17Onların durumu Bu âyette durum olarak türkçeleştirdiğimiz kelimenin aslı ”Mesel" dir. Bu, eş, benzer ve denk anlamınadır. Daha sonra bu kelime örneklerde ve darb-ı mesellerde kullanılır olmuştur. Genelde bu kelime, garip ve hayreti gerektiren konular için kullanılmakla birlikte, sonraları her durum ve kıssa için istiare yoluyla kullanılır olmuştur. Aynı zamanda kendisinde herhangi bir tuhaflık ve gariplik sezilen şeyler için de kullanılagelmiştir. Meselâ: ”Takva sahiplerine va'd edilen cennetin durumu (özelliği, misali) şudur" (Ra'd: 35) âyetinde olduğu gibi. Yine: ”En yüksek sıfatlar da Allah'ındır" (Nahl: 60) âyetinde de ”mesel" kelimesi ”sıfat" anlamında kullanılmıştır. Allah, münafıkların gerçek durumlarını haber verdikten sonra, bunun peşinden konuyu darb-ı meselle daha açık ve anlaşılır bir şekle getiriyor. Bu, konuya daha bir açıklık ve kesinlik getiriyor. Çünkü bir olayı örnekleyerek açıklamak, insan aklını daha fazla etkiler, anlayışsız ve kaba cahillerin konuyu daha iyi bir şekilde anlamalarına yardımcı olur. Bundan dolayı örnek verilmekten amaç, gizli olanı açık olana benzeterek olayın, iyice aydınlanması sağlanıyor. Bu, ortada olmayanı, ortada olan şeye benzeterek yapılan bir anlatımdır. Bilindiği gibi yüce Allah, gönderdiği kitaplarda darb-ı mesellere çok yer vermiştir. Meselâ İncil'de bulunan bir sûre'ye ”Darb-ı Meseller" sûresi adı verilmiştir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de darb-ı meselleri ve ibretli konuları içeren bin âyet vardır. Ayrıca peygamberlerin, âlimlerin ve hakimlerin ifadelerinde oldukça fazla darb-ı meselle karşılaşılır. Dolayısıyla bu âyetin anlamı şöyle olmaktadır: ”Onların şaşılacak durumu" tıpkı bir ateş yakanın durumu gibidir ki... Âyette geçen ”istevka-de" aslında yakıt ve benzeri şey istemek, bunu elde etmek için gayret göstermektir. Bu da, ateşin alevler halinde yükselip aydınlık yapmasıdır. Yani onların durumu karanlık bir çölde, buradaki yırtıcı hayvanlardan korunmak için, bir ateş yakmak isteyen kimsenin durumu gibidir. O çevresindekileri aydınlatınca, âyette geçen ”İzâet" kelimesi aşırı şekilde aydınlatmak anlamınadır. Nitekim şu âyette de bu anlamda kullanılmıştır: ”Güneşi bir ışık (aydınlatıcı), ayı da parlak kılan... O'dur." (Yunus: 5) Yanan ateş çevreyi ve eşyayı aydınlatınca, Allah onların ışığını giderip kendilerini karanlıklar içinde, görmezler olarak bırakır. Allah, aydınlıklarının tek kaynağı olan ateşlerini söndürüp tümüyle yok edince, kendilerini karanlıklar içinde görmeyen kimseler olarak bırakır. Çünkü zulmet, aydınlığın olmamasıdır. Hele bir de koyu zifiri bir karanlık varsa, bu daha da korkunçtur. Âyetteki karanlıklar anlamındaki ”zulümat" kelimesinin nekire, yani belirsiz olarak gelmesi de bu işin böyle korkunç ve gerçekten şiddetli olduğunu gösteriyor. Böyle bir durumda eğer ortada aydınlık veren şey yok olmuşsa, artık görme olayı gerçekleşemez. Böylece anlam şöyle olmaktadır: Münafıkların şaşılacak halleri, sapıklığı satın almalarıdır. Buysa küfür ve nifak karanlığından ibarettir. Bu anlamdaki bir karanlığı da Allah'ın gazabı izleyecek ve onlar ebedî bir ceza ile karanlıklar içinde kıvranacaklardır. Çünkü münafıklar, iman denen hidayeti bırakıp sapıklık denen küfrü seçmişlerdi. Oysa hidayet, insanın fıtratında olan bir nur olup, bu nur da onların görebildikleri hak delillerle desteklenmektedir. Bu tıpkı, büyük bir ateş yakan insanın durumuna benzer. Adam tam yaktığı ateşin aydınlığından yararlanacağı bir sırada, Allah, o büyük ateşlerini söndürüp, onları korkunç, koyu bir karanlıkta bırakıyor, artık bundan sonra da göz gözü görmez oluyor. |
﴾ 17 ﴿