konusunda size lütuf ta bulunmuştur. Böylece amellerinizi artırmak amacıyla bu hakkınızı istediğiniz şekilde kullanırsınız." (9) Öte yandan, kişinin namazı ve orucu için fidye verilmesini vasiyet etmesi de güzel bir davranıştır. Buna göre her farz namaz ve vitir için olduğu gibi, Ramazan orucunun her bir günü yerine yarım sa' (= 1450 gr) buğday verilir. Ayrıca adak oruçlarında da durum böyledir. Öte taraftan hasımlarının ve alacaklılarının gönlünü almak için de vasiyet yapılabilir. Anlatıldığına göre İmam Şafiî (radıyallahü anh), hayatının son zamanlarında hasta yat ağılıdayken: ”Filan adama söyleyin, ben ölünce cenazemi o yıkasın" demiştir. Şafiî vefat edince, bu zata haber verilir. Adam gelir ve İmam Şafiî'nin vasiyetini ister. Vasiyet getirilir ve orada, İmam Şafiî'nin yetmiş dirhem borcu olduğunu görür. Adam, borcu üzerine alır, öder ve: ”İşte bu, benim onu yıkamamdır ve bunu benden istemiştir" der. Fahrettin er-Râzî tefsirinde, bir kısım önemli âlimlerden şunu nakleder: "Ruhlar iki kısımdır: Nimet içinde olanlar ve azap görenler. Azap gören ruhlar, ziyaretten, istedikleriyle görüşmekten alıkonulmuşlar, hapsedilmişlerdir. Fakat nimet içinde bulunan ruhlar, serbesttirler, dolaşıp ziyaretlerde bulunabilirler, dünyada olup biten şeyleri aralarında konuşurlar, dünya ehlinden söz ederler. Her ruh, ameli kendisininki gibi olan arkadaşının ruhuyla beraberdir. Bu beraberlik berzah yurdunda ve âhiret yurdunda da sabittir. Kişi bu üç yurtta sevdiği ile beraberdir. Her yerde ve her durakta beraberlikleri sürer. Bu yüzden akıl sahibi kimse, hep iyilerle arkadaşlık kurmalı, gece gündüz âhiret hazırlığı içinde olmalı, mal ve mevkiye aldanmamak, uzun emeller peşinde koşarak Allah'la olan ilişkisini kesmemelidir. Çünkü dünya fani olduğu gibi, dünya üzerindeki her şey de fanidir. Öyleyse ey insanlar! Her zaman ve her yerde Allah'tan korkunuz!" 183Ey iman edenler! Buradaki 'Ey", çağrı edatıdır. Bu, dosttan dosta bir sesleniştir. ”Eyyühâ" sözcüğü de, dosttan dosta bir uyarıdır. Hasan-ı Basrî şöyle diyor: ”Eğer Allah'ın: ”Ey iman edenler" dediğini duyarsan, kulağını dört aç. Çünkü burada mutlaka emredilen bir emir veya yasaklanan bir nehiy vardır." Cafer Sadık da: ”Seslenişteki bir lezzet ile ibadetin ve sıkıntının yorgunluğu gider. Bu, sevenin sevgilinin emrine bağlılığını ve hemen emredilene koştuğuna işaret eder. Hatta sevgili kendisine, canını ateşe atmasını emretse de bunu yapar" der. Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz kılındı. Size Ramazan ayı orucu farz kılındı. Oruç anlamındaki ”Siyam" kelimesi, şeriat dilinde, niyet etmek suretiyle gündüz alışılmış olan şeylerden imsak, yani iftar etmemek suretiyle uzak durmak anlamınadır. Alışılagelen şeyler de, canın çektiği şeylerdir. Bu, mü'minlerin avamının orucudur. Havassın, yani seçkin kişilerin orucu ise, kendisini yasaklanan tüm şeylerden uzak tutmaktır. Ehassu’l-havâsın, yani daha seçkin kişilerin orucu ise, Allah'dan başkasından imsak, yani uzak durmaktır. "Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi" ifadesiyle, Hazret-i Âdem'den itibaren daha önceki peygamberlere ve ümmetlere de orucun farz kılındığı belirtiliyor ve hüküm pekiştiriliyor. Aynı zamanda bu ibadete teşvikte bulunuluyor. Bir de bu hitapla karşı karşıya bulunanların gönülleri hoş tutulmak isteniyor. Aslında oruç ibadeti zor bir ibadettir. Zor bir şey, genelleştirilince, bu yükün taşınılması da kolaylaşır. Herkes aynı şekilde bunu yerine getirmeye arzu duyar. Âyette yer alan benzetme, orucun esasen farz o tu şundadır. Yoksa farz kılınan oruç ibadetinin kemiyetinde değildir. Meselâ Hazret-i Âdem'e farz kılınan oruç Eyyam-ı biz denilen her kamerî ayın onikinci, onüçüncü, ondördüncü ve onbeşinci günlerindeydi. Aşure orucu Hazret-i Mûsa'nın kavmine farz kılınmıştı. Dolayısıyla âyetteki benzetme, her bakımdan eşitliği gerektirmez. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyorlar: ”Sizler, Rabbinizi, tıpkı ayın ondördündeki ay gibi, göreceksiniz." Bu hadisteki benzetme, görüleni görülene benzetme olmayıp, görmeyi görmeye benzetmedir. Yani ayın ondördünde ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz demektir. İşte oruçtaki benzetme de böyledir. Ola ki sakınıp korunursunuz. Böylece günahlardan korunmuş olursunuz. Çünkü oruç her günahın kaynağı olan şehveti kırar. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: ”Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse hemen evlensin. Çünkü bu gözü daha çok korur, iffeti daha çok muhafaza eder. Kimin de gücü yetmezse, oruç tutsun. Çünkü oruç onun için bir kalkandır." Böylece oruç tutulması halinde, insandaki şehevî istek kırılır ve tıpkı hadım bir insan gibi, meninin şerrinden kurtulur. Hadisteki emir vaciplik ifade eder. Çünkü bu, şiddetli arzuya hamledilmiştir. "Ey gençler topluluğu" ifadesi ile buna işaret edilmiştir. Çünkü gençler, gerçekten sağlıklı bir yaratılışta olmaları halinde buna karşı isteklidirler. 184Sayılı günlerdir. Yani sayıları belirlenmiş olan günlerden ibarettir. Ya da az sayıda günlerdir. Çünkü az olan mal sayılır, çok olan ise sayılmaksızın ve ölçülmeden dökülür. Bu itibarla Allah, bize yıl orucunu veya yılın büyük kısmını oruçlu geçirmeyi farz kılmamıştır. Çünkü Allah hafiflik ve rahmet dilemiştir; tüm ümmetlere verilen bu yükümlülük kolaylaştırılmıştır. Sizden kim o günlerde hasta veya yolcu olur da oruç tutamazsa, başka günlerde kaza eder. Kim oruç tutması halinde sağlığına zarar verecek olan bir hastalığa yakalanmışsa veya oruç tutması halinde kendisine fazla bir zarar gelecekse, ya da yolcu ise, bu sebeplerden ötürü tutamadığı orucunu sonradan kaza eder. Yani hastalıktan kurtulunca ve seferden dönünce orucunu tutar. Bu orucu tutarken isterse peşpeşe tutar ve dilerse ayrı ayrı günlerde tutar. Ayette anlatılmak istenen şey, orucun farziyetinin sayılı günlerde olduğudur. Bu da sağlıklı olanları bağlar. Hasta veya yolcu olanlar ise, oruçlarını bu günlerde değil, başka günlere erteleyebilirler. Oruç tutmaya takati yetmeyenlere ise... Bu âyetin asıl anlamı: ”Oruç tutmaya takati yetenler ise" tarzında olup, birçok tefsir bilginleri bundan maksadın gücü yeten sağlıklı ve mukim kimseler olduğunu belirtmişlerdir. Bu kimseler İslâm'ın ilk dönemlerinde iki husus arasında muhayyer bırakılmışlardı. Dilerlerse oruç tutarlar, dilerlerse oruç tutmayıp bunun yerine fidye öderler. Çünkü henüz oruca alışık olmadıklarından orucun kendilerine zor gelmemesi isteniyordu. Daha sonra bu muhayyerlik neshedildi ve: ”Sizden kim o aya erişirse, onu oruçla geçirsin" (Bakara: 185) âyeti nazil olunca, azimet emredildi. Anlam şöyledir: Gücü oruç tutmaya yettiği, buna takati olduğu halde, eğer iftar ederler ve oruç tutmazlarsa, her gün bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermek gerekir. Bu fidye miktarı buğdaydan olursa yarım sa', buğday dışındaki bir şeyden olursa, bir sa' (3500 gr.) ağırlığında bir ölçekdir. Fidye, ceza anlamınadır. Bu da bir şeyin yerine geçen bedel, ya da karşılık demektir. Bir başka yoruma göre anlam şöyledir: ”Oruç tutmaya gücü yetmeyenler" gençliklerinde tutabilirlerken, sonra yaşlanınca tutmaktan aciz kalanlardır. Kim kendi isteğiyle fazladan hayır yaparsa, bu, kendisi için daha hayırlıdır. Kim fidyeyi fazla tutar ve kendiliğinden hayır yaparsa veya nafile olarak fazladan bir hayır işlerse, işte bu fazladan yaptığı hayır kendisi için çok daha iyidir. Bu fazladan yapılan hayırla ilgili olarak üç husus zikredilmiştir: Birinci husus: Kişi, bir yoksul yerine her gün iki yoksulu veya daha çok yoksulu doyurur. İkincisi: Bir yoksulu doyururken, ona vermesi vacip, yani farz olanın üzerinde yedirir. Üçüncüsü: Kişi hem oruç tutar ve hem fidye verir ki, bu tümüyle hayırdır. Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır. Ey hasta, yolcu ve gücü yetenler! Eğer oruçtaki fazileti ve zimmeti temize çıkarmayı bilirseniz, Oruç tutmanız, sizin için fidye vermenizden daha hayırlıdır. Yolcunun oruç tutması çok daha faziletlidir. Çünkü oruç kendisi için azimettir. Bir başka zamanda tutmaya tehir etmekse bir ruhsattır. Dolayısıyla ruhsatı değil de, azimeti almak daha faziletlidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet olunan:" Seferde oruç tutmak iyilik demek değildir"m hadisi, oruç tutması halinde zayıf düşecek ve bu kendisini helake götürecek olan kimseler içindir. Nitekim İbn Melek'in Şerhu'l-Menâr isimli eserinde de bu, böyle anlatılmıştır. Oruç tutmamayı mubah kılan yolculuk, İmam Ebû Hanife'ye göre, üç gün ve üç gecelik olan yolculuktur. Şu hususun da bilinmesi gerekir: Allah, bize tam bir ay oruç tutmayı emrediyor. Bunun vadolunan ecir açısından yılın günlerine denk düşmesi istenmiştir. Çünkü:"Kim, bir iyilik ortaya koyarsa, ona o iyiliğin on katı vardır" (En'am: 160) buyrulmuştur. Buna göre bire on hesabıyla kamil bir ay, üçyüz gün demektir. Şevval ayının da altı günü, altmış gün eder. Böylece bütün bir sene oruçla geçirilmiş gibi sevap alınır. Ayrıca Kudsî hadiste, ”Oruç benim içindir" buyurularak oruç, Allah'a izafe olunmuştur. Çünkü bunda bir riya yoktur. Bu, bir sırdır ki, Allah'tan başkası bunu bilemez. Eğer kişi, tuttuğu orucuyla kalbini, sırrını ve ruhunu Allah'tan başkasına kapalı tutarsa, onun ecrini Allah verir ve işte bu havassa ait olan gerçek bir oruç olmuş olur. 185O sayılı günler, Ramazan ayıdır ki, Ramazan ayının faziletine ve derecesine dikkat çeken bu cümlenin zikredilmesinden maksat, diğer aylar içerisinde özellikle bu ayda orucun farz kılınmasmın sebebine işarettir. Sonra da: ”Sizden kim o aya erişirse, onu oruçla geçirsin" buyruğuyla farziyeti gösterilmiştir. Burada aya, Arapça ifadesiyle ”şehr" denmesi, şöhret bulması sebebiyledir. Ramazan kelimesi, Ramaza kelimesinin mastarıdır. Bu da yanmak anlamınadır. Bu adı alması, ciğerlerin açlık ve susuzluktan tutuşup yanmasından dolayı olabileceği gibi, bu ayda oruç tutulması nedeniyle günahların yanıp yok olması nedeniyle de olabilir. İnsanlara doğru yolu gösteren, hidayeti ve hakkı bâtıldan ayırmayı açıklayan Kur'an, bu ayda indirildi. Kur'an bu ayda toptan dünya semasındaki Beytü'l-İzze denilen yere indirildi. Daha sonra Cebrail bunu yirmi üç yıl içinde, Rabbani meşiet gereği parça parça olarak indirdi. Kur'an kelimesi. Kar', kelimesinden alınmadır, bu da toplamak demektir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm öncekilerin ve sonrakilerin tüm ilimlerini toplayan bir kitaptır. Yine bu Kur'an, insanlara sirat-ı müstakim denilen dosdoğru yolu gösterir. Çünkü bunda her türlü icaz yer almaktadır. Hakka sevkettiği için de âyetleri apaçık ve kesindir. Yine Kur'an, hak ile bâtılın arasını da ayırdeder. Kur'an'da sayısız hikmetler ve hükümler bulunmaktadır. Sizden kim o aya erişirse, onu oruçla geçirsin. Sizden, şehirde olsun, köyde olsun, mukim olarak bu aya erişen herkes, bu ayda oruç tutsun. Kuşkusuz buradaki ”erişenler"dcn amaç, akıllı ve erginlik çağına ulaşmış sağlıklı kimselerdir. Buna göre ”oruçla geçirsin" ifadesi, bu nitelikleri taşıyan kimselerin, ister oruç tutma, isterse tutmayarak fidye verme arasında muhayyer bırakmayı neshediyor. Kim hasta veya yolculukta olur da oruç tutamazsa başka günlerde kaza eder. Kim mukim ve hazır olduğu halde bu aya hasta olarak erişirse, sağlıklı bile olsa yolculukta bulunursa, bu kimseler tutamadıkları oruçlarını başka günlerde kaza ederler. Hasta ile yolcunun iftar konusundaki muhayyerlikleri ve ruhsatları burada yine tekrar edilmiştir. Çünkü Allah, ilk âyette gücü yeten mukim kimsenin, yolcunun ve hastanın oruç tutmalarını veya iftar etmelerini muhayyer bırakmıştı. Bu ikinci âyette ise, mukim olan kimsenin muhayyerliği, ”onu oruçla geçirsin" kavliyle neshedilmiştir. Eğer, sadece bir âyetle yetinilseydi, bu takdirde muhayyerliğin hepsi için neshedildiği ihtimali ortaya çıkardı. Allah, yolcu ile hastaya ruhsat verirken, neshin bir kısmını tekrar etmiştir ki, meselenin olduğu şekliyle kaldığı bilinmiş olsun. Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez. Allah, size yolculukta ve hastalıkta iftarı, yani oruç tutmamayı mubah kılarak kolaylık diler. Yoksa yolculuk ve hastalık hallerinde oruç tutmanızı isteyerek zorluk istemez. Çünkü Allah, çok şefkatlidir ve rahmeti de boldur. Muhammed Tirmizî, ”Âyette kolaylık anlamında olan ”yüsr" kelimesi cennetin adıdır. Çünkü her türlü kolaylık oradadır. Zorluk anlamındaki ”Usr" de Cehennemin ismidir. Çünkü her türlü zorluk oradadır" diyor. Necmüddin de şöyle söylüyor: ”Allah, size kolaylık diliyor ki, aslında bundan zorluk vardır. Emri tutmak bakımından zora bakma, ancak beraberinde zorluk olan kolaylığa bak. Çünkü akıllı kimse, doktor kendisine acı bir ilâç verdiği zaman, içilecek ilâcın acılığına değil, bunun getireceği sağlığın tatlılığına bakar. Dolayısıyla o, ilâcın acılığına hiç bakmadan onu himmet gücüyle hemen içiverir." Ki böylece sayıyı tamamlayasmız. Ramazan orucu farz kılındıktan sonra hastalık ve yolculuk sebebiyle tutamadığınız oruçları kaza ederek ayın günlerinin sayısını tamamlamanız için size sayıya dikkat etmenizi emrettik. Sizi doğru yola ilettiği için Allah'ı hamdederek yüceltesiniz. Çünkü O, sorumluluktan kurtulmanız için size doğru yolu göstermiştir. Ve şükredesiniz. Allah'ın vermiş olduğu bu nimetlere karşılık olarak dil, beden ve kalb ile şükredesiniz. Şüphesiz tüm amellerde, özellikle oruçta niyet şarttır. Niyet kişinin, kalbiyle de oruç tutuğunu bilmesidir. Müslüman kimse, Ramazan gecelerinde zaten niyetsiz yapamaz. İmsak, bazan âdet gereği bazan iştahsızlıktan olabildiği gibi, hastalık ve riyazet, yani perhiz maksadıyla da olabilir. Bir de ibadet için imsak vardır. İbadet ise niyetsiz gerçekleşemez. Oruç için niyet, her gün şarttır. Çünkü her günün orucu, başlı başına bir ibadettir. Meselâ, insan, bir günkü orucunu ifsad ederse, yalnızca o gün için gerekeni yapacaktır. Yoksa o yüzden bütün bir ayın orucu geçersiz kılınmıyor. Ancak teravih böyle değildir. Teravih namazının her iki rekâtı için ayrı ayrı niyete gerek yoktur. Çünkü teravih namazının tamamı bir tek namazdır. Sahih olanı da budur. Oruç için niyet, zorluğu ortadan kaldırmak için gündüzün ortasına kadar da caizdir. Ayrıca hadislerde, oruca niyetin ancak geceden olabileceği konusunda gelen rivayetler, faziletinin azalacağına yorumlanmıştır. Yoksa oruç sahih olmaz anlamına değildir. Ancak kaza oruçları, keffaret oruçları ve mutlak anlamdaki adak oruçları böyle değildir. Çünkü bunlar için belirlenmiş herhangi bir zaman yoktur. Dolayısıyla karışıklığı ortadan kaldırmak için, bu oruçlara geceden niyet gerekir. Yukarıda sözü edilen gündüzün ortası meselesi, ikinci fecirden büyük kuşluk vaktine kadar devam eden süredir. Dolayısıyla bu vakitten erken niyet edilirse, günün büyük çoğunluğu niyetli geçirilmiş sayılır. Ancak kişi bu vaktin geçmesinden sonra niyet ederse, zamanının çoğunun niyetsiz geçmesi sebebiyle, caiz olmaz. Çünkü itibar çokluğadır. Teravih namazı müekked sünnettir. Raşit halifeler de buna devam etmişlerdir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah, size orucu farz kıldı, ben de kıyamını (teravih namazını) sünnet kıldım." Hazret-i Ömer, Ramazan ayında kılınan teravihe işaret ederek: ”Bu, ne güzel bir bidattir." (83) derken şunu söylemek istemiştir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gerçi teravih namazını kılmıştır, fakat bunu devamlı kılmamıştır. Terkettiği de olmuştur. Ayrıca insanları bunun için bir araya getirmemiştir. Dolayısıyla, teravih namazını muhafaza etmek, insanlarla cemaat halinde toplanmak ve buna davet etmek bir bid'at, yani yeniliktir. Kurtubî'nin de tefsirinde geçtiği gibi, bu, övgüye değer bir bid'attır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabını Ramazanın gelişiyle müjdeleyerek şöyle buyurmuştur: ”Size Ramazan ayı, Mübarek bir ay gelmiştir. Allah size bu ayın orucunu farz kıldı. Bu ayda göğün kapıları açılır, cehennemin kapıları kilitlenir, şeytanlar da zincire vurulur. Bu ayda öyle bir gece var ki, bin aydan daha hayırlıdır. Kim bunun hayrından mahrum kalırsa, o her şeyden mahrum kalmıştır. ”(84) Bazı âlimler Ramazan ayında insanların birbirlerini tebrik etmelerinin buna dayandığını söylüyorlar. Sehâvî de ”el-Makasıdu'l-Hasene" adlı kitapta şöyle der: Bayramlarda ve bazı aylarda insanlar tebrikleşmeyi adet haline getirmişlerdir. İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Kim, Cuma'dan ayrıldığında, kardeşiyle karşılaşırsa, ona ”Allah bizden ve sizden kabul etsin" desin" (85) Yine rivayete göre -komşuluk haklarından olarak- gelen merfu bir ifadede şöyle denilmektedir: ”Eğer komşusuna bir iyilik isabet ederse, tebrik eder, bir kötülük isabet ederse, taziyede bulunur veya hastalanırsa, ziyaret eder." Orucun adabından birisi de, dış organları korumak ve içten geçecek kötü düşüncelere de engel olmaktır. Allah'a yaklaşmak, ancak haramları terketmekle sağlanır. Sünnet olan, iftarda acele etmek, sahuru da geciktirmektir. Çünkü gece orucu, yani iftar etmeksizin oruca devam etmek bid'attır. Şöyle rivayet olunur: ”Kim bir açı doyurursa veya bir çıplağı giydirirse veya bir yolcuya barınak temin ederse, Allah onu kıyamet zorluklarından korur." Abdullah b. Mübarek, her yıl fakirlere ve talebeye bin dirhem intakta bulunur ve Fudayl b. İyad'a derdi ki: ”Eğer sen ve arkadaşların olmasaydı, benim ticaretim de olmazdı, ticaret yapmazdım." Yine o, Fudayl b. İyad ve arkadaşlarına şöyle derdi: ”Siz dünyalıkla uğraşmayın, ilimle uğraşın. Ben sizin ihtiyacınızı karşılarım." Yahya el-Bermekî, Süfyan Sevrî'ye her ay bin dirhem gönderirdi. Süfyan da, secdesinde onun için şöyle duâ ederdi : ”Allah'ım! Doğrusu Yahya benim dünyalığımı karşılıyor, sen de onun âhiretini karşıla." Yahya ölünce, bazı arkadaşları kendisini rüyada görürler ve: Allah sana nasıl bir muamelede bulundu diye sorarlar. O da, Allah, beni Süfyan'ın duâsıyla bağışladı, der. 186Eğer kullarım beni senden sorarlarsa, Bu âyetin bir önceki âyetle bağlantısı şöyledir: Allah, kullarına Ramazan ayında oruç tutmalarını emretti ve onlara, geceyi namaz ve ibadetle geçirmelerini tavsiye buyurdu. Peşinden de bu âyeti getirdi. Böylece Allah, onların tüm durumlarını bildiğini, onların şükrüne ve zikrine muttali olduğunu, sözlerini işittiğini ve dualarına icabet ettiğini göstermiş oluyor. Âyetin nüzul sebebi ise, Bedevi'nin biri, Hazret-i Peygamber'e, ”Rabbimiz bize yakın mı? Biz ona sessizce duâ edelim, yoksa uzak mı ki sesli duada bulunalım?" Şeklinde bir soru sormuştu. Allah, duaya hemen icabet ettiğine işaret için şöyle buyurdu: Şüphesiz ki ben, çok yakınım. Onlara de ki, ilim ve ihatamla ben onlara yakınım. Bu, Allah'ın kulların hallerini, ibadetlerini ve sözlerini bildiğini, durumlarına tam olarak muttali olduğunu gösteren bir benzetmedir. Bu hal onlara yakın olan bir kimsenin durumuna benzetilmiştir. Ebu Mûsa el-Eş'arî şöyle der: ”Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayber'e yönelince, halk bir vadide toplanarak, yüksek sesle: Lâ ilahe illallahu vallahu ekber, diye tekbir getirdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Yavaş olunuz. Çünkü siz sağır ve kayıp olanı çağırmıyorsunuz. Siz, çok işiten, size yakın ve sizinle beraber olana duâ ediyorsunuz.'" Bana duâ ettiğinde, duâ edenin duasını kabul ederim. Bu, yüce Allah'ın insanlara ne kadar yakın olduğunu ve duâ edenin duasına cevap verileceğini belirtiyor. Eğer çok duâ ettiği ve yalvardığı halde, duası kabul olunmayan bazı insanlar görüyoruz diye bir soru sorulsa, cevap olarak deriz ki: Bu âyet Mutlaktır. Mutlak, mukayyedle sınırlandırılır. O da şu âyettir: ”Hayır, sıkıntı zamanınızda sadece Allah'a yalvarırsınız. O da dilerse, yalvardığını şeyi giderir." (En'am: 41) Yani, herhangi birisi bana duâ ettiğinde, dilersem veya hükmüme uygun düştüğü zaman veya kabul etmenin kendisi için hayırlı olduğu durumlarda duasını kabul ederim. O halde benim emrime uysunlar yani onları iman etmeye ve itaate çağırdığım zaman, davetime icabet etsinler. Tıpkı onlar, önemli bir iş için bana duâ ettikleri zaman icabet ettiğim gibi. Ve bana iman etsinler ki... Bu, iman edenlerin halen üzerinde bulundukları şeyde sebat etmeleri için bir emirdir. İman kalble ilgili bir şeydir. Taatın imana takdimi ise, kulun, iman nurunu ve gücünü ancak taat ve ibadetle elde edeceğinden dolayıdır. ”Benim emrime uysunlar" âyetinde yer alan ”fe" edatı, tıpkı yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu ifade etmek içindir: ”Ben, sana ihtiyaç duymadığım halde, senin duana icabet ederim. O halde sen de, benim davetime icabet et. Çünkü, sen, her yönüyle bana muhtaçsın." Bu ne yüce keremdir? Doğru yolu bulalar. İşte ancak bunlar dünya ve din işlerinde doğru yolu bulabilirler. Âyetin anlamı da şöyle oluyor: ”Onlar, davete icabet edip iman ettiklerinde, din ve dünya işlerinde doğru yolu bulurlar." Çünkü, reşid diye, bu durumda olan kimseye denir. Şeriat ve tarikat ehlince sıkıntının ortadan kaldırılması için duâ etmemek kötü ve yanlış bir şeydir. Bu, Allah'a karşı mukavemet göstermek demektir. Sıkıntılarını yüklenmek için istekte bulunmak, sıkıntı istemek de şeytanın tuzaklarındandır. Avam için tesebbüb, yani sebebe sarılma vaciptir. Orta durumda olanlar için tevekkül efdaldir. Kamil olanlara gelince, bunların hallerini bir şey altında toplamak mümkün değildir. Çünkü bunlara göre tesebbüb ve tevekkül aynıdır. Rivayete göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), ateşe atıldığında, henüz havadayken Cebrail gelir ve bir ihtayacı olup olmadığını sorar. O da: ”Senden herhangi bir isteğim yok" cevabını verince, Cebrail: ”O halde Allah'tan seni kurtarmayı iste ”der. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm): ”O'nun benim durumumu bilmesi, bu konuda yeterlidir, ”der. İşte, mabud olan Rabbin varlığında fena bulmada mükemmel durumda olan bir hakikat ehlinin durumu bundan ibarettir. Peki, ya bu konuda senin durumun nedir? O halde Allah'tan af ve mağfiret iste. Ayrıca, Allah'ın duaya icabeti konusundaki vadi, doğru olup bundan dönme sözkonusu değildir. Bir kimsenin bir ihtiyacından dolayı ettiği duanın hemen kabul edilmemesi birkaç şekilde yorumlanır: Bunlardan biri, ya kesin olarak duaya icabet olunur. Çünkü duaya icabet, ihtiyacın giderilmesi değildir ve ihtiyacın giderilmesi de duaya icabetten apayrı bir şeydir. Duaya icabet demek, kulun: ”Ey Rabbim!" diye çağırması, duası ve Rabbin de, o kuluna: ”Buyur kulum" demesi dir. Bu hal, doğrulukla O'na yönelen herkes için vadolunmuştur ve var olan bir şeydir. İhtiyacın giderilmesi ise, istenenin verilmesidir. Bu, bazan hemen meydana geliverir, bazan da uzun bir süreden sonra meydana gelebilir. Bazan da âhirete kaldığı olur. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Müslumanın duası, şu üç sebepten biri dışında reddedilmez: 1- Ya günah olan, ya da akrabayla ilişkiyi kesme ile ilgili olan bir konuda duâ eder; 2- Veya istediği şey kendisi için âhirete bırakılır; 3- Ya da duası oranında kendisinden bir kötülük silindiği için."m Bir diğer husus duaya icabet, daha önce de geçtiği gibi, dilemeye bağlıdır. Allah dilerse olur. Bir başka husus da, Allah, kulun duasına icabeti, kulun kendisinin emir ve yasaklarına, yani Allah'ın kendisini çağırdığı şeylere icabeti şartına bağlamıştır. Çünkü Allah: ”Benim emrime uysunlar ve bana iman etsinler" (Bakara: 186) buyurmuştur. Tirmizî şu lafızla rivayet etmiştir: ”Bir müslüman kul, duâ ettiğinde, Allah onun istediğini ya hemen verir, ya da âhirete bırakır ve orada daha hayırlısını verir. Ancak kötü bir şey için duâ eden ve akraba ile ilgiyi kesen kimse bundan müstesnadır." Ayrıca duanın kabul olunabilmesinin birtakım şartları vardır. Kim bunları yerine getirirse, o duası kabul edilenlerden olur. Kim de bunları yerine getirmez, ihlal ederse, o da haddi aşanlardan olur ve duasının kabul edilmesine hak kazanmış olamaz. Nitekim şöyle denilir: Duâ, gök kapısının anahtarı, onun dişleriyse helâl lokmadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: ”Adam, Allah'a itaat için yola çıkar, uzun müddet yolculuk yapar da, saçı sakalı birbirine karışmış ve tozlanmış bir halde ellerini göğe kaldırır ve: Ey Rabbim! Ey Rabbim! diyerek duada bulunur. Halbuki adamın yediği haramdır, içtiği haramdır, giydiği haramdır, (kısaca) hep haramla beslenip durmuştur. Böyleşinin duası hiç kabul olunur mu?" Anlatıldığına göre, Kûfe'de duaları kabul olunan bazı kimseler varmış. Bunlar Kûfe'ye vali olarak gelen kimseler yanlış davranışlarda bulunurlarsa, aleyhlerinde duâ ederler ve vali de hemen helak olurmuş. Haccac-ı Zalim, İbn Mervan tarafından Küfeye vali tayin edilince buna bir çare düşündü ve duası kabul edilen bu zatları yemeğe davet etti. Yemekten sonra Haccac kendi kendine: ”Artık ben, bunların kabul edilen dualarına karşı kendimi garantiye aldım. Çünkü karınlarına haram girmiştir. Bundan böyle duaları kabul olunmaz" dedi. İşte kim bu şartlardan herhangi birini yerine getirmezse, onun duası kabul olmaz. Bu tıpkı, namazın herhangi bir rüknünü ihlal edenin, namazının kabul olunamayacağı gibidir. Ancak Cebbar olan Allah, her bozukluğu ve kırıklığı düzeltir ve kulun ibadetinde olabilecek eksiklikleri fazlı ve keremiyle böylece önlemiş olur. Duâ edenler iki kısımdır: Duâ eden, duâ okuyan. Duâ eden için, göklerin kapıları açılır ve duası Arşa ulaşıncaya dek, kapılar açık durur. Duâ okuyucunun duası ise ancak kulaklarına kadar yükselir, daha yukarıya çıkmaz. Duâ için, kabul edilmesinin umulduğu bazı yerler vardır: Ka'be'nin ilk görüldüğü an, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa'da, tavaf sırasında, Mültezem'de, Beytullah'a girildiğinde, Zemzem yanında ve zemzem suyunu içerken, Safa ile Merve tepelerinde, Sa'y esnasında, Makam-ı İbrahim'in geri tarafında, Arafat'ta, Müzdelife'de ve şeytanları taşlarken yapılacak dualar böyledir. 187Oruç tuttuğunuz günlerin gecelerinde hanımlarınıza yaklaşmanız size helâl kılındı. Müslüman bir kimsenin, oruç tuttuğu günün gecesinde, eşiyle beraber olması mubah kılınmıştır. Âyette ”yaklaşmanız" diye tercüme ettiğimiz ”refes" kelimesinin asıl anlamı kötü söz demektir. Daha sonra bu kelime, kadınların yanında cinsellikle ilgili konuşmalara isim olmuştur. Daha sonra cinsel ilişki anlamında kinaye olarak kullanılmıştır. Abdullah b. Abbas: ”Refes, erkeklerin kadınlara yapmak istedikleri çimdiklemek ve öpmek gibi fiillerin tümünü içeren geniş anlamlı bir kelimedir" demiştir. Bu kelime aynı zamanda kadınla başbaşa kalmak anlamına da gelir. Nitekim: ”Birbirinizle kaynaşıp başbaşa kalmışken" (Nisa: 21) buyurulmuştur. Burada amaç kadınla cinsel ilişkidir. İslâm'ın ilk dönemlerinde bir kimse Ramazanda akşam olunca yatsı namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar kendisine yeme, içme ve cinsel ilişki helâl olurdu. İnsan, yatsıyı kılar veya iftar etmeden uyur kalırsa, artık uyanınca kendisine yeme, içme ve hanımıyla beraber bulunma gibi şeyler tâ ertesi akşama kadar haram olurdu. Bir gün Hazret-i Ömer, yatsıdan sonra eşiyle ilişkide bulundu. Yıkanınca ağlamaya başladı ve kendi kendini kınadı. Hazret-i Peygambere gidip şöyle konuştu: Ey Allah'ın Rasûlü! Ben, işlediğim bir hata sebebiyle Allah'tan ve senden özür diliyorum. Ben yatsıdan sonra aileme dönünce, güzel bir koku hissettim. Nefsim beni yanılttı ve hanımımla beraber oldum." Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ey Ömer! Sen böyle bir şey yapacak biri değildin" buyurdu. Bunun üzerine birçok kimseler ayağa kalkıp aynı şekilde itiraflarda bulundular. İşte bu âyet bu olay sebebiyle nazil olmuştur. Hazret-i Ömer'in bu yanılgısı, tüm ümmet için bir rahmete sebep olmuştur. Onlar sizin elbisenizdir. Siz de onların elbisesisiniz. Âyette kadın ve erkekten her biri, diğerinin elbisesi kılınmıştır. Çünkü yattıkları zaman soyunurlar ve birbirlerini kucaklarlar ve her biri diğerini tümüyle sarar. Bir başka ifadeye göre de, her biri arkadaşının halini kapatır ve onu kötülüklerden engeller. Ya da: ”Onlar sizin için, sizler de onlar için sükûn ve huzur kaynağısınız..." demektir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur:"Ve onunla gönlü huzura kavuşsun diye eşini de kendisinden yaratan..." (A'raf: 189) Hiçbir şey, iki eşin birbiriyle kaynaşıp huzur buldukları derecede kaynaşamazlar. Allah sizin nefislerinize zulmettiğinizi bildi. Allah, tâ ezelden beri, sizin nefislerinize ihanet ettiğinizi ve zulmettiğinizi bilmektedir. Çünkü siz onu hep cezaya sürüklüyorsunuz, onun sevaptan nasibini hep eksiltiyorsunuz. Ramazan gecelerinde hanımlarınızla ilişkide bulunuyorsunuz. Hıyanet, emanetin zıddıdır. Allah, kullarına tüm emir ve nehiylerini emanet etmiştir. Kullar O'na gizlice isyana kalkıştıklarında, Allah'a ihanet etmiş olurlar. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: ”.. Allah'a ve Rasûlüne ihanet etmeyin ve emanetlerinize de ihanet etmeyin." (Enfal: 27) Bunun üzerine tevbenizi kabul edip yaptığınız işten ötürü tevbe ettiğinizde Allah tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Onun izlerini üzerinizden giderdi. Şimdi artık onlara yaklaşın. Buradaki ”yaklaşma" (mübaşeret) kelimesi, tenin tene teması, dokunması demektir. Bununla, cinsel ilişkiyle ilgili her türlü fiil anlatılmak istenmiştir. Allah'ın size farz kıldığını talep edin. Allah'ın size Levh-i Mahfuz'da takdir ve tesbit ettiği çocukları isteyin. Burada birleşmenin amacı, çocuk sahibi olmak, nesli üretmektir. Çünkü şehvetin yaratılmasında ve evliliğin meşru kılınmasındaki hikmet, yalnızca şehevi istekleri tatmin değil, neslin devamıdır. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Evlenin, üretken olun, çoğalırı. Çünkü kıyamet gününde diğer ümmetlere karsı sizin çokluğunuzla övüneceğim."m Fecirde, günün ilk ışıması sırasında, sabah aydınlığının gece karanlığını yararak ortaya çıkması sırasında beyaz iplik siyah iplikten yani önce tıpkı ince bir ip şeklinde uzayan, sonra giderek yayılan beyazlıkla, gecenin uzayıp giden karanlığı birbirinden ayırdedilinceye kadar oruç günlerinde yeyin, için. İşte bu hal beyaz ve siyah iki ipe ve çizgiye benzetilmiştir. Sonra orucunuzu geceye kadar devam ettirin. Yemekten ve içmekten, tamamen uzak durarak güneşin batmasıyla giren gece vaktine kadar oruca devam edin. Ayette geçen ”devam ettirmek"ten amaç, orucun tamamlanmasıdır. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Gündüz geride kalıp gece girdiğinde ve güneş kaybolduğunda artık oruçlu orucunu açar. ”m Yani artık iftar vakti girmiştir. Mescidlerde itikafta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın. İtikaf niyetiyle mescidlerde bulunuyorsanız hanımlarınızla bir araya gelip ilişkide bulunmayın. İtikaf, şeriat dilinde, mescide bağlanmak, Allah'a taatta bulunmak ve ona yaklaşmak için orada durmaktır. Bu, eski şeriatlerde de vardı. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”..evimi, tavaf edenler, orada oturanlar (itikafta bulunanlar)... için temizleyin. ”(Bakara: 125) Bu âyet mescidde itikafta bulunanlar hakkında nazil olmuştur. Kişi itikafta iken, hanımına ihtiyaç duyunca, hanımının yanına gider, onunla beraber olur, sonra da yıkanır ve mescide tekrar dönerdi. Sonra bu yasaklandı. İtikafta olan kimseye hanımı ile beraber olmak haramdır. Çünkü cinsel ilişki itikafı bozar. Ayetteki geçen ”mescidler" ifadesi, her mescidde itikafa girmenin caiz olduğunu gösterir. Ancak en faziletlisi, içinde cuma namazı kılınan mescidlerde itikafta bulunmaktır. Böyle olması halinde, kişi cuma namazı için mescidi terk etmek zorunda kalmaz. İtikafa girmek en değerli amellerdendir. Eğer itikaf samimiyet ve ihlâsla yapılırsa, böyledir. Çünkü itikafta, kalb Allah'tan başka her şeyle ilgisini kesiyor. Atâ şöyle diyor: İtikafa giren kimsenin durumu, tıpkı, bir büyükten bir isteği ve ihtiyacı bulunan kimsenin durumuna benzer. İhtiyaç sahibi, o büyüğün kapısı önünde oturur bekler ve: ”Benim ihtiyacımı karşılayıncaya kadar buradan gitmeyeceğim" der. İşte itikafa giren kimse de, Allah'ın evinde oturur ve şöyle der: ”Beni bağışlayıncaya dek buradan ayrılmayacağım." Ayrıca halvette, yani yalnız kalmakta ve halk ile bir süre ilgiyi kesmede bir çok yararlar vardır. Çünkü bir süre insanlar ondan, o da insanlardan kurtulmuş olur. Aynı zamanda itikafta dünyanın sıkıntılarından ve tüm aldatıcı lığından yüzçevirmek vardır. Bu da doğruluk ve İhlasın ilk basamağıdır. İtikafta Allah ile yakınlık elde edilir. Kişi böylece tevekkülü ve aza razı olmayı öğrenir. Çünkü insanlarla beraber olmak, insanı günlük geçim bakımından zorlar, ona külfet yükler. Bundan sonra da çoğu zaman helâlle haram arasını ayırdedemez olur da böylece helake ve tehlikeye düşer. Halvete çekilen bir kimse, aynı zamanda insanları idare etmeye çalışıp ve yağcılık yapmaktan da kurtulur. Ayrıca insanı, çoğu kez insanlarla beraber olmaktan dolayı, işlediği veya karşı karşıya kaldığı günahlardan da korur. Bazıları şöyle derler: Vera denilen şey, kişinin haram şüphesi bulunan ve tehlikesi olan her şeyden kaçınması, dilini boş sözlerden korumasıdır. Aslında halvet, yani itikaf da bundan ibarettir. Yalnızlıktan (halvet) amaç da budur. Ancak bizim anlattığımız şekil, çoğunlukla yapılanıdır ki, sabit ve sağlam olanı da budur. Çünkü insanın halvet halinde elde ettikleri, insanlarla karışması halinde ortadan kalkabilir. Halvet bu anlatılan şekilde, yani insanlarla beraber olmakla sağlanamaz. Nitekim Hazret-i peygamber de Hira mağarasında halvete kapanmış, ashab da itikafa girmek suretiyle onun bu metodunu devam ettirmişlerdir. Ancak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kırk gün (erbain) gibi bir sınırlama getirmemiştir. Bu yüzden Müslümanlar, genelde Ramazan ayının son on gününde itikafa girerler. Evet, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) da bunu yapmıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Mûsa'ya, otuz gece vaadettik. Sonra buna on gece daha ilâve ettik." (A'raf: 142) İşte sâlih kimseler, ”Erbain" denilen halveti buradan aldılar. Bunlar oruç âyetinin başından buraya kadar anlattığımız hükümler Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sınır, iki şey arasındaki engel demektir. Yüce Allah'ın, kulları için yasa olarak ortaya koyduğu hükümler, onlar için bir sınırdır. Çünkü bunlar, hak ile bâtıl arasında engel oluşturur ve bu hükümlere muhalefet edip çiğnemeye engel olur. Bunlara yaklaşmayın. Bırakın aşmayı, yaklaşmayın bile. Âyette hakla bâtılı ayıran sınıra yaklaşmak yasaklanmaktadır. Buna göre bâtıla, değil girmek, yaklaşmak bile caiz değildir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar: ”Her Melikin bir koruluğu vardır. Allah'ın koruluğu (yasak sınırları) da haramlarıdır. Kim koruluğun çevresinde atlarsa, oraya düşme tehlikesi vardır."m ”Bunlara yaklaşmayın" ifadesi ”o sınırı geçmeyin" ifadesinden daha tesirlidir. Yüce Allah, bu kadarcık az bir ifadeyle, orucun hükümlerini tam ve yeterli bir biçimde açıkladıktan sonra şöyle buyuruyor: Allah insanlara âyetlerini işte böyle açıklar ki, O'ndan korksunlar. Yani Allah dinle ilgili delilleri, hükümlerle ilgili nassları böylece apaçık ve yeterli bir şekilde beyan eder. Beyandan ve açıklamadan maksat Allah'ın kullarına hidayeti ve rahmetidir. Bu sayede olur ki, insanlar, Allah'ın emir ve nehiylerine muhalefetten uzak dururlar, sakınırlar. Korkmak, yani takva, şirkten, sonra günah ve kötülüklerden sakınmak, bundan sonra da şehvetlerden uzak durmaktır. Daha sonra ise boş olan şeyleri terketmek gelir. Hadiste şöyle buyrulmuştur: ”Kul, sakıncalı bir işe düşebilirim endişesiyle, sakıncalı olmayanı bırakmadıkça, takva sahibi kimselerin derecesine erişemez."m Allah, bizleri de sizleri de, uyanık ve yakîn ehli olan kimselerden kılsın. 188Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İçinizden kiminiz diğerlerinin malını gasb, talan, hırsızlık, yalan yere yemin gibi Allah'ın mubah kılmadığı; kumar, rüşvet ve kâhinlik gibi çirkin kazanç yollarıyla yemesin. Burada yasaklandığı belirtilen yeme olayı, sadece bilinen yemek değildir. Çünkü bâtıl olan tüm tasarruflar haramdır. Ayrıca örfte yaygın olan mal harcamanın yemek olarak ifadesidir. Çünkü genellikle maldan maksat yeme işine yöneliktir. Bu âyet aralarındaki bir toprak meselesi yüzünden anlaşamayan iki kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlardan biri, yalan yemin yoluyla diğerinin toprağına sahip olmak ister. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Ben de sizin gibi bir insanım. Ancak bana vahiy geliyor. Siz anlaşmazlığınızı bana getirirsiniz. Olur ki, bazınız bazısına karşı daha güçlü delil getirir ve daha iyi bir savunmada bulunur, ben de dinlediğim şeylere göre o kimse lehine hüküm veririm. Eğer kimin lehine kardeşinin hakkından bir hüküm vermişsem, ben ona cehennemden bir ateş parçasına hükmetmiş olurum." Bunun üzerine her ikisi de ağlamaya başladı ve birbirlerine: ”Ben hakkımı arkadaşıma helâl ediyorum" dediler. Rasûlullah da: İkiniz de gidin, araştırın, sonra paylaşın, sonra da her ikiniz birbirinizle helâllaşın") buyurdu. Bu hadisten de anlaşıldığı gibi, hakimin hükmü içe nüfuz etmez. Nitekim Şafiî de bu görüştedir. İnsanların bir kısım mallarını bile bile günaha girerek yemek için onları hakimlere aktarmayım Malî ve idari işlerde lehinize hükmetmeleri için, hakimlere mal yedirmeyin. Buradaki günaha girme olayı, yalan şahitlik, yalan yere yemin ve bilerek haksızın lehinde konuşmakla gerçekleşebilir. Başka yoruma göre de, rüşvet yoluyla zalim hükümdarlara ve kötü hakimlere mal aktarmayın şeklindedir. Kısacası, yanlış yolda olduğunuzu ve günah işlediğinizi bile bile bu tür yollara tevessül etmeyin. Dünyanın helâl, haram ve şüphe olmak üzere üç şeyden ibaret olduğu söylenir. Haram cezalandırılmayı, şüphe kınanmayı, helâl ise hesaba çekilmeyi gerektirir. Akıllı kimsenin, insanların hukukuna tecavüzden ve zulümden kaçınması gerekir. Anlatıldığına göre, Ebû Hanife'nin bir mecûsiden alacağı vardı. Bunu istemek için evine gitti. Adamın kapısına gelince, ayakkabısına pislik bulaştı. Ancak onu temizlerken, pislik, adamın evinin duvarına sıçradı. Ne yapacağını şaşıran Ebû Hanife kendi kendine: ”Eğer bunu bu şekilde bırakırsam, bu meclisinin duvarı çirkin olur. Temizlemek için de duvarın kazınması gerekir" der. Hemen adamın kapısını çalar. Bir cariye çıkar. Ona, efendisine, Ebû Hanife'nin kapıda kendisini beklediğini söylemesini ister. Bunun üzerine adam, Ebû Hanife'nin kendisinden malını isteyeceğini sanarak kapıya gelir. Bir yandan da birtakım mazeretler sıralamaya başlar. Bunun üzerine, sözünü keser ve kendi özürünü söyler. Sonra da:" Bunu nasıl temizlemeliyim?" diye sorar. Mecûsî: ”Şimdi dur. Önce ben nefsimi temizlemeliyim?" der ve hemen müslüman olur. Buradaki incelik, Ebû Hanife'nin bu kadar küçük bir konuda titizlik göstermesinin mecfisinin müslüman olup ebedî şekavetten kurtulmasına sebep olmasıdır. Şu halde kim zulüm yapmaktan sakınır ve uzak durursa, her iki dünya saadetini elde eder. Aksi takdirde rezil olur gider. 189Sana, hilâl halini alan ayları sorarlar. Rivayete göre Muaz b. Cebel ile Sa'lebe b. Ğunm, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Hilâl nasıl oluyor da, önce ip gibi ince gözüküyor, sonra giderek büyüyor, doluyor ve eşit hale geliyor, sonra da tekrar eksilerek başlangıçtaki ilk haline dönüyor?" diye sordular. Bunun üzerine Allah işte bu âyeti indirdi. Ayette yer alan ”ehille" kelimesi, ayın ilk geceden üçüncü geceye kadarki haline denen ”hilâl" kelimesinin çoğuludur. Buna hilâl adının verilmesi, insanların onu gördüklerinde, yüksek sesle zikir ve duâ yapmalarındandır. Nitekim hacıların tel biye getirerek seslerini yükseltmeleri ve yeni doğmuş bir bebeğin ağlaması da bu kelimenin türevleriyle ifade edilir. De ki: Ey Rasûlüm Muhammed! 'Onlar insanlar ve hac için vakit tayin eden ölçülerdir. İnsanlar muameleleriyle ilgili ve yararlarına olan işlerini; hacem belirli vakitlerini o hilaller vasıtasıyla belirlerler. Haccın özellikle zikredilmesi, onun üstünlüğünün hatırlatılması içindir. Çünkü hac, diğer ibadetlerin aksine belirli bir vakitte eda edilir. Kısacası, hilâl, insanların yararlarına uygun olarak ortaya çıkar. Güneşe olan yakınlığı ve uzaklığı hep bu amaca yöneliktir. Nitekim heyet ilminde de bu hususa işaret edilir. Öte yandan güneş ise hep aynı konumda görünür. Çünkü güneş dünyaya ışık saçtığı gibi, insanların ihtiyaçlarını da karşılar. Ay ise, yukarıda sözünü ettiğimiz vakitleri belirlemeyle ilişkisi bulunduğundan değişik şekillerde görünür. Başka bir deyimle, söz konusu vakitler, ayın bu farklı görünümleriyle bilinir. İnsanların buna ihtiyacı olduğundan, yüce Allah bunu bu şekilde düzenlemiştir. İyilik, evlere arka taraflarından girmek değildir. Ensardan herhangi biri, hac veya umre niyetiyle ihrama girdikten sonra, artık hiçbir avlu, ev ve bahçeye kapısından girmezlerdi. Sözkonusu şahıs eğer göçebe değil de yerleşik hayat sürdüren birisiyse, evinin arkasından bir delik açıp, oradan girip çıkar ya da bir merdiven dayayıp tırmanmak suretiyle içeri girerdi. Eğer göçebeyse, çadırın kapısından değil, arka tarafından girerdi. Bu durumlarını ihramdan çıkıncaya kadar sürdürür ve bunu bir iyilik sayarlardı. Çünkü onlar, ihrama giren kimsenin tüm âdetlerini değiştirmesi gerektiğini sanırlar, bu yüzden de giyim, kuşam ve temizlikte olduğu gibi, evlerine ve çadırlarına girişte de âdetlerini değiştirirlerdi. Sonra da ”Biz Allah'ın evine girmedikçe, kendi evlerimize kapılarından girmeyiz" derlerdi. Hatta, ihrama girdikten sonra, hiçbir gölgeden yararlanmayanlar bile vardı. Kuşkusuz tüm bunları kendi kendilerine uydurmuşlardı. Bunların şeriatle hiçbir ilgisi yoktu. İşte burada yüce Allah, bu sıkıntının bir iyilik ve Allah'a yakınlaşma aracı olmadığını vurguluyor, ardından da şöyle buyuruyor: İyilik, Allah'tan korkan kimsenin yaptığıdır. İyilik, evlere üst taraflarından girmek değil, haramlardan ve şehevî isteklerden uzak kalanların ve sakınanların yaptığı şeydir. İhramlı iken Evlere kapılarından girin ve... Çünkü bu durumu değiştirmek bir iyilik değildir. Ayrıca hükümlerini değiştirme ve normal gördüğü davranışlara karşı gelme hususunda Allahtan korkun ki, kurtuluşa eresiniz. Yani iyilik ve hidayetle başarıya ulaşasınız. 190Sizinle savaşanlarla, Allah yolunda savaşın. Allah'ın yolundan maksat, O'nun dinidir. Allah'ın dinini güçlendirmek ve zafer elde etmek için sizinle savaşan müşriklere karşı cihad edin. Çünkü Allah'a giden yol ve Allah'ın rızâsını kazanmak, dini uğrunda cihad etmekle mümkündür. Bu hüküm, henüz topyekün müşriklerle savaş emri gelmeden önceydi. Çünkü Medine'de savaşla ilgili olarak inen ilk âyet budur. Bu âyetin inmesinden sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisiyle savaşanlarla savaşır ve savaşmayanlara da herhangi bir şey yapmazdı. Nitekim İbn Abbas'tan gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Bu âyet, Hudeybiye antlaşması sırasında nazil oldu. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabıyla birlikte hicretin altıncı yılında umre ziyareti yapmak için yola çıkmıştı. Sayılari 1400 kişiydi. Hepsi Hudeybiye denilen yerde konakladılar. Müşrikler onların Beytullah'a girmesini engellediler. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı Hudeybiye'de bir ay kadar bekleyip sonra ertesi yıl umre yapmak üzere müşriklerle barış sözleşmesi yaptılar. Buna göre, bu yıl umre yapamadan dönecekler, gelecek yıl gelip umrelerini yapacaklardı. Sözleşme bu şekliyle imzalandı. Müşriklerin dediklerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) rızâ gösterdi. Sahabe de haram ayda ve Harem sınırları içinde savaşmayı uygun bulmadılar. İşte bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi. Fakat haddi aşmayın. Harem sınırları içinde, hem de ihramlıyken savaşı ilk başlatan siz olmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez. Allah haddi aşanlar için iyilik dilemez ve onları dostları kabul etmez. 191Onları bulduğunuz yerde öldürün. Onları ister harem sınırları, ister serbest sınırlar ve isterse haram aylar içinde olsun, nerede bulursanız, hemen bulduğunuz yerde öldürün. Çünkü onlar, hem haram ayın, hem Harem sınırının saygınlığına tecavüz ettiler; bu işi ilk kez onlar başlattılar. Siz de aynı şekilde onlara karşılık verin. Sizi yurtlarınızdan çıkardıkları gibi, siz de onları çıkarın. Yani Mekke'den. Çünkü Müslümanları Mekke'den ilk olarak onlar çıkardılar. Sonra da ikinci olarak Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiği zaman iman etmeyenleri oradan çıkardı. Fitne çıkarmak, bir kimseyi vatanından çıkararak büyük bir zorluk ve sıkıntı içine düşürmek gibi bir fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Çünkü bunda sürekli bir zorluk ve sıkıntı vardır. İnsan bu sebeple hep üzülür durur. Kişinin vatanından ve ülkesinden çıkarılıp uzaklaştırılması, fitne ve sıkıntı kabul edilmiştir ki, insan bundan dolayı, böyle bir şeyle karşı karşıya bulunmaktansa ölümü arzular. Dolayısıyla âyet-i kerîmede buyuruluyor ki, siz onları nerede bulur ve yakalarsanız, derhal öldürün, bu hususta hiçbir şeye aldırmayın. Çünkü onların Harem'de bırakılması ve sizi Harem'den uzaklaştırmaları, sizin onları orada öldürmenizden daha kötüdür. Mescid-i Haram'ın yanında onlar, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayın. Yani Mescid-i Haram'da savaşı ilk başlatan, onun saygınlığını ilk zedeleyen siz olmayın. İlk saldırı onlardan gelirse, o zaman siz de gereğini yapın. İşte âyetin bu noktası, bu özel yerde yapılacak savaşın niteliğini açıklıyor. Bu aynı zamanda: ”Onları bulduğunuz yerde öldürün" âyetini de tahsis etmiş oluyor. Eğer orada sizinle savaşırlarsa onları öldürün. Onları öldürmek için hiçbir şey düşünmeyin. Çünkü Harem'in saygınlığını ve hürmetini onlar çiğnemişlerdir ve bundan dolayı da en ağır cezaya hak kazanmışlardır. İşte kâfirlerin cezası böyledir. Onlar da aynı ceza ile karşı karşıya geleceklerdir. Onlar başkalarına nasıl davranmışlarsa, onlara da öylece davranılacaktır. 192Eğer küfürden ve savaşmaktan vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Eskiden yapmış oldukları günahları Allah bağışlar. 193Fitne yani şirk ortadan kalkıp görünmeyinceye ve ondan bir iz kalmayıncaya, din yalnız Allah'ın oluncaya ve şeytanın onda hiçbir payı kalmayıncaya kadar, onlarla savaşın. Yani putperestler İslâm'a girmedikçe, onların hiçbir şeyini kabul etmeyin. Müslüman olmazlarsa onları öldürün. Eğer sizin kendileriyle savaşmanızdan sonra şirkten vazgeçerlerse, bilin ki, düşmanlık ancak zalimlere karşıdır. Yani şirkten vazgeçenlere karşı haddi aşmayın. Çünkü zulmedenden başkasına zulmetmek güzel bir davranış değildir Sanki şöyle denilir gibi: Eğer yaptıklarından ve şirkten vazgeçerlerse, artık onlar hakkında haddi aşmayın. Çünkü düşmanlık yalnızca zalimlere karşıdır. Şirkten vazgeçenlerse, zalim değillerdir. O halde bunlar hakkında haddi aşmak doğru olmaz. Dikkat edilirse, âyette kâfirlere karşı yapılan işleme düşmanlık ve zulüm adı verilmiştir. Bu, gerçekten doğrudur, haktır ve adaletin de kendisidir. Çünkü benzerlik sebebiyle zalimin cezası böyledir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”Kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür. ” (Şûra: 40) 194Yasakların çiğnenmesi bakımından Mukaddes olan haram ay, mukaddes olan haram aya karşılıktır. Nitekim Hudeybiye yılının Zilkade ayında müşrikler Müslümanlara engel olmuşlardı. Hatta aralarında taş ve oklarla saldırılar meydana gelmişti. Daha sonra hicretin yedinci yılında, umrenin kaza edilmesi için, aynı ayda çıkmak icap etti. Ancak söz konusu ayın kutsallığı dolayısıyla Müslümanlar, müşriklerle savaşmak istemediler. İşte bunun üzerine bu âyet indi ve bir bakıma Müslümanlara: ”Bu kutsal ay, bir önceki kutsal aya karşılıktır. Daha önce müşrikler onu çiğnedikleri için bu, o eylemlerine karşılıktır. Onun için hiç aldırış etmeden yolunuza davam edin" denildi. Haram aylarında kısas hükmü geçerlidir. Yani kim bu aya ilişkin bir saygınlığı zedeler ve çiğner, Hareme karşı da saygısızlıkta bulunursa, kendilerine aymsıyla kısas yapılır. Çünkü bu ayların saygınlığına riayet edenlere karşı, saygılı davranılır. Fakat saygısızlıkta bulunan kimselere karşı da, tıpkı onların yaptığı şeyle karşılık verilir. Açıkçası, âyette geçen ”hurumât" esasen, saygı gösterilmesi gereken ve hürmete değer olan her şeydir. Bu, kesinlikle korunması gereken can ve ırz gibi, hakkında kısas geçerli olan şeyler anlamınadır. Madem ki onlar, sizin oraya girmenizi engellediler, öyleyse bu da bir saldırıdır. Bu durumda siz de çekinmeden onlara aynısını yapın. Onlara ansızın baskın yapın ve üstün gelin. Eğer onlar sizi bu yıl, umre kazasından savaşarak engellerlerse, siz de yüce Allah'ın buyurduğu gibi, onlarla savaşın: Kim haram ayda tecavüz ederse siz de ona, size yaptığı tecavüzün aynısıyla karşılık verin. İşte bu, kısas yoluyla yapılan bir karşılıktır. Saldırıyı ilk olarak başlatmaya değil, bu şekildeki bir saldırıya karşı çıkmaya izin verilmiştir. Saldırıyı başlatmak ve buna sebep olmak hem zulüm, hem de haramdır. Allah'tan korkun. Eğer size zulmedenlere karşı bir üstünlük kazanırsanız ve zafer elde ederseniz, hakkınızdan fazlasını alarak onlara zulmetmeyin. Size tanınmayan sınırın içine girmeyin. Ve bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir. Allah takva sahiplerini korur, işlerini düzene koyar, onlara yardım ve imkân vererek başarıya erdirir. Rivayete göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, bildirilen yılda Mekke'ye girdiler. Kabe'yi tavaf ettiler, kurbanlarını kestiler. Müşriklerle yaptıkları antlaşma gereği, umrelerini kaza ettikten sonra, Mekke'de ancak üç gün kalacaklardı. Bu arada Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Meymune binti Haris'le evlendi. Velime yemeği vermek için Mekke'de kalmak istiyordu. Müşrikler, üç gün dolduğu için, Rasûlullah'tan Mekke'yi terketmesini istediler, o da sözleşmeye uydu. Meymune annemizle evlendiği için ve Serif denilen yerde ziyafet verdi ve beraber oldu. Kuşkusuz yüce Allah, kendi dini için, O'nun yolunda savaşmamızı emretmiş, böylece Alalı yolunda çaba harcayanların ortaya çıkmasını dilemiştir. Mal harcamak suretiyle zekât vermeyi de bize emretmiştir ki, Allah'ı sevdiklerini söyleyenler ortaya çıkmış olsun. Allah yolunda cihad etmek ilahî sevginin ölçüsüdür. Çünkü her insana hayatı ve malı sevecek bir özellik verilmiştir. Allah, böylece kullarını cihad ve zekâtla, kendi yolunda olup olmadıklarını ortaya çıkarmak için imtihan etti. Böylece iddia sahiplerinin iddialarının kesin olup olmadığı ortaya çıkacaktır. Çünkü herkes Allah'ı sevdiğini iddia ediyor. İşte cihaddaki sır buradadır. 195Mallarınızı Allah yolunda harcayın da... İnfak, yani Allah yolunda harcama, malı yararlı olan şeyler için sarfetmektir. Allah'ın, dinin güçlenmesi için harcanmasını emrettiği her şey, dinin hakim olması için gereken harcamayla ilgili her türlü emir, bu âyetin kapsamına girer. Kâfirlerle cihad, yakınlarla olan bağları kesmemek, fakir, yoksul ve miskinleri güçlendirmek için yapılan her türlü harcama, ailenin ve çocukların haklarına riayet bu kapsam içinde değerlendirilir. Kısacası bu âyetle kişiyi Allah'a yaklaştıran her türlü harcama anlatılmıştır. Allah, can ile cihadın yanında mal ile cihadı da emretmiştir. Mallarınızı Allah yolunda harcayın, buyurmuştur. Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın. Burada ellerden amaç, nefisler ve canlardır. Diğer organlar arasından ellerin buna tahsisi ise, işlerin genel olarak doğrudan elle yapılmasındandır. Dolayısıyla burada: Nefsinizi helake götürecek şeyler yapmayın. İsraf ederek, geçiminizi sağlamak için kazandığınız şeyleri çarçur ederek veya cihad ve cihadla ilgili önemli hizmetler için harcama yapmayarak kendinizi tehlikeye atmayın. Çünkü bu, düşmanınızı kuvvetlendirir ve sizin üzerinize musallat kılar. Ebû Eyyûb el-Ensârî tarafından nakledilen rivayet de bunu teyid eder. Ebû Eyyub el-Ensarî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Allah, dinini güçlendirip, Rasûlünü de zafere erdirince, biz aramızda Ensar olarak şöyle konuşmuştuk. İslâm yayılıp, Allah da peygamberini zafere erdirinceye dek, biz ailemizi ve mallarımızı terkettik. Artık bundan böyle çoluk çocuğumuza, ailemize ve mallarımıza dönsek de, orada kalıp, kayıplarımızı düzeltsek." İşte bizim bu konuşmamız üzerine bu âyet nazil olmuştur: 'Mallarınızı Allah yolunda harcayın da, kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın." Yani sizin helakinize neden olacak şeylere, meselâ aileniz ve mallarınız arasında kalarak, cihadı bırakarak tehlikeye atmayın. İşte bu âyetin inmesinden sonra Ebû Eyyub hiçbir gazadan geri kalmamıştır. Hatta yapmış olduğu son gazve, Muaviye döneminde İstanbul'da olmuş ve orada surların dibinde toprağa verilmiştir. Nitekim hadiste şöyle buyuruluyor: ”Cihad etmeden ve içinden cihad etmeyi geçirmeden ölen bir kimse, bir tür münafık olarak ölmüş olur." m İyilik yapın. Fakirlere karşı cömert davranın. Çünkü Allah iyilik yapanları sever. Yani onlara hayır ve iyilik murad eder, onları sever ve onları kendine yaklaştırır. Kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin olmadığı o günde onları Arşı'nın gölgesi altında gölgelendirir. Anlatıldığına göre, Esedoğullarından bir kafile, Nu'man'ı bulmak için gelmişlerdi. Yolda cömertliğiyle tanınmış olan Hatem Tâî ile karşılaştılar. Ona: ”Kavmimizi geride bıraktık, hepsi de seni övüp dururlar, hep iyiliklerini sayarlar. Sana bir mektup gönderdiler" dediler. O da: ”Nedir o mektup?" diye sordu. Esedoğulları, mektupta Nabiğa'ya ait bir şiir yazmışlardı. Şiiri okuduktan sonra, dediler ki: ”Biz, senden bir şey istemekten utanırız. Aslında bizim bir isteğimiz var." O da: ”Peki isteğiniz nedir?" diye sorunca: ”Bizim bir arkadaşımız yük devesini kaybetti" dediler. Hâtem de: ”İşte şu kısrağım, arkadaşınızı ona bindirin," dedi. Onu aldılar. Bir cariye kısrağın yavrusunu (tayı) elbisesine bağladı. Sonra tay kurtularak annesinin peşinden gitmeye başladı. Cariye de çözülen tayın peşine takıldı. Onu geri getirmek istiyordu. Hâtem de: ”Peşinizden gelenler de sizindir" dedi. Böylece hem kısrağı, hem tayı ve hem cariyeyi alıp götürdüler. İbn Zeydûn el-Vezîr'in risalesinde böyle anlatılmaktadır. 196Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. Hac ibadeti, güç yetirenler için ittifakla farzdır. Umre ise, Ebû Hanife'ye göre sünnettir Ancak, tıpkı nafile namaz gibi, başlanıldığında tamamlanması gerekir. Söylenmek istenen şudur: Bu iki ibadetten herhangi birisine başlayan kimse onu tamamlasın. Çünkü başlanılması vacip olmadığı halde, başlanıldıktan sonra bitirilmesi gereken ibadetler vardır. Âyette ”Allah için" ifadesiyse bu işin sırf Allah için yapılması gerektiğini vurgulamak içindir. Çünkü araplar haccı bir araya toplanıp gösterişte bulunmak ve çeşitli panayırlar kurmak amacıyla yaparlardı. Oysa bunlardan hiçbiri Allah'a taat ve yakınlaşma amacına yönelik değildi. İşte bunun için yüce Allah haccı, kendi rızâsı için yerine getirilmesi amacıyla farz kılmış ve gereği gibi yerine getirilmesini istemiştir. Buna göre âyetin anlamı şöyle oluyor: Hac ve umrenin rükün ve şartlarını ve diğer fillerini, Allah'ın rızâsını gözeterek ve meşru olarak yerine getirin. Yapılacak şeylerden hiç birini ihlâl etmeyin. Bu iki ibadeti yaparken ihlas ve samimiyetten ayrılmayın. Onlara her hangi dünyevî bir amaç katarak ibadetinizi bulandırmayın. Onun için gerekli olan nafakayı helâl yoldan elde edin. Haccın rükünleri beştir: 1- İhram, 2- Arafat'ta vakfe 3- Tavaf, 4- Safa ile Merve arasında Sa'y, 5- Başı tıraş etmek veya saçı kısaltmak. Haccın rüknü, ihramdan çıkmanın ancak kendisinin yapılmasından sonra mümkün olduğu şeylerdir. Haccın vacipleriyse, yapılmadıkları zaman kurbanla telâfi edilen şeylerdir. Haccın sünnetleriyse, terkedilmeleri halinde bir şey gerekmeyen görevlerdir. Umrenin de birtakım rükünleri, vacibleri ve sünnetleri vardır. Umrenin rükünleri dörttür: 1- İhram, 2- Beytullah'ı tavaf, 3- Safa ile Merve arasında Sa'y, 4- Tıraş. Hacda ihramdan çıkış ikidir ve bunun da üç sebebi vardır: 1- Kurban kesme günü denilen Yevm-i Nahr'da Akabe Cemresini taşlamak 2- Ziyaret tavafı, 3- Tıraş. İşte bu üç şeyden ikisi meydana geldiği zaman ihramdan birinci çıkma olayı, üçüncüsü gerçekleştiği zaman da ihramdan ikinci çıkma olayı meydana gelir. Birinci çıkıştan sonra, cinsel ilişki dışındaki tüm yasaklar, ikincisinden sonra ise yasakların tamamı ortadan kalkar. Hac ve umrenin üç şekilde yapılacağı konusunda ümmetin ittifakı vardır: İfrad, Temettü ve Kıran. İfrad haccı şöyle yapılır: Sadece hac niyetiyle ihrama girilir, hac bittikten sonra ihramdan çıkılıp yeniden Hill bölgesinden, yani mikat mahalleliyle Harem bölgesi arasındaki yerlerden umre için ihrama girilir. Temettü haccı da şöyle yapılır: Hac mevsiminde, umre niyetiyle ihrama girilip umreyle ilgili görevler yerine getilir. Ardından Mekke'de hac için ihrama girerek aynı yıl hac da yapılır. Kıran haccının yapılış şekli ise şöyledir: Hac ve umreye birlikte niyet ederek ihrama girilir ve hac menasiki yerine getirilir. Bu arada umre de yapılmış olur. Çünkü umreyle ilgili görevlerin tümü, hac görevleri arasında da vardır. Ancak haccın tüm görevleri umrede yoktur. Ya da umre ihramına girer, sonra da buna bağlı olarak ve henüz tavafa başlamadan hacca da niyet eder. Böylece ikisini beraber yerine getirmiş olur. Bize göre bunların en faziletlisi Kıran haccıdır. Nitekim, hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Hac ile umreyi beraber yapınız. Çünkü bu ikisi, körüğün demir, altın ve gümüşü eriterek kir ve pasını çıkarıp attığı gibi, fakirlik ve günahları önlerler (eritirler). Kabul edilen haccın karşılığı da ancak cennettir. ”) Eğer hacdan menolunursanız size gücünüzün yettiği bir kurban gerekir. Eğer herhangi bir hastalık, düşman, zayıflık, nafaka ve binitinin bulunmaması veya bunun gibi şeyler yüzünden ihramdan sonra iki nüsükten birini yapmaktan menedilirseniz, bu durumda, kolayınıza gelebilen bir kurban kesmeniz gerekir. Âyette kurban olarak verdiğimiz kelime ”hedy" dir. Bunun başında yer alan ”min" cer edatı, ya ”bazı" anlamında ya da açıklama için (beyâniyye)dir. Yani bir hedy (kurban) veya hedyden oluşanı demektir. Hedy, Allah'a yakınlaşmak maksadıyla Beytullah'a gönderilen kurbanlık hayvan demektir. Bunun en aşağısı bir koyun, ortası sığır ve en büyüğü de devedir. Bu, Beyt'ine göndermek suretiyle kulun Rabbine gönderdiği bir hediyedir. Buna göre âyetin anlamı şu olur: İhramlı bulunan kimse, eğer bir engelle karşılaşır da, ihramdan çıkmak isterse, bu durumda, engelle karşılaştığı yerde kesmek üzere deve, sığır veya davardan herhangi birisini kurban edebilir. Bu görüş Şafiî'ye aittir. Biz Hanelilere göreyse, kurbanlığın Harem bölgesine götürülmesi gerekir. Bu arada götürülen kurbanlık için eline bir işaret koyar, böylece hangi gün kesileceğini bilmiş olur. O gün gelince, kurbanı kesilmiş kabul ederek: Bu kurban, yerine varmadan başınızı tıraş etmeyin âyeti gereğince ihramdan çıkar. Yani bu, başlarınızı, gönderilen kurbanlığınızın hareme ulaştığına, yerine götürüldüğüne dair bilgi sahibi oluncaya dek traş etmeyin demektir. Çünkü kesilmesi gereken kurbanlığın, kesileceği yere ulaşması gerekir. Âyette geçen ”mahill" kelimesi, inmek ve konmak anlamınadır. Zaman ve yer anlamında da kullanılır. Nitekim ”mahillu'd-deyn" deyimi, borcun ödeme zamanı demektir. ”Mahillu'l-hedy" ise içinde hedy kurbanının kesilmesinin helâl olduğu yer demektir. Bize göre ”Sonra varacakları yer, Beyt-i Atik (Kabe) tir" (Hac: 3) âyeti gereğince, bunun yeri Harem'dir. Çünkü âyette geçen ”Beyt-i Atik" Harem'in tümünü ifade eder. Çünkü hepsi de Beyt'e tabidirler. Bu hüküm, ister ifrad, ister kıran, ister temettü haccı, ya da umre yapsınlar tüm hacılar içindir. Yani kurban kesilmeden başlarını tıraş etmeleri caiz olmaz. Şüphesiz bu, Mina'da mahsur kalmamışlarsa, böyledir. Tıraş olmak, saçı kısaltmaktan daha faziletlidir. Tıraşta saçın dörtte birini kesmek yeterlidir. Ancak haçta, Rasûlullah'a uymak için saçın tamamını tıraş etmek çok daha iyidir. Fakat haccın dışında Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) saçım tıraş etmez, kısaltırdı. Saçını nadiren tıraş eder çoğu zaman da saçını kısaltırlardı. Sizden kim hasta olur yani ihramlı bulunduğu halde, herhangi bir rahatsızlık ve hastalık nedeniyle saçını tıraş etmek zorunda kalırsa veya başında bir yara, bit veya baş ağrısı gibi bir rahatsızlık bulunursa, tıraş olabilir. Yani kurbanını kes inceye kadar ihramda olmaya devam eder. Ancak saçını tıraş etmek zorunda kalır ve sonunda da tıraş ederse, ve bunun için üç gün oruç tutmak veya altı miskin ve yoksula, her biri için yarım ölçek buğday olmak üzere sadaka vermek veya kurban kesmek suretiyle fidye verir. Bu kurbanlığın en büyüğü deve, ortası sığır ve aşağısı da koyundur. Ayette geçen ”ev" (veya) ifadesi muhayyerlik bildirir. Yani kişi bunlardan birini yapmakta muhayyerdir. Eğer emniyet içinde yani korkulardan güvence içinde iseniz, hastalığınızdan kurtulmuşsanız, siz bir güven ve genişlik ortamındaysanız, mahsur değilseniz, kuşatılmamışsanız hac zamanına kadar umre yapana, gücünün yettiği bir kurban gerekir. Yani hac aylarında hac yaparak Allah'a yaklaşmak suretiyle yararlanmadan önce umre yapmak suretiyle Allah'a yakınlaşmak isteyen, yani kıran haccı yapan ya da umre ihramından çıktıktan sonra hac için ihrama girmeden ihram yasaklarını işleyen, yani ihramlıyken yapamayacağı şeyleri yapan kimse, (yani temettü haccı yapan), bu fiillerden dolayı, gücünün yettiği bir kurbanı keser. Temettü haccı yapan bu kimse, Ebû Hanife'ye göre söz konusu kurbanı bayramın birinci günü keser ve tıpkı normal kurban gibi, kendi kurbanının etinden yiyebilir. Kurban yani hedy bulamayan kimseye hac sırasında yani hac vaktinde ve hac aylarında, umre ihramıyla hac ihramı arasında üç gün oruç tutması gerekir. Bunu isterse peşpeşe, isterse ayrı ayrı günlerde tutar. En faziletli olanı da Zilhiccenin yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günleri tutmaktır. Çünkü Yevm-i Nahr'da ve teşrik günlerinde oruç tutmak sahih değildir. Döndükten sonra yani hacla ilgili işleri ve amelleri bitirip ayrıldığında da yedi gün oruç tutması gerekir. Bu, hacda tutulan üç günlük oruçla, dönünce tutulan yedi günlük orucun toplamı tam on gündür. Arapların çoğu hesap yapmasını bilmezlerdi. Dolayısıyla bir kimse arkadaşına değişik sayılarla hitap ettiğinde, daha kolay anlaması için bunların toplamını da bildirirdi. Âyette de böyle bir fayda gözetilmiştir. Âyette geçen ”tam" kelimesi ”on" sayısını pekiştiren bir sıfattır. Çünkü sıfat, çoğunlukla pekiştirme için kullanılır. Nitekim ”ilâheyn" kelimesi iki ilâhı ifade ettiği halde, hemen arkasından, pekiştirme amacıyla ”isneyn" denilerek bu husus ayrıca sayıyla belirtilmiştir. Öte yandan genelde önemli hususlarda pekiştirme yoluna başvurulur. Burada da özellikle tutulacak orucun gün sayısı vurgulanmış ve bunun mutlaka yerine getirilmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir. Bu hüküm... Hanefi mezhebine göre bu, bizzat temettuun kendisine işarettir, Safîye göre de temettuun hükmüne işarettir. Bu ise, hedy kurbanının gerekli olduğudur. Ailesi Mescid-i Haram çevresinde oturmayan kimse içindir. Bu kurban kesme zorunluluğu, ailesi Mekke'de oturmayanlar içindir. Âyette ”aile"nin zikredilmesi genel olarak insanın, ailesinin bulunduğu yerde oturmasındandır. Dolayısıyla ”aile"sinin oturması, kendisinin oturması demektir. "Mescid-i Haram'da oturanlar" bizim mezhebimize göre Mekke halkıdır ve evleri Mikat sınırları içinde bulunanlar demektir. Bunlar için temettü ve kıran haccı yoktur. Bunlardan temettü veya kıran haccı yapanlar için cinayet demi (kurban) gerekir ve bunun için kestikleri kurbanların etinden yiyemezler. ”Mescid-i Haram 'da oturanlar"m, hac ayları dışında umre yapmaları gerekir. Bunlar, hac aylarını hacca ayırmalıdırlar. Kıran ve temettü haccı yapan afakîler, yani Mikat sınırları dışından gelenlerin demi, nüsüktür, yani hac kurbanıdır. Dolayısıyla bundan yiyebilirler. Şafiî'ye göre ”Mescid-i Haram'da oturanlar", Harem halkı ve namazlarını seferi kılabilecek bir uzaklıkta olmayanlardır. Emir ve yasaklarına dikkat etmekte ve özellikle de hac konusunda. Allah'tan korkun ve bilin ki, korkmayanlar için Allah'ın cezası şiddetlidir. Çünkü azap hakkındaki bilgi sizi isyandan uzaklaştıracaktır. Ayrıca her kalb, Rabbi tanımaya elverişli olmadığı gibi, her nefis Rabbin hizmetine uygun olmayabilir ve her iyi mal da Rabbin hazinesine uygun gelmeyebilir. O halde ey kul! Durumunu düzeltmeye bak. Eldeki varlığın ve malınla cömert ol. Eğer malın yoksa, bedenen yardım et. Eğer senin bu iki konuda da imkânın varsa, o zaman her ikisini de devreye sok. Görmez misin, İbrahim (aleyhisselâm), malını konuklarına nasıl verdi? Canını ateşe nasıl attı? Çocuğunu nasıl kurban etti? Kalbini Rahmana nasıl teslim etti? Bunları bilmez inisin? Onun cömertliği karşısında melekler bile şaşakalmışlar, Allah da kendisine Halillik (dostluk) ikramında bulunmuştur. Allah bu konuda şöyle buyuruyor: ”Allah, İbrahim'i bir dost edinmişti." (Nisa: 125) Malik b. Dinar şöyle diyor: ”Mekke'ye doğru yola çıktım. Yolda bir genç gördüm. Gece olunca bu genç yüzünü göğe kaldırıyor ve şöyle yakarıyordu: ”Ey taatların kendisini sevindirdiği ve isyanların kendisine zarar vermediği Rabbim! Bana, seni sevindiren şeyi ver, sana zarar vermeyen şeylerden beni bağışla." İnsanlar ihram giyip de, birlikte telbiye getirdiklerinde, kendisine, neden telbiye getirmediğini sordum. Bana: ”Ey yaşlı kimse, bu telbiye beni gelecek günahlardan, eskiden işlenmiş suç ve masiyetlerden kurtaramaz. Ben,"lebbeyk" diye telbiye getirirken bana, ”Senin Lebbeyk'ine de, mutlu olsununa da gerek yoktur. Senin sözünü dinlemek ve sana bakmak istemiyorum, denilmesinden korkmaktayım" diye cevap verdi. Sonra telbiye getirmeye başladı. Kendisine bir daha ancak Mina'da rastladığım sırada şöyle yakalıyordu: ”Allah'ım, beni bağışla! Herkes kurbanlarını kestiler ve sana yaklaştılar. Benimse, nefsimden başka, beni sana yaklaştıracak bir şeyim yok! Ne olur, bunu benden kabul buyur." Sonra bir çığlık attı ve cansız bir şekilde yere düştü." Allah'ım! Bize kereminin kemaliyle muamele et ve bizleri en yüce katına ve haremine ulaştır! 197Hac bilinen aylardadır. Yani haccın vakti, insanlarca bilinen Şevval, Zilkade ayları ile Zilhiccenin ilk on günüdür. İnsanlar bu bilgiyi nesilden nesile aktarmışlardır. Haccın bu aylarla sınırlandırılmasının hikmeti, birtakım hac fiillerinin ancak bu vakitlerde yapılabileceğine ve bunun dışında yapılmasının sahih olmayacağına işaret etmek içindir. İhram ise, Ebû Hanife'ye göre, haccın şartlarından olduğu için daha önce girilmesi kerahetle birlikte caizdir. Buna göre haccın edasından önce ihram şartının yerine getirilmesi, tıpkı namaz vaktinden önce abdest almanın caiz olması gibi, caizdir. Ayrıca ”Sana hilâl halini alan ayları sorarlar. De ki: Onlar, insanlar ve hac için vakit tayin eden ölçülerdir." (Bakara: 189) âyeti de, bütün aylarda ihrama girmenin caiz olduğunu gösterir. Kısacası ayların tümü, ihrama girmenin caiz olduğu vakitlerdir. Kim bu aylarda hacca başlayarak onu kendisine farz kılarsa... Yani kim telbiye getirir, yahut kurbanlık işaretler ve böylece haccı kendisine vacip kılarsa... Çünkü hac, içinde ihrama girmeyi ve ihramdan çıkma gibi fiiller olan bir ibadettir. Namazda olduğu gibi, başlamak için sadece niyet yeterli değildir. Şu halde, hacca başlamış olabilmek için telbiye veya boynuna veya ayağına herhangi bir şey takmak suretiyle kurbanlık işaretlemek gerekir. Artık hacda cinsî temas, ve cinsel ilişkiye götürecek davranışlar, mesela öpmek ve çimdiklemek gibi şeylerin tümü ihrama ait yasaklardandır. Arafat'ta vakfeden önce bu davranışlarda bulunmak haccı bozar, vakfeden sonra ise, bedene gerektirir. Cinsel ilişkiye götürecek her yol da yasaklanmıştır. Bu, bir tehlikeye düşülmemek için bir tedbirdir. Bedene; deve ve sığır cinsinden olan kurbana ”bedene" adı verilir. Sövme, kavga etme yoktur. Yasaklardan herhangi birini işleyerek şer'î sınırlar dışına çıkmak yoktur. Çünkü âyette geçen ”fısk", her türden masiyet demektir. Buna sövme, birbirine lâkap takma gibi şeyler girer. Hacda hizmetçilerle, yol arkadaşlarıyla, ulaşım aracı sahipleriyle dalaşmak yasaktır. Hac günlerinde bu tür hareketlerden uzak durmak gerekir. Burada, sayılanlardan her zaman uzak durmak ve kaçınmak gerekirken, hacda kaçınılmasının emredil mes inin sebebi, hacda bunların daha çirkin ve daha kötü olmasındandır. Bu tıpkı namazda ipek elbise giymek ve Kur'an okurken nağme yapmak gibidir. Nitekim Kur'an okuyanlardan bir kısmı böyle yapıyor, tuhaf tuhaf sesler ve musiki nağmeleri çıkarıyorlar. Ne iyilik yaparsanız, Allah onu bilir. Allah, masiyetlerden üç tanesinden nehyetti ve her türlü taatı da teşvik etti. Bu, kötülükten uzaklaştırmanın hemen ardından iyiliğe bir teşviktir. Bunun içerisine çirkin söz yerine güzel söz, fâsıklık yerine iyilik ve takva, kavga yerine iyi geçinme ve güzel ahlâk da girer. Azığınızı ahn. Kötülüklerden korunup sakınmanız için, yolculuğunuz ve âhiretinizle ilgili azıklarınızı alın. Azıkların en hayırlısı Allah'tan korkmaktır. Bu, alınan yiyecek ve içecek değildir. İşin gerçeği şudur: İnsanın iki tür yolculuğu vardır. Biri dünyada olan yolculuk, diğeri de dünyadan olan yolculuktur. Dünyada yolculuk için mutlaka azık gerekir. Bu, yiyecek, içecek, binek ve maldır. Aynı şekilde dünyadan olan yolculuk için de azık gerekir. Bu azık Allah'ı bilmek ve tanımak (marifetullah)tır, Allah sevgisidir, O'ndan başka her şeyden yüz çevirmektir. Allah'a itaatle uğraşmak, O'na muhalefetten ve yasaklarından uzak durmaktır. İşte bu azık, dünyada yapılan yolculuktaki azıktan daha hayırlıdır. Çünkü dünyadaki azık, seni sürekli olmayan, geçici bir azaptan kurtarır. Oysa âhiret azığı, seni sürekli olan bir azaptan kurtarır. Dünya azığı geçici ve fânidir. Ahiret azığı, seni temiz ve sürekli olan lezzetlere kavuşturur. Yemen halkı azık almazlardı ve yola azıksız çıkarlar: ”Bizler, tevekkül sahipleriyiz. Çünkü Beytullah'ı hacca gidiyoruz, O bizi doyurmayacak mı?" derlerdi. Böylece bir tek kişi de olsa, insanlara yük olurlardı. Mekke'ye geldiklerinde ise, halktan dilenirledi. Çoğu zaman bu durum onları soyguna yağmalamaya ve gasp yapmaya götürürdü. Bunun için Allah, ”Azığınızı alın" buyurmuştur. Size yetecek, olanını alın, başkalarından dilenecek duruma getirmeyecek kadarını yanınızda bulundurun. İnsanların yiyeceklerine ortak olmaktan, onları zor durumda bırakmaktan ve onların sırtına yük olmaktan sakının. ”Azıkların en hayırlısı Allah'tan korkmaktır." O halde ey akıl sahipleri! Ben'den korkun. Çünkü akıllı olmak, Allah'tan korkmayı ve insanları da buna teşvik etmeyi gerektirir. Öte yandan burada yüce Allah, önce insanları kendisinden korkmaya teşvik etmiş, ardından, bundan amacın O'na kavuşmak olduğuna işaret etmiştir. Buna göre takva sahiplerinin O'nun dışındaki her şeyden vazgeçmeleri gerekir. Bu yüzden özellikle akıl sahiplerine hitap edilmiştir. Çünkü, Allah'tan korkmayanın akıllı olduğundan söz etmek mümkün değildir. Şu halde akıllı kimsenin başlıca görevi, aklını şüpheli şeylerden kurtarmak, nefsini arındırmak ve onu en yüce mertebelere çıkarmaktır. İmanı (Fahrettin er-Râzî) tefsirinde şöyle diyor: ”Bil ki; İnsanda üç güç vardır: Hayvani olan şehvet gücü, şeytanî olan gazab gücü ve akılla ilgili olan vehmî güç. Tüm ibadetlerden asıl amaç, bu üç gücü, yani şehvet, gazap ve vehim güçlerini yenmektir. Nitekim âyetteki: (felci rafe se) ”cinsî temas yoktur" ifadesi, şehvetle ilgili gücün, (velâ fiisûka) ”sövme yoktur" ifadesi gazab la ilgili gücün - çünkü masiyet bu gücün sonucu doğar- ( velâ cidale) ”ve kavga etme yoktur" ifadesi de, insanı kavgaya sürükleyen, başkalarıyla tartışmaya ve her konuda çekişmeye götüren vehme dayalı gücün yenilmesi gerektiğine işaret eder. Kötülük bu üç şeyden kaynaklandığı için yüce Allah: ”Artık hacda cinsî temas, sövme, kavga etme yoktur." buyurmuştur. Yani Allah'ı tanımayı ve O'nun sevgisini kazanmayı isteyenler, celâlinin nuruna ulaşmayı dileyenler, kulları içinde havas olan zümrenin çizgisinde hareket etmek isteyenler, bu sayılan şeylere dikkat etmelidirler." Ebu Cafer Muhammed Bakır da şöyle demiştir: ”Şu üç şeyi yerine getirmeyen kimse, Beytullah'a gitme sıkıntısına girmesin: Kendisini Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzaklaştıran vera', gazabı önleyen hilm (yumuşaklık) ve konuştuğu Müslümanlarla iyi arkadaşlık. İşte yolcu, bu üç şeye ihtiyaç duyar. Yolculukta ve hele hac yolculuğunda bu üç temel unsur gereklidir. Kim bunları mükemmel bir şekilde yerine getirirse, haccını da mükemmel olarak bitirmiş olur. Kim de bunu yapmazsa, gerekeni yapmamış demektir." Hacı olan kişinin, arkadaşlarından ayrılmadan önce yapması gereken şey, onlara karşı işlediği yanlışlıklardan ve zulümden dolayı helâllik dilemelidir. Eğer aralarında, gıybet ve laf taşıma gibi bir şeyler geçmişse veya malına dokunmuşsa, mutlaka helâllik istemelidir. Çünkü çok az kimse bu gibi şeylerden uzak kalabilir. Arkadaşından söz edilince, hakkında iyilik dışında bir şey konuşmasın. Bunun dışındaki şeylere dalmasın. Nitekim Selef, seferden döndüklerinde, hiçbiri arkadaşı hakkında iyilik dışında bir şey konuşmazdı. Kısacası amel defteri mağfiret yoluyla günahlardan temizlenen kimse bir daha günah ve isyan kirine dönmekten sakınsın. 198Rabbinizin lütfundan rızık aramanızda bir günah yoktur. Hac mevsiminde ticaret yapmanızda ve rızık peşinde koşmanızda bir sakınca yoktur. Bu âyet, hac esnasında ticaret gibi işlerin yapılmayacağını söyleyenler hakkında inmiştir. Ancak burada gerçek olan şu ki, her ne kadar hac esnasında ticaret mubah ise de, ticareti terketmek daha iyidir. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: ”Halbuki onlar, dini sadece Allah'a tahsis ederek O'na ibadet etmekle emrolunmuşlardır." (Beyyine: 5) İhlâs, taat ve ibadet niyetiyle yapılan fiillerdir. Arafat'tan sel gibi akıp inerken Meş'ar-i Haram'da Allah'ı zikredin. Güneş battıktan sonra Arafat'tan dönüp sel gibi akarken tel biye, tehlil, tesbih, tahmid, duâ ve zikirlerle Allah'ı Meş'ar-i Haram denilen yerde zikredin. Arafat, vakfeye durulan yerin adıdır. Kelime çoğul gibiyse de, çoğul değildir. Bu, sırf anlamındaki manayı fazlalaştırmak için harfleri arttı rilan kelimelerdendir. Bu ifade Arafat'ta vakfenin vacip olduğunu gösterir. Çünkü ”sel gibi akma" dan bahsedildiğine göre bu, belli bir bekleyişten sonra olacaktır. Çünkü, vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir. Meş'ar-i Haram, üzerinde İmam'ın durduğu dağın (tepenin) adıdır. Meş'ar: İbadet için belirlenen yerdir. ”Şeâir'de, şiardan alınma olup, alâmetler anlamına gelir. Şiar da alamet ve işaret anlamınadır. Bunun ”haram" vasfıyla nitelendirilmesi, yani ona bir kutsallık izafe edilmesinin sebebiyse, gerçekten kutsal olmasından kaynaklanmaktadır. Şu halde, buradaki yasaklara da dikkat etmek gerekir. Daha önce sapıklardan olduğunuz halde size doğru yolu gösterdiği gibi, O'nu anın. Siz daha önceleri imanın ve Allah'a taatın ne olduğunu bilmezken, size Allah'ı nasıl zikretmeniz gerektiğini gösterip öğreten Allah'ı çok zikredin. Bu zikir, Ondan korkmak ve O'na yakarmak biçiminde olsun. Bu zikir, bir istek ve heybetten kaynaklansın. Yani Allah'ın size gösterdiği gibi, O'nu zikredin, O'nun size gösterdiği yolu ve sınırı geçmeyin. Allah'ı zikretmek emredilince Arafat'tan sel gibi dönüşün de, insanların akın yaptığı yerden olması emrediliyor. Ve ikinci emir de birinci emre ”sonra" anlamındaki ”sümme" kelimesiyle bağlanarak şöyle denildi: 199Sonra insanların akın akın döndüğü yerden dönün. Yani Müzdelife'den değil Arafat'tan dönün. Nitekim Kureyş ve onların müttefikleri olan ”Hums", Müzdelife'de vakfe yapıyor ve: ”Biz Allah'ın yakınlarıyız, O'nun Hareminde oturuyoruz. Dolayısıyla, O'nun Hareminden çıkmayız" diyorlar ve diğer insanlarla birlikte, Hil bölgesinde olduğu için Arafat'ta vakfe yapmayı kendilerine yakıştırmıyorlardı. Oysa diğer araplar, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dinine uyarak Arafat'ta vakfe yapıyorlardı. Haik Arafat'tan akın akın dönmeye başladıklarında, ”Hums" olduklarını söyleyenler de Müzdelife'den hareket ederlerdi. İşte Allah bu âyeti bunun üzerine indirdi. Bu âyetle onlara da, diğer insanlar gibi, Arafat'ta vakfe yapmalarını ve yine onlar gibi, oradan beraber dönmelerini emretti. Burada geçen ”insanlar"ami maksat, Hums dışında kalan tüm araplar demektir. Çoğulu ”Ahmus" olan ”hums", cesur ve atılgan adam demektir. ”Ahmus" aynı zamanda, dininde kararlı ve katı olan anlamınadır. Kureyş, Kimine ve Kays kabileleri dinlerinde gayet şiddetli oldukları için, ”Hums" diye adlandırılırlardı. Mina günlerinde gölgelikte durmazlar, evlerine kapılarından girmezlerdi. Aynı zamanda bunlarla sözleşmeli olanlar veya bunlardan evli bulunanlar da böyleydi. Ve Allah'tan mağfiret dileyin. Bilgisizliğinizden dolayı menasikte değişiklik yapmaktan ve vakfe yerine aykırı davranmaktan doğan suçlarınızdan dolayı Allah'tan bağışlanmanızı dileyin. Şüphesiz Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Allah, af dileyenin günahını bağışlar ve ona lütufta bulunur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ebû Bekr'e, hacca gelenlerle birlikte Arafat'a çıkmasını ve orada vakfe yapmasını emretmiştir. Rivayete göre Allah, meleklerine karşı, Arafat'a çıkan mü'minlerle övünerek şöyle buyurur: ”Kullarıma hakin. Hepsi de en uzak yerlerden çıkıp gelmişler. Üst-başları dağınık, toz ve toprak içindeler. Şahit olun, ben onları bağışladım.") Yine rivayete göre, şeytanın, Arafe gününde küçüldüğü, aşağılandığı, zelil kılındığı kadar bir başka günde ezilip küçüldüğü, hakaret gördüğü olmamıştır. Şeytanın bu derece ezilmesinin sebebi, Allah'ın rahmetinin inmesini, Allah'ın, büyük günahları bağışlamasını görmesidir.(97) 200Hac ibadetlerinizi bitirince, atalarınızı andığınız gibi veya daha fazlasıyla Allah'ı zikredin. Yani cahiliye âdetlerini terkedin, âlemlerin Rabbi olan Allah'ı zikirle uğraşın. Araplar, hacla ilgili ibadetlerini bitirdiklerinde, Mina'da Mescid ile dağ arasında durup atalarına ait şeylerle övünürler, ve geçmiş güzel günlerini anarlardı. Onların her biri bununla ün kazanmayı ve yükselmeyi isterdi. Kendilerinden önce geçenlerin yaptıklarından kendilerine pay çıkarırlardı. Allah onlara bunu yasakladı. Onlara, atalarını anmalarının yerine, Allah'ı anmalarını O'nu yüceltmelerini, O'na senada bulunmalarını emretti. Çünkü bütün iyilikler, Allah'tandır. İnsanlardan bir kısmı: 'Rabbimiz! Nimetlerini bize dünyada ver!' der. Hacca gelen bir takım insanlar var ki, zikirlerinde ve dualarında, tek istekleri dünyalıktır. Bunlar, bize sadece dünyaya ait olan makam ve zenginliği ver, derler. Bunlar müşriklerdir. Bunlar haclarında yalnızca dünyayı isterler. Bunların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Bir payı ve hissesi yoktur. Çünkü bunların tüm istekleri dünyayla ilgilidir. En şerefli yerde, en değersiz şeyi istiyor ve böylece sürekli nimetlerden yüz çevirmiş oluyorlar. Büyük mülkten uzak duruyorlar. 201Onlardan Hacca gelenlerden bir kısmı da: 'Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver. Bu, sıhhat ve sağlık, kimseye muhtaç olmayacak derecede geçim, hayra ve iyiliğe muvaffakiyettir. Dünya ve âhiret hayrını isteyenlerin dünyadaki istekleri budur. İyilik (hasene): Her iki dünya için tüm hayırları kapsar. Âhirette de iyilik ver. Bu da sevap ve rahmettir. Ebu'l-Kasım Hakîm söyle der: ”Dünya iyiliği, mutlu bir yaşantı ve şehit olarak ölmektir. Âhiretle ilgili iyilik ise, kabirden kalkarken müjdeyle uyanmak, salim bir şekilde sırat köprüsünden geçebilmektir." Ve bizi cehennem azabından, af ve mağfiretle koru' derler. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir:"Dünya iyiliği, sâliha bir eş, âhiret iyiliği de huri'l-îndir. Cehennem azabı ise kötü bir eştir. ” ı 202İşte onların, bu iki dünyada da iyilik istemek için duâ eden ikinci grubun kazandıklarından payları vardır. İşledikleri güzel ameller cinsinden bunların büyük payları vardır. Bu, güzel menfaatleri içinde bulunduran sevaptır. Allah, hesabı süratli olandır. Yani kullarının çokluğuna ve amellerinin de fazlalığına rağmen onları göz açıp kapayıncaya kadar hesaba çeker. Çünkü Allah'ın düşünmeye, fikre ve herhangi bir şeye ihtiyacı yoktur. İşte kudreti bu derece olan zata taatı ihlâlden, ibadetlerde kusurdan sakının. 203Allah'ı belirli günlerde, teşrik günlerinde, namazların peşinde, kurbanları keserken, şeytan taşlarken hep zikredin. Teşrik günleri yevm-i Nahr denen Zilhiccenin onuncu gününden sonra üç gündür. Bunun ilk günü, Zilhiccenin onbirinci günüdür. İkinci günü de, Nefr-i Evvel günüdür. Buna böyle denmesinin sebebi, hacıların bir kısmının bu günde Mina'dan ayrılmaları sebebiyledir. Üçüncü günü ise, Nefr-i sanî günüdür. İşte Yevm-i Nahr ile bu üç güne, şeytan taşlama günleri ve namazların ardından tekbir getirme günleri denir. Kim iki gün içinde acele edip dönerse, kim acele edip Yevm-i Nahr'dan sonra iki günü daha tamamlamak suretiyle Mina'dan çıkmak ister, bu üç günlük zaman içinde şeytan taşlamakla ilgili olarak iki günle yetinirse, üçüncü günü de şeytan taşlamak için Minada beklemek ve kalmak istemezse, böyle bir acelede ona bir günah yoktur. Buna ruhsat verilmiştir. İşin özeti şöyledir: Hacı adayı olan kişi, teşrik günlerinde, birinci ve ikinci geceyi Mina'da geçirir, burada geceler. Her gün zeval vaktinden sonra yirmi bir taşla, şeytanları taşlar. Ancak deve bakıcılarına hacılara su taşıyan kimselere ve Mina'da iki gün geceleyip ikinci teşrik (99) gününde taşlarını atanlara ruhsat verilmiş Mina'da geceleme zorunluluğu kaldırılmıştır. Nitekim yüce Allah'ın ”Kim iki gün içinde acele edip dönerse, ona da bir günah yoktur" buyruğundan da bu anlaşılmaktadır. Buna göre gün batımına kadar oradan ayrılmamışsa, bu kimsenin üçüncü günü de şeytan taşlayıncaya kadar orada kalması ve ancak bundan sonra ayrılması gerekir. Kim de geri kalırsa, ona da bir günah yoktur. Kim zevalden önce, üçüncü günü şeytan taşlamasına kadar kalırsa, ruhsatı terkettiği için kendisine bir günah yoktur. Mana şöyledir: Kişi acele etmekle, erteleme arasında serbesttir. ”Ertelemek daha faziletli değil midir?" diye sorulursa, elbette bu daha faziletlidir. Ancak buradaki muhayyerlik faziletli ile en faziletli arasındadır. Tıpkı yolcu olan kimsenin oruç tutması daha faziletli ise de oruç tutmakla tutmamak arasındaki muhayyerliği gibi. Bu, Allah'tan korkan içindir. Yani zikredilen bu muhayyerlik ve günah olmama yönü, sadece Allah'ın koyduğu yasaklardan sakınanlar içindir. Çünkü gerçek hacı ve haccından yararlanacak olan kimse, yasaklardan sakınan kimsedir. Bu, farzları zahiren de olsa yerine getirmişse böyledir. O halde, hac yaparken olsun, sonra olsun Allah'tan korkun ve bilin ki, mutlaka O'nun huzurunda toplanacaksınız. İşlediklerinizin karşılığını görmek ve almak için diriltilecek ve O'nun huzurunda toplanacaksınız. Bu, takva ile emri pekiştirmekte ve Allah'ın emrine bağlanmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü insanlar hacdan döndüklerinde, Allah'a karşı suç işleme konusunda cesaretli oluyorlardı. Böylece onların uyarılması hususunda şiddetli davranılmıştır. Kabul edilmiş bir haccın işareti, dünya ile ilgisini kesmiş olarak oradan dönebilmek, hep âhireti arzulamaktır. Kişi kabul edilmiş bir hacdan dönünce, günahları affedilmiş olarak döner. Duası kabul edilir. Bu bakımdan selâm ile karşılanması da müstahaptır. Ondan bizim için istiğfar etmesini istemek de böyledir. Bazıları şöyle der: ”Asil, soylu ve hür kimse, eski ahdini bozmayan kimsedir. Eğer nefsin seni, Mevlânla yapmış olduğun ahdi bozmaya çağırırsa, ona şöyle de: Allah'a sığınırım! Gerçekten benim Rabbim O'dur! O bana güzel davrandı!" Bir zat şöyle demiştir: ”Bir grupla birlikte haçtan döndüm. Nefsim beni kötü bir işe sevketmek istedi. Bu sırada evin bir tarafından gaybtan bir ses duydum. Şöyle diyordu: Yazıklar olsun sana. Sen haccetmedin mi? Yazıklar olsun sana, sen haccetmedin mi? Bu ana kadar Rabbim beni korudu." Yine haccedenlerden biri dönerken yolda ölür. Arkadaşları kendisini defnederler. Fakat kazmayı kabirde unuturlar. Kazmayı çıkarmak için kabri tekrar eştiklerinde adamın boynu ve iki elinin kazmanın halkasında birleştiğini ve sapına dolandığını görürler. Tekrar üzerine toprak kapatıp, ölenin ailesine giderler, adamın durumunu ailesinden sorarlar. Onlar da şu cevabı verirler: Bir adamla arkadaşlık etmişti, adamın malını aldı ve bununla haccetti. 204İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözü, senin hoşuna gider. Yani sen, onun sözünün görünüşüne bakarak güzel bulur, onu kabul edersin. Buradaki ”hoşuna gitmek" (icah) bir şeyi güzel bulmak ve ona eğilim duymaktır. İşte durumu böyle olan bir kimsenin dünya ile ilgili olarak söylediği söz, seni sevindirir. Çünkü adam gayet tatlılıkla ve açıklıkla, fesahatla konuşuyor. Ancak konuştuğu âhiret hayatıyla ilgili değildir. Çünkü âhiretle ilgili olarak konuşursa adamın o konudaki yalancılığı ve çirkinliği ortaya çıkar. Ve Allah'ı kalbinde olana şahit tutar. Yani şöyle der: Benim kalbimdeki sevgi ve İslâm, dilimdeki sözüme muvafık olduğuna Allah şahittir. Halbuki o, en azılı düşmandır. O, Müslümanlara karşı düşmanlıkta çok aşırı giden bir kimsedir. Bu âyet, Ahnes b. Şüreyk es-Sakafî hakkında nazil olmuştur. Kendisi fizikî yönden güzel, tatlı konuşan, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dostluk gösteren, müslümanlık iddiasında bulunan, Allah sevgisinden dem vuran biriydi. Sevdiği iddiasında bulunup da gereğini yapmamak dinsiz ve zındıkların davranışıdır. Çünkü seven, sevgilisinin sevdiğini yapar. Nitekim şair şöyle der: "İlâhı sevdiğini göstermeye çalışırken, ona isyan ediyorsun Yemin ederim ki hu çok alçak bir iştir. Eğer sevgin doğru olsaydı, ona itaat ederdin. Çünkü, seven sevdiğine itaat eder." 205(Senin yanından) dönüp gittiği zaman, yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır. ”Çalışır" .şeklinde tercüme ettiğimiz âyetteki ”s'ay" kelimesi hızlı adımlarla yürümek ve koşmak demektir. Bu kelime bir benzetme yoluyla iş görmede ve kazanç elde etmede çalışına anlamında kullanılmıştır. Yani yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun, oralara girer, bozgunculuk eder. ”Nesil"; canlı varlık cinslerinin dişilerinden doğan şeydir. Ahnes geceleyin Sakîf kabilesine gelmiş, bu adamlara ait ekin ve hayvan ne varsa, hepsini helak etmişti. Çünkü kendisiyle onlar arasında bir düşmanlık bulunuyordu. Ya da bundan maksat kötü idarecilerin nesilleri öldürmeleri ve ekinleri telef etmeleridir veya halka zulmetmeleri bunların kötülüğü yüzünden Allah yağmuru keser de, böylece ekin ve nesil de helak olur gider. Allah, bozgunculuğu sevmez. Yani Allah bozgunculuktan hoşnut kalmaz. Ona buğzeder ve onu işleyene gazapta bulunur. 206Ona:'Allah'tan kork' denildiğinde, bu münafık ve bozguncuya öğüt ve nasihat yoluyla Allah'tan kork, yaptığın kötü iştir, bu münafıklığı ve bozgunculuğu bırak denildiğinde, gururu kendisini günah işlemeye sürükler. Yani onun cahiliye damarı kendisini günaha ve suça iter. Artık cehennem ona yeter. Onun cehennem ateşine girmesi ona yeter. Yaptıklarından dolayı orada sonsuza kadar kalacaktır. O, ne kötü bir döşektir. Yani orası gidip üzerine yatılacak ne kötü bir yataktır. İbn Mes'ud diyor ki: Allah katında en büyük günah, kendisine:"Allah'tan kork" denilen kişinin: ”Sen kendine karış" demesidir." Hazret-i Ömer'e ”Allah'tan kork" denilince, Allah'ın yanında ne kadar önemsiz olduğunu göstermek için yanağını yere koymuştur. Bu âyette Allah, sırf dünyalığı için dinini verenlerin halini anlatmıştı. Şimdi aşağıda göreceğimiz âyetle de, dini için dünyasını ve canını ortaya koyan ele almıyor: 207İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızâsını kazanmak için canını verir. Yani canını satar. Çünkü mükellef olan kimse oruç tutarak, namaz kılarak, haccederek ve cihad yaparak Allah'a itaat uğruna canını feda edince sanki sevap elde etmek için canını Allah'a satan kimse gibi olur. Allah kullarına karşı çok merhametlidir. Allah, kullarına olan merhametinden dolayı, onlardan canlarını ve mallarını satın alıyor. Oysa bunlar zaten Allah'ın mülkü ve hakkıdır. Allah, halis mülkü olan bu şeyleri, sayılmayacak ralımet ve ihsan karşılığı yine kendilerinden satın alıyor. Bu, Allah'ın bir lütfü ve keremidir. Âyet, Suhayb b. Sinan er-Rûmî hakkında nazil olmuştur. Bu zat, Medine'ye, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına hicret etmek üzere Mekke'den çıkınca, Kureyş'ten bazı kimseler peşine takıldı. Yanındaki bazı kimseleri öldürürler. Suhayb iyi bir okçuydu ve okları da yanındaydı: ”Ey Kureyşliler! Siz de biliyorsunuz ki, içinizdeki en iyi okçuyum. Vallahi, ben okumu attığım zaman, bir insanı tam kalbinden vururum. Allah'a yemin olsun ki, okluğumda bulunan tüm okları boşaltmadıkça, sonra da elimde bir şey kalmayıncaya kadar kılıcımla sizleri doğramadıkça hiç biriniz beni yakalayamazsınız. Bunlardan sonra eğer beni yakalarsanız, bana istediğinizi yapın. Kaldı ki, beni ele geçirmenizin size bir yararı da olmayacaktır. Ben yaşlı bir adamım. Mekke'deki evimde bir miktar varlığım var. Geri dönün, ve o malı alın ve beni inandığını İslâm dini ile başbaşa bırakın" dedi. Peşine düşenler, Suhayb Rûmî'nin dediğini yaptılar. O da Medine'ye gitti. Orada, Hazret-i Ebû Bekir'le karşılaştı. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh): ”Ey Suhayb! Kârlı bir alış-veriş" dedi. Suhayb: ”Nedir o?" diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) de, onun hakkında inen bu âyeti haber verdi. Suhayb, bunun üzerine çok sevindi. Çünkü Hazret-i Suhayb, malını vererek müşriklerden hayatını kurtarmıştı. Kuşkusuz mü’minler, kendi istekleriyle canlarını ortaya koyuyorlar. Bunun karşılığı ise, doğrudan doğruya cennettir. Allah'ın veli kulları, kendi arzularıyla canlarım sattılar. Burada canlarının değeri ve karşılığı Allah'ın rızâsıdır. İkisi arasında çok farklar vardır. Salik'in, yani Allah yoluna giren kimsenin görevi, vatandan çıkmak suretiyle, yakınların ülkesinden uzaklaşıp garip olmalıdır. Gerçek anlamda bir mücahid ve manevi bir şehid olması böylece mümkündür. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ne mutlu o gariplere!" buyurmuştur. 208Ey iman edenler! Hitabın münafıklara yönelik olması halinde 'Ey dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler!' Hep birlikte itaata girin. Allah'a gerçek anlamda teslim olun, hem dışınız ve hem içinizle Allah'a itaat edin. Âyetteki ”SUm"; teslim olma ve itaat anlamınadır. ”Hep birlikte" ifadesi haldir. Bir başka yorum da: ”İslâm'a tümüyle girin ve İslâm'a bir başka şeyi karıştırmayın" şeklindedir. Buna göre hitap, kitap ehlinin, mü'minlerinedir. Çünkü bunlar, eski dinlerinin bazı hükümlerine riâyet ediyorlardı. Nitekim rivayete göre, Abdullah b. Selâm ve arkadaşları, Tevrat'ın bazı hükümlerine bağlı kalıyorlardı. Meselâ Cumartesi gününe saygı gösteriyorlar, deve etini ve sütünü haram sayıyorlar, fakat başka hükümleri de terkediyorlardı. Şeytanın adımlarına uymayın. Yani şeytanın yaptıklarını yapmayın, onun çağırdığı bâtıl ve yanlış yollara giderek ona itaat etmeyin. Onun asılsız vesveselerine kapılmayın. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır. Onun düşmanlığı açıkça ortadadır. O, verdiği vesveselerle sizi bozarak, İslâm'ınıza leke düşürmek ister. 209Size apaçık deliller geldikten sonra doğru yoldan saparsanız... Zelel (Sapma): Aslında, ayak sürçmesi anlamınadır. Daha sonra bu, gerçek inançtan, doğru amelden dönme anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Buna göre anlam şöyle olur: Siz, hakta yanıldınız, hataya düştünüz. Bilgi bakımından olsun, amel yönünden olsun orta yolu çiğnediniz. Hem de davet edildiğiniz şeyin hak olduğu hususunda size apaçık deliller geldikten sonra bunları yaptınız. Bilin ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah, emri konusunda galip ve üstündür. Sizden intikam almak konusunda kesinlikle aciz değildir. O, aynı zamanda hüküm ve hikmet sahibidir. Bu bakımdan O, intikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır. Bu âyette, doğru yoldan sapanlar hakkında kesin bir tehdit vardır. Çünkü baba, çocuğuna: ”Eğer bana karşı gelirsen, sen beni bilirsin, benim ne kadar güçlü olduğumu da" derse, bu onu uyarmak bakımından, ”seni şöyle döverim, sana böyle yaparım" demekten daha etkili bir söz olur. 210Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerinin kendilerine gelmesini mi beklerler? Âyette geçen soru edatı olumsuzluk anlamınadır. Yani İslâm'a girmeyi terkeden ve şeytanın adımlarına uyan kimse, Allah'ın azabının gelmesini mi bekliyor? Âyette: ”Yoksa onlar Allah'ın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? ” ifadesi, Allah'ın azabının gelmesi manasınadır. Çünkü Allah, gelip gitmekten münezzehtir. Bu gibi şeyler hareket ve sükûneti gerektirir. Halbuki Allah için bu gibi şeyler sözkonusu olamaz. Bu ve benzeri âyetlerle ilgili olarak Mütekaddiminin (öncekilerin) görüşü şudur: İnsan, bunların zahirine iman etmeli, ancak bunun ilmini Allah'a bırakmalıdır. Çünkü insan, bu konuda Allah'ın muradının ne olduğunu gereğince ortaya koyabilmek konusunda, yanılabilir. En iyisi bu konuda bir şey söylemeyip susınaktır. Kelâmcılarm çoğunluğunun görüşü de, bunun kesinlikle etraflı bir şekilde anlatılması yoluyla teviline gitmektir. (101) Selefin görüşüne göre, bu gibi âyetlerin zahirlerine iman etmek, keyfiyetini ise araştırmamaktır. Âyetin tefsirinde en iyi olanı, bizim, selef mezhebini ve görüşünü kabul ederek, öylece hareket etmemizdir. Bunun için biz şöyle deriz:"Allah, kıyamet gününde kullarının arasında hüküm vermesi için, Celaline uygun ve ona lâyık bir gelişle gelecektir. Bu hususta kelâmcılarm yoluna girmemize de gerek yoktur. Çünkü bu, insanın ayağının sürçmesine sebep olur." Âyette geçen ”zulel" kelimesi ”zulle" kelimesinin çoğuludur. Zulle, insanı gölgeleyen şey demektir. ”Gamam" kelimesi ise ince beyaz bulut demektir. Örttüğü, için bu isim verilmiştir. Bulut, ancak üstüste gelerek bir arada bulunduğu zaman gölge olur. ”Meleklerin gelmesine" gelince, onlar, Allah'ın emrini getirmede aracıdırlar. Aslında o meleklerin gelişi, ancak gerçek te onlara azap getirmek içindir. Özet olarak demek istenen şudur: Tüm deliller ortaya konulmuştur. Artık bundan sonra sadece azabın gelmesi kalmıştır. Halbuki iş bitirilmiştir. Helak edilmeleriyle ilgli emir tamamlanmıştır. Ayette, işin olup bittiği, dili geçmiş zamana ait bir fiille, yani mazi fiiliyle anlatılmıştır. Bu ise, bu azabın kesin olacağını göstermek içindir. Bütün işler, başka bir varlığa değil, sadece Allah'a döner. Yaratılanların işleri ve amelleri hep O'na varacak ve kıyamet gününde aralarında O hüküm verecektir. Sevap verecek ve azaplandıracak olan O'dur. Mü'min kimseye yaraşan ise, hep Allah'a itaat etme tarafında bulunmak ve şeytanın adımlarına uymaktan, heva ve isteklerinin peşinden koşmaktan uzak durmaktır. "Ey iman edenler! Hep birlikte itaata girin" (Bakara: 208) âyetinin biri genel, diğeri de özel olmak üzere iki anlamı vardır. Genel anlamı, tüm iman edenlere hitaptır ve ”Siz görünürde (zahirde) İslâm'ın şartlarını yerine getirdiğiniz gibi, içten de bu şartları yerine getirin", anlamındadır. Bunun şartlarından biri de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisidir: ”Müslüman, öteki Müslümanların dilinin ve elinin kötülüklerinden güvencede bulunduğu kimsedir. Mü'min de, halkın malları ve kanları (canları) hususunda kendisinden emin olabildikleri kimsedir. ”(102) Özel anlamı da, bizzat insanın şahsıyla ilgili özel hitaptır. Kişinin tüm zahirî ve batını organlarına yöneliktir. Kişiye yaraşanı tüm erkanıyla fiilen İslâm'a girmekdir. Meselâ: ”Gözü bakmakla, kulağı dinlemekle, ağız yemekle, tenasül organı şehvetle, el tutup yakalamakla, ayaklar da yürümekledir." İşte bunlardan birisinin İslâm'a sokulması demek, Hakkın emirlerine teslim olmak, yasaklarından kaçınıp uzak durmak demektir. Kısaca kişi üzerine düşmeyen şeylere bakmamak, yani boş şeyleri bırakmalı ve mutlaka kendisi için gerekli olanını yapmalıdır. 211İsrail oğullarına sor. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)e veya hitap edilmeye lâyık olan herkese bir emirdir. Şu, senin dönemindeki İsrailoğullan liderlerine sor. Kendilerine ne kadar apaçık âyetler gönderdik. Biz onların atalarına, peygamberlerimiz eliyle nice apaçık mucizeler verdik. Meselâ, asa mucizesi, yed-i beyza (Hazret-i Mûsa'nın elinin parlaması) mucizesi, kudret helvası ve bıldırcın kebabı gibi mucizeler. Bu sual bir bakıma onları susturmak ve azarlamak içindir. Nitekim kıyamet gününde kâfirlere de bu anlamda sorulacaktır. Yoksa asıl maksat gerçek anlamda bir soru sorma değildir. Kim, Allah'ın nimeti kendisine geldikten sonra onu değiştirirse, Allah'ın, hidayetine sebep olmak için gönderdiği ve birer nimet olan açık mucizeleri değiştirip, bunu sapıklıkları için birer sebep haline getirirlerse, kendilerine bu gerçekler geldikten sonra inkâr ederler ve şükretmezlerse, her şeyi kesin bir şekilde öğrenip bildikten sonra gerekeni yapmazlarsa, şüphesiz ki Allah, azabı çok şiddetli olandır. Nimeti değiştirenlerin dünya ve âhiretteki azapları şiddetli olacaktır. Allah dünyada öldürülmeleri gibi bir ceza ile onlara ceza verecektir. Meselâ, bu öldürme olayı Beni Kurayza Yehudilerinde gerçekleştirilmişti. Beni Nadir Yehudilerinde olduğu gibi, kimisini de sürgünle cezalandırır. Kıyamet gününde ise ayrıca bunları, en şiddetli cenennem azabıyla cezalandırır. 212İnkâr edenlere, dünya hayatı süslü gösterildi. Dünya hayatı gözlerinde güzel gösterildi. Dünya sevgisi kaplerine içirildi (sokuldu). Nitekim bununla helak olup gittiler. İman edenlerle alay ediyorlar. Abdullah b. Mes'ud, Ammar, Suhayb ve Bilâl gibi mü'minlerin fakirleriyle alay ediyorlar, bunları küçümsüyorlar ve: ”Dünya lezzetlerini bırakmışlar da, kendilerine ibadet ederek işkence ediyorlar ve rahatlarını kaçırıyorlar" derlerdi. Oysa kıyamet gününde Allah'tan korkanlar... Allah'a itaat edenler ve mü'minlerden fakirliği tercih edenler...Bunların ”Allah'tan korkanlar", şeklinde zikredilmelerinin sebebi, Allah katında ancak takva sahibi müminin mesud olacağına işaret içindir. İşte bu niteliğe sahip olanlar, kıyamet gününde onlardan yani müşriklerden üstündürler. Çünkü bunlar A'la-yı İlliyîn'de yerleşirken müşrikler esfel-i safilînde yerlerini alacaklardır. Bu, gerçek anlamda bir üstünlüktür. Ya da bunlar kerametin en üst noktasında yer alacaklardır. Ötekilerse, aşağılanmanın ve rezil olmanın en alt tabakasında olacaklardır. Buna göre üstünlük mecazîdir. Allah, dilediğini hesapsız şekilde, her iki dünyada da rızıklandırır. Çünkü Allah, yanındaki şeylerin bitip tükünmesinden endişe duymaz, korkmaz. Allah zengindir ve takdir ettiği şeylerin de sınırı yoktur. Allah, hikmet ve iradesi gereği, kullarının kimine belli bir süre tanımak amacıyla, geniş imkânlar verir. Nitekim yukarıda sözkonusu edilen kâfirlere, Karun ve benzerlerine bu amaçla geniş imkânlar verilmiştir. Kimi kullarına tanıdığı geniş imkânlarsa, onlara olan lütuf ve kereminden dolayıdır. Nitekim zengin müminler, Hazret-i Süleyman ve benzerlerine tanınan imkânlar, hep yüce Allah'ın birer lütfundan ibarettir. Hadiste şöyle buyuruluyor: ”Cennet kapısında durdum ve oraya girenlerin çoğunun fakirler olduğunu gördüm. Cehennem kapısında durdum ve gördüm ki, içindekilerin çoğu kadınlardır. Bir de gördüm ki zenginler hapsedilmiş bekletiliyorlar. Ancak bunlardan cehennemlik olanlar içinse, onların cehenneme atılmaları için önceden emir verilmişti."003' Anlatıldığına göre Hazret-i İsa, beraberinde bir yahudiyle yolculuğa çıkmıştı. Hazret-i İsa'nın yanında üç ekmek bulunuyordu. Bunları koruması için yahudiye verdi. Bir süre sonra yahudi bunlardan birini yedi. Hazret-i İsa:"Verdiğim üç ekmeği ver" dedi. Yahudi iki tane verdi. Hazret-i İsa (aleyhisselâm), ”Üçüncüsü nerede?" diye sordu. Yahudi:"Bu ikisinden başka yoktu" dedi. İkisi birlikte yürüdüler. Bu adam Hazret-i İsa'da olağanüstü haller gördü. Hazret-i İsa, bunlar adına yemin verdirdi, fakat adam yine aldığını söylemedi. Yolda altından üç kerpiç buldular. Hazret-i İsa, bunun biri benim olsun, biri senin, biri de üçüncü ekmeği yiyenin olsun, dedi. Yahudi hemen öne atılarak:"Onu ben yedim" dedi. Hazret-i İsa:"Bundan böyle benden uzak dur" dedi ve üç altın kerpici de yahudinin yanında bırakıp gitti. Bu arada üç hırsız geldiler ve yahudiyi öldürerek, altınları aklılar. Sonra da aralarından birisini, kendilerine ekmek ve yiyecek alması için gönderirler. Adam gözden kaybolunca, geride kalan iki hırsız, aralarında, arkadaşları döndüğünde onu öldürmek için anlaştılar. Dediler ki: ”Dönünce onu öldürürüz, payını da ikimiz bölüşürüz." Ancak şeytan yiyecek almaya gidene de vesvese verdi. O da: ”Alacağım yiyeceklere zehir katayım, o ikisi ölsün, altınların tümünü ben alayım" dedi. Sonra, alış-verişini yaptı ve yiyeceklere zehir kattı. Böylece Adam döndüğünde, iki arkadaş, hemen bunu öldürürler, sonra da oturup yiyecekleri yediler ve onlar da bulundukları yerde yığılıp kaldılar. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) tekrar oradan dönerken, hem yahudinin, hem de üç kişinin öldüğünü gördü ve buna hayret ederek şöyle dedi: ”İşte dünya, kendi erbabına böyle muamele eder." Akıllı kimse odur ki, dünya malına aklanmaz, onun çokluğundan dolayı gurura kapılmaz. Onları toplayıp biriktirmek için ihtimam göstermez. Aksine, âhirette biçmesi için onları dünyada eker. Çünkü dünya, âhiretin tarlası ve ekeneğidir. Zenginler de, varlıklarının çokluğuna aldan arak, fakir ve yoksul kimseleri küçük görmesinler, onlarla alay etmesinler. Çünkü bunlar kâfirlerle ilgili niteliklerdir. 213İnsanlar tek bir ümmetti. Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) döneminden, tâ Hazret-i Nün (aleyhisselâm) dönemine kadar insanlar, iman bakımından tek bir ümmetti. Hepsi de imanda ittifak halindeydiler. Hazret-i Âdem ile Hazret-i Nuh arasında ise tam on asır geçmişti.(104) 104- Rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: ”Hazret-i Nuh ile Hazret-i Âdem arası on nesildi ve hepsi de İslâm üzereydi." Daha sonra putperestlik ortaya çıktı. Allah onlara müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdi. Yani ihtilafa düştükleri için. Bunu âyetin: İnsanların ihtilafa düştükleri hususlarda aralarında hüküm vermeleri için... bölümünden öğrenmekteyiz. Allah kendisine itaat edenlere sevap müjdeleyen, küfredip isyan edenlere de uyarıda bulunan peygamberler gönderdi. O peygamberlerle beraber hak kitap indirdi. Bu peygamberlerden kendilerine kitap verilenlerle birlikte hak ve adaleti içeren, onlara şehadette bulunan kitap da indirdi. Bu kitaplar önceleri ittifak halindeyken sonradan ihtilâf ettikleri hususlarda, Allah'ın hüküm vermesi için kendilerine gönderilmişti. Bu kitap hakkında apaçık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık yüzünden, kendilerine kitap verilenler ihtilâf etmişlerdir. Hak konusunda ihtilâfa düşenler, sadece kendilerine kitap verilenlerdir. Oysa aralarındaki ihtilâfın kaldırılması için kitap gönderilmişti. Tam aksine davrandılar. Çünkü ihtilâfın kaldırılması için gönderilen kitabı, ihtilâfın iyice yerleşip kökleşmesine sebep kıldılar. Kaldı ki, bu konuda her türlü açıklık ve delil de kendilerine gelmişti. Buna rağmen yaptılar. Çünkü dünyaya aşırı düşkünlükleri sebebiyle, haset ve zulüm için bu yolu seçtiler. Tıpkı Kabil'in Habü'e davranması gibi. Kabil, Habil'i, sırf çekemediği ve haset ettiği için öldürmüştür. Yoksa hakkı seçemediği için değil. Nitekim bu, her çağda böyle olagelmiştir. Allah, onların ihtilâfa düştükleri gerçekler hakkında iman edenlere izniyle doğru olanı gösterdi. Allah, kitaba iman edenlere, hak konusunda ihtilâfa düştükleri şeyi, izniyle, emri, lütfü ve kolaylaştırmasıyla gösterdi. Böylece onlar da hakkı bâtıldan ayırdedebilecek bir aydınlık ve nur ile görmüş oldular. Allah, dilediğini doğru yola iletir. Dolayısıyla yoluna gireni saptırmaz. 214Sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz? Bu âyetle hem Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve hem mü’minlere hitap edilmektedir. Önceki âyette ümmetlerin peygamberlerine karşı ihtilâfları ele alınmıştı. Burada inanan kesime cesaretlenmeleri, küfre karşı koymada sabır göstermeleri açısından bir güven verilmek isteniyor. Çünkü işin sonunda zafer ve kurtuluş vardır. Sizden önceki peygamberlere ve onlarla beraber inananlara yapılanların aynısı, sizin de başınıza gelmedikçe, onların çetikleri korkunç belâları siz de görmedikçe, aynı şekildeki şiddet ve sıkıntıyı çekmedikçe, cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu ve öyle sarsılmışlardı ki... Korku ve yoksulluk onları öylesine sarmış, öyle acılar ve hastalıklarla karşılaşmışlardı ki başlarına gelen şiddet ve dayanılmaz felaket sebebiyle, peygamber ve onunla beraber iman edenler: Şiddet ve sıkıntıdan dolayı, insanların içinde Allah'a ait işleri en iyi bilen ve Allah'ın yardımına en çok güveni olan peygamber bile, kendi izinden giden ve onun nurlarıyla aydınlığa ulaşan müminlerle birlikte: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' Bize Allah'ın vadettiği yardım ne zaman gelecek? demişlerdi. Onlar bunu istiyorlar ve bunu arzu ediyorlardı. Çünkü şiddet, sıkıntı ve zorluk uzun sürmüştü. Rabbimiz kendilerine şöyle cevap verdi: Bilin ki, Allah'ın yardımı çok yakındır. Yani Ben, dostlarımın yardımcısıyım. Bundan hiç kuşku edilmesin. Benim onlara yardımımın gelmesi ve onları zafere erdireceğim zaman yakındır. Şüphesiz ki gelecek olan her şey, yakındır. Âyette cevap mahiyetinde, yakınlıktan söz edilmesi, acaba Allah'ın yardım zamanı yakın mı, uzak mı şeklinde bir sorunun cevabı olmaktadır. Eğer soru, ”yardım ve zafer var mı yok mu?" Biçiminde olsaydı, bu cevabı suale uygun olmazdı. Ayrıca âyette, Allah'a ulaşabilmek ve O'nun katında üstün bir derece elde edebilmek, neva, arzu ve lezzetleri terketmekle, sıkıntılara göğüs germekle, riyazetlerle kazanılacağına işaret ediliyor. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Cennet, nefsin arzulamadığı şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem de nefsin şehevî istekleriyle kuşatılmıştır. ” (105) Habbab b. Eret (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Müşriklerin bize yaptıklarından dolayı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şikâyette bulunduk. Şöyle buyurdular: ”Doğrusu sizden önce geçen ümmetler türlü işkencelerle karşı karşıya kalıyorlar fakat yine de bu onları dinlerinden döndürmüyordu. Öyle ki adamın, başı üzerine testere konularak ikiye biçilirdi, demir tarakla eti, kemiği ve damarları birbirinden ayrılırdı da, bütün bunlar onu dininden döndürmezdi. Allah'a yemin ederim ki, Allah bu işi (İslâm dinini) zafere erdirecektir. Öyle ki bir süvari tek başına tâ San'a'dan Hadramut'a kadar gidecek de, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkusu olmayacaktır. Ancak tek korkusu (Eğer koyun sürüsü varsa) kurdun saldırması olacaktır. Ancak sizler acele etmektesiniz."'m' 215Sana, Allah'ın yolunda neyi harcayacaklarını soruyorlar. Mallarının hangi türü ve cinsinden Allah yolunda infak edelim derler? Bu âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, ashabını Allah yolunda tasaddukta bulunmaya teşvik ettiği bir sırada nazil oldu. Amr b. Cemûh çok yaşlı ve oldukça zengin birisiydi. Rasûlullah'a: ”Mallarımızdan hangilerini yardım olarak verelim ve nerelere verelim?" diye sormuştu. De ki: 'Harcayacağınız hayırlı bir şey, yani Allah yolunda hayır olarak neyi harcarsanız. Burada mal, hayır olarak adlandırılmıştır. Çünkü maldan amaç, onun hayra kullanılmasıdır. Ana-baba... Burada Allah yolunda harcama yapılacak yerler açıklanırken, öncelikle bunun en önemli olanından başlanılıyor. Çünkü bir şeyin gerçek anlamda infak olabilmesi için, onun mutlaka yerinde harcanması gerekir. Akrabalar, yetimler, düşkünler ve yolda kalmış kimseler içindir. Akraba ve yetimlerden ihtiyaç sahibi olanlarına, düşkünlere ve yolda kalmış olanlara infak edilir. Âyette dilencilerle köleler geçmemiştir. Ancak bunlar da genel hatlarıyla: Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir' hükmü içinde yer alırlar. Çünkü âyetin bu bölümü hayrın her türünü ve hangi yerlere yapılması gerektiğini kapsar. Hayır olarak ne yapmışsanız ve hangi maksatla yapmışsanız, Allah bunun içyüzünü bilir ve buna ilişkin sevabı verir. Bu âyetten asıl amaç, ana-babaya iyilik yapmaya, akraba ile ilgiyi kesmemeye teşviktir. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını Allah rızâsı için karşılama konusunda da teşvik vardır. 216Hoşunuza gitmediği halde, savaşmak size farz kılındı. Size zor gelmesine ve hoşlanmamanıza rağmen, kâfirlerle savaşmak size farz kılındı. Bu hoşlanmama olayı, yaratılış itibariyle insanın bundan rahatsız olmasından, nefse ağır gelmesinden, korkusu ve tehlikesi de oldukça büyük olmasındandır. Yoksa bu, onların Allah'ın emrinden hoşlanmadıkları anlamında değildir. Fakat eğer kişi, inanç açısından bundan hoşlanmıyorsa, bu, münafıkların niteliklerindendir. Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Bazan savaşmak gibi zor işler, hoşunuza gitmese bile sizin için daha hayırlı olabilir. Çünkü savaşta iki güzellikten biri vardır: Ya zafer kazanarak ganimet sahibi olmak veya şehit olarak cennete girmek. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Meselâ savaşa gitmeyip evinde oturup kalma gibi hoşa giden şeyler, birçok yönden kayıplarınıza neden olur. Savaştaki ganimeti ve ecri kaybeder. Düşmanın üstünlük kazanarak ülkeyi harabeye çevirmesine neden olabilir. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz. Dininiz ve dünyanız için neyin hayırlı olup olmadığını siz değil, ancak Allah bilir. Zaten bilemediğiniz içindir ki, bunlar hoşunuza gitmiyor. Zünnûn el-Mısrî şöyle diyor: Fesad ve bozgunculuk milletin içine şu altı şeyden dolayı girer: 1- Âhiret ameliyle ilgili olarak niyet zayıflığı, 2- Bedenlerin, şehvetler uğruna rehin alınması, 3- Ecelin yakın olmasına rağmen uzun emeller peşinden koşmak, 4- Allah'ın rızâsına halkın rızâsını tercih etmek, 5- Heva ve arzulara uyarak peygamberlerinin sünnetini arkaya atmak, 6- Öncekilerin az sayıdaki ayak sürçmelerini birer delil kabul edip, çok sayıdaki iyilik örneklerini görmezlikten gelmek. Akıllı kişi, heva, şehvet ve bidatin ortadan kalkması için nefsiyle ve kötü alışkanlıkları ile cihad eden, kalblerde Kitap ve Sünnete göre amel etmenin yer edebilmesi için de gayret gösterendir. İbrahim Havass (radıyallahü anh) da der ki: Bir dağda yürüyordum. Bir nar gördüm ve iştahım çekti. Yaklaşıp ondan bir tane aldım. Yarıp içine baktım, henüz olmamıştı, ekşiydi. Onu bırakıp yürümeye devam ettim. Yere uzanmış bir adam gördüm. Üzerinde eşek arıları toplanmıştı. ”Allah'ın selâmı üzerine olsun" dedim. Bana: ”Allah'ın selâmı senin de üzerine olsun ey İbrahim" dedi. Bu defa: ”Beni nereden tanıyorsun?" dedim. O da: ”Allah'ı bilip tanıyan kimseye bir şey gizli kalmaz" cevabını verdi. Kendisine: ”Görüyorum ki, Allah katında bir yerin var. Seni bu eşek arılarından ve sineklerden koruması, ezasından kurtarması için Allah'tan istekte bulunsaydm ya" dedim. O da: ”Ben de senin Allah katında bir yerinin olduğunu görüyorum. Seni nara karşı arzu ve istek duymaktan kurtarmasını isteseydin ya! Çünkü insan, narın sokmasının acısını âhirette duyar, halbuki eşek arılarının sokması insana sadece bu dünyada acı verir." dedi. Bunun üzerine adamı bırakıp yürüdüm. 217Sana haram ayda savaş etmekten soruyorlar. Rivayete göre Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cemaziyelahir ayında, Abdullah b. Cahş ile beraberindeki sekiz muhaciri bir seriye için göndermişti. Onların komutanı Abdullah b. Cahş'a bir mektup yazıp verdi ve: ”Allah'ın adıyla yola devam et. İki günlük yol yürüdükten sonra mektubu aç. Bundan önce açıp okuma. İki günlük yol yürüdükten sonra konakladığında, mektubu aç ve arkadaşlarına oku. Sonra da verdiğim talimat gereğince yoluna devam et. Seninle birlikte yürüyen arkadaşlarından herhangi birini yürüme açısından kerih görme." buyurdu. Abdullah b. Cahş iki gün yola devanı etti. Sonra konakladı ve mektubu açtı. İçinde şu ifadeler yer alıyordu: ”Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Bundan böyle, Allah'ın bereketiyle, sana uyan arkadaşlarınla birlikte yürü. Batn-ı Nahle denilen yere kadar git. Orada, Kureyş kervanım bekle ve gözetle. Belki bize ondan bir haber getirebilirsin." Abdullah, mektubu okuyunca: ”İşittim ve itaate hazırım" dedi. Sonra da durumu arkadaşlarına anlattı: ”Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), sizden herhangi birinizi zorlamaktan beni menetti. Sizden şehitlik isteyenler varsa, gelsin. Gelmek istemeyenler de geri dönsün" dedi. Sonra yola koyuldu. Arkadaşları da kendisiyle geldi ve hiçbiri ondan ayrılmadı. Mekke ile Taif arasındaki Batn-ı Nahle denilen vadiye geldiler. Bu sırada Kureyş Kervanı da geçiyordu. Yükleri kuru üzüm, yiyecek ve gıda maddeleriydi. Taif ticaretinden dönüyorlardı. İçlerinde Amr b. Hadramî de vardı. Rasûlullah'ın ashabını görünce korktular. Abdullah b. Cahş: ”Adamlar sizden ürperdi" dedi. İçinizden birinin saçını tıraş edin de, onlara gözüksün. Ukkaşe'nin saçını traş ettiler. Sonra o, bu haliyle onlara göründü. Kureyşliler: ”Bunlar umreden dönen bir topluluktur, bize bir zararları olmaz" deyip rahatladılar. Bu olayın olduğu günü, seriyede bulunan Müslümanlar Cemaziyelahir'in son günü olarak biliyorlardı. Oysa aslında Recep ayına girilmişti. Aralarında istişarede bulundular ve dediler ki: ”Eğer bu adamları geceye bırakırsak, haram aya girerler ve böylece sizden kurtulmuş olurlar." Bunun üzerine onlara baskın yapmaya karar verdiler. Vakid b. Abdullah es-Sehmî, Amr b. Hadramî'ye bir ok atarak onu öldürdü. Müminler, Hakem b. Keysan ile Osman b. Abdullah'ı esir alarak ticaret kervanıyla birlikte Medine'ye, Rasûlullah'a geldiler. Bu olayı fırsat bilen Kureyşliler: ”Muhammed, Haram ayı çiğnedi, onu helâl saydı. Halbuki her yıl korkudan güvencede olduğu bu ayın hürmetini o çiğnedi. Bu ayda kan akıttı, esir aldı" diyerek propagandaya giriştiler ve Mekke'deki Müslümanları ayıpladılar. Mekke'li müşrikler, oradaki Müslümanlara: ”Ey dinsizler ve sapıklar topluluğu! Sizler haram ayı helâl kıldınız. O ayda savaştınız, adam öldürdünüz" dediler. Bu durum Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ulaştı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Cahş ile arkadaşlarına: ”Ben size haram ayda savaşmanızı emretmedim" buyurdu. İnsanlar bu konuda bir hayli işi ileri götürdüler. İşte bunun üzerine Allah, bu âyeti indirdi. Buna göre anlam şöyle oluyor: Müslümanlar senden, haram ayla yani Recep'le ilgili bilgi edinmek istiyorlar. Bu ayda savaş etmek haram olduğu için, haram ay diye adlandırılmıştır. Ey Rasûlüm Muhammed, onlara cevap olarak de ki; 'O ayda savaşmak, Allah katında büyük bir günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek, insanları Mescid-i Haram'dan menetmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında en büyük bir günahtır. Kulu, Allah'a götüren ve yaklaştıran İslâm'a girmeyi engellemek, Allah'ı inkâr etmek, Müslümanların Mekke'ye girmelerine, Kabe'yi ziyaret etmelerine engel olmak, Mescid'in bulunduğu şehirde oturan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i ve müminleri buradan çıkarmak, Allah katında ceza ve günah bakımından, Müslümanların Amr b. Hadramî'yi haram ayda öldürmelerinden daha büyük ve daha iğrençtir. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha büyük bir suçtur.' Yani sizin işlediğiniz Müslümanları Mekke'den çıkarmak, şirk ve halkı İslâm'dan menetmek gibi suçlar, bu konuda fitne çıkarmanız, haram ayda Amr b. Hadramî'yi öldürmekten daha büyük bir suçtur. Kâfirlerin gücü yetse sizi dininizden döndürünceye kadar durmadan sizinle savaşırlar. Bu âyet onların, düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini gösteriyor. Ey müminler! Kâfirler sizinle mücadele etmek ve savaşmakta o kadar kararlılar ki, sizi hak olan dininizden döndürüp, bâtıl olan dinlerine çevirinceye kadar, bunu sürdürürler. Eğer buna güçleri yetse, hiç durmadan gerekeni yaparlar. Bu, onların bâtıl inançlarında ne denli katı olduklarını gösteriyor. Sanki şöyle deniliyor: Onlar bu imkânı nereden bulabilirler ki? Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, Kim bunu yapar, onların saptırması ve aldatmasıyla İslâm'dan döner ve bu haliyle de ölür ve tekrar İslâm'a dönmezse, işte onların, dünya ve âhiret amelleri boşa gitmiştir. Bu dinden dönüp bu hallerinde ısrar edenlerin, müslümanken yaptıkları bütün ameller, her iki dünyada da boşa gitmiştir. Dünyada boşa gitmesi; dinden döndüğü için yakalanması halinde öldürülmesi, nikâh bağlarının sona ermesi, Müslümanlara ait mallara mirasçı olmaktan yoksun kılınmaları ve buna benzer şeylerin tümünü kaybetmelerindendir. Âhirette ise, sevabı ve varacakları güzel yeri kaybetmişlerdir. Âyetin zahirine göre, zikredilen hükümlerin sabit olması için vefatın mürted iken olması gerekir. Buda, dünya ve âhirette tüm amellerinin boşa gitmesi ve içinde ebedî kalmak üzere cehennemlik olmasıdır. Eğer dinden dönen kimse, yeniden İslâm'a girerse, o zaman yukarıdaki hükümlerden hiçbiri kendisi için sabit olmaz. Bu bakımdan İmam Şafiî, bu âyeti delil kabul ederek mürtedlik, amellerin boşa gitmesine sebep olmayıp, ancak mürted, bu haliyle ölürse, öldüğü andan itibaren tüm amelleri boşa gider, demiştir. Ebû Hanife'ye göre ise, mürtedlik mutlak anlamda tüm amelleri boşa çıkarır. Kişi sonradan müslüman da olsa, önceki amelleri boşa gitmiştir. Ebû Hanife de: ”Eğer onlar Allah'a şirk koşsalardı, yaptıkları bütün amelleri hoşa giderdi" (Enam: 88) âyetiyle: ”Kim dini inkâr ederse, şüphesiz onun, daha önceki amelleri boşa gider" (Maide: 5) âyetinin genel anlamından hareketle bu ictihadda bulunmuştur. İşte cehennemlikler onlardır. Oradan ayrılmazlar. Onlar orada, ebedî olarak kalacaklardır. Tıpkı öteki kâfirler gibi. Mutlaka mü'minin sâlih amel işlemesi ve amelini boşa çıkaracak şeylerden de korunması gerekir. Çünkü dinden dönmenin sebebi, işi tam anlamıyla ve kesinlikle bilmemelerindendir. Böyle olmasaydı, şeytan gerçek müslümamn çevresinde nasıl dolaşabilir? Tüm kayıtlardan kurtulmuş ve tek mabud olarak Allah'a ulaşmış bir mü'min bu duruma nasıl düşebilir? Şeyh İbn Serrac'ın da söyledikleri şöyledir: Cüneyd Bağdadiden şunları dinlemiştim: ”İblis'i rüyamda, adeta çıplak gibi gördüm ve: ”Sen halktan utanmaz mısın?" diye sordum. Bana şöyle dedi: ”Eğer bunlar halktan olsalardı, çocukların topla oynadıkları gibi onlarla oynamazdım." Bu defa: ”Peki, halk dediğin de kimler oluyor?" dedim. Onlar hep Mescide devam edenlerdir ki, vücudumda derman bırakmazlar; kalbimi yakarlar. Ne zaman onları gözüme kestirmeye uğraşırsam, hemen beni Allah'a işaret ederler, onların zikirlerinin nuruyla yanacak gibi olurum" cevabını verdi. Sonra şöyle devam etti: ”Ben hemen uyandım ve geceleyin mescide vardım. İçeride, üç kişinin oturduğunu gördüm. Başlarını hırkalarıyla örtmüşlerdi. Benim içeri girdiğimi hissettiklerinde biri başını çıkarıp şöyle konuştu: ”Ey Ebe'l-Kasım! Sana bir şey söylendiğinde, hemen onu kabul eder, dinler misin?" "Şimdi onların Allah'a itaatlerindeki gayretlerine bir bak, Allah'tan başkasıyla ilgilerini kesmelerindeki saflığa dikkat et. Bunlar gerçekten hakiki Müslümanlardandır. ” Bu incilerin nazımı bu fakir diyor ki: Bana şeyhim Allame -Allah kendisini selamette baki kılsın- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”İslâm garip olarak başladı ve başladığı gibi de garip olarak dönecektir. ”' ' hadisiyle ilgili olarak şöyle dedi: Burada İslâm'dan murat, gerçek İslâm'dır. Bunun sahibi asla irtidat etmez. Garip oluşu da, kendisinin bir arkadaşının ve sırdaşının olmamasıdır. 218Şüphesiz ki, iman edenler, Bu âyet, mücahitler hakkında nazil olmuştur. İmanlarında sebat edip, dininden dönüp mürted olmayanlar anlamındadır. Hicret edip Allah yolunda cihad edenler, evlerinden ve ailelerinden ayrılıp, müşriklerle Allah yolunda cihad edenler, dininin yücelmesi için itaat edenler, işte onlar, Allah'ın rahmetini umarlar. Allah'tan sevap beklerler. Mürtedlerin amellerinin boşa gittiği gibi, bunların amelleri boşa gitmez. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Kullarından meydana gelecek hataları çok bağışlayan, onlara ecri ve sevabı fazla fazla verendir. Katâde demiştir ki: ”Bunlar, ümmetin en hayırlılarıdır. Sonra Allah bunları sizin de işittiğiniz gibi, recâ ehli yani umutvar olanlar kılmıştır. Çünkü uman ister, korkan da kaçar." Denildiğine göre, Hacac-ı Zalim, vefat edeceğine yakın, şöyle duâ edermiş: ”Allah'ım, beni bağışla. Çünkü halk senin beni affetmeyeceğini söylüyor." Kendisi, hicri 95 yılında, inşa ettirdiği Vâsıt şehrinde vefat etmiştir. Vefat ettiği günün adına, ”Irak'ın düğün günü" adı verilmiştir. Saray'dan bir cariye çığlık atıncaya kadar kimse ölümünü öğrenmemişti. Cariye ağlayarak çıkıp şöyle seslenir: ”Haberiniz olsun, yemek yediren, sıkıntıları önleyen adam öldü." Sonra Haccac defnedilir. Şam halkından biri, kabrinin başına gelir ve şöyle der: ”Allah'ım! Bizi Haccac'ın şefaatından mahrum bırakma." Irak halkından biri de talâkla yemin ederek, Haccac'ın cehennemde olduğunu söylemiştir. Bunun için Tâvus'tan fetva sorarlar. O da: ”Allah, dilediğini bağışlar. Ben onun cennette olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla talâkı geçerlidir ve hanımı boştur" der. Yine söylendiğine göre, bu şahıs Hasan-ı Basrî'den de fetva ister. O da şöyle der: ”Hanımına git ve onunla beraber ol. Eğer Haccac, cehennemde değilse, sizin haramda olmanızın size bir zararı yoktur." Ben bu anlatılandan, Allah'ın çok bağışlayan ve merhamet eden olduğunu kesin olarak anlamış oldum. Allah, kulunun günahı deniz köpüğü gibi çok olsa bile, bağışlar. Kullar için gerekli olan, Allah'tan umudunu kesmemektir. İşte bu üç mertebe, yani iman, hicret ve cihad mertebesi, ..Allah'tan korkun, O'na bir yol arayın. Ve O'nun yolunda cihad edin. (Mâide: 35) âyetiyle anlatılmak istenen mertebedir. Çünkü hicret edebilmenin yolu iman etmekten geçer. Kişinin heva ve istekleriyle cihad edebilmesi de ancak şehvetleri terketmekten geçer. Kim bu denileni gerçekleştirirse, onun Allah'ın rahmetini umması hakkıdır. Ayrıca hicret de iki kısımdır. Biri şeklî hicrettir. Bunun hükmü, Mekke'nin fethiyle bitmiştir. Nitekim Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), şöyle buyuruyorlar: ”Artık Mekke'nin fethinden sonra hicret yoktur. ”m) İkincisi ise, manevî hicrettir. Bu, insanın, heva ve isteklerini bırakıp Allah'a giden yolda yüriimesidir. Çünkü kalb kâbesinin, fethi buna bağlıdır. Bu derece, kalbi şirk ve heva putlarından arındırmakla elde olunur. İşte bu hicretin hükmü kıyamete kadar devam eder. Anlatıldığına göre, adamın biri meşayihten birine gider ve: ”Bana İsm-i A'zam duasını öğretmeni istiyorum" der. O da: ”Senin bunu öğrenebilme ehliyetin var mı?" diye sorar. Evet, cevabını verir. Gidilen zat: ”O halde sen, şehrin giriş kapısına git, sonra gel, orada gördüklerini bana anlat" der. Adam gider, şehrin kapısında oturup bekler. Bir de bakar ki, yaşlı bir oduncu, eşeğiyle odun getiriyor. Askerin biri gelip yaşlı oduncuyu döver ve odunlarını elinden alır. Bu olaydan sonra döner, gidip o şeyhe, gördüklerini anlatır. Şeyh; ”Eğer İsm-i A'zam duasını hileydin, bununla o askere ne yapmak isterdin?" der. Adam da: ”O askerin helak olması için bedduada bulunurdum." cevabını verir. Şeyh, kendisine: ”O gördüğün yaşlı oduncu var ya, işte bu İsm-i A'zam duasını bana öğreten odur" der ve: ”Şunu iyice bilmelisin ki, İsm-i A'zam duasını ancak şu niteliklere sahib birisi öğrenebilir: Sabretmesini bilecek, halka merhamet edecek ve onlara karşı şefkatli bulunacaktır" diye ekler. 219Sana içki ve kumardan soruyorlar. İbn Abbas (radıyallahü anh) diyor ki: ”Rasûlullah'ın ashabından daha hayırlı hiçbir kimseyi görmedim. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan onüç mesele dışında bir şey sormadılar. Sorduklarının hepsi de Kur'an'dadır ve kendilerine ve Müslümanlara yararlı şeylerdir. İçki ve kumarın hükmünden soruyorlar. Buna sadece içki içmek dahil olmayıp, içki alım satımı ve içki konusunda şeriata aykırı ne gibi durumlar varsa, hepsi bu hükme dahildir. İçki anlamına gelen ”hamr", örtmek manasınadır. Hamr denmesinin sebebi, akıl ve bilinci örtmesinden dolayıdır. Aynı zamanda buna akıl ve temyiz gücünün fonksiyonlarını ortadan kaldırdığı için ”seker" yani sarhoşluk veren şey de denilmiştir. Kumar da böyledir. Kumara ”Meysir" denilmiştir. Ya ”Kolaylık" anlamındaki ”yüsr" kelimesinden türemiştir. Çünkü kumar oynayan, karşındakinin malını kolaylıkla, hiçbir çaba ve yorulma göstermeden, aldığı için bu isim verilmiştir veya kelime ”yesar" dan alınma olup, bir tür soygun anlamına gelir. Kumarın her türü buna girer. De ki: 'Onlarda büyük günahlar vardır. İçki içmede ve kumar oynamada büyük günahlar vardır. Çünkü içki insanın aklını alır. Oysa akıl, din ve dünyanın kutbu demektir. Ayrıca içki ve kumarın ikisi de, malı telef eder. İnsanlar için bazı dünyevî faydaları da vardır. İçki kazancıyla ve kumar parasıyla, hiçbir zahmet çekmeksizin kolayca varlık sahibi olunması, kumardan kazanılan develerin etlerinden yoksulların faydalanması gibi. Çünkü kumardan kazanılan deve etleri ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyordu. Vâkidî şöyle diyor: ”Bazen öyle olurdu ki, bir adam, kumarın bir oturumunda bir adamın yüz devesini kazanabilirdi. Hiçbir güçlük ve sıkıntıya katlanmaksızm ve para ödemeksizin büyük bir mala konardı. Sonra da kazandıklarını yoksullara dağıtır, böylece onların övgüsünü kazanırdı." Ancak günahları faydalarından çok büyüktür.' Meselâ içki sebebiyle düşmanlık ve kin meydana gelir. İnsanı Allah'ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoyar. İçki insanı beyinsiz ve akılsız duruma düşürür. İçki içen kimse adeta sidiği, pisliği ve kusmuğu ile oynar. Nitekim İbn Ebu'd-Dünya anlatıyor: ”Kendisi bir sarhoş görmüş, adam eline işiyor, sonra da, tıpkı abdest alıyor gibi, bununla yüzünü yıkıyor, ardından da şöyle diyor: İslâm'ı bir nur, suyu da temizleyici olarak veren Allah'a hamdolsun." Kumara gelince, adamın karşı tarafın malını hiçbir çaba ve yorulma göstermeden, bir karşılık vermeden alması, o adama bir kötülüktür. Dolayısıyla adam kazanana düşmanlık besler, kötülükte bulunur ve hatta işi onu öldürmeye kadar götürür. Sahabeden kimileri de derler ki: ”Kızını içkiciye veren kimse, kızını adeta zinaya sevketmiş olur." Bunun anlamı şudur: İçkici durmaksızın ağzına boşama kelimesini alır-durur, bunun farkında bile olmaz. Veli olan kimsenin görevi, kızını veya kızkardeşini herhangi bir lasıkla, bir münkeri işleyenle evlendir rnemesidir. Kumar ise aslında develer üzerine oynanırdı. Araplardan, servet sahibi olanlar deve satın alırlar, bunların parasını ödemeyip garanti ederler, kumarda kim kaybederse, o öderdi. Sonra develeri kesip ona bölerler, daha sonra on tane fal oku getirirlerdi. Bunlara ”ezlâm" denirdi. Bu okların yedisinde bunlardan ”pay alır" yazılı bulunur, üç okta ”pay alamaz" yazılı olurdu. Sonra da, bu okları Rebâbe denilen bir torbaya koyarlar, bunu da âdil birinin eline verirlerdi. Bu adama Mucîl denirdi. Adam bu okları eliyle karıştırır, sonra elini sokup her adamın adına birer ok çekerdi. Kime ”pay alır" yazılı ok çıkarsa, yazılı miktar kadar payını alırdı, kime de ”pay alamaz" yazılı olanı çıkarsa, bu adam da hiçbir şey alamayıp, develerin parasını ödemek zorunda kalırdı. Kazanılan hisseleri de fakirlere dağıtırlardı. Kumar oynayanın kendisi bunların etinden yemezdi, onlar bununla övünürlerdi. Kumar oynamayanı da kötülerlerdi ve pinti, soysuz, insanlıktan haberi olmayan gibi isimler verirlerdi. İşte arapların oynadıkları kumarın aslı buydu. Müslümanlara bu, yasaklandı. Âyet, kumarın her türünü yasaklıyor. Bu, tavla, satranç ve diğer kumar âletleridir. Yine rivayete göre adamın biri, bir başkasıyla, şu kadar yumurta yersem, şu kadar mal vereceksin diye bahse tutuşurlardı. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bunun kumar olduğunu söylemiştir. İbn Şîrîn de: ”Hangi şeyde bir bahis ve ödül varsa, o kumardır" demiştir. Ve yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. İnfak edilecek şeyin cinsinden sormak uygun olduğu gibi, bunun mikarmdan sormak da uygundur. De ki: 'İhtiyaçtan fazla olanı.' Yani ihtiyaçtan arta kalanını infak edin. Bu ”afv" kelimesi ile ifade edilmiştir ki, çaba ve gayretin karşıtıdır. Maldan ”afv" olanı denince, infakı ve verilmesi gayet kolay olan anlamı çıkar, ”el-cehdü mine'l-mâl" ifadesi ise infakı güç, zor olan demektir. İnfak edilecek miktar, verilmesi kolay olabilen demektir. Yani kendisinin ve ailesinin ihtiyacından arta kalanını, bakmakla görevli bulunduğu kimselerin ihtiyaçlarından fazla olanından infak edin, anlamınadır. İşte Allah, âyetlerini size böylece açıklar ki, düşünesiniz. Düşünmeniz için şer'î hükümlerle ilgili delilleri bu şekilde açıklar. 220Dünya ve âhiret hakkında (düşünesiniz diye Allah, ayetlerini açıklar.) Yani dünya ve âhiret işleri konusunda gereğince düşünesiniz diye. Bu sayede sizin için, hangisi daha uygunsa, dünyanızla ilgili hangi şey daha kolaysa ve âhiretiniz hakkında hangi şey daha yararlıysa onu alırsınız. Size âhirette zarar verecek şeylerden de uzak dururusunuz. İşte bütün bunlar için âyetlerini size açıklar. Beg avî de şöyle diyor: ”Allah, dünya ve âhiretle ilgili işlerinizde düşünesiniz diye âyetlerini size açıklıyor. Dünyanın yok olacağım, fani olduğunu unutmamanız, böylece kendinize çeki düzen verip, dünyaya bağlanmaktan uzak durmanız gerekir. Âhirete ve onun baki oluşuna yönelmelisiniz. Böylece ona karşı rağbet duyarsınız." Bu âyet, insanı ihtiyaç fazlası mallarından tasadduka teşvik etmektedir. Sana yetimlerden de yani onlarla beraber bulunmaktan soruyorlar. Bu âyet, ”Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler" (Nisa: 10) âyetinden sonra nazil olmuştur. Çünkü halk, onlarla beraber olmayı, birlikte yemek yemeyi terketmişlerdi. Meselâ, eğer bir adamın yanında bir yetim varsa, onun için tek başına kalacağı bir ev yapar, tek başına yemesi için yemek pişirir ve böylece yetimlerin mallarını kendi mallarından ayırırlardı. Yetim için pişirilen yemekten artan kısım olursa, yetim malı yememek için, onu yemezler, dolayısıyla, yemekler bozulur ve atılırdı. Bu durum yetimlere de ağır gelirdi. İşte bunun üzerine, bu âyet inmiştir. De ki: 'Onların işlerini düzeltmek, kendileri için daha hayırlıdır. Onları ve mallarını ıslah etmek ve gerekeni yapmak için müdahalede bulunmanız, onları yapayalnız bırakmanızdan, onlara bakmamanızdan çok daha hayırlıdır. Eğer onları aranıza alırsanız, onlar sizin din kardeşlerinizdir.' Onlara faydalı olabilecek şekilde muamelede bulunursanız, onlar dinde sizin kardeşlerinizdir ve din kardeşliği, soy kardeşliğinden daha güçlüdür. Kardeşin görevi de, kardeşine yararlı olmak ve onu düzeltmek şeklinde olur. İbn Abbas'tan rivayete göre: Âyette geçen ”muhalata", yetimin hurmasından, sütünden ve tabağından yemen, onun da senin hurmandan, sütünden ve tabağından yemesidir, diyor. Ebû Ubeyd de şöyle demiştir: Bana göre bu âyet, yolcuların yol esnasında birbirine karşı davrandıklarının temelini oluşturur. Çünkü seferde bunlar, yiyeceklerini aralarında eşit olarak çıkarırlar. Bazı zamanlar da yiyeceklerin azlık ve çokluk durumlarına göre birbirlerinden farklı olurlardı. Halbuki azığı az olan herkes, arkadaşına isteyerek ikramda bulunmaz. Bu durum yetimlerin mallarında caiz olunca, diğerlerininkinde öncelikle caiz olur. Allah bozguncuyu ıslah edenden ayırdetmesini bilir. Allah, yetimin inalını bozanı da, düzelteni de bilir. Allah için hiçbir şey gizli değildir. Kimin yetimlere, onları bozmak için girip çıktığını ve kimin onları düzeltip ıslah ettiğini bilir. Onları müdahalelerine göre ya mükâfatlandırır veya cezalandırır. Eğer Allah dikseydi sizi zor durumda bırakırdı. Sizi zora koşardı, size onlara müdahaleyi mutlak anlamda bırakmazdı. Şüphesiz Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. O, hikmetinin gereğine hükmeder. Şunu da bilin ki, yetimlerle beraber olmak, işleriyle ilgilenmek yüce kimselerin ahlâkındandır. Hadiste şöyle buyurulur: ”Ben ve yetimin işlerini gören kimse, cennette şu iki parmak -şehadet parmağıyla orta parmağını göstererek- gibiyiz." Bu hadis yetimin hizmetinde bulunan, cennette Rasûlullah'ın huzurunda ve yanında bulunacağını gösteriyor. Yoksa derece bakımından onun derecesine ulaşır demek değildir. Yetimi kendi evinde, tıpkı kendi çocuğunu eğitir gibi eğitir. Çünkü kişi kıyamette, ondan sorumludur, onun durumunu düzeltip ıslah eder. Terbiye de değişik olabilir. Bazan azarlamayla, bazan dövmekle, bazan ona verilmesi gereken ödülü vermemekle olabilir. Çünkü insanlar farklı karakter ve yapıdadırlar. Bir nefis var ki, şiddete ve sertliğe boyun eğer. Eğer buna yumuşak davranılır, iyilik yapılırsa, bu onu bozabilir. Bir nefis var ki, bunun bütünüyle aksi olabilir. Çünkü Allah, had cezalarını ve taziri kullarının terbiye ve tedibi için koymuştur. Bunlar, kişilerin yaptıkları kötülük derecesine göre uygulanır. Hatta tedip ve terbiye eden, bundan ötürü mükâfat da kazanır. Çünkü sorumludur. Rabbimiz: ”.. kendinizi ve ailenizi koruyun" (Tahrim: 6) buyuruyor: Hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Hepiniz çobansınız, ve gözetiminiz altında bulunanlardan sorumlusunuz. ” "Eğer onları aranıza alırsanız onlar sizin din kardeşlerinizdir" âyeti, aynı zamanda şuna da işaret ediyor: İnsanlar, başkasıyla yemek yemeyi alışkanlık haline getirmeliler. Çünkü insanların en kötüsü, tek başına yiyendir. Hadiste şöyle buyurulur: ”Allah'ın en hoşlandığı yemek, üzerindeki ellerin fazla olduğu sofradır." Rivayete göre, sahabe: ”Ya Rasûlullah! Biz yemek yiyoruz, ama bir türlü doyamıyoruz. Bunun sebebi nedir?" diye sorduklarında, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Belki de sizler ayrı ayrı yiyorsunuz" buyurmuş, onların ”evet" demeleri üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Yemekte toplanın (beraber yiyin) ve besmele çekin ki, Allah yemeğinizi sizin için bereketli kılsın." Anlatılan güzel bir hikâyeye göre, Nevadir sahibi Cümeyn'e: ”Falanca kimsenin yanında yemek yedin mi?" diye sorulur. O da: ”Hayır, fakat kapısından geçiyordum, o yemek yiyordu" der. ”Peki nasıl bildin?" derler. O da: ”Baktım ki, çocuklarının ellerinde sert fındıklar, bununla havadaki kuşları taşlıyorlar", cevabını verir. Bir cimriye sorulur: ”İnsanların en kahramanı kimdir?" O da: ”Açlıktan insanların diş gıcırtısını duyup da, kesesinin ağzı açılmayandır." cevabım verir. 221İman etmedikçe, Allah'a ve Hazret-i Muhammed'e inanmadıkça, harbî olan müşrik kadınlarla evlenmeyin. Çünkü kitap ehli olan kadınlarla evlenmek, âlimlerin çoğunluğunun ” ..Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar..." (Mâide: 5) âyetine dayanarak verdikleri hükme göre caizdir. Mü'min bir cariye, boynunda kölelik damgası taşısa bile, hür olan müşrik bir kadından din ve dünyası bakımından daha hayırlıdır. Müşrik olan kadın soylu, özgür ve mevkii yüksek bir kadın da olsa, inanmış cariye gibi değildir. Hür olan müşrik kadın, yani Allah'a şirk koşan kadın güzellik, soyluluk ve servet bakımlarından hoşunuza gitse bile, bu böyledir. Müşrik erkekleri de ister putperest kâfirler olsun, isterse başka kâfirler olsun, Allah'a şirk koşan erkekleri de iman etmedikçe, küfrü bırakıp ondan uzaklaşmadıkça mü'min kadınlarla evlendirmeyin. Mü'min bir köle, üzerinde kölelik damgasını taşısa bile hür olan müşrik bir erkekten yani şirk içindeki özgürlük ve malikiyet şerefini taşıyan erkekten daha hayırlıdır. Müşrik olan erkek, malı, güzelliği ve hasletleriyle hoşunuza gitse bile bu böyledir. Bu müşrikler, yani müşrik erkek ve kadınlar, insanları ateşe davet ederler. Kendilerine yaklaşanları, kendileriyle beraber olanları cehennem ateşine çağırırlar. Yani insanı küfre ve fâşıklığa götürürler. Bu bakımdan mutlaka bunlara yakın olmaktan ve yaklaşmaktan uzak durulmalıdır. Allah ise, izniyle cennete ve mağfirete davet eder. Yani bunlara götürecek olan, hak olan inanca ve sâlih amele çağırır. Nitekim mü'minlere hayır yolunu göstermesi de bu cümledendir. Ve âyetlerini, üstün ve ince hükümlerini ve hikmetlerini kapsayan işaretlerini insanlara açıklar. Gerekir ki, düşünürler. Yani bunları hatırlayıp da, belki gereğince amel ederler. Bu sayede çağırılan cennete ve bağışa nail olurlar. Âyette, kâfirlerle birlik ve beraberlik içinde bulunmak yasaklanıyor ve müminlerle birlik ve beraberlik kurmak teşvik ediliyor. Hiçbir mü'min, müşrik olan bir kadının malına ve güzelliğine gönül kaptırmamalidir. Çünkü müslümanın böyle bir şeyden hoşlanması yakışık almaz. Müslüman kadınlarda bu tür özellikler bulunmasa bile, müşrik kadına tercih edilmelidir. el-Muhit adlı kitapta şu ifadeler yer alıyor: ”Bir müslüman, çok güzel bir hıristiyan kadın görse ve onunla evlenebilmek için hıristiyan olmayı temenni etse, yani ”keşke hıristiyan olsaydım" dese, kâfir olur. Bu, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Çünkü Müslümanlar içinde her bakımdan güzel olan birçok kadın vardır. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: ”Zina eden erkek, ancak zina eden veya Allah'a ortak koşan bir kadınla evlenebilir." (Nur: 3) Çünkü kötü karakterli ve tabiatlı olan kimseler pis ve murdar olan dünyaya eğilim duyarlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Kötü kadınlar, kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; temiz kadınlar, temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yakışır. ” (Nur: 26) Şu ifade Zemahşerî'nin belagatli sözlerindendir: ”Kendi cinsinden başkasının senin meclisinde yer almasına rızâ gösterme. Gerçekten en şiddetli azap budur." 222Sana kadınların hayız halinden soruyorlar. Sorulan bu üç sorunun ”vav" edatıyla birbirine bağlanarak anlatılması, buna karşılık diğerlerinin başka atıf edatlarıyla yapılması, soruyu soranların bu üç soruyu birlikte sormalarından dolayı olabilir. Adeta burada şöyle denilir gibidir: Onlar sana içki, kumar ve infak konusunu aynı anda, diğerlerini ise farklı zamanlarda sordular. Bu âyette ”hayız" diye türkçeleştirdiğimiz ”mahîz" kelimesi, meci ve mebît gibi masdar bir kelimedir. Hayız: Belirli zaman içerisinde rallimden gelen bir akıntıdır. Soru, böyle bir durumda olan kadınlarla beraber olmakla ilgilidir. De ki: 'O zararlıdır. Yani bu kan, pis ve murdar bir şeydir; kadına yaklaşanı tiksindirir. Anlatıldığına göre, cahiliye döneminde, erkekler hayızh kadınlarla aynı evde oturmazlar, onlarla beraber yemek yemezlerdi. Tıpkı mecûsilerin ve Yehudilerin yaptığı gibi davranırlardı. Bu gelenek, Ebuddahdah'ın bu konuda soru sormasına kadar sürdü. Ebuddahdah, Rasûlullah'ın ashabı arasından kalkıp dedi ki: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Kadınlar hayız halindeyken, onlara nasıl davranalım? Onlarla beraber olalım mı, olmayalım mı? Yakkısalım mı, yaklaşmayalım mı?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Hayız halindeyken kadınlardan uzaklasın. Onlar bu durumdayken, cinsel ilişkiden uzak durun. Ve temizleninceye veya hayız halinden kurtulup kan kes il inceye kadar onlara, cinsel ilişki maksadıyla yaklaşmayın. Ebû Hanife'ye göre, kanın kesilmesinden sonra, yani on gün geçince, kadın yıkanmasa da, kadınla cinsel ilişki caizdir. Ancak hayız günlerinin en azı halinde kesilirse, kadın gusül abdesti almadıkça veya üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe cinsel ilişki caiz değildir. Temizlendikten yani gusülden sonra onlara Allah'ın emrettiği yerden yaklaşın.' Allah'ın size helâl kıldığı yerden ki, bu ön taraftır. Şüphesiz ki Allah, günahlarından vazgeçip tevbe edenleri de sever, fuhuştan, pislik ve murdarlıktan uzaklaşanları, meselâ hayızh kadına yaklaşmaktan veya cinsel ilişkinin caiz olmadığı yerden yaklaşmaktan uzaklaşıp temizlenenleri de sever. 223Kadınlarınız sizin tarlanızdır. Yani çocuklarınızın ve nesillerinizin ekileceği yerlerdir. Allah burada kadını tarlaya benzetiyor. Çünkü rahimlere atılan nutfe ile, tarlaya atılan tohum arasında bir benzerlik kurulmuştur. ”Hars" ile ”zer" arasındaki fark, ”hars"ın tahumu atmak ve toprağı hazırlamak, ”zer" ekine bakıp yetiştirmektir. Bunun içindir ki, Allah şöyle buyurmuştur: ”Söyleyin bana; ekmekte olduğunuz şeyi! Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?" (Vakıa: 63-64) Bu âyette Allah, ekme olayını kullara yüklerken, bunu bitirmenin onların elinde olmadığını bildirmektedir. O halde tarlanıza istediğiniz şekilde yaklaşın. Kadınları tarla olarak ifade ettikten sonra, onlarla cinsel ilişkiyi de, ”ityan" kelimesiyle, yani yaklaşma ve yanına varma ifadesiyle belirtti. Âyetin başındaki ”ennâ", ”keyfe" yani nasıl manasınadır. Eşlerinize nasıl isterseniz ve hangi şekilde isterseniz, yaklaşacağınız yer aynı olmak şartıyla, yani tarla olmak şartıyla, istediğiniz gibi yaklaşın. Çünkü dübür, tarla yani ekim yeri değildir. Dolayısıyla kadınlara arka taraflarından, yani duhûllerinden yaklaşılması caiz değildir. Ön tarafa yaklaşmak kaydıyla, nasıl yaklaşırsa yaklaşsın, bunda serbesttir. Bu âyetin nüzulü konusunda şöyle bir rivayet vardır: Yahudiler, bir kimsenin cinsel ilişki için hanımına arkadan yaklaşırsa, doğan çocuğun şaşı olacağını iddia ediyorlardı. İşte âyet, onlara cevap olarak inmiştir. Ayrıca hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kim, hanımına arka taraftan yaklaşırsa, melundur (Allah'ın rahmetinden uzaktır)" (13) Buna küçük livata denir. Erkeği kullanmaksa, livatanın en büyüğüdür. Livatanın, yani oğlancılığın hükmü, tevbe edinceye kadar tazir ve hapistir. İmameyne göre, bunun cezası da, tıpkı zina cezası gibi, had cezasıdır. Bu fiili işleyen eğer evli (muhsan) değilse, değnek vurulur. Evliyse recmedilir. Kendinize ilerisi için hazırlık yapın. Sâlih ameller işleyin ki, Allah katında sizin adınıza biriktirilmiş bir zahireniz olmuş olsun. Yoksa onlara yaklaşmakta, sırf şehevî istekleri tatmin yolunu tercih etmeyin. Ve Allah'tan O'na karşı isyana kalkışmaktan korkun. Bilin ki, O'na mutlaka kavuşacaksınız. Yani O'nun cezası veya mükâfatıyla karşı karşıya kalacaksınız. Bu bakımdan O'nun huzurunda rezil olamayacağınız şeyi hazırlayın. Mü'minleri müjdele. Ey Rasûlüm Muhammed! Karşı karşıya bulundukları emir ve yasakları güzel bir şekilde alıp kabul etmek ve buna bağlanmakla, gereğini yapan mü'minleri müjdele! 224Allah'a yemin ederek, O'nu iyilik yapmanıza, kendisinden korkmanıza, insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın. Rivayete göre, Ensar'dan Beşir b. Numan, hanımını boşamıştı. Bu kadın, Abdullah b. Revâha'nın kızkardeşiydi. Sonra tekrar onunla evlenmek istedi. Abdullah ise, Beşir'in yanına gitmemeye, onunla konuşmamaya ve onunla kızkardeşinin arasını düzeltmemeye yemin etmişti. Bu durum kendisine söylenince: ”Ben, bunu yapmayacağım konusunda Allah adına yemin etmiştim. Benim için de, yeminimde durmam ve bundan vazgeçmemem gerekir" demişti. İşte âyet bu olay üzerine nazil olmuştur. Ayette geçen ”urza" kelimesi, engel anlamınadır. Ayetin anlamı, Allah'ın adını anarak, bununla kendiniz için bir şeyleri engellemek istemeyin, iyilikleriniz için bunu bir mani olarak öne sürmeyin. Meselâ iyilik yapmak, korunmak ve insanların arasını düzeltmek gibi hususlarda bir engel olarak zikretmeyin demektir. Allah, çok iyi işiten yeminlerinizi duyan ve niyetlerinizi çok iyi bilendir. O, kalblerinizde olanları, niyetlerinizi çok iyi bilir. O halde sorumlu bulunduğunuz şeyi yerine getirin ki, cezası gelip sizi bulmasın. Âyet: Ben, hiç bir kimseye iyilikte bulunmayacağım, insanlar arasında kin ve düşmanlık başgösterirse, aralarını bulmayacağım diye Allah adına yemin eden herkesi kapsamına alır. Sanki Allah şöyle buyurur gibidir: Bütün bunlar hayır ve taattır, yeminleriniz bunlara bir engel oluşturmaz. Eğer siz bunları yapmayacağınız konusunda yemin ederseniz, yemininizin keftaretini, yani cezasını ödeyin ve o hayırları yapın. Bu iyilik, takva veya insanların arasını bulma olabilir. Hepsinin gereğini yapın ve sakın: ”Biz Allah adına yemin ettik, O'nun adına yemin ettiğimiz halde, yapmayacağız dediğimiz şeyi yapmaktan ve yeminlerimizi bozmaktan korkarız" demeyin. Çünkü hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kim bir şey üzerine yemin eder, sonra yemin ettiği şeyden başkasının daha hayırlı olduğunu görürse, hemen yemininin keffaretini ödesin ve daha hayırlı olanını yapsın." Yeminini bozmadan önce keffaret vermek caiz değildir. Yeminini bozduktan sonra ise, mutlaka vermesi vaciptir. Bu konuda ittifak vardır. Kişi, pazarladığı malını da yemin ederek satma yoluna gitmemelidir. İster doğru olsun, ister yalan, hiçbir zaman yemin yoluna gitmesin. Çünkü eğer yemininde yalan ise, bu takdirde kasden yalan yere yemin etmiş olur ki, bu büyük günahlardandır. Böyle bir yemin ülkeleri darmadağın eder, terkedilmiş bir vaziyete getirir. Eğer yemini doğruysa, bu defa Allah'ı, yeminleri için bir engel ve destek yapmış olur ki, bu da kötü bir davranıştır. Çünkü dünya çok değersizdir. Bu bakımdan ortada hiçbir sebep yokken Allah'ı öne sürerek bir şeylere revaç kazandırmak iyi bir şey değildir. Dünya, buna değmez. Bir kimse, az veya çok, ne olursa yemin etmeye kalkışırsa, giderek dili buna alışır. Kişi hiçbir konuda yemine yönelmekten emin olamaz. Dolayısıyla Allah adını öne sürerek bir şeye yemin etmesin. Meselâ, ”Vallahi, Allah böyle yapacaktır" gibi bir şey söylemesin. Eğer, Allah'ın dostlarından biri böyle bir yemin ederse, Allah ona iyilikte bulunur ve ona bir ikram olarak yemininde doğru çıkarır. Nitekim şöyle varid olmuştur: ”Allah'ın öylesi kulları var ki. Eğer Allah adına yemin etse, Allah kesinlikle onu doğrular, yeminini gerçekleştirir." Ebû Hafs bir gün yolda yürürken, dehşete kapılmış bir hamal ile karşılaşır. Ebû Hafs: ”Ne oldu sana?" der. Adam: ”Merkebimi kaybettim. Ondan başkasına da gücüm yetmiyor" cevabını verir. Ebû Hafs olduğu yerde durur ve : ”Allah'ım! İzzetin adına yemin ediyorum ki, bu adamın merkebi geri gelmedikçe buradan bir tek adım atmayacağım" der. Bunun üzerin hemen merkep ortaya çıkar. Bu olay, Şerhu'l-Meşarik adlı kaynakta da böyle geçer. 225Allah sizi, hata ile yaptığınız yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz. Lağv (hata), düşük söz, boş laf. Hata ile yemin (yeminlerde lağv), yemin ederken herhangi bir şeyi amaçlamaksızın, maksatsız olarak yapılan yemindir. Bir kimsenin, doğru sanarak bir konuda yemin etmesi, fakat yemin ettiği o şeyin sandığı gibi çıkmaması da yemin-i lağvdır. Ebû Hanife'ye göre günahı olmadığı, gibi, bunun için keffaret (ceza) da gerekmez. İmam Şafiî'ye göre, Yemin-i lağv, herhangi bir and içmeyi amaçlama ksızın dilden çıkan yemindir. Meselâ, ”hayır vallahi", ”evet vallahi" gibi, akla yemin etme anlamı gelmeden sarfedilen sözlerdir. Hatta böyle birisine: ”Sen Mescid-i Haram'da yemin ettin" diye bir şey söylense, belki de bin kez ”hayır vallahi" diyecektir. Fakat kalblerinizin kazandığından sorumlu tutar. Sorumlu tutma (muahaze), cezalandırmadır. Ancak bile bile, yalan yere yapılan yeminlerinizle sizi hesaba çeker, cezalandırır. Kişinin, bir konuda, aksinin doğru olduğunu bildiği halde ettiği yemine ”Yemin-i Ganıûs" denir. Çünkü sahibini günaha daldırmaktadır. Allah çok bağışlayandır, yanılarak ve hata ile yaptığınız yeminleriniz sebebiyle sizi bağışlar. Çok yumuşak davranandır. Cezalandırmada aceleci davranmaz. Alimler şöyle der: Bir kimse yemin eder ve sonra yeminini bozarsa, eğer yemini geleceğe aitse, buna keffaret yani ceza gerekir. Bu tür yemine ”Mün'akit yemin" denir. Eğer yemini geçmişle ilgiliyse ve yemin eden kimse de olayı bile bile aksi olan şeye yemin ediyorsa, bu büyük günahlardandır. Bunun keffareti de yoktur. Ebû Hanife'ye göre bu, büyük günahlardan sayılır. İmam Şafiî'ye göre bundan ötürü de keffaret gerekir. Bu. Yemin-i Gamûs'tur. Eğer yemin eden kimse olayı bilmiyor ve yaptığı yeminde doğru olduğunu sanıyorsa, durum da böyle değilse, bu, Ebû Hanife'ye göre yemin-i lağv'tır. Bunun için de keffarete gerek yoktur. Fakat Şafiî'ye göre bu yemin-i gamûs'tur. Keffaret gerekir. Allah adına yapılan yemin veya Allah'ın isimlerinden biriyle yapılan yemin, meselâ: ”Vallahi", ”verrahmani" gibi yeminler, Allah'ın sıfatlarıyla yapılan yemin, meselâ, ”Allah'ın izzeti için", ”Allah'ın azametine", ”Allah'ın celâline", ”Allah'ın kudretine" gibi şeylere yapılan yeminler, yemindirler. Ancak Allah'tan başkası adına yapılan yemin, Kabe'ye yemin olsun. Beytullah'a yemin olsun, Peygambere yemin olsun türünden yapılan yeminler, ya da baba ve benzeri şeylere yapılan yeminlerse yemin sayılmazlar ve bu anlamda bir yemin eder de, sonradan bozarsa, bozduğu için bunlara herhangi bir ceza da gerekmez. Bu tür yemin mekruh bir yemindir. Hoş görülmez. İmam Şafiî de: ”Bunun günah olmasından endişe ederim" der. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kim Allah'tan başkası adına yemin ederse, o kimse Allah'a şirk koşmuştur. ” (115) Yani kim Allah'tan başkasına yemin eder ve yemin ettiği şeye bir yücelik atfederek böyle bir girişimde bulunursa, yemin ettiği o şeyi yüceltme konusunda Allah'a ortak koşmuş olur. Oysa gerçek yücelik yalnızca Allah'a aittir. Ali er-Râzî de: ”Hayatıma yemin ederim, hayatına yemin olsun, gibi şeylerle bir kimse yemin edecek olursa, küfründen korkarını" der. Gerçi halkın çoğu bu gibi şeyleri bilmeden söyleyip dururlar. Ben, bunun kesin şirk olduğunu söylemekteyim. Çünkü Allah'tan başkası adına yemin yapılamaz. Ayrıca bir kimse, İslâm'dan uzak olayım anlamında da yemin edemez. Kim bunu doğrulayarak, yani bilerek söylerse, bu kimse salim olarak İslâm'a tekrar dönemez. Eğer bu şekildeki bir yemini yalandan olsun diye söylerse, o kimsenin kâfir olacağından korkulur. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kim yalan yere islâm'dan başka bir dinle yemin ederse, yemin ettiği şeyin kapsamına girer." (116) Hadisin zahiri şuna işaret eder: Eğer bir müslüman, ”ben şöyle yaparsam, yahudi olayım" der ve o şeyi yaparsa, kâfir olur." Şafiî bu görüştedir. Hanelilere göre, kâfir olmaz. Hanefi ler, hadisi tehdit anlamına yorumlamışlardır. Fakat, yemini dili geçmiş zaman kipiyle söylerse, yani ”eğer ben şunu yaptıysam, yahudiyim" der ve o şeyi de işlerse, Haneliler böyle bir yemin konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Eğer adam bunun yemin olduğunu bilirse, sahih olan görüşe göre küfre girmez. Fakat bu yeminle kâfir olacağı kanaatindeyse ve bunu bile bile yaparsa kâfir olur. Çünkü küfre, bile bile razı olmuştur. İşte çoğunluğa göre hadisin yorumu böyledir. Fetavay-ı Bezzâziye'de, fetvaya göre bunun yemin olduğu, böyle bir kimseye keffaret gerektiği görüşü yer alır. 226Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için... Âyette geçen ”iylâ" yemin anlamındadır. Dört ay beklemek vardır. Erkekler bu süre içinde herhangi bir cayma ve boşama olmaksızın beklemek durumundadırlar. Kişinin karısına karşı bu konuda yaptığı yemin şu şeklide gerçekleşir: ”Vallahi ben dört ay veya daha fazla sana yaklaşmayacağım" ya da mutlak manada: ”Ben sana yaklaşmayacağım." Eğer erkek dört aydan az bir süre için hanımıyla beraber olmayacağına yemin ederse, bu yeminiyle iyla yapmış olmaz. Aksine bununla, yalnızca yemin etmiş sayılır. Çünkü ileri sürdüğü süre, dört aydan azdır. Eğer bu süre geçmeden hanımıyla cinsel ilişkide bulunursa, kendisi için bir yemin keffareti gerekir. Sahih olan görüş budur. İylâ için iki hüküm vardır: Yeminini bozma hükmü ve yeminine sadakat gösterme. Yeminini bozma hükmü, eğer iyla süresi içinde hanımıyla ilişkide bulunursa, buna keffaret gerekir. Yeminine sadakat göstermede ise, iylâ süresinin geçmesiyle bir bain talak (boşama) meydana gelir. Bu süre de dört aydır. Ancak bu süre nikâhlı kadının hür olması halinde böyledir. Katâde: ”İylâ, cahiliye geleneğine göre talâk sayılırdı" diyor. Said b. Müseyyeb de: ”Bu cahiliye ehlinin zarar vermek için yaptığı işlerdendir. Adam hanımını sevmez, onun gidip bir başkasıyla da evlenmesini istemez. Bunun için de, ebedî olarak ona yaklaşmayacağına yemin eder, onu öylece, ne bekâr ve ne de evli olmayacak bir halde terkeder. İslâm'ın ilk zamanlarında da böyle yapıyorlardı. Allah, böyle bir zararı onlardan kaldırdı. Koca için belli bir süre koydu. Onlara bu zaman içinde düşünüp taşınma fırsatı tanıdı. Eğer koca, bu zarar verme işini terketmede bir yarar görürse, hemen onu yerine getirir. Ayrılmalarında yarar görürse, ayrılır. Eğer erkekler (yeminlerinden) dönerlerse, Yani erkekler cinsel ilişkide bulunmama konusunda yaptıkları yemini bırakıp ta hanımlarına dönerlerse, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. İyla yapan kimsenin dönmesi sebebiyle onu bağışlar. Çünkü bu, onun tevbe etmesi anlamınadır. Yeminini bozması sebebiyle günahını bağışlar. 227Eğer boşanmaya karar vermişlerse, meselâ yaklaşmama olayı sürer, bunda kararlı davranır ve süre bitimine kadar bunu sürdürerek boşanmayı gerçekleştirirse, Allah işiten, boşanmalarını işiten ve bu konuda amaçlarını gerçekten bilendir. 228Boşanmış kadınlar... Bunlardan maksat, hür olan ve kendileriyle cinsel ilişki gerçekleşmiş bulunan hayız görme yaşını aşmamış olan kadınlardır. Çünkü kendileriyle beraberlik gerçekleşmemiş bulunan kadınlar için iddet (bekleme süresi) yoktur. Boşamanın asıl anlamı, bağı kaldırmaktır. Yani kocalarının bağlarından boşalmış ve salıverilmiş olan kadınlar, kendi kendilerini üç 'aybaşı' hâli gözetirler. Buradaki gözetme, emir anlamınadır ve dolayısıyla, ”gözetsinler, beklesinler" demektir. Bu üç ay başı hali süresince başkalarıyla evlenemezler. Bu süre bitmeden evlillik yoktur. (Kuru) kelimesi arap dilinde, birbirine zıt iki anlam taşıyan kelimelerdendir. Çünkü bu kelime, hem temizlik, hem de hayız (aybaşı) anlamınadır. Ebû Hanife ve arkadaşları, Kurû' kelimesini hayız anlamında alınışlardır. Çünkü Allah, iddet süresini hayız görme olayıyla değil, aylarla belirlemiştir. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: ”Kadınlarınız içinde ay hali görmekten kesilenlerle henüz ay hali görmemiş onların iddetleri hususunda şüpheye düşerseniz bilin ki, onların iddet beklemesi üç aydır." (Talâk: 4) Bu âyette havızın kalkması halinde meşrû olan sürenin aylarla belirlenmesi, burada bu kelimenin hayız anlamında olduğunu gösterir. İmam Şafiî de şu âyeti delil gösteriyor: ”Onları iddetleri içinde boşayın." (Talâk: 1) Buradan anlaşılan ona göre ”kurû"' kelimesinin temizlik anlamına geldiğidir. Çünkü ”iddetleri içinde" âyetinde yer alan ”lam" cer edatı, vakti içinde demektir. Dolayısıyla iddet vaktinin hayız zamanı olması caiz olamaz. Kaldı ki, hayız vaktindeki boşama yasaktır. Buna verilen cevap ise şöyledir: Bunun anlamı, iddetlerini karşılayacak şekilde onları boşamaktır. Bu ise, üç hayız süresidir. Yoksa âyet, boşamayı iddet içinde gerçekleştirmeye işaret etmiyor. İmam Şafiî ile Ebû Hanife arasındaki bu ihtilâfın faydası şudur: Şafiî'ye göre, iddet süresi daha kısadır. Halbuki Ebû Hanife'ye göreyse daha uzundur. Adam temizlik halinde kadını boşasa bile, kadın kalan temizlik süresini bir kur' savacaktır. Bu temizliğin hemen sonrasında aybaşı olsa bile, durum değişmeyecektir. Kadın üçüncü hayız haline girmesi halinde, artık Şafiî'ye göre iddeti sona erer. Oysa Ebû Hanife'ye göre, temizlik halinde boşanmışsa kadın üçüncü hayzından temizlenmedikçe, iddeti sona ermez. Hayız halinde boşanmışsa dördüncü hayızdan temizlenmedikçe iddeti bitmez. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, kendi rahimlerinde Allah'ın yarattığını gizlemeleri onlara helal olmaz. Yani kadın hâmile mi, yoksa aybaşı mı görüyor, gizlemesin. Kadın hâmile olmadığını veya hayızlı olduğu halde bunu gizleyerek veya aksini söyleyerek kocanın çocuk üzerindeki hakkını ve dönme yetkisini önlemeye kalkışmasın. Ya da bir an önce boşama gerçekleşsin diye hayzını gizlemesin. Çünkü sünnî talâk, temizlik süresi içinde olanıdır. Öte yandan hayız ve hamilelik konusunda kadınların sözlerinin geçerli olduğu hükmü buradan anlaşılabilir. Eğer kadınlar Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa, yanlış bir işe kalkışmazlar. Çünkü Allah'a ve ahiret gününe imanı olan için böyle bir yol kesinlikle doğru değildir. Burada kadınlar hakkında aynı zamanda çok ağır ve şiddetli bir tehdit de yer almaktadır. Kocaları yani kadının geçimini üstlenenler... Burada açık talâk ifadesinden sonra eş olan erkekten açık bir şekilde koca diye söz edilmesinin sebebi, halen nikâhın devanı ettiği ve helâl oluşun da sürdüğünü gösterir. Kocaları ifadesindeki zamir, ric'î talâkla boşanmış kadınlara aittir. Çünkü bâin talâkla hanımlarını boşamış olan eşlerin nikâh ve ricat hakları yoktur. Bu müddet içinde barışmak isterlerse, onları geri döndürmeye daha çok hak sahibidir. Yani bu bekleme süresi içinde nikâha ve geri dönmeye kocalar daha çok hak sahibidirler. Çünkü ricat, yani tekrar müracaat ve dönüş hakkı, iddet süresi devam ettikçe kocaya aittir. Ancak iddet süresi sona ererse, koca için dönüş hakkı ortadan kalkmış olur. Kocalar süresi içinde ricat yoluyla başvurmakla aralarını düzeltmeyi isterler, kadınlara iyilikte bulunmayı dilerler ve onlara zarar vermeyi amaçlamazlarsa, tekrar onları almaya daha çok hak sahibidirler. Nitekim cahiliye döneminde geri dönüş, kadına zarar verme amacıyla yapılırdı. Buna göre o dönemde bir adam, karısını boşar, iddet bitimine az bir süre kala ona tekrar döner, belli bir süre sonra tekrar karısını boşar, böylece defalarca iddet süresini uzatarak kadını zarara sokmak isterdi. Yüce Allah, kadınlara yeniden dönmekten amacın, onlara zarar vermek değil, aksine durumlarını düzeltmek olduğunu belirttikten sonra, karı kocanın karşılıklı birtakım yükümlülükleri olduğunu şu şekilde vurguluyor: Erkeklerin kadınlar üzerinde maruf hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Ma'ruf haklardan maksat, şeriatça kötü görülmeyen, inkâr edilmeyen haklardır. Erkekler, hakları olmayan şeyleri onlara yüklememelidirler. İki eşten biri diğerini üzmesin, azarlayıp durmasın. Erkeklerin, kadınlar üzerinde bir derecesi vardır. Yani hak bakımından bir fazlalığı ve üstünlüğü vardır. Erkeğin kadına üstünlüğü; akıl ve din yönündendir. Buradaki üstünlüğe iki noktadan bakmak gerekir: Birincisi, erkeğin kadın üzerindeki hakkı, kadının erkek üzerindeki hakkından daha fazladır. Çünkü erkek kadının sahibidir ve onun nefsinde hakkı vardır. Erkeğin izni olmadan kadın nafile oruç tutamaz, onun izni olmaksızın evden ayrılamaz. Koca boşama yetkisine sahiptir. Boşadığı zaman da, yeniden müracaat hakkı vardır. Kadın istesin, istemesin bu müracaat hakkı kocanındır. Kadın ise bu şeylerden hiçbirine sahip değildir. Ancak onun da erkek üzerinde mehir, kendisini başkasına muhtaç etmeme ve kendisine zarar dokundurmama gibi hakları vardır. İkincisi ise Zeccac'ın işaret ettiği şu anlamdır: Kadın, nikâh ve evlilik akdiyle erkeklerden yararlanabileceği lezzetler vardır. Nitekim aynı şeyler erkek için de geçerlidir. Her ikisi de birbirlerinden yararlanırlar. Kadının nafakasını temin etmekle erkek yükümlü olduğundan, bu konuda da bir üstünlüğü vardır. Bu manadaki bir fazilet ve üstünlük, kadının hakkına bağlı bulunan merhameti ve ona iyiliği elden bırakmamaktır. Meselâ mehrini vermeli, nafakasını sağlamalı, barınak temin etmeli, ondan tehlikeleri bertaraf etmeli, onu savunmalı, onun çıkarlarını korumalıdır. Hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Eğer, bir kimsenin Allah'tan başka bir kimseye secde etmesini emretmiş olsaydım, kesinlikle kadının kocasına secde etmesini emrederdim." Çünkü yüce Allah, kadının üzerine erkek için çok büyük haklar yüklemiştir. Allah mutlak galiptir. Hükümlerine karşı çıkanlardan intikam almaya gücü yetendir. Hüküm ve hikmet sahibidir. Çünkü tüm şeriatı, hikmetlere ve kulların faydalarına göredir. Şüphesiz eşler birbirlerine karşı olan haklarına riayet etmedikleri, birbirlerine karşı saygılı davranmadıkları, nesli devam ettirmek, çocukları eğitmek gibi hususlara önem vermedikleri, evi yönetmek, görevlerine dikkat etmek, karşılıklı hoşgörü içerisinde olmak gibi hususlara dikkat etmedikleri sürece evlilik kurumu amacına ulaşmamış sayılır. Nitekim hadiste şöyle buyurulur: ”Kadının cihadı, kocasıyla iyi geçinebilmektir." Yine bir hadiste şöyle buyurulur: ”Herhangi bir kadın, kocası kendisinden hoşnut olarak vefat ederse, cennete girer." Karşılıklı haklardan biri de, eşlerin birbirleri için süslenmeleridir. Abdullah b. Abbas şöyle diyor: ''Hanımım benim için süslendiği gibi, ben de onun için süslenirim." Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: ”Erkeklerin kadınlar üzerinde maruf haklan gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır." Denilmiştir ki kadın, güvercin gibidir. Güvercinin kanadı çıkarsa uçar. Bunun gibi erkek de kadını süslerse kadın evde oturmaz. Anlatıldığına göre, İsrail oğullarından sâlih bir adam varmış, bunun da çok sevdiği bir hanımı varmış. Allah, bu salih kimseye kendisinden üç istekte bulunmasını bildirmiş. Bu adam hanımına: ”Rabbim'den böyle bir haber aldım. Çok ihtiyaçlarını var, ben ne yapacağımı bilemiyorum, ne dersin?" demiş. Hanımı: ”Benim için bir, kendin için de iki istekte bulun" demiş. Kocası: ”Peki ne istersin?" diye sormuş. Kadın: ”Senin Rabbinden isteğim, beni öyle güzel şekle getirsin ki, benden daha güzeli bulunmasın" demiş. Kocası, Rabbine hanımının arzusunun gerçekleşmesi için duâ etmiş. Kadının güzelliğinden ve cemalinden evin içi aydınlanıvernıiş. Bunun üzerine kadın, evden çıkıp gitmek istemiş. Kocası: ”Nereye gidiyorsun?" diye sormuş. O da: ”Senin gibi bir adamla güzelliğimi zayi edecek değilim, ben sultanlara lâyığını, onlara gidiyorum" cevabını vermiş. Kadının güzelliğini duyan sultanlardan birinin adamları da gelip, kocasından kadını zorla alıp götürmüşler. Adam: ”Allah'ım! Senden yalnızca iki isteğim kaldı. Onu maymunlaştır" demiş. Allah da onu maymuna dönüştürmüş. Kral kadını tekrar yanından kovmuş. Kadın da dönüp kocasına gelmiş. Sonra kocası: ”Allah'ım! Onu ilk haline döneler" diye duâ etmiş. Böylece tüm istekler, hiçbir fayda sağlamaksızın boşa gitmiş. Ne kadının eline bir şey geçmiş, ne de kendisinin. 229Boşama yani daha önce anlattığımız ric'î talâk iki keredir. Bu ise, ancak ayrı ayrı olarak iki defa boşama suretiyle olabilir. Meselâ biri diğerine iki dirhem verse, bu kimsenin verdiği bu iki dirhemden ötürü, ”ona iki kere verdi" denilmez. Ancak bu, o ikisini iki defada vermesi halinde söylenebilir. Eş için müracaat (ric’at) hakkı sabit olan talâk, ancak iki ayrı boşamanın olmasıyladır. Ancak ikinci boşamadan sonra, üçüncü kez de boşarsa, eş için kesinlikle artık ricat hakkı yoktur. Kadın bir başka eşle evlenmedikçe, eski eşine helâl olmaz. Sanki âyette, ”kadınları iki kez boşayın" deniliyor gibidir. (Bundan sonra hüküm,) ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermektir. Verilen iki ayrı talâktan sonra hüküm, ya kadını iyilikle tutmaktır. Yani kadına herhangi bir zarar dokundurma amacı taşımaksızın ona dönmek, durumu düzeltmek ve hoş geçinme niyeti taşımaktır, ya da iddet bitimine kadar müracaat etmeyip güzellikle salıvermektir. Güzellikle salıvermekten amaç, ona malî haklarını vermek, ayrılıştan sonra onu kötü bir şekilde anmamak ve insanları ondan nefret ettirmemektir. Buradaki hükmün özeti şöyledir: Hür olan bir adam, duhulden sonra karısını bir veya iki talâkla boşarsa, iddet süresi içerisinde kadın istemese de, kocanın hanımına tekrar dönme (ric’at) hakkı vardır. İddet bitinceye kadar koca müracaat etmezse veya duhulden önce boşarsa, ya da muhalaa yaparsa, kadının izni ve velisinin izniyle ancak yeni bir nikahla kadın helâl olabilir. Ancak koca hanımını üçüncü kez boşarsa, karısı bir başka kocayla nikâhlanmadıkça eski kocası için helal olmaz. Onlara verdiklerinizden bir şeyi almanız size helâl olmaz. Rivayete göre Abdullah b. Übeyy b. Selûl'un kızı Cemile, kocası Sabit b. Kays'tan hoşlanmıyordu. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi ve dedi ki: ”Başımızı aynı yastığa koymadık. Allah'a yemin ederim ki, ben onu dini veya ahlâkı bakımından kötülemiyorum. Ancak İslâmdan sonra tekrar küfre girmeyi doğru bulmuyorum. Elimde değil, onu bir türlü sevemiyorum. Çünkü ben, çadırın bir tarafını kaldırıp baktığımda, onun bir gurubun arasında geldiğinde hepsinden daha siyah daha kısa boylu ve daha çirkin yüzlü olduğunu gördüm. Ben, onun bana mehir olarak verdiği bahçeyi tekrar kendisine vererek, beni boşamasını istedim." İşte bu, İslâm'da meydana gelen ilk hulu' olayıdır. Âyette geçen ”leküm" (size) ifadesi hâkimlerle ilgilidir. Çünkü hakimler, her ne kadar alan veya veren olmasalar da, müracaat anında karar mevkiinde olduklarından, bu malın alıp verilmesi onların emriyle olur. Ayrıca kadınlara verdiğiniz ınehirden, az da olsa, almanız helâl olmaz. Kaldı ki verdiğinizden daha fazlasını almanız hiç helâl olmaz. Ancak erkek ve kadının, artık Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmaları durumu başka. Eğer eşler, eş olabilme kurallarına riayet etmekten, sınırları çiğnemekten korkarlar ve birlikte yaşayamayacak larına karar verirlerse, bu hal başka. Siz de onların, Allah'ın sınırlarını ayakta tutamamalarından korkarsanız, Ey hâkimler, siz de karı ile kocanın, nikâhın kendilerine sağladığı hakları yerine getiremeyeceklerini bazı işaretler yoluyla anlarsanız, o zaman kadının verdiği fidyede, ikisine de bir günah yoktur. Kadının hu lu' olarak verdiği şeyde kadına günah olmadığı gibi, kocanın da bunu almasında bir günah yoktur. Ancak bu hal, eğer geçimsizlik kadından kaynaklanmış sa böyledir. Eğer kocadan kaynaklanıyorsa, kadına verdiği mehirden herhangi bir şey alması helâl olmaz. Çünkü yüce Allah, erkeğe hitaben: ”Verdiğinizden hiçbir şeyi geri almayın" (Nisa: 20) buyurmuştur. Kadını bunun için zora koşup, verdiğiniz maldan ve mehirden fidye vermek mecburiyetinde bırakmayınız. Çünkü bu durum: ”Onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın" (Nisa: 19) âyetiyle yasaklanmışır. Bu âyet aynı zamanda, kocadan alınan kadarını, kadının muhalaa yoluyla vermesinin caiz olduğunu da, verilenden fazlasına da, azına da işaret etmektedir. Nitekim fakihlerin çoğunluğu da bu görüştedirler. Bağavî şöyle diyor: ”Geçimsizlik ve huzursuzluk olmasa da, nul' (mal karşılığı boşanma) caiz, ancak mekruhtur. Çünkü arada hiçbir sorun yokken, sebepsiz yere boşama, akrabalık bağını ortadan kaldırır. Nitekim hadiste şöyle buyurulmaktadır: ”Allah katında en sevilmeyen helâl boşamadır. ”(12)) İşte bunlar, anlatılan bu hükümler Allah'ın sınırlarıdır. O'nun emir ve yasaklarıdır. Onları geçmeyin. Karşı gelerek veya terkederek bu sınırları çiğnemeyin. Kim Allah'ın sınırlarını bilerek ve isteyerek çiğnerse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Allah'ın öfkesini ve cezasını üzerlerine çekmiş olurlar. Bilinmelidir ki, eğer kadın iffetli ve namuslu ise, kocanın eşine iyilikle muamele etmesi gerekir, onun başkaca durumlarına ve huylarının kötülüğüne bakmamalıdır. Koca bu noktada Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in adabını kendisine örnek almalıdır. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), pak ve temiz olan hanımlarına güzel davranırdı. Onlara karşı güzel, sabırlı davranmak, ahlâkı güzelleştiren şeylerdir. Kaldı ki, hanımlarının yaptıklarına karşı sabırlı davrananlar, Allah yolunda cihad edenlerden sayılır. Anlatıldığına göre, âbidin biri, hanımına karşı çok iyi davranırdı. Hanımı ölünce, kendisine yeniden evlenmesi için teklif yapılır. Adam bundan kaçınır, evlenmek istemez ve: ”Yalnızlık kalbimi daha fazla rahat ettiriyor" der. Adam sözüne devamla der ki: Hanımın vefatından bir hafta sonra bir rüya gördüm. Gök kapıları açılmış gibiydi. Sanki oradan bir takım insanlar iniyor, havada birbiri peşinden kayar gibi yürüyorlardı. Bu adamlardan her biri dönüp bana bakıyor ve hemen arkasındakine: ”Şu kötü adama bakın" diyordu. Öbürü de: ”Evet, öyledir," diye cevap veriyordu. Üçüncüsü de aynı şeyi söylüyordu. Ben, sonuncu adam gelinceye kadar niçin bana böyle dediklerini sormaya korktum. Nihayet sonuncusu geldiğinde: ”Bu kötü adam da kim?" diye sordum. O da: ”Sensin" dedi. Sebebini sorduğumda ise: ”Biz, senin amelini, Allah yolunda cihad edenlerle birlikte yükseklere çıkarıyorduk. Fakat bir haftadan bu yana, senin amelini cihaddan geri kalanlarınkiyle birlikte bırakmamız emrolundu. Bunun neden ileri geldiğini de bilemiyoruz?" cevabını verdi. İşte bu rüyadan sonra dostlarından kendisini hemen evlendirmelerini istedi. Böylece iki veya üç eşle hayat geçirdi. 230Eğer erkek karısını (üçüncü kez) boşarsa, Yani önceki iki boşamadan sonra üçüncü kez de boşarsa, bundan sonra kadın başka kocaya nikahlanmadıkça, kendisine helâl olmaz. Kadın, üçüncü talâk ile de boşandıktan sonra, yeniden bir başka erkekle nikahlanıp evlenmedikçc, aralarında nikah akdi gerekleşmedikçe, eski kocasına helâl olmaz. Bu konuda, kadının yeni kocasıyla cinsel ilişki kurması icma ile şart koşulmuştur. Çünkü rivayete göre, ”Rifaa'nın hanımı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelir ve der ki: ”Doğrusu Rifaa beni boşadı. Böylece boşama da kesinleşmiş oldu. Çünkü beni üç talâkla boşadı. Abdurrahman b. Zübeyr ise, benimle evlendi. Ancak onun erkeklik organı elbise saçağı gibi gevşek bir şeyden ibaret." Bu arada dış elbisesinden bir saçak alıp gösterdi. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) gülümsedi ve: ”Sen tekrar eski kocan Rifaa'ya mı dönmek istiyorsun?" buyurdu. O da, evet, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Hayır, sen onun (Abdurrahmanın) balcağızından tutmadıkça, o da senin balcağızından tutmadıkça, bu olmaz (dönemezsin)." (,22) Hadiste geçen ”balcağız" ifadesinden, cinsel ilişki amaçlanmıştır. Burada cinsel ilişkinin lezzeti bala benzetilmiştir. O da bunu boşarsa, ikinci koca da, cinsel ilişkiden sonra bu kadını boşarsa, Allah'ın sınırlan içinde duracaklarına ümitli oldukları takdirde, tekrar birbirlerine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur. Eğer eski karı ve koca tekrar birleşmelerinde, Allah'ın sınırlarını çiğnemeyeceklerine ilişkin bir umut içerisinde iseler, ikisinin yeni bir akitle birbirlerine dönmelerinde, kendileri için bir günah ve sakınca yoktur. Âyette ”Ümitli oldukları (sandıkları) takdirde" buyurulmuş, fakat, ”bildikleri takdirde" denilmemiştir. Çünkü insanlar bir şeyin kesin sonucunu bilemezler. İnsan yarın ne olacağı konusunda ancak tahminde bulunur. Bunlar, bilen bir kavme Allah'ın açıkladığı sınırlardır. Önceden anlatılmış bulunan hükümler, kesinlikle korunması, aykırı davranılmaması gereken Allah'ın sınırlandır. Bilen ve anlayan bir topluma bunları açıklıyor ki, bilip anladıklarıyla amel etsinler. Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta vardır. Kadının ilk kocasına helâl olabilmesi için ikinci kocanın, boşanan eşle cinsel ilişkide bulunmasının şart koşulması, bu konuda yalnızca evlilik sözleşmesinin (nikahın) yeterli olamamasının hikmeti, bir insanın hemen, canının istediği gibi karısını boşamaya kalkışmamasıdır. Çünkü genel olarak hiçbir erkek, hanımının bir başka erkekle yatmasından hoşlanmaz. Böyle bir hoşnutsuzluğun olabilmesi de ancak cinsel ilişkiyle doğabilir. Oysa yalnızca evlilik akdi, yani nikah fazlaca bir nefrete neden olamaz ve bir heyecan meydana getiremez. Sadece evlilik akdi, insanın boşamaya koşmasına kesin bir engel oluşturmaz. Tahlil şartına bağlı nikah, yani kadını birinci kocasına helâl kılacak bir evlenme akdi, akit sırasında, helâl olabilecek miktarla yetinmeyi şart koşması, beraberliklerinin devamını istememesidir ki, böyle bir şart ile yapılan akit çoğunluğun içtihadına göre fasit bir akittir. Ancak bu, Ebû Hanife'ye göre kerahatle caizdir. Ebû Hanife'ye göre, eğer bu ikisi, yani kadın ve erkek tahlil olayını gizli tutarlar, kadın, evleneceği ikinci kocaya: ”Ben, seninle evlendim seni kocalığa kabul ettim, ama boşanma yetkisini kendi elimde tutacağım, ben istediğim zaman senden boşanacağım" der, ikinci koca da bunu kabul ederse, nikah caizdir, boşanma yetkisi de kadının eline geçer. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Allah, helâl kılmak niyetiyle evlenen ikinci kocaya da, bu niyetle kendisi için hanımı evlendirilen birinci kocaya da lanet eder. ” (123) Bu iki adama lanet olunmasının sebebinin ne olduğu sorulursa, cevabım şudur: İkinci kocaya (helâl kılmak için kadınla evlenen kişiye) lanet sebebi, kadını tekrar boşamak niyetiyle almasındandır. Halbuki nikah akdi, devamlılık için meşru kılınmıştır. Dolayısıyla bu ikinci koca tıpkı, ödünç olarak alınan damızlık bir koç gibidir. Bilindiği gibi, halk, sürüden iyi döl almak için damızlık koç alırlar. Bu da, sanki bu türden bir iş olmaktadır. Birinci kocaya lanet edilmesinin sebebiyse, böyle bir nikaha ve evliliğe neden olduğu içindir. Çünkü bir işe sebep olan kimse, günahta suçu doğrudan işleyenle ortaktırlar. Başka bir yoruma göre, lanet edilmekten amaç, bu işin kötü olduğunu ve iyi bir şey olmadığını ortaya koymaktır. Muhallilin (ikinci kocanın) düşüklüğü, böyle bir evliliğe girişmesidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu tür kimseler için: ”Size kiralanan (ödünç olarak alınan) koçu haber vereyim mi?"(m buyurmuştur. Muhallelunleh (kendisi için hülle yaptınlan)ın düşüklüğü de, dürüst karakter sahibi kimselerin nefret ettiği bir şeye girişmiş olmasındandır. Çünkü adam, başka biri kadınıyla yattıktan ve ondan yararlandıktan sonra, tekrar o kadına dönebiliyor. Yoksa bu, gerçek anlamda bir lanet değildir. Çünkü risa let makamındaki bir zatın, ümmeti hakkında lanette bulunması yakışık almaz. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir lânetei olarak gönderilmemiştir. 231Kadınları yani eşlerinizi boşadığınız zaman, bekleme sürelerini bitirdiler mi, İddetlerini tamamlayınca... Bu âyet, Ensar'dan Sabit b. Yesar hakkında nazil olmuştur. Bu adam hanımını boşamıştı. Hanımının iddet süresinin sonu yaklaşınca, ona dönmüş, sonra tekrar, sırf onu zarara sokmak için, boşamıştı. Ya onları iyilikle tutun, yani geri dönmek suretiyle yeniden onlara müracatta bulunun ve dönerken, zarar vermeksizin dönün, iyilik (Maruf); akılların alışageldiği ve nefislerin de şeriat ve örf açısından güzel bulduğu şeydir. Burada demek istenen iyi muameledir. Ya da iyilikle bırakın. İddetleri sona erinceye kadar, işi uzatmadan bırakın. Haklarına tecavüz edip zarar vermek için, onları tutmayın. İddet süresini uzatmak suretiyle, onlara zarar vermek düşüncesiyle kadınlara geri dönmeyin ve onlara zulmederek, kendilerini fidye ödemeye zorlamayın. Kim bunu yaparsa kendine yazık etmiş olur. Kim kadınları, zulme varan anlamda kötülükle tutarsa, o bu haliyle nefsini azaba ve cezaya atmış olur. Allah'ın bu hükümleri kapsayan âyetlerini veya bütün âyetlerini, onlara sırt çevirmek suretiyle eğlence edinmeyin. Bu âyetlerle amel etmeyi hafife almayın. Buradaki yasaktan amaç, emretmekten kinayedir. Yani şöyle deniliyor: Bu âyetlere gereğince sarılın, bunlarla amel edin ve gereğince riayet edin. Allah, inananları, sorumluluklarına bağlı kalmaları ve buna riayet etmeleri konusunda, alaycıları tehdit yoluyla, gereğinin yapılmasına teşvikte bulundu. Bu emri desteklemek amacıyla da şöyle buyurdu: Allah'ın size olan nimetini, size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti düşünün. Allah'ın, içinde dinî ve dünyevî mutluluğunuz için gerekli olan şeye sizi nasıl sevkettiğini hatırlayın. Bunlara şükürle karşılık verin. Bunların gereğini yapın. Veya Allah'ın sizleri erkek olarak yaratmadaki nimetini, sizin için kendileriyle kaynaşıp huzura kavuşacağınız eşler yaratmasını, nikahı, boşamayı ve tekrar dönüşü elinize vermesini, önceki ümmetlere gösterilen zorlukların size göstermediğini, evet bütün bu nimetleri düşünüp hatırlayın. Aynı zamanda Allah'ın üzerinize indirdiği Kur'an'ı ve Sünnet'i hatırlayın. Allah, burada Kitap ve sünneti zikretmekle bunların üstünlüklerine işaret buyurmaktadır. Size öğüt veriyor, sizi uyarıyor. Açıklanan şeyleri korumakta, vazife ve hakları yerine getirmede Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, her şeyi bilendir. Sizin ne yapıp ne yapmadığınız Allah'a gizli kalmaz. Dolayısıyla O, sizi türlü türlü azapla hesaba çeker. 232Kadınları boşadığınız zaman, bekleme sürelerini bitirdiler mi... Yani iddet sürelerini bitirince... Bulûğ: Sona erme demektir. Çünkü, bundan sonra sözü edilen konu nikâhtır. Nikahtan söz edilme ise, ancak iddet süresinin bitmesinden sonra olabilir, kendi aralarında güzelce anlaştıkları takdirde kocalarıyla nikahlanmalarına engel olmayın. Engelleme (eludi): Menetmek, hapsetmek, sıkıştırmak anlamlannadır. Birinci hitap kocalara, ikinci hitap ise velileredir. Rivayete göre âyet, Ma'kil b. Yesâr hakkında nazil olmuştur. Bu zat, kızkardeşi Cemileyi, ilk kocası olan Ubeydullah b. Asım'la bir araya gelmesini, yani yeniden kocasına dönmesini engellemişti. Ubeydullah b. Asım, iddet süresi bittikten sonra, onu istemeye gelmiş, kadın da yeniden ona dönmeyi istemişti. İşle âyet bunun üzerine indi. Ma'kil, âyeti duyar duymaz şöyle demişti: ”Ben nefsimi ayaklarım altına alıyor, kızkardeşimi evlendiriyor ve Rabbime de bundan böyle itaat ediyorum." Bir başka yoruma göre her iki hitap da, eşler içindir. Çünkü kocalar, boşadıkları kadınların yeniden evlenmelerini engelliyorlardı. Bu kadınların diledikleri kimselerle evlenmesine zulüm ve baskı yoluyla, zorla engel oluyorlardı. Ayrıca cahiliye geleneklerinin baskısıyla bunu sürdürmek istiyorlardı. İşte iddet sürelerini bitirmiş olan kadınları, bundan böyle, evlenmelerine engel olmayın. Bu âyet, kadınların bizzat kendilerini evlendirebileceklerine delildir. Yani boşanmış olan kadınlar, iddet sürelerini tamamladıktan sonra, aralarında evlenmeye rızâ gösterdikten sonra, örfe uygun olmak kaydıyla dilcdikleriyle evlenebilirler. Sahih bir akitle, caiz olan bir mehirle, iyi geçinebilmekle, adaletli şahitlerle evlenmeleri halinde kendilerini bundan alıkoymayın. ”Maruf", şeriat açısından uygun olan ve insanlığın da güzel bulduğu şeydir. Bu, dengi olmayanla evlenen kadını bundan alıkoymak, ya da mehr-i misil'in altındaki bir mehirle evlenen kadını engellemek, kadını evlenmekten menetmek değildir. Bu hususlar bu hükmün dışındadır. Bu, yani daha önce sözü edilen ve engel olmamanız hususunda size anlatılanlar. Ey veliler ve kocalar! Sizden Allah'a ve âhiret gününe inanan kimseye verilen öğüttür. Bu yasaklanma ve öğüt verilme olayı, ancak iman edenlerin yararlanacakları şeylerdir. Bu, sizin için daha iyi ve daha temizdir. Bununla öğüt almanız ve gereğiyle amel etmeniz, sizin için daha faydalı ve sevabı da o oranda daha çoktur. Aynı zamanda sizleri günahlardan arındırır, kötülüklerden tertemiz hale getirir. Allah bilir, bunda ne gibi yararlar ve güzellikler olduğunu, ne gibi kurtuluş ve üstünlükler bulunduğunu Allah bilir, siz bilemezsiniz. Çünkü siz bilgi bakımından eksiksiniz. Siz, kendi görüşünüzü ve reyinizi bir kenara bırakıp, Allah'ın emir ve yasaklarına tutunun. Yapacağınız ve terkedeceğiniz her işte buna dikkat edin. Meselâ, ana, bazan çocuğuna bazı yiyecekleri yedirmez. Çünkü o yiyeceklerin dokunacağını bildiğinden, çocuğunu hastalanmaktan korumak ister. Bu çocuğun iyiliği ve düzelmesi içindir. Çünkü ana ve baba bu yiyecekleri, işin zararlı yönünü bildiği için yasaklamaktadır. Oysa çocuk bunu bilemez. İşte Allah da, Kitab'ında tümüyle hayır ve doğru olan şeyi bize öğütlüyor. Aynı zamanda helakimize neden olabilecek her şeyden de bizi engelliyor. Akıl sahipleri, bunları öğüt kulağıyla dinleyecek olanlardır. Nitekim İmam Gazzalî de şöyle diyor: ”Öğüt vermek kolaydır. Zor olan şey, onu kabul etmektir. Çünkü o nasihat, heva ve hevesin zevklerine uyanlar için acı gelir." 233Anneler, çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyenler için tam iki yıl emzirirler. Anneler (validât) kelimesi, genel olduğundan, tüm anneleri, boşanmış veya halen evli olan bütün anneleri kapsar. ”Çocuklar" deyimi içerisine, erkek ve kız tüm çocuklar girer. ”Emzirirler" ifadesi ise, haber anlamında emir olup, ”emzirsinler" demektir. Ancak buradaki emir mendil bluk ifade eder. Mendub oluşu da, çocuğun yetişmesinin anne sütüne bağlı olmasındandır. Çünkü anne sütü, diğer tüm sütlerden daha elverişlidir. Ayrıca anne şefkati, başka bütün sevgilerden daha fazladır. Anneler çocukların babaları dışında başka bir erkekle evlenmedikleri sürece, emzirme hakkı öncelikle kendilerine aittir. Fakat başkasıyla evlendikleri zaman, onların hizmetiyle meşgul olacaklarından, emzirme ve bakma işini tam anlamıyla yerine getirebilecekleri söylenemez. Annelerin çocuklarını emzirme süresi ise, tam iki yıldır. Çünkü burada ”tam" kelimesi kullanılmadan, sadece ”iki yıl" denseydi; esneklik payı olabilirdi. Nitekim bazan ”falan kimsenin yanında, filan yerde iki yıl kaldım" denilir. Bununla, o kişinin yanında yaklaşık olarak iki yıl kaldım demek kasdedilebilir. ”Emzirmeyi tamamlamak isteyenler" ise, anneler olabileceği gibi, anne ve babalar birlikte de olabilir. Çünkü mana her ikisini de kapsıyor. Ebû Hanife'ye göre, emzirme süresi ikibuçuk yıldır. Ebû Yusuf ve Muhammed ise, bu âyete dayanarak emzirme süresinin iki yıl olduğunu söylerler. Bu süre geçtikten sonra -ki, bu, ihtilaflıdır- emzirme mubah değildir. Çünkü süt, insanın bir parçası olduğu için mubah olması zarurîdir. Öyle ise zaruret kendi miktarınca takdir olunur. Ayrıca Allah, ”Anneler ..." âyetiyle, çocuk için iyi olabilecek hususa riayeti anneye emrettiği gibi, bunu babaya da vasiyet ederek, babanın da kadına karşı görevlerine dikkat etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Böylece o da, çocuğun hakkını gözetmeye yöneltilmiş olur. Ayette, kadının yedirilmesi ve örfe uygun olarak giydirilmesi emri, kocaya veriliyor. Koca bunları karşılamak zorundadır. Bu maruf olan ve örfe uygun şey, ister bir şart ve akitle belirlenmiş, olsun, isterse olmasın, aynıdır. Bunun için Rabbimiz şöyle buyurdu: Onların uygun bir şekilde yiyecek ve giyeceğini sağlamak çocuğun babasına aittir. Burada ”baba" diye çevirdiğimiz şey, âyette ”çocuğun kendisi için doğduğu kişi" olarak geçmektedir ki, bu asıl olarak, çocukların babalara ait olduğunun bilinmesi içindir. Çünkü kadın, çocuğu kocası için doğurur. Bu itibarla çocuklar annelere değil, babalara nisbet edilirler. Rivayete göre Me'mûn b. Reşid, hilafet davasına kalkışınca. Hişam b. Ali kendisini ayıplayarak şöyle demişti: ”Öğrendiğime göre sen hilâfet istiyormuşsun. Nasıl olur da sen halifeliğe lâyık olabilirsin? Çünkü sen bir cariyenin oğlusun." Buna karşılık Me'mun b. Reşit de şu cevabı veriyordu: ”İsmail (aleyhisselâm) da bir cariyenin oğluydu. İshak ise hür bir annenin çocuğu. Oysa Allah, Hazret-i İsmail'in soyundan insanoğlunun en hayırlısını çıkarmıştır." Sonra da şu şiiri söyledi: Hiçbir genç, annesi, Rumdur, siyahtır, soysuzdur diye ayıplanmasın. Çünkü insanların anneleri sadece birer kaptırlar. Çocuklar bu kaplara konulur, oysa çocuklar için aranan babalardır. Anneler çocuklarını emzirdikleri zaman, bunların yiyecekleri ve giyeceklerinin sağlanması babaya aittir. Çünkü anneler hayatlarını sürdürmeleri için buna muhtaçtır ve çocuk, anne sütüyle beslenmektedir. Bu sayılanlar zorunlu ihtiyaçlardandır. Bunlar, hakimin öngürdüğü ve kadına ihtiyaçlarını karşılayacak olan ölçüde verilir. Eğer; ”Kadınla erkek arasında halen eşlik görevi sürüyorsa, zaten kadın çocuğu emzirsin veya emzirmesin nikah sebebiyle nafakaya ve giyeceğe hak kazanmıştır. O halde bu yiyecek ve giyeceğin tekrar emzirmeye bağlı kılınmasının, gerekçesi nedir?" Denilecek olursa, şu cevap verilir: Nafaka ve giyecek, kadına temkin karşılığı verilmektedir. Kadın emzirme işiyle uğraşırken, kocasının hizmeti için vakit bulmada zorluk çeker. Öyle zannedilir ki kadının çocuğu sebebiyle ihmali, onun nafaka ve giyeceğini temin etmeyi ortadan kaldırır. İşte Allah bu vehmi ortadan kaldırarak kadın çocuğu emzirmekle ilgilense bile yiyecek ve giyeceğinin kocasına ait olduğunu, belirtmiştir. Hiçbir kimse, gücünün yettiğinden fazlasıyla mükellef tutulamaz. Teklif; ilzam anlamınadır, yani mecbur bırakmak demektir. Burada adeta şöyle bir soru akla geliyor. Neden, kadınların durumlarıyla ilgili işleri, onların kendilerine yüklenilmemektedir? Niçin hüküm burada maruf ifadesiyle kayıtlandı? Bunun cevabı şöyledir: Kadınlar bünyeleri bakımından zayıf olduklarından, kazanç elde etmek için güçleri müsait değildir. Kocalarının hizmetinde olduklarından zamanları yoktur. Eğer kadınların geçimleri kendilerine bırakılsaydı, bu aciz olanı zora koşmak olurdu. Ne anne, çocuğu yüzünden; ne de çocuğun kendisine ait bulunduğu baba, çocuğu yüzünden zarara sokulmasın. Herhangi bir anne, çocuğu bahane etmek suretiyle babaya zarar vermeye kalkışmasın. Meselâ kadın, kocası nafakayı ve giysileri bol bol verdiği halde çocuğunu emzirmekten kaçınabilir. Ve çocuğu babaya bırakabilir. Aynı şekilde baba da, anneye zarar verecek bir tutum izlemesin. Meselâ kadın, çocuğun yasımda kalmasını istediği halde, koca onu engellemesin. Çünkü kadın, çocuğunu oldukça fazla sever. Erkek, onun bu sevgisini istisınar ederek anneyi zarara sokmasın. Çocuğun her ikisine birden izafesi, iki tarafın da çocuk için şefkatli davranmalarından ileri geliyor. Çünkü çocuk, ikisine de yabancı değildir. Ayrıca her iki taraf da çocuğun gelişmesinde ve yetişmesinde beraber olmaları konusunda uyarılmışlardır. Bu bakımdan bunların çocukları sebebiyle zarara uğramaları doğru olmadığı gibi, çocuğun bunlar sebebiyle zarar görmesi de doğru olamaz. Mirasçıya düşen de bunun aynıdır. Yani babasının olmaması halinde çocuğun vârisine düşen görev de, tıpkı babanın yükümlü bulunduklarının aynıdır. Bu mirasçılar yakınlarından biridir. Bunlar da kadının nafakasını, giyeceğini ve emzirme ücretini karşılamakla yükümlüdürler. Eğer kendi aralarında rızâ ve danışmayla çocuğu memeden kesmek isterlerse kendilerine bir günah yoktur. Eğer anne ve baba, henüz iki yıl tamamlanmadan önce, her ikisi de aralarında anlaşmak suretiyle, küçük çocuğu sütten kesmek isterlerse, bunda bir günah yoktur. Yoksa sadece bir tarafın kesmeye kalkışması yetmez. Çünkü bundan küçük bebek zarar görebilir. Belki de kadın çocuğu emzirmekten usandığı için bunu istemiş olabilir. Ya da baba, kadına verdiği ücrette cimrilik ederek kısıntıya gidebilir. Bu da çocuğun bedensel gelişmesi için zararlı olabilir. İşte bütün bu konuları, anne ve baba her ikisi de aralarında konuşarak, çocuğun durumunu inceden inceye düşünerek bir karara bağlamalıdırlar. Artık çocuğun sütten kesilebileceği konusunda beraberce karar almalıdırlar. Çünkü asıl geçerli olan, her iki tarafın da ittifakıdır: Baba velayet yetkisine sahiptir ve anne de, babaya göre daha şefkatlidir. Ayrıca anne, çocuğun durumunu çok daha iyi bilir. İşte böylece her ikisi ittifakla karar verirlerse, bu takdirde çocuğun iki yıldan önce sütten kesilmesinde herhangi bir günah ve sakınca yoktur. İşin özeti şu: İster iki yıldan fazla sürsün, otuz aya kadar emzirme devam ettirilmiş olsun, isterse bundan daha az bir sürede olsun, çocuğun sütten kesilmesinde her ikisi için bir günah ve vebal yoktur. Yeter ki, her ikisi birlikte çocuk için en iyi olan şeye karar vermiş olsunlar. Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, vereceğinizi örfe uygun şekilde öderseniz. Eğer çocuklarınızı süt annelerine emzirtmek isterseniz, yani süt anne tutarsanız, bu durumda babalar olarak yine üzerinize bir günah ve vebal yoktur. Dolayısıyla bu âyet, babaların, çocukları için süt anne kiralayabileceklerine delildir. Bundan dolayı, asıl annenin çocuğu emzirmeşini de menedebilir. Ancak süt annelerine vermeyi istediğiniz şeyi, şer'an güzel ve örf bakımından da kabul edilebilir olan bir ücret olmalıdır. Yoksa burada geçen teslim olayı, bu işin sıhhat ve cevazı için şart anlamında bir teslim değildir. Aksine bu, en uygun olanı ve en geçerli görülenin verilebileceğini öngörmektedir. Mendup olanı budur. Eğer süt annelerine emzirme karşılığı ödenen ücret peşin ödenirse, bu, çocuğun işleriyle ilgili hususların yapılmasında daha iyi olur. Allah'tan korkun Çocuklar (bebekler) ve sütannelerinin durumlarıyla ilgili hükümlere riayet bakımından Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, yaptıklarınızı görmektedir. Dolayısıyla buna göre sizi ya cezalandırır veya mükâfat verir. Hiç kuşkusuz bu, Allah tarafından büyük bir azar ve tehdit ifadesidir. 234İçinizden ölenlerin bıraktıkları eşleri, ölen kimselerin geride bıraktıkları kadınlar, kendilerini dört ay on gün gözetlerler. Kocalarının ölümünden sonra dört ay on günlük iddet süresini beklesinler ve bu süre bitmeden evlenmesinler. Çocuk dört aylık olunca hareket etmeye başlamasına rağmen âyette dört ay on gün gibi bir süre verilmesindeki hikmet, şudur: Bu hususta en az süre değerlendirilmiştir. Bu, dört aydır. Buna ayrıca bir on günlük zaman daha eklenmiştir. Artık bu on günün geçmesiyle rahim'de çocuk olup olmadığı, kesin olarak ortaya çıkmış olacaktır. Süreleri sona erince, iddet süreleri bitince artık kendileri için örfe uygun olanı yapmalarında size bir günah yoktur. Bu hitap hakimlere ve sâlih Müslümanlaradır. Çünkü kadın henüz iddet süresi bitmeden evlenecek olursa, bundan menedilir. Eğer vâsî engellemekten acze düşerse, sultandan ve devlet gücünden yardım ister. Ancak iddet süresinin bitiminden sonra, maruf yani şeriatın kabul ettiği ölçüler içerisinde süslenmelerinde, kendileriyle evlenmek isteyenlere kendilerini bu şekilde göstermelerinde sizin için herhangi bir günah ve vebal yoktur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Dolayısıyla buna göre size ceza veya mükâfat verir. O halde emrolunduğunuzun aksi bir davranış içine girmeyin ve bunu yapmayın. Bu âyette geçen ”Tarabbus" (bekleme, gözetleme), nikahtan, evden dışarı çıkmaktan ve süslenmekten kaçınmaktır. Nikâhtan kaçınma hususunda icına vardır. Fakat kadının evden ayrılmaması, zaruret ve ihtiyaç durumları dışında vaciptir. Aynı zamanda süslenmemesi de vaciptir. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah'a ve âhiret gününe iman eden bir kadının, herhangi bir ölü için üç günden fazla yas tutması helâl olmaz. Eğer ölen kocası olursa bu başka. Bu takdirde dört ay on gün yas tutar. Kadının iddet içinde nikah akdi yapması haram olduğundan bu süre içerisinde süsten kaçınmakla da emrolunmuştur. Çünkü süslenmesi halinde, koca arıyormuş gibi bir yanlış anlaşılmaya neden olunması ihtimali vardır. Ayrıca ölen kocasına karşı saygı göstermesi gereklidir. Çünkü ölen kocası, onun geçimini sağlamış, başkasına muhtaç bırakmamıştır. Nafakasını ve kalacağı barınağını temin etmiştir. Ayrıca sünnet gereği kadının, cahiliyye âdet ve çizgilerinden de sakınması gerekir. Meselâ üstünü başım yırtmaktan, yanaklarını dövmekten, saçını kesmekten uzak durmalıdır. Çünkü ara piar cahil iye döneminde böyle yaparlardı. Ağlarken bağırıp çağırm amalidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir davranışta bulunanlardan uzak ve beridir. Çünkü bu tür âdetler hep cahiliye gelenekleridirler. İşin acı tarafı günümüzde çeşitli yörelerdeki birçok insanlar bu gibi cahiliye geleneklerini sürdürüyorlar. Bu, özellikle de kadınlar arasında yaygın. Bunlar siyah elbiseler giyiyorlar, günlerce, hatta aylarca böyle devam ediyorlar. Çoğu zaman bir adam görürsün, bu şahıs cumalık ve bayramlıklarını giymez, kendisine sebebi sorulunca, alacağınız cevap, ya babasının, ya da annesinin veya yakınlarından başka birisinin vefatı olduğunu söyler. Halbuki haber verdiği ölüm olayı belki aylarca önce olmuştur. Nitekim Rafızîler de böyle yapıyorlar. Bunlar Hazret-i Hüseyin'in başına gelen musibet sebebiyle öylesine aşırılık içindedirler ki, aşure gününü onun için matem günü ilân ediyorlar, bu gibi günlerde taziyede bulunuyorlar, bağırıp çağırıyor ve ağlaşıyorlar. Güya üzüntülerini ve ızdıraplarım dile getiriyorlar. Öyle ki, başlarına bu anlamda felaket gelenlerin yapmadıklarım yapıyorlar. Daha da aşırı giderek sahabeden bazılarına dil uzatıyorlar. Oysa bu davranış, sapık inanç sahiplerinin davranışıdır. Böyleleri Allah tarafından rezil ve rüsvay edilecekler, yaptıklarının karşılığı cezayı da mutlaka göreceklerdir. Sanki bu kimseler matemle ilgili gelen yasaklamaları duymamış gibiler. Allah'tan doğruluk isteriz. 235Böyle kadınlarla evlenmek istediğinizi üstü kapalı biçimde belli etmenizde veya gönüllerinizde saklamanızda size bir günah yoktur. Kocası ölen bir kadına, kocasından mal kalmış olduğu için veya güzelliğinden ve daha başka sebeplerden dolayı onunla evlenmek isteyenler çıkabilir. İddet müddetleri içerisinde onları üstü kapalı bir şekilde istemekte bir sakınca bulunmadığı belirtiliyor. Tariz, kendisi veya başkası için muhtemel olan bir anlamı karşı tarafa hissettirmektir. Âyette geçen ”hitbe", nikah isteği, evlenme arzusudur. Eğer bu kelime ”hutbe" tarzında olsaydı, anlamı vaaz gibi şeyleri kapsayan söz demek olurdu. Âyette belirtilmek istenen, herhangi ric'î bir talâk olmaksızın kocası vefat etmiş olup da, iddet bekleyen kadınlardır. Meselâ bu durumdaki kadını üstü kapalı bir şekilde istemek şöyle olabilir. Erkek henüz iddet süresini bekleyen kadına: ”Sen güzel ve sâliha bir hanımsın" diyebilir. Ya da: ”Şu ve şu nitelikteki bir kadına ihtiyacım var" veya, ”Ben iyi huylu bir insanını elim de oldukça açıktır, geçim konusunda iyi geçinebilecek biriyim, hanımlara iyilikte bulunurum" gibi sözler söyleyebilir. Bu tür sözler, üstü kapalı evlenme teklifini içeren ifadelerdir. Kadının, kendisiyle evlenme arzusu duyması için bu gibi nitelikleri sayabilir. Ayrıca şöyle konuşması da üstü kapalı evlilik teklifidir: ”Seni isteyenler oldukça fazladır, sana oldukça düşkün olanlar var." Bu tür sözlerle bir bakıma kadının, evlenmeye niyetli olup olmadığı konusunda ağzı aranmış olmakla ve eğer ona karşı bir eğilimi varsa, başkasına söz vermesi engellenmiş olmaktadır. Ancak buna karşılık açıkça evlilik ifade eden sözlerden kaçınmalıdır. Meselâ: ”Ben seni nikahlamak istiyorum, seninle evlenmek istiyorum, sana dünür olacağım" gibi sözler etmemelidir. İşte bu sunulan örnekler üstü kapalı ifade örnekleridirler. Ayrıca bir de sizin gönüllerinizde sakladığınız şeyler vardır. Siz gönlünüzden, onunla nikahlanmayı geçirmektesiniz, bunu kadına açıkça veya ima yoluyla olsun söylemiyorsunuz, işte bunda da sizin için bir günah yoktur. Allah onları hatırlayacağınızı bilir. Yani Allah, o kadınlara karşı bu tür isteklerde bulunacağınızı kuşkusuz bilir. Burada amaç, ima yoluyla istemekte bir vebal olmadığını açıklamaktır. Fakat meşru bir söz söylemeniz dışında, sakın gizlice sözleşmeyim Böyle kadınları hatırlayın, konuşun, onlara arzu duyduğunuzu açıklayın: fakat onlarla nikah konusunda bu zaman içerisinde sözleşmeyin. Sadece size verilen ruhsat sınırları içinde ima ile yetinin. Âyette nikâh yapmayın emrinin ”gizlice sözleşmeyin" şeklinde ifade edilmesinin sebebi, nikâhın gizli olarak yapılması gereken cinsel ilişki sonucunu doğurmasmdandır. Ve farz olan bekleme süresi sona erinceye kadar, nikah akdetmeye kalkışmayın. Azın (kalkışmak), kalbin herhangi bir fiili işlemeye karar vermesidir. Yani nikahlanmaya karar verip bunu yapmayınız. Burada asıl amaç, iddet süresi henüz bitmemiş olan kadının, bu süre içinde evlilikten menedilmesidir. Yani değil kadının nikâhlanması, bu süre içinde böyle bir şeye karar vermesi bile doğru değildir. Çünkü bir şeyin mukaddimelerini, o şeye götüren sebepleri, yasak etmek, o şeyin öncelikle yasak edildiğini ifade eder. Bilin ki Allah, içinizden geçeni bilir. O'ndan korkun. Caiz olmayan bir karara kalkışmayın, daha işin başında iken böyle bir karara kalkışmaktan uzak durun ve Allah'tan korkun. Ve yine bilin ki, Allah, çok bağışlayandır ve halimdir. Bu işe kalkışıp da yapmayanı, Allah'tan korktuğu için uzak duranı Allah bağışlar. Halim'dir, çünkü size ceza vermede acele etmez. O halde cezaya neden olacak şeylerden kaçının ve Rabbinizin size emrettiği şeyleri yapın. 236Kendileriyle henüz temas etmediğiniz, cinsel ilişkide bulunmadığınız veya kendilerine henüz bir mehir takdir etmediğiniz, alanızda akit esnasında belirli bir mehir tayin etmediğiniz kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur. Yani onlar için ödemeniz gereken bir mehir yoktur. Burada geçen ”günah" kelimesi ”mehrin" gerekliliği anlamına gelir. Dolayısıyla ”günah yoktur" deyimi, ödemeniz gereken mehir yoktur anlamındadır. Bu durum, daha önce de belirtildiği gibi, boşanma olayı, cinsel temastan önce olması halinde böyledir. Ancak mehir belirlenmiş olduğu halde, henüz cinsel temas gerçekleşmeden boşanma olmuşsa, mehrin yarısını vermek gerekir. Fakat boşama olayı temastan sonra olmuşsa, artık mehrin tamamını ödemesi gerekir. Onları faydalandırın. Zengin olan kendi gücüne, fakir olan da kendi kudretine göre örfe uygun bir şekilde faydalandırmalı. Bu durumda kadına yararlanabileceği ve faydalanacağı bir şeyler veriniz. Mutanın, yani bir şeyler vermenin gerektiği konusundaki hikmet, erkeğin kadını boşamakla onu yalnız bırakması yüzünden, bir bakıma kocaya bir zorlamadır. Bu verilecek olan miktar da, bir baş örtüsü, bir gömlek ve bir de dış elbisedir. Bunu zengin olan kendi bütçesine uygun şekilde verecek, fakir de yine kendi durumuna göre verecektir. Yani verilecek olan şey, kadının durumuna göre değil, erkeğin gücü göz önünde tutularak, onun gücüne göre verilecektir. Bunun en az miktarı, beş dirhem, en üst sınırıysa melıri misi'in yarısıdır. Örfe göre şeriatın ve insanlığın güzel gördüğü şekilde o yapılmalıdır. Bu, iyilik edenlerin şanına yaraşır bir borçtur. Onlar buna uymak suretiyle kendilerine iyilik yapmış olurlar. Boşanmış olan kadın şu dört durumdan birisinde olur: a) Temas olmamış ve mehir belirlenmemiştir. b) Temas olmuş ve mehri belirlenmiş, c) Temas olmuş ve fakat mehir belirlenmemiş, d) Temas olmamış, fakat mehir belirlenmiş. Günahın olmadığı bildirilerek, mehir verilmeyeceği belirtilen durum, kadının yukarıda sayılan durumlarından birincisi için geçerlidir. Diğer üçünde ise, mehir verilmesi vaciptir. 237Onlara nikah akdi sırasında bir mehir takdir ettiğiniz halde, kendilerine temas etmeden onları boşarsanız, kendilerinin veya nikah akdi elinde bulunanın bağışlaması dışında, takdir ettiğinizin yarısı onlarındır. Eğer gerdekten önce biri vefat ederse, mehrin tamamı vacip olur. Çünkü ölüm, mehrin vacip olması için, tıpkı cinsel temas gibidir. Boşama durumunda boşanan kadın, mehrin vacip olmasından sonra, kendi isteğiyle bundan vazgeçerse, ya da nikah akdini elinde tutan koca mehrin diğer yarısını da bir lütuf olarak ona verirse bu ayrıdır, bağışlayabilir. Bunu da kadına bir ikram olsun diye yapar. Çünkü erkeğin kendi hakkını kadına bırakması, hiç kuşkusuz bir bağıştır. "Nikah akdi elinde bulunan" âyetinden maksat, veli değil, kocadır. Onun bağışlamasından murat ise, yarısını zaten vermek zorunda olduğuna göre, kadına mehrin tümünü vermesidir. Böylece vereceği ikinci yarı bağış olmaktadır. Ayrıca koca dilerse, kendisinin olan mehrin yarısını tekrar isteyebilir. Eğer istemeyip de bırakırsa, bunu kadına bağışlamış olur. Bağışlamanız takvaya daha yakındır. Takva açısından bu şekilde bağışlamanız çok daha iyidir. Almaksa, sanki bir şeyi karşılıksız olarak almak anlamına gelmektedir. Ya da insanlığı ve mertliği elden bırakmak, sanki takvayı lerketmektir. Aranızda iyilik ve fazileti unutmayın. Buradaki ifade, unutkanlıktan menedilmek şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü insanların bir şeyi unutmamaları, ellerinde olan bir şey değildir. Unutmaktan maksat, terketmektir. Yani şöyle deniliyor: Aranızdaki fazileti ve üstünlüğü terketmeyin, onu bir kenara bırakmayın. Bu, erkeğin mehrin tamamını kadına vermesi, kadının da kendi payına düşeni de ona bırakması ile olur. Ayrıca aranızdaki sevgiyi, güzelliği ve irfanı (bilgiyi) de unutmayın. Böylece hepsi de iyiliğe, faziletli davranmaya teşvik ediliyor. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görür. O sizin işlediğiniz iyilikleri ve üstün amelleri boşa çıkarmaz. 238Namazları vaktinde kılarak ve onlara devam ederek koruyun. Burada ”namaz"dan maksat, her gün farz kılınmış olan beş vakit namazdır. Bunların sayısı, başka âyetlerle ve mütevatir hadislerle tesbit edilmiştir. Ve yine aynı şekilde orta namazı koruyun. Yani bu vakitler arasındaki namazı... Bir şeyin ortası, en hayırlısı ve en âdil olanıdır. Bu, ikindi namazıdır. Çünkü ikindi namazı, iki vakit gece namazıyla, iki vakit gündüz namazının; arasında yer almaktadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in Ahzab günü buyurdukları şu söz de, bunun ikindi namazı olduğunu göstermektedir: ”Bizi orta namazdan yani ikindi namazından geri bıraktılar. Allah onların kabirlerine ve evlerine ateş doldursun." İkindi namazının fazileti, bu vakitte insanların ticaret ve kazançlarıyla çok meşgul oldukları ve bu vakitte gece melekleriyle gündüz melekleri bir araya geldiği içindir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kim ikindi namazını kaçınışa, sanki ailesini ve malını kaybetmiş gibidir." Yani ikindi namazı konusunda dikkatli bulunsun da onu kaçırmasın. Tıpkı elinden ailesinin ve varlığının gitmemesi için gösterdiği titizlik gibi, ona da titizlik göstersin. Ayrıca. Ahzab günüyle ilgili hadis, orta namazının ikindi namazı olmadığını söyleyenlere karşı bir delil ve hüccet olmaktadır. Gönülden boyun eğerek Allah'ın huzuruna durun. Namazda kıyamda (ayakta) Allah'ı zikredin. Çünkü kunuttan maksat, kıyamda Allah'ı zikretmektir. Ya da Allah için huşu içinde bulunun. 239Eğer düşmandan ya da başka şeyden korkarsanız, namazınızı yaya yahut binekte iken kılın. Âyetteki ”rical" kelimesi yaya anlamına olan ”râcil" kelimesinin çoğuludur. ”Rükbân" kelimesi de binitli anlamındaki ”râkib" kelimesinin çoğuludur. Emin olduğunuz zaman da yani korkunuz ortadan kalkınca, güvencede olduğunuz vakit de. Allah'ı, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde anın. Yani güvencede iken namazı nasıl kılıyorsanız, yine aynen öylece Allah'ın size öğrettiği şekilde kılın. Çünkü siz namazın nasıl kılınacağını bilemiyordunuz, O size öğretti. Âyetteki benzetmeden amaç ise, eda olunacak namazın, Allah'ın öğrettiği namaza uygun olmasıdır. Ya da âyetin manası şöyle olur: Allah'a şükredin. Bu şükür, Allah'ın size öğrettiğine denk bir şükür olsun. Çünkü siz, şeriatın ve ahkâmın ne olduğunu bilmiyordunuz. Öte taraftan şunu da bilmelisiniz. Namaz, tıpkı bir ziyafet mesabesindedir. Allah bu ziyafeti tevhid ehli için, her gün beş kez hazırlamıştır. Nasıl ki, ziyafette türlü türlü yiyecekler ve içecekler sunulur, her birinin rengi ve tadı farklı olursa, aynı şeklide namaz için de durum böyledir. Çünkü namaz içerisinde de muhtelif rükünler ve fiiller vardır. Her bir fiilin ayrı bir lezzeti ve günahları ortadan kaldırması vardır. Ayrıca şu husus da önemli bir noktadır: Bir kimse ezanı işittiği halde, cemaatı terketmemelidir. Çünkü buna izin ve ruhsat yoktur. Cemaatle namaz kılmak çok müekked bir sünnettir. Eğer bir bölge halkı cemaatle namaz kılmayı bile bile terkederlerse, onlarla savaşmak vacip olur. Çünkü cemaatle namaz kılmak, İslâm'ın şiarındandır. Cemaatle namaz kılacak olanlar da, birinci safa geçeceğim diye insanların üzerine basa basa geçmemelidir. Cemaat olduklarında, aynı hizada omuz omuza birleşmelidirler. Namazın edasında muteber olan durum, huzur ve tanı bir yöneliştir. Anlatıldığına göre Şeyh Ebui-Abbas Cevalikî, ilk zamanlarında çuvalcılık yapardı. Bir gün bir alıcıya veresiye bir çuval satar, fakat kime sattığını unutur. Bu arada namaza kalkar, fakat bu satışını düşünür, kime verdiğini hatırlamaya çalışır. Selâm verince öğrencisine, namazda iken hatırıma çuvalı kime sattığım geldi, der. Öğrencisi de: ”Hocam! Sen ha! Sen namaz mı kılıyordun, çuval mı tahsil ediyordun?" der. Öğrencisinin bu söyledikleri hocasını etkiler ve hemen eski bir elbise giyip, dünyayı terkederek riyazetle uğraşmaya başlar. Bu hal, elde edeceğini elde edinceye yani manevî makamlara ulaşıncaya kadar sürüp gider. 240Sizden, geride eşlerini bırakıp ölenler, zevcelerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıla kadar geçimini sağlayacak şeyi vasiyet etsinler. Böylece karılarınız bir yıl evlerinden dışarı çıkıp kimseye muhtaç olmadan geçimlerini sağlasınlar. Henüz ölüm döşeğinde hasta yatarlarken, hanımlarının kendilerinden sonra dışarı atılmaması ve mağdur bırakılmaması için, yiyecek, giyecek ve barınak hususunda bir yıl sürecek şekilde vasiyette bulunsunlar. Bu âyet Taif li bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu zat Hakîm b. Haris'ti. Kendisi Medine'ye hicret etmişti. Yanında çocukları, ana ve babası, bir de hanımı vardı. Adam vefat etti. Allah bu âyeti bunun üzerine indirdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ölen şahsın mirasından ölenin ana ve babasına, çocuklarına pay verdi, fakat hanımına bir şey vermedi. Ancak miras verdiği kimselere, kocasının terekesinden bir yıl ona infakta bulunmalarını emretti. İslâm'ın ilk dönemlerinde vefat üzerine kadının iddet bekleme süresi bir yıldı. Bir yıl bitmeden vârisin bu kadını evden çıkarıp atması haramdı. Kocanın da bunu vasiyet etmesi gerekirdi. Nitekim bu durum miras âyeti nazil oluncaya kadar sürdü. Miras âyetiyle bir yıllık nafaka durumu neshedilip yürürlükten kaldırıldı. Ayette, kocası ölen kadının iddet süresi dört ay on gün olarak belirlendiğinden, bir yıllık iddetde neshedilmiş oldu. Şayet o kadınlar kendiliklerinden çıkıp giderlerse, eğer kadınlar kendi arzularıyla kocalarının evlerini bırakıp giderlerse, ey hükümdarlar ve hâkimler artık kendi haklarında meşru olanı yapmalarında sizin için bir günah yoktur. Meselâ şeriatın reddettiği anlamda bir iş yapmadıkları takdirde, süslenmek, koku sürünmek, matemi terk, evlenme girişimleri gibi şeyler dışında, bir vebal ve günah yoktur. Allah mutlak galiptir, emri üzerinde kesinlikle üstün gelir ve kendisine karşı gelenleri de cezalandırır. Hikmet sahibidir. Hükümlerinde kullarının maslahatlarını gözetir. 241Boşanmış kadınlar için ister bu kadınlarla gerdeğe girilmiş, isterse girilmemiş olsun, örfe uygun şekilde geçimlerini sağlamak, yani ister müstahap ve ister vacip olsun, mutlak muta yani kadına yararlanacağı bir şeyin verilmesi, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur. Yani takva sahibi olması gereken kimselerin, kadının kalbini hoş tutması bakımından ve arada bir kin kalmaması için, şeriatçe ve gelenek olarak uygun olan bir şeyleri vermesi gerekir. 242işte Allah, düşünesiniz diye âyetlerini size böyle açıklıyor. Allah buradaki gibi, açık bir şekilde, kullarının maslahatı için öngördüğü hükümleri anlayasınız ve düşünesiniz, aklınızı kul lamısınız ve gereği ile amel edesiniz, diye açıklıyor. 243Şu binlerce iken, ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Bu hitap, onların kıssasını duyan kitap ehli ve tarihçilerden herkese yöneliktir. Buradaki ”görmek"ten maksat, kalb yönünden görmektir ki, bu, bilmek anlamındadır. Bir bakıma; ”Onlara ait bilgiler tâ gelip sana da ulaşmadı mı?" demektir. Âlimler: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bizzat göremediği, fakat Kur'an'da ”görmedin mi?" tarzında gelen her ifade: ”Bunların bilgisi gelip sana ulaşmadı mı?" anlamındadır, diyorlar. Teysîr'de ise, bunun gerçek anlamı, ”bunları bil" demektir, deniliyor. Bunun anlamı: ”Habibim! O yurtlarını ve evlerini terkedip binlerce kişiye ait haberi sen de bilmektesin" şeklindedir. Ancak bu çıkıp gidenlerin sayılarının ne kadar olduğu konusunda ihtilâf edilmiştir. Doğrusu bunların onbinin üzerinde olduğudur. Çünkü ”ülûf kelimesi cem-i kesrettir. Evlerini terkedip çıkmalarının sebebi de ölümden korktukları içindir. Allah onlara 'ölün' dedi. Bir meleğin ağzıyla Allah onlara ”ölün" dedi. Buradaki ifadenin Allah'a isnadı, korkutmak ve işin önemini vurgulamak içindir. Onlar da bundan sonra öldüler. Sonra onları diriltti. Allah sonra, geride kalan ömürlerini tamamlamaları için diriltti. Böylece kaderden kaçmanın bir anlamının olmadığını bilsinler istedi. Hasan (Basrî)'nin anlattığına göre yüce Allah, onlara ceza olması için, ecelleri henüz bitmeden onları öldürdü. Sonra, geri kalan ömürlerini bitirmek için tekrar onları diriltti. Bunlarla ilgili kıssayı tefsirciler kitaplarında zikretmişlerdir: Bunlar İsrail oğullarından büyük bir topluluktu. Bir kasabada yaşıyorlardı. Taun (veba) salgını geldi. Bunun üzerine hepsi de evlerini bırakıp kaçtılar. İki dağ arasında bulunan Efyah vadisine gidip orada konakladılar ve kurtulma umuduyla beklemeye başladılar. Ancak vadinin alt ve üst taraflarından birer melek, bunlara ”ölün" diye seslendi. Hemen hepsi orada ölüverdiler. Haliyle bu, Allah'ın emri ve dilemesiyle olan bir şeydir. Üzerlerinden tam sekiz gün geçti. Hepsi şişip kalmışlardı. Bu arada Hazkîl peygamber yanlarından geçti. Hazret-i Hazkîl (aleyhisselâm), Hazret-i Mûsa'dan sonra peygamber olarak gelmişti. Bu ölüleri görünce, durdu ve hayretler içinde bunların hallerini düşünmeye başladı. Bu sırada Allah kendisine: ”Sana bir mucize göstermemi ister misin?" diye vahyetti. O da: ”Evet" dedi. Allah da şöyle buyurdu: ”O halde şöyle seslen: Ey kemikler! Allah, sizin benim yanımda toplanmanızı emrediyor." İşte bu seslenişten sonra kemikler vadinin alt ve üst taraflarından toplanarak birbirleriyle birleşip kaynaştılar. Sonra Allah, kendisine: ”Ey ruhlar, Allah sizin yerlerinizi almanızı emrediyor" diye seslenmesini vahyetti. O da gerekeni yaptı ve hepsi dirilmiş olarak kalktılar. Bu arada şöyle diyorlardı: ”Allah'ım! Seni takdis ve tenzihle hamd ederiz. Sen her şeyden münezzehsin. Senden başka hiçbir ilâh yoktur." Sonra da hepsi yerlerine ve yurtlarına, kavimlerinin yanına döndüler. Ecelleri sona erinceye kadar bir süre daha yaşadılar. Bu kıssanın yararı, Müslümanları cihad konusunda gayrete getirmek ve onlara cesaret vermektir. Şehadet sebeplerini ve yollarını araştırmalarını, Allah'a tevekküle ve O'na teslim olmaya teşviktir. Çünkü ölümden kurtuluş yoktur. Madem kurtuluş yok, o halde ölümümüzün Allah yolunda olması daha iyi değil midir? Şüphesiz Allah, insanlara karşı ikram sahibidir. Çünkü O, kullarına ibret alma yolunu ve ileriyi görme gerçeğini gösterdi. Fakat insanların çoğu gerektiği gibi O'nun fazlına ve ikramına şükretmezler. 244Allah yolunda savaşın. Bu hitap, bu ümmetedir. Allah'ın dinini yüceltmek uğrunda cihad edin. Kaderin de mutlaka geleceğine kesin inanın. Dolayısıyla sevaptan ve zaferden yoksun kalmayın. Her şeyi bağışlayan ve her şeye sahip olan Allah yolunda ölmekten mahrum olmayın. Ve bilin ki, Allah işitici cihada koşanların da, cihaddan geri kalanların da sözlerini işiten ve bilicidir. İçlerinde gizledikleri her şeyi bilendir. Bu âyet, evlerini barklarını bırakıp kaçan bu kimselerin çirkin durumlarını kınıyor. Allah, bunların kaçıp gitmelerinin cezası olarak onlara ölüm veriyor. Onlar, böylece kurtulacaklarını umarken, hüsrana uğruyorlar, ellerine hiçbir şey geçmiyor. İşte bütün bunlar kaçmanın iyi bir şey olmadığını gösteriyor. 245Kim Allah'a güzel bir ödünç verirse, Bu âyette geçen ”kim" (men) soru edatı tasaddukta bulunmaya, yardıma teşvik anlamınadır. Borç ve ödünç anlamına gelen ”karı" kelimesi, aslında kesmek anlamındadır. Bu ismin verilmesi, borç veren kimsenin verdiği şeyi malından kestiği içindir. Allah'a borç vermek ise, Allah için önceden iyi işler ve ameller göndermektir. Ancak verilecek olan bu borcun, ihlâs ve iyi niyeti içermesi, kişinin nefsini ve kalbini hoş tutması gerekir. Allah da ona, verdiğinin karşılığını birçok katlarıyla artırır. Öylesine bir arttırır ki, bunun ölçüsünü ve miktarını ancak Allah bilir. İyiliklerin kat kat verilmesinin hikmeti, kıyamette davacılar başına toplansa bile, iflâsa götürülmesini önlemektir. Buna göre, âhirette kulun üzerindeki haklar, iyiliklerin asıl sermayesinden değil, kat kat olarak fazlaca verilenlerden ödenir. Allah hem daraltır, hem genişletir. Allah kimine bol imkânlar verir, kimine de kısar veya bazan kısar, bazan da geniş imkânlar verir. Yani hikmet ve maslahat gereği O'nun dilemesi neyi gerektiriyorsa, o olur. Eğer kul, işin bu inceliğini sezerse, o kulun iyilikte bulunması, varlığından vermesi kendisi için kolaylaşmış olur. Sanki Allah şöyle buyurur gibidir: Siz, daraltanın da, bollaştıranm da Allah olduğunu bilip, varlığınızın onun genişlik vermesi ve imkânıyla olduğunu anladığınızda, artık bundan böyle cimirilik yapmazsınız. O halde onu ödünç olarak verin, Allah'ın size infak edip geniş imkânlar sağladığı ve verdiği gibi, siz de bundan verin. Ancak O'na döndürüleceksiniz. Sizin önceden gönderdiğiniz amellerinize göre size maumalede bulunacaktır. Bu da ya Allah'ın verdiği vaad veya bildirdiği cezadır. Bir zenginle bir fakir, bir araya gelirler. Zengin şöyle der: ”Allah bizim derecelerimizi öylesine yüceltmiş ki, nitekim bizden borç bile istemektedir." Fakir de şöyle der: ”Aslında Allah bizim derecemizi yükseltmiştir. Çünkü bizim için borç istemektedir. Bir kimse bazan, sevmediği bir kimseden de borç isteyebilir. Fakat sırf sevdiği kimse için borç ister." Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği sırada bir yahudiden ödünç olarak aldığı arpaya karşılık, zırhı rehine bulunuyordu. O, arpayı ailesinin geçimini sağlamak için borç almıştı. Hadiste şöyle buyuruluyor: ”Kıyamet gününde Allah şöyle buyurur: Ey Âdemoğlu! Senden Beni doyurmanı istedim de, Beni doyurmadın. Kul: Rabbim! Sen izzet sahibi Rabbimsin, ben seni nasıl doyurabilirim ki? der. Allah da şöyle buyurur: Falanca kulum senden yiyecek istedi de, sen onu doyurmadın. Sen bilmez misin ki, eğer onu doyursaydın, bunu yanımda mutlaka bulurdun. ”(128) Borçlanmak ancak ihtiyaç sahipleri içindir. Burada sanki Allah zatını zikretmekle, kendini ihtiyaç sahibinin yerine koymuş bulunuyor? Tıpkı şu ifadesi gibi: ”Hastalandım, beni ziyaret etmedin, acıktım, beni doyurmadın." Bu ifade fakire ve yoksula karşı duyulan şefkat ve lütuftan dolayı söylenmiştir. Bu, muhakkiklerce adeta tenezzülât-ı Rahmaniye kabilindendir. Bu sayede kulun mahabbeti, sevgisi kemale ermiş olur. Aynı zamanda kullarından şühud ehli olanların huzurunda cezbesini tamamlasın diyedir. Çünkü hak cezbelerinden bir tek cezbe, insanların ve cinlerin amellerine denk düşer. Yüce Allah, fazlı, keremi ve ikramı sayesinde bizzat kullarını yarattı ve onları mülk ve varlık sahibi kıldı. Ardından da onların canlarını ve mallarını satın aldı ve sonra tekrar bunu ariyet yoluyla kendilerine verdi. Sonra onlardan borç istemek ve almak suretiyle de bu konuda yine onlara ikramda bulundu. Bundan dolayı onlara kat kat imkân sağlayacağını, sevap vereceğini müjdeledi. Sadık ve samimi kul, ancak himmeti kadarını ister. Bunun karşılığını da sadece Allah'tan bekler. Allah da ona istediğini verir. Aynı zamanda fazlasını da, onlar için gizlenip gözlerini aydın edecek olanını da kat kat verir. Allah bunu keremi ve ikramı oranınca kulu için katlayarak ihsanda bulunur. 246Mûsa'dan sonra, İsrail oğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Onlara ait bilgi sana ulaşmadı mı? Çünkü bizzat Ben bunların durumlarını ve haberlerini sana bildirdim de, sen hayrette kaldın. 'Mele'" (ileri gelenler), istişare için kendileriyle danışmalarda bulunulması için toplanan topluluk anlamınadır. Böyle adlandın İmaların ın sebebi, bunların kavimlerinin önde gelenleri olmalarıdır. Bunlar halkın gözünü dolduruyorlar, oturdukları meclise de bir güzellik veriyorlar. Bu ileri gelenler İsrail oğullarından bazı kimselerdi. Bunlar Hazret-i Yakub'un soyundan olanlardı. Bu olay Hazret-i Mûsa'nın ölümünden sonra meydan gelmişti. Hani peygamberlerinden birine: Bu, peygamberleri Eşmuil peygamberdi. En meşhur ve doğru olan rivayet budur. Buna: 'Bize bir hükümdar gönder de, önümüze geçsin, savaş konularında bizi idare etsin ve hükümler koysun. Biz de onunla birlikte Allah yolunda savaşalım' demişlerdi. Böylece İsrail oğulları, kendileri için bir savaş komutanı, ya da emiri istiyorlardı. Diyorlardı ki: Bu komutan bizi savaşta yönetsin; biz de onun safında çarpışalım. Görüldüğü gibi onlar, Hazret-i Peygamber'in orduyu yönetmek şeklinde gerçekleştirdiği bir görevi, kendi peygamberlerinden de istiyorlardı. Nitekim rivayete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bir yolculuğa çıktıklarında insanlara, içlerinden birisini kendileri için emir tayin etmelerini emrederdi. O: 'Ya savaş yazılır da savaşmayıverirseniz' dedi. O peygamberleri de, ya o hükümdarla birlikte savaşmanız farz kılınır da, bu defa onunla birlikte savaşmaya yanaşmazsanız, yani durum benim düşündüğüm gibi olur ve sizler savaşmak istemezseniz ne olacak? Peygamberleri bununla; ”Ben sizin savaştan korkacağınızı sanıyorum" demek istiyordu. Ayette yer alan soru edatı, onlardan beklenen bu şeyin gerçekleşeceğini vurgulamak içindir. Onlar şöyle dediler: 'Yurtlarımızdan ve çocuklarımız arasından çıkarıldığımız halde, bizler neden Allah yolunda savaşmayalım?' Burada yer alan soru edatı, inkâr anlamındaki bir sorudur. Yani biz hangi sebebe ve amaca dayanarak savaşı terk edelim ki? Oysa bizim savaş yapmamızı gerektiren haklı sebeplerimiz bulunuyor. Çünkü bizler ülkemizden, vatanlarımızdan çıkarıldık, ailemizden ve çocuklarımızdan uzaklaştırıldık. O halde neden savaşmayalım? Bunun sebebi, Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) vefat edince, Hazret-i Mûsa'dan sonra, İsrail oğullarına peygamber olarak Hazret-i Yuşa geldi. Onlara Tevrat'ın hükümleri gereğince ve Allah'ın emrettiği gibi muamele ediyordu. Hazret-i Yuşa vefat edinceye kadar böyle devam etti. Ancak onun ölümünden sonra, İsrail oğulları içinde büyük olaylar meydana geldi. Allah'a verdikleri sözlerini unuttular. Putlara tapmaya başladılar. Bunun üzerine Allah (celle celalühü) kendilerine, peygamber olarak Hazret-i İlyas'ı gönderdi. O da, bunları yeniden Allah'ın yoluna çağırdı. Hazret-i Mûsa'dan sonra İsrail oğullarına gönderilen peygamberler, Tevrat'tan unuttukları hükümleri yenilemek ve hatırlamakla görevliydiler. Hazret-i İlyas'tan sonra, Hazret-i Elyesa peygamber olarak gönderildi. O da, Allah'ın dilediği süre kadar, ölünceye dek İsrail oğulları arasında bulundu. Bundan sonra İsrail oğullarından öyle toplumlar geldi ki, akla gelmedik hatalara bulandılar. Ortaya kendilerine bir düşman çıktı. Bu düşman Calut'un kavmiydi. Bu kavim Rum denizi sahilinde oturuyordu. Burası Filistin ile Mısır arasında bir yerdi. Bunlar Amalika toplumuydular. Amalika toplumu, İsrail oğullarına musallat oldular, onların topraklarını ellerinden aldılar. Birçok çocuklarını esir ettiler. Bunlara vergi yüklediler, ellerinden Tevrat'larını aldılar. İsrail oğullarına bunlar yüzünden büyük belâ ve felâketler geldi. İsrail oğullarının işlerinin esası, krallarının ve sultanlarının etrafında toplanmalarına bağlı bulunuyordu. Bu kralların da mutlaka peygamberlerine itaat etmeleri gerekirdi. Kral da, toplumla beraber hareket ederdi, peygamberleriyse onların işlerini düzeltir ve yapmaları gerekeni onlara işaret ederdi, doğru yolu gösterirdi ve Allah'tan onlara haber getirirdi. Ama savaş onlara yazılınca. Peygamberlerinden istekte bulunmalarından ve hükümdarın gönderilmesinden sonra, savaş kendileri için farz kılınınca, içlerinden pek azı hariç yüz çevirdiler. Allah'ın emrini bir kenara iterek cihaddan geri kalarak ve yüz çevirerek kaçtılar. Ancak Talût ile birlikte nehri geçenler müstesna. Bunlar da 313 kişiydiler. Bedir ashabı sayısında idiler. Allah o zalimleri çok iyi bilendir. Bu, yaptıkları zulüm sebebiyle bir korkutma ve tehdittir. Savaştan yüz çevirdikleri ve cihadı terkettikleri için bir cezalandırmadır. 247Peygamberleri onlara: 'Allah şüphesiz size Talût'u hükümdar olarak gönderdi' dedi. Peygamberleri Eşmuil (aleyhisselâm), İsrail oğullarına, Allah'ın hükümdar olarak kendilerine Talût'u gönderdiğini söyledi. Ona itaat ediniz ve düşmanınıza karşı onunla beraber savaşınız, dedi. Dediler ki: 'Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken, o bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir?' İsrailoğullan buna şaştılar ve işin hikmetini inkâr ederek, bu hükümdarlık ona niçin verildiğini, onun buna lâyık olmadığını, halbuki kendilerinin daha lâyık olduklarını söylediler. Onlara göre hükümdarlık kendi haklarıydı. Çünkü ona mal ve servet olarak bir şey verilmemişti. Soyca kendileri seviyesinde olduğunu kabul etseler bile malî bir üstünlüğü yoktu. Yani: ”Böyle bir adam bizim üzerimize nasıl hükümdar seçilebilir. Çünkü ortada ondan daha lâyık olanları varken, hükümdar olabilmek için varlıklı olması da gerekirken, bu adam nasıl bir hükümdar olabilir ve başımıza geçebilir?" diyorlardı. Şöyle dedi: 'Allah şüphesiz onu üzerinize seçmiş, bilgisini ve gücünü artırmıştır.' Peygamberleri onlara, onun herhangi bir nesebi ve serveti olmasa da, Allah'ın kendi üzerlerine onu seçmiş olduğunu söyledi. Çünkü onun başkaca üstünlükleri vardır. Ona bilgi bakımından üstünlük vermiştir. Hükümdarlık da bilgiye dayanır. Ayrıca boyca uzun ve iri yapılıdır. Aslında insan, bilgi açısından ruhlar ve kalpler üzerinde etki bırakır, fizikî yapı bakımında da insanların kalplerinde korku doğurur. İşte Allah bu iki üstün nitelikle onu diğerlerinden üstün kılmıştır. Allah mülkünü dilediğine verir. Çünkü bütün mülkün sahibi bizzat O'dur ve O, dilediğini işler. Kullarına dilediğini vermek yalnızca O'na aittir. Allah vasidir, fakirin durumunu genişletir ve onu zengin kılar ve her şeyi çok iyi bilendir. Hükümdarlığa kimin ehil olup olmadığını en iyi O bilir. 248Peygamberleri onlara dedi ki: İsrailoğullan, Talût'un başlarına hükümdar seçildiğini kabul etmeleri için, peygamberlerinden bir işaret istediler ve ”onun hükümdarlığının işareti nedir?" diye sordular. Peygamberleri de şöyle dedi: Onun hükümdarlığının işareti, Tabut'un size gelmesidir ki... ”Tabut" kelimesi, ”Tevb" kelimesinden alınmadır. Bu, geriye dönüş anlamına gelir. Tabut isminin verilmesi, içine eşya konması nedeniyledir. Bundan maksat, içinde Tevrat'ın yer aldığı sandıktır. Allah, Hazret-i Mûsa'nın vefatından sonra, İsrail oğullarının azıp isyana kalkışmaları yüzünden, onlara kızarak bunu kaldırmıştı. Bunlar peygamberlerinden, Talût'un hükümdarlığını gösteren bir işaret isteyince, peygamberleri kendilerine şöyle söylemişti: Doğrusu onun hükümdarlığının işareti, size gökten bir tabutun gelmesidir ki, bunu melekler korumaktadırlar. Meleklerin koruması altındaki bu tabutun, kendilerine peygamberlerinin anlattığı şekilde gelmesini, ta Talût'un yanına gelip ininceye kadar gözetleyip durdular. Bu, Abdullah b. Abas'ın sözüdür. İçinde Rabbinizden bir ferahlık, Tabut'un gelmesinde, sizin için Rabbinizden bir gönül huzuru vardır. Mûsa ailesinin ve Harun ailesinin geriye bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Bunun içinde levha parçacıkları, Hazret-i Mûsa'nın asası, elbisesi ve takunyaları, Tevrat'tan bir şeyler, bizzat kendi aileleriyle veya tabileriyle ilgili bazı şeyler, kalıntılar vardı. Onu melekler taşıyacaktır. Yani onun hükümdarlığının işareti, gelen bu tabutun melekler tarafından taşınmasıdır. Diğer taraftan tabutu, melekler taşıyarak getirmemiş gökten yere bizzat kendisi Allah tarafından inmiş, melekler de onu koruyorlardı, ya da meleklerin sürdüğü iki öküz üzerinde getirilmiştir. Burada taşımanın meleklere izafe edilmesi, onların bunu korumasından dolayıdır. Çünkü bir şeyi koruyan kimseye, bu şeyi o kimse taşımıştır demek caizdir. Meselâ adam: ”Ben Ahmed'in eşyasını taşıyıp getirdim" der. Bu, onu yolda ben korudum, anlamına gelir. Yoksa bizzat taşıması demek değildir. Eğer iman edenlerdenseniz, bunda sizin için kesin bir işaret vardır. Ey İsrailoğullan! Tabutun tekrar size verilmesinde, Talût'un hükümdarlığı konusunda sizin için büyük bir işaret vardır. Ayrıca bu, sizin peygamberinizin doğruluğuna da bir delildir. Çünkü Allah'ın Talût'u size hükümdar seçtiğini peygamberiniz bildirmişti. Gerçekten sizler inanmışsanız, Allah'ı tasdik ediyorsanız, o zaman Talût'un hükümdarlığını da tasdik ediniz. 249Talût askerleriyle ülkesinden ayrılınca Amalikalarla savaşmak için birlikte çıktığı yakın savaş arkadaşlarına dedi ki: Rivayete göre bunlar, tabutu gözleriyle görünce, artık zafer kazanacaklarından bir kuşkuları kalmadı. Hemen cihada koştular. Bunun üzerine Talût onlara şöyle dedi: Benimle birlikte yaşlı ve hasta kimse savaşa gelmesin. Yine bir adam bir binaya başlamış ve henüz bunu bitirememişse, o da gelmesin. Borçlu olan da benimle savaşa gelmesin. Henüz yeni evlenmiş ve eşiyle beraber olmamış olan da gelmesin. Benim tek bir isteğim var, benimle savaşa çıkacak olanlar yalnızca gayretli ve boş gençler olmalıdır. İşte böyle kimselerden tam seksenbin kişi seçti. Zaman, sıcakların şiddetli olduğu bir döneme rastlıyordu. Halk köşe ve bucaklara çekiliyor, suyun azlığından şikâyet ediyorlardı. Allah'ın kendileri için bir nehir akıtmasını istediler. Talût, peygamberleri Eşmuil'in haber vermesiyle onlara dedi ki: 'Şüphesiz Allah, sizi bir ırmakla imtihan edecektir. İçinizden kimin Talût'a karşı iyi niyetli ve samimi, kimin de böyle olmadığını meydana çıkarmak istiyor. Çünkü savaşmak istemeyen bir kimse, eğer ordu içerisinde bulunursa, orduya zaaf girer. Onun kötülüğü yüzünden ordu yenilgiye ve bozguna uğrar. Kim ondan yani bu nehrin suyundan, avucuyla veya bir kapla değilde, olduğu yerde uzanarak ağzıyla kana kana içerse benden değildir. Yani asker ve inanmış arkadaşlarımdan değildir. Kim ondan tatmaz ve sadece eliyle bir avuç alırsa bendendir.' Benim dinimdendir. Ayette geçen ”gurfe" avuç içerisindeki su demektir. ”Garfe" şeklinde okunduğunda ise anlamı bir avuç su almak demek olur. Yani bu peygamberin bir mucizesi olarak, az miktarda su alınırsa, Allah onu bereketli kılar ve onların hepsine yeter. Nitekim Allahu teâlâ, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın döneminde azıcık bir sudan, çok sayıda insanın susuzluğunu gidermiştir. Onlardan pek azı hariç, ondan içtiler. Hepsi ırmağa kadar vardılar, hemen uzanıp tıpkı hayvanlar gibi, kana kana içtiler. Sudan tatmamak şöyle dursun avuçla alıp içmekle de yetinmedi ler, kana kana içtiler. Fakat bunlar arasından çok az sayıdaki kişiler böyle yapmadılar, emre uydular. Bunların sayısı da Bedir savaşındaki sahabenin sayısı kadar, yani 313 kişiydi. Bunlar sadece avuçlarını daldırıp tadımlık olarak bu sudan içtiler. Fakat Talût'a karşı gelenler, diz çökerek ve yatarak hayvanlar gibi içmeye başladılar. Böylece Talût kimin kendisine karşı ve kimin yanında olduğunu öğrendi. Ayrıca asi olanların tekrar beldelerine döndükleri konusunda tefsir âlimleri arasında herhangi bir ihtilâf yoktur. Nihayet o, yani Talût ve beraberindeki az sayıdaki mü'minler ırmağı geçince itaat edip karşı çıkmayanlardan bir kısmı öbürlerine 'Bugün Calût ve askerlerine karşı bir gücümüz yok,' yani onlarla savaşıp karşı koyamayız; çok oldukları için onlara üstünlük sağlayamayız dediler. Tâlut'a iman edenler iki kısına ayrılmıştı. Bir kısmı hayatı seven, ölümden korkan, korkuya bütünüyle yenilen; diğer bir kısmı da güçlü, cesur, dayanıklı, Allah'a itaat edip ölüme aldırış etmeyen kimselerdi. İşte, Câlut ve askerlerine karşı gelemeyeceklerini söyleyenler, iman edenlerin birinci grubuydu. Allah'a kuvaşacaklarını kesin bilenler ise: Allah'ın üstün yardımının ve desteğinin geleceğine kesin olarak inananlarsa, 'Nice az bir topluluk var ki, Allah'ın izniyle, O'nun hükmü ve kolaylaştırmasıyla çok olan bir topluluğa galip gelmiştir. Çünkü Allah, sayıları az da olsa, dinine yardım edenleri asla zelil etmez. Sayıları ve silahları ne kadar çok olursa olsun, dinine karşı çıkanları da asla üstün kılmaz. Allah sabredenlerle beraberdir,' dediler. Düşmanlara karşı göğüs gerip sabredenleri zafere erdirmek konusunda onların yanındadır. Sabır, düşmanla karşılaşınca olur. Rabığ şöyle diyor: Bu kıssada dünya ve dünyaya bağlı olanlarla ilgili bir ima ve örnek vardır. İnsan kendisine yetebilecek miktarını alıp bununla yet inse, fazlasına düşkünlük göstermese, dünyada esenliğe kavuşur ve kurtulur. Fakat ihtiyaçtan fazlasını almaya uğraşırsa, susuzluğu giderek artar. Nitekim Dünya tuz gibidir. Ondan çok miktarda alanın susuzluğu artar, denilmiştir. Bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Ademoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, mutlaka bir üçüncüsünü ister. Topraktan başka Ademo ğlunun kamını (gözünü) hiç bir şey doldurmaz. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder." Yani kul, dünyaya düşkünlükte devam eder durur. Bu, ölünceye kadar sürer. Ancak onun karnını kabir toprağı doldurur. 250Calût ve askerlerine karşı ortaya çıktıklarında şöyle dediler: Talût ve beraberindeki mü'minler, savaş alanına çıkıp Calût ve askerlerinin sayılarını ve silahlarını gördüklerinde ve onlara güç yetiremiyeceklerini anlayınca hep birlikte Allah'a yalvarıp yakarmaya ve Ondan yardım istemeye başladılar: 'Ey Rabbimiz! Bu onların kulluklarını itiraf edip, durumlarının düzeltilmesini istemeleridir. Üzerimize sabır indir, Savaşın sıkıntıları ve ızdırapları konusunda bize büyük bir sabır ve dayarıma gücü ver. Savaş meydanlarında Ayaklarımızı sabit tut. ve düşmanın kalbine korku sal ve kâfir millete karşı bize yardım et.' Onları kahret, bozguna ve hezimete uğrat, bize zafer ihsan et. 251Derken fazla bir vakit geçmeden Allah'ın izniyle yardımı ve desteğiyle onları, bozguna uğrattılar ve yendiler. Davûd, Calût'u öldürdü. Zalim Calût, Amalika'nın lideriydi. İnsanların en güçlüsü ve en şiddetli olanıydı. Tek başına bir orduyu yenecek güçteydi. Davûd ise, koyun güderdi, bir çobandı. Yüce Allah, ordunun peygamberi Hazret-i Eşmuil'e, Calût'u öldürecek olan kişinin Davûd olduğunu bildirdi. Eşmuil de Allah'tan onun gelmesini istedi ve Allah da onu gönderdi. Peygamber Eşmuil Davud'a şöyle dedi: ”Allah (celle celalühü), Calût'u senin elinle öldürtecektir. Gel bizimle birlikte onunla savaşa çıkalım". O da, birlikte çıktı ve malum sonuç elde edildi. Allah da ona hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona dilediği şeylerden de öğretti. Allah, İsrailoğullarmın hükümdarlığını ona verdi. Onlar Hazret-i Davûd'dan önce, herhangi kimsenin hükümdarlığı altında bir araya gelmemişlerdi. Davud'a hükümdarlık verdiği gibi, aynı zamanda hikmeti, yani peygamberliği de verdi. Hazret-i Davûd'dan önce İsrail oğullarından hiç kimseye hükümdarlık ve peygamberlik birlikte verilmemişti. Bu, sadece Hazret-i Davud'a verilmiştir. Bundan önce hükümdar bir soydan (kabileden) olurken, peygamberlik de bir başkasında olurdu. Allah, Hazret-i Davud'a da Zebur'u indirdi. Allah, ona öğretmesini istediği şeyleri de öğretti. Meselâ Hazret-i Davud'a zırh yapmayı, kuşlarla konuşmayı, dağların tesbihini öğrettiği gibi, güzel sesi ve güzel nağmeleri de ona vermiş ve öğretmişti. Allah, Hazret-i Davud'a verdiği güzel sesi, kimseye vermemişti. Eğer Allah'ın insanları birbirleriyle önleyip savması olmasaydı, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Eğer fesada, bozgunculuğa ve kötülüğe kalkışan insanları Allah'ın başka insanlarla ortadan kaldırması olmasaydı, yeryüzü mutlaka bozguna uğrardı. Tüm menfaat lan yok olur, ekin ve nesil bozulurdu. Ayrıca yeryüzünü imar eden ve düzelten şeyler de yok olup giderdi. Bir diğer yorum da şöyledir: Eğer Allah, müminler ve iyi kimseler aracılığıyla kâfirleri ve kötü kimseleri ortadan kaldırmasaydı, dünya ve içindekiler helak olurlardı. Ancak Allah, mü’minler eliyle kâfirleri, salihler eliyle de Tacirleri, yani kötüleri yok etti. Öte taraftan bu âyette, hükümdarlığın faziletine ilişkin bir uyarı var. Eğer hükümdarlık olmasaydı, dünyanın düzeni bozulurdu. Bunun için şöyle denmiştir: Din ve devlet ikizdirler. Birinin kalkması halinde, öteki de ortadan kalkar. Çünkü din temeldir, devlet de bekçiliktir. Eğer bir şeyin temeli yoksa, o şey yıkılmaya mahkûmdur. Eğer bir şeyin bekçisi ve koruyucusu yoksa, o da zayi olur, kaybolur. Fakat Allah, âlemlere karşı büyük lütuf sahibidir. Allah'ın fazlı ve keremine kimse erişemez. Bu itibarla O, birinin fesadını ve kötülüğünü diğeriyle önler. Böylece yeryüzünde bozgunculuk olmaz. Milletlerin ve toplumların durumları ancak Allah'ın teşrii ve yasası ile düzelebilir. 252İşte bunlar, Burada daha önce geçen hükümlere işaret vardır. Allah'ın âyetleridir ki, O'nun katından indirilmiştir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Yani Cebrail aracılığıyla, en uygun şekilde sana okuyoruz. Hiç kuşkusuz, kitap ehlinin onda buldukları şeylerin hiç birisi, onların kitaplarına uyumsuzluk göstermez. Onlar da şüphesiz bir şekilde bunun böyle olduğunu bilirler. Elbette sen gönderilen peygamberlerdensin. Sen de, ümmetlere gönderilen peygamberlerden bir peygambersin. Bizim risaletimizi ve hükümlerimizi tebliğle yükümlüsün. Aksi takdirde bu âyetler sana bildirilmezdi. 253İşte biz o peygamberlerden... Burada tüm peygamberlere ve bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de işaret olunmaktadır. Bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Bazılarını bazı menkıbelerle diğerlerinden üstün kıldık. Bilindiği gibi peygamberlerin tümü, peygamberlik açısından eşittirler. Çünkü nübüvvet tek bir şeydir ve onda üstünlük sözkonusu değildir. Ancak üstünlük dereceleri bakımındandır. Peygamberlerin bazısı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi, dostluk (halillik) derecesine ulaşmıştır. Bazılarında da, Hazret-i Davûd gibi hem hükümdarlık ve hem peygamberlik derecesi toplanmıştır. Hazret-i Süleyman'ın emrine tüm cin ve insanlar, kuşlar ve rüzgâr amade kılınmıştır. Halbuki Hazret-i Süleyman'ın babası Hazret-i Davûd için bunlar yoktu. Allah (celle celalühü), bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de, hem cinlere ve hem de insanlara peygamber olarak göndermekle öteki peygamberlerden farklı kılmıştır. Aynı zamanda bizim peygamberimizle, önceki tüm şeriatlar neshedilmiş, yani yürürlükten kaldırılmıştır. Bu peygamberlerden kimisi ümmetini, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi fiilleri, sıfatları ve zatı bakımından Allah'ın birliğine (tevhid) davet etmiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) tevhidin kutbudur. Oysa öteki peygamberler ümmetlerini mebde ve meada davet ederler, bazı ilâhi sıfatlarla mevsuf olan bir tek zata (Zat-ı Ehadiyete) çağırırlardı. Ancak Hazret-i İbrahim, Zat-ı ilâhiye-i ehadiyete, yani bir tek ilâhi zata davet ediyordu. Bunun içindir ki Allah, bizim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Sonra sana: Allah'ı birleyerek İbrahim'in dinine uy, diye vahyettik" (Nahl: 123) buyruğuyla Hazret-i İbrahim'e uymasını emretmişti. Peygamberler davet açısından farklı derecelere sahip bulunsalar da, hepsi Allah'a vasıl olmuş ve Allah'da fena bulmuş kimselerdir. Peygamber ancak vasıl olmakla olabilir. Yani her peygamber kesinlikle Allah'a ulaşan, tevhid mertebelerinin tümünü elde eden kimselerdir. İster fiillerle, ister sıfatlarla ve isterse zatla ilgili tevhid olsun, bütün bu dereceleri elde eden kimsedir. Allah onlardan kimiyle konuştu, Yani kendileriyle arada hiçbir vasıta olmaksızın konuşmak suretiyle derecesini üstün kıldı. Bu, Hazret-i Mûsa'dır ve Allah ile konuşan anlamında ”Kelîmullah" denilmiştir. Kimini de derecelerle yükseltti. Bu bakımdan peygamberler bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler. Birbirinden farklı mertebeler yönünden oldukça üstün derecelere sahiptirler. Bununla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in muradolunduğu açıktır. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), öteki peygamberlerden derece bakımından üstündür. Çünkü başka hiçbir peygambere Hazret-i Peygambere verilen mucizeler kadarı verilmemiştir. Eğer Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kurandan başka hiçbir mucize verilmeseydi, bu bile onun öteki peygamberlere üstünlüğü açısından yeterdi. Çünkü bu mucize dünya durdukça kalıcıdır. Halbuki öteki mucizeler Kur'an gibi kalıcı değildir. Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik. Ölüleri diriltmek, hastalara şifa sağlamak, anadan doğma körleri ve alacaları iyileştirmek, Allah'ın izniyle kuş yaratmak ve gayıptan haber vermek gibi açık ve seçik mucizeler vermiştik. Allah, onun mucizelerini, onun üstünlüğünün ve derecelerinin farklılığına sebep gösterdi. Oysa açık deliller ve mucizeler sadece Hazret-i İsa'ya ait ve ona tahsis edilmiş değildir. Bunun sebebi ona verilen mucizeler öyle mucizelerdir ve öylesine büyüktür ki, Hazret-i İsa'dan başkası böyle mucizeler göstermemişti. Yüce Allah'ın burada, diğer peygamberleri anmayıp Hazret-i İsa'dan söz etmesi, Yehudilerin onu aşağılamada çok aşırı gitmelerindendir. Çünkü Yehudiler, Hazret-i İsa'nın elinde böyle büyük ve açık mucizeleri görmelerine rağmen, onun peygamberliğini inkâr ettiler. Hıristiyanlar da, Hazret-i İsa'ya tazimde o derece ileri gitmişlerdi ki, onu risalet mertebesinden çıkarıp, ilahlığa yükseltmişlerdi. Ve onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Tertemiz ruhla. Bu ruhu ona Allah üflemişti. Allah, onu böylece, erkekle dişinin menilerinden yaratılanlardan farklı olarak yarattı. Çünkü Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) herhangi bir erkeğin sulbünde bulunmamıştı ve aynı zamanda Hazret-i İsa hayız gören rahimlerden de uzaktı. Kudüs, burada mukaddes anlamınadır, ya da Allah demektir. Bunun ruhu da, Hazret-i Cebrail'dir. Ruh'un Kudüs'e izafetiyse, teşrif yani şereflendirmek içindir. Mana şöyledir: Allah, ona Cebrail ile işin başında, ortasında ve sonunda yardım etti. İşin başında yardımına: ”Biz ona ruhumuzdan üfledik." (Tahrim: 12) âyetiyle işaret olunmuştur. Ortasında yardımı ise, Cebrail Hazret-i İsa'ya ilimleri öğretmiş ve onu düşmanlarından korumuştu. İşin sonunda yardımı ise, Yehudiler kendisini öldürmeye kalkışınca, Hazret-i Cebrail ona yardım edip onu semaya yükseltti. Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık mucizeler geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Yani peygamberlerden sonra çeşitli ümmetler birbirlerini öldürmezlerdi. Allah onların öldürü inlemelerini dileseydi, öldürmezlerdi. Hepsini de peygamberlerin getirdiğine uymada ittifak halinde kılardı. Oysa gönderilen peygamberler tarafından o ümmetlere apaçık deliller ve mucizeler geldikten sonra, bu yola giriştiler. Kaldı ki gösterilen tüm mucizeler, ümmetlerin peygamberlere uymalarını gerektiriyordu. Fakat onlar ayrılığa düştüler. Bunlar büyük bir ayrılığa düştükleri için Allah bunların öldürülmelerini diledi. Onlardan kimi iman etti, Bu peygamberlerin getirdiği mucizelere kimi iman etti, kimi de küfre saptı. Kimi de gelen mucizeleri kabul etmedi, dolayısıyla durumlarına uygun olarak birbirlerini öldürdüler. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Bu durumlardan sonra da yine Allah onların birbirlerini öldürmemelerini isteseydi, öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar. Yani herhangi bir gerektirici neden olmadan veya bir engelleyici olmadan Allah dilediğini yapar. Burada, tüm olayların Allah'ın dilemesine bağlı olduğuna ilişkin apaçık bir delil vardır. İster hayır, ister şer, ister iman ve ister küfür, ne olursa olsun hepsi de Allah'ın dilemesine bağlıdır. İşte bu âyet Mutezile aleyhine onları uyarıcı bir niteliktedir. İmam Gazzalî yüce Allah'ın ”ed-Dârr ve en-Nâfi'“ adlarının açıklamasında şu ifadelere yer veriyor: O, hayrın ve şerrin kendisinden sudur ettiği, fayda ve zararın kendisinden geldiği zattır. Bütün bunlar Allah'a aittir. Bunlar ya melekler, insanlar ve cansız varlıklar aracılığıyla olur veya herhangi bir vasıta olmaksızın olabilir. Meselâ zehirin kendisinde öldürücülük ve zarar vericilik özelliği olduğunu sanma. Aynı şekilde, yemeğin kendisi doyurucu ve yararlı değildir. Yine sanma ki, insan, şeytan veya yaratıklardan herhangi bir şey mesela bir yıldız, ya da bir başka şey bizzat kendisi iyilik veya kötülük yapabilme imkânına sahiptir, ya da faydalı veya zararlıdır. Aksine bütün bunların tümü bazı sebeplere dayanırlar. Bu şeylerin meydana gelebilmesi, ancak başlarına musallat kılınan sebeplere bağlıdır. Bütün bunların tümü de, ezelî kudrete izafetle ele alınırlar. Meselâ kalemin kâtibe (yazana) izafesi gibi. Yani yazı kalemden çıkar, ama onu kullanan başkasıdır. Meselâ, hükümdar ya da yetkili kimse, bir cezayı onaylayıp bunun altına imza atınca, bu cezada kalemin bir rolü yoktur. Ancak kalem kendisi için imza atılana musallat kılınana zararlıdır. İşte diğer araçlar ve sebepler de böyledir. 254Ey iman edenler! İçinde ne bir alış verişin, ne bir dostluğun, ne de bir şefaatin olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıktan harcayın. Henüz hesap ve ceza günü gelmeden, size rızık olarak verdiğimizden harcayın. Buradaki infak yani harcamadan maksat, vacip (farz) olan zekâttır. Çoğunluğun görüşüne göre bu, hem farz olan zekâtı ve hem de nafile harcamayı kapsar. Hesap ve ceza gününde, herhangi bir eksikliğin giderilmesi için, bir alış veriş imkânı ve fırsatı tanınmaz. Yaptıklarınızdan ötürü dostlarınızdan biri de gelip sizi kurtaramaz. Çünkü orada dostluk geçerli değildir. Hullet (dostluk), sevgi ve sadakat anlamlarına gelir. Halil de dost demektir. İşte kıyamet gününde, dostlar arasındaki dostluk biter. Dostluk ancak takva sahipleri arasında sürer. Çünkü bir âyette şöyle buyuruluyor: ”Dostlar, o gün birbirine düşmandır. Yalnız takva sahipleri hariçtir. ” (Zuhruf: 67) O gün sırtınızı dayayabileceğiniz bir şefatçiniz olmayacak ki, size şefaat edebilsin. Kıyamet gününde şefaatin olmayacağından maksat, hiçbir kimsenin, kendisine izin verilmeden şefaat edemiyeceğidir. Çünkü deliller, mü'minler için şefaatin varlığını bildirmektedir. Ancak bu da kendilerine izin vermesinden sonra olabilecektir. Bu şefaat, Allah'a herhangi bir şekilde şirk koşmadan ölenler hakkındadır. Kâfirler, yani zekât vermeyi terkedenler. Burada zekâtın, Allah yolunda yapılan diğer harcamalara, tercihi, bir tehdit ve uyarı içindir. Nitekim Hac ibadetiyle ilgili olarak geçen âyette de aynı ifade görülmektedir. Bu Hac ile ilgili âyetin sonunda: ”Kim de inkâr ederse" (Al-i İmrân: 97) buyurulmuştur. Burada ”Kim haccetmezse" denilmeyip yukarıdaki ifade zikredilmiştir. Dolayısıyla yorumunu yapmakta olduğumuz âyette de, zekâtı terketmenin, vermemenin kâfirlere ait bir nitelik olduğu bildiriliyor. Yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Vay haline Allah'a ortak kasanların! Onlar zekât vermezler." (Fussilet: 6-7) İşte bu kimseler zalimlerin ta kendileridir. Çünkü kendilerini cezaya atmakla canlarına zulmetmiş oluyorlar ve malı, verilmemesi gereken yerlere veriyorlar. Allah'ın emretmediği ve yasakladığı yollara harcıyorlar. 255Allah ki, Allah, yüce Rabbimizin doksan dokuz isminden en yüce ismidir. İsm-i Azam'dır. Çünkü bu, tüm ilâhi sıfatları kendinde toplayan zatı gösterir, O'na işaret eder. O'nun zatıyla ilgili hiçbir nitelik bu ismin dışında değildir. Oysa öteki isimler, yüce Allah'ın ilâhî sıfatlarının tümüne ayrı ayrı işaret etmeyip yalnızca konuldukları anlamlara delâlet ederler. Meselâ ilmine, kudretine, fiiline veya bir başka özelliğine işaret ederler. Bir de ”Allah" ismi tüm isimlerin en özelidir. Bir başkasına bu isim verilemez. Ne gerçek anlamda ve ne de mecazî manada verilmesi mümkün değildir. Halbuki öteki isimler, bazan başka varlıklara ad olabiliyor. Meselâ Kadîr (her şeye gücü yeten), Alîm (her şeyi en iyi bilen), Rahîm (merhametli) gibi isimleri burada sayabiliriz. Kul için gerekli olan şey, bu ismi anar anmaz, kulluğunu hatırlayıp, O'na karşı gerekeni yapmalıdır. Yani kul, sürekli bir şekilde kalbiyle Allah'la beraber olduğunu ve hep O'na yönelmesi gerektiğini bilmeli, kalbi bu inançla dopdolu olmalıdır. Başkasına bakmamak ve Allah'tan başkasına iltifat etmemelidir. Yalnızca Allah'tan beklemeli ve yalnızca O'ndan korkmalıdır. Bu, nasıl olmasın ki, kişi bu isimden, O'nun hakiki ve gerçek varlık olduğunu bilecek, O'ndan başka her şeyin geçici, yok olucu ve bâtıl olduğunu bilecek de başkasına yönelecek? Çünkü insan başta kendi nefsinin helak olacağını görür. Tıpkı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)in gördüğü gibi. Çünkü O şöyle buyurmuştur: ”En doğru kelime, Şair Lebid'in söylediği kelimedir. O şöyle diyordu: Allah'tan başka her şey batıl ve geçersizdir. ” O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. İbadete lâyık olan yalnızca O'dur. O'ndan başkası buna lâyık değildir. Tevhid'in üç mertebesi vardır: Birincisi: Henüz işin başında olanların tevhidi, yani Allah'ı birlemeleridir. Bu, ”Lâ ilahe illallah" ile başlar. İkincisi: Orta derecedekilerin tevhididir. Bu, ”Lâ ilahe illâ ente" dir. Yani: ”Ancak Sen varsın. Senden başka hiçbir ilâh yoktur." Çünkü bu durumdakiler şühud makamındadırlar, bunun da gereği hitaptır. Yani ”Sen" demektir. Üçüncüsü: Kâmil olanların tevhididir. Bunlar ”Vahidu'l-Ehad" olan, yani tek olandan tevhidi duyarlar. Bu, ”la ilahe illa ene" dir. Yani: ”Ancak Ben varım, başkası yok" demektir. Çünkü bu derecede bulunanlar küllî anlamda fena (yok oluş) makamınadniar. Peygamberler işte bu makamdadırlar. Onlardan asla hiçbir şey sadır olmaz. Âyette yer alan ”Huve-O" lafzı mukarrabîn olanların makamına işaret eder. Bu makamdakiler eşyanın mahiyetini ve hakikatini, hep Allah'ı hatırlatma düşüncesi ve inancıyla görürler. Bu itibarla mukarreb olanlar tüm varlıklarda başka şeyi değil, yalnızca Allah'ı görürler. Çünkü Hak, yalnızca zatı itibariyle varlığı gerekli olandır. Oysa Allah'tan başka her şeyin varlığı ile yokluğu eşit derecededir. Yalnızca O'nun varlığı vaciptir. Şeyhim şöyle der: ”Allah'ı tam anlamıyla bilenlere göre ”Lâ ilahe illallah" diye zikretmek, ”Allah, Allah", veya ”hû, hû" kelimeleriyle zikretmekten daha üstündür. Çünkü ”lâ ilahe illallah" cümlesinde, hem nefy ve hem de isbat vardır. Yani bir yönüyle red, diğer yönüyle kabul. (Allah'ı kabul, başkalarını red). Aynı zamanda bu kelime fazlaca bilgi ve marifet içeriyor. Ben bu kelimeden şunu da anlıyorum: ”Lâ ilahe illallah" dediğim zaman bu, hakkanî şühud ile tüm yaratıkların fiillerininin, sıfatlarının ve zatlarının Hak olan Allah'ın sıfatları, fiileri ve zatı önünde faniliğine şehadet etmektedir. Yine ben: ”Muhammedün Rasûlullah" dediğimde, yine bu hakkanî şühud ile Rabbani feyzin, Nebilerin ve Rasûllerin Efendisi Hazret-i Muhammed için bakî olduğunu görüyorum. İşte kulun tevhidi, bu mahiyette olabilirse, hiç kuşkusuz böyle bir kimsenin tevhidi, hakiki ve hakkanî tevhid olur. Yoksa resmî ve nefsanî bir tevhid değil." O, daima diri... ”Hayy" sözlükte, kendisinde hayat ve dirilik olan demektir. Bu, ölümün ve cansızlığın zıddı olan bir sıfattır. Bu, iradî anlamda his ve hareketi gerektirir. İnsanın en şerefli vasfı Daru'l-kerâme denilen Cennet yurdundaki ebedî hayattır. Allah bu vasıfla tasvif edilip: ”O, Hayy-hayat sahibidir." denildiği zaman bunun manası, yok olmak ve ölümlü olmaktan uzak, dâim, bakî demektir. Yüce Allah, ezelî ve ebedî hayat ile nitelenmiştir. Ve yarattıklarını gözetip yönetendir. ”Kayyûm"; kâim kelimesinin mübalağa sıfatı olup her şeyi yaratma, yetiştirme, layık olduğu kemâle ulaştırma ve koruma hususunda sürekli bir şekilde ayakta tutan ve gözeten demektir. Aynı zamanda ”el-Hayyü'l-Kayyûm", Allah'ın İsm-i Azam'ıdır, denilmiştir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm), ölüleri diriltmek istediği zaman, bununla duâ ederdi: ”Ya Hayyu, ya Kayyûm" derdi. Yine, deniz yolculuğu yapan kimseler, batma tehlikesi geçirdiklerinde, ”Ya Hayyu, ya Kayyûm" diye duâ ederlermiş. Hazret-i Ali b. Ebû Talib'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Bedir günüydü, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne yapıyor diye bakmaya gelmiştim. Onun secdede şöyle dediğini duydum: ”Ya Hayyu, ya Kayyûm". Ben, defalarca yanına girip çıktım, fakat o, o halde devam ediyordu ve söylediği ifadelere başkalarını eklediğini duymadım. Allah fethi gösterinceye kadar bu duaya devam etti." Bu da, bu ismin yüceliğini gösteriyor. Kendisini ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutmaz. Âyette geçen ”sinetün" kelimesi, insanı uyku ağırlığının basması anlamınadır ki, insan uyumadan önce, kendisinde meydana gelen uyuklama olayıdır. Uyuklama, uykunun başlangıcıdır. Mübalağada kıyasta aksi olduğu halde âyette, önce uyuklamanın ve sonra uykunun getirilmesinin sebebi dış görünüşe ve meydana gelişteki tertibe göredir. Çünkü insanda bu ikisinden, önce uyuklama, bundan sonra da uyku arız olur. Buna göre anlam şöyledir: Koruması ile kâim olan bir şeyi koruma hususunda yorulma, gaflet, usanma ve gevşeklik gösterme gibi yaratıkların başına gelenler, Allah için sözkonusu olamaz. Allah için yorgunluk diye bir şey yoktur. Çünkü yorulan varlık, dinlenmeye ve uyku yoluyla istirahata gerek duyar. Kaldı ki uyku ölümün kardeşidir. Ölüm ise hayatın ve diri olmanın karşıtıdır. O Allah hakiki anlamda Hayy, yani ölmez diridir. Hayatın zıddı olan bir şey O'nun için sözkonusu değildir. Kaldı ki Allah, kemal sıfatlarıyla da muttasıftır. Bu bakımdan O, her türlü eksik sıfattan münezzehtir, uzaktır. Rivayete göre Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) meleklere, ”Rabbimiz uyur mu" diye sordu. Allah da, meleklere, Hazret-i Mûsa'yı üç gün uykusuz bırakmalarını, uyumasına izin vermemelerini vahyetti. Sonra, eline iki dolu bardak almasını istedi. Hazret-i Mûsa da içi dolu iki bardağı eline aldı. Bu sırada uyku baskın gelip, ellerindeki iki bardak yere düşüp kırıldı. Sonra Allah: ”Ben gökleri ve yeri kudretimle tutuyorum, eğer beni bir uyku ya da uyuklama alsaydı, gökler de, yer de yok olup giderlerdi" buyurdu. (131) Hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Şüphesiz Allah uyumaz ve O'na uyumak da yakışmaz." 131- Bu kıssa için Bkz. İbn Kesîr. İbn Melek de şöyle der: ”Bu, uykunun Allah için muhal olduğu konusunda bir açıklamadır. Çünkü uyumak, bir acizlik belirtisidir. Oysa Allah, acizlikten yüce ve münezzehtir." Ebû Yezid Bistamî de : ”Ben, gecelerimi kendim için gündüz yaptığımda, işte o zaman bana açılan kapılar açıldı" demiştir. Adamın biri, bir cariye satın alır. Akşam olunca, ona yatağını sermesini söyler. Cariye de: ”Efendim! Senin de bir efendin var mı?" der. Adam: ”Evet" der. Bu defa: ”Peki uyur mu?" der. O da: ”Hayır, efendim uyumaz" der. Cariye: ”O halde, senin efendin uyumazken, sen uyumaktan haya duymaz mısın?" der. Göklerde olan ve yerde olanlar ancak O'nundur. Bu, Allah'ın gerçek anlamda Kayyûm olduğunun kesin delilidir. Bu, O'nun ulııhiyette tekliğininin de kanıtıdır. Çünkü gökleri, yeri ve bu ikisinde yer alan her şeyi yaratan bizzat Allah'tır. Bu ikisinde yer alan her şey ve bu ikisi Allah'ın mülküdürler. Hiçbir kimsenin bu şeylerde O'na bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah üzerinde (haşa) bir hükümranlığı da yoktur. Öyle ise bir başkasına kulluk yapılması ve ibadet olunması asla caiz olmaz. Kulluk ve ibadet yalnızca O'na yapılır. O'nun izni olmadıkça kendi katında kim şefaat edebilir? Bu âyette yer alan (Men) her ne kadar soru edatı ise de, anlam bakımından nefiy, yani olumsuzluk belirtir. Bunun içindir ki, bundan sonra ”İlla" sözcüğü gelmiştir. Yani: Allah, izin vermedikçe, O'nun katında hiçbir kimse şefaat edemez. Eğer Allah'a yakın olan ve katında yeri olanlardan maksat O'ndan izinsiz şefaatte bulunamayacaklarsa, başkalarının şefaati asla düşünelemez. Müşrikler, putlarının, Allah'ın ortakları olduğunu, Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Allah zatını birledi ve zatından şirki, ortaklığı reddetti. O'nun katında, O izin vermedikçe hiçbir kimsenin şefaat etme yetkisi yoktur. Âyet, kâfirler için şefaatin olmadığını bildiriyor. Bu, aynı zamanda Mutezileyi de reddeden bir delildir. Çünkü Mutezile şefaati, temelden kabul etmemektedir. Halbuki ”O'nun izni olmadıkça" sözüyle Rabbimiz, bazı kimselerin şefaat edebileceklerini bildirmiş olmaktadır. Bu şefaat yetkisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in olacaktır. Çünkü Allah, kendisine Makam-ı Mahmud'u vaad buyurmuştur. Bu makam, büyük Şefaat (Şefaat-ı uznıa) makamıdır. Rivayete göre, peygamberlere, kıyamet gününde şefaat etmeleri için gidilecek, fakat her peygamber: ”Nefsi, Nefsi" önce kendi nefsim, önce kendi canım, bana gelmeyin, benden başkasına, bir başka peygambere gidin, diyecektir. Nihayet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelinecek ve halk kendisinden şefaat isteğinde bulunduklarında: ”Şefaat etmek için ben varım, ben varını" buyuracaktır. İşte bu, Allah'ın kıyamet gününde kendisine vaad buyurduğu Makam-ı Mahmud'dur. Resulûllah gelecek ve hemen secdeye kapanacak, o anda Allah'ın kendisine ilhanı ettiği şekilde Allah'a hamd ve senada bulunacaktır. O daha önce bunu bilmiyordu. Sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbinden, insanlar için şefaat kapısını açmasını isteyecek, Allah da, bu kapıyı açacaktır. Dolayısıyla şefaat etmeleri için meleklere, peygamberlere, nebilere ve müminlere izin çıkacaktır. İşte bu da, Resulûllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in değerinin ne kadar yüce olduğunu gösteriyor. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), hemen Allah'ın huzuruna secdeye kapanıyor ve O'ndan isteyeceğini istiyor, Allah da ona olumlu cevap veriyor, duasını kabul ediyor. (33) Onların önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri O bilir. Yani kendilerinden önce dünya ile ilgili şeyleri bildiği gibi, kendilerinden sonraki ahiret işlerini de bilir. Bir başka yoruma göre ”önlerindeki'ndcn maksat daha önce işlemiş oldukları hayır ve serdir. ”Arkalarındaki şeylerden" maksat ise, bundan sonra yapacakları şeylerdir. Bu sözden maksat da, Allah'ın şefaat edecek olanlarla şefaat olunacakların sevap ve ikabı hak etmeleri açısından durumlarını kesin bildiğini göstermek içindir. Onlar, O'nun ilminden ancak kendi dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Melekler, peygamberler ve başkaları, O'nun bilgisinden hiçbir şeyi anlayıp idrak edemezler. Ancak Allah'ın bilinmesini dilediği ve muttali olmalarını istediği kadarını bilebilir, kavrayabilirler. Meselâ peygamberlerin verdiği haberler böyledir. Allah gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerinden razı olduğu kimseleri buna muttali kılar ve haberdar eder. O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Kürsî, ahşaptan yapılmış ve üzerinde oturulmaya yarayan şey demektir. Yani Allah'ın kürsüsü o derece yaygın ve geniştir ki, gökler ve yerden dar değildir. Kürsü bu ikisini de kuşatmıştır. Bu konuda, İmanı Fahrettin er-Râzî'nin de belirttiği gibi, kürsü; Arş in önünde yer alan bir cisimdir. Yedi kat göğü kaplamıştır. Çünkü yeryüzü (dünya) bir küredir. Dünya seması bu yeryüzünü tümüyle içine almıştır. Dünya ikinci sema ile tekrar kuşatılmıştır. Bu böylece devanı eder. Nihayet Arş da hepsini kuşatmıştır. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Yedi kat gök ve yedi kat yer, Kürsünün yanında çölün ortasına bırakılmış bir halka gibidir. İşte Arş'ın da Kürsüye oranla üstünlüğü, o çölün halkaya olan üstünlüğü gibidir. ” Onları korumak O'na ağır gelmez. Allah için göklerin ve yerin ağırlığı diye bir şey olmaz. Ona göre yakın da, uzak da eşittir. Madem ki tüm kâinat O'nun katında eşittir, öyleyse bir zerrenin yaratılması O'nu nasıl yorabilir? Bu hiç olacak iş mi? Çünkü, O'nun işi ve emri, bir şeyin olmasını dilediğinde, o şeye ”Ol" demesidir. O da hemen oluverir. O çok yücedir. Zatı itibariyle her şeyden, eş ve benzerlerden yücedir, münezzehtir. Çok büyüktür. Ondan başka her şey O'na nisbetle ve oranla küçük ve önemsizdir. Bu âyet Allah'ın yüce zatı ile ilgili temel ilâhi meseleleri kapsamaktadır. Böylece Allah'ın varlığı ve tek ilâh olduğu açıkça ifade ediliyor. O hayat ile nitelenmiştir. Zatının varlığı vaciptir (vacibu'l-vucud). Başkalarını O yaratmıştır. Çünkü Kayyımı, Zatı ile kaim ve başkalarını da ayakta tutan demektir. Allah, başka bir varlığa hülûl etmekten ve bir mekanda yer tutmaktan münezzeh, değişim gibi şeylerden uzak ve beridir. Onunla öteki varlıklar arasında herhangi bir benzerlik yoktur. Canlılara ve ruhlara gelen ve arız olan şeyler, Allah için sözkonusu değildir. O, mülkün ve melek utun sahibidir. Usul ve furuu yaratan, icad eden O'dur. Yüce kudret ve güç sahibidir, yakalaması şiddetlidir. O'nun katında, kendisinin izni olmadıkça kimse kimseye fayda veremez. Her şeyi bilen yalnız O'dur, açık olanını da, gizlisini de bilir. Tümünü bildiği gibi, bunların parçalarını da bilir. Mâlik olma ve güçlü olma gibi niteliği olan her mâliki ve güçlüyü mülkünün ve kudretinin genişliğiyle kuşatmıştır. O'nun için zor diye bir şey yoktur. Herhangi bir işin O'nu meşgul edip engel olması diye bir durum yoktur. Vehimlerin kapsadığı her şeyden yüce ve münezzehtir. O derece büyüktür ki, hiçbir idrak onu kavrayamaz. Bu sebeple, Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz Kur'an da en büyük âyet, âyete'l-Kürsî'dir." (,35) 256Dinde zorlama yoktur. Bu âyet kitap ehli olan yahudi ve Hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü cizye ancak bunlardan kabul edilip alınır. Bunlar zor kullanılarak İslâm'a sokulmazlar. Onlar arap müşrikleriyle aynı düzeyde tutulmazlar. Çünkü müşriklerden cizye kabul edilmez. Bunlar ya İslâm'a girerler, ya da kendileriyle savaşılır. Çünkü bunlar için Allah şöyle buyuruyor: ”Onlarla ya savaşırsınız, yahut onlar müslüman olurlar." (Fetih: 16) Âyetin manası: Dinde zorlama yoktur. Çünkü akıllı olmak, zorlamaya muhtaç olmamayı gerektirir. Aksine tereddüde gerek kalmadan hak dini kendiliğinden seçer. Bu konuda tüm deliller, son derece açıktır. Doğruluk ile sapıklık meydana çıkmıştır. Burada doğruluk (rüşd)Van maksat, insanı ebedî mutluluğa götüren imandır. Çünkü dinin ifade edilmesinden hemen sonra gelmiştir. Sapıklık (ğayy), insanı ebedî mutsuzluğa götüren küfürdür. Artık kim, tağutu tanımayıp da... Tağût: Allah'dan başka tapınılan ve kulluk yapılan insan, cin ve şeytanlar gibi bütün varlıklardır. Burada tağûtu tanımamaktan amaç, onun ibadete lâyık olmadığını vurgulamak demektir. Allah'a iman ederse... Allah'ı birlemek ve gönderdiği elçileri tasdik yoluyla... Çünkü peygamberleri ve kitapları inkâr etmek, gerçek anlamda Allah'a imanı ortadan kaldırır. Âyette tağutu tanımamanın, yüce Allah'a imandan önce gelmesinin sebebi, kalbin imanla doldurulabilmesi için bütün boş şeylerden temizlenmesi gerektiği içindir. Muhakkak ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Burada ”sağlam kulp" ifadesi, din yerine kullanılmıştır. Bir bakıma manevî bir şey, maddî bir şeye benzetilmiştir. Buna göre dine sarılmak isteyen, onun delillerine yapışır. İslâm'ın delilleri en güçlü ve en belirgin deliller olması dolayısıyla, yüce Allah bu delilleri ”sağlam kulp" olarak nitelemiştir. Allah söylenen sözleri hakkıyla işiten ve karar ve inançları bilendir. O, bunların hangisinin doğru, hangisinin sapıklık ve hangsinin bâtıl, hangisinin de hak olduğunu bilir. 257Allah iman edenlerin dostudur. Yani onların tüm işlerini kendisi üstlenir; başkasına havale etmez. ”Dost" anlamına gelen ”veli" kelimesi, bazan sevgi ve yardım etme açısından dostluğu, bazan da yönetme ve idare etme açısından dostluğu ifade eder. Nitekim başkasının velayetini yüklenenlere, bu anlam göz önünde bulundurularak ”veli" denilir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: Allah, iman etmelerini istediği ve ezelî diminde inanacakları sabit olan kimselerin dostudur ve velisidir. Onları küfrün ve her türlü kötülüğün, şüphe ve kuşkuların oluşturduğu karanlıklardan, iman ve kesin bilginin oluşturduğu aydınlığa çıkarır. Allah, bütün iman edenleri hidayeti ve yardımıyla, içinde bulundukları karanlıklardan, bunun karşısında yer alan aydınlığa çıkarır. ”Karanlık" kelimesinin çoğul şekliyle yer alması, sapıklıkların sayısız türleri ve küfrün de çeşitli milleti bulunmasındandır. Buna karşılık ”nur = aydınlık" kelimesi, İslâm'ın tek din olmasından dolayı tekil olarak kullanılmıştır. Küfre, yolunun belirsizlikler ve karışıklıklarla dolu olmasından dolayı ”karanlık", İslâm'a da, yolunun apaçık olmasından dolayı ”aydınlık" adı verilmiştir. Kafirlerin, yani Allah'ın ilminde küfürleri sabit olanların dostları da tağuttur. Yani, şeytanlar, insanları hak yolundan saptıran kahinler ve kötülük önderleridir. İşte bu tağutlar, onları vesveseler ve daha başka yollarla, insanın fıtratında bulunan imana dayalı aydınlıktan karanlıklara yani küfrün karanlıklarına, şehvet düşkünlüğüne, ya da kesin iman aydınlığından, kuşku ve şüphelerin karanlıklarına çıkarır. İşte işledikleri suçlar ve yaptıkları kötülüklerden dolayı onlar ateş ehlidirler. Cehenneme girmeleri kesinleşmiştir. Orada ebedî olarak kalacaklardır. Oradan ayrılmayacaklardır. Şüphesiz mü'minlerin, derece ve mertebeleri farklı olup üç mertebede bulunurlar: Birinci mertebede yer alanlar, mü'minlerin avamıdır. Allah, bunları küfrün ve sapıklığın karanlıklarından çıkarıp, iman ve hidayet nuruna sokmuştur. Nitekim bunlar: ”(iman etmekle) doğru yolu bulanlara gelince, Allah onlara, hidayetini artırır" (Muhammed: 17) âyetiyle işaret olunanlardır. İkinci mertebede yer alanlar, mü'minlerin havassının yani imanlarında şuurlu hareket edenlerin mertebesidir. Allah bunları, nefsanî ve cisınanî sıfatların karanlıklarından çıkarıp, Rabbani ruhaniyetin aydınlığına kavuşturur. Bunlar için de: ”Onlar, iman eden ve Allah'ı anmakla kalbleri huzura kavuşan kimselerdir" (Rad: 28) buyurulmuştur. Bilindiği gibi kalbin huzura kavuşması, ancak nefsani sıfatlardan arındırılıp, ruhanî sıfatlarla bezenmesiyle mümkündür. Üçüncü mertebedekiler de, havasu'l-havas adı verilen Allah'ın çok seçkin kullarıdır. Allah bunları varlıklarında ifna etmek (yok etmek) suretiyle ruhanî yaratılışlarındaki hâdislik (sonradan olma) karanlıklarından çıkarıp kurtarır. Nitekim bunlar için de şöyle buyurulmuştur: ”Doğrusu onlar Rablerine inanmış birtakım gençlerdi. Biz de onların hidayetini artırmıştık." (Kehf: 13) Ayette geçen ”fitye" (gençler) ifadesiyle bunlara fütüvvet nisbet ediliyor. Çünkü onlar hakkı aramak için canlarını tehlikeye attılar. Allah'a iman edip, tağutu inkâr ve reddettiler. Nefisleri (özleri ve ruhları) Allah'ın zikrinin nurlarıyla aydınlanınca, bununla ünsiyet ve yakınlık kazanıp dünya ehlinden ve ondaki şeylerden ürpermeye başlayınca, hemen yalnızlığı istediler. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de ilk zamanlardaki hâli böyleydi. Hazret-i Âişe validemiz (radıyallahü anh) şöyle söylüyor: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ilk vahiy, sadık (doğru) rüyalarla başlamıştı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi." 258Allah kendisine hükümdarlık verdi diye, Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? Kesinlik ifade eden ilmin, İbrahim'le Rabbinin Rııbûbiyyeti hakkında mücadele eden melik (kıral)ın kıssasına ulaşmadı mı? İbrahim Aleyhisselâmla tartışan bu kimseden amaç, azgınlaşan ve Rablık iddiasında bulunan Nemrut'tur. Bilindiği gibi yüce Allah, Nemrut'u hükümdarlık göreviyle görevlendirmiş, ona bol servet ve nimet ihsan etmiş, dünyayı onun egemenliğine vermiş, o da bu yüzden büyüklenip şımarmıştı. Mücahit der ki: ”İkisi kâfir, ikisi inanmış olmak üzere, dört insan dışında hiç kimse dünyaya baştan başa egemen olamamıştır. İnanmışlar Hazret-i Süleyman ve Zülkarneyn; kâfirler ise Nemrut ve Buhtunassar'dır." Hani İbrahim: 'Benim Rabbim hem dirilten, hem öldürendir' deyince... Cesedlerde hayatı ve ölümü O yaratır. Hazret-i İbrahim'in cevabı gayet doğruydu. Çünkü Allah'ı tanımanın yolu, ancak O'na hiç kimsenin ortak olmadığı sıfat ve fiillerini tanımaktan geçer. Nitekim diriltme ve öldürme bu tür sıfatlarındandır. O: 'Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. Rivayete göre Nemrud, daha önce hapsettiği kişilerden iki adamını çağırır. Bunlardan birini öldürür ve diğerini salıverir. ”İşte ben bunu dirilttim, şunu da öldürdüm" der. Nemrud, adamı öldürmemeyi, diriltmeye benzeterek işi karıştırmaya, demagojiye götürmek istiyordu. İbrahim: 'Şüphesiz ki Allah Burada bir şarta cevap verilmiş oluyor, Yani Hazret-i İbrahim diyor ki: ”Madem sen, ben de öldürür ve diriltirim iddiasındasın, -çünkü sen işi birbirine karıştıran bir tavırla karşımıza çıkıyorsun, bu hâlinle sen diriltmenin ne anlama geldiğini bilmiyorsun,- o hâlde iyi dinle! Doğrusu Allah dilemesi gereği, güneşi mecburî bir hareketle doğudan getiriyor; haydi sen de doğal bir kolaylıkla onu batıdan getir" deyince... Çünkü bu iş daha kolaydır. Sen de Allah'ın kudreti ve takdiri ölçüsünde bir güce sahipsen bunu yap. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), lânetli Nemrud'un sözünü iptal yönüne gitmeyip bunu önemsemedi bile. Çünkü söylediği her şeyin yanlışlığı ve geçersizliği ortadaydı. Kimsenin de bundan bir kuşkusu yoktu ve olamazdı. Ancak kaçamak bir cevaba kalkışmasıyla Hazret-i İbrahim, bu defa öyle bir örnek sundu ki, lânetli Nemrud kendisinde cevap verecek güç bulamadı. Artık demogoji imkânı kalmamıştı. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), hemen bir örnekten bir başkasına geçti. Bununla sözünü açıklamak istiyordu. Kâfir ve lânetli Nemrud haliyle cevap veremez oldu, dehşete düştü ve şaşırıp kaldı. Allah zalimler toplumunu, yani kendilerini azaba atmak suretiyle kendi kendilerine zulmedenleri doğru yola eriştirmez. Başka bir deyimle, onlarda hidâyet fiilini yaratmaz. Onları âhirette cennete götürecek yola yöneltmez. Rivayete göre bu çekişmeden sonra Nemrud, iyice azıp şımarinea ve Hazret-i İbrahim'i de ateşe atınca Allah, Nemrud'un kavminin başına sivrisinekleri musallat kıldı. Sinekler bunların etlerini yiyor ve kanlarını içiyor, sadece kemiklerini bırakıyordu. Nemrud ise, kendisine hiçbir şey olmadan, olduğu gibi duruyordu. Bunun üzerine Allah, buna bir sivrisinek gönderdi. Sinek Nemrud'un burnundan beyninin içine girdi. Bu, kendisini rahatsız ettiği için sürekli olarak kafasına tokmakla vuruluyordu. Babil'de göğe yükselen bir kule yapan da işte bu Nemrut'tur. Allah'ın emri gelerek, bu binaların temelleri kökünden sarsılmış ve tavanları da üstlerine çöküvermiş, böylece altında kalmışlardı. 259Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki, duvarları, çatıları üzerine yıkılmış olan bir kasabaya uğramış: Bu âyet de, bir önceki ”görmedin mi?" âyetine bağlanmaktadır. Yani, sen onun gibisini görmedin. Yıkılmış bir kasabaya uğrayan kişi, Uzeyir b. Şerhiya'dır. Sözü edilen kasaba da Beytu'l-Makdis, yani Kudüs'tür. Meşhur rivayetler bu merkezdedir. Rivayete göre, İsrailoğullan, kötülük işlemede, bozgunculuk ve fesad çıkarmakta çok aşırı gitmişlerdi. Allah, bunların başına Babil hükümdarı Buhtunnassar'ı musallat kıldı. Buhtunnassar, altı yüz bin kişilik bir orduyla bunların üzerine yürüdü, Şam'ı çiğneyerek, Beyt-i Makdis'i harabeye çevirdi. İsrail oğullarından yüzbin yiğit delikanlıyı esir aldı. Hazret-i Uzeyir de bunlar arasındaydı. Bir süre sonra Allah, Hazret-i Uzeyir'i onların elinden kurtarmıştı. Hazret-i Uzeyir eşeğiyle Beyt-i Makdis'e gidiyordu. Buraya geldiğinde, acı manzarayla karşılaştı. Bu durum: ”Duvarları çatıları üzerine yıkılmış" ifadesiyle dile getiriliyor. Yani binanın tavanları çökmüş, duvarlar ve tavan birbiri üzerine yığılıp kalmış, her taraf harabeye dönmüştü. Bu manzarayı görünce: 'Allah bunu, ölümden sonra nasıl diriltecek?' demişti. Böylesine harap hale gelen bu kasabayı Allah nasıl eski güzel durumuna getirecek, dedi. Fakat bunu, Allah'ın gücünden şüphe amacıyla söylemiyordu. Çünkü Allah'ın kudretinden şüphesi yoktu. Uzeyir bu ifadeleri söylerken, işin çok zor ve ağır olduğunu belirtmek istiyordu. Allah da onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti. Rivayete göre Hazret-i Uzeyir, kasabaya girince, bir ağacın gölgesine gitti. Yanındaki merkebini ağaca bağladı ve kasabayı gezip dolaştı. Hiçbir kimseyi bulamayınca, yukarıdaki sözleri söyledi. Sonrada gidip uyudu. Allah onu uykusunda öldürdü. Henüz genç bir delikanlıydı. Yanına da yiyecek olarak incir, üzüm ve şıra almıştı. Bu ölüm olayı bir ibret içindi. Allah aynı zamanda Hazret-i Uzeyir'in eşeğini de öldürdü. Yüce Allah, Hazret-i Uzeyir'in cesedini insan, yırtıcı hayvan ve kuşlardan gizledi. Kimse onu göremiyordu. Hazret-i Uzeyir'in ölümünün (uykusunun) üzerinden tam yüz yıl geçince, Allah onu yeniden diriltti. İşte: ”Sonra onu diriltti" âyetinin ifade ettiği anlam budur. Âyetteki ”bas" kelimesi bir şeyi yerinden doğrultmak manasınadır. Nitekim araplar ”deveyi yerinden kaldırdım" ifadesini de bu kelime ile ifade ederler. Kıyamet gününe de, yevm-i ba's denir. Çünkü insanlar o günde kabirlerinden kalkarlar. Yüce Allah'ın bunu, âyette ”Ahyahu" (onu diriltti) demeyip ”Baasahu" (kaldırdı) kelimesiyle ifade etmesi bunun, Hazret-i Uzeyir'in önce nasıl idiyse, aynen eskisi gibi, akıllı, anlayış sahibi, ilâhi bilgiyi hemen kavrayacak bir durumda, eksiksiz bir şekilde eski haliyle döndürmesindendir. Eğer ”Sonra onu ihya etti (ahyahu)" deseydi, bütün bu manalar çıkmazdı. Allah kendisine: 'Ne kadar kaldın?' dedi Yani kaç gün veya ne kadar süre kaldın? Böylece durumu baştan itibaren bilmediğini ve her şeyi kavrayıp kuşatmaktan aciz olduğunu göstermek istiyordu. Çünkü Hazret-i Uzeyir, bu şehrin eski haline gelmesini çok uzak bir ihtimal gibi görüyordu. Bu arada Allah, Hazret-i Üzeyir'e bir başka şeyi daha göstermek istiyordu. Bu, kudretinin bedii eserleri ve izleri olacaktı. Hemen çok kısa bir zaman içinde bozulabilecek yiyeceklerinin, uzun süre kaldığı halde olduğu gibi durması ve tazeliğini korumasıdır. O da: 'Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldım' dedi. Hazret-i Uzeyir, tahminî olarak yaklaşık bir zaman süresi, ya da kaldığı sürenin oldukça kısa bir süre olduğunu belirtmek istiyordu. Ancak Allah şöyle buyurdu: 'Hayır, yüz sene kaldın, Sen bu kadar az bir süre değil, aksine tam yüz yıl kaldın. Yani sen bu süre içerisinde ölüydün. İşte yiyeceğine ve içeceğine bak bozulmamış. Bizim kudretimizin delillerinden bir başkasını görmen için şu yiyecek ve içeceklerine bak, hiç birisi bu uzun süre içerisinde bozulmamıştır. Oysa bu gıdalar çok kısa zamanda bozulacak cinstendi. Rivayete göre Hazret-i Uzeyir, incirini ve üzümünü henüz yeni kopartmış gibi buldu. Şırası da sanki yeni sıkılmış gibiydi. Bunlar bu kadar yıllanmış olmalarına rağmen, hiçbir değişime uğramam ısladı. Bir de eşeğine bak. Kemikleri nasıl çürüyüp dağılmış, eklemleri birbirinden ayrılmış, paramparça ve darmadağın olmuş durumda. Bunu, senin uzun bir süre kaldığını öğrenmen için yaptık. Böylece kalbin huzur bulsun istedik. Seni insanlara bir delil kılalım diye böyle yaptık. Yani senin diriltilmem eşeğinin diriltilmesi, yanındaki yiyecek ve içeceklerin hiç bozulmadan korunmaları, bütün bunlarla seni insanlara bir âyet, delil ve mucize kılmamız içindir. İnsanlar seni görerek bundan kendileri için ders çıkarsınlar. İbret ve öğüt alsınlar. Kemiklere bak. Eşeğin kemiklerine de bak. Kendi dirilmeni gördükten sonra, senin dışındaki bir varlığın nasıl diriltildiğini görmen için eşeğin kemiklerine bak. Onları nasıl yerli yerine getirip sonra ona et giydiriyoruz.' Topraktan onları nasıl kaldırıp, cesetteki yerlerine koymaktayız. Sonra da bunu, tıpkı cesedin elbiseyle örtünmesi gibi, et giydirerek kemikleri örtüyoruz. Âyette, kemik çoğul, et ise tekil olarak geçmektedir. Çünkü kemikler farklı ve ayrı ayrıdırlar; şekil bakımından da farklıdırlar. Fakat et öyle değildir; birdir, bitişiktir ve görülen bir şeydir. Kemikler etin altında kaldıklarından görülmezler. Söylendiğine göre, Hazret-i Uzeyir, gökten şöyle bir ses işitir: ”Ey birbirinden ayrılmış, kuruyup çürümüş kemikler! Allah sizin, eskisi gibi bir araya gelmenizi emrediyor. Yeniden ete ve deriye bürünmenizi istiyor." İşte bunun üzerine bütün kemikler birleşip birbirlerine eklendiler. Sonra onların üzerine et yayılıverdi. Derinin altından kıllar çıkmaya başladı. Ardından içine ruh üfürüldü, eşek de ayağa kalkıp anırmaya başladı. Bunlar ona apaçık belli olunca: Ölünün diriltilmesi kendisine açıkça gösterilince, 'Artık Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum' dedi. O, her şeye güç yetirir. Bu şeylerden biri de kendi zatında ve başkasında gördüğü hayret verici şeylerdir. Hiçbir şey O'nun emrini çiğneyemez. 260O zamanı da hatırla: Hani İbrahim de: 'Ey Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster' demişti. Buradaki ”Rabbim" kelimesi duaya hemen karşılık verilmesi için söylenen ve duanın başına konulan bir rahmet isteme kelimesidir. Buna göre Hazret-i İbrahim Rabbinden ölüleri nasıl dirittiğini kendisine göstermesini, yani ölüleri diriltirken bu fiilin kendisine seyrettirilmesini istemişti. Kuşkusuz bunu istemesinin sebebi, sahip olduğu bilginin somutlaşmasını dilemesinden kaynaklanmıştır. Nitekim yüce Allah, ona bu durumu kesin göstermekle kendisini şereflendirmiş ve makamların en yücesine ulaştırmıştır. Rabbi ona: 'İnanmadın mı?' Yani, benim diriltmeye gücümün yettiğini kesin bir şekilde bilmiyor musun dedi. Hazret-i İbrahim ise: 'Evet, biliyorum ve buna inanıyorum fakat sormamın sebebi kalbimin yatışması yani sükûnete kavuşması ve görme yoluyla tatmin olması için,' dedi. Çünkü kalbin tatminini sağlayan şey, onun bilgisine sahip olmayla değil, bizzat görerek bilmek (aynel-yakîn) tir. Rabbi ona buyurdu ki: Eğer istediğin buysa, 'öyleyse bir tavus, bir horoz, bir karga ve bir de güvercin olmak üzere dört kuş al Burada özellikle kuştan söz edilmesinin sebebi, insanlara yakınlığı ve canlılara ait özellikleri her bakımdan taşımış olmalarındandır. Onları kendine alıştır ki, şekil ve özelliklerini bütün ayrıntılarıyla tanıyasın ve böylece onlar yeniden diriltildiğinde parçalarının yerli yerince yerleşip yerleşmediğini bilmiş olasın. Rivayete göre Hazret-i İbrahim'e bu kuşları kesmesi sonra tüylerini yolması ve parçalara ayırması, kafalarını yanında bırakıp etlerini dağıtması, ardından da parçalarını dağların üzerine koyması emredildi. Nitekim yüce Allah'ın Sonra, her dağın üzerine onlardan bir parça koy sözü de bu gerçeğe işaret eder. Evet, bu kuşların etlerini yakınında bulunan dört dağa dağıtmakla emrolunmuştur. Nitekim o da, dört parçaya ayırarak bu görevi yerine getirmiştir. Sonra da onları çağır, onlara, Allah'ın izniyle gelin, de. Koşarak sana gelirler. Hazret-i İbrahim tüm emredilenleri yerine getirdi. Böylece her parça, ait olduğu cesedin parçasını buluyor ve bir araya geliyordu. Sonuçta her kuşun parçaları bir araya geldi. Vücutları şekillendi ve Hazret-i İbrahim'in yanına geldi. Sonunda her vücut, ait olduğu kafayla birleşerek eski halini aldı. Hazret-i İbrahim de bu durumu izliyor ve hayretler içinde kalıyordu. Bil ki Allah, mutlak galiptir, dilediğini yerine getirir; hiçbir şey ona engel olamaz. Fiillerinde ve işlerinde Tam hüküm ve hikmet sahibidir.' 261Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yani zekât gibi farz olan, ya da diğer nafileler gibi hayır yollarına sarf edenlerin, yaptıkları iş... Bu âyette, sözün gelişi açısından bir hazf vardır. Çünkü taneye benzetilenler Allah yolunda harcama yapanlar değildir. Böyle olsaydı, bir canlı şey, cansız olan bir başka şeye benzetilmiş olurdu. Aksine burada harcanan şeyler taneye benzetilmiştir. Her başağında yüz tâne olmak üzere, yedi başak bitiren bir tek tanenin durumu gibidir. Çiftçi sürdüğü ve ekime hazırladığı toprağına tohumları tane olarak atar. ”Tane" kelimesi genellikle buğday için kullanılır. Ekilen bu tohum taneleri de, yedişer başak verirler. Bu başakların her birisinde de, yüz tane vardır. Nitekim mısır ve darıda bunları görmek, verimli topraklarda bunu müşahade etmek, hatta daha fazlasını da görmek mümkündür. Allah dilediğine kat kat verir. Bu veriş, Allah'ın dilediğince olacaktır. O, fazlından ve ihsanından harcamada bulunan kimsenin ihlâsına, durumuna ve emeğine göre verecektir. Allah vâsi'dir, verdiği şeyler dolayısıyla sıkıntıya girmez. Her şeyi iyi bilendir. Harcamada bulunan kimsenin niyetini, harcadığı miktarı, bunu nasıl elde ettiğini bilir. Şu halde Allah yolunda harcamada bulunan kimsenin durumu, tıpkı çiftçinin durumuna benzer. Buna göre nasıl ki, çiftçinin işinde dikkatli olması, tohumunu iyi seçmesi ve toprağı iyi işlemesi durumunda daha fazla ürün elde ederse, aynı şekilde Allah yolunda harcamada bulunan kimse de, sâlih olur, malın helâlini seçer ve yerli yerinde harcarsa, sevabı da bu oranda artar. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kim, temiz ve helâl kazancından bir hurma değerinde tasaddukta bulunursa -ki Allah temiz ve helâl olmayanı kabul etmez- Allah bunu sağ eliyle kabul eder. Sonra da bunu sahibi için, birinizin tayını besleyip büyüttüğü gibi, dağ gibi oluncaya kadar çoğaltır." 262Mallarını Allah yolunda, yani yerli yerince sarfedenler, sonra başa kakmak, veya gönül kırmak yoluyla o harcadıkları şeyin ardına düşmeyenlerin Rableri katında mükâfatları vardır. Ayette geçen ”Menn" kelimesi, insanın başkasına yaptığı iyiliği öne sürüp bunu başa kakmaya girişmesi, yaptığı iyilikle, onun üzerinde bir hakkı varmış gibi bir duruma girmesidir. Başa kakan kimse, iyilikte bulunduğu şahsa: ”Ben sana şöyle iyilikte bulunmuştum ve sana çok iyiliklerim dokunmuştu" der. İşte onlar başa kakmazlar. İyilikte bulunduğu kimseye karşı büyüklenerek eziyet etmezlerve: ”Ben sana iyilik yaptım da, bir teşekkür bile etmedin" gibi sözler söylemezler. Ya da: ”Mecbur kalınca bana gelip gidiyordun, şimdi git, Allah seni benden ayırsın, benimle senin arana uzak mesafeler soksun" manasına kırıcı sözler etmezler. İşte bunların sevapları âhirette Rableri tarafından verilecektir. Onlara başlarına gelmesinden endişe ettikleri korku yoktur ve yine onlar, geride bıraktıkları dünya işleriyle ilgili şeylerden dolayı üzülmeyeceklerdir. Bu âyet de, daha önceki âyet gibi, Hazret-i Osman (radıyallahü anh) ile Hazret-i Abdurrahman b. Avf (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Osman, Tebük seferinde Ceyşu'l-Usra adı verilen güçlük ordusuna, üzerindeki yükleriyle birlikte bin deve ve bin dinar bağışlamıştı. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) elini kaldırıp şöyle duâ etti: ”Ey Rabbim! Ben ondan razıyım. Sen de ondan razı ol." Abdurrahman b. Avf da, malının yarısı olan dört bin dirhem bağışta bulunmuş ve şöyle demişti: ”Yanımda sekizbin dirhemim var. Bunun dorthin dirhemini ailem ve çocuklarım için ayırıp kalan dorthin dirhemini de Rabbime ödünç verdim." Bunun hakkında da Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: ”Allah, yanında alıkoyduğunu da, Allah için verdiğini de senin hakkında bereketli kılsın." İşte Hazret-i Osman ile Hazret-i Abdurrahmanin durumları... Allah kendilerinden razı olsun, her ikisi de tasaddukta bulunuyorlar, akıllarına asla başa kakmak ve gönül kırmak gibi bir şey gelmiyor. Şüphesiz, Allah, yapılan iyiliğin başa kakılmasını yasaklamıştır. Oysa Allah, kullarına verdiği nimetleri zikredip onlara hatırlatıyor. Allah şöyle buyurmuştur: ”Aksine Allah sizi minnettar kılar." (Hucurat: 17) Çünkü Allah her bakımdan tam mülk ve kudret sahibidir. Onun mülkü ve kudreti başkasından değildir. Kul, eksiktir. Eksik olanın başa kakması olamaz. Başa kakmak, nimetin değerini düşürür ve onu kirletir. Çünkü alan durumundaki fakir ve yoksul, ihtiyacı sebebiyle başkasının sadakasını almak zorunda bulunduğundan, kalbi ve gönlü kırık kimsedir. Veren kimsenin üstün el olduğunu da itiraf etmektedir. Eğer yardımda bulunan kimse, yaptığı iyilik ve ikramın açıklanmasını istiyorsa, bu hal yoksulun kalbinde büyük yara açar. Adam aldığı şeyle bir eksiğini gidermişken bu defa bundan zarar görmüş, yaralanmış hale gelir. Ona yapmış olduğu iyilikten sonra kötülük yapmış ve zarar vermiş hükmüne geçer. Nitekim şair şöyle demiştir: Yapmış olduğum iyiliği başa kakmak suretiyle ifsad ettim. Kerem sahibi olan kimse iyilik yapınca başa kakıcı olmaz. 263İyi bir söz yani güzel bir şekilde karşılık verme... Bu, bir istekte bulunan kimseyi güzel bir yolla karşılamak, kalb ve yaradılışların kabul edip reddetmeyeceği şekilde muamele etmektir. Ve bağışlama yani dilenenin yapabileceği ve kendini üzebileceği birtakım kusurları görmezden gelme... Peşinden eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Çünkü fakir ve yoksula bir taraftan yardım ve menfaat sağlarken, peşinden de ona zarar verici bir tavrın içine girmek sevaptan mahrum kalmayı gerektirir. Allah ganidir, sizin yanınızdaki sadakaya ihtiyacı yoktur. O bundan müstağnidir. Halimdir. Başa kakan ve gönül kırıcı tutum sergileyenleri cezalandırmada acele etmez. Doğrusu güzel bir cevap ve karşılık, başa kakan ve gönül kırıcı olan kimsenin sadakasından daha hayırlıdır. Çünkü güzel bir söz -reddederken bile- isteyenin gönlünü rahatlatır, içine su serper. Sadaka bedene fayda sağlar, sevincin sirayet edeceği yer ise kalbtir. Hiç kuşkusuz kalbi sevindiren ve ruhu dinlendiren şey, vücuda yarar sağlayan şeyden daha hayırlıdır. Çünkü ruhaniyet, nefisler üzerinde çok daha etkindir ve soylu bir davranıştır. Kaldı ki, sadaka sadece malda sözkonusu değildir. Her iyilik bir sadakadır. Güzel bir söz, iyi bir aracılık ve şefaat, ihtiyaç içindekine yardım, hasta ziyareti, cenazeye katılmak, bir müslümanın kalbini hoş tutmak... Bütün bunlar, sadakadır. 264Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde... Harcadıkları şeylerde Allah'ın rızâsını ve ahiret sevabını istemedikleri ve onlara bir şey verirken sırf insanlar görsün ve övsünler diye insanlara gösteriş için malını sarfeden yani riyakârca ve başkalarının ”ne kadar cömert bir insan" demeleri için harcayan kimse gibi, yani münafıklar gibi verdiklerinizi geçersiz kılmayın ve sadakalarınızı başa kakma ve incitmekle boşa çıkarmayın. Çünkü böyle bir şey yapan kimse, verdiği sadakadan dolayı herhangi bir ecir alamaz. Fakir ve yoksulun gönlünü incittiği için de, ayrıca günaha girer. Sadakanın boşa gitmesinden maksat, sevabının yok olmasıdır. işte onun hayret edilecek durumu, üzerinde biraz toprak bulunan temiz ve düz kayaya benzer ki, ona şiddetli bir sağanak isabet edince, üzerine şiddetli ve iri taneli bir yağmur yağınca onu düz bir kaya halinde bırakır. Üzerinde toz adına hiçbir şey bırakmaz. Kazandıklarından bir şey elde edemezler. Gösteriş için yaptıkları harcamadan hiç yararlanamazlar, kesinlikle bundan bir sevap bulamazlar. Nitekim durumları şu âyetteki gibi olur: ”Onu dağılmış toz zerresi yapacağız." (Furkan: 23) Burada yüce Allah (celle celalühü), sadakanın başa kakmak ve gönül incitmekle boşa gittiğini ve ecrinin de ortadan kalktığını iki örnekle açıklamıştır: Birinci örnekte, malını insanlara gösteriş için harcayan ve aynı zamanda Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kimse gösterilmiştir. Bu bakımdan bu kâfirin yaptığı infak ve harcamasının ecrinin yok olması, başa kakmak ve incitmek suretiyle ecirlerini boşa çıkaranlarınkinden daha belirgin olarak ortadadır. İkinci benzetme ise üzerinde toz ve toprak bulunan bir kaya parçasıdır. Sonra üzerine yağmur yağıyor ve üzerindekileri alıp götürüyor ve âdeta üzerinde toprak ve toz adına sanki hiçbir şey yokmuş gibi bir hal alıyor. İşte kâfir, tıpkı bu kaya gibidir. Toprak da, bu anlamdaki infak ve harcamaya benzer. Şiddetli yağmur ise, kâfirin yaptıklarını boşa çıkaran küfür ve infak edenin amelini boşa çıkaran başa kakmak ve gönül incitmek gibidir. Nasıl ki şiddetli ve sağanak halindeki yağmur, kaya üzerindeki tozu toprağı silip götürürse aynı şekilde başa kakmak ve gönül incitmek, yapılan infak ve harcamayla meydana gelen sevap ve ecri böyle silip götürür. Âyette bu, yani yaptıklarının boşa gittiği ve ecirlerinin de ortadan kalktığı gayet açıktır. Nitekim Mutezile de şöyle demiştir: Sâlih ameller sevabı gerekli kılar. Büyük günahlar ise bu sevabı yok ederler, giderirler. Ehl-i Sünnet ise şu görüştedir: Sevap, ihsan ve lütuftan ibarettir. Bunlar diyorlar ki: ”Boşa çıkarmayın" sözüyle belirtilmek istenen şey, yasaklama, yani bu sevabın mevcut ve sabit bulunmasından sonra ortadan kalkması değildir. Buradaki yasaklama ve nehiy, yapılan bir işi hoş olmayan ve bâtıl anlamda yapmamaktır. Bunun açıklaması şöyledir: Başa kakmak ve gönül incitmek bir işteki vaadolunan ecrin yok olmasına sebep olur. Çünkü yapılan amel, sonuçta vaadolunan ecre götürür. Çünkü amel, ibadet, taat ve Allah rızâsı için yapıldığı takdirde vaad edilen ecre ulaştırır ve Allah'ın rızâsına kavuşturur. Nitekim Kuranda şöyle buyurulmuştur: ”Kendiniz için önden ne gönderireniz, Allah katında onu, daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük bulacaksınız." (Müzzemmil: 20) Yine şöyle buyuruluyor: ”Allah, müminlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe: 111) Buna göre, kişiyi sâlih amel işlemeye iten faktör, yüce Allah'ın katında samimi kullar için vaad edilen hususlar ise, o kimse normal olan karşılık görme yasasına uygun bir biçimde hareket etmiş sayılır. Allah kâfirler topluluğunu doğru yola hayra ve iyiliğe eriştirmez. Bu aynı zamanda başa kakmak ve gönül incitmenin kâfirlere ait özelliklerinden olduğu hususunda bir tarizdir. Mü'minlerin bu gibi şeylerden kaçınmaları gerekir. Hikâyeye göre âlimin biri şöyle demiştir: İtaatini sırf gösteriş ve desinler diye yapanların durumu, para kesesine çakıl taşı doldurarak pazara çıkan adamın haline benzer. Görenler, adamın kesesinin ne kadar şişkin ve dolu olduğunu söylerler. Ancak bunun o adama hiçbir yararı yoktur. Eğer bunlarla bir şey almak istese, kimse dönüp bakmaz bile. Selef, yani bizden önceki büyük ve sâlih kimseler, sadakalarını halkın gözünden gizlerlerdi. Hatta bir kısmı, kendisine yardımda bulunanın kim olduğunu bilmesinler diye gözleri görmeyen fakirleri ararlardı. Kimisi de, fakir ve yoksul kişi uyurken, gösterişten uzak olsun diye, gizlice ceplerine koyarlardı. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz kıyamet günü geldiğinde, kulları arasında hüküm vermek için Allah, inecektir. Tüm ümmetler de diz çökmüş haldedirler. Huzura ilk çağırılacak olanlar, Kur'an-ı ezberinde toplayan kişi, Allah yolunda öldürülen kişi ile servet sahibi varlıklı kişi olacaktır. Allah, Kur'an'ı ezberinde toplamış olan kimseye (Kur'an okuyana) : ”Peygamberime indirdiğim kitabı sana öğretmedim mi?" buyuracak. O da: ”Elbette öğrettin, Rabbim!" cevabını verecektir. Allah: ”Öğrendiğin şeylerle ne iş işledin?" buyuracak. Adam: ”Gece ve gündüz hiç boş kalmaksızın tüm vakitlerinde (Kur'an'ı) okuyup durdum" diyecek. Allah da: ”Yalan söylüyorsun ” buyuracak. Ardından Melekler de: ”Yalan söylüyorsun" diyecekler. Allah: ”Aksine sen, falanca kimse ne güzel okuyor, desinler diye yaptın. Nitekim bu da söylenmişti" buyuracak. Bu defa varlıklı kimse getirilecek, Allah, kendisine: ”Senin imkânlarını genişletip, seni hiçbir kimseye muhtaç olmayacak duruma getirmedim mi?" buyuracak. O da: ”Elbette, Rabbim! Öyle yaptın" cevabını verecek. Allah: ”O halde sana verdiğim şeylerle ne iş yaptın?" buyuracak. Adam: ”Ben bununla akrabayı gözetir (sıla-i rahim yapar), tasaddukta bulunurdum" diyecek. Allah: ”Yalan söylüyorsun" buyuracak; melekler de: ”Yalan söylüyorsun" diyecekler. Allah kendisine: ”Aksine sen, falanca kimse ne cömert adammış, desinler diye bunları yaptın. Nitekim, bu da denildi." buyuracaktır. Bu defa Allah yolunda öldürülen huzura getirilecektir. Allah kendisine: ”Sen niçin öldürüldün?" diye soracak. O da: ”Rabbim! Ben senin yolunda cihad yapmakla emrolundum. Nitekim savaştım ve öldürüldüm" diyecek. Allah da: ”Yalan söylüyorsun" buyuracak. Melekler de: ”Yalan söylüyorsun" diyeceklerdir. Allah: ”Aksine sen, falanca kimse ne cesurmuş, desinler diye savaştın, nitekim bu, senin için söylendi de" buyuracaktır. Sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) devamla şöyle buyurdular: İşte bu üç kişi, kıyamet gününde Allah'ın kendileriyle cehennem ateşini tutuşturacağı yaratıklarıdırlar." (,39) 265Allah'ın rızâsını istemek ve içlerindekini kökleştirip sağlamlaştırmak için mallarını harcayanların yani Allah'ın rızâsını kazanmak için, Allah'a iman ve taatta sapasağlam kalmak isteyenlerin durumu da Bunlar, Allah'tan nefislerindeki cimrilik ve pintiliğin rezilliğinden mal sevgisinden ve onu yanında tutmak aşağılığından kurtarması için nefislerini iman ve itaat üzere sabit kılmasını istemişlerdir. Çünkü nefis, mal sevgisiyle yaratılmış olmasına ve bedensel ibadetleri ağır bir yük gibi görmesine karşılık, nasıl alıştırılırsa, öyle gider. Nitekim şâir şöyle demiştir: Nefis çocuk gibidir. Eğer onu kendi haline bırakırsan Meme emmeye devam eder, eğer memeden kesersen, kesilir. Nefsi ne kadar serbest bırakırsan, o kadar şımartırsın. Sonuçta tembelliğe, cimriliğe alışır. Mala düşkün olur, hayır yerlere sarf etmez. Oysa nefse, bedenî ve malî ibadetleri yüklediğin ve çeşitli görevler verdiğin takdirde, sana boyun eğer ve daha önceki bu alışkanlıklarından vazgeçer. Ayetteki (tespit) ”kökleştirip sağlamlaştırmak" anlamı, bir şeyi doğru kılmak, gerçekleştirmek ve sabit kılmak şeklinde de olabilir. Buna göre âyetin anlamı: ”Nefislerinin aslından kaynaklanan İslâm'ı tasdik etmek için..." şeklinde olur. Çünkü Allah yolunda harcamak, kişinin, nefsin aslından kalbin derinliğinden kaynaklanan bir İslâmî anlayışa sahip olduğunun belirtisidir. İşte böylelerinin durumu da: Bir tepe üzerinde bulunan, bol yağmur değince ürünlerini iki kat veren, ona bol yağmur değmese bile, çisentisiyle de yetinen bir bahçenin durumu gibidir. Bahçe bu durumuyla donmaktan, bozulmaktan emindir. Çünkü burada esen rüzgârlar hep tatlı ve yararlı rüzgârlardır. Kaldı ki yüksek yerlerin ağaçları daha güzel ve daha meyveli olur. Fakat alçak ve basık yerlerdeki topraklarda ürün az olur. Çünkü buraların havası daha kesiftir, esintisi yoktur. Nitekim şöyle derler: Eğer bahçe yüksekçe bir yerdeyse, bu, nehirlerden yararlanamaz, çoğu zaman da rüzgârlardan zarar görür. Dolayısıyla bunun ürünü de iyi olmaz. Ancak bahçe orta yükseklikteki bir yerde olursa, yani ne fazla yüksek ve ne de fazla alçak bir yerde bulunmazsa, o takdirde iyi olabilir. Bu durumda âyette yer alan ”Rabve" tam anlamıyla yüksek tepe veya yer anlamına olmayıp, iyi ve yumuşak toprak manasınadır. Böyle bir toprağın üzerine yağmur yağınca, toprak iyice kabarır, şişer ve iyi ürün verir. İşte bir toprak eğer bu nitelikteyse, verimli olur, orada güzel ağaçlar yetişir. Nitekim bu yorumu şu âyet de destekliyor: ”Yeri de kupkuru görürsün. Fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır." (Hac: 5) İşte bu âyette de görüldüğü gibi, tepe diye ifade olunan ”Rabv" dan maksat, toprağın kabarmasıdır. Bu nitelikteki bir toprağa bol yağmur yağarsa, bu bahçe ürünlerini fazlaca verir ve çok ürün çıkarır. Vereceğinin iki katı ürün elde edilir. Oysa başka zamanlarda böyle bir ürün kendisinden beklenemez. Bunun sebebi, aldığı bol yağmurdur. İbn Abbas (radıyallahü anh) diyor ki: ”Böyle bir toprak, iki yılda vereceği ürünü, bir tek yılda verir. Âyetteki ”dı'f dan maksad ”misl"dir. Nitekim ”her çiftten iki tane idi." (Hûd: 40) âyetinde ”zevç" kelimesinden ”bir" kasdedildiği gibi. Bunu dört kat diye tefsir eden ise ”dı'f" kelimesine asıl manasını vermiş olur. Çünkü ”dı'f" bir şeyin iki misli demektir. Buna göre ”dı'feyn" dört misli olur. Eğer böyle bir toprağa bol yağmur düşmemiş olsa bile, çisenti halinde bir yağmur da yeter. Çünkü toprak bitektir, arazi verimlidir, toprağın bulunduğu yerin havası da güzeldir. Burada Allah'ın rızâsını gözetmek ve içlerindeki imanı kökleştirip sağlamlaştırmak için mallarını harcayanların mallarının çoğalacağı, Allah katında hiçbir şekilde kaybolmayacağı, giderek üreyip çoğalacağı ve çoğalmada harcayanların sıdk ve ihdaslarına göre farklı olacağı durumu, yüksek yerde olması bol yağmur veya çisenti olması sebebiyle verimli olan bir bahçenin durumuna benzetilmiştir. Benzetme yönü, artma, çoğalma ve verimliliktir. Buna göre tesbih mürekkeptir. Tesbih müfred de olabilir. Bu durumda, bu kimselerin Allah'a yakınlıkları ve Allah katındaki iyi halleri, bahçesinin meyvelerine benzetilmiş olur. Burada benzetine yönü, ziyadelik, çoğalmadır. Bu kimselerin az ya da çok olarak yaptıkları harcamalar, güçlü ve zayıf yağmura benzetilmektedir. Çünkü her iki yağmur da, artışa nedendir. Az, ya da çok harcama da, bu insanların iyi hallerini giderek güzelleştirir ve artırır. Tıpkı iki yağmur örneğinin bahçe ürünlerini artırması gibi. Allah işlediklerinizi, ihlâsla yapılan ameli de, gösteriş amacıyla yapılan ameli de hakkıyla görendir. Bu konuda Allah için gizli kalan bir şey olamaz. Burada riya ve gösterişten sakınma uyarısında bulunulurken, ihlâsa teşvik ediliyor. Akıllı kimseye gereken Allah'a ihlâs ve samimiyetle kullukta bulunmaktır. Kul, sürekli olarak, gizli tağuttan kurtulmayı umut etmelidir. Kurtuluş da, bilindiği gibi ihlâs ve samimiyete dayanır. 266Sizden biriniz arzu eder mi ki... Burada soru anlamındaki hemze, olması arzulanmayan şeyi red anlamınadır. Yani sizden herhangi birisinin arzulaması düşünülemez ki, kendisinin, hurma ve üzümlerden oluşmuş, sık ağaçlarla kaplı ve ağaçların altından ırmaklar akan bir bahçesi bulunsun. Orada kendisi için her çeşit meyveler olsun da... Meyvelerden meydana gelen, bunlara bağlı rızkı bulunsun da... Burada geçen ”semerât", genel anlamda tüm ürünleri değil çokluğu ifade etmektedir. Nitekim şu âyette de aynı durum ifade olunmaktadır: ”Kendisine her şey verilmiş." (Neml: 23) Eğer nasıl ”hurma ve üzümlerden ibaret bir bahçe" dedi de sonra: ”Orada kendisi için her çeşit meyveler olsun" buyurdu diye sorulacak olursa, cevaben deriz ki: Hurma ve üzüm, ağaçların en değerlileri olduğundan dolayı, diğerlerinden üstün tutularak, bunlar söz konusu edilmiştir. Kendisine ihtiyarlık çöksün... Tam bu sırada adam da yaşlanmış bulunsun ki, bu yaşlı kimsenin bu ürünlerden faydalanmaya daha çok ihtiyacı vardır. Güçsüz de çocukları olsun. Bir de zayıf ve güçsüz çocukları var, henüz kendi başlarına iş yapabilecek ve kazanç getirecek durumda değiller. Derken ona ateşli bir kasırga isabet edip yaksın. Adam yaşlı, çocuklar küçük, tek umutları bu bahçedir. Derken şiddetli bir fırtına ve kasırga burayı birbirine katıp kavuruyor. Her tarafı harabeye çeviriyor. Yaşlı adam şaşkındır. Gücü yoktur ki, onun gibisini tekrar diksin, yetiştirsin. Çocuklarından da kendisine bir hayır yok ki, yardımına koşabilsinler. Çünkü henüz küçüktürler, babalarına yardım etmekten acizdirler. İşte bu gördüğün örnek, güzel işler yapan fakat bu güzelliklere ve iyiliklere riyakarlık ve eziyet verme gibi kötü işleri de karıştırdığından, tüm iyilikleri boşa gitmiş, kıyamet günü geldiğinde, o iyi amellere şiddetle ihtiyaç duyan fakat bunları bulamayınca da hasret ve üzüntü duyan kimsenin hali, âyette sözü edilen kimsenin durumuna benzetilmiştir. İşte Allah, düşünesiniz diye, âyetlerini size böyle açıklar. İşte bu açık-seçik izahtan da anlaşıldığı gibi, tevhidin gerçekleşmesi ve dinin doğrulanması için Allah apaçık delilleri ortaya koyar ki, bunları düşünüp, kendinize ibret çıkarasmız, gereğiyle amel edesiniz. Kuşeyrî şunları söylüyor: ”Allah bu âyetleri, ihlâslı insanlarla münafıkların birbirlerinden ayrılması için bir örnek olarak indirdi. Böylece Allah yolunda harcamada bulunanla, bâtıl yollarda mal harcayanlar birbirinden ayrılacaktır. İyi olanlar, amelleriyle temize çıkacak, kötüler ise amelleri boşa gidenler ve mallarıyla zarara girenler, hüsrana uğrayanlar olacaklardır. Bu yüzden mutlaka amellerin ihlâs temeline dayanması gerekir. Çünkü, meyvelerin köksüz olarak ayakta kalmaları mümkün değildir. Hazret-i Muaz b. Cebel (radıyallahü anh)'den rivayete göre, kendisi Yemen'e gönderildiğinde şöyle demişti: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bana tavsiyede bulun." Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurdu: ”Dinin de ihlâslı ve samimî ol. Bu durumda az amel de sana yeter."1140' Riyanın tedavisi iki yolla sağlanır: Birisi, damarlarını kesmek ve köklerini söküp atmakla olur. Bu da haliyle, bununla ilgili sebepleri ortadan kaldırmakla mümkündür. Sebeplerin başlıcası ise, dünya sevgisi ile hemen bu dünyada olmasını istediği hoş ve lezzetli şeylerdir. İkinci yol ise, riyadan doğan tehlikeyi anında bertaraf etmektir, ibadet esnasında insana arız olan şeyleri hemen önlemektir." Ebû Zer el-Gifarî (radıyallahü anh)'dan rivayete göre, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Ey Ebû Zer, gemiyi yenile. Şüphesiz deniz çok derindir. Fazlaca azık al, çünkü yolculuk uzundur. Yükünü azalt, çünkü yol korkuludur. Amelinde ihlâslı ol, çünkü gözcü herşeyi görendir. ” Burada geminin yenilenmesinden maksat, imanın güçlendirilmesi ve tevhidin pekiştirilmesidir. Denizden amaç, cehennemdir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: ”Sonra sakınanları kurtarırız. Zalimleri de orada (cehennemde) diz çökmüş olarak bırakırız." (Meryem: 72) Yolculuktan maksat, ahiret ve kıyamet yolculuğu, cennet azığından amaç, yapılan taatlardır. Cehennem azığı da, günahlardır. Yükten kasıt, günahlar ve hatalardır. Doğrusu ahiret yolu korkulu bir yoldur. Çünkü zebaniler, yükü ağır olanları yolda yakalarlar. Orada hiçbir kimse, en yakınları da olsa, başkalarının yardımına koşamaz. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: ”Eğer yükü ağır gelen kimse, onu taşımak için başkasını çağırsa, onun yükünden hiçbir şey alınıp taşınmaz; akrabası bile olsa." (Fatır: 18) Gözcüden maksat, yüce Allah'tır. O, tertemizdir, ancak pak ve temiz olanı kabul eder. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, iyi bir amel işlesin." (Kehf: 110) Yani yaptıklarından Allah'ın rızâsını gözetsin. Kudsî hadiste de şöyle buyuruluyor: ”Ben, şirk yönünden asla ortağa ihtiyaç duymayanım. Çünkü Ben, her türlü şirkten müstağniyim. Kim Benim için bir amel işler ve bu amelinde başkasını Bana ortak koşarsa, Ben ondan uzağım." 267Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız tahıl, meyve ve maden gibi şeylerin iyisinden harcayın. Burada ”iyisi" anlamına gelen ”tayyibat", bazılarınca helâl olarak yorumlanırken, bazı tefsir bilginleri de bunu iyi ve temiz olan şeklinde yorumlamışlardır. Çünkü helâl olan emirle belirlenmiştir. Haramdan harcamaksa emredilmemişim. Kendinizin göz yummadıkça alıcısı olmadığınız kötü şeyleri vermeye kalkışmayın. Ayette geçen ve ”kötü şeyler" anlamında olan ”habis" kelimesi, değersiz, önemsiz, basit ve kötü şeyler demektir. Habîs, tayyib'in zıddıdır. Tayyib, insan tabiatının hoş gördüğü, habis ise hoşlanmadığı ve iğrendiği şey demektir. Bu bakımdan âyette: Ey iman edenler! Değer vermediğiniz, neredeyse iğrendiğiniz şeyleri Allah yolunda harcamaya kalkışmayın, denilmektedir. İbn Abbas şöyle demiştir: ”Araplar hurmanın çürüğünü ve kurumuşunu sadaka olarak verirlerdi. Sonra bundan yasaklandılar." Oysa ki siz yaptığınız muamelelerinizde, tiksineceğiniz şeyleri göz yummadan almazsınız. Yani sizin bir adamda bir hakkınız olsa, adam da alacağınıza karşılık işe yaramayan şeyler getirse, temiz hakkınız yerine kötüsünü verse, hakkinizin zayi olma endişesiyle siz bunu almazsınız. Ancak gözyumup üzerinde durmazsanız alırsınız. Biliniz ki Allah ganidir. Allah'ın sizin harcamanıza ihtiyacı yoktur. Ancak O, sizin menfaatiniz için bunu emrediyor. Burada Allah'ın kullarına bu konuyu bilmelerini emretmesi -ki onların bunu bildikleri de ortadadır- tiksinilecek kötü şeyleri vermelerinden dolayı bir yönüyle onları yaptıklarından ötürü kınamak, bir yönüyle de böyle bir davranışta bulunmanın, yüce Allah'ı gerçek anlamda bilmemek olduğunu duyurmaktır. Ve övülmeye lâyık olandır. Büyük nimetlerine karşı övgüye değerdir. Şüphesiz Allah yolunda harcamada bulunan kimse, tıpkı bir çiftçiye benzer. Çiftçi, eğer meyvenin olacağından umutluysa, ziraate, tohumun temizine önem verir ki, istediğini elde edebilsin. Çünkü temiz tohum, iyi meyve ve ürün alınmasında ve fazla ürün elde edilmesinde etkili olur. İşte sadaka veren de tıpkı bunun gibidir. Allah'a, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezalandırılmaya inancı arttıkça, sadakasını artıracağı gibi, bunun iyi ve temiz olmasına da özen gösterir. Çünkü o, kesin olarak bilir ki Allah, bir zerre ağırlığınca da olsa kimseye zulmetmez. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: ”Eğer bir tek iyilik de olsa, onu kat kat artırır ve kendi katından da büyük mükâfat verir." (Nisa: 40) Bu âyet aynı zamanda, çalışmanın meşruluğuna işaret ediyor. En güzel geçim yolu, ticaret ve ziraattır. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kuşkusuz kişinin yediği en temiz şey, eliyle kazandığıdır. Çocuğu da kazancındandır." Verilen sadakaların da en iyisi ve temizi, insanın elinin emeğinden olanıdır. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Bir kul, kazandığı haram malla sadaka vermeye kalkışmasın. Çünkü bu, ondan kabul edilmeyeceği gibi, hakkında bereketli de olmaz. Yine böyle bir malı geriye bırakırsa bu, onun cehennemdeki azığı olur. Şüphesiz Allah kötü ile kötüyü silmez; ancak kötüyü iyilikle önler. Doğrusu pis ve murdar olan şey, pis ve murdarı temizlemez." (143) Hayır ve infak yolları çoktur. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Müslümanın diktiği bir ağaçtan veya ektiği bir ekinden, herhangi bir insan, kuş veya hayvan yediği takdirde, mutlaka o müslümana bir sadaka yazılır." (144) 268Şeytan sizi, malına sıkı sıkıya yapış ve harcama, onu sadaka olarak dağıtırsan yoksul kalırsın diye fakirlikle korkutur. Sadaka vermenizi engellediği gibi, cimirilik gibi çirkin şeyleri emreder. Buna karşılık yüce Allah ise, kendisi uğruna harcamada bulunmanız dolayısıyla size, kendisinden bir mağfiret ve bolluk yani dünyada verdiğinizden fazlasını size ikram etmeyi, âhirette de sevap vermeyi va'dediyor. Allah vasi'dir. Kudreti ve fazlı boldur. Size söz verdiği bağışlama sözünü kesinlikle gerçekleştirir. Hakkıyla bilendir. Sizin neleri hangi yerlere harcadığınızı bilir, bu itibarla da ecrinizi zayi etmez. 269Hikmeti Kur'an öğütlerini, kullarından dilediğine, gücünün derecesi ve ilminin genişliği oranında verir. Yani Kur'andaki öğütleri açıklar ve onlarla amel etmeye muvaffak kılar. Kime de hikmet yani ilim ve amel verilirse, muhakak ona dünya ve ahiret konusunda çok hayır verilmiştir. Bunu, kendilerine hikmet verilen ve öğüt alma yeteneği olan Olgun akıl sahiplerinden başkası düşünemez. Bunlar, her türlü vehimden arınmış, heves ve arzularına boyun eğmekten uzak sağlam akıl sahipleridirler. Hadiste şöyle buyuruluyor: ”Allah'ın sağ eli doludur. Hiçbir harcama onu eksiltmez. Gece ve gündüz boyu durmaksızın akar, yani harcar. Göklerin ve yerin yaratılışından bu yana infak ettiklerini bana bildirir misiniz? Bu, O'nun sağ elindekini asla eksiltmemiştir. O'nun Arş'ı su üzerindedir. Öteki elinde de kabz (tutup alma) vardır. Bununla dilediği zaman yükseltir, dilediğinde de alçaltır."(145) Müminin görevi, Allah'ın ahlakıyla ardaklanmak ve fakirlere cömert davranmaktır. Şeytanın kendisine verdiği fakirlik ve yoksulluk korkusu ile ilgili vesvesesini, uzaklaştırmalıdır. Çünkü rızıkların anahtarları Allah'ın elindedir. Mutlak anlamda veren, ancak O'dur. 270Hangi türden olursa olsun, gizli veya açık, az veya çok, Allah yolunda yaptığınız her harcamayı veya namaz ve oruç gibi şartlı veya şartsız adadığınız her adağı, Allah şüphesiz bilir. Karşılığını, yaptığınız şey iyilikse iyilik, kötülükse kötülük olarak mutlaka verir. Bu bir teşvik, uyarı, vaad ve korkutmadır. Zulmedenlerin, harcama ve adaklarında isyana sapanların veya sadakaların verilmesine engel olanların, adaklarına ilişkin sözü yerine getirmeyenlerin, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak yardımcıları yoktur. 271Eğer sadakaları açıktan verirseniz ne güzel. Eğer bundan dolayı gösterişe ve desinler diye bir düşünceye kapılmamışsa. Bu, farz olarak verilmesi gereken zekât için böyledir. Fakat nafile sadaka ve yardımların gizli olarak verilmesi daha faziletlidir. Nitekim bu âyetin bundan sonraki bölümüyle demek istenen de budur: Eğer onları gizleyerek yani başkasına göstermeden fakirlere verirseniz o, sizin için daha hayırlıdır. Niyetiniz temizse, gizli olarak vermeniz, açık bir şekilde vermenizden daha hayırlıdır. Ve Allah, sizin günahlarınızdan bir kısımını örter. Çünkü gizli ve açık olarak verilen sadakalarla Allah, günahların bir kısmını ortadan kaldırır, ya da tamamını bağışlar. Allah, gizli ve açık işlediklerinizden hakkıyla haberdardır. Bu, iyiliklerin gizli yapılması konusunda bir teşviktir. İmam Fahreddin er-Râzî, nafile sadakaların gizli verilmesinin birkaç yönden faziletli olduğunu belirtiyor: 1- Böyle bir sadaka riyadan, desinlerden uzaktır. Nitekim bazı kimseler sadakalarını verirlerken öylesine hassas davranırladı ki, hiçbir kimsenin bunu bilmemesi ve öğrenmemesi için onu bir âmânın eline bırakırlardı. Bazısı da, fakirin kendisini görmemesi için, sadakalarını fakirin geçeceği yola bırakırdı. Gizlice onu takip ederdi. Kimisi de yapacağı yardımı uyuyan fakirin cebine koyardı. 2- Sadaka gizli verilince, insanlar tarafından övgü ve şöhret vesilesi olmaz. Bu, nefse çok ağır geldiği için, sevap yönünden de fazla olması gerekir. 3- Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Yedi kimse var ki, Allah, kendi gölgesinden haşka hiçbir gölgenin bulunmadığı o günde, bunları kendi gölgesinde gölgeleyecektir...Sadaka veren, fakat sağ elinin verdiğini sol elinden gizleyen adam..." Hadisinde müjdelenen kimse gibi çok büyük bir mükâfaata hak kazanır. Ayrıca Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Gizli sadaka, Rabbin gazabını dindirir" buyuruyor. Sadakanın açıkça verilmesinin cevazına gelince, bu, eğer yardım yapan kimse açık olarak yaptığı yardımdan dolayı başkalarının kendisini örnek almalarını sağlayacaksa, işte o zaman bunu açıktan verilmesi daha faziletlidir. 272Onları doğru yola eriştirmek sana ait değildir. Ey Rasûlüm Muhammed! Onları hidayete erdirmek senin görevin değildir. Sana düşen, yalnızca hayra yöneltmek, Allah'ın sana vahyettiği âyetler ve hikmetli hatırlatmalarla uyarmandır. Burada hitap özel, fakat amaç tüm Müslümanları kapsayacak biçimde geneldir. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Bunlar, Allah'ın âyetlerini hatırlayan, onlara uyan ve hayrı tercih edenleredir. Hidayete başarılı kılmak Allah'a, hidayet yolunu açıklamak da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e aittir. Hayırdan ne verirseniz, mal olarak ne tasadduk ederseniz kendinizedir. Verdiğiniz bu şeyden başkaları değil, siz yararlanacaksınız. Bu yüzden kendisine bir şeyler verdiğiniz kimsenin başına kakmayın ve onları incitmeyin. Zaten siz, ancak Allah'ın rızâsını istemek için harcarsınız. Sizin yaptığınız harcamanın amacı zaten yalnızca Allah rızâsı içindir. O halde niye sadakalarınızı ve iyiliklerinizi gönül kırıcılıkla ve başa kakmakla boşa çıkarasınız? Niye Allah için verilmemesi gereken önemsiz ve değersiz kötü şeyleri infak edesiniz? Hayır olarak ne verirseniz, size fazlasıyla ödenir. Zimmet ehline veya başkalarına, hayır olarak ne verirseniz, bunun karşılığı size fazlasıyla, kat kat verilir. O halde bunu en güzel bir şekilde vermeniz için başka bir yola başvurmanıza, cimrilik etmenize gerek yoktur. En güzel yol varken, kötü yola girmeyin. Siz haksızlığa uğratılmayacaksınız. Size kat kat verilmesi vaad olunan sevap ve ecrinizden herhangi bir eksiltmeye gidilmeyecektir. Bu konuda size zulmedilmeyecek, haksızlık da yapılmayacaktır. 273Sadakalar, kendilerini Allah yolunda vakfetmiş, yeryüzünde dolaşmaya gücü yetmeyen fakirler içindir ki, Yaptığınız yardımları, kendilerini gaza, cihad için Allah yoluna adamış olanlara verin. Çünkü bunlar cihad ile uğraştıklarından dolayı her hangi bir ticaret ve kazanç için ülkeleri dolaşmaya imkân bulamazlar. Bu kimselerin Suffe ashabı olduğuda belirtilmiştir. Sayıları da dörtyüz kadardı. Kureyş muhacirlerindendiler. Bunların Medine'de evleri, barkları yoktu, yakınları da bulunmuyordu. Geceleri Kur'an öğrenirler, gündüzleri de çekirdek kırıntılarıyla geçinirlerdi. Rasûlullah'ın gönderdiği her seriyyeye katılırlardı. Eğer Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında bir şeyler varsa, yemeleri için akşamleyin bunlara verirdi. İstemeye utandıklarından dolayı, bilmeyen onları zengin zanneder. Bunların durumlarını bilmeyenler, bunlar iffetlerinden ve utançlarından dolayı kimseden bir şey istemedikleri için de, bunları zengin sanır. Sen onları simalarından tanırsın. Sen onların fakirlik ve yoksulluk içinde buluduklarını, ızdırap içinde yaşadıklarını, zayıflıklarından, cılızlıklarından, üst ve başlarının düzgün olmamasından anlar ve bilirsin. Onlar insanlardan yüzsüzlük ederek istemezler. Yani bunlar, bir kimseye asılarak, zorla bir şey istemeye kalkışmazlar. Çünkü ihtiyaç halinde istemek caizdir. Bunun bir sakıncası da yoktur. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Sizden birinizin, ipini alarak gidip bununla sırtında bir demet ot taşıyarak, yüzünü temize çıkarması, versinler veya vermesinler insanlardan istemesinden daha hayırlıdır." (149) Ne hayır verirseniz, muhakkak ki, Allah onu, hakkıyla bilicidir. Buna göre Allah da size en güzel mükâfatı verir. Bu, sadaka vermeye teşviktir. Aşağıdaki âyet, bu konuda daha ileri bir teşviki içermektedir: 274Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açıktan verenlerin, Yani zamanlarının tümünü hayra ve sadakaya ayıranların, nerede bir ihtiyaç sahibinin durumu kendilerine iletilirse geciktirmeksizin hemen onu yerine getirenlerin, onlara şu veya bu zaman gelin diye bir neden ileri sürmeksizin ihtiyaçlarını karşılayanların, işte onların, Rableri katında mükâfatları vardır. Onların sevapları Allah katında hazırdır. Onlara hoşlanmayacakları hiçbir korku yoktur. Onlar sevdikleri bir şeyi elde edememekten dolayı mahzun da olmayacaklardır. Şüphesiz Allah sevgisi ve Resûlullah'ın sünnetine uyularak yapılan bir infakın ecri çok büyüktür. Nitekim şöyle denilmiştir: Altı güzelik, altı şeyledir. Bu altı şey: İlim, adalet, cömertlik (sehavet), tevbe, sabır ve hayadır. İlim amelde, adalet hükümdarda, Cömertlik zenginlerde, tevbe gençlerde, sabır fakirde, namus kadınlarda daha güzeldir. Amelsiz ilim, tavansız ev gibi, adaletli olmayan devlet başkanı, susuz kuyu gibi; cömert olmayan zengin, yağmursuz bulut gibi; tevbe etmeyen genç, meyvesiz ağaç gibi; sabretmesini bilmeyen fakir, ışıksız lamba gibi; haya sahibi olmayan kadınlar da, tuzu olmayan yemek gibidir. Zengine düşen, zengin bir bulut gibi, din ve dünya bereketlerini yağdırmak olmalıdır ki, fakirlik ve ihtiyaç dolayısıyla kalbleri ölmüş olanları diriltsin. Çünkü Allah, hiçbir ihsan sahibinin iyiliğini asla zayi etmez. 275Faiz yiyenler, yâni faiz alanlar. Burada ”alanlar" değil de ”yiyenler" denilmesi, genel olarak malın yenilmek amacıyla kazanılmasından bir de faizin yiyecek maddelerinde yaygın olmasından dolayıdır. Ancak, şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Yani tekrar diriltildikleri gün kabirlerinden, tıpkı şeytanın çarptığı ve sara hastalığına yakalanmış ve aklını kaybetmiş kimse gibi kalkarlar. Bu durum onların tanınmaları için bir alâmettir. Bir başka yoruma göre, kabirlerinden kalktıkları sırada tıpkı saralı kimse gibi, kalkıp tekrar düşerler. Çünkü onlar faiz yemişler ve Allah da yedikleri bu faizi karınlarında biriktirmiştir. Bu yüzden öylesine ağırlaşmışlardır ki, kalkabilecek durumları kalmamıştır. Bu, onların: 'Alışveriş faiz gibidir' demelerindendir. Bunlar, faizle alışverişi aynı düzeyde görmektedirler. Çünkü onlara göre, her ikisi de kâr getiriyor. Dolaysıyla alışverişle elde olunan kâr nasıl helâl ise, bu da öylece helâldir. Yine bunlar, bir dirhemi iki dirhem karşılığında satmak caizdir, çünkü bir dirhem değerindeki bir eşya da tıpkı onun gibi iki dirheme satılmaktadır, fikrini ileri sürüyorlar. Aslında sözün şöyle olması gerekir: ”Faiz de, alışveriş gibidir." Ancak burada işin öneminden dolayı mübalağa yönüne gidilmiş ve faizin helâl olduğuna inandıkları için onun asıl olduğunu zannet inişlerdir. Halbuki Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Yani Allah'ın helâl kılmasıyla helâl olan alışverişle, yine Allah'ın yasaklamasıyla haram kılınan faiz nasıl eşit tutulabilir? Kim kendisine Rabbinden bir öğüt gelir de (faizden) vazgeçerse, kime faiz hakkında Allah tarafından bir öğüt, ya da yasaklama gelir de, hemen bu yasağa uyarsa, geçmişte olan kendisinindir. Yani daha önceki günahları yüzünden hesaba çekilmeyecektir. Çünkü henüz haramla ilgili yasaklama âyeti inmemiştir. Ve işi de Allah'a kalmıştır. Eğer gelen öğüdü doğruluk ve iyi niyetle almış, buna bağk olarak faizden vezgeçmişse, bununla ilgili mükâfatı Allah'a aittir. Bir diğer yoruma göre de, onunla ilgili hüküm kıyamet gününde verilir. Onun yapaklarından ötürü sizin yapabileceğiniz bir şey yoktur. Dolayısıyla ondan herhangi bir şey istemeye kalkışmayın. Kim de tekrar dönerse, faizin yasaklanmasından sonra kim de yeniden faiz almaya kalkışır ve daha önce olduğu gibi yine helâl saymaya devam ederse, onlar ateş ehlidirler, oraya kesin gireceklerdir ve orada ebedî kalacaklardır. 276Allah faizi mahveder, Burada ”mahvetmek" diye çevirdiğimiz ”yemhaku" kelimesinin kökü olan ”mahk" bir şeyin bitinceye kadar sürekli olarak eksilmesidir. Tıpkı gökteki hilâlin giderek küçülmesi ve görünmez oluşu gibi. İşte faiz alan kimsenin de durumu böyledir. Allah bunun bereketini yok eder, bu yoldan eline geçen malı da alır götürür. Sadakaları da artırır. Sadakanın sevabını kat kat verir ve sahibi için bereketli kılar. İçinden sadaka verilen malı da artırır. Rivayete göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz Allah sadakayı kabul eder, sizden birinizin tayını besleyip büyütmesi gibi o sadakayı büyütür. ”(150) Allah, hiçbir günahkâr kâfiri, helâli haram kılmakta ısrar eden ve iyice günaha batmış olan kâfiri sevmez. 277Allah'a, Rasûlüne ve onunla gönderdiği şeylere iman edip iyi işler yapanlar, taat ve ibadete devam edenler, namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler var ya, Bu iki ibadetin ”iyi işler" kapsamında olmasına rağmen burada özellikle anılması, onların diğer sâlih amellere göre daha önemli olduğunu göstermek içindir. İşte onların Rableri katında kendilerine vadolunmuş mükâfatları vardır. Onlara hoşlanmayacakları ve istemeyecekleri bir şeyden dolayı endişe ve korku yoktur, Onlar sevdikleri bir şeye ulaşamayacakları konusunda üzülmeyeceklerdir de. Bilindiği gibi faiz yiyen kimse, obur bir kimseye benzetilmiştir. Yer fakat doyamaz. Karnı şişinceye kadar yemeye devam eder ve kendisine ağırlık çöker. Kalkmak istedikçe, karnının şişkinliğinden saraya tutulmuş gibi yalpalar durur. İşte kıyamet gününde faiz yiyenlerin durumu da böyledir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Faiz yetmiş iki çeşittir. Bunun en aşağısı, kişinin annesiyle zina etmesi gibidir." Böyle bir durumdan Allah'a sığınırız. Böylesine ağır bir söz işiten kimse, hemen kerim olan Mevla'ya tevbe etmeye koşar. Doğrusu bu, kalbi olan veya şahit olarak kulak veren kimse için tüyler ürperticidir. Bir kimse, birine borç verirken, fazlasını almak kaydıyla verirse, ya da verdiği şeyden daha üstününü almayı şart koşarak verirse, bu menfaat getiren bir borçtur ve her menfaat getiren borç da faizdir. 278Ey iman edenler! Allah'tan O'nun cezalandırmasından korkun ve kendinizi bundan koruyun. Eğer inanıyorsanız faizden geri kalan kısmı bırakın. Faizle birşeyler verdiğiniz kimselerden geriye kalan faiz alacağınızı almayın. Çünkü imanınız, emrolunduğunuz şeye mutlak ve kesin anlamda bağlılık göstermenizi gerektirir. 279Eğer böyle yapmazsanız, Size uyulmasını emrettiğim şeyi yerine getirmez ve faizden arta kalanını bırakmazsanız, Allah ve Rasûlü ile savaşa girdiğinizi bilin. Bu, öylesine büyük bir savaştır ki, onu Allah'a ve Rasûlüne karşı açmış oluyorsunuz. Bundan dolayı Allah'tan ve Rasûlünden gelecek cezayı bekleyin. Rasûlullah'a karşı savaş, onunla karşılıklı ordularla savaşmaktır. Bu âyet indiği zaman, Sakîf kabilesi: ”Bizim Allah ve Rasûlüne karşı savaşacak gücümüz yoktur" demişlerdi. Eğer tevbe ederseniz... Bu şiddetli tehdidi duyduktan sonra faizin hanımlığını kabul ederek ve buna inanarak tevbe ederseniz ana sermayeniz yine sizindir. Onu olduğu gibi alabilirsiniz. Ne haksızlık yapmış alacaklı olduğunuz kimselerden fazla almakla ne onlara haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olursunuz. Ne de sizler onlar tarafından işin uzatılmasıyla, ya da ana paranızdan bir eksiklik yapılarak bir zararla karşı karşıya bırakılmış olursunuz. 280Eğer (borçlu) darlık içindeyse, eğer borçlularınızdan birisi gerçekten darda ve sıkıtıdaysa, yokluk çekiyorsa, genişlik vaktine kadar beklemelidir. Onların durumu düzelinceye kadar kendilerine süre verilmelidir. Sadaka olarak bağışlamanız, borçlularınızdan sıkıntı içinde bulunanların borcunu tümüyle silmeniz, ya da erteleyip beklemeniz eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır. Bu sizin için daha sevaplı bir iştir. Evet eğer bunun sizin için daha hayırlı olduğunu bilirseniz bunu yaparsınız. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kim, zorda kalmış birine mühlet verirse veya tümüyle vazgeçerse, Allah da onu kıyamet gününün sıkıntılarından kurtarır." Borç vermede büyük faziletler ve sevap vardır. Rivayete göre, Ümâme el-Bahilî (radıyallahü anh), rüyasında cennetin kapısında şu yazılı ifadeyi görmüş: ”Ödünç vermek, onsekiz derece fazlasıyla sevaba hak kazanmaktır. Oysa bir sadaka, ancak on misliyle değerlendirilir. Bu niye böyledir? sorusu üzerine şu cevap verilir: Olur ki, verilen sadaka bazan da fakir yerine zenginin eline geçmiş olabilir. Halbuki, ödünç alan bir kimse, sırf ihtiyacı olduğu için gelip senden istemektedir." Borçlanma da üç türlüdür: Allah yolunda güçsüz olduğu için, buna imkânı olmadığı için borç istenir veya fakirlik ve yoksulluk içinde ölen bir kimsenin cenaze ve tekfin giderlerinin karşılanması için alınır, ya da bekârlık fitnesinden kurtulmak amacıyla, evlenmek ve böylece iffetini korumak için istenir. Kişi Allah'a dayanarak ve güvenerek borç ister. Allah da bu borçları ödeme sebeplerini ve kapılarını açar. Bir kimse borcundan ne kadarını ödeyebilme imkânına sahipse, hemen o kadarını gidip ödesin. Henüz vakti gelmemiş olsa da gidip versin. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Cebrail'den anlatıyor: ”Şehitlik, borç dışında tüm günahları siler. ” Akıllı kimsenin, üzerinde bulunan borcu ödemesi, kıyamet gününde kötü niyeti dolayısıyla meydana gelen vebalden korkması gerekir. İşte bu, farzları eda etmek isteyen kimsenin durumudur. Böyle davranan bir kimseye Allah borcunu ödemede kolaylık verir. Fakat günahlara dalan ve farzları terkedene gelince, farzları önemsemeyenler, borçlarına ve aldıklarına nasıl önem verebilirler ki? 281Öyle bir günden o günün azabından sakının ki, o günde, yaptıklarınızın hesabını vermek üzere Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığının karşılığı tastamam verilecek. İyilik ya da kötülük adına kim ne yapmışsa, eksiksiz olarak karşılığını alacak ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir. Ne sevapları eksilecek, ne de cezalarının artırılmasına gidilecektir. İbn Abbas şöyle demiştir: ”Bu, inen son âyettir. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bu âyetin inmesinden 81 gün sonra Rabbine kavuştu. Cebrail (aleyhisselâm) kendisine: ”Bu âyeti Bakara sûresinin 280'inci âyetlerinin başına koy" buyurdu. Ben de bunu deyn (borçlanma) ile ilgili âyetle riba (faiz) âyeti arasına koydum ki, faizden kesinlikle uzak kalınsın ve uzak durulsun istedim." Rivayete göre Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Pazartesi günü dünyaya geldi, Pazartesi günü peygamberlikle görevlendirildi, Medine'ye Pazartesi günü girdi ve Pazartesi günü de ruhu kabzolundu. Onun hayatı da, ölümü de rahmetti. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah bir ümmete rahmet dilediğinde, peygamberlerinin ruhunu onlardan önce alır. O peygamberi onların selefi ve o ümmeti için bir öncü kılar." Ensar'dan bazısı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) için mersiye okudular da şöyle dediler: Her yerde sabır, övülen bir şeydir. Fakat Senin ayrılığına sabretmek kötü. 282Ey iman edenler! Belirli bir süreye kadar, birbirinize borç verdiğiniz zaman, onu yazın. Birbirinize borç verdiğiniz zaman ve veresiye olarak iş yaptığınız takdirde, hem veren, hem alan, bunu belirli gün veya aylara ertelemişlerse, ortadan bilgisizliği kaldıracak, gerçeği ortaya koyabilecek şekilde bir anlaşma olması halinde, bunu hemen yazın. Belirli olmayacak süreler söylemeyin. Meselâ hasat zamanı veya hacıların dönüşü gibi kapalı ifadeler kullanmayın. Borcu süresiyle yazın. Çünkü böyle yapmak hem arada doğabilecek tartışmayı önler, hem de daha güvenli olur. Cumhur, bu yazma işinin müstehap olduğu görüşündedir. Aranızda bir yazıcı da adaletle yazsın. Burada yazılması emrolunan işin keyfiyeti açıklanıyor. ”Aranızda" ifadesi, yazan kimsenin tarafların ortasında bulunması, bunlardan birisinin sözüyle yetinmeyip ikisinin sözlerini de yazması gerektiğini bildirmektedir. Yazıcı, aynı zamanda adaletli olmalı, dürüst davranmalı, iki taraftan birine meyletmemeli, az ya da çok yazma yoluna girişmemelidir. Bu, aynı zamanda fakih, bilgili, güvenilir bir kâtibin seçilmesini de emretmektedir. Kâtip şeriat ölçüsünde hareket edecek ve adaletten ayrılmayacaktır. Yazıcı, Allah'ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Bu borç işini yazmaktan hiçbir kimse kaçınmasın. Allah'ın öğrettiği şekilde belge ve vesikalara yazsın. O, yazılması isteneni yazsın. Burada ”kaçınma" yasağından sonra tekrar yazsın ifadesinin zikredilmesi, konuyu pekiştirmek içindir. Borçlu olan da yazdırsın. Âyette geçen ”yümlil" kelimesi imlâ' manasınadır. İmlâ', gerekenin yazılması için kâtibe anlaşılır şekilde durumu aktarmaktır. Yani borçlu olan kimse de, söylenilen miktarın kendisinde olduğunu söylesin, susınasın. Çünkü hakkında şahitlik yapılan şey, mutlaka bunun ikrar olunmasıyla sabit olur. Rabbi olan Allah'tan korksun. yazdıran kimse yüce Allah'tan korksun. Borcundan hiçbir şeyi eksik bırakmasın. Kâtibe yazdırılan hak konusunda hiçbir eksikliğe yönelmesin. Çünkü yazdıran kimseden böyle bir eksikliğe gitmesi düşünülebilir. Kâtip de fazla yazmaya kalkışabilir. Yazdıran kimsenin teklifi ve yükümlülüğü üzerinde ısrarla durulması, genel olarak insanın kendisinden zararı uzaklaştırmak, zimmetinde ve üzerinde bulunan şeyi de kaldırmak istemesindendir. Eğer borçlu aklı ermez veya âciz, ya da kendisi yazdıramayacak durumda ise, velisi dosdoğru yazdırsın. Eğer üzerinde hak olan kişinin yani borçlunun, aklı yerinde değilse, savurgansa, ölçüyü elden kaçıran biriyse, yahut çocuk veya bunamış bir yaşlıysa, ya da dilsizlik, tutukluk, bilgisizlik veya daha başka herhangi bir arızadan dolayı yazdıramayacak durumdaysa, onun işlerini üstlenen ve idaresini üzerine alan velisi yazdırsın. Bu kimse kayyım, vekili veya tercüman olabilir. Velisi fazlalık veya eksiklik yönüne gitmeden adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Aranızda geçen bu borçlanma olayında, sizin için tanıklık yapmalarını kendilerinden isteyin. Fakat bu adamların her ikisi de sizin dininizden hür, müslüman ve âkil baliğ olmuş kimselerden olacaklardır. Çünkü söz bunların muameleleri hakkındadır. Eğer iki erkek yoksa, şahitlik için iki erkek bulamazsanız, razı olacağınız şahitlelden bir erkek ve -biri unutursa diğerine hatırlatması için,- iki kadın gerekir. Bir erkek ve iki de kadın şahit bulundurun. Mal konusunda erkekle birlikte kadının şahitliğinin caiz olduğu konusunda icma vardır. Ancak hadlerde ve kısasta şahitlerin mutlaka erkek olması gerekir. Ancak bu edineceğiniz şahitler de, sizin kabul edeceğiniz kimselerden olmalıdır. Her şahitlikte itibara alınması gereken bu niteliğin özellikle belirtilmesi, kadınların bu vasfa sahip olmalarının az olmasındandır. Bunların şahitlikleri konusunda adaletlerine ve güvenilirli olduklarına emin olacaksınız. Ayrıca kadınlardan birinin şahitlik konusunda yanılması ve unutması halinde, diğeri ona hatırlatabilir. Bu bakımdan bir kadın yerine iki kadın tanık istenmektedir. Böylece endişe de önlenmiş bulunmaktadır. Ayrıca şimdi sunacağımız kısımla da şahitlik yapmaya teşvikte bulunuluyor: Şahitler çağırıldıkları zaman şahitlik yapmaktan ve böyle bir görevi yüklenmekten kaçınmasınlar. Bundan dolayı bıkkınlık duyup geri durmasınlar. Büyük olsun, küçük olsun ya da az veya çok olsun vadesiyle, yani ödeneceği günü belirterek yazmaktan bıkmayın. İşte bu, yani alacağın vadesiyle birlikte yazılması Allah katında yani O'nun verdiği hükme göre daha adaletli, doğru ve isabetli şahitlik için daha sağlam yani şahitlik konusunda, gerçeğin ortaya çıkması ve ikamesinde en doğru olan ve şüpheye borcun cinsi, miktarı ve vadesi konusunda kuşku içine düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak, aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa, yani yaptığınız alış veriş, malı vermek ve parayı almak şeklinde peşin olarak gerçekleşiyorsa, onu yazmamanızda sizin için bir günah yoktur. Çünkü bunda, daha sonra ortaya çıkacak bir tartışma ve unutkanlık sözkonusu değildir. Alışveriş yaptığınız zaman da... Bu tür alışveriş mutlak alışveriştir. Bunun mutlak alış-veriş olması daha ihtiyatlı olur. Şahit tutun. Bu âyette yer alan emirler, cumhura göre mendupluk ifade eder. Yazana da, şahide de, zarar verilmesin. Katip yazmaktan, şahid de şahitliği yerine getirmekten kaçınmasın. Eğer yaparsanız, size yasaklanan zararlı şeyleri işlerseniz, mutlaka o, yani yaptığınız bu şey, sizin için kötülük Allah'a itaatten uzaklaşmak olur. Öyleyse O'nun emir ve yasaklarına aykırı davranmak konusunda Allah'tan korkun. Allah size iyiliğinizi içeren hükümlerini öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. Sizin hiçbir durumunuz O'na gizli kalmaz ve sizi yaptığınız bu şeylerle hesaba çeker. Bu, Kur'an'ın en uzun en geniş ve en ayrıntılı âyetidir. Bu âyetle, yaratıkların hakkına riayet etmek gerektiği, din dünya işlerinde gerekli olan malda dikkatli davranmak icabettiği anlaşılmaktadır. Buna göre, hak için çalışan başarıya ulaşır. Aksi takdirde zarara girer. Yüce Allah geniş rahmetiyle insanlarla birbirlerine karşı haksızlık ve zulüm etmemeleri için, aralarındaki ilişkilerin niteliğini öğretiyor. Böylece insanlar arasında çekişme, tartışma ve düşmanlık ortaya çıkmayacak, bunlar sonucunda aralarında bir kin oluşmayacaktır. Yüce Allah ayrıca, hakların yazmak ve şahitlik yolu ile korunmasını emretmiştir. Şahitlere önce görevi yüklenmelerini, sonra da gereğini yapmalarını emir buyurmuştur. Bu işi yazan kâtibe de, adaletli bir biçimde Allah'ın öğrettiği şekilde yazmasını emretmiştir. Kısacası bu âyetle, yukarıda geçen pek çok inceliklere değinilmiştir. Sonra aşağıdaki âyette Allahü teâlâ, borç konusunda dikkatli davranılarak borcun rehinle garanti altına alınmasını emretmiştir. 283Eğer yolculukta yani misafirlik durumunda olup da borçlanma olayını yazacak bir kâtip ya da kâğıt, kalem ve mürekkep gibi yazacak malzeme bulamazsanız, alman rehinler, olayı belgeleyecek bir rehin yeter. O zaman vesika rehindir ve bunu almak şarttır. Burada yolculuk esnasında rehin alma işi şart koşulmuş olsa da, yolculuk olmadığı zamanlarda da rehin alınabilir. Bu, yalnızca yolculuk haline ait bir iş değildir. Burada rehinin yolculukta zikredilmesinin sebebi, genelde yolculuk esnasında kâtip ve şahit bulanamayabilir. Burada rehin alınmakla emr olunması, hem kâtip ve hem şahit yerine geçmesi açısındandır. Malı korumada bir güvence ve vesika olmaktadır rehin bırakılan şey. Dolayısıyla burada söylenen söz şart yoluyla olmayıp, genelin durumuna göredir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), zırhım, yirmi ölçek arpa karşılığında bir yahudiye rehin bırakmıştı. Rasûlullah ailesinin ihtiyacı için o arpayı ondan almıştı. Eğer birbirinizden eminseniz, yani borç verenle borçlanan eğer birbirlerine güveniyorlar ve birbirleri hakkında iyi niyet sahibi oldukları için emanetine karşılık rehin almak istemezse, kendisine güvenilen kimse emaneti ödesin. Güvenilir borçlu, kendisine güvenen alacaklıya olan borcunu ödesin, zimmetindeki borcunu yerine getirsin. Rabbi olan Allah'tan korksun. Emanet haklarına riayet ve geciktirmeksizin borcu ödemede Allah'tan korksun. Şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler, hakkın gereği gibi yerine gelmesi için, hakim huzuruna çağırıldığınız zaman, bildiklerinizi gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır. Günah işlemiş olur. Burada kalbten söz edilmesi peşiktirmek içindir. Bu: ”İşte bu benim gözümün gördüğü, kulağımın işittiği ve kalbimin tanıdığı gibidir." demeye benzer. Çünkü kalb, organların başıdır. Bu öyle bir et parçasıdır ki, eğer bu et parçası düzelirse, tüm vücut düzelmiş olur; eğer bu bozulursa, tüm vücut bozulur. Allah yaptıklarınızı bilir. İşlediğiniz hayırsa, karşılığında hayır, kötülükse karşılığında kötülük görürsünüz. Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek, yalan yere şahitlikte bulunmak gibi ameller insanı cehenneme sürükleyen işlerdendir. 284Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi, yaratma mülk ve tasarruf bakımından Allah'ındır. Bu şeylerin hiç birisinde, şu ya da bu şekilde, hiçbir kimsenin Onunla ortaklığı yoktur. Öyleyse Ondan başka birine kulluk etmeyin. İçinizdekini açıklasanız da, kalblerinizdeki kötülüğü veya buna niyeti söz ve davranışla açığa vursanız da, açığa vurmayıp insanlardan gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker. Kıyamet gününde sizi bununla yargılar. Bu, Mûtezile'den ve Rafızîlerden hesabı inkâr edenlerin aleyhine bir delildir. Dilediğini bağışlar, günahları ne kadar büyük de olsa, merhamet ve cömertliğiyle onu affeder. Dilediğine de, adaleti dolayısıyla, günahı ne kadar küçük de olsa azap eder. Bunları hikmet ve maslahata dayalı olan iradesi doğrultusunda yapar. Burada bağışın azaptan önce gelmesi, yüce Allah'ın, rahmetinin gazabından daha büyük olmasındandır. Allah her şeye kadirdir. Bağışlamaya da, azap etmeye de gücü yeter. Teysîr'âe şöyle denmiştir: ”Gizleseniz de" âyetinin zahiri, insanın kalbindekilerden dolayı da hesaba çekileceğine işaret eder. İçinden bir kötülük geçiren, ancak sonra kendi isteği dışında bunu yapmaktan imtina eden, bunu kendi isteğiyle değil, bir engel dolayısıyla yapmayan kimse, bu suçtan dolayı, aynen bu fiili işleyenin göreceği cezayı görmez. Yani bir kimse zina işlemeye azmetse, fakat bunu işlemese, bu, zina cezası görmez. Zina işlemeyi aklından geçiren kimsenin ona azmeden kimse gibi ceza görüp görmemesi konusu ise tartışmalıdır. Kimine göre bu, Rasûlullah'm: ”Şüphesiz Allah benim için, ümmetimi içlerinden geçirdikleri şeyleri işlemedikleri veya konuşmadıkları sürece affetmiştir." Hadisinden dolayı affedilir. Ancak çoğunluğa göre bu hadis, azmetmeyle değil, içinden geçirmeyle ilgilidir. Çünkü azmetmede hesaba çekilme sabittir. Çoğu kez insan öldürme, zina ve benzeri şeylerden dolayı, rızâsı olması kaydıyla, günaha ortak olur. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Bir kimse herhangi bir masiyetin yanında bulunur da, bunu hoş görmezse, sanki orada değilmiş gibidir. Bir kimse de o masiyetin olduğu yerde olmayıp, fakat buna rızâ gösterirse, sanki orada hazırmış gibi günaha girer." Bir başka hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Kim bir toplumu severse, o, onların zümresinde hoşrolunur." Akıllı kimse kalbinden kötü düşünceleri çıkarıp atandır. Fasık bir cemaat ve toplumla oturup kalmayandır. Çünkü onların zümresinden olmaması için böyle yapması gerekir. 285Rasûl, Rabb'inden kendisine indirilene, yüce Allah, tarafından indirilen her şeye iman etti. Onları tasdik etti. İnen Kur'an âyetlerine ve onlarda yer alan tüm yasa ve hükümlere, kıssalara, öğütlere, peygamberlerin, kitapların ve daha başka şeylerin durumlarıyla ilgili haberlere tafsili bir şekilde, yani ayrıntılı olarak inandı. Mü'minler de. Yani bu isimle tanınmış olan grup da iman ettiler. Hepsi Allah'a, yani bütün mü'minler, Allah'ın ulûhiyette ve mabudlukta eşsiz ve ortaksız bir şekilde tek olduğuna, meleklerine, bunların Allah'ın mükerrem kulları olduğuna, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. Burada, kitaplara imanın kapsamında olduğu için ahirete iman ayrıca zikredilmemiştir. Peygamber ve mü'minler demişlerdir ki: Biz 'O'nun peygamberlerinden hiçbirisini diğerinden ayırmayız. Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları gibi peygamberlerden bazısına inanıp bazısını inkâr ederek aralarında bir ayırım yapmayız. Mü'minler imanlarının hemen ardından, emre uyduklarını bildirerek dediler ki: İşittik, bize haktan geleni anlayıp kavradık, bunun doğruluğuna da kesin inandık. İtaat ettik! Onda yer alan emir ve yasaklara da itaatle boyun eğdik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Önceden işlediğimiz günahlarımızın affını, hakkına riayette yaptığımız kusurlarımızı bağışla. Dönüş ancak sanadır.' Ölüm ve öldükten sonra diriliş yoluyla dönüş başkasına değil, ancak sanadır. Dediler. Bizim için gerekli olan Kur'an ahlakıyla ahi aklanmak olmalıdır. Yalnızca Kur'an okuyup, bunun gereğiyle amel etmemek herhangi bir fayda sağlamaz. Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Bir hükümdar, herhangi bir kimseye bir emirlik bağışlar, ona bir liderlik, ya da niyabet verir. Adamın elinde, ülke halkının kendisine itaat etmesi gerektiğini belirten bir belge vardır. O ülkeye gelir, makamına oturur ve halk da kendisine itaat etmeye başlar. Sonra hükümdar ona bir yazı gönderir. Bu yazıda, o ülkeye geldiğinde kalması için, kendisine bir köşk veya geniş bir ev yaptırması emredilmektedir. Mektup, emîrin (valinin) eline ulaşır. Ancak o, her gün mektubu açıp okuduğu halde, kendisine emredilen şeyi yapmamaktadır. Hükümdar geldiğinde, emrinin yerine getirilmediğini görünce bu vali hil'atı mı hak eder, yoksa tekdir ve azar işitmeyi mi? İşte Kur'an da böyledir. Tıpkı hükümdarın mektubu, ya da fermanı gibi. Allah bu kitapta kullarına, dinin rükünlerini imar etmelerini emrediyor. Dinin imarının nasıl olacağını açıklıyor ve şöyle buyuruyor: ”Namazı kılın, zakâtı verin" (Bakara: 43), ”Oruç size farz kılındı" (Bakara: 183) ve ”Oraya yol bulabilen kimseye, Beytullah'ı haccetmesi farzdır:" (Âl-i İmrân: 97) Bu durumda Kur'an'ın okunması, tıpkı hükümdarın fermanının okunması gibidir. Cennet, Kur'an'ın yalnızca okunmasıyla kazanılmaz. Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: ”Yaptıklarına karşılık olarak. ” (Secde: 17) Bunun için amel lazımdır. 286Allah kimseyi gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutmaz. Bu, mü'minlerin sözü değil, Allah tarafından verilen bir haberdir. Rivayete göre: ”Içinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker" (Bakara: 284) âyeti inince, bu durum Rasûlullah'ın ashabı için ağır geldi. Hepsi Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelerek önünde diz çöktüler ve şöyle dediler: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Gücümüzün yettiği amellerle, namaz, oruç, hac ve cihadla sorumlu tutulduk. Sana bu âyet nazil oldu. Oysa bizim gücümüz buna yetmez." Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Sizden önceki kitap ehli gibi, 'işittik ve karşı geldik' mi demek istiyorsunuz? Aksine siz, 'işittik ve itaat ettik. Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak sanadır' deyin." Bunun üzerine gelenler bunu okudular ve Allah: ”Rasûl, Rabbi'nden kendisine indirilene iman etti" diye başlayan ”Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak sanadır" diye biten âyeti indirdi. Sonra Allah bu âyeti (Bakara: 284) neshederek: ”Allah kimseyi gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutmaz" âyetini indirdi."059' Bununla üzerlerindeki yük hafi iletilmiştir. Burada, ” içinizdeki ”nden (Bakara: 284) muradın, özellikle yapılmasına karar verilen ve azmedilen kötülük olduğu gerçeği açıklanmış bulunuyor. Yoksa gönüllerinden geçen her şeyden ötürü insan sorumlu tutulmayacaktır. Çünkü insanın böyle bir şeyden kendisini kurtarması, gönlünden bir şeyler geçirmemesi düşünelemez ve bu, mümkün de değildir. ”Teklif," içinde zorluk ve külfet bulunan bir şeye zorlamaktır. ”Vüs'“ ise, yapmaya güç yetirilebilen, insana ağır gelmeyen şey demektir. Kaldırılamayacak şeyleri insana yüklememek Allah'ın kanunudur. Ancak bu konuda insanın gücü neye yetiyorsa, gücünün ve çabasının üzerinde olmamak kaydıyla kolayına geleni istemektir. Kaldı ki bir de Allah'ın bu ümmete rahmetle muamele etmesi vardır. Çünkü şöyle buyurmuştur: ”Allah size kolaylık ister, zorluk istemez." (Bakara: 185) Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına... Yapmakla yükümlü olduğu iyilikten dolayı, herkesin kazandığı sevabı kendisinedir. Kötülük de kendi zararınadır. Bırakılması istenen kötülüğü yapması halinde doğabilecek kötülük de kendi aleyhinedir. Yoksa kişinin yaptığı kötülüğün cezasını bir başkası çekmeyecektir. 'Rabbimiz! Unutur ya da yanıhrsak bizi sorumlu tutma! Onlar: ”Ey Rabbimiz! Unutkanlık, ya da yanılgıyla bizden meydana gelen bir aşırılıktan, işin üzerinde titiz davranamamaktan doğan şeyler yüzünden bizi hesaba çekme" derler. Nitekim bir hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Ümmetimin üzerinden hata, unutkanlık ve zorlanma sonucunda yaptıkları şeylerden dolayı doğabilecek sorumluluk kaldırılmıştır. ”om Hadis, hata ve unutkanlık sebebiyle olabileceklerden Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinin sorumlu tutulamayacaklarını gösteriyor. Oysa geçmiş ümmetler bu iki şeyden sorumlu tutulmaktaydılar. Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır bir yük yükleme! Nitekim sen İsrail oğullarına, tevbe etmiş sayılabilmeleri için kendilerini öldürmelerini, kirlenen yerlerini kesmelerini, suyun dışında herhangi bir şeyle temizlenmemelerini mescid dışında başka yerlerde namaz kılamamalarını belirtmiş, günahları sebebiyle bazı güzel nimetleri onlara yasaklamış, gece yaptıkları günahı sabahleyin kapılarına yazdırmış ve daha pek çok zorluklarla karşı karşıya bırakmıştın. İşte bunlar ve bunlara benzer ağır sorumlulukların ve yüklerin hiç birisi bu ümmete yükletilmemiştir. Allah, bu ümmeti bundan korumuş ve bu ümmete rahmetiyle muamele etmiştir. Bu gibi ağır ve zor şartları bu ümmete yüklememiştir. Nitekim bunun için şu âyet nazil olmuştur: ”Onların sırtından ağır yükü ve üzerlerinde olan zincirleri kaldırır. ” (A'raf: 157) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Ben, kolaylık ve hoşgörü temeline dayalı islâm dinini getirdim." Allah bu ümmeti, önceki ümmetlerin çarpıldıkları cezalardan korumuştur. Meselâ, onlardan kimisi başka bir varlığın şekline dönüştürülüyordu, kimisi de yerin dibine geçiriliyordu. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bu, güç yetirilemeyen bir yükümlülükle yükümlü tutulduğu taktirde meydana gelebilecek ağır cezalardan bağışlanma isteğidir. Yani: ”Ey Rabbimiz! Sürekli olarak, altından kalkamayacağımız yükleri üzerimize yükleme." Bizi affet. Günahlarımızın izlerini kaybet, bizi bağışla. Ayıplarımızı ört, kusurlarımızı görme, bizi herkesin ortasında rezil etme, bize acı! Bize ikramda bulun, fazlın ve kereminle bize muamele et. Burada rahmet isteğinden önce affın ve bağışın zikredilmesi, önce kişinin her şeyden arındırılması ve sonra da, tertemiz bir şekilde gerekenin istenmesindendir. Sen bizim Mevlâmızsın! Sen bizim efendimiz ve sahibimizsin, biz de senin kullarınız. Veya Sen bizim yardımcımız ve işlerimizin düzenleyicisisin. Kâfirler toplumuna karşı bize yardım et!' Onların kötülüklerini bizden uzaklaştır. Çünkü Efendiye yakışan, kullarına yardım etmesi, düşmanlarına karşı emirlerini savunanları başarıya ulaştırması, kâfirlere karşı onlara zafer vermesidir. Bu da, dostlarını üstün kılmak ve onları korumakla olur. Bu aynı zamanda, şeytanlardan korunmaya yönelik bir duadır. Çünkü şeytanlar da Allah'ın düşmanları olan kâfirler arasındadır. Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: ”Kim Bakara Sûresinin son iki âyetini okursa, bu ona yeter. ” Yani gecenin ihyası, ya da kıyamet günü hesabından korumak için... Yüce Allah'ın yardımıyla Bakara Sûresinin tefsiri sona erdi. |
﴾ 0 ﴿