186Eğer kullarım beni senden sorarlarsa, Bu âyetin bir önceki âyetle bağlantısı şöyledir: Allah, kullarına Ramazan ayında oruç tutmalarını emretti ve onlara, geceyi namaz ve ibadetle geçirmelerini tavsiye buyurdu. Peşinden de bu âyeti getirdi. Böylece Allah, onların tüm durumlarını bildiğini, onların şükrüne ve zikrine muttali olduğunu, sözlerini işittiğini ve dualarına icabet ettiğini göstermiş oluyor. Âyetin nüzul sebebi ise, Bedevi'nin biri, Hazret-i Peygamber'e, ”Rabbimiz bize yakın mı? Biz ona sessizce duâ edelim, yoksa uzak mı ki sesli duada bulunalım?" Şeklinde bir soru sormuştu. Allah, duaya hemen icabet ettiğine işaret için şöyle buyurdu: Şüphesiz ki ben, çok yakınım. Onlara de ki, ilim ve ihatamla ben onlara yakınım. Bu, Allah'ın kulların hallerini, ibadetlerini ve sözlerini bildiğini, durumlarına tam olarak muttali olduğunu gösteren bir benzetmedir. Bu hal onlara yakın olan bir kimsenin durumuna benzetilmiştir. Ebu Mûsa el-Eş'arî şöyle der: ”Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hayber'e yönelince, halk bir vadide toplanarak, yüksek sesle: Lâ ilahe illallahu vallahu ekber, diye tekbir getirdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Yavaş olunuz. Çünkü siz sağır ve kayıp olanı çağırmıyorsunuz. Siz, çok işiten, size yakın ve sizinle beraber olana duâ ediyorsunuz.'" Bana duâ ettiğinde, duâ edenin duasını kabul ederim. Bu, yüce Allah'ın insanlara ne kadar yakın olduğunu ve duâ edenin duasına cevap verileceğini belirtiyor. Eğer çok duâ ettiği ve yalvardığı halde, duası kabul olunmayan bazı insanlar görüyoruz diye bir soru sorulsa, cevap olarak deriz ki: Bu âyet Mutlaktır. Mutlak, mukayyedle sınırlandırılır. O da şu âyettir: ”Hayır, sıkıntı zamanınızda sadece Allah'a yalvarırsınız. O da dilerse, yalvardığını şeyi giderir." (En'am: 41) Yani, herhangi birisi bana duâ ettiğinde, dilersem veya hükmüme uygun düştüğü zaman veya kabul etmenin kendisi için hayırlı olduğu durumlarda duasını kabul ederim. O halde benim emrime uysunlar yani onları iman etmeye ve itaate çağırdığım zaman, davetime icabet etsinler. Tıpkı onlar, önemli bir iş için bana duâ ettikleri zaman icabet ettiğim gibi. Ve bana iman etsinler ki... Bu, iman edenlerin halen üzerinde bulundukları şeyde sebat etmeleri için bir emirdir. İman kalble ilgili bir şeydir. Taatın imana takdimi ise, kulun, iman nurunu ve gücünü ancak taat ve ibadetle elde edeceğinden dolayıdır. ”Benim emrime uysunlar" âyetinde yer alan ”fe" edatı, tıpkı yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu ifade etmek içindir: ”Ben, sana ihtiyaç duymadığım halde, senin duana icabet ederim. O halde sen de, benim davetime icabet et. Çünkü, sen, her yönüyle bana muhtaçsın." Bu ne yüce keremdir? Doğru yolu bulalar. İşte ancak bunlar dünya ve din işlerinde doğru yolu bulabilirler. Âyetin anlamı da şöyle oluyor: ”Onlar, davete icabet edip iman ettiklerinde, din ve dünya işlerinde doğru yolu bulurlar." Çünkü, reşid diye, bu durumda olan kimseye denir. Şeriat ve tarikat ehlince sıkıntının ortadan kaldırılması için duâ etmemek kötü ve yanlış bir şeydir. Bu, Allah'a karşı mukavemet göstermek demektir. Sıkıntılarını yüklenmek için istekte bulunmak, sıkıntı istemek de şeytanın tuzaklarındandır. Avam için tesebbüb, yani sebebe sarılma vaciptir. Orta durumda olanlar için tevekkül efdaldir. Kamil olanlara gelince, bunların hallerini bir şey altında toplamak mümkün değildir. Çünkü bunlara göre tesebbüb ve tevekkül aynıdır. Rivayete göre, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), ateşe atıldığında, henüz havadayken Cebrail gelir ve bir ihtayacı olup olmadığını sorar. O da: ”Senden herhangi bir isteğim yok" cevabını verince, Cebrail: ”O halde Allah'tan seni kurtarmayı iste ”der. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm): ”O'nun benim durumumu bilmesi, bu konuda yeterlidir, ”der. İşte, mabud olan Rabbin varlığında fena bulmada mükemmel durumda olan bir hakikat ehlinin durumu bundan ibarettir. Peki, ya bu konuda senin durumun nedir? O halde Allah'tan af ve mağfiret iste. Ayrıca, Allah'ın duaya icabeti konusundaki vadi, doğru olup bundan dönme sözkonusu değildir. Bir kimsenin bir ihtiyacından dolayı ettiği duanın hemen kabul edilmemesi birkaç şekilde yorumlanır: Bunlardan biri, ya kesin olarak duaya icabet olunur. Çünkü duaya icabet, ihtiyacın giderilmesi değildir ve ihtiyacın giderilmesi de duaya icabetten apayrı bir şeydir. Duaya icabet demek, kulun: ”Ey Rabbim!" diye çağırması, duası ve Rabbin de, o kuluna: ”Buyur kulum" demesi dir. Bu hal, doğrulukla O'na yönelen herkes için vadolunmuştur ve var olan bir şeydir. İhtiyacın giderilmesi ise, istenenin verilmesidir. Bu, bazan hemen meydana geliverir, bazan da uzun bir süreden sonra meydana gelebilir. Bazan da âhirete kaldığı olur. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Müslumanın duası, şu üç sebepten biri dışında reddedilmez: 1- Ya günah olan, ya da akrabayla ilişkiyi kesme ile ilgili olan bir konuda duâ eder; 2- Veya istediği şey kendisi için âhirete bırakılır; 3- Ya da duası oranında kendisinden bir kötülük silindiği için."m Bir diğer husus duaya icabet, daha önce de geçtiği gibi, dilemeye bağlıdır. Allah dilerse olur. Bir başka husus da, Allah, kulun duasına icabeti, kulun kendisinin emir ve yasaklarına, yani Allah'ın kendisini çağırdığı şeylere icabeti şartına bağlamıştır. Çünkü Allah: ”Benim emrime uysunlar ve bana iman etsinler" (Bakara: 186) buyurmuştur. Tirmizî şu lafızla rivayet etmiştir: ”Bir müslüman kul, duâ ettiğinde, Allah onun istediğini ya hemen verir, ya da âhirete bırakır ve orada daha hayırlısını verir. Ancak kötü bir şey için duâ eden ve akraba ile ilgiyi kesen kimse bundan müstesnadır." Ayrıca duanın kabul olunabilmesinin birtakım şartları vardır. Kim bunları yerine getirirse, o duası kabul edilenlerden olur. Kim de bunları yerine getirmez, ihlal ederse, o da haddi aşanlardan olur ve duasının kabul edilmesine hak kazanmış olamaz. Nitekim şöyle denilir: Duâ, gök kapısının anahtarı, onun dişleriyse helâl lokmadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: ”Adam, Allah'a itaat için yola çıkar, uzun müddet yolculuk yapar da, saçı sakalı birbirine karışmış ve tozlanmış bir halde ellerini göğe kaldırır ve: Ey Rabbim! Ey Rabbim! diyerek duada bulunur. Halbuki adamın yediği haramdır, içtiği haramdır, giydiği haramdır, (kısaca) hep haramla beslenip durmuştur. Böyleşinin duası hiç kabul olunur mu?" Anlatıldığına göre, Kûfe'de duaları kabul olunan bazı kimseler varmış. Bunlar Kûfe'ye vali olarak gelen kimseler yanlış davranışlarda bulunurlarsa, aleyhlerinde duâ ederler ve vali de hemen helak olurmuş. Haccac-ı Zalim, İbn Mervan tarafından Küfeye vali tayin edilince buna bir çare düşündü ve duası kabul edilen bu zatları yemeğe davet etti. Yemekten sonra Haccac kendi kendine: ”Artık ben, bunların kabul edilen dualarına karşı kendimi garantiye aldım. Çünkü karınlarına haram girmiştir. Bundan böyle duaları kabul olunmaz" dedi. İşte kim bu şartlardan herhangi birini yerine getirmezse, onun duası kabul olmaz. Bu tıpkı, namazın herhangi bir rüknünü ihlal edenin, namazının kabul olunamayacağı gibidir. Ancak Cebbar olan Allah, her bozukluğu ve kırıklığı düzeltir ve kulun ibadetinde olabilecek eksiklikleri fazlı ve keremiyle böylece önlemiş olur. Duâ edenler iki kısımdır: Duâ eden, duâ okuyan. Duâ eden için, göklerin kapıları açılır ve duası Arşa ulaşıncaya dek, kapılar açık durur. Duâ okuyucunun duası ise ancak kulaklarına kadar yükselir, daha yukarıya çıkmaz. Duâ için, kabul edilmesinin umulduğu bazı yerler vardır: Ka'be'nin ilk görüldüğü an, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa'da, tavaf sırasında, Mültezem'de, Beytullah'a girildiğinde, Zemzem yanında ve zemzem suyunu içerken, Safa ile Merve tepelerinde, Sa'y esnasında, Makam-ı İbrahim'in geri tarafında, Arafat'ta, Müzdelife'de ve şeytanları taşlarken yapılacak dualar böyledir. |
﴾ 186 ﴿