253

İşte biz o peygamberlerden... Burada tüm peygamberlere ve bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de işaret olunmaktadır.

Bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Bazılarını bazı menkıbelerle diğerlerinden üstün kıldık. Bilindiği gibi peygamberlerin tümü, peygamberlik açısından eşittirler. Çünkü nübüvvet tek bir şeydir ve onda üstünlük sözkonusu değildir. Ancak üstünlük dereceleri bakımındandır. Peygamberlerin bazısı Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi, dostluk (halillik) derecesine ulaşmıştır. Bazılarında da, Hazret-i Davûd gibi hem hükümdarlık ve hem peygamberlik derecesi toplanmıştır. Hazret-i Süleyman'ın emrine tüm cin ve insanlar, kuşlar ve rüzgâr amade kılınmıştır. Halbuki Hazret-i Süleyman'ın babası Hazret-i Davûd için bunlar yoktu.

Allah (celle celalühü), bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de, hem cinlere ve hem de insanlara peygamber olarak göndermekle öteki peygamberlerden farklı kılmıştır. Aynı zamanda bizim peygamberimizle, önceki tüm şeriatlar neshedilmiş, yani yürürlükten kaldırılmıştır.

Bu peygamberlerden kimisi ümmetini, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) gibi fiilleri, sıfatları ve zatı bakımından Allah'ın birliğine (tevhid) davet etmiştir. Çünkü Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) tevhidin kutbudur. Oysa öteki peygamberler ümmetlerini mebde ve meada davet ederler, bazı ilâhi sıfatlarla mevsuf olan bir tek zata (Zat-ı Ehadiyete) çağırırlardı. Ancak Hazret-i İbrahim, Zat-ı ilâhiye-i ehadiyete, yani bir tek ilâhi zata davet ediyordu. Bunun içindir ki Allah, bizim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Sonra sana: Allah'ı birleyerek İbrahim'in dinine uy, diye vahyettik" (Nahl: 123) buyruğuyla Hazret-i İbrahim'e uymasını emretmişti.

Peygamberler davet açısından farklı derecelere sahip bulunsalar da, hepsi Allah'a vasıl olmuş ve Allah'da fena bulmuş kimselerdir. Peygamber ancak vasıl olmakla olabilir. Yani her peygamber kesinlikle Allah'a ulaşan, tevhid mertebelerinin tümünü elde eden kimselerdir. İster fiillerle, ister sıfatlarla ve isterse zatla ilgili tevhid olsun, bütün bu dereceleri elde eden kimsedir.

Allah onlardan kimiyle konuştu, Yani kendileriyle arada hiçbir vasıta olmaksızın konuşmak suretiyle derecesini üstün kıldı. Bu, Hazret-i Mûsa'dır ve Allah ile konuşan anlamında ”Kelîmullah" denilmiştir.

Kimini de derecelerle yükseltti. Bu bakımdan peygamberler bazı yönlerden birbirlerine göre farklı derecelere sahiptirler. Birbirinden farklı mertebeler yönünden oldukça üstün derecelere sahiptirler. Bununla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in muradolunduğu açıktır. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), öteki peygamberlerden derece bakımından üstündür. Çünkü başka hiçbir peygambere Hazret-i Peygambere verilen mucizeler kadarı verilmemiştir. Eğer Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kurandan başka hiçbir mucize verilmeseydi, bu bile onun öteki peygamberlere üstünlüğü açısından yeterdi. Çünkü bu mucize dünya durdukça kalıcıdır. Halbuki öteki mucizeler Kur'an gibi kalıcı değildir.

Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik. Ölüleri diriltmek, hastalara şifa sağlamak, anadan doğma körleri ve alacaları iyileştirmek, Allah'ın izniyle kuş yaratmak ve gayıptan haber vermek gibi açık ve seçik mucizeler vermiştik. Allah, onun mucizelerini, onun üstünlüğünün ve derecelerinin farklılığına sebep gösterdi. Oysa açık deliller ve mucizeler sadece Hazret-i İsa'ya ait ve ona tahsis edilmiş değildir. Bunun sebebi ona verilen mucizeler öyle mucizelerdir ve öylesine büyüktür ki, Hazret-i İsa'dan başkası böyle mucizeler göstermemişti.

Yüce Allah'ın burada, diğer peygamberleri anmayıp Hazret-i İsa'dan söz etmesi, Yehudilerin onu aşağılamada çok aşırı gitmelerindendir. Çünkü Yehudiler, Hazret-i İsa'nın elinde böyle büyük ve açık mucizeleri görmelerine rağmen, onun peygamberliğini inkâr ettiler. Hıristiyanlar da, Hazret-i İsa'ya tazimde o derece ileri gitmişlerdi ki, onu risalet mertebesinden çıkarıp, ilahlığa yükseltmişlerdi.

Ve onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Tertemiz ruhla. Bu ruhu ona Allah üflemişti. Allah, onu böylece, erkekle dişinin menilerinden yaratılanlardan farklı olarak yarattı. Çünkü Hazret-i İsâ (aleyhisselâm) herhangi bir erkeğin sulbünde bulunmamıştı ve aynı zamanda Hazret-i İsa hayız gören rahimlerden de uzaktı. Kudüs, burada mukaddes anlamınadır, ya da Allah demektir. Bunun ruhu da, Hazret-i Cebrail'dir. Ruh'un Kudüs'e izafetiyse, teşrif yani şereflendirmek içindir. Mana şöyledir: Allah, ona Cebrail ile işin başında, ortasında ve sonunda yardım etti. İşin başında yardımına: ”Biz ona ruhumuzdan üfledik." (Tahrim: 12) âyetiyle işaret olunmuştur. Ortasında yardımı ise, Cebrail Hazret-i İsa'ya ilimleri öğretmiş ve onu düşmanlarından korumuştu. İşin sonunda yardımı ise, Yehudiler kendisini öldürmeye kalkışınca, Hazret-i Cebrail ona yardım edip onu semaya yükseltti.

Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler kendilerine apaçık mucizeler geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Yani peygamberlerden sonra çeşitli ümmetler birbirlerini öldürmezlerdi. Allah onların öldürü inlemelerini dileseydi, öldürmezlerdi. Hepsini de peygamberlerin getirdiğine uymada ittifak halinde kılardı. Oysa gönderilen peygamberler tarafından o ümmetlere apaçık deliller ve mucizeler geldikten sonra, bu yola giriştiler. Kaldı ki gösterilen tüm mucizeler, ümmetlerin peygamberlere uymalarını gerektiriyordu.

Fakat onlar ayrılığa düştüler. Bunlar büyük bir ayrılığa düştükleri için Allah bunların öldürülmelerini diledi.

Onlardan kimi iman etti, Bu peygamberlerin getirdiği mucizelere kimi iman etti,

kimi de küfre saptı. Kimi de gelen mucizeleri kabul etmedi, dolayısıyla durumlarına uygun olarak birbirlerini öldürdüler.

Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Bu durumlardan sonra da yine Allah onların birbirlerini öldürmemelerini isteseydi, öldürmezlerdi.

Fakat Allah dilediğini yapar. Yani herhangi bir gerektirici neden olmadan veya bir engelleyici olmadan Allah dilediğini yapar. Burada, tüm olayların Allah'ın dilemesine bağlı olduğuna ilişkin apaçık bir delil vardır. İster hayır, ister şer, ister iman ve ister küfür, ne olursa olsun hepsi de Allah'ın dilemesine bağlıdır. İşte bu âyet Mutezile aleyhine onları uyarıcı bir niteliktedir.

İmam Gazzalî yüce Allah'ın ”ed-Dârr ve en-Nâfi'“ adlarının açıklamasında şu ifadelere yer veriyor: O, hayrın ve şerrin kendisinden sudur ettiği, fayda ve zararın kendisinden geldiği zattır. Bütün bunlar Allah'a aittir. Bunlar ya melekler, insanlar ve cansız varlıklar aracılığıyla olur veya herhangi bir vasıta olmaksızın olabilir. Meselâ zehirin kendisinde öldürücülük ve zarar vericilik özelliği olduğunu sanma. Aynı şekilde, yemeğin kendisi doyurucu ve yararlı değildir. Yine sanma ki, insan, şeytan veya yaratıklardan herhangi bir şey mesela bir yıldız, ya da bir başka şey bizzat kendisi iyilik veya kötülük yapabilme imkânına sahiptir, ya da faydalı veya zararlıdır. Aksine bütün bunların tümü bazı sebeplere dayanırlar. Bu şeylerin meydana gelebilmesi, ancak başlarına musallat kılınan sebeplere bağlıdır. Bütün bunların tümü de, ezelî kudrete izafetle ele alınırlar. Meselâ kalemin kâtibe (yazana) izafesi gibi. Yani yazı kalemden çıkar, ama onu kullanan başkasıdır. Meselâ, hükümdar ya da yetkili kimse, bir cezayı onaylayıp bunun altına imza atınca, bu cezada kalemin bir rolü yoktur. Ancak kalem kendisi için imza atılana musallat kılınana zararlıdır. İşte diğer araçlar ve sebepler de böyledir.

253 ﴿