259

Yahut o kimse gibisini (görmedin mi) ki, duvarları, çatıları üzerine yıkılmış olan bir kasabaya uğramış: Bu âyet de, bir önceki ”görmedin mi?" âyetine bağlanmaktadır. Yani, sen onun gibisini görmedin. Yıkılmış bir kasabaya uğrayan kişi, Uzeyir b. Şerhiya'dır. Sözü edilen kasaba da Beytu'l-Makdis, yani Kudüs'tür. Meşhur rivayetler bu merkezdedir.

Rivayete göre, İsrailoğullan, kötülük işlemede, bozgunculuk ve fesad çıkarmakta çok aşırı gitmişlerdi. Allah, bunların başına Babil hükümdarı Buhtunnassar'ı musallat kıldı. Buhtunnassar, altı yüz bin kişilik bir orduyla bunların üzerine yürüdü, Şam'ı çiğneyerek, Beyt-i Makdis'i harabeye çevirdi. İsrail oğullarından yüzbin yiğit delikanlıyı esir aldı. Hazret-i Uzeyir de bunlar arasındaydı. Bir süre sonra Allah, Hazret-i Uzeyir'i onların elinden kurtarmıştı. Hazret-i Uzeyir eşeğiyle Beyt-i Makdis'e gidiyordu. Buraya geldiğinde, acı manzarayla karşılaştı. Bu durum: ”Duvarları çatıları üzerine yıkılmış" ifadesiyle dile getiriliyor. Yani binanın tavanları çökmüş, duvarlar ve tavan birbiri üzerine yığılıp kalmış, her taraf harabeye dönmüştü. Bu manzarayı görünce:

'Allah bunu, ölümden sonra nasıl diriltecek?' demişti. Böylesine harap hale gelen bu kasabayı Allah nasıl eski güzel durumuna getirecek, dedi. Fakat bunu, Allah'ın gücünden şüphe amacıyla söylemiyordu. Çünkü Allah'ın kudretinden şüphesi yoktu. Uzeyir bu ifadeleri söylerken, işin çok zor ve ağır olduğunu belirtmek istiyordu.

Allah da onu yüz sene ölü bıraktıktan sonra diriltti.

Rivayete göre Hazret-i Uzeyir, kasabaya girince, bir ağacın gölgesine gitti. Yanındaki merkebini ağaca bağladı ve kasabayı gezip dolaştı. Hiçbir kimseyi bulamayınca, yukarıdaki sözleri söyledi. Sonrada gidip uyudu. Allah onu uykusunda öldürdü. Henüz genç bir delikanlıydı. Yanına da yiyecek olarak incir, üzüm ve şıra almıştı. Bu ölüm olayı bir ibret içindi. Allah aynı zamanda Hazret-i Uzeyir'in eşeğini de öldürdü. Yüce Allah, Hazret-i Uzeyir'in cesedini insan, yırtıcı hayvan ve kuşlardan gizledi. Kimse onu göremiyordu. Hazret-i Uzeyir'in ölümünün (uykusunun) üzerinden tam yüz yıl geçince, Allah onu yeniden diriltti. İşte: ”Sonra onu diriltti" âyetinin ifade ettiği anlam budur.

Âyetteki ”bas" kelimesi bir şeyi yerinden doğrultmak manasınadır. Nitekim araplar ”deveyi yerinden kaldırdım" ifadesini de bu kelime ile ifade ederler. Kıyamet gününe de, yevm-i ba's denir. Çünkü insanlar o günde kabirlerinden kalkarlar. Yüce Allah'ın bunu, âyette ”Ahyahu" (onu diriltti) demeyip ”Baasahu" (kaldırdı) kelimesiyle ifade etmesi bunun, Hazret-i Uzeyir'in önce nasıl idiyse, aynen eskisi gibi, akıllı, anlayış sahibi, ilâhi bilgiyi hemen kavrayacak bir durumda, eksiksiz bir şekilde eski haliyle döndürmesindendir. Eğer ”Sonra onu ihya etti (ahyahu)" deseydi, bütün bu manalar çıkmazdı.

Allah kendisine:

'Ne kadar kaldın?' dedi Yani kaç gün veya ne kadar süre kaldın? Böylece durumu baştan itibaren bilmediğini ve her şeyi kavrayıp kuşatmaktan aciz olduğunu göstermek istiyordu. Çünkü Hazret-i Uzeyir, bu şehrin eski haline gelmesini çok uzak bir ihtimal gibi görüyordu. Bu arada Allah, Hazret-i Üzeyir'e bir başka şeyi daha göstermek istiyordu. Bu, kudretinin bedii eserleri ve izleri olacaktı. Hemen çok kısa bir zaman içinde bozulabilecek yiyeceklerinin, uzun süre kaldığı halde olduğu gibi durması ve tazeliğini korumasıdır.

O da: 'Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldım' dedi. Hazret-i Uzeyir, tahminî olarak yaklaşık bir zaman süresi, ya da kaldığı sürenin oldukça kısa bir süre olduğunu belirtmek istiyordu. Ancak Allah şöyle buyurdu:

'Hayır, yüz sene kaldın, Sen bu kadar az bir süre değil, aksine tam yüz yıl kaldın. Yani sen bu süre içerisinde ölüydün.

İşte yiyeceğine ve içeceğine bak bozulmamış. Bizim kudretimizin delillerinden bir başkasını görmen için şu yiyecek ve içeceklerine bak, hiç birisi bu uzun süre içerisinde bozulmamıştır. Oysa bu gıdalar çok kısa zamanda bozulacak cinstendi. Rivayete göre Hazret-i Uzeyir, incirini ve üzümünü henüz yeni kopartmış gibi buldu. Şırası da sanki yeni sıkılmış gibiydi. Bunlar bu kadar yıllanmış olmalarına rağmen, hiçbir değişime uğramam ısladı.

Bir de eşeğine bak. Kemikleri nasıl çürüyüp dağılmış, eklemleri birbirinden ayrılmış, paramparça ve darmadağın olmuş durumda. Bunu, senin uzun bir süre kaldığını öğrenmen için yaptık. Böylece kalbin huzur bulsun istedik.

Seni insanlara bir delil kılalım diye böyle yaptık. Yani senin diriltilmem eşeğinin diriltilmesi, yanındaki yiyecek ve içeceklerin hiç bozulmadan korunmaları, bütün bunlarla seni insanlara bir âyet, delil ve mucize kılmamız içindir. İnsanlar seni görerek bundan kendileri için ders çıkarsınlar. İbret ve öğüt alsınlar.

Kemiklere bak. Eşeğin kemiklerine de bak. Kendi dirilmeni gördükten sonra, senin dışındaki bir varlığın nasıl diriltildiğini görmen için eşeğin kemiklerine bak.

Onları nasıl yerli yerine getirip sonra ona et giydiriyoruz.' Topraktan onları nasıl kaldırıp, cesetteki yerlerine koymaktayız. Sonra da bunu, tıpkı cesedin elbiseyle örtünmesi gibi, et giydirerek kemikleri örtüyoruz.

Âyette, kemik çoğul, et ise tekil olarak geçmektedir. Çünkü kemikler farklı ve ayrı ayrıdırlar; şekil bakımından da farklıdırlar. Fakat et öyle değildir; birdir, bitişiktir ve görülen bir şeydir. Kemikler etin altında kaldıklarından görülmezler. Söylendiğine göre, Hazret-i Uzeyir, gökten şöyle bir ses işitir: ”Ey birbirinden ayrılmış, kuruyup çürümüş kemikler! Allah sizin, eskisi gibi bir araya gelmenizi emrediyor. Yeniden ete ve deriye bürünmenizi istiyor." İşte bunun üzerine bütün kemikler birleşip birbirlerine eklendiler. Sonra onların üzerine et yayılıverdi. Derinin altından kıllar çıkmaya başladı. Ardından içine ruh üfürüldü, eşek de ayağa kalkıp anırmaya başladı.

Bunlar ona apaçık belli olunca: Ölünün diriltilmesi kendisine açıkça gösterilince,

'Artık Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyorum' dedi. O, her şeye güç yetirir. Bu şeylerden biri de kendi zatında ve başkasında gördüğü hayret verici şeylerdir. Hiçbir şey O'nun emrini çiğneyemez.

259 ﴿