255

Allah ki, Allah, yüce Rabbimizin doksan dokuz isminden en yüce ismidir. İsm-i Azam'dır. Çünkü bu, tüm ilâhi sıfatları kendinde toplayan zatı gösterir, O'na işaret eder. O'nun zatıyla ilgili hiçbir nitelik bu ismin dışında değildir. Oysa öteki isimler, yüce Allah'ın ilâhî sıfatlarının tümüne ayrı ayrı işaret etmeyip yalnızca konuldukları anlamlara delâlet ederler. Meselâ ilmine, kudretine, fiiline veya bir başka özelliğine işaret ederler. Bir de ”Allah" ismi tüm isimlerin en özelidir. Bir başkasına bu isim verilemez. Ne gerçek anlamda ve ne de mecazî manada verilmesi mümkün değildir. Halbuki öteki isimler, bazan başka varlıklara ad olabiliyor. Meselâ Kadîr (her şeye gücü yeten), Alîm (her şeyi en iyi bilen), Rahîm (merhametli) gibi isimleri burada sayabiliriz.

Kul için gerekli olan şey, bu ismi anar anmaz, kulluğunu hatırlayıp, O'na karşı gerekeni yapmalıdır. Yani kul, sürekli bir şekilde kalbiyle Allah'la beraber olduğunu ve hep O'na yönelmesi gerektiğini bilmeli, kalbi bu inançla dopdolu olmalıdır. Başkasına bakmamak ve Allah'tan başkasına iltifat etmemelidir. Yalnızca Allah'tan beklemeli ve yalnızca O'ndan korkmalıdır. Bu, nasıl olmasın ki, kişi bu isimden, O'nun hakiki ve gerçek varlık olduğunu bilecek, O'ndan başka her şeyin geçici, yok olucu ve bâtıl olduğunu bilecek de başkasına yönelecek? Çünkü insan başta kendi nefsinin helak olacağını görür. Tıpkı Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)in gördüğü gibi. Çünkü O şöyle buyurmuştur: ”En doğru kelime, Şair Lebid'in söylediği kelimedir. O şöyle diyordu: Allah'tan başka her şey batıl ve geçersizdir. ”

O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. İbadete lâyık olan yalnızca O'dur. O'ndan başkası buna lâyık değildir. Tevhid'in üç mertebesi vardır:

Birincisi: Henüz işin başında olanların tevhidi, yani Allah'ı birlemeleridir. Bu, ”Lâ ilahe illallah" ile başlar.

İkincisi: Orta derecedekilerin tevhididir. Bu, ”Lâ ilahe illâ ente" dir. Yani: ”Ancak Sen varsın. Senden başka hiçbir ilâh yoktur." Çünkü bu durumdakiler şühud makamındadırlar, bunun da gereği hitaptır. Yani ”Sen" demektir.

Üçüncüsü: Kâmil olanların tevhididir. Bunlar ”Vahidu'l-Ehad" olan, yani tek olandan tevhidi duyarlar. Bu, ”la ilahe illa ene" dir. Yani: ”Ancak Ben varım, başkası yok" demektir. Çünkü bu derecede bulunanlar küllî anlamda fena (yok oluş) makamınadniar. Peygamberler işte bu makamdadırlar. Onlardan asla hiçbir şey sadır olmaz.

Âyette yer alan ”Huve-O" lafzı mukarrabîn olanların makamına işaret eder. Bu makamdakiler eşyanın mahiyetini ve hakikatini, hep Allah'ı hatırlatma düşüncesi ve inancıyla görürler. Bu itibarla mukarreb olanlar tüm varlıklarda başka şeyi değil, yalnızca Allah'ı görürler. Çünkü Hak, yalnızca zatı itibariyle varlığı gerekli olandır. Oysa Allah'tan başka her şeyin varlığı ile yokluğu eşit derecededir. Yalnızca O'nun varlığı vaciptir.

Şeyhim şöyle der: ”Allah'ı tam anlamıyla bilenlere göre ”Lâ ilahe illallah" diye zikretmek, ”Allah, Allah", veya ”hû, hû" kelimeleriyle zikretmekten daha üstündür. Çünkü ”lâ ilahe illallah" cümlesinde, hem nefy ve hem de isbat vardır. Yani bir yönüyle red, diğer yönüyle kabul. (Allah'ı kabul, başkalarını red). Aynı zamanda bu kelime fazlaca bilgi ve marifet içeriyor. Ben bu kelimeden şunu da anlıyorum: ”Lâ ilahe illallah" dediğim zaman bu, hakkanî şühud ile tüm yaratıkların fiillerininin, sıfatlarının ve zatlarının Hak olan Allah'ın sıfatları, fiileri ve zatı önünde faniliğine şehadet etmektedir. Yine ben: ”Muhammedün Rasûlullah" dediğimde, yine bu hakkanî şühud ile Rabbani feyzin, Nebilerin ve Rasûllerin Efendisi Hazret-i Muhammed için bakî olduğunu görüyorum. İşte kulun tevhidi, bu mahiyette olabilirse, hiç kuşkusuz böyle bir kimsenin tevhidi, hakiki ve hakkanî tevhid olur. Yoksa resmî ve nefsanî bir tevhid değil."

O, daima diri... ”Hayy" sözlükte, kendisinde hayat ve dirilik olan demektir. Bu, ölümün ve cansızlığın zıddı olan bir sıfattır. Bu, iradî anlamda his ve hareketi gerektirir. İnsanın en şerefli vasfı Daru'l-kerâme denilen Cennet yurdundaki ebedî hayattır. Allah bu vasıfla tasvif edilip: ”O, Hayy-hayat sahibidir." denildiği zaman bunun manası, yok olmak ve ölümlü olmaktan uzak, dâim, bakî demektir. Yüce Allah, ezelî ve ebedî hayat ile nitelenmiştir.

Ve yarattıklarını gözetip yönetendir. ”Kayyûm"; kâim kelimesinin mübalağa sıfatı olup her şeyi yaratma, yetiştirme, layık olduğu kemâle ulaştırma ve koruma hususunda sürekli bir şekilde ayakta tutan ve gözeten demektir. Aynı zamanda ”el-Hayyü'l-Kayyûm", Allah'ın İsm-i Azam'ıdır, denilmiştir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm), ölüleri diriltmek istediği zaman, bununla duâ ederdi: ”Ya Hayyu, ya Kayyûm" derdi. Yine, deniz yolculuğu yapan kimseler, batma tehlikesi geçirdiklerinde, ”Ya Hayyu, ya Kayyûm" diye duâ ederlermiş. Hazret-i Ali b. Ebû Talib'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Bedir günüydü, Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne yapıyor diye bakmaya gelmiştim. Onun secdede şöyle dediğini duydum: ”Ya Hayyu, ya Kayyûm". Ben, defalarca yanına girip çıktım, fakat o, o halde devam ediyordu ve söylediği ifadelere başkalarını eklediğini duymadım. Allah fethi gösterinceye kadar bu duaya devam etti." Bu da, bu ismin yüceliğini gösteriyor.

Kendisini ne bir uyuklama, ne de bir uyku tutmaz. Âyette geçen ”sinetün" kelimesi, insanı uyku ağırlığının basması anlamınadır ki, insan uyumadan önce, kendisinde meydana gelen uyuklama olayıdır. Uyuklama, uykunun başlangıcıdır. Mübalağada kıyasta aksi olduğu halde âyette, önce uyuklamanın ve sonra uykunun getirilmesinin sebebi dış görünüşe ve meydana gelişteki tertibe göredir. Çünkü insanda bu ikisinden, önce uyuklama, bundan sonra da uyku arız olur. Buna göre anlam şöyledir: Koruması ile kâim olan bir şeyi koruma hususunda yorulma, gaflet, usanma ve gevşeklik gösterme gibi yaratıkların başına gelenler, Allah için sözkonusu olamaz. Allah için yorgunluk diye bir şey yoktur. Çünkü yorulan varlık, dinlenmeye ve uyku yoluyla istirahata gerek duyar. Kaldı ki uyku ölümün kardeşidir. Ölüm ise hayatın ve diri olmanın karşıtıdır. O Allah hakiki anlamda Hayy, yani ölmez diridir. Hayatın zıddı olan bir şey O'nun için sözkonusu değildir. Kaldı ki Allah, kemal sıfatlarıyla da muttasıftır. Bu bakımdan O, her türlü eksik sıfattan münezzehtir, uzaktır.

Rivayete göre Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) meleklere, ”Rabbimiz uyur mu" diye sordu. Allah da, meleklere, Hazret-i Mûsa'yı üç gün uykusuz bırakmalarını, uyumasına izin vermemelerini vahyetti. Sonra, eline iki dolu bardak almasını istedi. Hazret-i Mûsa da içi dolu iki bardağı eline aldı. Bu sırada uyku baskın gelip, ellerindeki iki bardak yere düşüp kırıldı. Sonra Allah: ”Ben gökleri ve yeri kudretimle tutuyorum, eğer beni bir uyku ya da uyuklama alsaydı, gökler de, yer de yok olup giderlerdi" buyurdu. (131) Hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Şüphesiz Allah uyumaz ve O'na uyumak da yakışmaz."

131- Bu kıssa için Bkz. İbn Kesîr.

İbn Melek de şöyle der: ”Bu, uykunun Allah için muhal olduğu konusunda bir açıklamadır. Çünkü uyumak, bir acizlik belirtisidir. Oysa Allah, acizlikten yüce ve münezzehtir." Ebû Yezid Bistamî de : ”Ben, gecelerimi kendim için gündüz yaptığımda, işte o zaman bana açılan kapılar açıldı" demiştir.

Adamın biri, bir cariye satın alır. Akşam olunca, ona yatağını sermesini söyler. Cariye de: ”Efendim! Senin de bir efendin var mı?" der. Adam: ”Evet" der. Bu defa: ”Peki uyur mu?" der. O da: ”Hayır, efendim uyumaz" der. Cariye: ”O halde, senin efendin uyumazken, sen uyumaktan haya duymaz mısın?" der.

Göklerde olan ve yerde olanlar ancak O'nundur. Bu, Allah'ın gerçek anlamda Kayyûm olduğunun kesin delilidir. Bu, O'nun ulııhiyette tekliğininin de kanıtıdır. Çünkü gökleri, yeri ve bu ikisinde yer alan her şeyi yaratan bizzat Allah'tır. Bu ikisinde yer alan her şey ve bu ikisi Allah'ın mülküdürler. Hiçbir kimsenin bu şeylerde O'na bir ortaklığı yoktur. Hiçbir kimsenin Allah üzerinde (haşa) bir hükümranlığı da yoktur. Öyle ise bir başkasına kulluk yapılması ve ibadet olunması asla caiz olmaz. Kulluk ve ibadet yalnızca O'na yapılır.

O'nun izni olmadıkça kendi katında kim şefaat edebilir? Bu âyette yer alan (Men) her ne kadar soru edatı ise de, anlam bakımından nefiy, yani olumsuzluk belirtir. Bunun içindir ki, bundan sonra ”İlla" sözcüğü gelmiştir. Yani: Allah, izin vermedikçe, O'nun katında hiçbir kimse şefaat edemez. Eğer Allah'a yakın olan ve katında yeri olanlardan maksat O'ndan izinsiz şefaatte bulunamayacaklarsa, başkalarının şefaati asla düşünelemez.

Müşrikler, putlarının, Allah'ın ortakları olduğunu, Allah katında kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Allah zatını birledi ve zatından şirki, ortaklığı reddetti. O'nun katında, O izin vermedikçe hiçbir kimsenin şefaat etme yetkisi yoktur.

Âyet, kâfirler için şefaatin olmadığını bildiriyor. Bu, aynı zamanda Mutezileyi de reddeden bir delildir. Çünkü Mutezile şefaati, temelden kabul etmemektedir. Halbuki ”O'nun izni olmadıkça" sözüyle Rabbimiz, bazı kimselerin şefaat edebileceklerini bildirmiş olmaktadır. Bu şefaat yetkisi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in olacaktır. Çünkü Allah, kendisine Makam-ı Mahmud'u vaad buyurmuştur. Bu makam, büyük Şefaat (Şefaat-ı uznıa) makamıdır.

Rivayete göre, peygamberlere, kıyamet gününde şefaat etmeleri için gidilecek, fakat her peygamber: ”Nefsi, Nefsi" önce kendi nefsim, önce kendi canım, bana gelmeyin, benden başkasına, bir başka peygambere gidin, diyecektir. Nihayet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelinecek ve halk kendisinden şefaat isteğinde bulunduklarında: ”Şefaat etmek için ben varım, ben varını" buyuracaktır. İşte bu, Allah'ın kıyamet gününde kendisine vaad buyurduğu Makam-ı Mahmud'dur. Resulûllah gelecek ve hemen secdeye kapanacak, o anda Allah'ın kendisine ilhanı ettiği şekilde Allah'a hamd ve senada bulunacaktır. O daha önce bunu bilmiyordu. Sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Rabbinden, insanlar için şefaat kapısını açmasını isteyecek, Allah da, bu kapıyı açacaktır. Dolayısıyla şefaat etmeleri için meleklere, peygamberlere, nebilere ve müminlere izin çıkacaktır. İşte bu da, Resulûllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in değerinin ne kadar yüce olduğunu gösteriyor. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), hemen Allah'ın huzuruna secdeye kapanıyor ve O'ndan isteyeceğini istiyor, Allah da ona olumlu cevap veriyor, duasını kabul ediyor. (33)

Onların önlerindeki ve arkalarındaki şeyleri O bilir. Yani kendilerinden önce dünya ile ilgili şeyleri bildiği gibi, kendilerinden sonraki ahiret işlerini de bilir. Bir başka yoruma göre ”önlerindeki'ndcn maksat daha önce işlemiş oldukları hayır ve serdir. ”Arkalarındaki şeylerden" maksat ise, bundan sonra yapacakları şeylerdir. Bu sözden maksat da, Allah'ın şefaat edecek olanlarla şefaat olunacakların sevap ve ikabı hak etmeleri açısından durumlarını kesin bildiğini göstermek içindir.

Onlar, O'nun ilminden ancak kendi dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Melekler, peygamberler ve başkaları, O'nun bilgisinden hiçbir şeyi anlayıp idrak edemezler. Ancak Allah'ın bilinmesini dilediği ve muttali olmalarını istediği kadarını bilebilir, kavrayabilirler. Meselâ peygamberlerin verdiği haberler böyledir. Allah gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Ancak peygamberlerinden razı olduğu kimseleri buna muttali kılar ve haberdar eder.

O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Kürsî, ahşaptan yapılmış ve üzerinde oturulmaya yarayan şey demektir. Yani Allah'ın kürsüsü o derece yaygın ve geniştir ki, gökler ve yerden dar değildir. Kürsü bu ikisini de kuşatmıştır. Bu konuda, İmanı Fahrettin er-Râzî'nin de belirttiği gibi, kürsü; Arş in önünde yer alan bir cisimdir. Yedi kat göğü kaplamıştır. Çünkü yeryüzü (dünya) bir küredir. Dünya seması bu yeryüzünü tümüyle içine almıştır. Dünya ikinci sema ile tekrar kuşatılmıştır. Bu böylece devanı eder. Nihayet Arş da hepsini kuşatmıştır. Çünkü Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Yedi kat gök ve yedi kat yer, Kürsünün yanında çölün ortasına bırakılmış bir halka gibidir. İşte Arş'ın da Kürsüye oranla üstünlüğü, o çölün halkaya olan üstünlüğü gibidir. ”

Onları korumak O'na ağır gelmez. Allah için göklerin ve yerin ağırlığı diye bir şey olmaz. Ona göre yakın da, uzak da eşittir. Madem ki tüm kâinat O'nun katında eşittir, öyleyse bir zerrenin yaratılması O'nu nasıl yorabilir? Bu hiç olacak iş mi? Çünkü, O'nun işi ve emri, bir şeyin olmasını dilediğinde, o şeye ”Ol" demesidir. O da hemen oluverir.

O çok yücedir. Zatı itibariyle her şeyden, eş ve benzerlerden yücedir, münezzehtir.

Çok büyüktür. Ondan başka her şey O'na nisbetle ve oranla küçük ve önemsizdir.

Bu âyet Allah'ın yüce zatı ile ilgili temel ilâhi meseleleri kapsamaktadır. Böylece Allah'ın varlığı ve tek ilâh olduğu açıkça ifade ediliyor. O hayat ile nitelenmiştir. Zatının varlığı vaciptir (vacibu'l-vucud). Başkalarını O yaratmıştır. Çünkü Kayyımı, Zatı ile kaim ve başkalarını da ayakta tutan demektir. Allah, başka bir varlığa hülûl etmekten ve bir mekanda yer tutmaktan münezzeh, değişim gibi şeylerden uzak ve beridir. Onunla öteki varlıklar arasında herhangi bir benzerlik yoktur. Canlılara ve ruhlara gelen ve arız olan şeyler, Allah için sözkonusu değildir. O, mülkün ve melek utun sahibidir. Usul ve furuu yaratan, icad eden O'dur. Yüce kudret ve güç sahibidir, yakalaması şiddetlidir. O'nun katında, kendisinin izni olmadıkça kimse kimseye fayda veremez. Her şeyi bilen yalnız O'dur, açık olanını da, gizlisini de bilir. Tümünü bildiği gibi, bunların parçalarını da bilir. Mâlik olma ve güçlü olma gibi niteliği olan her mâliki ve güçlüyü mülkünün ve kudretinin genişliğiyle kuşatmıştır. O'nun için zor diye bir şey yoktur. Herhangi bir işin O'nu meşgul edip engel olması diye bir durum yoktur. Vehimlerin kapsadığı her şeyden yüce ve münezzehtir. O derece büyüktür ki, hiçbir idrak onu kavrayamaz. Bu sebeple, Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz Kur'an da en büyük âyet, âyete'l-Kürsî'dir." (,35)

255 ﴿