2

Bu kitap... Bundan maksad, önceki kitaplarda indirileceği vadolunan kamil kitaptır. Kitap yakınımızda olduğu halde, uzağa işaret için kullanılan ”zâlike" edatı ile işaret edilmesi, diğer kitaplarda geleceği vâdedilmiş olması hasebiyle uzak hükmünde oluşundandır.

Kendisinde hiçbir şüphe yoktur şeklinde ifade edilen ”Lâ ray be fîh" ibaresinde ”raybe" kelimesi ”lâ" edatının ismi, ”fiili" de bunun haberidir. Aslında bu, kişide bir kuşku meydana geldiğinde söylenen bir ifadedir. Meselâ Arap kendisinde bir şüphe meydana geldiği zaman, ”râbenî eş-şey'û" (bu şey beni şüpheye düşürdü) der. Bu da insan nefsinde rahatsızlık doğuran şeydir.

Âyette ”şekk" in ”rayb", yani kuşku diye adlandırılması, insana huzursuzluk vermesi ve bir konuda tam güven duymasını engellemesidir. Nitekim hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Sana şüpheli gelen şeyi bırak, şüphe getirmeyeni al. ” (Ahmet b. Hanbel, Tirmizî)

Âyette zarf olan ”fîh", ”rayb" (kuşku, şüphe) kelimesinin önüne konulmamıştır. Bu ”hakkında şüphe duyulan başka bir kitap mı var?" gibi bir kaygıya kapılınmaması içindir. Eğer kâfirlerin bu kitap hakkında şüpheye kapıldıkları ve Allah'ın kitabını kabul etmedikleri, kıble ehlinden olan bid'atçıların da müteşabihlerin anlamı hakkında şüpheye düştükleri ileri sürülerek: ”O halde bunda hiç şüphe edilmemiştir gibi bir ifadenin anlamı ne kadar gerçekçi olabilir?" diye sorulursa cevabımız şudur:

Burada, olmadığı belirtilen şüphe, Kur'an'la ilgilidir. Yoksa, insanların bundan şüphe etmedikleri gibi bir kuşkunun reddi söz konusu değildir. Bu, kendisine hiçbir zaman şüphe olmayan bir kitaptır; haktır ve doğrudur. Bu, bilinen ve kavranılan bir kitaptır, insanlar bundan kuşkuya kapılsalar da, kapı lmasal ar da, böyledir. Diğer taraftan bu, ”şüphe etmeyin" şeklinde haber anlamında bir emir de olabilir. Nitekim şu âyette bunun örneğini görüyoruz: ”Hac esnasında kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek, kavga etmek yoktur" (Bakara: 197). İşte bu âyet isim ve haber olarak yorumlanınca yukarıdaki anlam karşımıza çıkar. Fakat emir anlamında bir haber olarak değerlendirilince anlam şöyle olur: ”Hac esnasında kadına yaklaşmayın. Günah sayılan davranışlarda bulunmayın ve kavga etmeyin".

Takva sahipleri için gerek şimdi ve gerekse ileride takva ile nitelenenler için

bir hidâyettir, bir yol gösterici ve bir açıklamadır. Hidâyetin takva sahiplerine özgü kılınması, bu kimselerin Kur'an nurundan bir şeyler kapabilmelerinden, bundan yararlanmalarındandır. Gerçi bu ifade, mü'min veya kâfir, Kur'an'a bakan herkesi kapsar. Nitekim bu anlamda Allah, şöyle buyuruyor: ”İnsanlara doğru yolu gösteren" (Bakara: 185), yani herkes için.

Teysîr adlı eserde şöyle denilmektedir: ”Nitekim hep aynı şeyden yararlananlar için, ”bu, yalnız sana aittir, sadece sen bundan yararlanacaksın ” denir, buna rağmen bir başkasının da bundan yararlanamayacağı manası çıkmaz. Dolayısıyla bazı kimselerin hidayete ermemeleri, bu kitabı hidâyet kaynağı olmaktan çıkaramaz. Meselâ körün güneşten yaranlanmaması, ya da onu görmemesi dolayısıyla güneşin varlığını inkâra kalkışması ile güneş reddedilmez. Ağzının tadını bilmeyenin bunu kabul etmemesi, balın bal olduğu gerçeğini değiştirmez. Koku alma duyusu herhangi bir sebeple bozulmuş olan kimsenin misk kokusunu duymaması, onun iyi olmadığından değil, burnunun kokuyu almamasındandır. Önünden berrak ve tatlı bir akarsuyun akıp gitmesine rağmen, susuzluktan ölmek üzere olan kimseye yazıklar olsun! Dolunayın her tarafı gündüz gibi aydınlattığı bir gecede, hâlâ karanlıklar içinde kalan ve aydınlığı göremeyen kimsenin, suçu kendisinde değil dolunayda görmesi ne kötüdür! Kur'an-ı Kerîm, emredici ve yasaklayıcı hükümleriyle ortada dururken, hâlâ isyana kalkışan ve fâsıklığına devam eden kimseye her bakımdan yazıklar olsun! Bunun için Rabbi miz şöyle buyuruyor: ”Muhakkak o (Kur ân), kâfirler için bir üzüntüdür." (Hakka: 50)

Muttaki: Korunma anlamına gelen ”Vikaye" kelimesinden türemiş ism-i faildir. Bu, hiçbir kuşkuya meydan bırakmaksızın kesin bir şekilde korunan demektir. Aslında ”ittikâ", iki şey arasındaki engele verilen isimdir. Meselâ: Adam elindeki kalkanıyla korundu, onu kendisine siper etti, denilir. Bu, kişinin kendisiyle hedef aldığı şey arasında, korunmak için bir siper yaptığı anlamına gelir. Bir hadiste şöyle buyuruluyor: ”Savaş tam olarak kızıştığında biz Rasûlullah'la korunurduk."15' Burada anlatılan şudur: Savaşın kızıştığı bir sırada, her konuda Allah'ın peygamberi sayesinde korunacağımıza inanıyorduk. Dolayısıyla takva sahibi de, Allah'ın emirlerine yapışmanın ve yasaklarından kaçınmanın kendisi ile azab arasında bir engel olduğunu kabul ediyor. Çünkü bu sayede kendisiyle Allah'ın azabı arasında bir engel oluşturuyor.

Takva, şeriat örfünde, kişinin dünyadayken, kendisine ahirette zarar verebilecek şeylerden olabildiğince uzak durmasıdır. Bunun da üç mertebesi vardır:

a- Küfürden kaçınmak ve uzak durmak suretiyle, ebedî azaptan sakınıp korunmak. İşte şu âyet bu gerçeği dile getiriyor: ”... Onları takvayı gerektiren sözden ayırmadı." (Fetih: 26)

b- Günah sayılan her şeyden uzak durmak. İşte bu, şeriatte ”Takva" olarak değerlendiriliyor. Allah şöyle buyuruyor: ”Eğer o memleketlerin halkı iman edip Allah'tan korksalardı..." (A'raf: 96)

c- İçini, kendisini Hak'tan ve Allah'ın emirlerinden alıkoyacak şeylerden uzaklaştırıp tümüyle Allah'a ve Hakka yöneltmesidir. İşte şu âyette emredilen gerçek takva da budur: ”Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun." (Al-i İmrân: 102)

Takvanın en üst mertebesi peygamberlerin elde ettikleri makam ve derecelerdir. Çünkü peygamberler kendilerinde hem nübüvvet (peygamberlik) ve hem de velayet liderliğini toplamış olan kimselerdir. Peygamberler insanlık alemiyle uğraşıp dururlarken, bu, kendilerini ruhlar âlemine yücelmekten alıkoymamıştır. Onlar halkın işleriyle ilgilenirken, bu, kendilerini Hakkın işlerine dalmaktan geri bırakmamıştır. Çünkü yüce ruhları buna kabiliyetlidir ve kutsal güç tarafından desteklenmektedir. Bu Kur'an'ın hidayeti de, adı geçen her üç derecedeki insanların tümünü kapsar. Sıradan insanların hidâyeti İslâm'la, seçkinlerin hidâyeti iman ve ihsanla, daha seçkin kesimin hidayeti, ortadaki perdelerin (engellerin) açılması ve her şeyin olduğu gibi görülmesiyledir. İşte bu sonuncusu Adnanoğullarının seyyidi Peygamberimiz için gerçekleşmişti.

2 ﴿