7Allah onların kalblerini mühürlemiştir. Allah, kâfirlerin niteliklerini açıkladıktan sonra, hemen ardından ne gibi cezalara çarptırıldıklarını da ekledi. Bu, bir bakıma geçen hükümlerin bir gerekçesi ve açıklamasıdır. Âyetteki ”mühürlemek" anlamındaki ”hatm" kelimesi, gizlemek ve saklamak anlammadır. Bu, üzerine mühür basılan şeyin artık kontrol altında olduğunu gösterir. Çünkü bir şeyin mühürlü olması, o şeyin gizliliğini, önemini ve sona vardırılmasını gerektirir. Burada demek istenen de, kâfirlerin kendi adlarına küfür ve günahı güzel gördükleri, bunda ısrarlı oldukları gerçeğidir. Durum böyle olunca, artık hiçbir şey kalblcri üzerinde etkili olamaz. O kalblere hiçbir zaman hak giremez. İşte onların durumu buna benzediği için ”kalpleri mühürlü" diye adlandırılmışlardır. Bu hal başka bir âyette de yine mühürlemek anlamına gelen ”Tab"' ile ifade edilmiştir. Allah şöyle buyuruyor: ”İşte onlar, Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini tabettiği (mühürlediği) kimselerdir." (Nahl: 108) Bir başka âyette de aynı şey, ”iğfal" kelimesiyle dile getiriliyor: ”Kalbini, bizi anmaktan gafil kıldığımız kimseye itaat etme."(Kehf:28) Bakara sûresinin bu âyeti, kâfirlerin en iğrenç niteliklerini haykırıyor ve sonlarının çok vahim olacağını bildiriyor. Âyetteki ”hatm" kelimesi, küfürlerinin cezasına işarettir. Oysa Allah, tüm yolları kendilerine açıklamak suretiyle kolaylık sağlamıştır. Eğer bu yolları öğrenme çabası gösterselerdi, mutlaka Allah, kendilerini başarıya ulaştırır ve Allah onların kalbleri ve kulakları üzerine mühür basıp onları hidayetten men edince cezaya nasıl müstehak olurlar? Konusunda itiraza yeltenmezlerdi. Âyette geçen kalbten amaç, gönülde ifadesini bulan akıl gücü ve melekedir. Bazan da kalb zikredilir, onunla akıl ve marifet kastedilir. Allah şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz ki bunda kalbi (aklı) olan için bir öğüt vardır." (Kaf: 37) Bu âyette ”kalb", ”akıl" anlamında kullanılmıştır. ...Ve kulaklarını mühürlemiştir. Bundan böyle hakkı işitmekten uzaktırlar, herhangi bir iyiliğe kulak asınazlar, onu dinleyip kabul etmezler. Sanki kulakları mühürlenip tıkanmıştır. Bu, onların kötü seçimlerinin bir cezası ve bâtıla yönelerek onu seçmelerinin bir sonucudur. Bu âyette ”işitme" organının tekil olarak getirilmesi birkaç yönden yorumlanmıştır: Birincisi: ”İşitme" anlamındaki ”Sem'“ kelimesi, aslında mastardır. Mastarların ise çoğul olmaları gerekmez. Çünkü mastar (kök fiil) hem tekil ve hem çoğul anlamına gelir. Allah şöyle buyurmuştur: ”Onlar bir tuzak kurarlar, ben de bir tuzak kurarım." (Târik: 15-16) ikincisi: Burada mahzuf bir kelime vardır. Bunun anlamı şudur: ”İşitme yerleri ve duyulan mühürlenmiştir. Tıpkı âyetteki ”şehre sor" (Yusuf: 82) cümlesinin, ”şehir halkına sor", anlamına gelmesi gibi. Buradaki hazif, ”Senf'in (işitmenin) bir fiil olduğunu gösteriyor. O halde fiile mühür vurulanı az. Ancak fiilin mahalli olan yere vurulur ki, bu da kulaktır. Üçüncüsü: Bununla işitme durumundaki herkesin işitmesi istenmiştir. Çoğul olan bir başka kelimeyle tamlama oluşturan bir kelimenin artık tekrar çoğul olarak gelmesine gerek yoktur. Burada kelimenin tekil getirilmesinde karışıklık söz konusu değildir. Şairin ”külü fî bâd-ı batnikûm" ifadesindeki ”batniküm" kelimesinin ”bütûnikûm" anlamında olduğu gibi ki manası, karınlarınızın bir kısmını doyurun, demektir. Çünkü ”batın" (Karın) da ortaklık olmaz. Herkesin karnı bir olup kendisine aittir. Bu sebeple çoğul getirilmesine gerek yoktur. Dördüncüsü: İmam Sîbeveyh'in, ”iki çoğul arasında yer alan bir tekil kelime, çoğul kabul edilir" şeklindeki görüşüdür. Tıpkı şu âyette olduğu gibi: ”Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara: 257) Âyette ”karanlık" kelimesinin çoğul gelmesi, tekil olarak gelen ”aydınlık" kelimesinin de çoğul kabul edilmesini sağlar. Bu yedinci âyette, kulaklardan önce kalplerin mühürlenmesinin ele alınması, kalbin imanı kabullenmemekte temel unsur olmasındandır. Diğer taraftan gözlerden önce kulakların yer almasındaki incelikte de, tıpkı kalblerle kulaklar arasındaki ilişkinin varlığı söz konusudur. Gözlerinde de perde vardır. ”Ebsar" kelimesi, ”basar" kelimesinin çoğulu olup görme işini algılamak anlamındadır. Bazan bu kelime, mecazî anlamda görme organı için de kullanılır ve bu anlamda her iki görme organını da kapsar. Zaten burada demek istenen de budur. Çünkü böylece ”perde" kelimesiyle olan ilişki daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. ”Gışâve", perde ve örtü anlamındadır. Gerçekte gözde bir perde söz konusu değildir. Bundan amaç, gerek kişinin kendi üzerinde ve gerek kendisi dışında var olan delilleri görmemesi, bunlardan yararlanmamasıdır. İşte bu bakımdan bu kimseler uzak görüşlü kimseler değildirler. Küfürleri gerçekleri görmelerine engel olmuş, mucize ve âyetlere karşı görme körlüğüne yakalanmışlardır. Madem ki kulak ve kalb idrak noktasından hemen her yönden ortaktırlar. Dolayısıyla bunların işlevlerinin özelliğine engel olacak şey konmuştur. Bu ise ”mühürlenme"dir. Dolayısıyla hemen her yönden bu organların idrakleri mühürlenmiştir. Gözün algılaması ise, karşılaşma iledir. Dolayısıyla bunun için engel olarak perdeleme kelimesi kullanılmıştır. Teysir adlı eserde belirtildiğine göre bu âyette ”kalbler", ”kulak" ve ”gözler'den söz edilmiştir. Çünkü hitap, hakkı anlatmak açısından bu üç organın kullanılmasıyla sağlanır. Nitekim Allah Kuranın birçok yerlerinde, ”akletmiyor musunuz?", ”Görmüyor musunuz?" ve ”işitmiyor musunuz?" buyurmaktadır. Onlar için büyük yani şiddetli bir azap vardır. Azap, kök itibariyle ”nekâl" kelimesine benzediği gibi, anlam açısından da buna benzer. Bu, ceza, felâket, başkalarına ibret olacak şey anlamlarınadır. Buna ”azap" adının verilmesi, kişiyi cinayet işlemekten alıkoyduğu içindir. Çünkü akıl sahibi bir kimse, yapacağı kötülüklerin sonucu olarak başına gelebilecekleri düşündüğünde kötülüklerden hemen vazgeçer. Nitekim tatlı suya da bu kökten olarak ”mâu'l-azb" denir. Çünkü böyle bir su, insandaki susuzluğu kesin olarak giderir. Halbuki tuz veya tuzlu olan şey böyle değildir. Bu, giderek insanı susatır. Bir diğer yorum ise, kişinin karakteri gereği hoş gördüğü ve güzel kabul ettiği şeylerin cezasına ad olarak verilmiştir. Nitekim: ”Azabımı tadın" (Kamer: 37-39) denilmiştir. Aslında güzel ve temiz olan şeyler tadılır. Buna göre dünyada kendi heva ve isteklerine uyarak bunu güzel görenler, bir bakıma azabı da güzel görmüş oluyorlar. Teysır adlı kaynakta ”azîm" kelimesi, büyük, çok veya sürekli gibi anlamlarla yorumlanmıştır. Dolayısıyla bu, sürekli olarak cehennem ateşiyle azaplandırmak anlamına gelir. Sonra bu azabın büyüklüğü kıyametin şiddeti ve korkunç ahvaliyle zincir ve prangaların çokluğu sebebiyledir. Bu âyet, kafirlerin âhirette layık olacakları durumlarını açıklayan bir uyarı ve korkutmadır. Bu, aynı zamanda dünyada öldürülme ve esir düşme, âhirette de cehennem ateşiyle cezalandırılma şeklinde yorumlanmıştır."Büyük azap" ifadesinin nekire (belirsiz) olarak gelmesi, ona uğrayacak olanların görecekleri azap ve acının büyük olacağına işarettir. Bunun derecesini de Allah'dan başkası bilemez. Akıl sahibinin yapması gereken şey, kendisini acıklı azaba götürecek, büyük ve şiddetli bir ceza ile karşı karşıya bulunduracak şeylerden kaçınmasıdır. Kişiyi böylesi bir sonla karşı karşıya bırakacak olan da, günahlarda ısrar etmek, hata ve kusurlu işlere dalmaktır. |
﴾ 7 ﴿