ÂL-İ IMRÂN SÛRESİ

1

Elif, Lâm, Mîm. Elif harfi Allah'a, Lâm harfi ”Lâtîf", Mim harfi de Allah'ın ”Mecîd" ismine işarettir.

2

Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Başkası değil, sadece O'dur ibadet edilmeye lâyık olan.

Dâima diri ve koruyup yöneticidir. O, ölümsüz ve bakidir. Yaratıkları O yönetir ve korur.

Bu âyet, Hazret-i İsa'nın (aleyhisselâm) Rabb olduğunu iddia edenlerin iddialarını reddeder.

Rivayet edildiğine göre, Necran'dan 60 kişilik bir heyet Hazret-i Peygamber'e gelmişlerdi. Bunların 14 kişisi eşraftan, 3 kişisi ise ileri gelen kişilerdendi. Bunlar Medine'ye gelip ikindi namazından sonra Hazret-i Peygamber'in mescidine girdiler. Üzerlerinde özel elbiseler vardı. Hazret-i Peygamber'in ashabından onları gören bazıları şöyle diyorlardı: ” Onlar gibi heyet görmedik." Namaz vakitleri gelince kalkıp, namazlarını mescidde kıldılar. Hazret-i Peygamber: ”Onları bırakınız, doğuya doğru kılsınlar" buyurdu. Daha sonra bu gruptan üç kişi Hazret-i Peygamber'le konuştular ve bir keresinde: ”İsa, Allah'tır; çünkü ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gaipten haber verir" dediler. Bir konuşmalarında da: ”İsa Allah'ın oğludur, onun bilinen bir babası yoktur" dediler. Başka bir konuşmada ise: ” O, üçün üçüncüsüdür. Çünkü Allah’yaptık ve söyledik' buyurmuştur. Eğer bir olsaydı 'yaptım ve söyledim' buyururdu" dediler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Müslüman olun" buyurdu. Onlar: ”Senden önce müslüman olduk" dediler. Hazret-i Peygamber: ”Yalan söylüyorsanuzl Çünkü sizin Allahü teâlâ'ya çocuk isnat etmeniz, müslüman olmanızı engeller" buyurdu. Onlar: ”Eğer İsa Allah'ın oğlu değilse, babası kimdir?" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Çocuğun babasına benzer olduğunu bilmiyor musunuz?" buyurdu. Onlar: ”Evet biliyoruz" dediler. Hazret-i Peygamber: ”isa'da bundan (babasından) bir şey var mı?" diye sordu. Onlar: ”Hayır" dediler. Hazret-i Peygamber : ” Yerde ve gökte hiçbir şeyin Allah'tan gizli kalamayacağını bilmiyor musunuz?" diye sordu. Onlar: ”Evet biliyoruz" dediler. Hazret-i Peygamber: ”İsa kendine bildirilenlerden başka bir şey bilir mi?" diye sordu ve onlardan ”hayır" cevabını aldı. Bunun üzerine şöyle buyurdu: ”Bilmiyor musunuz ki Rabbimiz, İsa'yı rahimde dilediği gibi şekillendirdi. Rabbimiz yemez, içmez, tuvalete çıkmaz." Onlar da: ”Evet bunu biliyoruz" dediler. Hazret-i Peygamber: ”Her kadının hâmile olduğu ve doğum yaptığı gibi, isa'nın annesinin de çocuğunu doğurup, beslediğini, sonra yemek yediğini, su içtiğini, tuvalete çıktığını biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar yine ”biliyoruz" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Bu, nasıl sizin iddia etdiğiniz gibi olur?" diye sordu. Adamlar sustular ve inkâr etmeye devam ettiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, bu sûrenin başından seksen küsur âyet indirdim. Böylece Hazret-i Peygamber bu âyetleri delil gösterip hakkı gerçekleştirmek için onların şüphelerine cevap verdi.

3

Sana kitabı indirdi... Burada ”kitap"tm maksat Kur'ân-ı Kerim'dir. Burada niçin kitabın (Kur'an'ın) indirilmesinden bahsedilirken ”nezzele", Tevrat ve İncil'in indirilmesinden bahsedilirken ”enzele" fiili kullanılmıştır? Denilirse, cevaben derim ki: ”Nezzele" fiili çokluk ifade eder, Kuran parça parça indirilmiştir. Halbuki İncil ve Tevrat toptan indirilmiştir.

Hakla... Hükmünde adaleti gözeterek, haberlerinde doğruluğu gözeterek...

Kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak indirdi. Kendisinden daha önce indirilen kitapları, tevhid, nübüvvet ve verdikleri haberler konusunda doğrulayıcı olarak, Hak, sana kitabı indirdi.

Bundan önce de insanlara yol gösterici olarak... İnsanların doğru yolu bulup hidayete ermeleri için

Tevrat'ı ve İncil'i indirmişti. Kur'an-ı Kerim'i indirmeden önce, Tevrat ve İncil'i, Mûsa ve İsa peygamberlere bir bütün olarak indirdi.

4

Ve Furkan'ı indirdi. Burada Furkan'dan maksat, semavî kitapların bütünüdür. Çünkü semavî kitapların her biri, hak ve bâtılı birbirinden ayırır. Furkan'dan maksat Kur'an-ı Kerim de olabilir. Onun şanını ve faziletini yükseltmek için, ikinci defa tekrarlanmıştır.

Allah'ın âyetlerini inkâr edenler Allahü teâlâ'nın indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'i ve Hazret-i Peygamber'in mucizelerini inkâr edenler

için, inkârlarından dolayı

mutlaka çetin bir azap vardır. O azabın şiddeti tasavvur edilemez.

Allah azizdir, intikam sahibidir. Allahü teâlâ kesinlikle mağlup olmaz, dilediğine hükmeder, dilediğini yapar. O, yücedir. Onun gibi hiçbir intikam sahibi yoktur.

5

Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. Allahü teâlâ her şeyi bilir. İnkarcının inkârını, mü'minin imanını ve bütün amelleri bilir, kıyamet günü karşılığını verir.

6

Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur. O, sizi analarınızın rahminde beyaz, siyah, erkek veya dişi olarak, uzun boylu, kısa boylu, güzel veya çirkin olarak, özel bir biçimde yaratır.

Bu âyet, ”İsa Allah'tır, ya da Allah'ın oğludur ” diyenlerin iddialarını reddetmek için nazil olmuştur. Çünkü, rahimlerde şekillendirilen, ne ilâh olabilir, ne de Allah'ın oğlu. Böyle bir varlık, ancak sonunda fena bulup yok olmak için meydana getirilmiştir.

O'ndan başka ilâh yoktur. Hazret-i İsa'nın, kendi oğlu olmasından münezzehtir.

O, azizdir, hakimdir. Kudret ve hikmetinde sonsuzdur. Rabbiniz sizi, eşsiz bir biçimde yaratır. Bu konuda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Sizin yaratılışınız, başlangıçta, ana ve baba maddeleri 40 gün ana kanında toplanır. Sonra o maddeler de bunun gibi 40 günde kan pıhtısı halini alır. Sonra yine bunun gibi 40 günde bir çiğnem ete dönüşür. Sonra Allahü teâlâ bir melek gönderir. Onun için şu dört kelimeyi yazması emrolunur; Onun rızkı, eceli, şakî ya da saîd olması..."nı yorumlama yoluna giderler. İnsanları, dinleri hakkında şüpheye düşürmek isterler. Hatta birtakım şeyler uydurarak, onları şüpheye bile düşürürler. Yine bu kalblerinde eğrilik olan grup, müteşâbih âyetleri, asılsız bir şekilde te'vil etme yoluna giderek, zevk ve istekleri doğrultusunda anlamlar çıkarmayı isterler.

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu : ”Nutfe, ana rahminde kırk veya kırkbeş gün kalıp yerleştikten sonra melek ona girer. Sonra; 'Ya Rabbi! Şakî mi, sa'îd mi?' diye sorar. Bu ikisi yazılır. Sonra; 'Ya Rabbi! Kız mı, erkek mi?' diye sorar. Bu ikisi de yazılır. Daha sonra, ameli, eceli, rızkı ve eseri yazılarak sayfa dürülür. Oraya hiçbir eksiltme ve artırma yapılamaz. Sonra Melek 'Bu yazıyı ne yapayım Yâ Rabbi?' diye sorar. Bunun üzerine Allah (celle celalühü) : 'Ben onun hakkında karar verinceye kadar o yazıyı boynuna as' buyurur. Bu olaya, Allahü teâlâ'nın: ”Her insanın kuşunu yani amelini boynuna doladık" (isra: 13) âyetinde de işaret edilmektedir. Buradaki kuştan maksat takdir edildiği gibi, insanın hayır ve şer olarak kendi isteğiyle işlediği amelidir. Bu, sanki gayıp ve kader yuvasından uçmuş kuş demektir.

7

Onun te'vilini Allah'tan ve derin bilgi sahiplerinden başka kimse bilemez. Müteşâbih âyetlerin te'vilini kimse bilemez. Onları, Allahü teâlâ'nın istediği şekilde kimse yorumlayamaz. Ancak Allah ve O'nun, dinde derin bilgi sahibi olan kulları o âyetleri te'vil edebilir.

Bazı ilim adamları da, âyette geçen ”illallah - ancak Allah" veya ”Allah’tan başkası ” ifadesi üzerinde vakıf yaparlar. (Kur'an okurken dururlar.) O zaman âyetin anlamı şöyle olur : ”O'nun te'vilini, Allah'tan başka kimse bilemez.(4) Derin bilgi sahipleri de: 'Biz ona inandık' derler." Böylece müteşâbih âyetler, Allahü teâlâ'nın, bilgi, hikmet ve marifet alanında kalan âyetler olup, onları Allah'tan başkası te'vil edemez. ”Üzerinde ondokuz vardır" (Müddesir: 30) âyetinde belirtilen ”zebânî"lerin sayısında, dünyanın ömründe, kıyametin ne zaman kopacağında, oruçta, beş vakit namazın rekât sayısında Allah'ın kendi hikmet ve marifeti vardır. Onları kullar bilemez.

Birinci görüş daha güzeldir. Çünkü Allahü teâlâ Kur'an'da, kulların faydalanamayacağı hiçbir şey indirmemiştir. Müteşâbih âyetler için, ”anlamlarını Allah'tan başkası bilmez" diyecek olursak, burada tenkitçilere söz hakkı verilmiş olur. ”Bu âyetlerin te'vilini Hazret-i Peygamber de bilmezdi" diyebilir miyiz? Eğer: ”Onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez" âyetine rağmen, Hazret-i Peygamber müteşâbihi biliyor idiyse, onun âlim olan ashabı ve sahabenin ileri gelenleri de biliyordu. Eğer Hazret-i Peygamber ve onun ashabı bu âyetleri bilmiyor ve, ”bunların manasını Rabbimiz biliyor" diyor idiyseler, bunların da cahillere bir üstünlüğü olamazdı. Zaten cahiller de bunu söylüyorlardı. Ayrıca, başlangıçtan günümüze kadar, bütün tefsirciler, her âyeti tefsir ve te'vil etmişler, bunlardan hiçbirisi için ”bu müteşâbihtir, manasını Allah'tan başkası bilemez" diyerek, yorumlamaktan geri durmamışlardır. Hatta, hecâ harflerini ve başkalarını da tefsir yollarına gitmişlerdir.

Onlar: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimizdendir,' derler.

Müteşabih âyetlere de inandık, muhkemlere de. İkisi de Rabbimiz tarafından indirilmiştir. Aralarında hiçbir ayrıcalık yoktur.

Aki-ı selîm sahiplerinden başkası düşünüp anlayamaz. Saf ve temiz olan, nevasına uymayan akıl sahipleri ancak anlayabilirler. Burada, ilimde derinleşmiş kişiler, keskin zekâlı ve iyi görüş sahipleri olarak nitelenmiş ve övülmüşlerdir.

8

'Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi hak yolundan saptırma ve katından bize rahmet ver. Senin katında yüceleceğimiz geniş rahmeti bize bahşedip, bizi hak ve imana ulaştırdıktan sonra, senin razı olmayacağın şekilde te'villere uyarak, kalblerimizin hak yoldan sapmasına fırsat verme Allah'ım!

Şüphesiz sen, çok bağışlayansın' (dediler.)

9

'Rabbimiz, Sen, mutlaka ölümden sonra, hesap ve karşılık - ceza, ya da mükafat - için kıyamet gününde

insanları bir araya toplayacaksın.

Asla şüphe olmayan o kıyamet gününde toplayacaksın.' Kıyamet gününün vukuunda ve kıyamet gününde vuku bulacak hesap ve ceza gibi şeylerde hiç şüphe yoktur. Bundan kasıt, onların mutlaka rahmete ihtiyaçlarının olmasıdır. Rahmete kavuşmak, insanların en yüce idealleridir.

Allah, sözünden dönmez. Allahü teâlâ'nın ıılûhiyeti, duaya karşılık vermede ve öldükten sonra dirilmede sözünden caymaya aykırıdır. Ulûhiyet bunlardan münezzehtir. Bu durum, ilimde derinleşenlerin duadaki halidir. Hevâ ve şehvanî şeylere uyarak, doğru yoldan çıkmamaya dikkat ediniz. Hazret-i Peygamber hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur : ”Hiçbir kalb yoktur ki, Rahman 'ın iki parmağı arasında olmasın. Onu, doğrultmayı isterse doğrultur, dilerse de saptırır. ”

Mü'minin kalbi, başarıyla yenilgi arasındadır. Onun içindir ki ”Rahman'ın parmakları arasındadır" buyurulmuştur. Böyle buyurulmasının sebebi, Rahman'm, kullarının kalbinde taht kurup, orada dilediği gibi tasarrufta bulunmasıdır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur : ” Ey kalbleri ve gözleri dilediği gibi çeviren Allah'ım! Kalbimizi senin dininde sabit kıl." Ölçü, Rahman olan Allah'ın kudret elindedir. Kıyamete kadar, bazı toplulukları yüceltir, bazılarını da alçaltır.

10

İnkâr edenler var ya, ne malları, ne de çocukları onlara, Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamaz. İnkarcılara, zararı uzaklaştırma, faydayı celb için harcadıkları malları fayda vermeyecek. Ayette mallar, evlattan önce zikredilmiştir. Çünkü mallar, herhangi bir sıkıntı anında, inkarcıların sığınacakları ilk malzemelerdir. O inkarcılara, zor durumdayken muhtaç oldukları ve önemli işlerinde yardıma çağırdıkları evlâtları da fayda vermeyecektir. İnkarcıların mallarının çokluğu, zenginlikleri, çoluk çocuklarının fazlalığı ve onları yardıma çağırmaları, kendilerini Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. İnkarcılar: ”Bizim mal ve evlâtlarımız çoktur, bize azap edilemez" (Sebe': 35)

demişlerdi. Allahü teâlâ da onların bu sözlerine cevap olarak şöyle buyurur : ”Ne mallarınız, ne de evlâtlarınız, size, huzurumuzda bir yakınlık sağlamaz. Ancak sâlih amel işleyenler müstesna."(Sebe: 37) İşte

onlar, bu inkâr sıfatıyla vasıflandırılan insanlar,

cehennemin taş ve odundan olan

yakıtıdırlar.

11

İnkâr edenlerin inkârdaki durumu,

Firavun ailesinin durumu gibidir...

Ve onlardan öncekilerin durumu gibi. Yani kendilerinden önce geçen inkarcı kavimlerden, Nuh, Semûd ve Lût peygamberlerin kavimlerinin durumu gibidir.

Onlar da âyetlerimizi kitaplarımızı ve peygamberlerimizi

yalanladılar. Allah, onları günahlarıyla yakaladı. Ve cezalandırdı. Allah'ın azabının şiddetinden sığınacakları bir yer bulamadılar. Bu inkarcıların durumu da, öncekilerin durumu gibidir.

Allahü teâlâ'nın âyetlerini ve O'nun gönderdiği peygamberleri inkâr edenler için,

Allah'ın vereceği

cezası şiddetlidir.

12

İnkarcılara de ki: Burada ”inkarcılar"dan maksat, Yehudilerdir. İbn Abbas'tan rivayet edildiği üzere, Medine Yehudileri, Hazret-i Peygamber'in Bedir gününde müşrikleri yendiğini görünce dediler ki : ” Vallahi bu ümmî Nebi, Mûsa'nın bize müjdelediği Nebidir. Tevrat'ta da medhiyesi vardır." Böylece, Hazret-i Peygamber'e tâbi olmaya yöneldiler. Bunun üzerine diğer bazıları dediler ki: ”Acele etmeyin, başka bir olayı görelim." Bu adamlar, Uhud gününde şüpheye düştüler. Yahudilerle Hazret-i Peygamber arasında, belli bir zamana kadar anlaşma vardı. O anlaşmayı da bozdular. Ka'b b. el-Eşref, 60 süvari ile Mekke halkına gidip, Hazret-i Peygamber'le savaşmaya ittifakla karar aldılar. Bu âyet, adı geçen olay üzerine indi.

'Yenileceksiniz... Dünyada yakında yenileceksiniz. Allahü teâlâ bu vaadini, Kurayzalıların öldürülmesi, Hayber'in fethi ve onlara düşmanlık edenlerden cizye alınması ile yerine getirdi. Bu durum, nübüvvetin en açık delillerindendir.

Ve dünyada yenildikten sonra, âhirette de topluca

cehenneme sürüleceksiniz. Orası, yani o cehennem,

ne kötü bir döşektir' ve ne kötü bir karargâhtır. Ayette geçen ”haşr"m manası, sevketmek ve biraraya toplamaktır. Yani onlar dünyada mağlup olacaklar, âhirette de topluca cehenneme sevkedileceklerdir.

13

Bedir'de

karşılaşan şu iki toplulukta sizin için ibret vardır: Ey sayılarına ve silâhlarına aldanan Yehudiler! Size ”yenileceksiniz" dememin doğruluğunda büyük bir ibret vardır. Bu savaş için karşılaşan iki topluluktan mağlup olan, ne zaman ki çokluğuna aldandı ve üstünlüğüne gururlandı, karşılaştığıyla karşılaştı, sizin de başınıza gelecek olan musibet, gelecektir.

Bir topluluk Allah yolunda çarpışıyordu, öteki de inkarcılardı. İnkarcılar Müslümanları kendilerinin iki katı görüyorlardı. Bedir savaşında karşılaşan iki topluluktan biri, Allah yolunda savaşıyordu, onların ne çokluğu, ne de güçleri vardı. İşte onlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabıydı. Diğer topluluk ise, Allah'ı ve O'nun peygamberini inkâr edenlerdi. İnkarcı olan topluluk, mü'min olan topluluğu, kendilerinin iki katı olarak görüyorlardı. Bin kişi olan bir topluluk, ikibin kişi olarak görünüyordu.

İnkarcı topluluğun sayısı 950 savaşçıydı. Onların başkanı Utbe b. Rebîa'ydı. İçlerinde, Ebû Süfyan ve Ebû Cehil de bulunuyordu. Sa'd b. Ebî Evs diyor ki: ”Müşrikler, müminlerden birini esir alıp, ona kaç kişi olduklarını sorar. O mü'min de, 'üçyüz on küsur' diye cevap verir. Onlar derler ki: 'Sizi bizim iki katımız kadar görüyoruz'. Bu izaha göre 'kendilerinin iki katı görüyorlardı' dan maksat görenlerin iki katı, demektir. Yahut da görünenlerin iki katı kadar, yani 620 küsur." Çünkü Hazret-i Peygamberin ashabı 313 kişiydiler.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sancaktarı, Muhacirlerden Hazret-i Ali (radıyallahü anh) idi. Ensar'ın sancaktarı ise, Hazreçli Sa'd b. Ubâde idi. Orduda, 90 deve, 2 at vardı. Bedir'de şehit olan mü'min sayısı 14'tü. Bunların altısı muhacir, sekizi de ensardandı. Allahü teâlâ onların sayısını az olmalarına rağmen böyle çok gösterdi ki, inkarcılar, onlardan korksun ve onlarla savaşmaktan vazgeçsin. Hatta mü'minleri, meleklerin yardımıyla dahi destekledi.

Bu durum, Enfal süresindeki ”sizi onların gözünde azalttı" (Enfal: 44) âyetiyle çelişkilidir diyecek olursanız, şöyle deriz: ”Önce mü'minleri inkarcıların gözünde az gösterdi ki, onlarla savaşmaya cesaret etsinler. Karşılaşınca da çok gösterdi ki, yenilsinler. Az göstermek ile çok göstermek, iki ayrı durumda olmuştur. Bazan az, bazan da çok göstermek, Allah'ın âyetinin izharında ve kudretine delalet etmede en belirgin halidir." Burada belirtilen görme olayı, hiçbir karışıklık olmayan, net bir görme olayıdır.

Allah, dilediğini herhangi bir aracıya ihtiyacı olmadan da

yardımıyla destekler. Tıpkı kendi yolunda savaşan topluluğu, zaferle desteklediği gibi.

Elbette bunda, basiret sahibi olanlar için bir ibret vardır. Bedir savaşında, az bir topluluğun çok görünmesinde, akıl ve basiret sahipleri için bir ibret vardır. Akıl sahiplerinin, mal ve çocuklarının çokluğuna önem vereceği yerde, Allah'ın âyetlerini göz önünde bulundurması gerekir. Allahü teâlâ, böyle davranmayanlara az bir mutluluk verir, sonra da büyük bir azabı tatmaya mecbur eder.

14

İnsanlara süslü gösterildi. Süslü gösteren Allahü teâlâdır: Âyette, ”onlara, yaptıkları şeyleri süslü gösterdik" (Neml: 4) buyurulur. Bu da, Allah'ın insanları imtihan etmesi içindir.

İşledikleri şeyleri kendilerine süslü gösteren, şeytan da olabilir. Âyette: ”Şeytan, yaptıkları şeyleri onlara güzel gösterdi" (Enfal: 48) buyurulur. Bu da, vesvese yoluyla olur.

Âyet'te geçen ve ”zevklere aşırı düşkünlük" olarak tercüme ettiğimiz, şehvet sevgisi, nefislerin istekleri olan sevgilerdir. Şehvet ise, nefsin dilediği şeyi arzulamasıdır. Şehvet aslında masdar olup burada ism-i mef ul manasınadır. Yani istenilen, arzu edilen şeyler demektir. Âyetin devamında zikredilen şeyleri Allahü teâlâ, aşağılamak için, şehvet kelimesiyle isimlendirmiş. Çünkü şehvet, filozoflarca da, aşağılık ve rezil bir duygu olarak nitelendirilmiştir. Şehvetine uyan kimseler, verilmişlerdir. Şehvetleri, hayvanlaştıklarının işaretidir.

Filozoflar derler ki: ”Allahü teâlâ melekleri akıllı, fakat şehvetsiz, hayvanları ise akılsız, fakat şehvetli olarak yarattı. İnsana ise hem aklı, hem de şehveti beraber olarak, bahşetti. Aklı şehvetine galip gelen kimse meleklerden daha faziletlidir. Şehveti kendisine galip gelen kimse ise hayvanlardan daha aşağıdır."

Kadınlardan, oğullardan... Bunların birinci derecede gösterilmesi, kadınların, şehvetler konusunda asaletlerinin olduğuna işaret içindir. Ayrıca kadınlar, şeytanların tuzaklarıdır.

İnsanın bulaştığı fitnelerin bir kısmı da oğullarından dolayıdır. Kişi, oğulları için helâl veya haram mal biriktirmeye düşkün olur. Bu oğullar da kişiyi, Allah'ın koyduğu sınırları korumaktan alıkoyar. Bir şiirde şöyle denir:

Çocuklarımız fitnedirler,

Yaşarlarsa fitne çıkarırlar, ölürlerse bizi üzerler.

Kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten... Burada ”kantarlarca yığılmış" tan kasıt, çok ve stok yapılmış mal demektir. Âyette geçen ”kanatır" kelimesi, çok mal anlamında olan ”kıntâr" kelimesinin çoğuludur. Keşşaf tefsirinde belirtildiğine göre, ”mukantara" (yığılmış) kelimesi de, kıntardan türemiş olup, pekiştirmek için kullanılmıştır. Kantarlarca yığılmış olan bu mallar, altın ve gümüş cinsinden mallardır.

Salınmış atlardan... ”atlar" kelimesi çoğul olup kendi lafzından tekili yoktur. Tekil olarak ”feres" kelimesi kullanılır. Büyüklenmek anlamındaki ”huyelâ"' kelimesinden türemiştir. Salınarak yürüdüğü için bu isim verilmiştir. Burada bahsedilen ”salınmış atlar ”daki ”salınmış" kasıt da, işaretlenmiş, dağlamak suretiyle işaret konmuş, atlar demektir.

Davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük süslü gösterildi. Âyette geçen ”en'am"dan kasıt, deve, sığır ve davardır.

Bütün bu sayılan şeylerin insanlar için fitne olduğu belirtilmektedir. Kadin ve oğulların fitnesi herkese, altın ve gümüşün fitnesi ticaret erbabına, atların fitnesi krallara ve devlet adamlarına, davarların fitnesi halk kesimine, ekinlerin fitnesi de tarımla uğraşanlara dokunur.

Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Sayılan bütün bu varlıklar, dünya hayatının mallarıdır. Bu mallarla dünya hayatında birkaç gün zevkle yaşandıktan sonra, tükenip giderler. Halbuki

asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır. İşte orası da Cennet'tir. Bu ifade, insanları dünyanın geçici güzelliklerinden uzaklaştırıp Allah katında olan yüceliklere teşvik için kullanılmıştır.

Akıllı insanın yapacağı şey, bu fani dünyadan, ihtiyacı kadar almaktır. Yoksa kendini tehlikelere düşürecek olan ve sakıncalı şeyleri ona miras bırakacak olan mal ve mülkü çoğalttıkça çoğaltmak, akıllı insanın yapacağı şey değildir.

15

De ki; 'Bunlardan daha iyisini size söyliyeyim mi? Ey Rasûlüm, onlara de ki; ”Size açıklanan süslü gösterilen ve geçici lezzet veren şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi?"

Allah'tan korkanlar için, Rabbleri katında, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızâsı vardır.' Allah kullarını görür. Zühd ve takva sahibi olarak Allah'tan korkan, mâsivayı (Allah'tan başka her şeyi) terkeden kimseler bu cennetlere girmeye hak kazanacaklardır. Orada, hayız, tuvalete çıkma ve sümkürme gibi, görünürde hiçbir ayıp ve kusuru olmayan hanımlarla birlikte olacaklardır. Ayrıca bu hanımların, kıskançlık, sinirlenme ve kendi kocalarından başkalarına bakma gibi, psikolojik birtakım aksaklıkları da yoktur. Yine bu kimseler için, hiçbir şeyle asla ölçülemeyecek derecede olan, Allah rızâsı vardır. Allahü teâlâ kullarını görür, onların yaptığı işleri bilir ve ona göre sevap, ya da cezalarını verir.

16

(Bu nimetler:) 'Rabbimiz! Biz inandık, bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru' diyen; Burada sanki, ” kim bu yüce ikramlarla yükselen takva erbabı?" diye bir soru sorulup ve cevabı alınmıştır. İşte onlar: ”Ey Rabbimiz! Seni ve Senin peygamberini tasdik ettik. Bizim günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru" diyenlerdir. Buradan anlaşılıyor ki, mücerred bir iman, kulun bağışlanmasına ve ateşten korunmasına yetmektedir.

17

Allah'a itaat etmekteki zorluk, sıkıntı ve üzüntülere

sabreden söz, hareket ve niyetlerinde ve farzları yerine getirmede sebat gösterip

doğru olan itaat ederek ve ibâdet esnasında

huzurunda boyun büken, Allah yolunda esirgemeden

infak eden, seher vakti istiğfarda bulunanlar (içindir.)

İstiğfar, Allah'tan bağışlanmayı istemek olup, seher vaktine tahsis edilmiştir. Çünkü bu vakit, duaların kabule en yakın olduğu vakittir. Seher vakti ibâdet etmek zor olmasına rağmen, nefisler tertemiz, ruhlar da toplu haldedir. Özellikle ibadet etmede gayret gösterenler için.

Mücâhid, Yakub (aleyhisselâm)'un, çocukları için: ”Rabbimden bağışlanmanızı dileyeceğim" (Yusuf: 98) ifadesi hakkında diyor ki: ”Yakub peygamber, istiğfar duasını seher vaktine ertelemiştir. Çünkü o vakitte duâ kabul olur. Allah'ı hiçbir ses meşgul etmez. Fakat seher vaktindeki duâ, halvet halinde olup, riyadan da uzaktır. Onun için, kabul edilmeye en yakın duadır."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurmaktadır: ”Allahü teâlâ, her gecenin üçtebiri kalınca dünya semasına iner ve şöyle buyurur: 'Mülkün sahibi Benim. Duâ eden kim ise, onun duasını kabul edeyim. Kim Benden birşey isterse, ona vereyim. Kim Benden bağışlanmasını isterse, onu bağışlıyayım."'

Lokman da oğluna şöyle dermiş : ”Yavrucuğum! Şu horozdan daha âciz olma. O seherlerde ötüyorken, sen yatakta yatıyorsun."

18

Allah, adaleti kâim kılarak kendinden başka ilâh olmadığına şahitlik etti. Şam'dan iki din adamı gelip Hazret-i Peygamber'e sordular : ” Muhammed sen misin?" O da: ”Evet" dedi. ”Sen Ahmed misin?" diye sordular. O da : ”Evet. Ben Ahmed'im ve Muhammed'im" diye cevap verdi. Bunun üzerine : ”Allah'ın kitabındaki en büyük şehadeti bize bildir ” dediler. Hazret-i Peygamber de bildirdi. Bunun üzerine işte bu âyet indi. Onlara kesin delillerle isbat edilip, Allah'ın birliğine işaret eden sanatı, kendilerine bildirildi. O bir tektir. Eşi, benzeri ve ortağı yoktur. Hiçbir kimse, O'nun sanatından bir şey icad edemez.

Melekler de, Allah'ın kudretinin azametini gördüğü için O'nun büyüklüğünü ikrar edip, ona şahitlik yaptı.

Ve ilim sahipleri de. Yani peygamberler ve Allah'ın birliğini bilen mü'minler de kevnî ve dînî delillerle Allah'a inandılar. O'na doğru bir şekilde itikad ettiler. Allah, rızıkların dağıtımında, ecellerde, kullara emrettiği konularda ”adaleti" ve eşitliği ”kâim kılarak" ve onlardan zulmü kaldırarak Allahtan başka ilâh olmadığına ”şahitlik ettiler. ”

O'ndan başka ilâh yoktur. O azizdir, hakimdir. Allah, kendisine şahitlik yapılan şeyi yani Allah'tan başka ilâh yoktur, sözünü tekrarlayarak, tevhidi pekiştirmiş ve kendisine hiçbir ortak koşulmamasını istemiştir. Çünkü o Allah, kendi birliğini kabul etmeyenlerden intikam alacaktır. Hükmünde de, hiçbir kimse onu hesaba çekemez.

19

Hak din, Allah katında İslâm'dır. Allah katında, İslâm dininden başka hiçbir din kabul görmez. O İslâm dini, tevhidi ve şerefli bir yolu takip etmektir. Allahü teâlâ 'nın, Hazret-i Âdem'i gönderdiğinden beri, gerçek din, İslâm dinidir. Bu dinin hakikati tevhidtir. Âdem peygamberden tâ kıyamete kadar bu din geçerlidir. Bu din, hakikati itibariyle tek olup, şart ve şekilleri itibariyle ayrılık arzeder.

Galip Kattan şöyle der: ”Ticaret için Kûfe'ye geldim. Kendisine sık sık gidip geldiğim A'meş'in yakınında bir yerde konakladım. Bir gece kalkıp teheccüd namazı kıldı ve bu âyete (Âl-i İmrân: 18) gelerek şöyle dedi: ”Ey Allah'ım, senin şahitlik yaptığına ben de şahitlik yaparım. Bu şahitliği Allah'a emanet ederim. Bu şahitlik, Allah katında benim emanetimdir. Allah katında din de İslâm'dır." Bunu defalarca söyledi. Kendi kendime dedim ki: ”Orada bir şey işitmiştir." Namazı kılıp vedalaştım. Sonra dedim ki : ”Âyeti tekrarlayıp durduğunu duydum. Orada sana ne ulaştı?" Bunun üzerine: ”Sana onu, ancak bir yıla kadar anlatabilirim" cevabını verdi. O günden beri kapısında bekleyip durdum. Bir yıl geçtikten sonra; ”Ey Ebâ Muhammed! Bir yıl geçti" dedim. Bunun üzerine şunları söyledi: ”Ebû Vâil'den rivayet edilen hadiste, Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ”Yukarıdaki âyeti (Âl-i İmrân: 18) okuyan kimse kıyamet gününde getirilir ve Allah ona şöyle der : Benim bu kuluma bir taahhüdüm var. Taahhüdüne en sadık olan da Benim. Kulumu cennete koyun, ”

Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, ihtilâfa düştüler... Bu âyet, Hazret-i Peygamber'in getirdiği İslâm'ı terkedip, onun nübüvvetini inkâr eden yahudi ve hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Onlar, İslâm dini ve nübüvvetin gerçekliği konusunda, hakikatleri bilip, âyetlere ve delillere sahip olduktan sonra inkâra saplandılar.

Aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilâfa düştüler. Yahudi ve Hristiyanların ihtilâfa düşmeleri, başkanlık konusunda aralarında çıkan hasetlikten kaynaklanıyordu. Bu durum ise çirkinlik üstüne çirkinlikti.

Kim Allah'ın Allah katında gerçek din İslâm olduğu konusundaki

âyetlerini inkâr ederse ve o âyetlerin gereği olan işleri yapmazsa,

Allah da hesabı pek çabuk görendir. Allah o kimseyi yakında hesaba çeker ve cezalandırır. Yahut da Allah, bütün yaratıkların hesabını pek çabuk bitirir.

20

Allah katında gerçek dinin İslâm dini olduğu konusunda

seninle çekişmeye girerlerse, de ki: 'Ben kendimi ve bana uyanları Allah'a teslim ettim.' Her şeyimi Allah'a adadım. Tek olan Allah'a, başkalarını ortak tanımadım.

Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlerede de ki: 'İslâm'ı kabul ettiniz mi?'

Kendilerine kitap verilenler, yahudi ve hristiyanlardır. Ümmîler ise, kendilerine kitap verilmeyen arap müşrikleriydi.

Size deliller geldikten sonra, Müslümanların yaptığı gibi, Müslüman oldunuz mu, yoksa halâ inkâr mı ediyorsunuz? Buradaki soru cümlesi, emir manasına, ”İslâm'ı kabul edin!" anlamındadır.

Eğer İslâm'a girerlerse, doğru yolu bulurlar. İslâm'a girer, ihlâslı ve samimi olurlarsa, en bol şansı elde etmiş olurlar ve sapıklık çukurundan kurtulurlar.

Eğer İslâm'ı kabul etmeyip, ona uymaktan

yüz çevirirlerse, artık sana düşen sadece tebliğdir. Senin getirdiğin dinden yüz çevirmeleri sana zarar vermez. Sana düşen, hidâyete erdirmek değil, sadece risaletini tebliğ etmektir. Tebliğ görevini en iyi şekilde yapmış oldun.

Rivayet edilir ki : Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti kitap ehline okuduğu zaman onlar, ”müslüman olduk" demişlerdi. Hazret-i Peygamber Yahudilere sorar: ”Hazret-i isa'nın, Allah'ın kelimesi, kulu ve elçisi olduğuna şahitlik eder misiniz?" Onlar da ”Allah'a sığınırız" derler. Sonra Hristiyanlara: ”Hazret-i İsa'nın,

Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahit misiniz?" diye sorar. Onlar da : ”Hazret-i İsa'nın, Allah'ın kulu olmasından Allah'a sığınırız" derler. İşte, ”eğer yüz çevirirlerse" âyeti buna işaret etmektedir.

Allah, kullarını görür ve onların bütün hallerini bilir. Bu bir va'd (söz verme) ve vaîd (tehdit) tir.

21

Allah'ın, İslâm'ın gerçek oluşu hakkındaki

âyetlerini inkâr edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler, adaleti emredenlerin canlarına kıyanlar... Yani peygamberleri ve peygamberlere tâbi olanları öldüren

işte onlara, kitap ehline

acıklı bir azabı müjdele. Onlara, devamlı acıtan bir azap vardır. Buradaki müjdeleme olayı, onları hafife alıp, alay etme anlamı taşımaktadır.

Ebû Ubeyde b. Cerrah anlatıyor: ”Kıyamet gifhünde, azabı en şiddetli olan adam hangisidir Ey Allah'ın elçisi?" diye sordum. Hazret-i Peygamber de: ”Peygamber öldüren adam, ya da iyiliği emredip kötülüğe engel olmaya çalışan adamı öldürendir" diye cevap verdi ve bu âyeti okudu. Daha sonra da: ”Ey Ebâ Ubeyde! İsrailoğullan, günün başlangıcında bir saat içerisinde 43 peygamber öldürdü. Sonra Israiloğullarının ibadet eden grubunda 112 kişi kalkıp, peygamber öldürenlere iyiliği emretme, kötülüğü engelleme görevi yapmak istedi. Günün sonunda onları da öldürdüler."

22

Onlar öyle kimselerdir ki... Yukarıda belirtilen bu çirkinlikleri işleyenlerin,

dünya ve âhirette yaptıkları bütün ameller, iyilik ve hayırlar

boşa gitmiştir. İki dünyada da onlardan hiçbir eser kalmamıştır. Belirtilen bu çirkinlikleri işleyenleri, Allah'ın şiddet ve azabından kurtaracak,

onların hiçbir yardımcıları da yoktur. Bu âyette, iyiliği emredip kötülüğü engelleme görevini yapanları öldürenler, fena halde yerilmişlerdir. Kendilerine iyilikle emredenleri öldüren toplum ne kötü toplumdur ve insanlar arasında adaletle davranmayan toplum ne kötü toplumdur. İyiliği emretme ve kötülükten nehyetme görevi, kesinlikle insanlardan düşmez. Fakat son zamanlarda, vaaz ve zorlama da fayda vermez oldu. Çünkü kalbler, korkunç bir şekilde katılaştı ve nefisler de dünya lezzetine merak saldı.

Rivayet edildiğine göre bir yahudi, askeriyle birlikte giden Harun Reşit'e şöyle der: ”Allah'tan kork!" Bunu duyan Harun Reşit ve askerleri, ”Allah" kelâmına tazimden dolayı atlarından inerler.

Bir insanın, kardeşine: ”Allah'tan kork!" dediği zaman, onun da cevaben: ”Sen kendine bak, bana bunu mu emrediyorsun?" demesi en büyük günahlardandır.

23

Kitaptan kendilerine bir nasip verilenleri görmedin mi? Ayetin başlangıcında hayret ifadesi vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, kitap ehlinin hallerinden ve kötü amellerinden dolayı hayrete düşürme vardır. Burada, ”nasip"tm kasıt, bol şans, ”kitap"tan kasıt ise, Tevrat'tır. Tevrat'tan kendilerine bir nasip verilenler,

aralarında bu kitapla hüküm vermek için, Allah'ın kitabına çağrılıyorlar.

Rivayet edilir ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün Yehudilerin ilim meclisine gidip, onları imana çağırır. Onların başkanı olan Nuaym b. Amr, Hazret-i Peygamber'e: ”Sen hangi dindensin?" diye sorar. Hazret-i Peygamber de: ”Hazret-i İbrahim'in dininden" diye cevap verir. Başkan : ”İbrahim yahudiydi" der. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber : ”Sizde Tevrat vardır. Getirin bakalım Tevrat'ı" deyince, Yehudiler diretirler.

Sonra onlardan bir grup yüz çeviriyor. Onlar, kitabın hükmüne uymanın gerekli olduğunu bildikleri halde, kitaba uymaya yanaşmıyorlardı.

Onlar, yüz çevirenlerdir. Onlar, meclisten dönüp gidenler ve kalbleriyle de yüzçevirenlerdir. Ya da cümle, parantez arası cümlesi olup anlamı şöyle olur: Onlar öyle bir topluluktur ki, âdetleri, haktan yüz çevirmek ve bâtılda ısrar etmektir.

24

Bu onların: 'Sayılı günler dışında ateş bize dokunmaz' demeleri sebebiyledir. Allah'ın dininden yüz çevirip, sırtlarını dönmelerinin sebebi, onların, günah ve isyana dalıp, sonra da, belli günlerin dışında, cehennemin onları yakmayacağına inanmalarıdır. Ateşin dokunacağı sayılı günler de, buzağıya tapındıkları kırk gündür.

Onların uydurdukları bu şey, dinleri konusunda kendilerini aldatmıştır. Onların, bu ve buna benzer bazı uydurma sözleri, kendilerini aldatmıştır. Onlar, ” nebi olan babalarımız bize şefaat eder" inancını taşıyorlardı. Ve yine onlar, ”Allahü teâlâ 'nın, Yakub peygamber'e oğullarına az bir müddetin dışında azap etmeyeceğine söz verdiği" düşüncesine kapılmışlardı. Bunun içindir ki, işleyebildikleri kadar fenalık işliyorlardı.

25

Onları, gerçekleşeceğinde

hiçbir şüphe olmayan günde topladığımız ve herkesin kendilerine haksızlık edilmeyerek,

dünyada kazandığı kendisine tamamen ödendiği zaman, artık halleri nice olur? Onlara hiçbir şekilde, ne fazla bir sevap, ne de eksik bir azap verilir. Herkes, yaptığının karşılığını görür. Bir zerre kadar bile olsa, Allah'ın kullarına zulmetmesi olamaz.

Akıllı kimselerin yapacağı şey, günahı denizlerin köpüğü kadar çok bile olsa Allah'ın rahmetinden ümit kesmemektir. Allahü teâlâ, kulun kendisini zannettiği gibidir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Lâ ilahe illallah ehline, ne ölüm anında, ne kabirde, ne de kabirlerinden diriltilip kalkarlarken hiçbir yalnızlık yoktur. Ben, sanki lâ ilahe illallah ehliyle beraberim. Onların, başlarından toprakları silkelediklerini görür ve 'bizden sıkıntıyı gideren Allah'a hamd olsun' dediklerini işitir gibiyim."

Mü'min kimsenin görevi, kendisine hidâyet verdiği ve onu şerefli müslüman milletinden kıldığı için Allah'a hamdetmektir. Onun içindir ki, ”kulun, kendisini tevhid ve imana ulaştıran Allah'a şükretmemesi, onun akıbetinin kötü olmasına işarettir" denmiştir.

İmam Gazâlî, Minhac'ül-Abidîn adlı kitabında şöyle der: ”Tevbenin başlangıcı üçtür:

Birincisi, günahların sonucunun çirkinliğini hatırlamak;

İkincisi, Allah'ın, takat getiremiyeceğin gazabının ve hoşnutsuzluğunun sonucunu hatırlamak;

Üçüncüsü ise, zayıflığını ve imkânların azlığını hatırlamaktır."

Güneşin ısısına, polisin tokatına, karıncanın ısırmasına dayanamıyan kimse, cehennemin ateşine, zebanilerin kamçısına, kocaman yılanların ısırmasına ve ateşten yaratılan katır gibi akreplere nasıl dayanır. Gazabından ve azabından Allah'a sığınırız.

26

De ki: 'Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Mülkün gerçek sahibi ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eden sensin.

Dilediğine mülk verir, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin. Dilediğini dünyada başarı ve zafer vermek suretiyle yüceltir, dilediğini de herhangi bir vasıta ve engel olmadan savunmasız bir şekilde zelil edersin.

Hayır, senin elindedir. Bütün hayırlar senin kudretindedir. Meşîetinin gereği olarak, ya kısarsın veya yayarsın. Her şeyin Allah'ın kudretinde olmasına rağmen, ”hayr'ın tahsis edilmesi, edebe riâyet içindir. Yüceltmede veya zelil etmede

Senin her şeye gücün yeter.

27

Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye katarsın. Geceyi kısaltıp gündüzü uzatarak, geceyi gündüzün içine sokarsın. Böylece geceler dokuz saat, gündüzler ise onbeş saat olur. Geceyi uzatıp, gündüzü onun içine sokarsın. O zaman da, geceler uzun, gündüzler kısa olur.

Ölüden diri çıkarırsın, diriden de ölü çıkarırsın. Yani, nutfeden canlı, yumurtadan kuş, cahilden âlim, âlimden cahil, mü'minden kâfir, kâfirden mümin, kuru yerden de bitki yaratırsın.

Dilediğine sayısız nimetler verirsin.' Bu büyük işleri yapmaya gücü yeten kudretin, mülkü Acemlerin elinden alıp Araplara vermek ve Acemleri zelil etmek, Arapları da yüceltmek... gibi hususlara öncelikle gücü yeter. Bu gibi şeyler, O'nun için çok daha basittir.

Bazı kitaplarda şöyle denir: ”Ben, padişahların padişahı olan Allah'ım! Padişahların perçem ve kalbleri, benim elimdedir. Kullar bana itaat ederlerse, onlara rahmet ederim. Bana isyan ederlerse, onlara ceza veririm. Padişahlara sövmekle uğraşıp durmayın. Bana tevbe edin ki, size onları şefkatli kılayım."

Bu sözler, ”nasılsamz, öyle idare edilirsiniz" anlamındadır. Bunun açık anlamı da şudur: Allah'a itaatkâr insanlar iseniz, sizi merhametli insanlar yönetir. İsyankâr insanlar iseniz, o zaman size ceza veren gaddar insanlar tarafından yönetilirsiniz.

Burada valilerin, idare ettikleri insanların hâl ve hareketlerine göre olduklarına işaret vardır. Halk iyi ise, valiler de iyidir. Halk kötü ise, valiler de kötüdür. Her müslüman, Allah'a niyazda bulunup, tevbe etmelidir. Özellikle, gaddarlık ve zulüm yayıldığı zamanlarda. Valinin zulmü veya adaleti, ekinlerde, ağaçlarda, meyvelerde veya sağılan hayvanlarda belli olur. Eğer vali zalim olursa, hayvanların sütü, ekinlerin bereketi ve ağaçların meyvesi azalır. Ticaret kervanları şehirlere uğramaz. Çünkü vali zalimdir, fenadır ve uğursuzdur. Vali âdil olursa, durum bunun tersine olur.

Ömer b. Abdülaziz halife olduğu zaman, Tavus ona şöyle yazmış : ”Eğer işinin tümünün hayır olmasını istiyorsan, hayırlıları çalıştır." Ömer de : ”Bu, bana öğüt olarak yeter" demiştir.

28

Mü'minler, kendileri gibi

mü'minleri bırakıp da inkarcıları dost edinmesin. Bu âyet, mü'minlerin, akrabalık, arkadaşlık, komşuluk ve buna benzer şeyler sebebiyle, inkarcılarla dostluk kurmasını yasaklamıştır. Mü'minlerin sevgileri de, nefretleri de Allah'ın rızâsı dışında olmamalı. Ya da, savaş ve diğer dinî konularda, onlardan yardım istenmesin. Burada, dostluğun, mü'minlerin hakkı olduğuna işaret edilmiştir. Mü'minlerle kurulan dostluk, inkarcılarla kurulan dostluktan daha kapsamlı ve sağlamdır.

Kim böyle yaparsa... Her kim mü'minleri bırakır da, inkarcıları dost edinirse,

Allah'a olan dostluğundan sıyrılmış olur. Bu da akla uygun bir iştir. Çünkü dostu dost edinmekle, düşmanını dost edinmek birbirinin zıddıdır.

Şair şöyle der:

Düşmanımı seviyor sonra da

Benim dostum olduğunu iddia ediyorsun.

Bu durumda, aptallık senden uzak değildir.

Oysa dost, seni seven, düşmanına da huğzedendir.

Meğer ki, onlardan gelecek olan bir tehlikeden sakınmış olasınız.

Burada, bir istisna vardır. Sanki denilmiştir ki: ”İnkarcıları hiçbir halde dost edinmeyin. Ancak onlardan korkmanız halinde dost edinebilirsiniz. Bu da ya kâfirlerin galip gelmesinden korkmakla olur, ya da bir mümin onlar arasında kalmış olur. Bu durumda kalbler tamamen iman etmiş olarak, inkarcılara düşmanlık ve kinle dolmuş bir halde onlara dostluk gösterir olmak caizdir.

Allah size, kendisinden korkmanızı emrediyor. Gidiş de O'nadır.

Allah, O'nun düşmanlarını dost edinmeniz halinde, sizleri korkutuyor. Bu çok şiddetli bir ceza ve tehdittir. Sonuçta bütün yaratılmışlar, Allah'ın huzurunda hesaba çekilecek, işlediğinin karşılığını görecektir.

29

İnkarcıları dost edinenlere

De ki: Göğüslerinizde olanı, gizleseniz de, açıklasanız da Allah onu bilir. Kendisine vardığınızda, sizi hesaba çekecektir.

Göklerde ve yerde olanı da bilir. Gizli veya açık hiçbir sırrınız, Allahü teâlâ'dan gizli kalmaz. Burada, özelden sonra genel zikredilerek, pekiştirme yapılmıştır.

Allah her şeye kadirdir.' Size yasak kılman şeyleri yapmaktan çekinmezseniz, Allah'ın gücü, sizi cezalandırmaya yeter. Bu ifade, ”Allah size, kendisinden korkmanızı emrediyor" ifadesinin açıklanmasıdır.

Padişahın kölelerinden biri, padişahın durumdan haberdar olması için, her tarafa gözcüler koyduğunu ve kölenin gizli hallerini öğrenmek için casuslar yerleştirdiğini bilse, tedbirini iyi alır ve yaptığı her işte uyanık davranır. Böylece kendisini korumuş olur. Peki, Allahü teâlâ 'nın da, gizli ve açık her şeyi bildiğini, her şeye hükümran olduğunu bilenler neden aklını başına almıyorlar?...

Akıllı kimse, Allah'tan korkar, mü'minleri dost, inkarcıları düşman edinir, sevgiyi de, nefreti de Allah için besler. ”Allah için sevgi, Allah için nefret" ilkesi, iman esaslarından olup, çok büyük bir kapıdır. Hâlis sevgi ancak, bâtmî bir tasfiyeden sonra mümkündür.

Şair der ki:

Kişiye kendisim sorma. Arkadaşına bak, kendisini tanırsın. Çünkü her arkadaş, arkadaşına uyar.

Mü'min, inkarcılardan ve günahkâr yakınlardan, dostluğu kesmenin gerekli olduğunu bilmelidir. Lokman sûresi, 15. âyette şöyle buyurulur :

"Ey insan! Eğer anne ve baban seni, bilmediğin bir şeyi Bana ortak tanımaya zor lar sa, onlara itaat etme." Bir kimse, senin kötü yola düşmene sebep olacaksa, ondan uzak durman şarttır. O kimse senin yakının bile olsa, durum böyledir. Çünkü âyet, bunu ifade ediyor.

30

O gün herkes, ne hayır işlediyse, karşısında hazır bulacak; ne kötülük de yaptıysa, onunla kendi arasında uzak bir mesafe olmasını isteyecek... Kıyamet gününde, mükellef kimseler, yaptıkları iyi amelleri, Allah'ın emriyle yanlarında hazırlanmış olarak bulacaklar. Kötü şeyleri de, yine yanlarında hazırlanmış olarak bulacaklar. Herkes, işlemiş olduğu hayır ve serlerin yazılı bulunduğu sayfayı, hazır olarak bulduğu gün kendisi ile, yaptığı kötü şeyler arasında, doğu ile batı arasındaki mesafe kadar geniş mesafe olmasını ve bu kötü şeyi işlememiş olmasını ister.

Allah sizi kendisinden sakındırır. Yani o zaman Allah: ”Benim azabımdan korkun" der.

Allah, kullarını pek çok esirgeyendir. Allah'ın, kullarını korkutması, onları gazabından sakındırıp, rızâsına sevkeder. Allah kullarını, şefkatli bir babanın çocuğunu kötülüğe düşürecek şeylerden sakındırması gibi sakındırır.

Akıllı kimselerin yapacağı şey, nefislerini kötü huylardan temizlemek, kalblerini dünyanın pisliklerinden arındırmak ve sâlih amellerle Allah'ın rızâsını elde etmeye çalışmaktır. İhtiyaç anında ve Allah katında aradığını bulabilmesi için, bunları yapmak zorundadır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Ey şefkatli, bahşiş kâr, ikram ve celâl sahibi olan Allah'ım! Doğu ile batı arasını açtığın gibi, benimle günahımın arasını da aç. Beyaz elbisenin kirden paklandığı gibi, beni de hatalarımdan arındır ve beni soğuk kar suyu ile yıka. Allah'ı, ona layık olan hamd ile tesbih ederim. Yüce Allah'tan bağışlanma dilerim ve ona tevbe ederim."

31

De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin. Bu âyet, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), Ka'b b. Eşref ve ona tâbi olanları İslâm'a davet etmesi ve onların da:"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" demeleri üzerine nazil olmuştur. Allahü teâlâ  nebisine, inkarcılara şöyle seslenmesini bildiriyor:

"Ben Allah'ın elçisiyim. Sizi O'na çağırıyorum. Eğer O'nu seviyorsanız, O'nun dininde beni örnek alın ve bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin ve sizden razı olsun"

ve günahlarınızı bağışlasın.' Allahü teâlâ, sizin kalblerinizden perdeleri kaldırsın, aşırılıklarınızı gidersin, sizi cennetlerine yaklaştırıp ve katında sizlere yer hazırlasın.

Allah, ğafûr ve rahimdir. Gönderdiği elçiyi sevip, onun emrine uyanları affedip bağışlar.

32

De ki: 'Allah'a ve Rasûl'e itaat edin.' Bütün emir ve yasaklarda, Allah'ın elçisine uyun. Allah'ın elçisine uymaktan

eğer yüz çevirirlerse, şüphesiz Allah da inkarcıları sevmez. Yani onlardan razı olmaz ve onları anıp, yüzlerine bakmaz. Bu âyet Hazret-i Peygamber'in yüceliğine de işaret etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine uymayı, habibine uymaya bağlamış, kendisine itaati da, ona itaat etmekle beraber zikretmiştir. Her kim, Allah'ı sevdiğini iddia eder de, peygamberin yoluna aykırı hareketlerde bulunursa, Kur'an nassıyla o kimse yalancıdır.

Şair de şöyle der:

"İlâhı sevdiğini göstermeye çalışırken, ona isyan ediyorsun Yemin ederim ki hu çok alçak bir iştir. Eğer sevgin doğru olsaydı, ona itaat ederdin. Çünkü, seven sevdiğine itaat eder."

Allah'ı sevdiğini iddia edip de peygamberinin sünnetine uymayan kimse davasında yalancıdır. Çünkü, bir kimseyi seven, onun özel dostlarını ve onunla beraber olanları da sever. Kölesini, cariyesini, evini, yerini... Bu durum, aşkın kanunu ve sevginin esasıdır. Bu anlamda, Mecnun el-Âmiri şöyle der:

"Ülkeye, Leylâ'nın ülkesine varabilsem, Perde sahibini, perde sahibini öpebilsem, Gönlüme dolan ülke sevgisi değil, ülkedekinin sevgisidir. ”

Kâsânî, ”De ki: 'Allah'a ve Rasûl'e itaat edin.'“ âyetinin tefsirinde şöyle der: ”Eğer habibime uymaya gücünüz yetmezse, en azından, kendisiyle emrettiğim şeye itaatkâr olun. Mürid, murada uyup, onun emrine sarılmalıdır. 'Eğer insanlar, rasûle tâbi olmaktan 'yüz çevirirlerse', inkarcı kâfirlerin durumuna düşerler. 'Şüphesiz Allah’da inkarcıları sevmez.'"

Rivayet edildiğine göre: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) elini tutmuştu. Ömer ona dedi ki: ”Ey Allah'ın elçisi, nefsim hariç, sen bana her şeyimden daha sevgilisin." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Muhammed'in nefsi, yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben kendisine, kendisinden daha sevgili olmadıkça, hiç biriniz iman etmiş olamazsınız" buyurdu. Hazret-i Ömer de: ”Allah'a yemin ederim ki, şimdi sen bana, kendimden daha sevgilisin" dedi. Hazret-i Peygamber de: ”Şimdi imanın tamam oldu ey Omer" buyurdu.

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: ” Direnen hariç, bütün ümmetim cennete girecektir."“Direten kimdir Ey Allah'ın elçisi?" diye soranlara da: ”Kim bana itaat ederse cennete girer. Kim de isyan ederse, direnmiş olur" cevabını verdi."

Câbir b. Abdullah anlatıyor: ”Peygamber Efendimiz uykudayken, ona melekler geldi. Meleklerden biri onun uykuda olduğunu söyledi. Diğer melek de, gözlerinin uyuduğunu, fakat kalblerinin uyanık olduğunu belirtti. Daha sonra bu melekler dediler ki: 'Bu zat (Hazret-i Muhammed) için bir benzetme yapın. ' Daha sonra şöyle bir temsil getirdiler: Adamın biri, ev yapar ve orada ziyafet vermek ister. Etrafa haberciler gönderip, ziyafet verdiğini duyurur. Davete icabet eden, eve girer ve yemek yer. Davete icabet etmiyen ise, eve girip yemek yemez. Bunu Hazret-i Peygamber için yorumlayınız ki, anlaşılsın. Daha sonra şöyle yorumladılar: Ev, cennet, davet veren ise Hazret-i Muhammed'dir. Kim Hazret-i Muhammed'e itaat ederse, cennete girer. Kim Hazret-i Muhammed'e isyan ederse, Allah'a isyan etmiş olur."

33

Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini âlemlere üstün kıldı. Allahü teâlâ, Âdem peygamberi kutsî nefis ve ona layık olan ruhî melekeleri sebebiyle seçti. Ya da Hazret-i Âdem'i seçmesi onu bizzat, kendi kudret eliyle en güzel şekilde yaratmış olması, ona isimleri öğretmesi, ona melekleri secde ettirmesi ve onu, cennete yerleştirmesidir.

Nûh peygamber de, kendinden önceki şeriatları ilk defa nesneden peygamberdir. Allah, onun ömrünü uzatmış, zürriyetini bakî kılmış ve duasını kabul buyurmuştur.

İbrahim hanedanından kasıt, Hazret-i İsmail ve İshak ile onların soyundan gelen ve aralarında bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in de bulunduğu diğer peygamberlerdir. İbrahim peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ailesinin seçilmesi, onun öncelikle seçilmiş olduğunu ifade eder.

İmran hanedanı, Hazret-i İsa ve onun annesi İmran'ın kızı olan Meryem'dir. Bunların, diğer âlemlere karşı seçilip üstün kılınması, zamanında yaşayan diğer insanlara üstün kılınmasıdır. Âlemler'den kasıt, bu peygamberlerin herbirinin döneminde yaşayan diğer insanlardır.

34

Hepsi de birbirinden, aynı zürriyetten

türeyen bir nesildir.

Burada zürriyetten kasıt, İbrahim ve İmran hanedanıdır. Bunlar, birbirinin devamı olan iki zürriyettir. Biri diğerinden dallanmıştır. İbrahim hanedanı, (yani İsmail ve İshak) İbrahim'den dallanmışlar. İbrahim Nuh'tan, Nuh da Âdem peygamberden dallanıp gelmiştir (salat ve selâm onlara olsun ). İsrail oğullarının son peygamberine kadar hepsi, o ikisinden dallanmıştır. İmran hanedanı da, İbrahim'in zürriyetinden gelen, Mûsa ve Harun peygamberlerdir. İsa peygamber ve annesi Meryem de böyledir.

Allah, hakkıyla işitici ve bilicidir. Kulların bütün sözlerini işitir, onların gizli ve açık bütün işlerini bilir. Kulları içerisinde, söz ve hareket bakımından, kimin istikameti doğru ise, hizmetine onu seçer. Rütbelerin en güzeli de, ”Bazılarını derecelere yükseltti..." (Bakara: 253) âyetiyle işaret edilen muhabbet rütbesidir. Bunun içindir ki, peygamberler içerisinde en üstün olan, Habîbullah Hazret-i Muhammed'dir.

Denilir ki, üç çeşit baba vardır. Doğrudan baba (gerçek baba), eğitip büyüten baba ve öğreten baba yani, hoca, öğretmen.

35

Hani İmran'ın karısı: 'Rabbim, karnımdakini, hür bir kul olarak sana adadım demişti. Adamak, insanın bir şeyi kendisine vacip kılmasıdır. İmran'ın karısından kasıt, Mâsân'ın oğlu İmran'ın karışıdır. Bu da, Meryem validemizin anası ve İsa peygamberin anneannesidir. Bu da, Fakûza'nın kızı Hanne'dir. Bu hanımın kısır olduğu, yaşlanıncaya kadar çocuk doğurmadığı rivayet edilir. Bir gün, ağacın gölgesinde otururken, yavrusunu yedirmekte olan bir kuş görür. Nefsi harekete geçer ve bir çocuk temennisinde bulunarak şöyle duâ eder: ”Ey Allah'ım, bana bir erkek çocuk verirsen onu sana adakta bulunuyorum. Onu, Beytülmakdis'e tasadduk edeceğim ki, Beytül-makdis'in hizmetini görsün." Meryem'e hamile kalır, sonra da İmran ölür. Burada çocuktan akılsız varlıklar için kullanılan ”mâ" ile bahsedilmiştir. Bunun sebebi çocuğun durumu müphem olduğu ve henüz akıllılar derecesinde olmadığı içindir.

"Hür bir kul" dan kasıt, Beytülmakdis'in hizmetine verilmiş veya sırf Allah'a adanmış kul demektir. O dönemlerde, bu tür adaklar meşru idi. Beytülmakdis'e hizmetçi olarak erkek çocuğu adanır, cariye adanmazdı. Çünkü cariye, âdet haline yakalanır ve Beytülmakdis'ten dışarı çıkmaya ihtiyaç duyardı. Fakat Hanne, mutlak olarak karnındakini azat edip hür kıldı ve erkek çocuk için adağı vesile kıldı. Adamış olduğum şeyi

benden kabul buyur diye duâ bile etti. Buradaki, ”tekabbel" den kasıt, bir şeyi isteyerek kabul etmek, kabul buyurmaktır. Gerçekte ise, çocuk istemiyle duada bulunmaktır.

Sen işitir ve bilirsin,' demişti. Ey Allah'ım! Sen, işitilen şeylerden olan benim duâ ve yalvarışımı işitir ve bilgiler zümresinden olan gönlümdeki şeyi de bilirsin.

36

Fakat onu doğurunca.. Hanne, erkek bir çocuk istiyordu. Oysa bir kız doğurdu. Bunun üzerine hayal kırıklığına uğradı ve üzüldü.

Ne doğurduğunu Allah bilirken, şöyle dedi: 'Onu kız olarak doğurdum. Burada, kadının ne doğurduğunu Allah'ın bilmesi ifadesi, Allah tarafından tazim için kullanılan bir ifadedir. Kadın, dişi doğurunca hayrete düşüp üzülmüştü. Bunun üzerine Allah: ”O kadın, bu hibenin kadrini bilmez. Allah ise, onun doğurduğunu ve onunla ilgili olan önemli ve çok büyük şeyleri bilir" buyurmuştu.

Erkek, kız gibi değildir. Bu da Allah'ın sözüdür. Çocuğun değerini ifade etmekte ve derecesini yükseltmek için söylenmiştir. Buna göre âyetin manası: Onun istediği erkek çocuğu kendisine verilen kız çocuğu gibi değildir. Ayetteki son iki cümle Hanne'nin ”Onu kız olarak doğurdum" sözü ile, ”ona Meryem adını verdim" sözü, arasında parantez cümlesidir. Faydası Hanne'yi teselli etmek ve çocuğa değer vermektir.

Ona Meryem adını verdim. Hanne'nin sözlerindendir. Onu, gayıpları bilen Allah'a arzetmekten maksadı, Allah'a yaklaşmak ve O'ndan çocuğu korumasını istemektir.

Onu ve zürriyetini, kovulmuş şeytandan sana sığındırırım.' Bu çocuğu ve onun çocuklarını, şeytanın şerrinden koruman için sana havale ederim. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Hiçbir çocuk yoktur ki, doğduğu zaman ona şeytan dokunmasın. Onun dokunması dolayısıyla, bağırır. Meryem ve çocuğu bundan müstesna."

Bu hadisin anlamı şudur: Doğan her çocuğa şeytan musallat olmak ister. Ancak Hazret-i Meryem'in annesinin bu duası kabul olmuş, Meryem ve onun çocuğuna şeytan musallat olamamıştır.

37

Rabbi onu, güzellikle kabul etti. Allahü teâlâ, erkek çocuk yerine Meryem'i adak olarak kabul etti ve ona razı oldu. Meryem, küçük ve kız olmasına ve mescide hizmet edebilme gücü olmamasına rağmen, Allah onu kabul etti.

Onu bir bitki gibi güzelce büyüttü. Allahü teâlâ  Meryem'i her şeye rağmen kabul etti. Çünkü annesi, başlangıçtaki niyetinde çok samimiydi ve sonunda da utanıyordu.

Ve Zekeriyya'yı da onun Meryem'in

bakımıyla görevlendirdi. Meryem'in menfaatlerini koruyup, işlerini yapmakla

Zekeriyya peygamber görevlendirildi. Zekeriyya ona kefil oldu. Kefil demek, bir başkasına bakan ve onun menfaatlerini koruyan demektir. Hadis-i Şerifte: Şehadet ve orta parmağına işaret ederek ”Ben ve yetime kefil olan şöyle yanyanayız ”' buyurulur.

Rivayet edilir ki: Hanne doğurduğu zaman, Meryem'i bir bez parçasına sarıp mescide götürdü. Onu din adamlarının yanına bırakıp şöyle dedi: ”Bu küçük adak, işte huzurunuzda. Onu alınız." Meryem'i alma konusunda yarışa girdiler. Çünkü o, liderlerinin çocuğuydu. Bunun üzerine Zekeriyya: ”Onu almaya ben daha çok hak sahibiyim. Çünkü teyzesi benim yanımda," dedi. Adamlar: ”Hayır, olmazsa kura çekelim" dediler. Daha sonra, Ürdün nehri kenarına gidip, vahiyleri yazdıkları kalemlerini o nehre attılar. Kimin kalemi yükselirse o tercih edilecekti. Bunu üç defa denediler. Her defasında, Zekeriyya'nın kalemi su yüzüne çıktı. Diğerlerinin kalemi battı. Böylece Meryem Zekeriyya'nın yanında kaldı.

Zekeriyya her mihraba girişinde, yanında bir yiyecek bulur...

Söylendiğine göre, Zekeriyya, Meryem için mescitte bir mihrap, yani bir oda yapmıştı. Oraya merdivenle çıkılırdı. Zekeriyya, oraya tek başına girerdi. Çıkarken de yedi kapıyı Meryem'in üzerine kapatırdı. Her yanına varışında da orada değişik yiyecekler bulurdu. Kışın yaz meyveleri, yazın ise kış meyveleri bulurdu

ve: 'Ey Meryem, bu sana nereden?' derdi. Çünkü bu yiyecekler bu dünyadakilere benzemiyordu, mevsimleri değişikti.

(O) küçük Meryem:

'Bu Allah katmdandır. Şaşma ve bunu garip karşılama, çünkü

Allah, dilediğine sayısız rızık verir,' derdi. Allah'ın vereceği nimetlerin çokluğunu hesap edemezsiniz. Onları takdir bile edemezsiniz. Bu ifade, nimetlerin Allah katından olduğunu açıklamak içindir. Âyet-i kerime'de, evliyanın kerametine işaret vardır. Kerameti inkâr eden, bu durumu, Zekeriyya Peygamberin peygamberlikten önceki harikuladeliklerinden ve onun peygamberliğinin esasından sayar.

Rivayet edildiğine göre, kıtlık senesinde Hazret-i Peygamber acıkmıştı. Fatıma validemiz ona, iki pide ile bir parça et verdi. Validemiz, Hazret-i Peygamber'i kendisine tercih etmişti. Peygamber efendimiz de, aldıklarını ona iade etti ve ”gel kızım" dedi. Validemiz gelip tabağı açtı. Bir de ne görsün? Tabak et ve ekmekle dolu. Bunun üzerine donakaldı ve Allah katından geldiğini bildi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, ”Bunlar sana nereden geldi? ” buyurdu. Falıma validemiz de ”Allah'tan! Allahü teâlâ  dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: ”Seni, Israiloğullarının hanımefendisi Meryem'e benzeten Allah'a hamd olsun." Daha sonra Peygamber efendimiz, Hazret-i Ali'yi, Hazret-i Hüseyin'i ve ehl-i beyti topladı. Hepsi bu tabaktan yeyip doydular, yemek de olduğu gibi kaldı. Fatıma validemiz de komşulara dağıttı.

Selef-i sâlihinin, sahabenin, tabiînin ve daha sonra birçoklarının kerametleri ortaya çıkmıştır.

Süfyan-ı Sevrî, Şeybân-ı Râî ile birlikte haccediyormuş. Önlerine arslana benzeyen yırtıcı bir hayvan çıkmış. Süfyan, Şeyban'a demiş ki : ”Bu hayvan hakkında görüşün nedir?" Şeyban 'korkma' demiş ve kulaklarını tutarak birbirine sürmüş. Hayvan da baygın bir şekilde bakarak kuyruğunu sallamış. Bunun üzerine Süfyan: ”Bu şöhret ne?" diye sormuş. Şeyban da şöyle cevap vermiş: ”Şöhretten korkmasaydım, azığımı bu hayvanın sırtına yükler ve Mekke'ye giderdim.

38

Orada Zekeriyya Rabbine duâ etti ve: Zekeriyya peygamber, Meryem'in Allahü teâlâ katındaki makbûliyetini görünce, kendisinin yaşlı olmasına, hanımının da yaşlı ve kısır olmasına rağmen, kendisinin de Hamıe'nin çocuğu gibi asil bir çocuğu olmasına heveslendi.

'Rabbim, bana kendi tarafından temiz bir zürriyet ver diye duâ etti. ”Kendi tarafından" ifadesinden maksat, normal halin dışında, Cenab-ı Hakk'ın kudretinden bir çocuk istemektir. Temiz zürriyet: Sâlih, mübarek, takva sahibi ve kendisinden razı olunan çocuktur. Zürriyet, nesil demektir. Temiz: Huyları ve amelleri temiz olan, kendisinde ayıplanacak ve kötü görülecek bir şey olmayan demektir.

Sen duayı hakkıyla işitensin,' dedi. Duayı işitenden maksat, kabul edendir. Bu ifade ”Allah, ona hamdedeni işitir" ifadesi gibidir. Duaya icabet etmeyen, işitmemiş demektir. Dense ki: Zekeriyya peygamber, Meryem'in durumunu görmeden önce de Allah'ın kudretini biliyordu. Fakat neden daha önce istekte bulunmadı? Bizim cevabımız şudur: İnsan bir şeyi önceden bilmiş bile olsa, gözüyle gördükten sonra hevesi daha çok artar.

39

O, mihrapta durup namaz kılarken, melekler ona nida etti:

Zekeriyya peygamber, mihrapta, yani Meryem'in odasında namaz kılarken, melekler ona nidada bulundu. Meleklerden maksat Cebraildir. Cebrail, meleklerin reisi olduğu için onu yüceltmek için çoğul şeklinde getirilmiştir.

Gerçekten Allah sana, kendisinden bir kelimeyi tasdik edici, efendi, nefsine hâkim ve sâlihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeler.' Yahya, doğacak çocuğun adıdır. Kendisinden bir kelime ise, Hazret-i İsa peygamberdir. İsa peygambere ”kelime" adı verilmesinin sebebi, ”ol" kelimesi ve emriyle babasız olarak dünyaya gelmesindendir.

Süddî der ki : Yahya peygamberin annesi, İsa peygamberin annesiyle karşılaşmış ve demiş ki: ”Ey Meryem, hamileliğimi hissettim." Meryem de demiş ki: ”Ben de hamileyim." Yahya'nın annesi: ”Karnımdakinin, senin karnındakine secde ettiğini hissediyorum" demiş. Yahya peygamber, İsa peygamberden altı ay daha büyüktü, İsa peygamber göğe yükseltilmeden önce, Yahya peygamber öldürüldü. Yahya peygamber, toplumunun şereflisi ve başkam idi.

Yahya peygamber nefsine çok hâkim olup, imkânı varken bile şehevî arzularına gem vururdu. Rivayete göre, bir sabah çocuklarla karşılaşmış ve çocuklar onu oyuna çağırmış. O da ”Oyun için yaratılmadım" demiş. Yahya peygamberin, nefsine çok hâkim olmasının bir anlamı da, onun, güç ve imkânı olduğu halde, kadınlardan yüz çevirmesidir.

"Nebi" (peygamber) den maksat, bulûğ çağma erdiği zaman, Yahya'ya vahiy gelmiş olması, ”sâlihler" den maksat da, Yahya'nın sâlih insanlar olan peygamberlerin sulbünden gelmiş olmasıdır.

40

Melekler Zekeriyya'ya nidada bulunup, kendisine bir çocuk müjdesi verince, âdet dışı olacak bu çocuğa Zekeriyya şaşakaldı ve

Dedi ki: 'Rabbim, ben yaşlanmışken, karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?' Bu ifadeden, meleğin kendisine bir çocuk müjdesi vermiş olduğu anlaşılmaktadır. Zekeriyya peygamberin 99 yaşında, eşinin de 98 yaşında olduğu söylenir. Ayrıca bu hanım, kısır olup çocuk doğurmaya elverişli de değilmiş.

Bunun üzerine

Allahü teâlâ :

'İşte böyle, Allah ne dilerse yapar,' dedi. Allahü teâlâ, dilediği zaman, kulların akıllarına durgunluk verecek harikulade şeyler yaratmaya kadirdir. Ayette görüldüğü gibi, 99 yaşında yaşlı bir erkek ve yine yaşlı ve kısır bir hanımdan kendi kudretiyle çocuk dünyaya getirmesi de bunlardan biridir.

41

Bunun üzerine Zekeriyya peygamber,

Rabbim bana hamileliğin gerçekleşeceğine veya istenilen şeyin tahakkuk edeceğine dair

bir nişan ver,' dedi. Allahteâlâ da :

'Senin nişanın, işaret haricinde peşpeşe

üç gün insanlarla konuşmamandır. Bununla beraber Rabbini çok anıp, akşam sabah Ö'nu tesbih et,' buyurdu. Zekeriyya peygamber bu çocuk nimetinin şükrünü eda edebilmek için üç gün peşpeşe insanlarla konuşmayacaktı. Meramını sadece işaretle ifade edecekti. Allahü teâlâ 'yı sabah akşam zikir ve tesbih edecekti ki, Zekeriyya'nın lisanı zikir ve tesbihte çok güzeldi. Bu da bir mucize idi. İkinci bir görüşe göre, buradaki zikirden maksat, kalble yapılan zikirdir. Çünkü, Allahü teâlâ 'nın muhabbetine dalanlar, âdet olarak bir süre lisanla zikre devam ederler. Kalb Allah'ı zikretmenin nuruyla dolduktan sonra, diller susarlar ve kalb zikretmeye başlar.

Biliniz ki zikirler de birkaç çeşittir. Dille yapılan zikir, kalble yapılan zikre göre daha noksandır. Rivayet edildiğine göre, İsa peygamber (aleyhisselâm) zikirde en yüksek mertebeye ulaştığı zaman, şeytan gelmiş ve şöyle demiş: ”Ey İsa! Allah'ı zikret." Şeytanın, Allah'ı zikretmeyi emretmesi karşısında İsa peygamber hayrete düşmüş. Çünkü şeytanın varlığı, bunun zıddını gerektirirdi. İsa peygamber ”kaybol ey Allah düşmanı" demiş. Daha sonra, İsa peygambere iğva vererek onu, kalbî zikir mertebesinden lisanî zikir mertebesine düşürmek istediği anlaşılmış. Bu mertebe, İsa peygamberin makamına göre, daha alt bir mertebedir.

Kuşeyrî şöyle der: ”Kulun, Allah'ı dille zikretmesi, o kulu, kalble zikrin devamına ve zikrin tesirine ulaştırır. Bir kul, Allah'ı kalbi ve diliyle zikrederse, o kul hal ve gidişatında Allah'ı kâmil bir şekilde vasfetmiş demektir."

Sehl b. Abdullah der ki: ”Hiçbir gün yoktur ki Allahü teâlâ  şöyle nidada bulunmasın:'Ey kulum, bana hiç âdil davranmadın. Seni hatırlıyorum, beni unutuyorsun. Seni kendime çağırıyorum, sen benden başkasına gidiyorsun.

Senden belâları uzaklaştırıyorum, sen hatalara dalıyorsun. Ey Adem oğlu!

Yarın bana geldiğin zaman ne diyeceksin?"'

Hüseyin der ki: ”Üç şeydeki tad ve zevki kaybettiniz. Bunlar, namaz, zikir ve okumadır. Bulabilirseniz ne âlâ, bulamazsanız bilmiş olunuz ki, kapılar kapanmıştır."

42

Hani melekler: Meryem süresindeki ”Ona ruhumuzu (Cebrail'i) göndermiştik de tam bir insan olarak görünmüştü." (Meryem: 17) bu âyetin de işaret ettiğine göre, burada melekten kasıt, Cebrail'dir. Cebrail, meleklerin başkanı olduğu için, onu tazimden ötürü çoğul olarak ”melekler" denilmiştir.

'Ey Meryem! Şüphesiz ki... Cebrail'in Meryem'le konuşması ona vahiy değildir. Çünkü Allahü teâlâ, ”Senden önce ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekleri peygamber olarak gönderdik. ” (Nahl: 43) âyetinde, peygamberlerin erkeklerden olduğunu belirtmiştir. Kadınların peygamber olamayacağı konusunda icmâ olup, ona keramet olarak şifahî olarak söylemiştir. Çünkü, evliyanin kerameti bir gerçektir.

Allah sana seçkin bir özellik verdi. Yani Allah seni, annenden güzellikle kabul edip Zekeriyya'nın himayesinde büyüttü ve sana birtakım kerametler verdi.

Seni tertemiz kıldı yani seni, kötü işlerden, çirkin âdetlerden, sana insanların dokunmasından ve hayız-nifastan beri kıldı

ve seni dünyanın kadınlarına üstün etti,' demişti. Allahü teâlâ, İsa peygamberi sana babasız olarak bağışlayarak seni diğer kadınlardan ayırdı ve sizin ikinizi âlemlere ”âyet" kıldı.

43

'Ey Meryem, namazda

huşu ile Rabbinin divanına dur. Allahü teâlâ  için kıyamları uzat.

Secde et ve rükû edenlerle birlikte sen de rükû et.'

Burada namazın erkanı zikredilerek Meryem validemize cemaatle namaz kılmak emredilmiştir. Kunût, kıyamın uzunluğu demektir. Sücûd ve rükû'un zikredilmeleri, namazın rükünlerinin yerine getirilmeleri konusunda mübalağa ifade ederler. Secdenin rükûdan önce zikredilmesi de, onun, namazın en faziletli rüknü ve huşunun en öte mertebesi olmasındandır. Namazın zahiri görünümünde düzenin böyle olması gerekmez.

44

Bunlar, sana vahy etmek te olduğumuz gayb haberleridir. Kıssada sana, gayba ait bazı haberler anlattık. Anlatılan bu haberler ancak, ya gözlemle, ya kitaptan okumakla veya bir bilgin'in anlatmasıyla öğrenilebilecek şeylerdir. Yahut da Allah'ın vahyetmesiyle. Bu, ilk üçü değildir. Dördüncüsü gerçekleşti ki, o da vahiydir. Allah bunları sana, peygamberliğinin bir delili olarak anlatıyor ki, seninle çekişenler durumu kavrasınlar.

"Vahy" kelimesi Kur'ân'da şu anlamlara gelir:

1) Peygamberlere bir şey bildirmek. (Bkz. Nahl: 43)

2) İlham etmek. (Bkz. Kasas: 7)

3) İstenen anlamı bildirmek. (Bkz. Zilzâl: 5)

4) İşaret etmek. (Bkz. Meryem: 11)

Aslında bütün bunlar, gizlice bildirme anlamına gelir.

Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken, sen yanlarında değildin. Meryem'i alıp yetiştirme konusunda ihtilâfa düştükleri ve Tevrat'ı yazan kalemlerini attıkları zaman, sen onların yanında değildin.

Kuranın böyle ifade etmesi, müşriklere Hazret-i Muhammed'e vahiy geldiğini bildirmek ve onu inkâr edenlerle alay etmek içindir. Onlar, senin bilgin olmadığını biliyorlar, kitap okumadığını da biliyorlar. Herhangi bir peygamberle arkadaşlık edip, ondan bazı şeyler dinlemediğini de biliyorlar. Geriye sadece gözlem kaldı. O da, imkânsız bir şey.

Çekişirlerken de yine yanlarında değildin. Meryem'i alıp büyütme konusunda ihtilafa düşmüşlerdi. Bu âyet, Hazret-i Meryem'in faziletine işaret etmektedir. Çünkü Allah onu, âlemlere karşı seçip, üstün kılmıştır.

İbn Abbas, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu söyler: ”Dünya hanımlarının efendisi şunlardır: Meryem, sonra Fatıma, sonra Hatice ve sonra da Asiye."m Bu hadis, hasen bir hadistir ve âyetin anlamına uygundur. Âyette de Meryem'in bütün dünya kadınlarından daha faziletli olduğu bildirilmiştir.

Hazret-i Enes (radıyallahü anh) rivayet ediyor: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Dünyadaki kadınlardan İmran'ın kızı Meryem, Huveylid'in kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma ve Firavunun karısı Asiye sana misâl olarak yeter..'

Bu hadisler, sayılan dört kadının, diğer kadınlardan üstün olduklarını ifade etmiştir. Biliniz ki, kemal ehli çok erkekler vardır. Hanımlarda, bu dört kişiden başka kemal (olgunluk) ehli yoktur. Kemal ehli demek, iyilik, fazilet ve takvada son derece ilerde olmak demektir. ”Kemal", kâmilin elde etmeye daha lâyık olduğu şey demektir. Peygamberlik, hanımların yapacağı şeyler cümlesinden değildir. Çünkü peygamberlik, açıklık ve daveti gerektirir. Kadınların durumu ise kapalılığı gerektirir. Peygamberlik, kadınlar için bir kemal değildir. Kadınların kemali ”sıddîkiyet"tir. O da peygamberliğe çok yakındır. Siddik demek, bütün hal, hareket ve sözlerinde dosdoğru olan demektir. Hanımlar içerisinde de, erkeklerin makamına ulaşan kâmil hanımlar, arif hanımlar vardır. Bunlar da bir anlamda erkektirler. Bir şâir şöyle der:

Eğer kadınlar bize söylendiği gibi olsaydı, Erkeklere tercih edilirlerdi.

"Güneş" kelimesinin dişi kabul edilmesi ayıp değildir. ”Hilâl" kelimesinin erkek kabul edilmesi de övünç değildir.

45

Melekler demişti ki: 'Ey Meryem! Allah, kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Burada da ''melekler''den kasıt, Cebrail (aleyhisselâm)'dir. Tazim için çoğul olarak kullanılmıştır. '''Kelime''den kasıt, ”Kün: Ol" kelimesidir. Aslında her yaratığın meydana gelmesi bu kelime yani ”ol" emri sebebiyle ise de, Hazret-i İsa hakkında insanlar arasında bilinen zahirî sebep yok olduğu için onun meydana gelmesinin bu kelimeye isnad edilmesi daha tam ve daha kâmildir. İsa peygamberin ”kelime" olarak ifade edilişi, en tamamlayıcı ve en mükemmel bir tarzdır.

Adı, Meryem oğlu İsa Mesih'tir. Mesih, ”siddik ve fâruk" gibi şerefli bir lâkap olup, İbrânice'de ”meşih" diye tabir edilir. Anlamı ise, ”mübarek" tir. ”Meryem oğlu", İsa'nın sıfatıdır.

Burada hitap, Meryem'e yöneltilmiştir. Öyleyse ”oğlun İsa" denmesi gerekirdi. Halbuki ”Meryem oğlu İsa" denmiştir. Çünkü, peygamberler annelerine değil, babalarına nispet edilirler. Burada, İsa'nın babasız olarak dünyaya geleceğine ve annesine nisbet edileceğine dikkat çekmek için böyle ifade edilmiştir. Onun için Meryem validemiz, âlemlerin kadınlarına tercih edilip, faziletli kılınmıştır.

Dünyada da, peygamberlikle ve insanların önüne geçmesiyle,

âhirette de şefaat etmesiyle ve cennetteki üstün derecesiyle İsa'nın

sânı yüce ve Allah'a yakın kılınanlardandır. İsa peygamber, göğe yükseltilip, meleklerlerle arkadaşlık etmesi ve Rabbine varmasıyla yakınlardan olmuştur.

46

Beşiğinde de, yetişkinliğinde de insanlara söz söyleyecektir.

Hazret-i İsa, hem çocukken, hem de yetişkin haldeyken, tıpkı bir peygamber gibi insanlara hitap edecektir. Bunun çocukluk ve yetişkinlikteki hitabı arasında hiçbir fark olmayacaktır. Şüphesiz bu da en büyük mucizelerden biridir.

Rivayet edildiğine göre: İsa (aleyhisselâm) 30 yaşına varınca, Allah onu, İsrail oğullarına peygamber olarak gönderdi. Peygamberlikte 30 ay kaldı. Sonra göğe yükseltildi. ”Yetişkinlik" (kehl), 40 yaşını geçip yaşlılığa yaklaşan demektir. İsa peygamber, yetişkinken insanlara hitap etmeyip, genç yaşta göğe yükseltildi. Dünyanın sonunda yere indirildiği zaman hitap edecek. Deccal'i de o zaman öldürecek.

O sâlihlerdendir.' Allah'ın, ”sâlih" sözünü zikretmesi, kişinin bundan daha üstün bir mertebesi olamıyacağına işarettir.

47

Meryem, Rabbine tazarruda bulunarak

dedi ki: 'Ey Rabbim! Benim nasıl çocuğum olabilir? Burada, Allah'ın şanını yüceltmek için bir hayret ifadesi vardır. Normalin dışında bir olay olduğu zaman, beşerin hayret etmesi gerekir. Babasız bir çocuğun dünyaya gelmesinde de âdet dışı bir olay cereyan etmiştir. O zamana kadar, öyle bir âdet görülmemişti.

Bana herhangi

bir insan dokunmadı.' Yani ben, hiçbir insanla cinsel ilişki kurmadım. Benim bu halim çocuk yapmaya engeldir.

Allah: 'İşte böyle, Allah, ne dilerse yaratır. Bir işe hükmedince ona ancak ”ol" der, o da oluverir' dedi. Allah, yaratmak istediği şeyi diler ve istediği gibi yaratır. İsa peygamberi tuhaf bir şekilde babasız olarak yaratmış olduğu gibi... Bir şeyi yapmaya karar verip ona hükmettiği zaman, ona sadece ”ol" demesi yeter. O da hemen oluverir. Bu durum, Allah'ın kudretinin kemalini ve takdir ettiği şeyleri, meşîeti (dilemesi) gereği yaptığını gösterir. Ayrıca burada, itaat eden yaratılmışın, emredici olan Allah'ın gücünü anlaması için yaratıcılıktaki hızına da işaret edilmiştir.

İbn Abbas der ki: ”Meryem validemiz odasındayken, karşısına bir perde oluşuverdi. O, üzerinde beyaz elbiseler olan Cebrail (aleyhisselâm) di. Meryem'e, yaratılışı tam bir insan şeklinde göründü. Onu görünce: ”Eğer takî (takva sahibi biri) isen, senden Rahmana sığınırım" dedi. Sonra (Cebrail) gömleğinin yakasına üfledi, bu üfleme rahime ulaştı ve hamile kaldı."

48

Allah, ona yazmayı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek. Allah, İsa peygambere, vahiy ve ilham yoluyla kalemle yazmayı öğretti. Böylece İsa peygamber, yaşadığı devirlerde, yazısı en güzel olan kişi oldu. Hikmetten maksad, şer'î ve aklî bilgiler ve ahlâkı güzelleştirmedir. Çünkü insanın kemali, amel işleyebilmesi için hakkı ve hayrı bilmesiyle mümkündür. Bütün bunlar, ”hikmet" kelimesiyle ifade edilmiştir. İsa peygamber, İncil ve Tevrat'ı da ezberden bilirdi. Bütün bu ifadeler, kocasız bir hanımın çocuk doğurması ve toplumun onu kınaması konusunda, Meryem validemizin gönlünü hoş etmek içindir.

49

Onu, İsrail oğullarına peygamber gönderecek. Yusuf peygamber, İsrail oğullarının ilk peygamberi, İsa peygamber ise son peygamberidir.

O, İsa peygamber onlara

diyecek ki: 'Gerçekten ben size Rabbinizden bir mucize getirdim: Çamurdan size kuş biçiminde bir şey yapar, ona üfürürüm de, Allahın izniyle derhal bir kuş olur. Burada geçen ”yaratmak" kelimesini, ”yapmak" mânâsına almak gerekir. Çünkü, Allah'tan başka hiçbir yaratığın yaratıp, yeniden birşey yapma gücü yoktur. İsa peygamberin kuş yapmasının sebebi, İsrail oğullarının, onu yalanlamalarını bırakıp, imana gelmelerini temin etmek içindir. Meydana getirilen bu kuş da, diğer kuşlar gibi canlı ve uçabilen bir kuştur. Bu kuş, Hazret-i İsa'nın bir mucizesi değil, Allahü teâlâ 'nın bizzat kuşu yaratmasıdır.

Rivayet edilir ki: İsa peygamber, peygamberliğini ilan edip mucize gösterdiği zaman, ondan bir yarasa yapmalarını isterler. O da biraz çamur alıp şekillendirir. Ona üfler ve hemen gökte uçmaya başlar.

Allah'ın izniyle,

Yine ben, anadan doğma körü ve alaca hastalığına yakalananı iyileştirir... ”Ekmeh" anadan doğma kör insan, ”ebras" ise cüzzamlı insan demektir. Aslında cildinde beyazlık olan kimse demektir. Uğursuz sayılırdı. Bu hastalık ilerleyince iyileşmez ve ilâçla gitmezdi. Araplar ondan nefret ettikleri gibi hiçbir şeyden nefret etmezlerdi. Burada bu iki hastalık zikredildi. Çünkü İsa peygamber döneminde, tıp ilminin çok ilerlemiş olmasına rağmen, bu iki hastalık tedavi edilemiyordu. Onun için bu iki hastalığa dikkat çekilmiş. İsa peygamberin, günde elli bin hasta tedavi ettiği, gücü yetenlerin ona geldiği, gücü yetmeyenlere onun gittiği rivayet edilir. İsa peygamber bu hastaları, iman etmek şartıyla sadece duâ ederek tedavi ederdi.

Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim. İsa peygamberden ölüleri diriltmesini istemişler. O da dört kişiyi diriltmiştir. Azer onun arkadaşıymış. Kız-kardeşini İsa peygambere göndererek, kardeşi Azer'in ölmek üzere olduğunu bildirmiş ve onu çağırmış. Bunların arasında üç günlük yol olmasına rağmen, Isa peygamber ashabıyla birlikte oraya varmış. Onlar yetişinceye kadar Azer ölmüştü. İsa peygamber, Azer'in kızkardeşinden, kendilerini kahire götürmesini istemiş, o da kabre götürmüş. İsa peygamber, kabrin başında şöyle duâ etmiş: ”Ey yedi kat yerin ve göğün Rabbi olan Allah'ım! Sen beni, İsrail oğullarına peygamber gönderdin. Ben onları senin dinine çağırıyorum. Ölüleri dirilttiğimi onlara bildiriyorum." Böylece Azer'i diriltti. Azer kalkıp kabirden çıktı. İsa peygamberin bundan başka, yaşlı bir kadının oğlunu, Âşir'in kızını ve Nuh'un oğlu Şam'ı da dirilttiği rivayet edilir. Yaşlı kadının oğlu ölmüştü. Sedye ile Hazret-i İsanın yanına götürülmüş, Hazret-i İsa Allah'a duâ etmiş, o da dirilip sedye üzerinde oturmuş, sonra inerek elbisesini giyerek ailesine dönmüş, yaşamaya devam etmiş ve çocuğu bile olmuş. Âşir (öşür alan)in kızı için de Hazret-i İsa'ya: ”O dün öldü, onu dirilt" dediler. Allah'a duâ etti, o da dirildi, yaşadı ve çocuğu oldu.

Evlerinizde yemeklerden

neyi yiyip yarına

neyi bıraktığınızı size haber veririm. İsa peygamber, bir adama, önceden ne yediğini ve sonradan ne yiyeceğini bildiriyordu. Kendisi mektepte çocuklara babalarının neler yaptığını bildirirdi. Ayrıca, evde babalarının ne yediklerini, ne sakladıklarını haber verirdi. Böylece çocuklar evlerine döner, sakladıkları şeyi kendilerine verinceye kadar ağlamaya devam ederlerdi. Babalar da çocuklarına ”bu sihirbazla oynamayın" derlerdi.

Elbette bunlarda sizin için, eğer iman ettiyseniz, kesin bir ibret vardır. Eğer gerçekten inanıyorsanız, gösterilen bu harikulade olaylarda sizin için, benim (İsa'nın) peygamber olduğuna dair açık deliller vardır.

50

Önünüzde bulunan Tevrat'ı tasdik edici olarak ve size haram kılman bazı şeyleri serbest bırakmak üzere (gönderildim.) Size Rabbinizden âyet getirdim. İsa peygamber gelmeden önce, İsrail oğullarına bazı yiyecekler haram kılınmıştı. Bunlar, balık eti, deve eti, iç yağı ve tırnaklı hayvanların etleri idi. İsa peygamber bu yasaklan kaldırmıştı. Bunlar, İsa peygamberin peygamberliğinin açık delilleriydi.

Getirilen bu helâlları kabul edip, onlara muhalefet etmeme konusunda

Allah'tan korkun ve size emrettiğim ve yasakladığım şeyler konusunda da

bana itaat edin.

51

Şüphesiz Allah, benim de, sizin de Rabbinizdir. İsyan ederek O'na şirk koşmayın.

O'na ibadet edin. İşte Allah'a ve peygamberine iman edip itaat etme yolu olan

doğru yol budur.' Sahibini cennete götürür.

52

Ne zaman ki İsa, onlardan küfrü hissetti: İsa peygamber, bütün bunlardan sonra kesin olarak anladı ki, gösterilen bunca mucizelere rağmen yine iman etmeyip inkâr etmeye devam edecekler. Bunun üzerine İsa peygamber:

'Allah'ın dinini zafere erdirmede bana yardım edecekler kim?' dedi. İsa peygamberin bu sorusu üzerine, sayıları oniki olan ve içlerinde bazılarının peygamber çocuğu, bazılarının balık avcısı, bazılarının boyacı ve bazılarının da elbise boyacısı olduğu

Havariler dediler ki: Allah'ın dinini zafere ulaştırmada

'Allah'ın yardımcıları biziz. Allah'ın dinine iman etmek, onun dininin zafer işaretidir, düşmanlara galibiyettir. Onun için,

biz Allah'a inandık. Ey İsa, sen de

şahit ol ki, biz muhakkak müslümanla rız. Senin getirdiğin dinin zafere ulaşması için, emrettiğin her şeye boyun eğeriz ve Allah'ın dinine samimiyetle tâbi oluruz.

53

Ey Rabbimiz! İsa peygambere

indirdiğine (İncil'e)

inandık ve İsa

peygambere de tâbi olduk, bizi şahitlerle beraber yaz.' Bizi, senin birliğine şehadet edenlerle beraber yaz. Veya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetiyle beraber yaz. Çünkü Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmeti, bütün insanlara şahitler olacaktır.

54

Yahudiler, bir kişi tayin edip gizlice İsa peygamberi öldürmek üzere

hile yaptılar. O kişi, İsa peygamberi öldüreceği yere götürüp, hile ile öldürecekti. İsa peygamberi, göğe yükselterek,

Allah da onların hilelerine mukabelede bulundu. Böylece, İsa peygamberi öldürmeyi plânlayan kişinin kalbine şüphe düşürdü ve o kişi öldürüldü.

Allah, yapılan hileye mukabelede bulunanların en hayırlısıdır. Allah, tuzak kuranların en güçlüsü, bunu en iyi infaz eden ve hiç umulmadık yerlerden, onlara zarar vermeye en iyi kadir olandır, gelecek zarardan onları kurtarır.

Rivâyet edildiğine göre İsrail oğulları'nın kralı, İsa peygamberi öldürtmeyi tasarlamış ve ona, küçük penceresi olan bir eve girmesini emretmiş. Cebrail (aleyhisselâm) de, İsa peygamberi bu küçük pencereden göğe yükseltmiş. Allah da kendisine tüy ve nurdan elbise giydirmiş. Ondan yeme ve içme duyusunu almış. Böylece, Arş'ın etrafında meleklerle uçmaya başlamış. Dolayısıyla İsa peygamber, yerli, göklü, melek ve insan sıfatlarına sahip olmuş. Sonra Cebrail, onların tayin ettikleri o pis adama: ”İçeri gir ve onu öldür" demiş. Adam eve girmiş, fakat Allah, ona İsa Peygambere benzer bir sûret vermiştir. Dışarıya çıkmış ve evde kimsenin olmadığını bildirmiş. Bunun üzerine, o adamı öldürmüş ve asmışlar (çarmıha germişler). Sonra da ”Yüzü İsa'nın yüzüne benziyor muydu?" diye sormuşlar. Bunun üzerine aralarında çok büyük tartışmalar olmuş.

Eğer ”mekr-hile", kullardan birisi tarafından gerçekleştirilirse; bu, hile, aldatma, kandırma ve kötü bir şey mânâsınadır. Aynı şey, Allah tarafından olursa, yavaş yavaş kulların bir tehlikeye yaklaştırılıp, onların bilmedikleri bir şekilde yakalanması demektir.

55

Allah'ın: 'Ey İsa! Seni ancak ben öldüreceğim. Yani seni eceline tam bir şekilde yetireceğim dediğini hatırla. Bunun anlamı, seni inkârcılann öldürmelerinden koruyacağım ve ölümünü senin için yazdığını eceline kadar erteleyeceğim. Seni onların öidümıesiyle değil, kendi ecelinle öldüreceğim, demektir.

İkram ve nimet mahallini ve meleklerimin karargâhını göstermek üzere,

seni kendime yükselteceğim. Allah'ın İsa peygamberi kendisine yükseltmesi, onu yüceltmek içindir.

Bu durum, İbrahim peygamberin: ”Ben Rabbime gidiyorum" (Sâffât: 99) diyerek, Irak'tan Şam'a gitmesine benzer. Hacılara, ”Allah'ın ziyaretçileri", Kâbe'ye komşu olanlara da, ”Allah'ın komşuları" diye isim verilmiştir. Bütün bunlar, tazim ifadeleridir.

Ben seni,

inkârcılardan onların kötü komşuluklarından, kötü arkadaşlıklarından ve kötü muamelelerinden uzaklaştırıp, kurtararak

temiz kılacağım.

İsa peygamber, Deccal'in zamanında, âdil bir hakem olarak gökten yere inecek, putları kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak, mal o kadar bollaşacak ki, kimse dönüp de ona bakmayacaktır. Onun yaşayacak olduğu bu zamanda, İslâm dini hariç, bütün dinler helâk olacaktır. Deccal'i öldürecek ve ondan sonra da bir Arap kadınıyla evlenip o kadından çocuğu olacaktır. Yeryüzüne inip kırk yıl yaşadıktan sonra ölecek ve Müslümanlar onun namazını kılacaktır. Çünkü İsa peygamber, bu ümmetten olmak için Allah'a duâ etmiş, Allah da onun duâsını kabul etmiştir.

Sana uyanları, kıyamet gününe kadar inkarcılardan üstün kılacağım. ”Sana uyanlar" dan kasıt, Müslümanlardır. Çünkü, Müslümanların şeriatları farklı ise de, İslâm'ın aslına uyanlar Müslümanlardır. Onu yalanlayan ve ona karşı yalan söyleyen yahûdî ve hristiyanlar değil. ”İnkarcılar" dan kasıt da, Hazret-i İsa'ya hile yapanlardır. Müslümanlar, üstünlük, dine bağlılık ve delil bakımından onlardan daima üstündürler. Müslümanlar, kıyamete kadar onlara üstün gelecektir.

Ey İsa'ya tâbi olanlar ve onun asaletini inkâr edenler!

Nihayet sizin dönüşünüz banadır. O gün, dînî konularda

ihtilâf ettiğiniz hususlarda, aranızda ben hüküm vereceğim,' dediğini hatırla.

56

İnkârcılara gelince, onları dünyada da, kılıçla, esir alarak, cizye alarak, hastalık ve belâları aralarına yayarak, azaba çarptıracağım. Çünkü bunlar kâfirler hakkında ceza, mü'minler hakkında ise bir lütuftur. Çünkü bunlar, mü'minler için imtihandır.

Ahirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım;

Onların, ne dünyada, ne de âhirette, Allah'ın azabından kurtaracak

hiçbir yardımcıları yoktur.

57

Ona indirilene

inanıp, Müslümanların yaptığı gibi

sâlih amellerde bulunanlara gelince, Allah onlara amellerinin karşılığını tam olarak

verecektir. Allah zalimleri sevmez. Onlara buğzeder ve onlardan razı olmaz.

58

İsa peygamber ve diğerleri hakkındaki

bu haberleri âyetlerden ve hikmetli Kur'ân'dan sana okuyoruz. Ey Rasûlüm Muhammed! Bu âyetleri sana okuyoruz. Âyetleri Hazret-i Peygambere okuyan Cebrâil olmasına rağmen Allah, bunu kendisine isnat etmiştir. Çünkü Cebrail'in (aleyhisselâm) okuması, Allah'ın onu görevlendirmesiyle olmaktadır.

Hakîm, hikmetli, hikmet dolu ve muhkem yani, kendisine, çelişki ve çarpıklıkların dokunmadığı şey anlamına gelir.

59

Şüphesiz İsa'nın, misâller silsilesindeki eşsiz

hali, Allah katında Adem peygamber

in haline benzer. Adem peygamberin akıllara durgunluk veren durumu konusunda, hiçbir şüpheci, şüphe etmemiş, hiçbir çekişmeci de çekişmeye girmemişti.

Allah,

0'nun kalıbını

topraktan yaratıp, sonra ona insan

'ol' dedi. O da oluverdi.

Rivâyet edildiğine göre, Necran heyeti Medine'ye geldi. Bunlar eşraftan olan ondört kişiydi. İçlerinde onların efendisi yani büyüğü, Âkib yani görüşüne bavurdukları kimse ve bir din adamı olan Ebû Hârise b. Alkâme de vardı. Bir ikindi namazı sonrasında Hazret-i Peygamber'e ulaştılar. Üzerlerinde değerli giysiler vardı. Kalkıp kıblelerine dönüp, namaz kıldılar. Hazret-i Peygamber'in ashabının onları engellemek istemeleri üzerine, Hazret-i Peygamber: ”Bırakın onları" buyurdu. Daha sonra, Ebû Hârise b. Alkame ile bir başkası, Hazret-i Peygamber'e vardılar. Peygamber efendimiz onlara: ”Müslüman olun" dedi. Onlar da: ”Senden önce müslüman olduk" dediler. Hazret-i Peygamber: ”Yalan söylüyorsunuz. Sizin şu üç hareketiniz müslüman olmanıza engeldir: Haça tapmanız, domuz yemeniz ve Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmeniz" buyurdu. Adamlar: ”Niçin Peygamberimiz olan İsa'ya sövüyorsun? dediler. Hazret-i Peygamber: ”Ne diyorum?" dedi. ”O'nun bir kul olduğunu söylüyorsun" dediler. Hazret-i Peygamber: ”Evet, o Allah'ın kulu ve elçisi, Allah'ın bekâr ve temiz olan Meryem'e ilkâ ettiği kelimesidir" buyurdu. Onlar da kızarak dediler ki: ”Sen babasız insan gördün mü hiç? Senin de kabul ettiğin gibi, onun babası olan bir insan yoktur. Öyleyse onun babası Allah'tır." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Âdem peygamberin de ne annesi, ne babası vardı." buyurdu. Bunun üzerine âyet indi. Bundan, Allah'ın oğlu olması gerekmez. İsa peygamber'in durumu da böyledir. Babasız ve annesiz yaratılmak, sadece babasız yaratılmaktan daha büyük bir harikuladeliktir. Hasmın şüphesini gidermek için, çok daha tuhaf ve insanı hayrete düşüren birşey, tuhaf olan bir şeye benzetilerek misâl verilmiştir.

60

İsa peygamber ve onun annesi hakkında sana anlattığımız

gerçek, Rabbindendir. Hristiyanlarm ”o Allah'ın oğludur" sözü ve Meryem'in bir ilâh doğurduğunu söylemeleri gerçek değildir.

Öyle ise şüphecilerden olma. Bu konuda sakın şüpheye düşme, gerçekten hak olanı, hak olarak bilmeye devam et. Şüpheden uzak dıır, itminana er. İmanı Ebû Mansûr ”ismet (korunmuş olmak), mihneti gidermez, yasağı da kaldırmaz" der.

61

Hristiyanlardan

her kim, sana bilgi geldikten sonra, onun (İsa'nın) hakkında İsa Peygamber ve onun annesi konusunda, açık ve kesin âyetleri senden dinledikten sonra, yine kötülük ve sapıklıkta devam edip,

seninle çekişmeye girerse, onlarla konuşmayı kes, onlara inatçılar gibi muamelede bulun ve onlara

de ki: 'Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimiz ve kendinizi çağıralım... Onlar sadece bedenleriyle orada bulunuyorlardı. Onlara, iddia ve delillerinizi de getirin dendi. Âyet, sadece erkek oğulları zikretmesine rağmen şumûlûnde evlatlarınız manası vardır ki oğullarınız ve kızlarınız demektir. Sadece erkekleri zikretmesi, erkeklerin yaradılışta daha izzetli olmasındandır. Bizden ve sizden herkes, değerli bildiğini ve kalbinin bağlı olduğu, duâsının kabul edildiğine inandığını çağırsın

da, duâ ve niyaz edelim, Allah'ın lânetini, yalancılar üzerine kılalım.'

Rivâyet edilir ki: Onlar duâ ve niyazla lanetleşmeye çağırıldıkları zaman, ”dönüp bakalım" dediler. Birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman, Abdülmesih'e ”görüşün ne?" diye sordular. O da ”Ey Hristiyan topluluğu! Siz biliyorsunuz ki Muhammed, gönderilmiş bir peygamberdir. Size, sahibiniz Hazret-i İsa'nın emrinden bir bölüm getirmiş. Allah'a yemin ederim ki, hiçbir toplum yoktur ki peygamberle lanetleşsinde, büyükleri yaşasın, küçükleri yetişsin. Yani peygamberle lanetleşip de yaşayan hiç bir millet yoktur. Eğer böyle yaparsanız, helâk olursunuz. Eğer dininizde devam etmek istiyorsanız, onunla vedalaşıp, ülkenize dönün" dedi. Bununu üzerine Hazret-i Peygambere geldiler. O, Hüseyin'i kucağına almış, Hasanın da elini tutuyordu. Hazret-i Fatıma, Peygamber'in arkasında, Hazret-i Ali de Fatıma'nın arkasında yürüyordu. Bu esnada Hazret-i Peygamber: ”Ben duâ ettiğimde, siz de âmin deyin" buyurdu.

Bunu gören Necran'lı din adamı şöyle dedi: ”Ey Hristiyan topluluğu! Ben öyle yüzler görüyorum ki, Allah bir dağı yerinden yok etmek isteseydi, o yüzler sebebiyle yok ederdi. Lânetleşmeyin, helâk olursunuz."

Daha sonra Hazret-i Peygambere hitaben ”Ey Ebü'l-Kâsım! Seninle lânetleşmeyip anlaşmaya ve sana her yıl, bin tanesi Safer ayında, bin tanesi de Recep ayında olmak üzere ikibin elbise ile otuz tane demirden yapılmış âdi zırh vermeye karar verdik" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber, onlarla anlaşma yaptı ve onlara böyle bir yazı yazdı.

62

İşte, İsa peygamber ve annesine ait anlatılan

bu haber,

elbette en doğru bir haberdir. Hristiyanların anlattıkları ise yalandır.

Allah'tan başka hiçbir

ilâh yoktur. Buradaki ifadede, Hristiyanların teslis inancını red için tekid ifade eden istiğrak ”min"i kullanılmıştır.

Allah hiç şüphesiz yegâne galiptir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir. Allah, her şeye kâdir olup, bütün bilgileri bilir ve onun ilmi her şeyi kuşatır, uluhiyette hiçbir kimse ona ortak olamaz.

63

Eğer, bu açık ve parlak delilleri gözleriyle görüp de yine tevhidten

yüz çevirirlerse, Allahü teâlâ, o

fesatçıların fesadını

hakkıyla bilir ve onları cezalandırmaya gücü yeter.

64

De ki; 'Ey kitap ehli olan yahudi ve hristiyanlar!

Bizimle sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin: Hazret-i Peygamber, kitap ehlinin iman etmesini çok istiyordu. Allah ona, delil ve mücadele konusunda her akl-ı selim sahibinin görebileceği bir metod izlemesini emretmiştir. Burada da adalet üzerine kurulmuş bir ifade vardır. ”Gelin ey kitap ehli!" Allah'ı bir olarak tanıyıp, ibadette samimi olmak üzere

Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim. Allah'tan başkasını ibadetlerimize ortak etmeyelim ve,

Allah'a hiçbir şeyi ortak tanımayalım, Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabb'ler edinmeyelim.' Üzeyr Allah'ın oğludur, Mesih Allah'ın oğludur gibi bâtıl şeyler ileri sürmeyelim. Din adamlarının ortaya atmış olduğu helâl ve haramlara da itaat etmeyelim. Çünkü onlar da bizim gibi insanlardır.

Sizin onları tevhide davet edip şirki bırakmaya çağırmanıza rağmen,

yine yüz çevirirlerse, sen ve mü'minler,

onlara deyin ki: 'Şahit olun, biz muhakkak Müslümanlarız.' Yani, delil sizleri ilzam edip, sadece bizim müslüman olduğumuzu itiraf ediniz.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, Kayser'e şunları yazmıştır: ”Allah'ın elçisi Muhammed'den (sallallahü aleyhi ve sellem). Rum büyüğü Herakliyüs'e. Hidâyete tâbi olanlara selâm olsun. Seni islâm'a çağırıyorum. Müslüman ol ki, kurtulasm. Müslüman ol ki, Allah sana iki kat mükâfat versin. Eğer yüz çevirirsen, Erisliler'in günahı sanadır. De ki: Ey kitaplılar! Sizinle bizim aramızda eşit olan bir kelimeye geliri. Yalnız Allah'a kulluk edelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah'ı bırakıp da birbirimizi Rabb'ler edinmeyelim... Şahit olun, biz Müslümanlarız."

Sahih bir habere göre. Meraki iyüs. Hazret-i Pey ımbeı in durumunu sonnuş ve ona gelen yazıdan öğrenmişti, sonra da ”yanında olsaydım, onun ayaklarını öperdim" demiş. Çünkü o, daha önceki kitaplardan. Hazret-i Peygamberin doğruluğu hakkında bilgiler edinmişti. Fakat başkanlığın elinden gitmesinden korkuyordu.

Hazret-i Peygamber, Fars Kralı Kisra'ya da mektup yazıp İslâma davet etmişti. Kisra, kendisine verilen mektubu yırtmış, elçiyi de öldürmek istemişti. Elçi geri döndükten sonra, Hazret-i Peygamber ona beddua etmiş ve şöyle demişti: ”Allah onların mülkünü dağıtsın, ebediyyen mülk sahibi olamasınlar." Nitekim öyle oldu.

65

Ey Kitap ehli! olan Yahudi ve Hristiyanlar!

İbrahim (aleyhisselâm)

hakkında neden çekişip duruyorsunuz?

Yahudi ve Hristiyanlar, İbrahim peygamber hakkında tartışmaya girmişlerdi. Her iki grup da. İbrahim peygamberin kendilerinden olduğunu iddia edip, Hazret-i Peygambere karşı övünmüşlerdi. Bu âyet, zikredilen bu olay üzerine nazil oldu. Âyetin manası, ”neden İbrahim Peygamberin sizden olduğunu iddia ediyorsunuz?" dur.

Oysa Mûsa peygambere indirilen

Tevrat da, İsa peygambere indirilen

İncil de ondan yani Hazret-i İbrahim'in vefatından

sonra indirilmiştir. Size yahudi ve hristiyanlık isimleri kitap indirildikten sonra verilmiştir. Görüşünüzün bâtıl olduğuna

aklınız ermiyor mu ki, imkânsız olan şeyler konusunda çekişmeye girişiyorsunuz? İbrahim (aleyhisselâm) ile, Mûsa (aleyhisselâm) arasında tam bin yıl geçmiştir. Mûsa ile İsa arasında da iki bin yıl geçmiştir. İbrahim peygamber nasıl kendisinden uzunca zaman sonra gelmiş olan bir dinin mensubu olur?

66

İşte

sizler, o ahmak ve gafillersiniz ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)

hakkında Tevrat ve İncil'den

bilgiler

elde etmiş olduğunuz konuda çekişmeye giriyorsunuz. Bu neyse,

ama kendisiyle ilgili kitaplarınızdan

hiçbir bilgi almadığınız kişi olan İbrahim Peygamber

hakkında nasıl çekişmeye girişiyorsunuz? Sizlerin, iki kitabınızda da yani İncil ve Tevrat'ta İbrahim'in (aleyhisselâm) dini hakkında herhangi bir şey anlatılmamıştır.

Sizin ortaya attığınız ve bize de öğretmeye çalıştığınız delillerinizi

Allah bilir. Sizin tartışmaya girdiğiniz konulan ise

siz bilmezsiniz.

67

İbrahim ne yahudi, ne de hristiyandı. Fakat o, sapık inançlardan arınmış, Allah'a boyun eğen bir müslümandı. Müşriklerden de değildi Buradaki müslümandan maksat, Allah'a itaat eden, boyun eğen, demektir. Yoksa Hazret-i İbrahim'in İslâm dini üzere olduğu kasdedilmemiştir.

"Müşriklerden değildi" ifadesinde ”Üzeyr, Allah'ın oğludur" diyen yahûdilerin müşrik olduklarına ta'riz ve İbrahim peygamberin dininden olduklarını iddia eden müşrikleri de red vardır.

68

Gerçekten İbrahim'e, onun dininden olduğunu iddia etmede

insanların en yakını, onun zamanında

ona tâbi olanlarla şu peygamber Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)

ve inananlardır.

Hazret-i İbrahim'e insanların en yakını, Hazret-i İbrahim döneminde ona uyanlarla, Hazret-i İbrahim'e uyduğu için Hazret-i Peygamber efendimiz ve bu ümmetten Allah'a ve peygambere inananlardır. Çünkü, İbrahim peygamberin getirdiği birçok hükümler asıl itibariyle, bu ümmet tarafından da uygulanmaktadır.

Allah da mü'minlerin dostudur. Onlara yardım eder ve onları imanlarından dolayı güzel bir şekilde mükafatlandırır.

69

Kitap ehlinden bir grup istedi ki, İslâm dininden saptırıp, inkârcılığa sevkederek

sizi şaşırtsınlar. Burada ”bir grup" tabiri kullanılmıştır. Çünkü, kitap ehli içerisinde Allah'ın âyetlerini okuyan bir ümmet de vardır.

Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar da, farkında değiller. Daha bilmiyorlar ki, onları saptırmaya çalışmaları, sadece kendilerinin veballerini artıracak, zararları kendilerine dokunacak ve azapları kat kat olacaktır.

Allahü teâlâ daha önce kitap ehlinin yolunun haktan yüz çevirmek ve getirilen delilleri kabul etmemek olduğunu belirtince, burada ayrıca onların bununla yetinmediklerini, aksine Hazret-i Peygambere inananları şüpheye düşürmek suretiyle saptırmaya çalıştıklarını beyan etmiştir.

İnsanlar amel ve itikat bakımından farklıdırlar. İçlerinde öyleleri vardır ki, onlar korunmuş kaleye benzerler. Bütün insanlar onları sapıtmaya çalışsalar bile, yine de bir şey yapamazlar. Bu rütbe, dinde öyle bir rütbedir ki, oraya ancak peygamberler, veliler ve bazı mü'minler ulaşabilir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurur ki: ”Örtü açılmış olsaydı, yine de yakînim artmazdı."

İnsanlar içerisinde öyleleri de vardır ki, bir heva rüzgârı esse, onları istediği gibi savurur. Hadis-i şerifte: ”insanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir" buyuru lmuştur.'24' Yani insanlar, söz, ahlâk ve amel madenleridir. Altın ve gümüş madenlerinde farklılıklar olduğu gibi, insanlarda da farklılıklar olur. Çünkii, madenler de derece derecedir. Burada, huyların da derecelerine işaret edilerek, mekârim-i ahlâkın cevherlerine dikkat çekilmiştir. Cevherlerin madenlerden, bazı ölçülerle ve birçok yorgunluk çekildikten sonra çıkarılması gibi, ahlâk cevheri de ancak, nefsi riyazete çektikten sonra çıkarılabilir.

Şair ne güzel söyler:

Yüksek rütbeler, çalışmayla kazanılır.

Yücelmek isteyen, geceleri uykusuz kalmalı.

Yücelik istiyor, fakat geceleri uyuyorsun.

İnci yakalamak isteyen denize dalmalıdır.

70

Ey kitap ehli! İncil ve Tevrat bile Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamberliğini tasdik ettiği halde,

siz, Allah'ın âyetleri olduğunu

bildiğiniz halde, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?

71

Ey kitap ehli! Siz bilip dururken ve kitabınızda mevcutken,

neden Mûsa ve İsa peygamberlere indirilen kitapları tahrif edip elinizle yazmak suretiyle ve güya bâtıl olduğunu göstermek için birini diğerine ilâve ederek

hakkı bâtıla karıştırıyor ve gerçeği yani Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini

gizliyorsunuz?

72

Kitap ehlinden bir grup: 'Kendilerine indirilene iman edenlere, günün evvelinde inanın, sonunda da inkâr edin. Olur ki mü'minler de

dönerler' dedi.

Kitap ehlinin büyüklerinden ve başkanlarından bir grup, kendilerine tâbi olanlara, sabahleyin Kur an'a inanmalarını ve daha sonra da inkâr etmelerini söylemişlerdir. Böylece, müminlere iman etmiş olarak görünecekler. Sonradan da düşünüp, güya mü'minlerin görüşlerinin çarpık olduğunu anlayacaklar ve döneceklerdir. Böylece mü'minler de onlarla beraber döneceklerdir.

Burada, ”bir grup"tan kasıt, Ka'b b. Eşref ile Mâlik b. Sayftır. Kıble değiştirildiği zaman arkadaşlarına ”Kâ'be'ye doğru namaz kılmaları konusunda onlara indirilene inanın ve sabahleyin Kâ'be'ye doğru namaz kılın. Sonra da Beytıi'l-Makdis'e doğru namaz kılın. Belki mü'minler: 'Onlar bizden daha iyi bilirler, bakınız döndüler' derler ve kendileri de dönerler" demiştir.

73

Ve yine onlar, Muhammed'e uyup müslüman olanları bırakın,

'sizin dininize uyanlardan başkasını kabul ve tasdik etmeyin' (dediler.) Ey Rasûlüm Muhammed!(sallallahü aleyhi ve sellem) Sen onların başkanlarına

de ki: 'Hidâyet, Allah'ın hidâyetidir. Onunla istediğini imana eriştirir. O imanda da sabitleştirir. Sizin hile ve tuzağınız ona zarar veremez.

Size verilenin benzerinin başka birine verilmesinden veya Rabbinizin katında kıyamet günü

aleyhinize delil getirmelerinden (korkarak mı tasdik etmiyorsunuz?') Size verilen kitap ve ilmin benzeri bir başkasına verildiği veya kıyamet gününde size delil getirip sizi susturacağı için siz bu sözü söylediniz ve bu tuzağı kurdunuz. (125)

De ki: Lütuf, hidayet ve inayet,

Allah'ın kudret elindedir. Onu, kullarından

dilediğine verir. Allah'ın kudreti geniş, ilmi de tamdır.' Allah'ın kudretinin tam olmasından dolayıdır ki, kullarından dilediğine lütuf ve ihsanda bulunur. İlminin kemalinden dolayıdır ki, doğruluk ve hikmetin dışında hiç bir fiili yoktur.

74

Rahmetini, dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf ve inayet sahibidir.' Bu ikisi de, daha önce geçenin kapsamış olduğu şeye eklemede bulunmak içindir. Şöyle ki: Yahudileri bu düşünceye iten, onların kıskançlığıydı.

Esmaî şöyle anlatır: ” 120 yaşına gelmiş bir arap gördüm. Ona, ömrünü uzatan şeyin ne olduğunu sordum. 'Hasedi bıraktım ve bâkî kaldım' cevabını verdi."

Denildi ki: ”Şunlarda hasetçinin özelliklerindendir: Gördüğünde dalkavukluk eder, uzaklaşınca gıybet eder ve bir belayla karşılaşınca sövüp sayar." Şair de şöyle der:

Allahü teâlâ bir fazileti yaymak dilediğinde,

Bu iş için kasetçinin dilini vasıta kılar.

Eğer ateş, kendisine komşu olanla tutuşmasaydı,

Odunun güzel kokusu bilinmezdi.

Haset, nefsin yerilen huylanndandır. Tevhid, zikir ve Cebbar olan Allah'ın eserlerine bakarak, o kötü huyları yok etmek gerekir. İnsanların, bilgi, amel ve buna benzer diğer faziletli sıfatlanndakı makamlarının farklı olması, onlar için rahmettir. Bu farklılık, aziz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. Allahü leala, Kitabında kıskançları şu şekilde yermiştir: ”Yoksa Allah'ın, lütfundan insanlara verdiklerini onlardan kıskanıyorlar mı?" (Nisa: 54) Gıbta ise, övülen bir huydur. Allah bizleri, şerefli sıfatlarla ve lâtif ahlâkla süsleyip haset ve bugzetmekten uzak kılsın.

75

Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona bir kantar (dolusu mal) emanet etsen, onu eksiltmeden ve inkâr etmeden

sana öder. Abdullah b. Selâm gibi. Kureyş'li birisi, Abdullah b. Selâm'a 2000 ukye para emanet etmiş, o da bu meblâğı sonradan iade etmişti. Kitap ehlinden emanete riayet edenler, daha sonra müslüman olanlardır.

Onlardan öyle kimse de vardır ki, ona bir (tek) dinar emanet etsen, üzerinde durmadıkça onu sana ödemez. Kâ'b b. Eşref bunlardan biridir. Kureyşli bir zat, ona bir tek dinar emanet etmişti. O da bunu inkâr edip geri vermemişti. Bunun üzerine Allah onu yerdi. Kitap ehlinden hıyanet ehli olan kimseler, yahudi ve hristiyan olarak kaldılar.

Buradaki anlam, kitap ehlinden öyle insanlar vardır ki, onlar emanet ehli olma konusunda zirveye ulaşmışlar. Onlara çok fazla miktarda bir mal emanet edilmiş olsa, yerine iade ederler. Öyleleri de vardır ki, hıyanetin zirvesine ulaşmış olup, kendilerine azıcık bir şey emanet etmiş olsanız, ona ihanet ederler.

Sen üzerinde durup, başına dikilmedikçe ve birtakım deliller göstererek muhakeme olmadıkça sana hakkını ödemezler. Bu hakları ödemeyişlerinin sebebi,

Bu onların, kitap ehli olmayan

'ümmîler hakkında bize karşı bir yol (sorumluluk) yoktur' demelerindendir.

"Ümmî" anneye mensup olan, demektir. Hazret-i Peygamber de, ”ürnmî" diye adlandırılmıştır. Çünkü yazmasını bilmiyordu. Böylece, ”üm=ana" demek, bir şeyin aslı demektir. Yazmasını bilmeyen kimseye anadan doğduğu andaki durumu üzere kaldığı için bu isim verilmiştir.

Bu durumu, kitaplarında mevcut olduğunu iddia ederek,

bildikleri halde, Allah'a karşı yalan söylerler. Onlar yalancıdırlar. Allah'a iftira ediyorlar. Çünkü, kendilerine muhalefet edene zulüm yapmayı helâl sayıyorlar. ”Onlar hakkında, Tevrat'ta bir haramlık yoktur" diyorlar. Bu konuda, Allah'a karşı yalan uyduruyorlar. Halbuki, emanete riayet etmek, bütün dinlerin gerekli kıldığı bir husustur. Başkasının malını alıkoymak ve ona hıyanet etmek haramdır.

76

Hayır! Ümmîlere karşı sorumlulukları vardır.

Kim, Allahü teâlâ 'nın Tevrat'ta Hazret-i Peygambere iman etme ve emanete riayet etme konusunda kendilerinden aldığı

ahdini yerine getirir, şirk

ve hıyanetten

sakınırsa, Allah da, ahdini bozmayan, hain ve gaddar olmaktan

sakınanları sever.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Şu dört haslet kimde bulunursa, o kimse halis münafık olur. Kimde de o dört hasletten biri bulunursa, o kimsede de, o hasleti terkedinceye kadar münafıklık vardır: Kendisine bir şey emanet edilince ona hiyanet eder, konuştuğunda yalan söyler, söz verdiği zaman sözünden döner ve bir kimseye hasım olduğu zaman f'ısk ve fücur işler. Yani haktan sapar." Bu, münafığın alâmetinin sadece dört taneden ibaret olduğunu göstermez. Kimlerin, içleri dışlarına uymazsa, onlar münafıktırlar.

Akıllı kimseye düşen, her hâl-ü kârda sözüne sadık olup, verdiği sözü yerine getirmeye çalışmaktır.

Anlatıldığına göre, gencin biri, dünyanın güzelliklerine bakmamak üzere, Allahü teâlâ  ile bir sözleşme yapar. Günün birinde, pazara uğrar ve orada, inci ve cevherle işlenmiş bir kemer görür. Ona bakar ve beğenir. Sonra geçip gider. Daha sonra kemerin sahibi ona bakar. Genç, orayı terkettiği zaman, adam da kemeri kaybeder ve bulamaz. Hızlıca koşup, gence ulaşır ve: ”Ey hırsız, şöyle şöyle tarif ettiğim kemerimi ver" der. Olay padişaha intikal eder. Padişah, gencin yaklanmasını emreder. Kemeri gencin belinde bulurlar. Padişah gence: ”Ey genç, iyi kimseler gibi elbise giyinip, kötü işler yapmaya utanmıyor musun?" der. Bunun üzerine genç: ”Vazgeçiyorum, vazgeçiyorum efendim! Allahım, bu gibi işi bir daha yapmıyacağım" der. Padişah, gencin dövülmesini emreder. Dövmeleri için soyunur. Bir de ne görsünler! Görünmeyen birisinden bir ses işitilir: ”Bırakın onu. Dövmeyin. Onu te'dib etmek istedik!" Sonra padişah, bu gencin yanına gelip, alnından öper ve der ki: ”Şu olayı bana bir anlat bakalım." Genç de anlatır. Padişah hayrete düşer ve ”...verdikleri sözü yerine getirenler..."(Bakara: 177) âyetini okur. Bunun üzerine kemer sahibi, gence şöyle der: Bu kemeri sana veriyorum, Allah’aşkına kabul et ve bana hakkını helâl et. Genç de: Benden uzak dur. Bu, senin işin değil, bütün işler ancak sanat sahibinin (Allah'ın) dır. Varlık üzerinde, Hakk'tan başkası etkili olamaz." der.

77

Allah'ın Rasûlüne iman ve emanete riayet konusunda,

Allah'a verdikleri sözü ve onlara iman ve yardım etme

yeminlerini az bir değer karşılığında satanlar, işte bu çirkin sıfatı taşıyan

kimselerin, ahirette nasibi yoktur. Onlara kızıp öfkelendiği için,

Allah onlarla konuşmayacak, kıyamet gününde onlara bakmayacak, onları temize çıkarmayacaktır. Onları övmeyecek ve giinah kirlerinden temizlemeyecektir. İşledikleri kötülüklerden dolayı

onlara, acıklı bir azap vardır.

Bu âyet, Tevrat'ı tahrif edip, Hazret-i Peygamberi öven kısmı değiştirerek Buna karşı rüşvet alan Yehudiler hakkında nazil olmuştur. ”Allah onlara bakmayacak" tan kasıt, onlara olan öfkeden dolayı, onları aşağılamaktır.

78

Tahrifata

Yahudilerden, Kâ'b b. Eşref, Mâlik b. Sayf ve yandaşları gibi

bir grup var ki, kitaba doğru dillerini eğip bükerler ve onu öyle okurlar

ki, siz onu kitaptan sanasmız. Halbuki o, kitaptan değildir. Ve derler ki: 'O muharref kitap

Allah katındandır.' Halbuki o tahrif edilmiş olan kitap

Allah katından indirilmiş

değildir. Allah kelâmı da değildir.

Böylece onlar, bile bile Allah'a yalan isnadında bulunuyorlar. Onlar yalancı ve iftiracılardır. Bu ifade, onların kasıtlı olarak yalan isnadında bulunduklarını tescil etmektedir.

79

Allah'ın kendisine Tevrat gibi hakkı konuşan ve tevhidi emreden bir

kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği kimsenin, insanlara: 'Allah'ı bırakıp da bana kul olun' demesi yakışmaz. Burada, onların, peygamberlerine iftirada bulundukları açıklanmaktadır. Necran Hristiyanları: ”İsa bize, kendisini Rab edinmemizi emretti" demişlerdi. Beşer olsun veya olmasın, hiçbir kimse için böyle bir durum söz konusu değildir. Allahü teâlâ  bir kimseye, şeref verip ona birçok yüce hakikatleri bildirirse, onun böyle yapması nasıl düşünülebilir?..

Fakat onun insanlara,

Kitabı öğrettiğiniz ve okuduğunuz şeyler uyarınca: 'Rabbinize halis kullar olun' demesi yakışır.

"Rabbani", Rabb'e mensup olan, ilim ve amel bakımından kemale ermiş olan, Allah'a ve onun dinine sıkı sıkıya sarılmış olan halis kul demektir. Bu ifade, ilâhı tanıyıp, ona itaat eden kimseye ”recülün ilâhiyyün-ilâha mensup bir adam" denmesine benzer bir ifadedir.

80

Size, melekleri ve peygamberleri Rabb'ler edinmenizi de emretmez. Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bir insanın daha sonra, insanların kendisine ibadet etmesini istemesi, yakışık olan bir şey olamaz. Kureyşlilerin ”Melekler, Allah'ın kızlarıdır" demeleri, Yahudi ve Hristiyanların da ”Üzeyr Allah'ın oğludur, Mesih Allah'ın oğludur" demeleri gibi, melekleri ve peygamberleri Rabb edinmeyi emretmesi aklın alacağı bir şey değildir.

Siz ınüslüman olmuşken, size inkârı emreder mi? Sizler, ihlâs ve samimiyetle tevhide inandıktan sonra; size, meleklere ibadet etmeyi ve nebilere secde etmeyi mi emrediyor? Eğer bu şekilde size inkârı emrederse, kafir olur ve Allah ondan peygamberliği ve inancı çekip alır. Çünkü Allah, vahyi ve kitabı ancak, temiz nefislere ve pak ruhlara verir. Bir insan, hem peygamberliği, hem de Allah'tan başkasına ibadet etmeye çağırmayı birlikte yapamaz.

Bilmiş ol ki, ilim ve araştırma, rabbânîliğin (halis kul olmanın) asıl sebebidir. Kim ilim kazanmaya çalışır ve bu ilmi, amel için bir vesile kabul etmezse, onun çalışmasının boşa gitmesine delil olarak yeter. Ve bu kimse güzel bir ağaç dikerek manzarasını beğenen, fakat meyvesinden istifade etmeyen insana benzer. İlimsiz amel ve amelsiz ilim bunların hiçbiri, tek başına Allah'a yakınlığı ispat etmez.

Bilmiş ol ki, ilminin gereğini yerine getirmeyen âlimin, bilmeden birşeyler yapmaya çalışan cahil gibi, Rabbiyle arası açıktır. Bunların hiçbirinin, Allah'la bir alâkası yoktur. Çünkü, Allah'a yakın olmak, bilgiye dayanan amele yapışmakla mümkündür. Bu konuda Hazret-i Ali (radıyallahü anh): ”İki tip insan belimi büktü. İbadetsiz âlim ve cahil sofu" buyurur.

Faydasız ilimden ve huşusuz kalpten Allah'a sığınırız. Öğrencilerin bilgiyi, Allah rızâsını elde etmek ve halis kullar olmak için tahsil etmeleri gerekir. Öğretme ve öğrenmeyle uğraşanlardan her kim bu işi, Allah rızâsını kazanmanın dışında bir amaçla yaparsa, onun ameli de, arzusu da boşa gitmiştir.

Burada şuna da işaret etmek gerekir. Hakikat ehlinin adeti, halis kullar, iyi ahlâklı, kitaptan öğrendiklerini yaşayan kimseler olmaları için kendilerine tabi olanları ve müridlerini terbiye etmek ve eğitmektir. Bunlar, iyice araştırırlar, halkın ağzından öğrendikleri şeylere dayanarak iftirada bulunmazlar. Bunu iddia edenlerin bazılarına, heva ve hevesleri ve insan olma özellikleri egemen olur, böylece birtakım entrikalarla halkı kandırırlar. Bazı cahilleri kendilerine tabi kılarlar, ağızdan duyma bazı sözlerle onları avlarlar. Hak yolda olan bazı talebeleri kandırırlar. Onlara hak yolu kapatırlar ve onların hak yolda olan insanlarla ve şeyhlerle görüşmesine engel olurlar. Onlara, kendilerinin yaptığı şeylere rızâ gösterip teslim olmalarını emrederler. Onlarda bunlardan başkasını tanımazlar ve böylece Allah'a değil onlara kulluk ederler. Zamanımızda birçok şeyhin durumu budur. Bu durum, kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verilen kimsenin özelliği olamaz!

81

Bir zaman

Allah, peygamberlerinden şöyle bir

ahit almıştı:

Peygamberler, birbirlerini tasdik edeceklerdi. Bir peygamber, kendisinden sonra gelen peygamberi tasdik edecek ve ona ulaşırsa, yardım edecekti. Ona yetişemezse, kavmine, o gelen peygambere iman edip, ona yardım etmelerini emredecekti. Btitün peygamberlerden bu söz alınmıştı. Mûsa'dan İsa'ya, İsa'dan da Hazret-i Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) iman etmesi konusunda ahit alınmıştır. Bu hüküm, peygamberler için varsa, ümmetler için haydi haydi vardır. Bu âyet: ”Ey Rasûlüm Muhammed! (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ın, Peygamberlerden ve ümmetlerinden ahit aldığı zamanı hatırla" anlamını taşır.

Ne zaman size helâl-haram ve Allah'ın koyduğu sınırları açıklayan

bir kitap ve hikmet verirsem ve sonra size bir peygamber gelip onu tasdik ederse, ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz. Hak din olan İslâm'ın izharı için, onun peygamberliğini tasdik edip, düşmanlarına karşı ona yardım edeceksiniz. İman edip yardımda bulunmayı

İkrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız mı?' demiş, onlar da: bunu

'ikrar ettik' demişler, Allah da: ”Ey peygamberler ve ümmetleri, birbirinizin ikrarına

'Şahit okın. Ben de sizinle beraber sizin bu ikrarınıza

şahitlerdenim' buyurmuştu.

82

Bundan bu ahitten

sonra kim anlatılanlardan

yüz çevirirse, işte

onlar, fasıkların ta kendileridir. Allah'a itaat tan ayrılmış isyancılardır. ”Fâsık", haddi aşıp, tecavüz eden demektir. Peygamberler, yüz çevirmezler ve onlardan fısk sadır olmaz. Bu durumun iki açıklaması vardır:

1. Ahit, peygamberlerden alınmıştır. Bu hususta ümmetleri peygamberlerine tâbi idi. Yüz çevirme ise, sadece ümmetlere aittir.

2. Suçsuz ve berî olmak (masuniyet-ismet), imtihanı (mihneti) ortadan kaldırmaz.

Bu durum, onların kitaplarında da mevcuttu ve bunu onlar da biliyorlardı. Hazret-i Peygamberin, peygamberliğinin gerçek olduğunu da biliyorlardı. Öyleyse, onların inkâr etmelerinin, kıskançlık ve düşmanlıktan başka hiçbir sebebi yoktu. Onlar da, İblis gibi oldular. İblis'i de, onun kıskançlığı inkâra götürmüştü. Allahü teâlâ  onlara, bu durumdan ne zaman vazgeçeceklerini sormuştu. Onlar, Allah'tan başka bir tanrı ve Allah'ın dininden başka bir din istiyorlardı. Bu, aşağıdaki âyetten anlaşılmaktadır:

83

Allah'ın dininden yüz çevirip de

başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez O'na boyun eğip

teslim olmuştur. İsteyerek boyun eğenler, Allah'ın birliğini kabul edenler; istemeyerek boyun eğenler ise, inkârcılardır. Bunlar kendilerinde bulunan Allah'ın sanatının eserlerini ve sağlık, hastalık, zenginlik, fakirlik, neşe ve keder gibi hudûs delillerini inkâr ederler. Bunlar, kaza ve kaderi def edecek bir imkâna sahip değillerdir. Yine de inkâr ediyorlar.

Ve yine O'na döndürüleceklerdir. Kendilerine veya başkalarına fayda ve zarar vermeye güçleri bulunmayan, yerde ve gökteki bütiin varlıkların hepsi, Allah'a döndürülecektir. Bu ifade, hak din İslâm'a karşı çıkanlar için büyük bir tehdittir.

84

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki: 'Allah'a inandık. Buradaki emir, anlatılanlara kendisinin de inandığını bildirmek için, Hazret-i Peygamberedir. ”İnandık" ifadesinin çoğul olarak kullanılmasının sebebi, kralların adeti üzere Hazret-i Peygamber'in kadrini yükseltmektir.

Bize indirilene... inandık. Bundan kasıt da Kuran'dır.

İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene... yani bu peygamberlere indirilen suhufa da inandık.

Burada ”Esbat" kelimesi, torunlar manasına gelir ve Hazret-i Yakub'un torunlarını ve zürriyetini ifade eder.

Rabb'leri tarafından Mûsa'ya indirilen Tevrat'a,

İsa'ya indirilen İncil'e, onlar tarafından gerçekleştirilen mûcizelere

ve adı geçsin veya geçmesin

bütün peygamberlere verilenlere inandık. Onlar arasında hiçbir ayırım yapmayız. Yahûdi ve Hrist iy ani arın yaptığı gibi. Onlar peygamberlerin bir kısınma inanıp bir kısmını inkar etmişlerlerdir. Biz onların hepsine inanırız ve zamanlarında onlara indirilenin hakikatine de inanırız. Sadece bu peygamberlerin zikredilmesinin sebebi, âyetlerin, yahudi ve hristiy anlardan söz etmesindendir.

Biz, Allah'a teslim olanlarız.' O'na boyun eğenleriz. Burada İslâmın anlamı, boyun eğip, tamamen teslim olmaktır. İfadede, kitap ehlinin imanına bir tariz vardır. Çünkü onlar, bundan uzaktırlar.

85

Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, onun dini asla

kabul edilmeyecektir. Kim, tevhid ve Allah'ın hükmüne boyun eğme dışında başka bir din arama yoluna giderse, onun bu arayışı kesinlikle din olarak kabul edilmez.

O kimse, âhirette de hüsrana uğrayanlardandır. Bu kimseler, bütün sevaplarını kaybetmiş ve cezaya müstehak olmuşlardır. İslâm'dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydayı kaybedip, zarara düşmüştür. Çünkü bu kimseler, insanların sahip olduğu ”fıtrat-ı selime'yi bozmuşlardır.

86

Allah, inandıktan, Peygamberin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu nasıl hidayete iletir? Hakka karşı direnen, mütevazi olmayı bırakıp kibirlenen bir toplumun hidayete erdirilmesi uzak görülmektedir. Eğer, boyun eğip istekli olurlarsa, Allah da onları hidayete iletir ve buna muvaffak kılar. Burada hidayetten kasıt, Allah'ın onların hidayeti için gerekli olan sebepleri yaratmasıdır. Kulun, yapmasını istediği her fiilde, sünnetullah (Allah'ın kanunu) cereyan eder. Sanki Allahü teâlâ : ”Onlar inkârı isteyip, onu dilediler. Allah onlar hakkında nasıl ihtida ve marifet yaratır" buyurmaktadır.

Burada, dil ile ikrar etmenin gerçek iman olmadığı konusunda bir delil vardır. İç, dışa aykırı olmamalıdır.

Allah, zâlim kavmi hidayete erdirmez. Nefislerine zulmedip, iman yerine inkâr eden, kendisine gerçek bildirildiği halde ondan yüz çeviren kimseye Allahü teâlâ  nasıl hidayet eder?

87

Bunların bu kötü sıfatlarla nitelenen insanların

cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine olmasıdır.

"Ceza" dan kasıt, onların cennetten uzaklaştırılıp, onlara azap edilmesidir. Melekler de onlara, insanlar gibi lânet ederler. ”İnsanlar"dan kasıt da, mü'minlerdir. Eğer bütün insanlar kastedilseydi, onları kabul etsin veya karşı çıksın, herkesin lânetlemesi gerekirdi.

88

O lanetin ve azabın

içinde ebedî olarak kalacaklardır. Onların azabı hafifletilmeyecektir. Onlara mühlet de verilmeyecektir.

"Lânet içinde ebedî kalmak ”Um kasıt, kıyamet gününde melekler, müminler ve onlarla birlikte cehennemde bulunanların, onlara lânet etmeye devam etmeleridir. Onların azapları hafifletilmeyecektir, başka bir zamana da ertelenmeyecektir.

89

Ancak bundan sonra, tevbe edip ıslah olanlar müstesnadır. Çünkü Allah, ğafûr Ve rahimdir. Allah, dinden uzaklaştıktan sonra, tevbe edenlerin ve bozduklarını ıslah edenlerin tevbesini kabul edip, onlara ihsanda bulunacaktır.

Burada, ”ıslah olanlar" ifadesi, ”tevbe edenler" ifadesine atfedilmiştir. Bunun anlamı, sadece tevbe etmenin yetmeyeceğidir. Tevbe ettikten sonra sâlih ameller yapıp iç hallerini, Hak'la murakabede ve halkla muamelede ıslah ederler. Böylece, Allahü teâlâ 'nın rahmet ve inayetini elde etmiş olurlar ve pişmanlık duyarak, nefislerini tasfiye ve tezkiye için riyazata devam ederler.

Serî es-Sakatî şöyle anlatır: ”Bir gün, zayıfın kuvvetliye nasıl isyan ettiğine şaşmıştım. Sonraki gün sabah namazını kılınca, baktım ki arkasında binekli adamlar olan bir genç, gelmekte. Önlerinde de köleler vardı. Genç de binekliydi. Hayvandan indi ve sordu: 'Serî es-Sakatî hanginizdir?' Yanımda oturanlar beni işaret ettiler. Selâm verdi ve 'zayıfın kuvvetliye nasıl isyan ettiğine şaştığını söylemiştin. Bununla ne demek istemiştin?' dedi. Bunun üzerine dedim ki: 'İnsanoğlundan daha zayıf, Allah'tan daha kuvvetlisi yoktur. Bu zayıflığına rağmen insan, Allah'a isyanda bulunur.' Genç ağladı ve: 'Ey Serî, Rabbin benim gibi günaha batmış bir insanı kabul eder mi?' diye sordu. Ben: 'Batmış insanları Allah'tan başka kim kurtarabilir ki?' dedim. Genç adam: 'Ey Serî, ben birçok zulüm işledim, nasıl yaparım?' dedi. 'Gerçekten Allah'a yöneldiysen, Allah da, senin hasımlarını razı eder' dedim. Genç adam: 'Bana Allah'a giden yolu anlat' dedi. Ben de ona: 'Eğer, Allah'a varmak isteyen (muktesıt)lerin yolunu istiyorsan, oruç tutup namaz kılacaksın ve günahları bırakacaksın. Evliyanın yolunu istiyorsan, takıntıları bırakıp, Allah'a hizmete yapışacaksın. Allah'a gitmeye çalışana, bütün günahlardan tevbe etmesi ve gönlünü, Allah'ı müşahede etmekten başka bir şeyin meşgul etmemesi gerekir' dedim."

Abdullah b. Ömer, Hazret-i Peygamber'in şöyle buyurduğunu söylüyor: ”Ey Abdullah! Dünyada garipmişsin, ya da yolcuymuşsun gibi ol. Kendini mezarda kil erden say.")21) Dünyaya meyletme ve onu vatan da tutma. Evine varmak isteyen yolcunun, başka şeylerle uğraşmayıp, bir an önce evine varmayı istediği gibi, sen de sakın kendi kendine, ”dünyada uzun müddet kalacağım" deme.

Hadis-i Şerifte, kendine varlık izafe etmeye değil, fenâya (yok olmaya) işaret vardır. Çünkü vücut (varlık) Allah'ındır. Beden, ruh için neyse, kabir de ölü için aynı şeydir. Kabirdeki ölü, işini mevlâsına havale etmiştir. Aynen bunun gibi, kul da, kalbî ve bedenî âfetlerden hiç birine ilişmemeli, bilakis Allah'ın yaratmış olduğu, asıl fıtrata dönmelidir.

90

Yahudilerden, Mûsa ve Tevrat'a

İnandıktan sonra, İsa ve İncil'i

inkâr edenlerin, sonra Hazret-i Peygamber ve Kur'an'ı inkâr etmek suretiyle veya peygamber gönderilmeden önce Hazret-i Muhammed'e iman edip daha sonra inkâr ederek bu

inkârlarında ileri gidenlerin inkârda ısrar edenlerin, onu tenkit edenlerin ve ahdi bozup imandan sapanların

tevbeleri kabul edilmeyecektir. Çiinkü onlar, helâk olmanın eşiğine gelmeden tevbe etmezler. ”Tevbeleri kabul edilmeyecektir." ifadesi, tevbe etmezler, ifadesinden kinayedir. Onların durumlarını ağırlaştırmak ve hallerini Allah'ın rahmetinden ümit kesmişlerin halleri şeklinde ortaya çıkarmak için bu ifade kullanılmıştır.

İşte onlar tam

sapıklardır. Buradaki ” sapıklar" dan maksat, tam sapıklar, demektir. Yoksa her inkâra sapık olur. İster iman ettikten sonra inkâr etmiş olsun, isterse asıl itibariyle inkarcı olsun.

91

İnkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak

kadar altın fidye verse bile, kabul edilmeyecektir. Burada, ”yeryüzü kadar altın"'dan maksat, çokluktur. Yani bir inkarcının, mal ve mülkü ne kadar çok olursa olsun, kıyamet gününde Allah'ın azabından hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde kurtulma imkânı bulamıyacaktır. Burada inkarcıların, cezadan kendilerini kurtarabileceklerinden ümitlerini kesmeleri gerektiği beyan edilmektedir.

Onlar için acıklı bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur ki, kendilerinden bu azabı kaldırsın veya hafifletsin.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Kıyamet gününde, cehennemliklerden azâbı en hafif olanlara Allah şöyle der: 'Yeryüzündekiler senin olsaydı, onları fidye olarak verir miydin?' Onlar da: 'Evet verirdik' derler. Allah da: 'Ben senden, bundan daha basit olan bir şey istedim. Sen Adem peygamberin sulbündeydm. Senden, bana ortak tanımamanı istedim. Sen ise, bana ortak tanımakta ısrar ettin' buyurur."m

İmam Fahreddin er-Râzî der ki: ”İnkârcılar üç kısımdır:

Bunlardan birincisi, küfürden tam bir tevbeyle tevbe edenlerdir. ”Tevbe edip, ıslah olanlar..."(Âl-i İmran:89) âyeti bunu ifade eder.

İkincisi, söz olarak tevbe eden, fakat kalplerinde yine inkâr bulunanlar. Bunlara da ”tevbeleri kabul edilmeyecektir" (Al-i İmran: 90) âyeti işaret eder.

Üçüncü grup ise, hiçbir şekilde tevbe etmeden, inkârcı olarak ölenlerdir ki, bunlara da, ”inkâr edip kâfir olarak ölenler..." (Al-i İmran: 91) âyeti işaret etmektedir."

Bil ki, kişi, dîni hükümler doğrultusundan hareket edince nefsine hakim olur. Artık o kişi şeytana ait yedi sıfatla karşı karşıya gelmez. (Bunlar: riya, ucüb, hased, buhl, kibir, lıubbi dünya ve gaflet'tir.) (Mütercim.)

Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ”Ümmetim adına en çok korktuğum şey, boş arzulara (hevâya) uyma ve uzun emeldir. Boş arzulara uyma Haktan alıkoyarken, uzun emel de âhireti unutturur.

Zunnûn el-Mısrî de şöyle der: ”İbadetin anahtarı, düşüncedir. İsabet etmenin alâmeti de, nefse ve hevaya muhalefet etmektir. Muhalefet ise, şehevî duyguları terketmektir."

Ca'fer b. Nasır şöyle der: ”Cüneyd bana bir dirhem verdi ve 'onunla incir satın al' dedi. Ben de incir satın aldım. İftar edeceği zaman inciri ağzına koydu ve ağlayarak çıkarıp attı. Daha sonra da 'götür onu' dedi. Sebebini sorunca da 'kalbime fısıldandı ki, Allah için terkettiğin şehvetten utanmıyor musun da, sonra tekrar ona dönüyorsun' dedi."

Ebû Süleyman ed-Dârânî de şöyle diyor: ”Geceleyin ihsanda bulunanın, gündüzüne de yeter. Gündüzün ihsanda bulunanın da gecesine yeter. Her kim ki şehvetini tutma konusunda samimi olursa, bu ona azık olarak yeter. Allahü teâlâ  da, yersiz istekleri Onun rızası için terkeden bir kalbe azabetmekten yücedir."

Bilmiş ol ki, nefis, lâtif olan iki göz gibidir ve kötü huyların kaynağıdır. İnsanın iki tarafına yerleştirilmiş olup, kötü şeyleri emreder. Çünkü o, rûhânîyetten saptırmak için yaratılmıştır.

Bir de temiz nefisler vardır. Onlar da, Melekût-u A'lâ'da (en yüksek makam) yaratılmışlardır. Onlar da, hayırları emreder, kötülüklerden sakındırırlar. Kötü nefisler, şeytanlar gibi, Melekût-u Süflâ'da (en düşük makam) yaratılmış olup, kötülükten başkasını emretmezler. Onların tabiatında, isyan, direnme ve kibirlenme vardır. Onun içindir ki bu nefis, nasihat dinlemez ve devamlı isyan eder. Nitekim bir salih kul şu beyti söylemiştir:

Bana kötülüğü emreden nefsim, cehaletinden dolayı

Basımdaki ak saçlardan ve ihtiyarlığımdan öğüt almadı.

Kötü ve ayıp şeyler yapmayı emreden nefis, ne gençten ve ne de yaşlıdan asla nasihat dinleyip ibret almaz. Yaşlandıktan sonra bile, cehaletin batağına saplanıp dururlar ve pişman olup da şehvetlerine gem vuramazlar. Her kim bu sıfatlardan nefislerini temizlemezse, perişan olur, kaybedip cehennemde kalır. Allahü teâlâ : ”Onu (nefsi) kirletip örten, ziyana uğramıştır" (Şems: 10) buyurmuştur.

Allahü teâlâ, bizi de, sizi de kötülük emreden nefsin tuzağından ve şeytanın şerrinden korusun. Canımız bedenimizde kaldığı sürece de halimizi ıslâh etsin.

92

Ey mü'minler!

Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda ve onun nezdindekileri kazanmak

için harcamadıkça, elde etmek için yarışılan, gerçek

iyiliğe ulaşamazsınız... İyiler grubuna katılamazsınız. Ya da, Allah'ın rahmet ve sevabını, cennet ve rızâsını elde edemezsiniz.

Burada, ”sevdiğiniz şeyler"den kasıt, en çok sevdiğiniz, hoşunuza giden ve nefsinizin arzuladığı değerli mal larınızdır.

Sevdiğiniz değerli şeylerden veya sevmediğiniz basit şeylerden

ne harcarsanız, Allah onu bilir. Allahü teâlâ, infak ettiğiniz şeyleri çok iyi bilir ve bunlar iyi olsun, kötü olsun sizleri ona göre, hesaba çeker. Çünkü Allah'tan hiçbir şey gizli kalmaz. Buradaki ifadede, iyilerin verilmesine teşvik, kötülerin verilmesinden sakındırma vardır.

Bilmiş olun ki, isteğe ulaşmak için, sevdiklerinizi vermeniz gerekir. Onun için eski insanlarımız, en çok sevdikleri şeyleri, muhtaç olacakları kıyamet gününde kullanmak üzere, Allah için stok yapıp biriktirirlerdi. İnsan, sevgilisini verebilmesi için, ondan daha sevgili birisine kavuşmayı kesinlikle bilmiş olmalıdır.

Bu âyet indiği zaman, Ebû Talha, Hazret-i Peygambere gelerek şöyle der: ”Ey Allah'ın Rasûlü, benim en sevdiğim mal, Beyruhâ ismindeki bahçemdir. Onu Allah'ın sana gösterdiği gibi kullan.' Hazret-i Peygamber: ”Ne güz el, bu kârlı bir mal, bu kârlı bir mal. Benim görüşüm, onu yakınlarına dağıtmandır" buyurdu ve Ebû Talha da onu akrabalarına dağıttı.'3" Bundan anlaşılıyor ki, malların en sevimlisini akrabalara infak etmek, en faziletli olan infaktır.

Ömer b. Abdiilaziz hakkında bir hikâye anlatılır. Onun hanımının çok güzel bir cariyesi varmış. O cariyeyi hanımından defalarca istemiş, fakat hanımı vermemiş. Ömer b. Abdülaziz hilâfete geçince hanımı, cariyeyi süsleyerek ona göndermiş ve demiş ki: ”Ey Müslümanların Emiri, bunu sana hibe ediyorum. Sana hizmet etsin." Ömer de: ”Bu cariyeyi nereden elde ettin?" diye sormuş ve ”babanı Abdülmelik'in evinden getirdim" cevabını almış. Ömer b. Abdiilaziz, bu cariyenin nereden elde edildiğini araştırmış ve görmüş ki, bu cariye borçlu bir işçininnıiş. Adam ölünce, terekesinden alınmış. Adamın durumu araştırılıp, vârisleri getirtilmiş. Onların hepsine malını vererek razı etmiş. Sonra çok sevdiği cariyeye dönerek: ”Sen Allah için hürsün" demiş. Denilmiş ki: ”Ey Müminlerin Emiri, cariye ile ilgili bütün şüpheleri giderdiğin halde niçin onu hürriyetine kavuşturdun?" Ömer de: ”Başka türlü, nefisleri şehevî duygulardan alıkoyamadım" demiş.

Anlatıldığına göre, Rebi' felç olmuş. Bir dilenci gelip, kapısında istemeye başlamış. Rebi'“dilenciye şeker verin" demiş. Çünkü şekeri çok seviyor ve ”sevdiğiniz şeylerden vermedikçe, iyiliğe ulaşamazsınız" âyetini böyle yorumluyor. Bunun üzerine, Rebi'in hastalığı uzamış. Canı tavuk eti istemiş. Kırk giin nefsini tutmuş. Sonra da hanımına: ”Kırk gündür canını tavuk eti istiyordu. Fakat kendimi tuttum" demiş. Hanımı da ona: ”Sübhanallah, bu et helâl olduğu halde, neden kırk gündür kendini tutuyorsun?" demiş. Hanımını pazara gönderip, tavuk satın aldırmış. Tavuğu kesip kızartmış, sonra bir de ekmek yapmış. Onları nar gibi kızarmış bir şekilde sofraya getirip. Rebi'in huzuruna koymuş. Bu defa dilenci, kapıda dikilip, ”Allah rızâsı için bana da verin" diyormuş. Rebi' yemekten vaz geçmiş ve ”şunu al ve dilenciye ver" demiş. Hanımı: ”Fe sübhanallah" demiş. Rebi': ”Emrettiğimi yap" diye diretmiş.

Kadın: ”Kendin için iyi olanı yap" demiş. Rebi' de: ”İyi olan neymiş" diye sormuş. Hanım: ”Dilenciye bunun parasını verelim, sen de eti zevkle ye" demiş. Rebi': ”Aferin, bana parasını getir" demiş. Sonra da: ”Koy şuraya, şunu da al ve ikisini de dilenciye ver" demiş. O da vermiş.

93

Tevrat indirilmeden önce, İsrail'in kendisine haram kıldıkları hariç, bütün yiyecekler İsrail oğullarına helâl idi. Burada helâl olan yiyecekler değil, bu yiyeceklerin yenmesiydi. Helâl veya haram olan, insanların fiilleriydi, eşyanın aslı değildi. Bütün yiyecekler, İsrail oğullarına helâl idi. Ancak İsrail'in, yani Yakup peygamberin kendisine yasaklamış olduğu deve eti ve sütü bunun dışındaydı. Rivâyet edildiğine göre, Yakub (aleyhisselâm) şikâyette bulunmuştu. Bunun üzerine siyatik hastalığına yakalandı. Böylece imtihan edilmek üzere bir belâ ve şiddetle karşılaştı. Acıdan, geceleri uyuyamıyordu. Bu hastalıktan kurtulursa, en sevdiği şeyi yememeye yemin etmişti. Onun için, deve eti ve sütünü kendisine haram kılmıştı.

Bu yiyecekler, Tevrat inmeden önce onlara helâl idi. Daha sonra onlar, azgınlaşıp zulme saptıkları için haram kılındı. Bunlar, Nuh, İbrahim ve diğerlerine nasıl haram kılınmış olabilir?

De ki: 'Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirin ve okuyun onu.' Burada Hazret-i Peygamber'e, onlarla kendi kitaplarıyla mücadele etmesi emrediliyor. Çünkü bu haramın, sonradan onların azıp zulme dalmalarından meydana geldiğini, onların kitapları da belirtiyor. Onun için Hazret-i Peygamber'e, ”onlar kitaplarını getirsinler ve okusunlar" diye emir verilmektedir. Böylece onlar, donakalacaklar, susacaklar ve yalanları ortaya çıkacaktır.

Rivâyet edilir ki, onlar, kitaplarını getirmeye cesaret edememişler, donakalmışlar ve gerisin geri gitmişler. Bu olayda da, Hazret-i Peygamber'in doğruluğuna ve inkâr ettikleri neshin cevazına açık seçik delil vardır.

94

Bundan sonra, her kim Allah'a karşı iftirada bulunursa, onlar zalimlerdir. Kim Tevrat'ın, İsrail oğullarına indirilmesinden önce, onlara bazı yiyeceklerin yasaklandığını iddia edip, Allah'a karşı yalan uydurursa işte bunlar iftira etmekte ısrar edenler, zulüm ve düşmanlıkta aşırı gidenlerdir.

95

De ki, 'Allah doğru söyledi. Yani İsrail oğullarının bazı yiyecekleri kendilerine haram kıldıkları konusunda, Allah'ın indirdiği şeyde doğruluğu ortaya çıktı,

öyleyse, bütün sahte dinlerden yüz çevirin, yani

hanîf olan, İbrahim'in dinine tâbi olun. İbrahim'in dini, İslâm dinidir. Çünkü dinler, aslında tektirler. Sizler, zannettiğiniz gibi, onun dinine tâbi olmuş değilsinizdir.

O İbrahim,

müşriklerden değildi.'

Burada Yehudilerin, müşrik olduklarına ve İbrahim peygamberle onlar arasında asla hiçbir dinî ilişki olmadığına işaret vardır. Burada ifade edilmek istenen Hazret-i Peygamber'in, İbrahim'in dininden olmasıdır. Çünkü o da tevhide ve Allah'tan başkasına kul olmamaya çağırıyordu.

96

İnsanlar için yeryüzünde

kurulan ilk ev Mekke'de bulunan

Kâbe'dir.

Rivayet edildiğine göre, kıble, Kudüs'ten Kâbe'ye çevrildiği zaman Yehudiler, Hazret-i Peygambere dil uzatmışlar ve şöyle demişlerdi: ”Beytü'l-Makdis, Kâbe'den daha faziletli ve yönelmeye daha lâyıktır. Çünkü, Kâbe'den önce yapılmış olup. Mahşer yani toplanma yeri bütün peygamberlerin hicret yeri ve kıblesidir. Kıblenin Kâbe'ye doğru çevrilmesi bâtıldır." Bunun üzerine işte açıklamasını yapacağımız âyet indi. Âyetin anlamı, kulların ibadet etmeleri için yapılan ilk binanın, Mekke'deki Beytullah olduğudur. Beytullah, bu mukaddes beldenin sembolüdür. Âyet'i kerimenin metninde ”Mekke" yerine ”bekke" kelimesi geçmektedir. Bunun sebebi, insanların burada zahmetle karşılaşmalarındandır. Bir de ”bekke" kırmak hurdahaş etmek anlamına gelir. Zalim insanların boynunu kırdığı için bu isim verilmiştir. Buraya yönelen her zalimi, mutlaka Allah helâk etmiştir.

Rivayet edildiğine göre: Beytullah'ı, Hazret-i Âdem'in yaratılmasından 2000 yıl önce melekler yapmışlardır. Âdem peygamber yeryüzüne indirildiği zaman, melekler ona: ”Bu evin etrafında tavaf et. Biz, senden 2000 yıl önce tavaf etmeye başladık" dediler. Âdem peygamber ve ondan sonra gelenler, Nııh peygamber zamanına kadar onu tavaf ettiler. Nuh tûfanında bu ev (Beytullah) yerle bir oldu. Sonra Hazret-i İbrahim bu binayı yeniledi.

İbn Abbas (radıyallahü anh), ”Bu bina yeryüzünde ilk defa Âdem peygamber tarafından yapılmıştır" der. Bu rivâyetler gösteriyor ki, Beytullah'ı ilk yapan Hazret-i İbrahim değildir. İbrahim peygamber, onu tamir edip, direklerini yükseltmiş ve kaybolmaya yüz tutan bu binayı ortaya çıkarmıştır. Çünkü Kâbe'nin yeri, Nuh tufanından sonra yerle bir olup, kaybolmaya yüz tutmuştu. Sonra, Allahü teâlâ, Cebrail'i gönderdi, bu yeri İbrahim peygambere göstertip tamirini emretti. Bunu yapmayı emreden Allah (celle celalühü), tebliğ eden ve mühendis Cebrail, binayı tamir edip ortaya çıkaran Hazret-i İbrahim peygamber ve onun yardımcı ustası da, oğlu İsmail'dir. Onun için, ”yeryüzünde, Kâbe'den daha şerefli bina yoktur" denilir.

O bina,

mübarek, hac ve umre yapanlar için çok hayırlara vesile olan, günahlarını örten bir yer olup,

ve âlemler için hidâyet kaynağı olan Kâbe'dir. Çünkü orası, insanların kıblesi ve ibadet ettikleri yer olup, Allah'ın yüce kudretine ve eşsiz hikmetine işaret eder.

97

Orada, apaçık deliller Oraya, kötü niyetlerle giden zalimlerin kahrolduklarına ait, açık deliller vardır. Fil ordusunun yenilgiye uğraması gibi.

ve İbrahim'in makamı vardır. İbrahim'in makamı da oradadır. İbrahim peygamberin, Kabe'nin taşlarını koyarken, üzerine bastığı bir kaya vardı. İşte o kayanın üzerinde, Hazret-i İbrahim'in ayaklanılın izi vardır.

Kim oraya yani Harem'e

girerse emniyette olur. Kendisine yapılacak taarruzdan kurtulur. Bu, İbrahim peygamberin duası ile olmuştur. Çünkü İbrahim peygamber: ”Ey Rabb'im, bu beldeyi emniyetli kıl"(Bakara: 126) demişti. Bir kimse, suç işleyerek Kâbe'ye sığınırsa, peşine düşülüp hesaba çekilmezdi. Bu konuda Ebû Hanife şöyle der: ”Hıll'de, kısastan, dinden dönme sebebiyle veya zina suçundan ötürü öldürülmesi gereken bir kimse, Kâbe'ye sığınırsa, ona saldırılmaz. Ona yemek vb. gibi şeyler verilmeyip, dışarıya çıkmasına çalışılır. Bu durum, Hıll'de suç işleyip, sonra Hareme sığınanlar içindir. Bir kimse, Harem'de, haddi gerektiren bir suç işlerse, orada cezası uygulanır. Orada hırsızlık yapanın gerekli organı kesilir, adam öldüren de öldürülür."

Bakara sûresinin 191. âyetinde şöyle buyurulur: ”...Onlar, Mescid-i Haram'ın yanında sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Eğer orada sizinle savaşırlarsa, siz de onları öldürün..." Bu âyet, Mescid-i Haram'ın yanında onlarla savaşanları öldürmeye izin vermektedir.

Oraya yol bulabilene, o evi haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Hac göreviyle mükellef olanlar, müminlerdir. Mü'min olmayanlar, dini vecibelerden sorumlu değillerdir. Allah'ın bu konudaki hükmü böyledir.

Hac: Özel bir ziyaret anlamında olup, Allahü teâlâ 'nın, kullarına farz kıldığı bir hakkıdır.

Bu görev, oraya gidebilme imkânı olanlar, organları sağlam olanlar ve ulaşım için gerekli olan vasıta ve yiyeceğe sahip olanlar içindir.

Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah, âlemlere muhtaç değildir. Buradaki ”kim inkâr ederse" ifadesini, ”kim hacca gitmezse" yerinde anlamak gerekir. Haccın farziyetini tekid ve hacca gitmeyeni şiddetle sakındırmak için bu şekilde ifade edilmiştir. Yani, kimin hali vakti yerinde olur da hacca gitmezse, inkâr edene yaklaşmış ve ancak inkarcının yapabileceği bir işi yapmış demektir. Allahü teâlâ 'nın, âlemlerin kendisine ibadet etmelerine ihtiyacı yoktur.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Her kim, kendisini belli bir zaruret veya fena bir hastalık, ya da zalim bir idareci engel olmadığı halde hacca gitmezse, dilerse yahudi, dilerse hristiyan olarak ölsün.")33)Burada, yahudi ve hristiyanların zikredilmesinin sebebi, onların, haccı ve Kabe'yi faziletli olarak görmeyişlerindendir. Bil ki, bu mukaddes yerlere ancak oralara aşık olanlar çok gidip gelmek isterler.

Ali b. Muvaffak'tan rivâyet edilir: O, 60 defa hac yapmıştı. Diyordu ki: ”Bundan sonra Haceru'l-Esved'e vardığımda, kendi hakkımda ve bu mekâna gidip gelişim konusunda şöyle düşündüm. Bilemiyorum, bu haccım kabul edildi mi, yoksa edilmedi mi? Uykuya daldım ve şöyle bir ses duydum: 'Ey Muvaffak'ın oğlu, sevdiğinden başkasını evine çağırır mısın?' Uyandım. Çok sevinmiştim. Bundan, Allah'ın ziyafetine davet edilmeyenin o ziyafetten hak sahibi olamayacağına işaret edildiğini anladım." Burada hac için hazırlık yapmaya çalışmayan, aksine fesat ve bozgunculuk yapan kimsenin halini kınama vardır. Allahü teâlâ 'nın hikmeti, her yıl insanların, İbrahim peygamberin çağrısına uymak için bu hoş yerleri özlemelerini gerektirmiştir. Çünkü İbrahim peygamber: ”...insanların kalplerini onlara meylettir." (İbrahim:37) diye duâda bulunmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Amellerin en faziletlisi, Allah'a ve Rasûlüne inanmaktır. Sonra cihad, sonra da kabul olmuş hacdır."

Denmiştir ki: Günahların bağışlanması hac iledir. Cennete girmek de, kabul edilmiş (mebrûr) bir hacla olur. Mebrûr hac ise, şu iki şey ile olur:

1) Hacda, iyi ameller yapmak. İyi amel demek, insanlara iyilik yapmak, ihsanda bulunmak, yemek yedirmek ve selâm vermek demektir.

2) Haccın tamam olması için, orada günah işlemek, kötü söz söylemek ve isyan etmek., gibi fiillerden kaçınmak.

Ebû Ca'fer el-Bâkir demiştir ki: ”Beytullah'ı ziyaret etmek isteyen şu üç şeyi yapmadıkça ona önem verilmez:

a) Kendisini günahtan koruyacak verâ (Allah korkusu),

b) Gazabını yenecek hilm (yumuşak huy),

c) Kendisiyle arkadaş olan Müslümanlara güzel muamelede bulunmak.

Her yolculuğa çıkması gerekende bu üç özelliğin bulunması şarttır. Özellikle de hacca gidenlerde... Bunları tamamlayan, haccını tamamlamış olur. Hac yoluna çıkanın, insanlara güzel ahlâkla muamelede bulunması gerekir."

Büyüklerden biri demiştir ki: ”Kabul olan haccın işareti, hacının hacdan dünyayı istemeyip, ahireti isteyerek dönmesidir."

98

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki: 'Ey kitap ehli! Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Yahudi ve Hristiy anlara kitap ehli denmiştir. Çünkü onlara, kitap indirilmiştir. Burada, onların inkârının sebebi olarak, bir azarlama ve inkâr ifadesi vardır. ”Ayetler"den kasıt, Kur'ân'da bulunan âyetlerle, Tevrat ve İncil'de bulunup Hazret-i Muhamnıed'in Peygamberliğine delalet eden haberlerdir. Halbuki

Allah, sizin yaptıklarınıza şahittir.' Allah sizin, yaptığınız her şeyi çok iyi bilir, sizleri ona göre cezalandırır.

99

De ki: 'Ev kitap ehli! Niçin iman edeni Allah yolundan, Hak dinden

saptırıyorsunuz? O vol ki, ebedî mutluluğa ulaştırır. O, tevhiddir ve İslâm dinidir. Onlar, bazı tuzak ve fitneler uydurarak, insanların İslâm'a girmesine engel olmaya çalışıyorlardı ve diyorlardı ki: ”Muhammed'in vasfı kitabımızda yok. Kitabımızda, Muhammed hakkında bir müjde de yok."

Hak olduğuna şahitken, eğri olmasını istiyorsunuz. Dosdoğru olan dinin, istikametten sapmış olmasını istiyorsunuz ki, insanlara onu, eğri olarak gösteresiniz. Meselâ Hazret-i Peygamberin, sıfatını değiştiriyorsunuz.

Âyette geçen ”ivec" eğrilik demektir. Mana isimlerinde kullanılır, sözünde eğrilik var, dininde eğrilik var, ifadeleri gibi. Madde isimlerinde eğrilik olduğu ifade edilmek istendiği zaman ise ”avec" şeklinde kullanılır. Duvarda eğrilik var, ağaçta eğrilik var, gibi.

Halbuki, ”sizler", o Allah yolunun dosdoğru olduğuna ”şahitlersiniz." O yolun etrafında hiçbir eğrilik şaibesi yoktur. Ondan sapmak ise, bir ihlâldir, bozgunculuktur.

Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.' Sizin insanları hak yoldan saptırdığınızı ve Hazret-i Peygamber lehine şehadette bulunmayı gizlediğinizi biliyor.

Kitap ehlini, mti'minleri saptırdıkları için azarlayan Allah, daha sonra da müminlere bunlara uymalarını yasaklayarak şöyle buyurmuştur:

100

Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilen bir gruba itaat ederseniz, imanınızdan sonra, sizi yeniden inkârcılığa sevkederler. Burada ”bir gruba" diye ifade edilmesinin sebebi, kitap ehli içinde, inanmış insanların da bulunmasıdır.

İkrime diyor ki: ”Bu âyet, Şas b. Kays adında bir yahudi hakkında indi. Bu şahıs, Evs ve Hazrec kabilelerinin kalabalık olduğu bir yeri görmüş. Onların, aralarındaki sevgi ve iilfet yahûdiyi kızdırmış, hemen oraya görevli bir genç göndermiş. Bu genç, daha önce aralarında cereyan eden ve her iki kabileden de bir çok kimsenin öldüğü ve Evs kabilesinin zafer kazandığı Bu as harbi ile ilgili şiirler okumuş. Bunun üzerine içlerindeki kabile taassubu deprenmiş, birbirlerine girmişler. Durum Hazret-i Peygambere haber verilmiş, hemen yanlarına varıp aralarını bulmuştur."

101

Siz nasıl inkâr edersiniz? Halbuki

size, Kur'ân'dan

Allah'ın âyetleri okunuyor ve O'nun peygamberi de aranızda. İnkâr size nasıl ulaşır? Halbuki Rasûlullah dilinden size taptaze Kuran okunuyor. Aranızda Hazret-i Peygamber var, size nasihatta bulunuyor ve size öğiit veriyor.

Kim Allah'(m dini olan İslâm)a yani hak dine, ki o da tevhid olan İslâm dinidir, sımsıkı

sarılırsa, şüphesiz ki o, doğru yola iletilmiş olur.

Biliniz ki; buradaki hitabın zahiri, kitap ehlinedir. Batıni ise, dini, dünya karşılığında satan, ilminin gereğini yapmayan kötü ilim adamlarınadır. Bu ilim adamları, Kur'ân'ın getirdiği, ”dünyaya gönül vermeyip hakka yönelme" ilkesini inkâr eden ilim adamlarıdır. Bu ilim adamlarının durumu, muma benzer. Mum kendini yakar, etrafını da aydınlatır.

Fudayl b. 'İyad şöyle der: ”Bize bildirildiğine göre, kıyamet günündeki hesaba çekme, putperestlerden önce, fâsık ilim adamlarıyla, hafızlardan başlayacaktır."

102

Ey iman edenler! Allah'tan hakkıyla korkun. Burada geçen ”ittika", iftial vezninde olup, korunmada aşırılığı ifade eder. Yani, ”aşırı derecede korkun" manası taşır. ”Hakkıyla" dan kasıt, korkulması gereken şekilde demektir. Bu da, emirleri yerine getirip, haramlardan sakınmada azami gayreti göstermekle olur. Takvada devam edip, ondan hiç ayrılmamak istenmektedir.

Ve ancak Müslümanlar olarak can verin. Allah için ihlâslı ve samimi olun. Nefislerinizde, Allah'tan başkasını O'na asla ortak kılmayın. Ayetin görünüründe, bu durumun haricinde bir hal üzere ölüm yasaklanmıştır. Bunun anlamı, ”İslâm'a devam ediniz" demektir.

103

Hep birlikte, toplu olarak

Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.

İslâm dinine, ya da Allah'ın kitabına sarılın. ”Habl" kelimesi, ip anlamında olup istiare yoluyla İslâm dini, veya Kuran anlamında kullanılmıştır. Bunlardan herbiri, ipe benzer. Çünkü, zor bir yola giren, her an için ayaklarının kaymasından korkar. Bu yolun iki tarafında ve iki ucundan bağlı bir ipe tutunursa, korktuğundan emin olur. Ebedî saadet yolu da böyledir. Kaygan bir yoldur. Ondan saptırıcı etkenler çoktur. O yolda, halkın çoğunun ayağı kaymıştır. Kim yüce Kur'ân'a ve sapasağlam şeriat kanunlarına sımsıkı sarılırsa, dosdoğru yola iletilir ve cehenneme götüren sapıklıktan emin olur.

Sakın kitap ehli gibi, aranızda ihtilâfa düşerek haktan

ayrılmayın. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ki, siz câhiliye döneminde düşmanlar idiniz. Aranızda düşmanlık, kin ve devam edegelen savaşlar vardı.

Denilir ki bunlar, Evs ve Hazrec kabileleriydi. Bunlar arasında öfke ve düşmanlık olmuş ve savaşmışlar. Savaşları da tam 120 yıl sürmüş.

Ve Allahü teâlâ, sizi İslâm olmaya muvaffak kılarak, kalplerinizi birbirinize alıştırdı da, bu alışma sayesinde,

O'nun nimetiyle kardeşler olmuştunuz. Birbirini seven ve Allah'ın yolunda olan kardeşler oldunuz. Böylece, birbirine nasihat eden, biribirini seven ve hak yolda birleşen insanlar haline geldiniz.

Halbuki

yine siz, daha önceleri,

bir ateş çukurunun tam kenarında iken... İnkârınızdan ötürü, cehennem ateşine düşmek üzereydiniz. Ölüm sizi, o haldeyken yakalamış olsaydı, içine düşerdiniz. Bu durum, onların cehenneme düştükten sonraki muhtemel hayatlarını temsildir. Ateşin kenarında oturmuş, ateşe düşmek üzereyken,

oradan da sizi O kurtarmıştı. Sizi İslâm'a iletmek suretiyle, ateşe düşmekten kurtardı.

İşte Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece âyetlerini açıklar. Bu açıklamaların sebebi, sizin hidayette sebat etmeniz, doğru yoldan sapmamanız içindir.

Biliniz ki Allah, müminlere, önce takvayı, sonra onun yoluna sıkı sıkıya sarılmayı, sonra nimetlerini hatırlamayı emrediyor. Çünkü insanın fiilleri, ya korkudan, ya da hevesle birşeyi istemesinden meydana gelir. Korku, hevesle istekten önce gelir. Çünkü, zararın giderilmesi, faydanın celbedilmesinden önce gelir. Tıpkı insanın kötülüklerden arınması, güzel ahlâk ve iyi amellerle süslemeden önce olması gibi.

"Allah'tan hakkıyla korkunuz" ifadesi, Allah'ın cezasını hafifletmeye işarettir. Sonra bunu, Allah'ın dinine sımsıkı sarılma emrine bir sebep kılıyor. Sonra da bunu, heves, istek (rağbet) izliyor. ”Allah'ın size olan nimetini hatırlayın." âyetindeki gibi.

Akıllı insanın yapacağı şey, Allah'ın emrine boyun eğmek, O'nun hükmüne itaat etmek, O'nun ipine sımsıkı sarılmak ve dinde ayrılığa düşmemektir.

Şeyh Nasr Abâdî şöyle der: ”Takva sahibi insanın dört alâmeti vardır. Bunlar, Allah'ın helâl ve haramlarını koruyup onlara riayet etmek, elinden geldiğince çalışmak, sözüne sadık olmak ve elde olana kanaat etmektir."

104

Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülüğü engelleyen bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.

Burada istenen şey, hayra çağıran bir topluluğun bulunmasıdır. Yapılan çağrı, her ne kadar insanlardan bazılarına ise de, hitap, bütün insanlaradır. Bunun farz-ı kifaye olduğu anlaşılıyor. Bu görev, bütün insanlarındır. Fakat bazılarının yapmasıyla, diğerlerinin sorumluluğu düşer. Şayet bu görevi, bütün insanlar terkederse, hepsi birden günah işlemiş olurlar. Bu görev, işlerin en yücesi ve en üstünü olduğu için, bunu ancak ilim adamları yapabilirler. Câhil, bu işi yerine getiremez. Çünkü o, ne yapacağını bilemez. Belki de, hayrı engeller, yasağı emreder. Kendi mezhebini bilir, karşısındakinin mezhebini bilmeyip, onu engellemeye çalışır. Kaba davranacağı yerde yumuşak, yumuşak davranacağı yerde de kaba davranır.

Hazret-i Peygamber minberdeyken, ”İnsanların en hayırlısı kimdir?" diye sordular. O da: ” iyiliği emreden, kötülüğü engelleyen, Allah'tan en çok korkan ve sıla-i rahmi en çok yapan kimsedir" (5) buyurdu.

Huzeyfe'den: ”İnsanlar öyle bir zamanda yaşayacaklar ki, onlar için, bir eşek leşi, iyiliği emreden, kötülüğü engelleyen bir mü'minden daha sevimli olacaktır."

Hazret-i Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur: ” Allah'ın yasakladığı hudut üzerinde duran yani yasaklarına riâyet etmeyen kimselerin misali, bir gemi halkının misali gibidir. Onlar gemi üzerinde kura çektiler. Bazılarına geminin üstü, bazılarına da geminin altı düştü. Alt kattakiler, su almak üzere üst kata uğradılar. Bu durumdan üsttekiler rahatsız oldular. Bunun üzerine ahlakilerden biri, baltayla gemiyi oymaya başladı. Üsttekiler gelip ”sana ne oluyor?" diye sordular. Adam da, ”Benden rahatsız oldunuz. Mutlaka su almam gerekir" diye cevap verdi. Eğer, bu adamın elini tutarlar, ve ona engel olurlarsa, hem onu., hem de kendilerini kurtarırlar. Eğer onu kendi kendine terkederlerse, hem onu, hem de kendilerini helâk ederler."

Bir başka hadis-i şerifte de: ”Eğer insanlar, bir fenalık görür de onu değiştirmezlerse, Allah Teâlamn azabı herkese şamil olur." buyurulmuştur.

İyiliği emretmek, emredilen şeye bağlıdır. Emredilen şey, vacip ise, emretmek de vacip olur. Eğer emredilen şey, mendup olursa, emretmek de mendup olur. Kötülüğü engellemek ise, bütünüyle vaciptir. Çünkü, bütün kötülükler çirkin şeyler olduğu için, onların terkedilmesi vaciptir. Engel olunacak şeyi bildikten sonra, ona engel olmanın şartı, o şeyin meydana gelmemiş olmasıdır. Çünkü, meydana gelmiş olan bir şey engellenemez. Çünkü olan olmuştur. Ancak yerilip, kötülenir. Kötü bir şeyin benzerine alışkanlıktan nehyedilir. Bu da onu yapacağına zann-ı galip hasıl olursa, olur. Meselâ; bir içkici görürsünüz. İçki içmeye hazırlanıyor, malzemeleri de hazır. Zannınızda yanılmıyorsunuz. Adama engel olmaya çalışırsanız, büyük bir zarara gireceksiniz. Bu durumda, ' Engellemeye nasıl başlanır?" derseniz, ben de şöyle derim: ”Kolaydan başlayacaksınız. Fayda vermezse, zor olana doğru çıkacaksınız. Çünkü hedef, kötülüğe engel olmaktır." Allah, ”aralarını düzeltin" buyurur, daha sonra da ”savaşın" buyurur. (Hucıırat: 10) Engel olmaya girişmek her mü'minin şartlara göre vazifesidir. Savaşla engel olma ise, devlet başkanı ve görevli kimseler içindir. Çünkü onlar, siyaseti daha iyi bilirler ve onların araçları da vardır. ”Kim engellenir veya kime emredilir" dersen, ben de derim ki: ” Mükellef olan veya çocuklar ve deliler gibi mükellef olmayan birisi, diğerine zarar vermeye yeltendiği an engellenir. Çocuklar, alışmamaları için haram şeyleri yapmaktan engellenirler. Günahkâr bir kimse üzerine de kendi işlediği günahtan başkasını menetmesi vaciptir. (Kendisi bu günahı işliyor diye başkasını menetme sorumluluğundan kurtulamaz.) Çünkü günahı kendisinin terketmesi de üzerine vaciptir. Engel olma, herkesin görevidir. İnsan kötülüğü hem kendisi yapmayacak hem de başkasını bundan menedecektir. İkisinden birini terketmesiyle, diğerinin vacip olması sakıt olmaz."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurur: ” Allahü teâlâ  bu dini, fâsık insanlarla da desdekler." Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurulur: ”Kıyamet gününde bir adam getirilip, ateşe atılır. Ateşte onun bağırsakları dışarı fırlar. Sonra o adam, eşeğin değirmende döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Bunun üzerine cehennem halkı, o adamın başına toplanıp: ”Ey falanca, senin halin ne böyle? Sen bize dünyada iyiliği emredip, kötülüğü engellemez miydin? diye sorarlar." Adam da der ki: ” Size emrederdim, fakat ben yapmazdım. Sizi engellerdim, fakat ben yapardım."m)

105

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanan ve ihtilâfa düşen hristiyan ve yahudi

ler gibi olmayın. Kitap ehli olan bu iki topluluktan her biri, birçok gruplara ayrılmışlardı. Onlar, birtakım sahte şeyler uydurarak, Allah'ın açık âyetlerini gizliyorlar, ya da basit dünyevî birşey karşısında tahrif ediyorlardı.

İmam Fahreddin er-Râzî tefsirinde diyor ki: ”Bunlar, bedenen de birbirlerinden ayrılmış, din adamlarından her biri, bulunduğu şehirde liderliğini ilân etmiş, sonra da bunların her biri, kendisinin haklı, diğerinin ise haksız olduğu iddiasında bulunmuştu."

Ben de derim ki: ”Biraz insaflı düşünecek olursanız, bugünkü ilim adamlarının çoğu, aynı özelliğe sahiptirler. Allah'tan af ve rahmet dileriz."

Onlar kendilerine, Hakk'ı gösteren ve ittifak ederek söz birliği yapmanın gerekli olduğuna dair apaçık deliller geldikten sonra, ihtilâfa düşüp parçalanmışlardır.

İşte onlara, bu parçalanmalarının cezası olarak ahirette, ardı arkası kesilmeyen

büyük bir azap vardır.

Madem ki Allah, bu ümmete, iyiliği emredip, kötülüğe engel olma vazifesini yüklemiş, öyleyse bu güce ancak, din ve hak ehli kimselerin birbirini sevip, biri biri ne karşı ülfet ve sevgiyle ulaşılır. Allahü teâlâ  onun için, bir uyarıda bulunarak, bölünüp parçalanmamayı emretmiştir. Bölünme ve parçalanma acze düşürür ve bu görev yerine getirilemez.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle buyurur: ” İnsanların mutlaka, iyi veya kötü bir yöneticisinin olması şarttır. Allah'ın peygamberi bile bir iş için iki veya daha çok kişi gönderdiği zaman mutlaka bunlardan birisini, işlerin doğru düzgün yürümesi için diğerine tâbi olmasını ve ona itaat etmesini emretmiştir. Aksi halde, herc-ü merc olur, din ve dünya işleri alt üst olur, sistemler sarsılır." Onun için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Her kim ki, cemaatten bir karış miktarı ayrılır, cennet nimetini göremez" buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte ise: ”Allah'ın (kudret) eli cemaatledir. Şeytan tek kişiyle beraber olup, iki kişiden ise çok uzaktır" buyurmaktadır.

Bazı yüzler ağarıp, bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara: ”İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz? İnkâr ettiğiniz için tadın azabı" denilecektir.

106

O gün, bazı yüzler ağarıp, bazı yüzler kararacaktır. Ey mü'minler, birçok yüzlerin kararıp, birçoklarının da ağardığı günü hatırlayın. Yüzlerin ağarıp ya da kararmasından kasıt, korkulu ve neşeli olma halleridir. İsteğini elde edip, sevdiğine kavuşan için ”yüzü ağardı" denir. Yani istediğine kavuştu ve yüzü güldü. Kendisine bir fenalık dokunan kimse için de ”rengi soldu, şekli değişti" gibi ifadeler kullanılır. Âyetin anlamı: Kıyamet gününde insan, daha önce kazanıp gönderdiği şeylerle karşılaşır. Eğer karşılaştığı şeyler iyi şeyler ise, Allah'ın nimet ve lütfü ile sevinir, müjdelenir. İnkârcı da, işlemiş olduğu çirkin şeyleri karşısında görünce, üzüntü ve sıkıntısı artar. Ağarmak ve kararmak kelimelerinin gerçek manalarında kullanılmış olduğu da söylenir. Hak ehli olanların yüzü beyaz, diğerlerinin yüzü ise, bunun zıddı ile damgalanacaktır.

Yüzleri kararanlara: 'İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz? denecektir. Buradaki sorudan kasıt, onların durumunun hayret ve şaşkınlık ifade ettiğini belirtmektir. Çünkü, iman edip tevhidte karar kıldıktan sonra inkâra sapmışlardı. O halde, Kur'ân'ı ve Hazret-i Muhammed'i (sallallahü aleyhi ve sellem)

inkâr ettiğiniz için tadın azabı!' denilecektir.

107

Yüzleri ağaranlar ise, Allah'ın rahmetindedirler.Yani onlar, cennet ve ebedî nimetler içerisinde olacaklardır. Cennet'ten ”rahmet" diye bahsedilmesi, müminler, bütün ömürleri boyunca Allah'a itaat etseler bile oraya, ancak Allah'ın rahmeti sayesinde girebileceklerine dikkati çekmek içindir.

Onlar, orada ebedî kalacaklardır. Onlar, cennetten başka bir yere gitmeyecek ve ölmeyeceklerdir.

108

İşte bunlar, inkarcıların azabını, mü'minlerin sevincini belirten âyetler,

Allah'ın âyetleridir. Onları sana hakla ve adaletle

okuyoruz.

Allah hiçbir şekilde

âlemlere zulmetmek istemez. Allah, hiçbir yaratığına zulmetmez. Bunu nasıl yapsın? Çünkü zulüm, başkasının mülkünde tasarrufta bulunmaktan ibarettir. Oysa Allah, ancak kendi mülkünde tasarrufta bulunur. Allah kendisinin olan mutlak mülkünde, zulümle değil, sırf adalet ve hikmetle muamele buyurur.

109

Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ındır. Yerde ve göklerde bulunan, mal, mahluk, ölüm ve yaratma gibi hadiseler tek olan Allah'a aittir.

Bütün işlerin uygulanması, başkasına değil,

Allah'a döndürülür. Kulların bütün işleri Allah'ın hüküm ve kazasına döner. Allah da onlara, hiç kimsenin müdahalesi olmadan karşılığını verir.

110

Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Siz, hayırlı ümmet olmaya devam ediyorsunuz. Çünkü siz, insanların fayda ve menfaati için ortaya çıkarılmışsınız.

İyiliği emreder, fenalığı engellersiniz. Hayırlı ümmet olmanın sebebi, iyiliği emredip, kötülüğü engellemedir. Bu hayırlılığın sebebi iki tane güzel niteliktir. İyiliği emretme, kötülüğe engel olma. İnanılması gereken şekilde,

Allah'a, O'nun peygamberine, kitaba, hesaba ve cezaya

inanırsınız.

Kitap ehli de, sizin imanınız gibi

inansaydı, elbet bu, kendileri için reislikten ve halkı kendilerine tâbi kılmaktan daha

hayırlı olurdu. (Gerçi) içlerinde Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi

iman edenler, dünya ve âhiret saadetini elde edenler

var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır. Yani, inkârlarında diretiyorlar.

111

Onlar, size eziyetten başka hiçbir zarar veremezler. Onların size, sadece eziyet vermekten başka hiçbir şekilde zararı dokunmaz. Hiçbir etkisi olmayan tenkit ve tehditlere aldırış bile edilmez.

Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Onlar sizinle şavaşa bile girmiş olsalar, sizden ölü, esir gibi hiçbir şey elde edemeden, yenilgiye uğramış olarak, gerisin geri dönüp giderler.

Sonra onlara, hiçbir kimse tarafından

yardım da edilmez. Sizin öldürme ve bazı ganimetler almanıza da engel olamıyacaklardır. Burada, onlar içinde bulunan inanmış insanlara bir müjde ve dinlerinde sebat etmeye teşvik vardır. Onlara, sözle dahi bir eziyette bulunamıyacaklardır. Benî Kıırayza, Benî Nadir ve Hayber Yehudileri gibi, onların da işlerinin sonu rezil ve perişan olmaktır.

112

Nerede olsalar, onlara zillet-alçaklık damgası

vurulmuştur.

Nerede ve ne zaman bulunurlarsa bulunsunlar onların üzerine zillet damgası vurulmuş ve onlar bununla kuşatılmış durumdalar.

Meğer ki, Allah'ın ahdine ve insanların ahdine sığınmış olsunlar. Allah'ın ve Müslümanların zimmeti dışında bulunanları, onların zimmetine sığınmayanları zillet kaplamıştır.

Zimmî'nin eman elde etmesi iki şekilde olur:

1) Zimmî'nin, cizye vermeyi kabul ederek cizye vermesi suretiyle.

2) Devlet başkanının görüşüne bırakılanlar. Devlet başkanı, içtihadına göre, dilerse bunlara ücret karşılığı, dilerse karşılıksız eman verir. Bu durumu, onun içtihadı belirler.

Bunlardan birincisine, Allah'ın ipi-emanı, ikincisine ise, Müslümanların ipi-emanı adı verilmektedir. Bu iki em an da Müslümanların vasıtasıyla meydana gelir, fakat itibar yönünden değişiktirler, yani değişik olmaları itibaridir.

Allah'ın gazabına uğradılar ve... Yani, Allah'ın gazabını hak ederek döndüler de

onlara miskinlik damgası vuruldu. Yani onları her taraftan fakirlik kapladı. Yahudiler çoğu kez fakirdirler. Bunlar, ya gerçekten fakirdirler, ya da fakir görünürler. Zengin olsalar bile, aslında fakirdirler.

Bu, zillet ve miskinlik damgasının vurulması,

onların, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden dolayıdır. Onlar, Allah'ın Hazret-i Peygamber'den bahseden âyetlerini ve diğer âyetleri devamlı bir sûrette inkâr ediyorlardı.

Ve onlar,

haksız yere peygamberleri de öldürüyorlardı. Bu son kitap ehli yâni Hazret-i Peygamber zamanında yaşayanlar bizzat peygamberleri öldürmediler ise de onlar, geçmiştekilerin yaptıkları bu kötülükten inanç olarak memnundurlar. Onun içindir ki, ”öldürme" fiili onlara isnad edilmiştir.

Bu, inkâr etme ve öldürme

onların isyan etmelerinden ve haddi aşmalarındandır. Onların bu duruma düşmelerinin sebebi, isyan edip, devamlı bir şekilde Allahü teâlâ 'nın koyduğu sınırları tecavüz etmelerindendir. Küçük günahlarda ısrar etmek, büyük günahları işlemeye götürür. Büyük günahlarda ısrar etmek ise, inkâra götürür. Kim suç ve günaha dalarsa, kalbinde isyan karanlıkları artar. İman ışığı zayıflayıp, inkâr karanlığı oluşur. Bu durumdan Allah'a sığınırız.

Kur'ân-ı Kerim'in bir başka âyetinde buna şöyle işaret edilir: ” Hayır, onların işledikleri, kalplerinde pas olmuştur." (Mutaffifîn: 14) Allahü teâlâ 'nın, ”bu isyan etmelerindendir" sözü de, sebebin sebebini belirtmektedir. Bu anlamda, anlayış ehli şunları söylüyorlar:

"Edebi terk etmeye alışan, sünnetleri terkeder. Sünnetleri terkeden, farzları terkeder. Farzı terkeden, şeriatı hafife alır. Bununla sınanan da küfre düşer. 'Mü'minin yapacağı şey, içine düşmesi korkusuyla, nefsi için, günah kapısını açmamaktır. Bilâkis, şeriatın kendisine mübah kıldığı bazı şeyleri de terketmesi gerekir. İşte bu durum, takvanın kemalidir."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ” Kul, kendisinde sakınca olmayan bir şeyi, onda sakınca vardır endişesiyle terkedinceye kadar, gerçek takvaya ulaşamaz. ” Bir başka hadislerinde ise: ” Helâl da bellidir, haram da. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Şüpheli şeylerden korunan, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli şeylere düşen, uçurumun kenarında otlatarak uçuruma düşme korkusu olan çoban gibi, harama düşmüş olur"(42) buyurulmaktadır.

Hadiste, harama düşme korkusuyla, şüpheli şeylerden sakındırılmıştır. Bu durum (sedd-i zerîa), harama götüren vasıtaları ortadan kaldırmadır.

Cüneyd-i Bağdadî der ki: ”Taçların, kralların başında olduğu gibi, ibadetler de, âriflerin başlarındadır." Onun elinde bir tesbih görülür. Ona denir ki: ” Sen bu şerefinle eline nasıl tesbih alırsın?" O da der ki: ” Biz, varacağımıza bu yolla vardık. Onu asla terkedemeyiz."

Şeyh Ebû Talip de şöyle der: ”Virdlere devam etmek, mü'minlerin ahlâkı ve âbidlerin yoludur. O, imanı artırır ve yakîn derecesinin işaretidir."

Şeyh Ebû'l-Hasan der ki: ”Üstadıma, muhakkiklerin (hakikat ehli) virdlerini sordum. O da 'hevayı bırakıp, mevlâyı sevmektir. Bir şeyin sevgisi, kendisinden başka bir şeyin sevilmesine manidir. (Yani, hem mevlâyı hem de hevayı sevmek mümkün değildir.)' dedi. Ve yine 'vird, nefsin, hakkı bâtıldan ayırmasıdır. Kul her zaman, vird ve itaata devam edip, isyan ve kötülüklerden kaçınması gerekir' dedi."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün ashabına şöyle der: ”Allah'tan gerçek şekilde utanın." Ashab der ki: ” Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a hamd olsun. Biz Allah'tan utanıyoruz." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ” Böyle değil. Kim Allah 'tan gereği gibi utanırsa, başı ve baştaki bütün organları, karnını ve yediklerini haramdan korusun. Ölümü ve kabirdeki durumunu hatırlasın. Ahireti isteyen, dünya ziynetini terkeder ve her kim bunu yaparsa, Allah'tan gerçek şekilde utanmış olur" buyurur.

Meşâyihten biri şöyle der: ”Bir insan, ikiyüz sene yaşar ve şu dört şeyi bilmezse, cehenneme ondan daha lâyık kimse bulunmaz:

1) Gizli ve açık, herşeyi Allah'ın bildiğini ve O'ndan başkasının veremiyeceğini ve engel de olamıyacağını bilmek.

2) Yaptığı işi, Allah'ın bildiğini, kişi bilmelidir. Çünkü Allahü teâlâ, kendi rızâsının dışında bir şey için yapılan ameli kabul etmez.

3) Kendi nefsinin acziyetini bilmesi. Kişi, Allah'ın hüküm verdiği şeye müdahelede bulunamaz.

4) Allah'ın ve kendinin düşmanlarını bilmesi ve onlarla bilerek savaşıp, onları yenmesi."

113

Kitap ehlinin

hepsi bir değildir. Onların hepsi, iyilik ve çirkinlikte birbirine denk ve eşit değildir.

Kitap ehli içinde, gece saatlerinde ayakta durup, Allah'ın âyetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. Onların hepsinin, birbirine denk olmadığını belirtmek için söylenmiş bir söz. Sözün tamamının şöyle olması gerekir: ”Onlar içerisinde, yerilmiş bir topluluk da vardır." Fakat bu kısım zikredilmeyip, iki zıttan biri zikredilerek, diğerinin anlaşılması istenmiştir.

Kitap ehli içerisinde, dosdoğru ve âdil bir topluluk vardır. Bunlar, Abdullah b. Selâm ve diğerleri gibi müslüman olan kimselerdir. Bu âyet, yahudi din adamlarının, Yehudiler içerisinden müslüman olan Abdullah b. Selâm ve diğerleri hakkındaki: ”Muhammed'e (sallallahü aleyhi ve sellem) inananlar, bizim şerlilerimizdi. İyilerimiz olsaydılar, babalarının dinlerini terketmezlerdi." sözleri üzerine inmiştir.

Ayetteki ”secdeye kapanmak"tan kasıt, onların namaz kılmalarıdır. Kur'ân okuduklarından bahsediliyor. Halbuki secdede okuma yoktur. Demek ki onlar, namaz kılıyorlarmış. Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ” Dikkat ediniz! Rükû ve secde halindeyken Kur'ân okumam yasaklandı." Onların namazlarından maksat da, teheccüddür.

114

Onlar, şeriat'ın söylediği şekilde,

Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülüğü engellerler. Burada kitap ehlinden diğerlerinin bu görevi yerine getirmediklerine, aksine insanlara sapıklığı emrettiklerine ve Allah yolundan alıkoymaya çalıştıklarına dair bir ta'riz vardır. Çiinkü bu, kötülüğü emir, iyiliği nehiydir.

Ve hayırda yarışırlar. Hayırda yarışmak, hayır yapmada istek ve hevesini artırıp, aşırı derecede hayır işlemek demektir. Yani hayırın bütün çeşitlerinde, en üst dereceyi elde etmeye koşarlar.

Bu sıfatlarla anılan kimseler,

işte onlar, sâlihlerdendir. Onlar, durumlarını düzeltip, Allah'ın rızâsını kazanmayı hak etmişlerdir.

115

Ne olursa olsun,

onların yaptıkları iyilikler inkâr edilmeyecektir. Onların yaptıkları sevaplar hiçbir şekilde, ne kaybedilecek ve ne de eksilecek.

Allah, takva sahiplerini bilir. Burada, onların sevaplarının bol olarak verileceğine müjde vardır. Ayrıca, takvanın, hayırların başlangıcı olduğu ve takva sahibi insanların da, Allah katında yüce oldukları ifade edilmek-: tedir. Hadis-i Kutsî'de şöyle buyurulur: ”Ben, beni zikredenle beraberim."

Ebû Bekir el-Kettânî anlatıyor: ”Rüyamda, kendisinden daha güzelini görmediğim bir genç gördüm ve ona, 'sen kimsin?' diye sordum. O da: 'Ben takvayım' dedi. 'Nerede barınıyorsun?' diye sorduğumda da: 'Üzüntülü insanların kalbinde' diye cevap aldım. Sonra birisi bana döndü. Baktım ki dehşete kapılmış zenci bir kadın. Kendisine 'sen kimsin? ' diye sordum. 'Gülüş' cevabını verdi. 'Nerede barınıyorsun?' soruma da, 'neşeli ve gururlu kalpte' cevabını verdi. Bundan sonra, dikkat ettim ve kendime hakim olamama hali dışında, gülmemeye söz verdim."

Allah yolunun yolcusu, takva ipine sarılıp, dünyada onunla dost olmalıdır. Umulur ki Allah da, takvayı ona, kabir yoldaşı yapar. Takva, sâlihlerin adetidir. Onlar hayatta kaldıkları müddetçe hayırda yarışırlar.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ” Kalbimi bazı duygular kaplar ve günde yetmiş defa istiğfar ederim. ”(44) Hazret-i Peygamber'in istiğfarda bulunması, iki durum arasını ayırmak içindir ki, o iki durumda da ubûdiyyet vardır. Peygamberler, ”ismet" sıfatına sahip oldukları için, onlara, eksiklik veya bıkkınlık ve usanma gibi şeyler gelmez. Fakat, iyilerin iyiliği, mukarrabînin kötülüğü mesabesindedir. İnsanın, nefsini kınayıp, zikir ve şükürsüz hiçbir an kaybetmemesi gerekir. Bir noksanlık gördüğünde, hemen istiğfarda bulunup, onu gidermesi gerekir. Allah'ı zikretmek, imanın işareti, nifaktan kurtulma berâtı, şeytandan koruyan bir kale ve ateşten koruyan bir sığınaktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ” Allah, Zekeriyya oğlu Yahya'yı İsrail oğullarına peygamber olarak gönderdiği zaman, onlara beş şey emretti. Her şey için de bir misal verdi:

1) Onlara, Allah'a ibadet edip, hiçbir şeyi O'na ortak tanımamalarını emretti. Onlara bir de şirk misali verdi: Adamın biri, kendi malıyla bir köle satın almış. Onu eve yerleştirip evlendirmiş ve kendisine mal vererek ticaret yapmasını emretmiş. Bu ticaretten, yeteri kadar yiyecek, kalcın kârı da efendişine verecek. Fakat köle, kârı alıp, efendisinin düşmanına veriyor. Efendisine de azıcık bir şey veriyor. Kölenin bu durumuna sizin hanginiz razı olur?

2) Onlara namaz kılmayı emredip, namazla ilgili bir de misal vermiş: Adamın biri, krallardan birinin huzuruna çıkmak için izin istedi. Kendisine izin verildi ve huzura çıktı. Kral, adamı dinleyip, ihtiyacını gidermek üzere yüzünü ona dönmüş. Adam, sağa sola dönüp, ihtiyacının karşılanmasına aldırış etmemiş. Bunun üzerine kral da, adamdan yüz çevirip, ihtiyacını gidermemiş.

3) Onlara, oruç tutmayı emredip, şu misali vermiş: Oruç tutan adamın durumu, savaş elbisesini giyip, silahını kuşanan askere benzer. Düşman ona ulaşamaz ve silâhı da ona tesir etmez.

4) Onlara sadakayı emredip, sadaka verenle ilgili şu misali vermiş: Sadaka veren adamın durumu, düşmanı tarafından esir alınan kimseye benzer. Belli bir değere, kendisini satın almış. Esir, adamın ülkesinde çalışıp az çok ne kazanırsa, kazandığı bu parayı fidye ödeyip, hürriyetine kavuşacak.

5) Onlara, Allah'ı zikretmeyi emrederek, şu misali vermiş: Allah'ı zikretmek, kaleleri olan ve yakınlarında da düşmanları olan ve kalenin içerisine girerek, kapıları kapatıp, kendilerini düşmandan koruyan topluluğa benzer.

Rivâyet edilen habere göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de Yahyâ aleyhisselâm'la Allah'ın emrettiği bu beş şeyi emretmiştir. Bunun haricinde de Allah'ın kendine emrettiği beş şeyi daha emretmiştir. O beş şey de şunlardır: ”Cemaat olun, yani birlik ve beraberlikten ayrılmayın, dinleyin, itaat edin, hicret edin ve cihad edin."

116

Şüphesiz ki, inanılması gereken şeyi

inkâr edenlerin, ne malları, ne de evlâtları, Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Allah'ın azabından onları, hiçbirşey kurtaramıyacaktır.

Bu âyet, inkarcıların iddialarını reddetmek için nazil olmuştur. İnkârcılar: ”Bizim mal ve evlatlarımız çoktur, bize azap edilmez" diyerek, mal ve evlatlarıyla övünmüşlerdi. Yine bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabını, fakirlikle ayıplayarak şöyle diyorlardı: ”Eğer Muhammed haklı olsaydı, Rabbi onu, fakirliğe terketmezdi."

Burada, ”mal" ve ”evlâtlar ”dan söz edilmesinin sebebi, insanların, kendilerini kurtarmak için, bazen mallarını feda etmelerinden bazen de evlâtlarını imdada çağırmalarındandır. Fakat inkârcılara, kıyamet gününde, mal ve çocukları da asla fayda vermiyecektir. Bu ikisi fayda veremiyeceğine göre, diğer eşya hiç fayda veremez.

İşte onlar, devamlı olarak

cehennemliklerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır.

Allah, inkarcıların mal ve evlâtlarının kendilerine fayda vermeyeceğini bildirmiştir. Sonra insanın aklına, onlar hayır kastıyla mallarını harcamışlardır. Bundan faydalanabilirler, gibi şeyler gelebilir. Allahü teâlâ, bu şüpheyi izale edip şu misali vermiştir:

117

İnkârcıların; övünmek, riya, şöhret ya da namları duyulsun diye

Bu dünya hayatında harcadıkları şeyin durumu; kendilerine inkâr ve isyan gibi şeylerle

zulmeden ve Allah'ın gazabına uğrayarak dönen

bir topluluğun ekinlerine isabet ederek onu yok eden çok soğuk bir rüzgârın durumuna benzer. Rüzgâr, inkârcılann ekinlerine isabet edip, her şeyi kökünden kazıyıp götürmüş, geriye hiçbir şey bırakmamıştır. Bu durum, inkârcılara bir cezadır.

Harcamış oldukları malların boşa gitmesi konusunda,

Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendilerine zulmettiler. Çünkü onlar, Allah'ın rızasının dışında olan birtakım harcamalarda bulunmuşlardır.

İnkarcıların yaptığı infak (harcama), ya dünya menfaati için, ya da âhiret menfaati için olur. Eğer bu infak, dünya menfaati için olursa, elbette ki ahirette bir faydası yoktur. Eğer ahiret menfaati için infak yapılmışsa ki bu, ribat yani fakirler yurdu inşa etmek, köprü yapmak, fakirlere, yetim ve dullara yardım yapmak gibi hayır işleridir. Hayır ümidiyle bu tür infaklarda bulunan kimse, bundan çok hayır umar. Fakat âhirette, inkârının bütün bu hayırlarını boşa çıkarmış olduğunu görür. Bunun durumu fayda elde etmek için ekin eken ve çıkan bir rüzgârın, bütün ekinleri tahrip ettiği, bu sebeple kendisine üzüntü ve sıkıntıdan başka hiçbir şey kalmayan kimsenin durumuna benzer. Bu durumu: ”Biz, onların işlediği her ameli, ele alınıp saçılmış toz zerreleri yaparız"(Furkan: 23) âyet-i kerimesi de dile getirmektedir.

Mansur b. Ammar şöyle anlatır: ”Benim, Allah rızâsında birlikte olduğumuz bir dostum vardı. İyi ve kötii günlerimde beni ziyaret ederdi. Ziihd ve takva sahibi olup, zaman zaman ağlardı. Bir ara onu kaybettim. Zayıf ve halsiz olduğunu söylediler. Gidip kapısını çaldım. Kızı çıktı. İçeri girdiğimde, kendisini evin ortasında, yatağında yatar bir halde buldum. Yüzü kararmış, gözleri mavileşmiş ve dudakları kabarmıştı. Kendisine 'lâilâhe illallah'ı çok tekrar et' dedim. Gözlerini açıp, göz ucuyla bana baktı. Korktum ve kendisine şunu söyledim: 'Eğer bunu söylemezsen, seni yıkayıp kefenlemem ve cenaze namazını da kılmam.' Adam bana şöyle söyledi: 'Kardeşim Mansur, bununla benim aramda engel var.' Bunun üzerine ben de lâ havle çekip: 'Namaz, oruç, zühd ve takva nerede?' diye sordum. Adam da: 'Ey kardeşim! Bütün bunlar, Allah rızâsı dışındaydı. Bunları desinler diye yapıyordum. Kendi başıma kaldığım zaman, perdeleri indirir, kapıları kapar ve Rabbime isyan etmek suretiyle adeta onunla muharebeye kalkışırdım."

Akıllı insanın niyeti doğru olmazsa, hiçbir halde mal ve evlâdının çokluğu kendisini aldatmamalıdır. Nerede, Mevlâ'yı başkalarına tercih eden, fakirliği zenginlikten, zelil olmayı da üstünlükten daha hoş bularak, canlarını ve mallarını Allah yolunda harcayan insanlar!..

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ”Çoklukla övünmek, kabirlere varıncaya kadar sizi oyaladı" (Tekasür: 1-2) mealindeki âyetleri okur ve şöyle derdi: ”İnsanoğlu, 'malım malım' der. Yiyip tükettiğinden, giyip yıprattığından ve tasadduk edip verdiğinden başka ne malın var ”(46) Kanaatkâr olup, dünyaya ait isteklerini azalt, mal ve makam sahiplerine aldanma.

118

Ey iman edenler! Sizden yani müslümanlardan

olmayanları sırdaş ve

dost edinmeyin.

Âyette geçen ”Bitline" kelimesi; dost, sırdaş demektir. Bir insanın sırlarını bilen ve kendisine güvenilen kimseye, ”hitâne" denmektedir. Karına (batna) temas eden iç elbiseye benzetilerek bu isim verilmiştir. Nitekim ensar da iç elbiseye benzetilmiştir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ensar iç elbise, diğer insanlar ise dış elbise gibidir." buyurmuştur.

Bu âyet, mü'min bir topluluğun, münafıklarları dost edinmesi üzerine nazil olup, Allahü teâlâ  onlara bunu yasaklamıştır.

Onlar, sizi bozmaktan geri durmazlar. Size karşı hile ve tuzakla ellerinden gelen bozgunculuğu yapmaktan geri durmazlar ve size zarar vermek için olanca gayretlerini sarfederler.

Ve sizin, şiddetli zarara uğrayıp,

sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri ağızlarında görülür. Ağızlarından çıkan sözlerinde, düşmanlık belirtileri görülür.

İçlerinde sakladıkları kin

ise daha büyüktür. Bunların göstermiş oldukları bu durum, kendi istekleriyle olmayıp, psikolojik olarak kendisini göstermektedir.

Eğer düşünürseniz, biz size, dinde samimi olmanıza ve inkâıcılara düşmanlık beslemenize delâlet eden

âyetleri açıkladık.

119

İşte, ey onları dost edinmede hata eden mü'minler,

siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar, aranızda din ayrılığı olduğu için

sizi sevmezler. Siz, kitapların tümüne inanırsınız.

Onlar sizi sevmiyorlar. Halbuki sizler, onlara gönderilmiş olan kitaplara da inanıyorsunuz. Size ne oluyor da, kitabınıza inanmadıkları halde onları seviyorsunuz? Burada, mü'minler kınanarak, inkârcıların bâtıldaki durumlarının, müminlerin haktaki durumlarından daha mukavemetli oldukları belirtiliyor.

Sizinle karşılaştıkları zaman, münafık oldukları için,

'inandık' derler. Kendi başlarına kaldıkları zaman ise, size karşı olan

öfkeden parmaklarını ısırırlar. İnkârcılar, öyle bir şaşkınlık ve üzüntü içerisindeler ki, bunun şifâsı bile yoktur. Müminlere olan kin ve nefretlerini, parmaklarını ısırmak sûretiyle ortaya çıkarırlar. Çünkii onlar, mü'minlerin bir araya gelip, hak üzerinde birleşmiş ve birbirlerine tam destek olduklarını görmüşlerdi.

De ki: 'Öfkenizden ölün!'“Öfkenizden ölün" ifadesi onların ölünceye kadar, öfkelerinin devam etmesi ve artması için bir bedduâdır.

Şüphesiz Allah, gönüllerin özünü çok iyi

bilendir. Allahü teâlâ, gönüllerinizde sakladığınız düşmanlıkları, öfkeleri ve huylan çok iyi bilir.

120

Ey mü'minler! Düşmana galip gelseniz, bir ganimet elde etseniz ve

Size bir iyilik dokunsa, öfkelerinden ve hasetlerinden dolayı, bu faydaya ulaşmanız,

onları üzer. Size düşmanınız tarafından

bir kötülük dokununca da buna sevinirler. Size bir zarar ve zorluk dokunduğu zaman, sevinirler. Cenab-ı Hak burada, ”mess"i (dokunma), iyiliğe; ”Isabe"yi (dokunma) de kötülüğe izafe ediyor. Bunun sebebi şudur: Müslümanlara ufacık bir iyilik dokunsa, münafıklar buna çok üzülürlerdi. Fakat müslümanlara büyük bir fenalık dokunmadan da sevinmezlerdi.

Eğer onların, size yaptığı düşmanlık veya ağır tekliflere

sabredip, Allah'ın haramlarından ve yasaklarından

korunursanız, onların kurmuş oldukları hile ve

tuzakları, Allah'ın lütuf ve inayetiyle

size hiçbir şekilde

zarar veremez.

Allah onların yaptıklarını size karşı olan düşmanlıklarını ilmi ile

kuşatmıştır. Ve onların cezasını verir. Müminlerin, Allah düşmanlarından uzak durup, onların verdiği sıkıntılara sabretmesi gerekir. Bu durum, kendileri için bir imtihandır. Hiçbir peygamber ve evliya, tenkitten kurtulamamıştır. Buna göre, sen nesin ey adam!..

"Sizden olmayanları dost edinmeyin" âyeti, şuna da işaret eder. Bir kimsenin sırrını taşıyan kimse de, tecrübeli ve emin bir kimse olmalıdır. Belki de sırrını tecrübesiz birine açar ve insanlar arasında rezil olur. Şâir şöyle der:

"İnsanlar, kapalı kutular gibidirler,

Bu kutuların anahtarı ise, tecrübeli kişilerdir."

İç hallerini bilmeden, bir insanın dış görünüşüne aldanma. İmam Gazâlî diyor ki: ”Onunla bir yerde veya evde arkadaşlık ederek, yolculuk yapıp, onunla alışverişte bulunarak veya zor durumda kalıp kendisine muhtaç olarak denemediğin kimsenin sevgisine güvenme. Bu durumlardan sonra, eğer büyükse, onu kendine baba, küçükse, evlât kabul et; yaşıtsanız kardeş olarak bil. Arkadaşlarından biri, senin hakkında dedikodu yaparsa veya onlardan sana bir kötülük dokunursa, durumu Allah'a havale et. Kendini, ona karşılık vermekle meşgul etme. Çünkü zararın artar ve onunla meşgul olduğun için ömrünü tüketirsin." Şâir de şöyle der:

"Hasetçinin verdiği sıkıntılara sabret,

Çünkü senin sabrın, onu öldürür.

Ateş, yiyecek şey bulamayınca kendisini yer."

Zünnûn şöyle der: ”Tamamen teslim olmadan Allah ile, nasihat etmeden insanlarla, muhalefet etmeden nefisle ve düşmanlık beslemeden de şeytanla arkadaşlık etme. Kul, iyi huylar edinerek ve nefsine de, kötülüklere karşı sabırlı olmayı yerleştirerek, kurtuluşa eren bahtiyar kimseler mertebesine ulaşmaya koşsun."

121

Ey Rasûlüm Muhammed! (sallallahü aleyhi ve sellem)

Sabahleyin erkenden ailenden yani Medine'de bulunan Hazret-i Aışe'nin evinden

ayrılıp, Uhud'da

mü'minleri savaş mevzilerine yerleştirdiğini hatırla.

Ayette, ”maka id" kelimesi geçmektedir. Bu kelime, ”oturulacak yerler" anlamına gelir. Burada ise, Uhud savaşında, ashaptan herbirinin oturmasına tahsis edilen yerleri ifade eder.

Rivayet edilir ki, müşrikler, Uhud'a çarşamba günü gelirler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabına danışır. Abdullah b. Ubey b. Selûl'u da çağırıp ona da danışır. Bu şahıs ve Ensar'ın çoğunluğu şöyle dediler: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Medine'de otur ve sakın onlarla savaşa gitme. Allah'a yemin olsun ki, biz düşmana karşı Medine'den ne zaman dışarı çıkmışsak mutlaka bizi yendiler. Medine'ye girdiklerinde de mutlaka biz onları yendik. Onları bırak. Eğer üzerimize gelmezler, oldukları yerde kalırlarsa kendileri için kötü ve zararlı bir yerde kalmış olurlar. Eğer Medine'ye girecek olurlarsa erkekler onlarla yüzyüze çarpışırlar. Kadınlar ve çocuklar da onlara taş atarlar. Eğer Medine'ye girmeden dönüp giderlerse, hayal kırıklığıyla dönerler." Bazıları da şöyle dediler: ” Ey Allah'ın Rasûlü! Sen bizi, onlarla karşı savaşa çıkar ki, bizim kendilerinden korktuğumuzu sanmasınlar."

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Rüyamda, kesilmiş bir inek gördüm ve bunu hayıra yorumladım. Yine rüyamda, kılıcımın ucunda bir gedik görüp, onu da yenilgiye yorumladım. Sanki elimi, muhafazalı bir zırha soktum ve bunu da Medine'ye yorumladım. Siz Medine'de kalır ve onları kendi hallerine bırakırsanız..."

Bedir savaşına katılamayan bazı Müslümanlar da şöyle dediler: ” Bizi düşmana götür." Hazret-i Peygamber'in içeri girip zırhını giyinceye kadar buna ısrar etmeye devam ettiler. Bu durumu görünce de pişman olup: Ne kötü şey yaptık. Hazret-i Peygamber'e vahiy gelmeye devanı ederken, biz ona akıl verdik. ”Nasıl uygun görürsen öyle yap, ey Allah'ın elçisi" dediler. Bunun üzerine

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: ”Bir peygamberin, zırhını giyip savaşmadan o zırhı çıkarması kendisine yakışmaz."

Müşrikler, çarşamba ve perşembe günleri, Uhud'da kaldılar. Hazret-i Peygamber ise, cuma günü, cuma namazını kıldıktan sonra yola çıkıp, cumartesi günü, halkla birlikte Uhud'da oldu. Bu durum, hicretin üçüncü yılı, şevval ayının ortasında idi.

Hazret-i Peygamber, bineği üzerindeydi. Ashabını düzgün bir şekilde sıraya koyup, kendisi de vadinin kenarına yerleşti. Arkalarına Uhııd dağını almışlardı. Abdullah b. Cübeyr'i de, okçuların başına tayin ederek: ”Burada durup oklarınızla bizi koruyunuz ki, düşman bizi arkadan vurmasın. Sakın yerlerinizden ayrılmayın. Düşmanla karşılaştığınız zaman, yenilerek dönüp giderlerse, sakın onları takip edip, peşlerine düşmeyin" diye emirler verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Abdullah b. Übey'in görüşüne aykırı hareket etmişti. Bunun için o: ”Beni bırakıp, çocukların sözüne uydu" diye sitem etmiştir.

Hazret-i Peygamber bu savaşa 1000 kişiyle katılmıştı. İkinci aşamada, Abdullah b. Ubeyy b. Selûl, başında bulunduğu 300 kişiyi alarak geri döndü. Böylece, Hazret-i Peygamberle 700 kişi kaldı. Bu adam, topluluğuna şöyle diyordu: ”Kendimizi ve çocuklarımızı niçin öldürelim?" Sonra, Ebû Câbir es- Sülemî de onlarla karşılaştı ve şöyle dedi: ”Yapmayın Allah’aşkına!.. Peygamberinizi ve kendinizi koruyunuz." Abdullah b. Übeyy b. Selûl de: ” Savaşmasını bilseydik, size uyardık" diyordu.

Bu savaşta, Hazret-i Peygamber'le Ensar'dan iki kabile vardı. Birisi, Hazrec'ten Benî Seleme, diğeri ise, Evs'ten Benî Hârise. Abdullah'a uymaya yeltendilerse de, Allah onları korudu. Hazret-i Peygamber'le beraber gittiler ve Allah'ın da onları kuvvetlendirmesiyle, müşrikleri yendiler. Mü'minler, karşı tarafın yenilgiye uğradıklarını görünce, bu savaşın da Bedir savaşı gibi olmasına tamâ ettiler. Hazret-i Peygamber'in yerleştirdiği mevzîlerden ayrılıp, bozguna uğrayanları takibe ve ganimet elde etmeye çalıştılar. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara yerlerinden ayrılmamalarını emretmişti. Onlar bu emre karşı geldikleri için, Allah da onlara yardımını kesti ki, bir daha Hazret-i Peygamberin önüne geçip, ona muhalefet etmesinler. Ve bilsinler ki Bedirdeki zaferleri Allah'a ve Peygambere itaatları sayesindeydi. Allah (celle celalühü) onları, düşmanla yalnız bıraktığı zaman, direnme sağlayamazlar.

Allahü teâlâ  Uhud'da, müşriklerin kalbinden korkuyu aldı. Bunlar 3000 kişiydi. Müminlere saldırdılar. Hazret-i Peygamber'in etrafındaki asker dağılıp, sadece 9 kişi kaldı. Yedisi ensardan, ikisi de Kureyştendi. Düşman Hazret-i Peygamber'e saldırıp, başını yaraladı ve ön dişlerini kırdı. O gün Hazret-i Peygamberin yanında Talha vardı ve Hazret-i Peygamber'i koruyordu. O da, 24 yerinden yara almıştı. Talha, Hazret-i Peygamber'i alıp geri çekildi. Hazret-i Peygamber de: ”Talha cenneti kazandı" diyordu. Derken asker içerisinde ”Muhammed öldürüldü" diye bir ses duyuldu. Ashab içerisinde Ebû Süfyan lakabında birisi ”işte Rasûlullah" diye seslenince, Ensar ve Muhacirler oraya toplandı. Uhud'da 72 mü'min, şehadet şerbetini içmişti. Şehidlerin efendisi Hazret-i Hamza da bunlar arasındaydı. Allah, tümünün mükâfatını artırıp, cennetinde daim kılsın...

Bütün bunlar, Allahü teâlâ 'nın ”eğer sabreder ve korunursanız, onların tuzakları size hiçbir zarar veremez" (Âl-i İmrân: 120)sözünü pekiştiriyor. Allah'ın yardım ettiği kazamı; O'nun yardımsız bıraktığı da yüzüstü kalır.

Allah, onların söylediklerini

işitir ve gizlediklerini de

bilir.

122

Ey Müminler!

Hani sizden iki grup, bozulmaya yüz tutmuştu. O iki grup, Hazrec kabilesinden Benî Seleme, Evs kabilesinden de Benî Hârise idi. Bu iki grup, korkmuş, zayıflık hissetmiş ve geri dönmeye yönelmişti. Onlar böyle yapmanın doğru olduğunu zannediyorlardı. Ayette geçen ”hem" kelimesi burada azim ve kasdetmek manasına değil, insanın aklına gelen ve içinden geçen şey demektir. Bazan nefisler, zorluk anlarında bu tür duygulara kapılır. Fakat sonradan düzelir ve istikrar kazanır. Sabır ve sebata dönüşür, güçlüklere karşı tahammül eder.

Halbuki Allah, onların yardımcısıydı. Dolayısıyla onları, nefislerinin kendilerine vermiş olduğu bu dürtülere uymaktan korudu.

Mü'minler, bütün işlerinde başkalarına değil,

sadece Allah'a dayansınlar. Allah onlara yeter. Bu âyette, tevekkül etmek, imanın gereklerinden sayılmıştır.

İmam Fahreddin er-Râzî şöyle diyor: ” Bu âyetten anlaşıldığına göre insan, kendisine dokunan kötülük ve âfetleri tevekkülle Allah'a havale etmeli ve sıkıntılarını da bu tevekkül vasıtasıyla üzerinden atmalıdır."

İbrahim (aleyhisselâm), mancınıkla ateşe atılacağı zaman, kendisine Cebrail (aleyhisselâm) gelip: ”Bir ihtiyacın var mı?" diye sorar. İbrahim de: ” Sana ihtiyacım yok. Allah'a gelince evet, O'na ihtiyacım var" der. Bunun üzerine Cebrail: ”Öyleyse iste" der. İbrahim de: ” İstememe gerek yok kendisinden istekte bulunacağım Allah, benim halimi biliyor" der.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadis-i kudsî'de Cenab-ı Hakk'ın şöyle buyurduğunu söyler: ”Her kim, beni zikretmekten istekte bulunmaya fırsat bulamazsa, istekte bulunanlara verdiğimden daha faziletlisini ona veririm. ”m

Allah yolunun yolcusu mutlaka Allah'a tevekkül edip, işini ona havale etmelidir. Nefsin istemese, karşı koymaya çalışsa da senin hakkında yazılıp takdir edilen şey, asla reddedilmez.

123

Yemin olsun, siz zayıfken, Allah size Bedir'de yardım etmişti...

Bedir savaşı, hicretten iki yıl sonra, Ramazan ayının 17'sinde yapılmıştı. Allahü teâlâ  âyet-i kerimede, sözü edilenlerin zayıf oluşlarının, sayısal olarakda az olduklarına dayandığına işaret etmek üzere ”zelâil" yerine ”ezilleh" kelimesini getirmiştir. Onların zayıf oluşları, durumlarının zayıf, silahlarının, mallarının ve bineklerinin az olmasıdır. Nitekim onlar, su taşıyan hayvanlarla yola çıkmışlardır. Birkaç kişi, nöbetleşe bir deveye biniyordu. Müslümanların bir tek atları, doksan develeri, altı zıhları ve sınırlı sayıda kılıçları vardı. Az oluşları, onların 313 kişi olmalarından dolayıdır. Düşmanları ise çoktu; 1000 savaşçıları, 100 de atları vardı.

Hazret-i Peygamber'in sancaktarı, Ali b. Ebî Tâlib'di. Ensar'ın sancaktarı da, Sa'd b. Ubâde idi.

Öyle ise, Hazret-i Peygamber'le birlikte sebat etmekte

Allah'tan korkun ki, şükredesiniz. Yani Allah'ın size vereceği zafere ulaşmanız için Allah'a şükretmelisiniz.

124

Hani savaşmaktan acze düştükleri

o zaman, sen mü'minlere: 'Rabbinizin, gökten indirilmiş üçbin melekle yardım etmesi, size yetmez mi?' diyordun. Bedir gününde müminler, zaferden ümitsizliğe düşmüşlerdi. Çünkü, kendileri az ve zayıf, düşman ise, çok ve kuvvetliydi.

"Miinzelîn" kelimesi yardım için gelen meleklerin, Allah'ın izniyle gökten indirildiklerini ifade eder. Allah mü'minleri, önce bin, sonra üçbin, daha sonra da beşbin melekle desdekleyip, imdatlarına yetişti. Çünkü, kalplerinin güçlenmesi, kararlı olmaları ve zafere ulaşmaları için, meleklerin indirilmesi konusunda kendilerine söz verilmişti.

125

Evet, bu size yeter. Sonra Allah, sabır ve takva şartıyla, onların kalplerini kuvvetlendirmek ve onları sabır ve takvaya teşvik etmek için, kendilerine bir vaadde bulundu. Düşmanla karşılaşıp, ona mukavemet etmeye

sabrederseniz, Allah'a isyan ve peygamberine muhalefet etmekten

(Allah'tan) korkarsanız ve onlar da hemen müşrikler de o zaman

üzerinize gelirlerse, Rabbiniz, işaretlenmiş beşbin melekle, sizin yardımınıza yetişir. Onların size inip, yardımda bulunması gecikmez. Allah sizin, fethinizin kolay olmasını ve en kısa zamanda zafere ulaşmanızı diler. Eğer sabreder ve Allah'tan korkarsanız!

Âyette geçen ”Musevvimîn", damgalanmış, işaretlenmiş manasına gelir. Yani melekler kendilerini işaretleyerek yahut da, atlarının perçemine beyaz yün ile işaret koymuşlardır. Rivâyet edildiğine göre melekler, beyaz, sarıklı idiler. Sadece Cebrail sarı sarıklı idi. Zübeyr b. Avvam şeklinde idi. Melekler kır atlar üzerinde gelmişlerdi.

126

Allah bunu, size melekler göndermek sûretiyle yaptığı bu yardımı, başka birşey için değil,

sadece size zaferinizi

müjdelemek için ve korkudan kurtularak,

kalbiniz huzura kavuşsun diye yaptı. Zafer ancak, azîz ve hakim olan Allah tarafındandır. Sayı ve cephane çokluğundan değildir. Bu ifade, onların yardıma ihtiyaçları olmadığını, fakat yardım müjdesi vermek sûretiyle kalplerini huzura kavuşturmak için kullanılmıştır. Mü'minlerin, böyle bir şeye meyletmemeleri gerekir. Allahü teâlâ, hüküm ve kararında hiç mağlup olmaz, hikmet ve maslahatın gereği neyse, hikmetiyle onu yapar.

127

Allahü teâlâ,

inkâr edenlerden bir bölümünün kökünü kessin, ya da perişan etsin de, ümitsiz olarak geri dönsünler. Mü'minler, Bedirde zafer kazanmışlardı. İnkârcılar ise, mağlup olup, 70 esir, 70 de ölü verdiler. Bunların hemen hepsi, lider kadrodan, ya da militanlardandı. Allah onları, yenilgiyle, esir düşürmek sûretiyle ve ümitsiz bir şekilde rüsvay eyledi. ”Kebt" kelimesi, şiddetli öfke ve kalpteki zayıflık anlamı taşır. Allah, onların ümitlerini boşa çıkarıp, isteklerine ulaşmalarına fırsat vermedi. Onlar da zaferi elde edemediler.

128

O işten sana hiçbir şey yok. Allah, onların işleri konusunda mutlak kudret sahibidir. Dilerse onları helak eder, dilerse rüsvay eder. İslâm'ı kabul etmeleri halinde,

ya onların tevbelerini kabul eder, ya da ısrar ederlerse

zalim olduklarından dolayı onlara şiddetli bir şekilde

azap eder. Bu işlerden sana bir şey yoktur. Sen sadece onları uyarmakla ve cihad etmekle görevlisin. Bu ise ”Onların da zâlim olduklarından dolayıdır." Bu zulümleri sebebiyle de azaba miistehak olmuşlardır.

129

Göklerde ve yerde mal, mülk olarak her

ne varsa, hepsi Allah'ındır... Onlara hiç kimse müdahelede bulunamaz.

O, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Burada, Allahü teâlâ, bağışlamayı azaptan önce zikretmiştir. Çünkü Allah'ın rahmeti, gazabını geçmiştir. İstenen azap değil, af ve mağfirettir.

Allah, kullarına

ğafûr ve rahimdir. Çok affeden ve çok merhamet edendir. Allahu teâlâ; af da eder, azap da eder. Fakat, rahmet tarafı galiptir. Rahmet etmeye mecbur değildir. Sadece fazl-u ihsanından dolayı rahmet eder.

130

Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak fâiz yemeyin. Buradaki ”yemeyin"den kasıt, ”almayın" demektir. Fâiz, daha çok, yeme maddelerinde câri olduğu için ”yemeyin" deyimi kullanılmıştır. Ancak bundan kasıt, ”almayın"dır. ”Kat kat"dan kasıt, tekrarlanmış artırımlar ( mürekkep fâiz) demektir.

Cahiliye döneminde, birisinin yüz dinar borcu olurdu. Zamanı gelince bunu ödeyemezdi. Alacaklı olana: ”Bana biraz süre ver. Daha sonra sana ikiyüz dinar öderim" derdi. İkinci ödeme zamanı gelince, yine aynı şey tekrar edilir ve zaman uzadıkça, ödenecek meblâğ da artardı. Vermiş olduğu yüz dinarı birkaç kat fazlasıyla alırdı. İşte buna ”kat kat" denirdi. Bundan kasıt, fazla olarak bir şey almaktır. Buradaki ”kat kat"deyimi, yasaklamayı bununla sınırlamak değil, yürürlükte olan âdeti ortaya koymak ve insanları bu yaptıkları kötü şey dolayısıyla azarlamaktır.

Yasaklamış olduğu şeyler, özellikle fâiz ve fâizli işler hakkında

Allah'tan korkun ki, belki böylece

kurtulmuş olursunuz.

131

İnkârcılar için hazırlanmış cehennem ateşinden sakının! Burada, inkârcılardan sakınmaya ve onlarla olan ilişkilerde temkinli olmaya dikkat çekilmiştir. Yine bu âyette; cehennemin, birinci derecede inkârcılar için, ârizî olarak da âsîler için, hazırlandığına işaret vardır. Bu âyet hakkında Ebû Hanife şöyle der: ”Bu âyet, Kur an'daki kendisinden en çok korktuğum âyettir. Allahü teâlâ, cehennemi kâfirlere hazırlamıştır. Fakat, Allah'ın yasaklarından korunmamaları halinde, mü'minleri de onunla korkutmuştur."

132

Size, yasaklamış ve emretmiş olduğu her konuda

Allah'a ve onun emir ve yasaklarını size tebliğ eden

Rasûle itaat edin ki, merhamet olunasınız.

Kâşânî şöyle der: ” Zeki insan, Allahu teâlâ'nın, fâiz yasağı konusundaki şiddetli tehdidini anlamakta zorluk çekmez. Çünkü, ondan sakınanların kurtuluşu ”lealle= belki umulur ki" kelimesiyle ifade edilmiştir. Sonra da, onlar mü'minler olmasına rağmen, inkârcılar için hazırlanan cehennemle tehdit edilmişlerdir. Mü'minler için, inkârcıların ceza çekmelerini gerektiren musibete düçar olmaktan daha büyük musibet ve belâ olur mu?"

Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ”Allahü teâlâ, fâiz yiyene, yedirene onu yazana ve tarafların şahitlerine lânet etsin. Onlar eşittirler."

Fâiz (riba), verilen mala karşı, fazla bir şey istemektir. Bu da iki kısımdır:

1) Ribe'n-Nesîe: Bu fâiz, yukarıda geçtiği üzere, cahiliye Arap kırının yapageldikleri fâizdi.

2) Ribe'l-Fadl: Aynı cins şeylerin peşin alışverişinde, fazlalık almaktır. Bir ölçek buğday verip, iki ölçek almak... gibi.

İlim adamlarının hepsi, bu iki çeşit faizin de haram olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Çünkü fâiz, mü nıinin imanına zarar verir.

Fâiz, her ne kadar görünürde artış ise de, gerçekte eksilmedir. Fakirler, fâiz vasıtasıyla mallarını alan faizcilere lânet edip, onlara bedduâ yağdırırlar. Bu durum, faizcinin nefsinde ve malındaki bereketini ve hayrını yok eder. Onun; ırz, kıymet... gibi mefhumlarını da yok edip, insanlar gözünden düşürür. Ona kimse güvenmez, kalbi kararır ve katılaşır. Fâizcinin sadakasını Allah kabul etmez. Hatta onun, haccını, namazını, cihadını bile kabul etmez.

Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: ”Zenginler, fakirlerden beşyüz yıl sonra cennete girecekler." Helâldan kazanan zenginin durumu bu olursa, haramdan kazananın durumu ne olur acaba? İnsanoğlu, fakirliğine ve ihtiyaç içinde kıvranmasına rağmen, Allah'a tevekkül eder ve O'nun kulcağızlarına yardımda bulunursa, Allah da onu, dünyada aç ve sefil bırakmaz. Aksine, her gün onun mertebesini yükseltir, onu iyilikle anar ve insanların gönlünü ona meylettirir. Eğer insanoğlu, bunun tersine hareket ederse, dünyada da, ahirette de işi zordur. Kötü amel, ölüm anında insanın imanını yok ederek, kâfir gibi sonsuza kadar cehennemde kalmasına vesile olur. Bu durumdan Allah'a sığınırız.

Ebû Bekir el-Verrâk, Ebû Hanife'den şöyle rivâyet eder: ” Ölüm anında, günahı sebebiyle insanın imanını en çok ve hızlı bir şekilde yok eden şey, kullara zulüm yapmaktır."

Ey Mü'min! Allah'tan kork ve haksız yollarla mallarını elinden almak sûretiyle onun kullarına zulüm yapma! Bu, büyük bir günahtır. Allah, bizi de, sizi de bu tür günahlara düşmekten korusun!

133

Rabbinizin; İslâm, tevbe, ihlâs, emirleri yerine getirme ve yasaklardan kaçınma gibi

mağfiretine ve genişliği, göklerle yer kadar olan ve müttakîler için hazırlanan cennete koşun.

Burada, cennetin genişliğinden bahsedilmesi, bir örneklemedir. Onun genişliğini anlatmak için, mübalâğa ile ifade edilmiştir. Genişlik, genelde uzunluktan daha dardır.

Cennet, takva sahibi kimseler için hazırlanmıştır. Bu âyet, şu anda cennetin yaratılmış olduğunu ve bu âlemin dışında olduğunu ifade eder. Dili geçmiş zaman ifadesinin kullanılması, onun elan yaratılmış olduğunu, onun genişliğinin bu alemin genişliği kadar olduğunun belirtilmesi ise, onun bu âlemin içerisinde olmadığını, dışında olduğunu ifade eder.

Rivâyet edildiğine göre, Herakliyus'un gönderdiği elçi, Hazret-i Peygamber'e şöyle sormuş: ”Seri, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete çağırıyorsun. Peki, cehennem nerede?" Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'de şöyle buyurmuş: ”Sübhânallah! Gündüz geldiği zaman, gece nerede olur? ” Bunun anlamı, dünya döndüğü zaman, evrenin bir tarafında gündüz olur. Başka bir tarafında ise gece olur. Bunun gibi, cennet iist tarafta, cehennem ise alt taraftadır. En doğrusunu Allah bilir.

134

Onlar, yani takva sahibi olanlar,

bollukta ve darlıkta, zenginlikte ve fakirlikte, dar zamanda ve geniş zamanda,

Allah rızâsı

için harcarlar. Az veya çok, güçlerinin yettiğini vermekten bir an bile geri kalmazlar.

Öfkelerini yenerler, güçleri olmasına rağmen öfkelenmezler ve müstehak oldukları cezaları uygulamayarak

insanları bağışlarlar. Allah, iyilikte bulunanları sever. ”İyilikte bulunanlar"dan kasıt, hayır ve fazilete sahip olan insanlardır.

Biliniz ki, ”başkalarına iyilikte bulunmak" ve ”bollukta ve darlıkta infak" tabirleri içerisinde, ”ilim infakı" da vardır. Çünkü, ilmi yayan kimse, cahillere öğretmekle ve sapıkları kurtarmakla meşgul olur. Malların, hayır ve ibadet için harcanması da böyledir.

Hadis-i şerifte: ”Cömert insan; Allah'a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır. Fakat, cehenneme uzaktır" buyurulmuştur. Öfkeyi yenme konusunda da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kim infazına (gereğini yapmaya) gücü yettiği halde öfkesini yenerse, Allah onun kalbine, güven ve iman doldurur. ”(2)

Fudayl b. İyad da şöyle der: ” İyiliğe karşı iyilik, mükâfattır. İyiliğe karşı kötülük, cezalandırmadır. Kötülüğe karşı iyilik, cömertlik ve ikramdır. İyiliğe karşı kötülük ise, alçaklık ve kötülüktür."

Anlatıldığına göre, Hasan b. Ali (radıyallahü anh), misafirleriyle sofradayken, hizmetçisi gelip yanında durmuş. Derken, elindeki çanak devrilmiş ve içerisinde ne varsa Hasan b. Ali'nin başına düşmüş. Bunun üzerine hizmetçi: ” ..Öfkesini yenenler ve insanları bağışlayanlar.." âyetini okumuş. Bunun üzerine Hasan b. Ali ”Seni afettim" demiş. Hizmetçi âyetin geri kalan: ”...Allah, iyilikte bulunanları sever" kısmını okumuş. Bunun üzerine Hazret-i Hasan: ”Allah rızâsı için sen hürsün" demiştir.

135

Onlar, zina ve buna benzer

bir kötülük yaptıkları, ya da günâh işlemek suretiyle

nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlarlar. O'nun yüce hakkını ve korkma ve utanmayı gerektiren celâlini hatırlarlar. Ya da O'nun tehdidini hatırlar.

"Nefse zulmetmekten" maksad, hangi günah olursa olsun, günah işlemektir. Ya da âyette geçen ”fahişe" kelimesi büyük günah, nefse zulmetmek ise küçük günahtır.

Ve hemen, geçmişte yaptıklarına pişman olarak,

günahlarının bağışlanmasını isterler. Bunu yaparken, gelecekte bir daha günah işlememeye kesin karar vermiş olmalıdırlar. Sadece dille yapılan istiğfar, günahların bağışlanmasına yeterli değildir. Bu tür tevbe, yalancıların yapabileceği bir tevbedir.

Günahları, Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Hiç kimse bağışlayamaz. Sadece Allah bağışlar. Burada, tevbe edenler tasvip edilerek gönülleri ferahlatılmıştır. Allah'ın onlara rahmet nazarıyla bakacağı ve bağışın onlara yakın olduğu müjdelenmiştir. Günahlarından tevbe edenlerin, hiç günahları yokmuş gibi kabul edileceği ifade edilmiştir. Böylece insanlar, tevbeye teşvik edilmiştir.

Yaptıkları kötülükte, ister nefse zulüm olsun, ister diğer günahlar olsun

bile bile ısrar etmezler. Çünkü büyük günahlar, istiğfar edilirse, büyük olarak kalmaz. Kiiçük günahlar da ısrar edilirse küçiik olarak kalmaz.

136

İşte bunların yani vasıfları belirtilen insanların yaptıklarının

karşılığı, Rableri tarafından bağışlanmak, içinde ebedî olarak kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada kendilerine; eksilmeyen bir azık ve mükâfat, tükenmeyen bir tad ve ebedî cennetler vardır.

Zikredilen mağfiret ve cenneti elde etmeye

çalışanların mükâfatı ne güzeldir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ'nın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: ”Ey Ademoğlu! Sen hana dua edip yalvardığın zaman, durumuna aldırmadan, seni bağışlarım. Ey Ademoğlu! Sen bana, yer dolusu suçla gelsen, bana bir şeyi ortak tanımadığın müddetçe, ben de seni o kadar bağışlarım. Ey Ademoğlu! Gökyüzü kadar günah işlemiş olsan, sonra benden bağışlanmanı istesem, seni bağışlarım."

Sâbit el-Bünânî: ”Bu 'onlar bir kötülük yaptıkları...' âyeti indiği zaman şeytanın ağladığı haberi bana ulaştı" der. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de şöyle dediği rivâyet edilir: ”Hiçbir kul yoktur ki, günah işlesin de, daha sonra güzelce bir abdest alıp namaz kılsın ve bağışlanma dilesin, yani isîiğfâr etsin de Allah o kulu bağışlamasın."

Allahü teâlâ'nın, Mûsa'ya (aleyhisselâm) şöyle vahyettiği rivâyet edilir: ”Amel yapmadan cennetimi isteyenin hayası ne kadar azdır. Bana itaat etmekte cimri olan kimseye, cennetimi nasıl ikram ederim?"

Kurtuluş istiyorsun, fakat kurtuluşa götüren yollara yanaşmıyorsun.

Halbuki, kuru yerde gemi yürümez.

137

Sizden önce de, Allah'ın kanunlaştırdığı {nice olaylar gelip geçmiştir.} ”Sünen" olaylar, demektir. Allahü teâlâ, sizden önceki zamanlarda yaşayan yalaniayıcı milletlere de bazı olaylar yaşatıp, hikmetinin gereği olarak onlara, takip edecekleri yollan göstermiştir. Burada amaç, Allahü teâlâ'nın, geçmişteki yalaniayıcı milletlere lâyık gördüğü, kökünü silme ve helâk etme muameleleridir.

Eğer bunda şüpheniz varsa,

yeryüzünü dolaşın da, yalanlayıcıların sonunun nasıl olduğunu görün. Buradaki ”dolaşın"dan kasıt, yürüyerek yolculuğa çıkmak değildir. Bir takım gözlemler yaparak onların durumlarını öğrenin demektir. Gözlem yaparak öğrenmenin etkisi, işitmenin etkisinden daha güçlüdür. Nitekim ”haberi işitmek, gözle görmek gibi olamaz" denmiştir. Bir beyitte de:

İzlerimiz bizi gösterir.

Bizden sonra izlerimize bakın denmiştir. Onun için, geçmişte yaşayan enbiya ve evliyanın hayatına bakın. Onların hayatını gözleyerek kendinize çeki düzen verin.

138

Geçmişe ait olan

bu bilgi, yalanlayıcı

insanlar için bir açıklama, takvâ sahipleri için bir hidayet rehberi ve öğüttür. Yani, yalanlayıcı insanların, içinde bulundukları kötü akıbeti açıklamadır. Beyan: Şüpheleri gidererek hakkı göstermektir. ”Hiida" (hidayet rehberi), kuvvetli bir basiret anlamındadır. O da, dosdoğru olan din yolunu bildirip ona doğru yöneltmeyi ifade eder. ”Mev'iza" (öğüt) ise, dinde olmaması gereken bir şeyi engellemeyi ifade eden sözlerdir. ”Takvâ sahipleri için..." ifadesi hükmün sebebini bildirmek içindir. Hidayet rehberi ve öğüt olmasının ana sebebi, onların takva ehli, yani, Allah'tan korkan kişiler olmalarıdır.

Biliniz ki geçmiş milletler, dünyayı isteyip, onun lezzetlerinden istifade etmek hırsıyla, peygamberlere karşı çıktılar. Sonra da, yıkılıp gittiler ve dünyalarından hiçbir eser kalmadı. Dünyada kendilerine kalan şey lânet; ahirette ise, cezadır.

Burada Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetini, geçmiş milletlerin durumu hakkında düşünmeye teşvik etmiştir. Bu teşvik onları, Allah'a tevbe etmeye, geçici ve alçak zevklere aldanmaktan yüz çevirmeye çağırmıştır. Bu dünya, ne mü'mine, ne de kâfire kalır. Ölen mü'min için, dünyada, hoş bir sada, ahirette de bol sevap kalır. Kâfire de, bunun zıddı vardır. Hayırlı ve en kalıcı olanı yapmak gerekir. Dünyanın süslerine bakılmaz.

Burada, Uhud'da savaşan mü'minlerin uğradığı netice için, bir teselli vardır. Kâfirler, Allah'ın hikmetinin gereği olarak, müminlerden bazı şeyler elde ettiyseler bile, netice yine de müminlerin olacaktır. Çünkü âyet-i kerimelerde: ”Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: ”Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur." (Saffat: 171-173). ”...Arza mutlaka, iyiler sahip olacak..." (Enbiya: 105) buyurulmuştur.

Eğer müminler, her zaman gâlip gelselerdi, o zaman, iman etmek zorunlu olacaktı. Bu durum ise ilâhî hikmete uygun değildir. Akıllı kişi, işleri Allah'a havale edip, açık ve gizli bütün olaylara ibret gözüyle bakmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de: ”Ey akıl sahipleri! İbret alın." (Haşr: 2) buyurulur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Ey kalpleri çevirip alt üst eden Allah'ım! Kalbimi dininde sabit kü"m duasını çok tekrar ederdi.

139

Uhud gününde size isabet eden yaralanmadan dolayı

gevşemeyin, zayıflayıp da cihaddan geri kalmayın, sizden öldürülen, şehid edilen kimselerden dolayı da

üzülmeyin. Eğer inanıyorsanız en üstün sizlersiniz. Buradaki ”üzülmeyin" yasağından kasıt, onları teskin etmek ve sabretmeye teşviktir. Yoksa hiç üzülmeyin manasına değildir.

Âyetin açık anlamı şöyledir: Eğer gerçekten mü'minler iseniz, sakın gevşemeyin ve üzülmeyin. Çünkü siz, düşmanlarınıza galip geleceksiniz. Onların sonu perişanlıktır. Çünkü, bâtıl yok olmaya mahkûmdur. İman, kalbin güçlü olmasını, Allah'ın yarattığı şeye razı olmayı ve onun düşmanlarına önem vermemeyi gerektirir.

140

Eğer size bir yara dokunduysa, onun gibi bir yara da Bedirde kâfir olan

o kavme dokunmuştu. Bedir savaşında mü'minler, yetmiş kişi öldürüp, yetmiş kişiyi de esir almıştı. Uhud'da onlar sizden, dalıa önce Bedir'de de siz onlardan öç aldınız. Bu durum onların kalblerinizi zayıflatıp, onları sizinle savaşmaktan engellemedi. Durum böyle olunca, zayıflık ve gevşeklik göstermemeye siz daha lâyıksınız. Çünkü siz, Allah'tan, onların ummadıklarını umuyorsunuz.

Biz bu geçmiş ve gelecek bütün milletlerin zafer ve yenilgi

günlerini

insanlar arasında çevirip duruyoruz ki... Yani, yenilgi ve zaferi milletler arasında değiştiriyoruz. Bazan birini, bazan da ötekini zafere ulaştırırız. Burada geçen ”mudavele" (çevirme, tedavül), birinden diğerine aktarma manasınadır. ”El değiştirdi" dediğimiz zaman, bundan, birisinden diğerine aktarıldı anlamı çıkar. Allahü teâlâ'nın buradaki kastı, mihnet ve sıkıntıyı, bazan inkârcılara, bazan da müminlere vermesidir. Eğer her defasında, inkarcılara verip mü'minleri bundan muaf kılsaydı, iman etmenin gerçek, bunun dışındakilerin de bâtıl olduğu, zaruret haline gelirdi. Durum böyle olsaydı, teklifler, sevaplar ve cezalar boşuna olurdu. Bunun içindir ki Allahü teâlâ, mihnet ve sıkıntıyı bazan inkârcılara, bazan da mü'minlere verir.

Allah, iman edenlerin ceza veya mükâfata ilişkin durumlarını

ortaya çıkarsın, sizden bazılarına şehitlik ikram ederek, Uhud'daki gibi

şehitler edinsin. Allah, zalimleri içi başka, dışı başka olanları yahut da inkârcıları

sevmez. Burada; Allahü teâlâ'nın, gerçeğe karşı duran inkârcılara, yardım etmiyeceğine ait uyarı vardır. Bazan inkârcıları galip getirmesinin sebebi, onları yavaş yavaş helâke götürerek cezalandırmak ve mü'minleri de imtihan etmektir.

141

Ve Allah, iman edenleri eğer yenilgiye uğrarlarsa günahlarından temizleyip

arındırsın ve inkârcıları da yenilgiye onlar uğrarlarsa

helâk etsin diye (İnsanlar arasında zafer ve yenilgi günlerini değiştirip duruyoruz.)

"Mehk" birşeyi yavaş yavaş azaltmak demektir. Buradaki ”inkarcılar"dan kasıt, Uhud'da Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) karşı savaşan ve inkârda ısrar edenlerdir. Allah onların hepsini helâk etmiştir.

142

Yoksa siz, Allah, sizden cihad edenleri (sınayıp) bilmeden ve sabredenleri deneyip

bilmeden, cennete gireceğinizi ve nimetlerine nail olacağınızı

mi sandınız? ”Allah sizden cihad edenleri bilmeden..." ifadesinin anlamı ”siz cihad etmeden" demektir. Çünkü, bir şeyin vukuu, onun Allah tarafından bilindiğini gerektirir. Buradaki ”bilmeden" kasıt, onların cihad etmiyeceklerinin, Allah tarafından kesinlikle bilindiğine işarettir. Burada Allahü teâlâ 'nın, eşyayı olduğu gibi bildiğine işaret vardır. ”Allah falan kimse hakkında hayır bilmedi" sözünün anlamı: ”Onda hayır yok ki bilsin." demektir.

Yine Allah, onların zorluklara sabretmiyeceklerini de kesinlikle biliyor. Onun için onların, sabredenlerin yolunu takip edip, onlar gibi sabretmeden cennete gireceklerini sanmamaları gerekir.

143

Gerçekten siz, o ölümü müşahede edip,

onunla karşılaşmadan önce, ölümü arzuluyordunuz. Burada, ölümden kasıt, şehit olmaktır. Hitap da, Bedirde bulunmayanlaradır. Onlar, Bedir'de şehit olanların aldıkları ecir ve dereceye nail olmak için, Hazret-i Peygamberle birlikte bir gazvede bulunmayı istiyorlardı. Bu konuda, Hazret-i Peygamber'e ısrar ettiyseler de, netice bunun tersine oldu.

İşte, arzulamış olduğunuz

o (ölümü) gördünüz, ama bakıp duruyorsunuz. Gözünüzün önünde öldürülen, kardeşlerinizi ve akrabalarınızı görüp, müşahede ediyorsunuz. Neredeyse siz de öldürülecektiniz. Bu ifadeler; onların, şehit olma isteklerini değil, ölümü isteyip, sonradan da, korkup yenilmelerini kınayan ifadelerdir.

Dünya sevgisi, ahiret saadetiyle birlikte bulunmaz. Birinin çoğaldığı yerde, diğeri azalır. Allah'tan başka her şeyi (masiva) kalpten boşaltıp, oraya Allah sevgisini doldurmadıkça, ahiret mutluluğu elde edilemez. Bu iki şey, bir arada bulunmaz. Bu sırdan dolayıdır ki âyette, ikisinin bir arada bulunması çok uzak görülmüştür. Allah'ı sevmek, iddiayla olmaz. Allah'ın dinini ikrar eden herkes de samimi olmaz. Bu ikisini birbirinden ayırmak için, ortaya bazı haram ve mekruhlar konmuştur. Sevgi; cefayla eksilmez, vefayla da artmaz. Birtakım belalarla imtihan edildikten sonra, yine de varlığını koruyan sevgi, gerçek sevgidir. Bu hikmetten dolayı, Allah, sizi cihad, şiddetli mihnet ve sıkıntı ile imtihana tabi tutmadan sadece peygamberi tasdik etmekle, ”cennete gireceğinizi mi sandınız?" buyurmuştur.

Bu konuda Kuşeyıî şöyle der: ”Şiddetli zorluklara göğüs germeden, yüksek bir yere ulaşacağını sanan kimseyi, kuruntuları, helâkm kuyusuna atar. İstediği şeyin değerini bilen insana onu elde etmesi için olanca gücünü sarfetmesi kolay gelir."

Şair der ki:

Taşkınlık yapıp cimri olana,

Zaman, nimetleriyle cömert davranmadı.

Şiblî'ye, arifin özelliği sorulmuş, o da şunu söylemiş: ”Dili, Allah'ı anarak konuşur. Kalbi, Allah'ın varlığını tasdik eder. Sırrı, Allah'ın va'dine dayanır ve ruhu da Allah'ın yolunda geçer."

144

Muhammed, sadece bir elçidir. Allahü teâlâ elçisini, kendi isrn-i celâlinden türeyen iki isimle vasıflandırmıştır. Bunlardan biri ”Muhammed", diğeri de ”Ahmed"dir.

Rivâyet edilir ki: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Uhud'a 700 kişilik bir gurupla gitmişti. 50 kişilik okçu grubunun başına da Abdullah b. Cübeyr'i vererek, onlara: ”Dağın dibinde durun. Oklarınızla bizi savunun ki düşman arkamızdan gelmesin. Yerinizden kıpırdamayın. Yerinizde durduğunuz müddetçe, galip geleceğiz" diye emirler verdi. Müşrikler gelip, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ashabıyla savaşa giriştiler. Savaş kızıştı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kılıç alarak: ”Bu kılıcın hakkını kim verir?" diye sordu. Ebû Dücane kılıcı kapıp, diğer Müslümanlarla birlikte şiddetli olarak kılıç sallamaya başladı. Hazret-i Ali de, kılıcı eğrilinceye kadar savaştı. Sa'd b. Ebî Vakkas da savaşıyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: ”At! Anam babam sana feda olsun!" diyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı, müşriklere hamle yapmışlar, Allah da onları zafere ulaştırmıştı ve müşrikleri yenmişlerdi. Bu arada okçular (atıcılar), müşriklerin kaçtığını görünce, yerlerini terkedip, ganimet toplamaya başladılar. Abdullah b. Cübeyr onlara: ” Hazret-i Peygamberin koyduğu yerlerinizi sakın terketmeyin!" diye telkinde bulunduysa da, onun sözüne kulak asan olmadı. Abdullah b. Cübeyr sekiz kişiyle kaldı.

Halit b. Velid, 250 kişilik bir grupla, geride kalan okçular üzerine yürüyüp, onları da öldürdü. Daha sonra, Müslümanlara arka taraftan saldırıp yendiler. İbn Kamîe adında birisi, Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) taş atıp, onu yaraladı ve ön dişini kırdı. Şair Hasan b. Sabit şöyle der:

Görmüyor musun, Allah delilleriyle kulunu Peygamber gönderdi.

Allah, en yüce, en şereflidir.

Onu yüceltmek için kendi isminden ismini türetti;

Arşın sahibi (olan Allah) Mahmûd, bu ise Muhammed'dir.

Hazret-i Peygamberin ashabı, kendisinden ayrılmıştı. İbn Kamîe, Hazret-i Peygamber'i öldürmek için bir hamleye girişti. O günkü sancaktar olan Mııs'ab b. Umeyr de engel olmaya çalıştı. Kamîe, Mus'ab'ı öldürdü, fakat Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürdüğünü zannederek dönüp gitti ve ”Muhammed'i öldürdüm" dedi. Bunun üzerine birisi çıkıp, ” Muhammed öldürüldü!" diye bağırdı. Bu İblis'ti. Ashap, hayretler içerisinde ve yenilmiş olarak geri döndü. Enes b.

Mâlik'in amcası olan Enes b. Nadr, Ensar ve Muhacirlerin karşısına geçip, ”neden duruyorsunuz?" diye sordu. Onlar da: ”Muhammed öldürüldü" dediler. Bunun üzerine Enes b. Nadr: ” Öyleyse bundan sonra yaşamayı ne yapacaksınız? Peygamberinizin öldüğü uğurda siz de ölün" dedi, düşmana doğru yürüdü ve şehid edildi. Ka'b b. Mâlik diyor ki: ” O esnada, Müslümanlar içerisinde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ilk gören ben oldum. Miğferin altından, gözlerinin belirdiğini gördüm. Bütün sesiyle: ” Ey Allah'ın kulları, bana koşun! Ey Allah'ın kulları bana bakın!" diye bağırıyordu. İnsanlar etrafına toplandılar. Yenilgilerinden dolayı onları kınadı. Onlar da: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Analarımız ve babalarımız sana feda olsun. Kötü bir haber işittik ve kalplerimiz ürperdi. Onun için geri döndük" dediler. Allahü teâlâ da bu âyetle onları kınadı.

"Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de sadece," diğer peygamberler gibi, ”bir elçidir."

Ondan önce de peygamberler gelip geçti. O da önceki peygamberler gibi geçip gidecektir. Kendisinden sonra, onun getirdiği dine sımsıkı sarılın. Peygamber gönderilmesinin amacı, delil getirip, ilzam etmektir. Yoksa devamlı olarak onlarla beraber kalmak değildir.

Şimdi o, ölür veya öldürülürse, ökçeleriniz üzerine geri mi döneceksiniz?. Bu ifade, Hazret-i Peygamber'in ölmesinden, ya da öldürülmesinden sonra, onların dinden dönmelerini yasaklamaya yönelik bir ifadedir. Çünkü onlar, önceki peygamberlerin öldüğünü, ümmetlerinin ise, o peygamberlerin dinlerine yapışıp, yaşamaya çalıştıklarını biliyorlar.

Kim, cihad ve diğer konularda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrine uymayıp,

ökçesi üzerine geri dönerse, o bu geri dönüşü ile,

Allah'a hiçbir zarar veremez. Ancak, Allah'ın öfke ve azabını kendi üzerine çekerek, nefsine zarar verir. Allahü teâlâ, fayda ve zarardan münezzehtir.

Allah, İslâm dininde karar kılıp,

şükredenleri rnükâfatlandıracaktır. Bu ise, en yüce nimet ve en üstün iyiliktir. Onlar bu şekilde isimlendirilmişlerdir. Çünkü İslâm üzere sabit kalmak, Allah'a şükür ve O'na karşı olan hakkı ödeme anlamı taşır. Ayrıca bu ifade; dönenlerin, küfrân-ı nimette bulunduklarını da İma ediyor.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği zaman, Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Bir kısmı dehşete kapıldı. Bir kısmı oturup kalkamadı. Bir kısmının dili tutulup konuşamadı. Bir kısmı da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ölümünü bütünüyle inkâr etti. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bile, bir ara, bu âyeti hatırlayanlayıp, şöyle dedi: ”Münafıkların bazıları, Hazret-i Peygamberin öldüğünü iddia ediyorlar. O ölmedi. Hazret-i Mûsa'nın, kırk gün insanlar arasından kaybolup, Rabbine gidip döndüğü gibi, O da Rabb'ine gitmiştir. Vallahi o mutlaka geri dönecektir. Onun öldüğünü iddia edenlerin ellerini ve ayaklarını keserim." Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu sözünü tekrarlayıp durdu. Tâ ki Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) kalkıp, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra, şu hitapta bulununcaya kadar:

"Ey İnsanlar! Her kim Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki o öldü. Her kim de Allah'a tapıyorsa, o da bilsin ki, Allah ölmez, diridir." Daha sonra da ”Muhammed sadece bir elçidir" âyetini okudu. Râvî der ki: ”Hazret-i Ebû Bekir, bu âyeti okuvuncaya kadar, insanlar sanki böyle bir âyetin indiğini bilmiyormuş gibilerdi. Bütün insanlar, onun öldüğüne artık kesinlikle inandı. Cansız varlıklar bile onun ayrılığına dayanamayarak çatlayıp yarılırken, müminlerin kalpleri nasıl çatlamazdı ki? Nitekim kendisine minber yapılmadan önce Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir kütük üzerinde hutbe okurdu. Minber yapılınca kütüğü terketmişti. Fakat kütük, ona olan özleminden dolayı, çocuk gibi ağlamaya başlayınca, Hazret-i Peygamber kütüğü kucakladı ve o da sakinleşti."

Ben de derim ki: ”Sevgililerden ayrı kalanın hayatı ne acıdır. Hele bu sevgili Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) olursa." Hazret-i Peygamber ağırlaştığı zaman kendisini sıkıntı kaplamıştı. Bunun üzerine Fatıma (radıyallahü anh), ”Vah üzüntülü babacığım!" deyince Hazret-i Peygamber ona, ”Bugünden sonra artık baban için üzüntü yoktur" buyurmuştur. Allah Rasûlü vefat edince de Fatıma (radıyallahü anh), ”Kendisini davet eden bir Rabbe icabet eden babacığım! Konağı Firdevs cenneti olan babacığım!" demiştir. Hazret-i Peygamber defnedildiği zaman, Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anh) şöyle diyordu: ”Ey Enes! Peygamber üzerine toprak serpmek hoşunuza gidiyor mu?" Hazret-i Fatıma, babasının ölümünden sonra altı ay yaşayıp, sonra vefat etti.

145

Allah'ın izni olmadan, hiçbir kişi ölenıez. Allah'ın izni ve dilemesi olmadan hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir. Allah'ın ilmi ve takdiri dahilinde, her nefis için belirlenmiş bir süre vardır (Ecel-i miisemmâ). Bu süre, savaşa çıkmakla veya savaştan kaçmakla ileriye de geriye de alınamaz. Bu ifadede, savaşa teşvik ve Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) de korunacağına dair bir va'd vardır. Mücahit, eceli gelmeden ölmez. Eceli gelen ise, savaşa çıkmasa bile ölümle karşılaşır.

(Ölüm), yazılmış ve zamanı belli

bir eceldir. Geri veya ileri alınamaz.

Kim yapmış olduğu amel karşılığında

dünya sevabını isterse, kendişine ondan veririz. Burada, Uhud'da ganimetle meşgul olan kişilere ta'riz vardır.

Kim de ahiret sevabını isterse, ilâhî vaad gereğince, dilediğimiz kadar,

kendisine ondan veririz.

Allahü teâlâ'nın, kendisine vermiş olduğu güç ve kuvveti, yaratılış gayesine uygun ve Allah'a itaat için harcayıp, İslâm nimetine

şiikredenleri mükâfatlandıracağız. Bu âyet, her ne kadar cihad hakkında gelmişse de, bütün amelleri kapsamına almaktadır. Allah yolunda savaşan kişi, Allah'ın dininin yücelmesi için savaşıyor. Ganimet elde etmek için, ya da nam kazanmak için değil.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kimin niyeti ahireti istemek olursa, Allah da onun kalbine zenginlik koyar. Gücünü birleştirir de dünya ona basit gelir. Kimin niyeti de dünyayı elde etmek ise, Allah ona fakirlik verir, gücünü dağıtır ve nasibinden başkasına da ulaşamaz."

146

Nice peygamberler var ki, kendileriyle beraber birçok erenler çarpıştı. ”Ribbîyyûn" kelimesi, Rabb'e mensub olan, eren insan demektir. Nice peygamberler vardır ki, Allah'ın dinini yüceltme konusunda, birçok veli, ilim adamı ve takva ehli kimseler, o peygamberlerle birlikte mücadele vermişlerdir.

Onlar,

Allah yolunda kıyasıya mücadele verirken,

kendilerine dokunan şeylerden yaralanma ve diğer zorluklardan bıkıp usanmadılar ve

yılmadılar, düşmanla cihad etme konusunda

zayıflık göstermediler, düşman karşısında zelil olup,

boyun eğmediler. Çünkü boyun eğmek, karşısındaki insana dilediği şeyi yapma imkânı verir. Burada Müslümanların, inkarcı düşmanların, kendilerine saldırdığı ve Hazret-i Peygamberin öldürüldüğü konusunda asılsız haber yayıldığı zaman, yılgınlık ve zayıflığa düştüklerine, ve müşriklerle cihad etmede zaafa düştüklerine ta'riz vardır.

Allah, kendi yolunda verilen mücadelede zorluklara göğüs gerip,

sabırlı olanları sever ve onlara yardım ederek, derecelerini yüceltir.

147

Onlar, düşmanla karşılaşıp, savaşın zorluklarını aşmada,

sadece şöyle diyorlardı: 'Ey Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı, yani senin rızân dışında haddi aşarak işlediğimiz isyanlarımızı

bağışla. Ayaklarımızı sabit tut ve bize, inkârcı topluluğa karşı, yardım et!' Savaş alanında, takvamızı artırıp, bizim ayaklarımızı sabit kıl, bizi haktan uzaklaştırma. Buradan anlaşılan, şavaş yerinde şaibeye kapılıp, bozguna uğrayıncaya kadar bu duaya devam ediyorlardı. Yine burada, savaş meydanında dağılıp hezimete uğrayanlara açık bir tariz vardır.

148

Allah da onlara, bu duaları sebebiyle

hem dünya sevabı, zafer, ganimet, üstünlük ve nâm;

hem de güzel âhiret sevabını verdi. Âhiret sevabı da cennet ve oradaki ebedî nimetlerdir.

Allah, iyilik yapanları sever. Allah'ın, kulunu sevmesi, ondan razı olması ve onun hakkında hayır dilemesidir. İşte o, bütün mutlulukların başlangıç noktasıdır.

İmam Fahreddin er-Râzî tefsîrinde der ki: ” Burada, ince bir lâtife vardır. Onlar: 'Ey Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve içimizdeki taşkınlığımızı bağışla' diyerek, kötü olduklarını itiraf etmişlerdir. Onlar bunu itiraf edince, Allah da onlara, 'iyilik edenler'ismini vermiştir."

Sanki Allahü teâlâ onlara:" Madem ki suçunuzu itiraf edip aczinizi kabullendiniz, ben de sizi 'iyilik edenler' diye vasıflandırıp, kendime sevgililer yaptım" demiştir. Böylece kul, Allah'a ulaşmak için, güçsüzlüğünü, basitliğini ve zavallılığını itiraf etmekten başka çare olmadığını bilmiş olmalıdır.

149

Ey iman edenler! Eğer inkârcılara itaat ederseniz... Bu âyet, Uhud'daki yenilgiden sonra, münafıkların müminlere: ” Dininize ve kardeşlerinize dönün" demeleri üzerine nazil olmuştur. O kimseler münafıktırlar. Fakat kendilerinden nefret ettirmek ve onlara itaat etmekten sakındırmak için inkarcılıkla nitelendirilmişlerdir.

Sizi arkanıza çevirirler, kendi dinlerine sokarlar

ve büsbütün kaybedersiniz. Siz tekrar eski halinize dönmekle, hem dünyanızı, hem de ahiret saadetinizi kaybedersiniz. Çünkü, ebedî sevaptan mahrum edilip, ebedî azaba düşürülürsünüz.

150

Hayır! Yardımcınız Allah'tır. Onlar sizin yardımcılarınız değil ki onlara itaat edesiniz. Sizin yardımcınız Allah'tır, başkası değildir. Öyleyse, O'na itaat edin, inkârcıları dost edinmeyin.

O, yardım edenlerin en hayırlısıdır. O halde, sadece O'na itaat edin ve sadece Ondan yardım dileyin.

151

Allah'ın, kendilerine hiçbir göç indirmediği şeyleri, O'na ortak koştuklarından dolayı, inkâr edenlerin kalplerine korku salacağız.

Onların kalplerine korku salınmasının sebebi, güçsüz şeyleri Allah'a ortak koşmalarıdır. Aynı zamanda bu, müminlerin zaferinin, kendilerinin de yenilgilerinin sebeplerindendir.

Bu korku, Uhud günü kalplerine atılan ve böylece savaşı terketmelerine sebep olan korkudur. Hiçbir sebep yokken, galibiyet kendilerinde olmasına rağmen geri dönmüşlerdi. ”Ru'h", kalbi dolduran korku anlamınadır.

Âyette geçen ”sultan" kelimesi; güç, kuvvet, delil, belge gibi anlamları ifade eder.

Onların âhirette

sığınacakları yer, cehennemdir. Başka sığınacakları hiçbir yerleri yoktur.

Zâlimlerin karargâhı olan cehennem

ne kötü bir yerdir. Onların gidecekleri cehennem, önce sığınakları, sonra da karargâhları olarak belirtilmiştir. Bu ifadeler, onların cehennemde sonsuza değin kalacaklarına işarettir.

152

O'nun izniyle ve dileğiyle,

inkârcıları yaygın bir şekilde

öldürdüğünüz zaman, Allah size olan vaadinde durdu.

Uhud savaşından sonra, Medine'ye dönüldüğünde, Müslümanlardan bazıları: ”Biz nasıl yeniliriz, Allah bize zafer vadetmişti" dediler. Bunun üzerine işte bu âyet indi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Uhud'a yerleştirdiği okçu birliğine: ” Sakın yerinizden ayrılmayın. Burada durduğunuz sürece galip geleceğiz" demişti. Nitekim durum öyle olmuştu. Müşrikler gelince, okçular ok atıyor, diğerleri de yeninceye kadar kılıçla vuruyorlardı. Müslümanlar elden gelen herşeyi yapıyor ve yiğitçe çarpışıyorlardı.

Tâ ki siz, korkup ve zayıflayarak

başarısızlığa düşüp, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in verdiği

emir konusunda çekişmeye girinceye kadar.

Okçuların bazıları: ”Ne yapalım şimdi?" deyince, onların başkanı olan Abdullah b. Cübeyr: ”Hazret-i Peygamberin emrine muhalefet edemeyiz" diyerek, on civarında arkadaşıyla yerlerinde kaldılar. Diğerleri de, ganimet yağmalamaya başladılar. İşte âyetin bunu ifade eden kısmı:

Allah size, sevdiğiniz (zaferi), ganimeti ve düşmanın yenilgisini

gösterdikten sonra, isyan ettiniz. O da sizi zaferden mahrum bıraktı. Müşrikler, bu durumu görünce, okçulara saldırıp, başkanlarını öldürdüler. İsyan bundan sonra tescil ediliyor. Bu da, günahın büyüklüğüne işaret eder.

Kiminiz, mevziyi terkedip, ganimet peşinde koşarak,

dünyayı istiyordu. İbn Mes'ud diyor ki: ”Bu âyet ininceye kadar, bizden herhangi birinin dünyayı istediğini bilmiyordum."

Kiminiz de, ahireti istiyordu. Bunlar, yerlerini terketmeyip, şehitlik şerefine ulaşanlardı.

Sonra O, sizi imtihan etmek için, o inkârcılardan uzaklaştırdı. Siz zafere yaklaşmışken, Allah bu durumu yenilgiye çevirerek, imandaki sebat durumunuzu ölçtü. Peygamberinizin emrine muhalefet ettiğinizden dolayı pişmanlık duyduğunuzu bildiği için,

sizleri affetti. Allah, mü'minlere karşı lütuf sahibidir. Onlara, bütün durumlarında lütufla muamelede bulunur ve onları affeder. Bu durum, Allah'ın şanındandır.

153

Hani siz, uzaklaşıyordunuz ve kimseye dönüp bakmıyordunuz. Arkanızdakine dönüp bakmıyordunuz ve sizden biri durup diğerini beklemiyordu. Halbuki,

Peygamber de arkanızdan sizi çağırıyor ve: ”Ey Allah'ın kulları! Bana gelin. Ben Allah'ın peygamberiyim. Kim düşmana hamle yaparsa, ona cennet vardır" diyor

du. Hazret-i Peygamber, kavmin arkasında kalmıştı. Çünkü onlar, yenilgi sebebiyle ilerlemişlerdi.

Bu yüzden, Allah size, gam üstüne gam verdi ki, ne kaybettiğinize, ne de başınıza gelene üzülmeyesiniz. Yapmış olduğunuzdan dolayı, Allah sizi, ölümle, yaralanmayla ve müşriklerin zafere ulaşmasıyla cezalandırdı. Yahut da, Hazret-i Peygambere isyan ederek yaptığınız eziyetin karşılığını gördünüz. Böylece, zorluklara ve sıkıntılara alışıp, gamları içinize çekesiniz de, ne kaybolan menfaate, ne de gelecek zarara üzülmeyesiniz.

Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allahü teâlâ, sizin biitün işlerinizi ve niyetlerinizi bilir. Sabır, Allah'a kesin bir şekilde inanma ve tevekkül, sizi Allah'ın yardım ve zaferine ulaştırır. Bozguna uğramak, çekişmek, dünyaya meyletmek, Peygamber'e isyan etmek ise, mü si bete uğramaya ve düşmandan kaçmaya yol açar.

Yahya b. Muaz'a, velînin özelliğini sormuşlar. O da şu cevabı vermiş: ”Velî'nin; sabır iç elbisesi, şükür dış elbisesi, Kur'ân yardımcısı, hikmet ilmi, fakirlik iftiharı, takva bineği, üzüntü arkadaşı, zikir meclisi, Allah ise yoldaşıdır."

154

Ey Mü'minleri

Üzüntüden sonra Allah

size, bir güven ve uyku indirdi. Ebû Talha der ki: ”Uhud günü kafamı kaldırıp baktım. Uykudan, başım sağa sola sallamayan kimse yoktu. O gün, kendisini uyku basanlardan biri de bendim. Elimden kılıç düşerdi, onu alırdım. Sonra kamçı düşerdi onu alırdım."

O

uyku, içinizden bir grubu bürümüştü. Ki o grup da, Muhacirlerle

Ensarın tümüydü. Münafıklar olan

diğer grubu da, nefisleri ilgilendiriyordu. Nefislerinin derdine düşmüş, üzüntü ve sıkıntı içerisindeydiler.

Allah'a karşı, cahiliye dönemindeki milletlerin

zannı gibi, haksız bir zanda bulunuyorlar: O'nu gereği şekilde bilmiyorlar. Ve:

'Bu işten bize bir şey var mı?' diyorlardı. Bunlar, Hazret-i Peygamber'e, ”Allah'ın yardım vaadinden ve zaferden bize herhangi bir hisse yok mu?" diye soruyorlardı.

Sen

de ki: 'Bütün iş Allah'a aittir.' Ahiretteki galibiyet, Allah'ın ve onun dostlarınındır. Orada ancak, Allah'ın grubu galiptir.

Onlar, sana açıklayamadıklarını, içlerinde gizliyorlar. Onlar, zafer ve yardım isteklerini açıkça belirtiyorlar. Fakat, inkâr etmeyi ve yalanlamayı da içlerinde saklıyorlar. Birbirleriyle başbaşa kaklıklarında, gizlice:

'Bu işten, Hazret-i Muhammed'in: ”Galip gelmek, Allah'a ve dostlarına mahsustur ve bütün işler Allah içindir." diyerek vaadettiği gibi

bize bir fayda olsaydı, burada öldürülmezdik' diyorlar. Uhud savaşında bizden öldürülenler öldürülmezlerdi. Bu savaş konusunda, bizim seçme hakkımız olsaydı, görüşümüz Übey b. Selûl ve arkadaşlarının görüşü gibi olurdu.

Ey Rasûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), sen de onların yalanlarını ortaya dökmek ve muamelelerini iptal etmek için

de ki: 'Evlerinizde dahi olsaydınız, yine üzerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yatacakları yeri mutlaka boylardı.' Allah, içinizdekini denemek ve kalplerinizdekini açığa çıkarmak için (bunları başınıza getirdi.) Bunları size yaptı... Siz, Uhud'a savaşmaya gitmeyip de, Medine'deki evlerinizde oturmuş olsaydınız, hakkınızda takdir edilen ve levh-i mahfuzda bulunanlar mutlaka size yine ulaşırdı. Medine'de kalmayı istemek, size bir fayda sağlamazdı. Çünkü, Allah'ın takdiri reddedilmez ve hükmü değiştirilemez, Böylece Allah, sizi imtihan edip, kalplerinizdekini açığa çıkarmanız için, sizi bir işleme tabi tuttu ki, ihlas ve samimiyetiniz iç durumunuz ve nifakınız ortaya çıksın.

Allah, göğüslerde olanı, gizli şeyleri

bilir.

155

Uhud'da

iki topluluğun karşılaştığı gün, sizin içinizden olup da savaşmak istemeyerek

sizden yüz çevirenlerin, işledikleri bazı işlerden dolayı, şeytan, ayaklarını kaydırmak istemişti. Karşılaşan iki topluluk, Müslümanlar ve inkarcılardı ve onlar yenilgiye uğramışlardı. Onların yenilgisinin sebebi, şeytanın onların yenilgisini isteyip, ayaklarını kaydımı ası dır. Buna sebep de, onların. Peygamber'e muhalefet ederek, yerlerini terketmeleri, ganimete ve dünya hırsına kapılmalarıdır. Böylelikle de, yardımdan ve manevî güçten mahrum olmuşlardı.

Allah, tevbe edip özür diledikleri için

onları affetti. Allah ğafûrdur, günahları bağışlar,

halimdir, tevbe etmeleri için, ceza vermekte acele etmez.

Şeytan, yakîn ehlinden olan samimi ve ihlâslı kimseleri, onların kalbinde, günah işlemeleri sebebiyle birtakım kötülük ve karanlık şeyler olmadıkça saptıramaz. Şeytan bunlara vesvese veremez. Şeytan, nefsinin kötülüklerinden kurtulan kimseye, vesvese vermek şöyle dursun yaklaşamaz bile.

Denilir ki: ”Güneyd rüyasında, İblis'i çırılçıplak görür ve ona: 'İnsanlardan utanmıyor musun?' der. O da: ' Şunlar insan mıdır ki? Asıl insanlar mesciddeler. Onlar ciğerimi yakıp beni tükettiler.' der. Sonra Cüneyd: 'Uyanınca erkenden mescide gittim. Başlarını dizlerine koymuş, düşünen insanlar vardı. Beni gördüklerinde: 'Pisin sözü seni aklatmasın' dediler. Kalp, marifet nuruyla aydınlanınca, şeytan, ona vesvese veremez."

Ebû Saîd Harraz şöyle der: ” Rüyamda İblis'i gördüm. Kendisine vurmak için, hemen sopamı elime aldım. Bana dendi ki: 'O bundan korkmaz. Kalpte oluşan nurdan korkar'."

İmam Gazâlî de şöyle diyor: ”Nakledildiğine göre ashab döneminde İblis, askerlerini ortalığa yaymış. Bir müddet sonra, perişan bir hakle İblis'e dönmüşler. İblis onlara: 'Bu haliniz ne?' diye sormuş. Onlar da: 'Bunlar gibi insanlar hiç görmedik. Bizi çok yordular. Onlardan bizim alacağımız hiçbir şey yok' demişler. Bunun üzerine İblis: 'Onlara gücünüz yetmez. Onlar Hazret-i Peygamberle arkadaşlık etmiş, vahye şahit olmuşlardır. Fakat onlardan sonra bir topluluk gelecek, istediklerinizi o toplulukta bulacaksınız.' Tâbiîn devri gelince, İblis askerlerini tekrar etrafa yayar. Kırık dökük ümitsiz bir şekilde geri dönerler ve derler ki: ' Böyle tuhaf topluluk görmedik. Onlar biraz günah işleseler ele günün sonu yaklaşınca, istiğfara başlayıp, günahlarını sevaba çevirtiyorlar.' İblis ele: 'Siz onlardan da bir şey alamazsınız. Onlar, tevhide ve Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine sarılmışlardır. Fakat bir topluluk gelecek ve onlar sizin yüzünüzü güldürecek. Onlarla oyun oynayıp, onları nefislerine uydurup, istediğiniz gibi yöneteceksiniz. Ne bağışlanma dileğinde bulunacaklar, ne de bağışlanacaklar. Tevbe de etmeyecekler. Dolayısıyla günahları sevaba dönüşmeyecek.' Birinci yüzyıldan sonra bir topluluk gelir. Onlar heva ve heveslerine kapılırlar. Bid'atlar kendilerine süslü gösterilir. Onları helâl sayıp, din kabul ederler. Af dilemezler ve tevbe de etmezler. İblis onlara düşmanlar musallat eder. Düşmanlar da onları, istedikleri yöne sevketlerler."

156

Ey İman Edenler! Siz, inkâr edenler ve yeryüzünde sefere, ya da savaşa çıkan ve sonra da ölen

kardeşleri ya da dindaşları

için: 'Eğer yanımızda kalıp şehri terketmemiş

olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi' diyenler (münafıklar)

gibi olmayın. Neticede Allah, onların bu sözlerini, kalplerinde bir hasret kılacaktır. ”li yec'ale"rim başındaki lam illet için değil, ”akıbet" içindir. Buna göre mana: ”Onlar bu sözü söylediler ve buna inandılar. Bunun neticesi de hasret oldu. -Hasret, pişmanlığın daha şiddetli olanıdır.- Buna inanan kimsenin hasreti, daha da artar."

Hayatın ve ölümün, Allah'ın takdir ve hükmü ile gerçekleştiğine inanan müslüman ise, bu hasreti kalbinde kesinlikle hissetmiyecektir.

Yaşatan da, öldüren de Allah'tır. Münafıkların bâtıl sözleri reddediliyor. Hayat ve ölümde, sadece Allah'ın etkisi vardır. Yolculukta veya savaşta olmalarının bunda bir etkisi yoktur. Allah, bazen tehlikeler karşısındaki, savaşanı da, yolcuyu da yaşatır. Yine Allah, yolculukta olmayıp, mukim olan kimseyi de, hiçbir sebep yokken ve tedbirleri de almışken öldürebilir.

Çünkü Allah, yaptıklarınızı görmektedir. Öyle ise şu münafıklar gibi olmayın.

157

Yemin olsun ki, siz mü'min olarak

Allah yolunda öldürülür, ya da ölürseniz, Allah'ın bağışlaması ve rahmeti, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır. Yolculuk veya savaş, ölümü çeken şeyler değildir. Ecel, asla ileri alınamaz. Ölüm, Allah'ın emriyle olunca, bu bir rahmet ve bağışlanmadır, rahatlıktır. İnkarcılar ise, dünya hayatları boyunca mal biriktirmeye çalışırlar. Bu malların da, kendileri için hayırlı olacağına inanırlar. Allahü teâlâ da, onların bu zan hırının boş şeyler olduğuna dikkat çekerek, ”bağışlanma onların zannettiği bu şeylerden daha hayırlıdır" buyuruyor.

158

Yemin olsun ki, her ne şekilde olursa olsun, ilâhî irade gereği,

ölür veya öldürülürseniz, gerçek ma'bud, şanı yüce, rahmeti ve ihsanı çok bol olan

Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. Sizi, başkaları değil, sadece O hesaba çekip, amellerinizin karşılığını verecektir. Size bol miktarda ihsanda bulunacaktır.

Bu âyette nefis bir sıra gözetilmiştir. Önce ”Allah'ın bağışlaması" zikredilmiştir. Bu, günahların affedilmesidir. Bununla Allah'ın ikabından korkarak O'na ibadet eden kimseye işaret edilmiştir, Sonra ”rahmeti" zikredilmiştir. Bu da Allah'ın sevap lutfetmesidir. Bununla da sevap umarak kendisine ibadet eden kimseye işaret edilmiştir. Daha sonra da ”Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız" buyurulmuş olup bununla sırf rubûbiyyet ve ubudiyyet için Allah'a ibadet edene işaret edilmiştir. Bu makamların en yücesidir. Allah'ın huzuruna çıkarılmakla, Allah'ın mağfiretine çıkarılmak arasında büyük fark vardır. Bu konuda şöyle bir olay anlatılır:

İsa (aleyhisselâm) bir gün, bedenleri cılızlaşmış, benizleri sararmış ve üzerlerinde ibadet izleri olan bir topluluğa uğrayıp, kendilerine: ”Ne istersiniz?" diye sorar. Onlar da: ”Allah'ın azabından korkuyoruz" derler. İsa da: ” Allah, size azap etmemede çok cömerttir, elbette size lütfü ile muamele edecektir" der. Sonra bir topluluğa daha uğrayıp, onlarda da aynı özellikleri görüp, ne istediklerini sorar. O topluluk da: ” Cennet ve rahmeti isteriz" derler. İsa (aleyhisselâm) onlara: ”O sizi, rahmet ve cennetten engellememe konusunda çok cömerttir, elbette size lütfü ile muamele edecektir" der. Sonra da üçüncü bir topluluğa uğrayıp, onlar üzerinde de daha çok ibadet izleri görür. Onlara aynı soruyu sorar. Aldığı cevap şu olur: ”O'na ibadet ediyoruz. Çünkü, O bizim Rabb'imiz, biz ise O'nun kullarıyız." İsa peygamber de: ”Siz ihlâslı kullar ve gerçek ibadet edenlersiniz" buyurur.

Başka bir hikâyede de şöyle anlatılır:

Kadının biri, yanındakilere şöyle sorar: ”Size göre, cömertlik nedir?" Onlar da: ”Mal vermektir" derler. Kadın: ”Sizin dediğiniz, dünya ehlinin ve sıradan insanların cömertliğidir. Havassın(Allah'ın seçkin kullarının) cömertliği nedir?" diye sorar. Onlar: ”Allah'a itaat etmek konusunda elden gelen çabayı sarfetmektir" derler. Kadın da: ”Sevap umuyor musunuz?" diye sorar. Onlar ”evet" derler. Kadın da: ”Allah'ın: 'Kim bir iyilik getirirse ona on katı vardır'(Enam: 160) sözüne göre, bire on alacaksınız ” der ve ilâve eder: ”Bunda cömertlik nerede bire on alıyorsunuz?" Adamlar derler ki: ” Söyle bakalım nedir o?" Kadın şöyle der: ”Cömertlik, amelin Allah için yapılması, cennet sevgisi, ya da cehennem korkusuyla; sevap için veya cezadan korkulduğu için yapılmamasıdır. Bu da ancak, tek başına kalıp, mâsivâ'dan soyutlanıp ve varlığın gerçeğine ulaşmakla mümkündür. Mü'minin görevi, dünyadan yüz çevirip, Allah'a doğru yol almaktır. Böylece gözlerinden perde kalkar ve- Rabb'ine ulaşır."

İmam Fahreddin er-Râzî tefsirinde şöyle der: ” İnsan cihada yönelince, dünyadan yüz çevirir ve ahirete önem verir. Ölünce de, sanki düşmandan kurtulur ve sevgiliye ulaşır. Ölümden korkarak evde oturan ve dünyaya tutkun olan kimse ölünce de, sanki sevgilisinden ayrılır ve gurbete gönderilir. Bunlardan birincisi, mutluluğun zirvesi, ikincisi ise, mutsuzluğun zirvesidir."

159

Allah'ın rahmeti sebebiyle, onlara yumuşak davrandın. Sen onlara, büyük bir merhamet örneği gösterdin. Onlar senin emrine muhalefet ederek, seni düşmana teslim ettiler. Buna rağmen, onlara yine de lütufda bulunup, yumuşak davrandın.

Eğer onlara karşı

kaba ve katı kalpli olsaydın, etrafından dağılırlardı. Senin yanında oturmazlardı. Eğer sen, söz ve davranışlarınla, onlara kaba davranıp, fena muamelede bulunmuş olsaydın, hepsi kaçıp giderdi.

"Fezz", kaba ve ahlâksız demektir. ”Katı kalpli" ise, kalbi hiçbir şeyden etkilenmeyen demektir. İnsan bazan, kötü huylu olmaz ve kimseyi de incitmeyebilir. Fakat, merhametli olup, hassas da davranmaz. Aradaki fark da işte budur.

Onları, Allahü teâlâ'nın affettiği gibi, senin hukukuna ait konularda

sen de

affet ve Allah'ın hukukuna ait konularda

bağışlanmalarını dile. İş konusunda onlara danış. Savaş ve buna benzer görüşülmesi gereken konularda, onların görüşlerini al. Onların gönüllerini al ve onları onore et. Aynı zamanda, ümmet içerisinde danışma sünnetinin yerleşmesine örnek ol. Bu danışmadan sonra bir şeye

karar verdin mi de, artık Allah'a dayan. Danışma sonucunda varılmış olan en iyi neticeyi uygulama konusunda Allah'a dayan. Senin için en iyi olanı. Allah'tan başkası bilemez. Ne sen, ne de senin danıştığın kişi bilebilir.

Allah, kendisine dayananları sever. Kendisine tevekkül edenlere yardım eder, onları en doğru ve kendilerine hayırlı olan yola iletir.

"Tevekkül", işi Allah'a havale etmek ve O'na güvenmenin yeterliliğine inanmaktır. Bu âyetten anlaşılan, (bazı cahillerin dediği gibi) insanın tevekkül ediyorum derken, kendini ihmal etmemesidir. Aksi halde, danışma emri, tevekkül etmeye aykırı olurdu. Tevekkül, insanın görünür sebepleri gözetmesi demektir. Fakat, kalbiyle onlara dayanmayacaktır. Sadece, hikmete inanacaktır. Yani her şeyde bir hikmetin varlığını unutmayacaktır.

Âyet-i kerimede belirtildiğine göre, Hazret-i Peygamber, ashabına kaba ve katı kalbli davranmış olsaydı, kendisinden ayrılacaklardı. Halbuki ona uymak din, ondan ayrılmak ise inkârdır. İnsanların kendisine boyun eğdiği, kendisine tâbi olduğu ve itaat ettiği birisinin, onlara kaba ve katı kalple muamele etmesi nasıl düşünülebilir? Yumuşak söz, kalplerde en etkili olan ve en çabuk cevap verilen sözdür. İtaat edilmeye en lâyık olan sözdür. Onun için Allah, Hazret-i Mûsa ve Harun peygamberlere: ”Ona yumuşak söz söyleyin" (Tâhâ: 44) emrini vermiştir.

İmam Fahreddin eı-Râzî tefsirinde şöyle der: ”Rıfk ve yumuşaklıkla muamele, Allah'ın hukukuna tecavüz etmiyorsa caizdir. Allah'ın hukukunu ihlâle götürürse caiz değildir."

Allahü teâlâ şöyle buyurur: ”Ey Peygamber! İnkarcılara ve iki yüzlülere sert davran."(Tahrim: 9) Zina suçu işleyenlere verilecek olan ceza konusunda da, müminlere şöyle deniliyor: ”Allah'ın dini konusunda; sizi, onlara karşı acıma duygusu engellemesin!" (Nur: 2)

Dikkat ediniz! İfrat ve tefrit, yerilmiş iki mefhumdur. Aşırılık, olumsuz da olsa, olumlu da olsa iyi karşılanmamıştır. Faziletli yol, orta yoldur. Kaba davranmak, bir yerde yasaklanmış, bir yerde de emredilmiştir. Bu da, ifrat ve tefritten uzaklaşmak içindir. Orta yolu takip etmek gerekir ki, o da en doğru yoldur. Bu sırdan dolayıdır ki Allahu teâlâ: ”Böylece sizi, orta bir ümmet yaptık" (Bakara: 243) buyurmuştur.

Bilmiş olunuz ki, peygamber göndermekten kasıt, insanlara Allah'ın tekliflerini bildirmektir. Bu maksada ulaşmak için, gönüllerinin peygambere yönelmesi gerekir. Nefislerinin ona ısınması lâzımdır. Bunun gerçekleşmesi için ise, peygamberlerin, kerîm ve rahîm olmaları, cömert, şefkatli ve merhametli davranmaları, insanların günahlarını görmemeleri, suçlarını bağışlamaları, şefkat ve merhametle onlara yaklaşmaları gerekir. Bu sebeplerden dolayı peygamberler, kötü ahlâktan arındırılmışlardır. Katı kalbli değillerdir. Fakir ve yoksullara yardıma meyillidirler. Onların kötülüklerine pek bakmazlar. Bunun için aksi olsaydı âyette belirtildiği gibi ”Sert ve katı kalbli olsaydın, etrafından dağılırlardı." O zaman ise, peygamberler göndermekten maksat hasıl olmamış olurdu. Onların vârisleri olan ilim adamları ve hocaların böyle olması gerekir. İnsanlar, iç ve dış yönleriyle, uymuş oldukları kişilerin dini üzeredirler. Her ne kadar, güzel ahlâk üzere olan ilim adamı ve hoca, bu devirde az bulunsa da, durum yine aynıdır. Ancak Allah'ın kendilerini koruduğu, şeriata sarılma yolunu gösterdiği ve hakikat adabını gerçekleştirmeye muvaffak kıldığı kimseler hariç.

Rivâyet edilir ki: Hilimde darb-ı mesel haline gelen Ahnef, bir adamla birlikte bulunuyordu. Adam Ahnef'e çok çirkin bir şekilde sövdü. Ahnef, kalktı, gitmeye başladı, adam da onun peşine düştü. Ahnef kavmine yaklaşınca durdu ve: ” Bak arkadaş! Benim toplumuma geldik. Eğer söveceğin başka söz varsa onu da söyle. Sonra bu toplum işitirse, sana eziyet ederler" dedi. Ahnef'in ahlâkına bakınız. Cahile nasıl davranıyor ve ona nasıl iltifatta bulunuyor? Bir adam Ahnefe der ki: ”Kişilik (mürûet) nedir, bana söyle?" Ahnef cevap verir: ”Güzel ahlâklı olman ve kötü ahlâktan kaçınmandır."

160

Eğer Allah, size yardım ederse, sizi yenecek yoktur. Allah size, Bedir savaşında yaptığı gibi, yardım eder ve düşmandan korursa, sizi kimse yenemez. Uhud savaşındaki gibi,

eğer yüz üstü bırakırsa, size yardımda bulunmazsa,

ondan sonra size kim yardım edebilir? Buradaki soru, olumsuzluk ve mübalâğa ifade eder. Yani, kimse yardım edemez, demektir. Bu durum, bütün işlerin Allah'a ait olduğuna dikkati çekmek içindir. Bu sebeple O'na tevekkül edilmesi emredilir:

Mü'minler, Allah'a dayanıp,

tevekkül etsinler. O'ndan başkasının yardım edemiyeceğini biliyorlar. Öyleyse, sadece O'na dayansınlar.

İmran b. Husayn'ılan rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ” Ümmet imden yetmiştin kişi, hesap sorulmadan cennete girer."“Onlar kimlerdir Ey Allah'ın elçisi?" diye soranlara ise şöyle buyurdu: ”Onlar, sihir yapmayanlar, yaptırmayanlar, uğursuz saymayanlar ve Allah'a tevekkül edenlerdir." Ukkâşe b. Mihsan: ”Ey Allah'ın elçisi, Allah'a duâ et de beni onlardan etsin" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Sende onlardansın" buyurdu. Sonra bir başkası kalkıp, aynı ricada bulundu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna da: ”Ukkâşe bunda seni geçti ” buyurdu.

Bir başka hadiste ise şöyle buyurulur: ”Eğer siz, Allah'a gereği şekilde tevekkül etseydiniz, sizi kuşlar gibi rızıklandırırdı. Kuşlar sabahleyin karnı boş olarak gider, akşam tok olarak geri döner. ”

161

Bir peygamber, ganimet malına hıyanet edemez. Burada geçen ”ğulûl" kelimesi, ganimet malını, gizli ve haince almak anlamınadır. Bu olay, dünyada ayıp, ahirette ise cehennemi gerektirir. İnsanlığın en yüce makamında olan peygamberlere bu iş yakışmaz.

Kim hıyanet ederse, kıyamet gününe, hıyanet ettiği şeyle gelir. Ganimet malına hiyanet edip, ondan bir şey aşının kimse, kıyamet gününde aşırdığı şey boynuna asılı bir halde gelir. Aşırmış olduğu şeyle, orada bulunanların huzurunda rezil olur. Bu durum, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözü gibidir: ”Kim kendisine ait olmayan yerden bir karış gasbederse, kıyamet günü Allah, o yerin yedi katını boynuna dolar."

Bir başka hadiste de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Dikkat ediniz! Kıyamet günü bağıran bir deveyle, böğüren bir inekle ve meleyen bir koyunla geleni asla tanımam. 'Ey Muhammed! Ey Muhammed!' diye çağırır. Ben de: 'Allah'ın azabına karşı, sana bir şey yapamam, bunu sana bildirmiştim' derim."m

Ebû Hu rey re' ye denildi ki: ” Hıyanet ederek aldığı şey çok büyükse, toplu bir malsa onu nasıl getirir?" Cevabı şöyle oldu: ” Dişi Uhud kadar, dizi dev (veya vedegan denen bir yer) kadar, kolu dağ kadar ve oturağı da Medine-Cidde arası kadar olanı görmedin mi? İşte onu bu taşır."

Sonra herkese, kazandığı tam olarak verilir. Hayır veya şer, az veya çok, her kim ne kazanmışsa, kazandığının karşılığı tamamen kendisine verilir.

Onlara asla zulmedilmez. Hiçbir kimseye, kazandığından az sevap veya fazla ceza verilmez.

162

Allah'ın rızasına uyan kimseyle, O'nun gazabına uğrayan kimse, hiç bir olur mu? Bir kimse, Allah'ın yasaklarından sakınır, O'nun rızasını kazanmaya çalışır, O'na itaatte bulunur ve kötü şeyleri yapmazsa, elbette gazaba uğrayanlarla bir olmaz. Bir grup, Allah'ın dinine bağlanmış, diğer grup da bunun tersini yapıyor. Bunların eşit olması imkânsızdır.

Onun yani Allah'ın gazabına uğrayanın

yeri cehennemdir. O, ne kötü sonuçtur. ”Merci" (varılacak yer) ile, ”masîr" (sonuç) arasındaki fark şudur: Masîr, İlk halden farklı olmalıdır. Merci ise böyle değildir.

163

Onlar, Allah katında, derece derecedirler. Allahü teâlâ'nın ilim ve hikmetinde onların, değişik ve çeşitli tabaka ve mertebeleri vardır. Onlar, itaat ve isyan bakımından ayrı ayrı oldukları için, sevap ve ceza bakımından da farklı muameleye tabi tutulurlar.

Allah, onların yaptıklarını görmektedir. Onların yaptıkları amelleri ve derecelerini Allah çok iyi görür ve onlara göre karşılıklarını verir.

Akıllı insan, derecesini tamamlamaya ve en iyi dereceyi elde etmeye ve böylece güzel hallere ulaşmaya koşar.

Dediler ki: Cennetlikler dört kısımdır: Nebîler ve rasuller, veliler, sıddıklar ve Allah'ın birliğine inanan âlimler. Allahü teâlâ'nın ”...Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelere yükseltir..." (Mücadele: 11) mealindeki âyetiyle muradı da bu son guruptur.

Bu dört grup, beyaz kum tepesi üzerinde Hakk'ı görmek üzere, Adn cennetinde tek başlarına kalırlar. Orada bunların, dört makamı vardır:

Birinci tabaka, ”minber" tabakasıdır. Burası en yiice tabaka olup, Nebî ve Rasuller'e aittir.

İkinci tabaka, söz, amel ve hareket bakımından, peygamber vârisi olan âlimlerin tabakasıdır. Bu tabaka, ”eserra" ve ”arş" ashabıdır.

Üçüncü tabaka, Allahü teâlâ'yı, gözlem ve aklî deliller yoluyla bulan âlimlerin tabakasıdır. Bunlar, ”kürsü" ashabıdır.

Dördüncü tabaka, taklidi imanla Allah'ın birliğine inanan mü'minler tabakasıdır.

Bunların da mertebeleri vardır. Bunlar, kumdan bir tepe üzerinde ve diğerlerinin önüne geçmişlerdir. Halk, amellerinde de mertebelere ayrılmıştır. Faziletlerde de mertebeleri vardır. Yaş da bunlardandır. Fakat İslâm ve itaat içerisinde geçen bir yaş. Amel bakımından mertebeleri eşit oldukları zaman yaş bakımından büyük olan küçük olana tercih edilir. Bunlardan biri de zamandır. Ramazanda, cuma gününde, Kadir gecesinde, zilhiccenin 10. gününde ve Aşûre gününde yapılan ameller, diğer günlerde ve zamanlarda yapılanlardan daha faziletlidir. Mekânlar da mertebe mertebedir. Mescid-i Haram'da kılınan namaz, Medine mescidinde kılmandan daha faziletlidir. Medine mescidinde kılınan namaz da diğerlerinden faziletlidir. Durumlar da mertebe mertebedir. Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınandan daha faziletlidir. Bizzat ameller de derece derecedir. Meselâ namaz kılmak, insanlara ezâ veren şeyleri gidermekten daha faziletlidir. Bir amel de yapılış durumuna göre farklıdır. Yakınlarına sadaka verenin sevabı, uzağa vereninkinden daha çoktur. Çünkü bu hem sadaka vermiş, hem de sıla-ı rahim yapmıştır. Bunun gibi, Ehl-i Beyt'ten şerefli birine hediye veren, başkalarına verenden daha faziletlidir.

Büyüklerin sözünde şövle denir: Hiçbir gün yoktur ki, insanoğluna şöyle demiş olmasın: ”Ey İnsanoğlu! Ben yeni bir yaratığım. Yaptığın işte, yarın sana şahit olacağım. Bende hayır yap ki, yarın sana şahitlik yapayım. Eğer geçersem, beni bir daha göremezsin."

164

Yemin olsun ki Allah, mü'minlere büyük lütufda bulundu. Allah'a yemin olsun ki, Hazret-i Peygamberle (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminden inananlara, Allahü teâlâ ihsanda bulunmuştur.

Daha önce, açık bir sapıklık içerisindelerken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, onları temize çıkaran ve onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi.

Âyette geçen: ”Enfiisihim" ifadesinin anlamı, gönderilen o peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendi soylarından veya kendi uyruklarından ve kendileri gibi Arap, demektir. Sözünü kolaylıkla anlayabiliyorlar, durumunu biliyorlar. Doğruluk ve güven konusunda, onunla öğünüyorlar, onun varlığı, kendileri için büyük bir şeref. Âyette ”O, sana ve kavmine şereftir" (Zuhruf: 44) buyurulmuştur. Âyette geçen ”enfüsihim" kelimesi, bir başka kıraatte, ”enfesihim" şeklindedir. Buna göre, Hazret-i Peygamber, kavminin en şereflisi. Zaten o, Arap kabilelerinin en şereflilerindendi.

Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara, Kur'an okuyor. Halbuki onlar, cahillerdi. Vahiy işitmemişlerdi hiç. Onları pis huylardan, kötü inanç ve işlerden, yalan şeylerden ve zararlardan temizliyordu. Onlara, Kuran ve sünneti öğretiyordu. Onlar, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip kendilerini temizlemesinden ve onlara bazı şeyler öğretmesinden önce, açık bir sapıklık sergiliyorlardı.

Allahü teâlâ Peygamber'ini, azgın ve çirkef toplumlara gönderdi. Fakat azan ve haddi aşanlar perişan oldu. O'nun dünyaya teşrifiyle, putlar yerle bir olup, Kisra'nın sarayı yıkıldı. Fars'ın ateşi söndü. Mevlâsı, onu seçti ve halkın önüne geçirdi. O, baştaki göz makamındadır. Bütün varlıklara rahmet vesilesidir. Halkın ve ileri gelenlerin arasında, onun çok yüce bir hatırı vardır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hatice'yle evleneceği zaman, Ebû Tâlib bir konuşma yapmış ve şöyle demişti (Bu sırada, Beni Hâşim ve Mudar kabilesi başkanları da oradaydı.): ”Bizleri İbrahim'in ztirriyetinden, İsmail'in ekininden ve Mudar kabilesinden yaratan Allah'a hamdolsun. Bizleri, evini kucaklayanlar ve haremine hizmet edenler kıldı. Bize yüce bir ev, emin bir harem yaptı. Bizi insanların idarecileri yaptı. Sonra şu kardeşimin oğlu Muhammed b. Abdullah (sallallahü aleyhi ve sellem) var ki, Kureyş kabilesinin hangi genciyle ölçülse, o tercih edilir. Allah'a yemin olsun ki, bundan sonra onun, büyük bir mesajı ve önemli bir mevkii olacaktır."(61)

165

Onlara düşmanlarınıza

İki katını uğrattığınız bir belâ kendi başınıza geldiği zaman mı: 'Bu nereden başımıza geldi?' dediniz? Uğranılan belâdan kasıt, Uhud'daki durumdur. Uhud'da mü'minler, 70 kayıp vermişlerdi. Bedir'de de müşrikler, 70 kayıp, 70 esir verdiler. Âyetin anlamı, daha önce düşmanlarınıza verdiğiniz zararın yarısı sizin başınıza gelince mi sabırsızlandınız ve: ”Bu, bizim başımıza nereden geldi? Daha önce müşrikler mağlup idiler, bize nasıl galip geldiler? Oysa onlar, müşrik ve kafir kimseler. Biz Allah'ın dinine ve rasulüne yardım ediyoruz." dediniz. Buradaki soru, inkâr etme anlamında bir sorudur. Allahü teâlâ da, bu fasit soruya şu şekilde cevap verir:

De ki: 'O kendinizdendir.' Bu yenilgiye uğramanız, isyanınız sebebiyle oldu. Çünkü siz yerlerinizi teıketmek ve ganimet hırsına kapılmak suretiyle emre karşı çıktınız.

Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir. İtaat ederseniz, zafer verir, muhalefet ederseniz, yüzüstü bırakır.

166

İki topluluğun karşılaştığı gün, sizin başınıza gelenler, ancak Allah'ın izniyle olmuştur ki, bu da, mü'minleri ayırdetmesi ve münafıkları ortaya çıkarması içindi. Uhud'da karşılaşan iki topluluktan, hangilerinin mü'min, hangilerinin münafık olduğunun ortaya çıkması için, Allah'ın izniyle böyle bir imtihan gerçekleştirilmiştir.

167

Bunlara: Gelin, Allah yolunda savaşın, ya da savunma yapın' denildiği zaman: Münafıklardan kasıt, Abdullah b. Übey ve arkadaşlarıdır. Çünkü bunlar, Uhud günü Hazret-i Peygamberden ayrılmışlardı. Abdullah b. Haram da onlara: ”Peygamberinizi ve kavminizi yardımsız bırakmakta olduğunuzu, Allah için size hatırlatırım" demişti ve onları savaşa çağırmıştı. Müslümanların isteği ise, bu grubun kendilerine katılıp, çoğunluk elde ederek birlikte savaşmaktı. Çoğunluğu elde edince, bu durum düşmanı tedirgin eder ve gücünü kırardı.

Bu iki seçenek ( savaşmak veya savunmak) arasında kalanlar

'Eğer savaşmayı bilseydik, elbette sizin peşinizden gelirdik' dediler. Münafıklar, kendilerine yapılan teklife katılmayıp, şu bahaneleri ileri sürüyorlar: ”Sizin savaş dediğiniz şeyin, savaş olduğunu bilsek, size katılırız. Fakat o savaş değil, kendinizi tehlikeye atmaktır. Yahut da, güzel savaşmayı bilseydik, size katılırdık." Bu sözleri, alay etmek ve aşağılamak için söylüyorlardı. Bunun içindir ki:

Onlar, o gün, imandan çok küfre yakındılar. Bunun anlamı; münafıklar, o güne kadar, nifaklarını gizliyorlardı. Görünürde inkârdan uzaktılar. Gerçek yüzleri ortaya çıkınca, küfre yakın oklukları anlaşıldı. Onların yüzüstü kalmalarının sebebi, Müslümanlara yardımdan vazgeçmeleridir. Kendilerinden rivâyet edilen sözlerden onların müslüman olmadıkları anlaşılmaktadır.

Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. İçlerinde gizlediklerinin tersini söylüyorlar. Sözü ağıza izafe etmek, pekiştirme ve tasvir ifadesidir. Allahü teâlâ 'nın ”...iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki.." (En'anı: 38) ifadesinde olduğu gibi. Sözün gerçeği, bu şekilde ifade edilmiştir. Çünkü söz söyleme organı, ağızdır.

Halbuki Allah, onların

sakladıklarını çok iyi bilir. İçlerinde sakladıkları ve sadece baş başa kalınca açıkladıkları nifakı. Allahü teâlâ bütün ayrıntılarıyla bilir. Siz bunları, az çok ve belirtileriyle bilebilirsiniz.

168

Kendileri oturdukları halde, kardeşlerine: 'Eğer bize uysalardı, öldürülmezlerdi' dediler. Bu sözleri, kendileri gibi münafık olan ve Uhud'da öldürülenler için söylemişlerdi. Aynı evde oturdukları öz kardeşleri de ifade edilmiş olabilir. Bunlar içerisinde, bazı şehitler de vardır. Savaşa katılanlar için ise. ” Keşke bizim dediğimizi dinleselerdi ve bizim savaşmadığımız gibi onlar da savaşmasalardı" demişlerdi. Bu sözlerden, savaşa katılanlara engel olmaya çalışmış oldukları anlaşılmaktadır.

Sen de onları susturmak ve yalanlarını ortaya çıkarmak için

de ki: 'Eğer doğru iseniz, ölümü kendinizden savın.' Sözlerinizden anlaşıldığına göre kendinize gelen ölümü uzaklaştırmaya gücünüz varsa, o halde özel bir sebebe bağlı olarak ve muayyen bir vakitte size yazılan ölümü, sebebini defetmek sûretiyle kendinizden defedin. Öliime karşı çare arayıp kendini müdafâ etmek veya etmemek birdir. Kendi canlarınız onlardan daha önemlidir. Ayetin anlamı şudur: Sizin ölmeyişinizin sebebi, ölüm zamanınızın gelmemiş olmasıdır. Süreniz gelmiş olmasına rağmen, evde oturarak onu ertelemediniz. Bu düşünceniz doğru olamaz. Bazan savaşmak kurtuluşa, evde oturmak ise ölüme götürebilir.

Bilin ki, ölümün belli bir yaşı yoktur. Belli bir zamanı da yoktur. Belli bir hastalığı hiç yoktur. Kişi bunları bilerek, her an için, ölüme hazır olmalıdır. Salih kimselerden birisi, geceleri şehir duvarı üzerine çıkarak:

"Yolculuğa hazırlanın yolculuğa hazırlanın" diye bağırırın iş. Adam ölünce, bu sesi artık duyamayan vali, birisini çağırıp bunu sorduğunda, adamın öldüğünü söylemişler. O da şunu söylemiş:

Solculuğa düşkündü, devamlı onu anardı.

Nihayet deveci, devesini kapısında ıhtırdı.

Onu uyanık, gayretli ve hazırlıklı buldu,

Zaten emelleri, onu hiç oyalamamıştı.

169

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın. Onlardan kasıt, Uhud şehitleridir. Sayıları da yetmiştir. Kâşânî der ki: ”Sakın sanmayınız" hitabı, herkesi kapsamına alır. Çünkü bu çok önemli olup, tek tek herkese bu müjdenin verilmesi gerekir ki, iyi bir karşılığın olduğuna emin olsunlar ve cihada çıkmak için gerekli tedbirleri alsınlar.

Aksine onlar diridirler. Rabb'leri katında rızıklandırılmaktadırlar. Onlar, Allahü teâlâ'ya yakın olup, cennet meyve ve hediyeleriyle rızıklandırılıyorlar. Bu durum, onlara bir ikramdır, tazimdir. ”...Rızıklandmlmaktadırlar" ifadesi onların gerçekten diri olduklarını tekid etmektedir.

170

Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği şeylerle sevinç içinde olarak... Ki bu lütuf, şehitlik mertebesi ve âcil en ebedî nimetlerden yararlanmaktır.

Geride kalıp kendilerine yetişemeyenlere, onlar için bir korkıı ve üzüntü olmadığını müjdelerler. Kendileri gibi, Allah yolunda öldürülmeyen ve onlara yetişemiyen kardeşlerine, sevinç içerisinde müjdeler verirler. Çünkü, şehit olanlar öne geçmiş, diğerleri ise geride kalmıştır.

Kendilerine verilen müjdeden dolayı sevinç içerisindedirler. Çünkü, ölür veya öldürülürlerse, ebedî bir hayata kavuşacaklar. Orada, korku ve üzüntü hissetmeyeceklerdir. Korku, ilerde gelmesi muhtemel olan bir fenalık olunca hissedilir. Üzüntü ise, geçmişte mevcut olan bir menfaatin kaçırılmasından dolayı hissedilir. Burada Allahü teâlâ; onların, kıyamette karşılaşacakları şeylerden dolayı hiçbir korkuları olmayacağını ve kaybettikleri dünya nimet ve lezzetlerine de üzülmeyeceklerini açıklıyor.

171

Onlar, Allah'ın nimet ve lütfunu müjdelerler. Bu müjdenin tekrar edilmesi, zikredilen müjdenin sadece korku ve üzüntünün olmamasından ibaret olmayıp onlarla birlikte, değeri takdir edilemiyecek kadar büyük mükâfatlar da bildirmektedir. Bu mükâfatlar, dünyada işledikleri amellerin karşılığıdır. Ayette geçen ”Lütuf-Fadi" dan maksat da ”Güzel davrananlara, daha güzel karşılık ve fazlası var"(Yunus: 26) âyetinde olduğu gibi, fazla, ziyade demektir.

Ve ister şehit olsun, ister olmasın,

Allah'ın, bütün

mü'minlerin mükâfatını zayi etmeyeceğini müjdelerler.

Bu âyetin zahirinden anlaşıldığına göre, öldürülmüş olanların ruhları, bedenlerinden ayrılmış olsalar bile, şu anda canlıdırlar. Onların elan canlı olduğunu söyleyenler ruhun mu, yoksa bedenin mi canlı olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Olayı biraz daha açıklığa kavuşturmak için, şu ön bilgileri vermek gerekiyor:

İnsan olarak ortada görünen şu varlık, sadece görünürdeki şu bedenden oluşan bir varlık değildir. Aksine onda, bedene aykırı olan bir varlık daha vardır. Nitekim, görünen şu beden, yağ ve buna benzeyen şeylerle, erir, çözülür, birtakım değişimlere uğrar. Neticede, insan denen varlığın, görünenin dışında bir varlık olduğu anlaşılır. Böylece ateşin odundaki ve yağın susam içerisindeki durumu ne ise, ruhun bedendeki durumunun da o olduğu görülür. Ruh, cisim değil, cisim içerisinde değil, kendi kendine kâim bir cevher de olabilir.

İki görüşe göre de, beden öldüğü zaman, ruhun canlı olarak kaldığı belirtilmiştir. Amellerine göre, sevap ya da azap çeker. Bedenler öldükten sonra, nefislerin bâkî kalacağı konusuyla ilgili, aklî ve naklî birçok deliller olup, bu deliller birbirini destekler. O delillere dönüp bakmak gerekir. Bu âyet, kabir sevabı konusundaki şüpheleri de ortadan kaldırır. Kabir azabı konusunda ise, şu âyet vardır: ”...Boğuldular ve ateşe sokuldular" (Nuh: 25) Boğulduktan sonra ateşe sokulmaları iki şekilde izah edilebilir: Ya bedenlerin ölümünden sonra, nefisler ölmediyse veya deriz ki, Allah onları öldürdü, sonra onlara hayat verdi. Bu konuda bazı haberler de gelmiştir.

Hazret-i Peygamber, şehitlerin niteliği konusunda şöyle buyurur: ”Onların ruhları, yeşil kuşların kursaklarındadır. Onlar, cennet nehirlerine gelirler, cennet meyvelerinden yerler. Cennette, istedikleri yere giderler. Arşın altında, altından kandillere sığınıp, orada kalırlar. Yemeklerinin, köşklerinin ve içeceklerinin güzelliğini gördükleri zaman: Din kardeşlerinin cihada rağbet etmeleri için: 'Keşke bizim ulaşmış olduğumuz nimetleri ve Allah'ın bize neler yaptığını kavmimiz de bilse' derler." Bunun üzerine Allahü teâlâ: ”Ben, sizin adınıza bunu kardeşlerinize haber vereceğim" buyurdu. Onlar da buna sevindiler ve müjdelendiler"

Bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi. Cesetlerin ölmediği görüşünde olanlar ihtilâfa düştüler. Bazıları şöyle dedi: ”Allah, bu şehitlerin cesetlerini, göklere arşın altındaki kandillere yükseltir. Saadet ve keramet çeşitlerini de oraya ulaştırır." Diğerleri de şu görüşü ileri sürdüler: ” Onları yerde bırakır ve dirilterek, bu saadetleri kendilerine ulaştırır."

172

Onlar, Müminler, Uhud savaşında

yara aldıktan sonra, emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından sakınmak suretiyle,

yine Allah'a ve Rasûl'e uydular. Onlardan iyilik yapıp Allah'tan korkanlar için büyiik bir mükâfat vardır. Aslında âyetin manası: ”Allah'a ve Resûle uyanlar için büyük bir mükâfat vardır." şeklindedir. Burada onları övmek ve güzel fillerine karşılık mükâfâtlarmm büyüklüğünü belirtmek için ”takva" ve ”ihsan ” sıfatlarıyla vasiflandırılmışlardır.

Rivâyet edildiğine göre: Ebû Siifyan ve arkadaşları, Uhud savaşından dönüp, Mekke Medine arasındaki Revha denilen yere vardıklarında, pişman olup yeniden Müslümanlara saldırmayı ve kalanların da kökünü kazımayı düşünmüşler. Bu durum Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) ulaşınca, Ebû Süfyan'a doğru hareket etmek üzere ashabı çağırmış ve onlara şöyle buyurmuştur: ”Dün bizimle gelenlerden başkası sakın gelmesin." Daha sonra, onlara güç ve kuvvetlerini göstermek üzere, ashabıyla birlikte yola çıkmışlardı. Medine'ye 80 mil uzaklıkta olan, Hamrâu'l-Esed denen yere vardılar. Ashab içerisinde yaralılar ve zorla yürüyebilenler bulunuyordu. Sırf mükâfatı kaçırmasınlar diye yola çıkmışlardı. O zaman Allahü teâlâ, müşriklerin kalbine bir korku salmış ve çekip gitmişler. İşte bu âyet, o olay üzerine nazil olmuştur. O olaya ”Hamrâu'l-Esed Gazvesi" denir. Uhud Savaşı yla beraber olmuştur.

173

İnsanlar yani Nuaym b. Mes'ud el-Eşceî

onlara: Müslümanlara:

'İnsanlar Ebû Süfyan ve arkadaşları

size karşı toplandı. Onlardan korkun' deyince...

Rivâyet edildiğine göre, Bedir savaşından sonra, Medine'den Mekke'ye gitmeye karar veren Ebû Süfyan, Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ey Rasûlüm Muhammed! Önümüzdeki sene, küçük Bedir'de tekrar seninle karşılaşacağız" demişti. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, ” inşallah" buyurmuştu. Ertesi yıl, Ebû Süfyan, Mekke'lilerle birlikte yola çıkıp, Merrü'z-Zahran yakınlarına vardılar. Allahü teâlâ da onların kalbine korku saldı ve kendilerine geri dönmek göründü. Umre için gelen Nuaym b. Mes'ûd kendisine uğradı. Ona, ”Ey Nuaym! Biz Muhammed'le, Bedir mevsiminde buluşmak üzere sözleşmiştik. Fakat bu yıl, kurak bir yıl. Verimli bir yıl olması lâzım ki biz süt içelim. Ben geri dönmeyi düşündüm. Fakat Muhammed yola çıkmışsa, bu durum onun cesaretini artıracak. Sen Medine'ye gidip, onun yola çıkmasını engellersen, sana 10 deve veririm." dedi. Bunun üzerine Nuaym, Medine'ye gelir ve Müslümanları yola çıkmak için hazırlık yaparken görür. Onlara: ” Ne yapıyorsunuz böyle? Ben sizin eski ülkenizden geliyorum. Onlar çok iyi hazırlanmışlar. Yine yola çıkacak mısınız? Eğer çıkarsanız, sizden bir kişi geri dönemez" der.

Bu sözler, onların bir kısmına tesir etmişti. Hazret-i Peygamber, bu durumu hissedince: ”Nefsim, kudret elinde olan Allah 'a yemin ederim ki, bir kişi gelmese bile, ben yine yola çıkacağım" buyurmuş ve 70 binekliyle birlikte yola çıkmıştı. Bunların tümii: ”Yardımcı olarak Allah bize yeter. O ne güzel vekildir, tek dayanılacak olan Allah'tır" dediler.

Bu söz

onların imanını artırdı. Bunun anlamı, boş sözlere inanmayıp, Allah'a olan imanlarını kuvvetlendirdiler. Böylece İslâm'a olan bağlılıklarını gösterdiler, ona olan samimiyetlerini belirttiler.

Ve: 'Allah bize yardımcı olarak

yeter. O, ne güzel vekildir,' dediler.

174

Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allah'ın lütuf ve nimetiyle geri döndüler. Onlar, Allah'ın rızasına uymuşlardı. Onlar, verdikleri randevuya sadık kalmak üzere yola çıkıp, varacakları yere vardılar. Kimsenin takdir edemiyeceği lütuf ve ikrâmı elde ederek geri döndüler. Bu nimet ve lütuf, Allah'ın onlara verdiği, afiyet, imanda sebat ve ziyadelikle, düşmanların kendilerinden korkmasıydı. Yapılan bu ticarette, mü'minlerin kârlı çıkmalarıydı. Onlar bu yolculuktan, salim olarak Medine'ye dönmüşler, hiçbir zarar ve ziyana uğramamışlardı. İki dünyada da hayırların, cesaret ve yola çıkma gücünün kaynağı olan ”Allah'ın rızasına uymuşlardı."

Allah, büyük lütuf sahibidir. Onlara, sebat, iman kuvveti ve cihada çıkma başarısı verdi. Onları bütün kötülüklerden koruyup, yüce menfaatlere ulaştırdı. Bu lütuf, kendileriyle yola çıkmayanların hasret duyduğu ve görüşlerinin yanlış olduğunu anladıkları bir ikrâmdı. Yola çıkanların elde ettikleri nimetlerden, çıkmayanlar mahrum kalmışlardı.

175

Ey Mü'minler!

İşte o yola çıkmayı engelleyen

şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Onun dostları da, savaşa çıkmadan oturan, kalplerinde hastalık bulunan münafıklardır. Savaşa çıkma konusunda Hazret-i Peygambere muhalefet etmişlerdi. Şeytanın korkuttukları, onun dostları olan münafıklardır. Mü'minler ise, Allah'ın dostları ve onun galip topluluğudur. O şeytan, onları korkutamaz. Siz sakın

onlardan yani, şeytandan ve onun dostlarından

korkmayın. Eğer inanıyorsanız, emrime muhalefet etme konusunda

Benden korkun. Allah'a inanmak, başkalarından değil, sadece O'ndan korkmayı gerektirir. Şeytandan ve onun dostlarından korkmayıp, güven içinde olmayı temin eder. Bilmiş olun ki, müminlerin parolası ve âdeti, Allah yolunda cihad etmek ve kınayanların kınamasına aldırmamaktır. Bakınız Allah, öyle toplumu nasıl övmüş:

"...Allah yolunda cihad ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar..." (Mâide: 54) Kim Allah'la beraber olursa, Allah da o kimseyi, düşmanlarından korur ve ona yardım eder. Özellikle de, kötülükleri emreden nefsin düşmanlığından.

176

İnkârda yarışanlar seni üzmesin. Onlar, inkâra karşı hırslı olup, onun için şiddetli bir heves beslediklerinden, inkâra saplanmışlardır. Onlar, içlerinde sakladıkları inkâra doğru koşan, savaştan geri kalmış münafıklardır. İnkarcılara karşı ise, inkârlarını gizlemezler ve Allah'ın nurunu söndürmeye çalışırlar.

Onlar, bu halleriyle,

hiçbir şekilde, Allah'a zarar veremezler. Onlar. Allah'ın dostlarına hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, dostlarım korur.

Allah onlara, ahirette bir pay ayırmamak istiyor. Bu durumda Allah, inkarcılara ahiret sevabı vermek istemez. Onlara süre vererek, azgınlıklarıyla başbaşa bırakır ki, inkârlarıyla perişan oluversinler. Ahiretteki sevaptan mahrum olmaları sebebiyle,

onlara, öyle

büyük bir azap vardır ki, onu kimse takdir edemez.

177

İmana karşılık, inkârı satın alanlar, yani iman bedeli olarak küfrü alanlar, ona rağbet edenler ve imanı bırakanlar

Allah'a hiçbir zarar veremezler. Onlara, acıklı bir azap vardır. Âdet olan, müşterinin satın aldığı şey kârlı ise sevinmesi, zararlı çıkarsa üziilmesidir. Onlara büyük bir azabın olacağı da buna göre belirtilmiştir.

178

İnkârcılar, mühlet vermemizin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Günahlarını artırsınlar diye, onlara mühlet veriyoruz. ” yezdâdû" kelimesinin başındaki ”lâm", Ehl-i Sünnete göre, ”irade lâmı"dır. Çünkü onlara göre, ”hayır ve şer Allah tarafından"dır. Âyette geçen ”imlâ" ömrü uzatmaktır. Bu ise, şüphesiz Allah'ın işidir. Fakat kendileri için hayırlı değildir. Ömürleri uzun olunca, azgınlıklarına devam edecekler ve günahları artacak. Ömürleri uzadıkça da günah kazanmaya devam edecekler ve Allahü teâlâ, bunun da yaratıcısıdır. Bu günahlar, Allah tarafından yaratılır. Ancak, günahı isteyen kul, yaratan ise Allah'tır. Allah yaratıcı, kul ise isteyendir. Mutezile mezhebine göre buradaki ”Lâm" ise, ”âkıbet lâmı"dır. Buna göre, neticede onların günahları artmıştır, demek olur.

Onlara, alçaltıcı bir azap vardır. Onunla, ahirette horlanıp, aşağılanacaklardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”İnsanların hayırlısı, ömrü uzun, ameli güzel olandır, insanların şerlisi ise, ömrü uzun, ameli de kötü olandır.

Bu âyetten anlaşıldığına göre, inkârcı ve günahkâr kulların, ömürlerinin uzatılıp, dünya isteklerini elde etmeleri, kendileri için hayırlı bir şey değildir. Bunlar, her ne kadar görünürde nimet ise de, gerçekte kendileri için azaptır. Bir insana, zehirli tatlı ikram eden kişi, gerçekte tatlı değil, zehir ikram etmiştir. Bu da ona benzer. Çünkü, sonuç bakımından, onun helâkına sebep olmuştur. Kulun yapacağı şey, uzun ömüre, yardımla destek görmesine, mal ve çocukların çokluğuna aldanmamaktır.

179

Allah, samimi

mü'minleri, içinde bulunduğunuz şu durumda bırakmak istemez. Buradaki hitap, Hazret-i Peygamber zamanındaki bütün samimi inanç sahiplerine ve münâfıklaradır.

Nihayet, pisi temizden ayırır. Allahü teâlâ, sizi böyle olduğunuz gibi, münafıklarla iç içe bırakmaz. Münafıkların müminlerden ayırdedilmesini ister. Allahü teâlâ, vahyetmek sûretiyle, münafıkların durumunu peygamberine bildirir. Yahut da, cihad ve hicreti emretmek şeklinde onları ortaya çıkarır. Böylelikle, samimi mü'minlerle, münafıklar bilinmiş olur.

Allah sizi, gayba vâkıf kılacak da değildir. Allah, sizin hiçbirinize, gayba dair bilgi vermez, böylelikle de, kalbi erde olan imanı veya inkârı bilemezsiniz.

Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer. Onları, seçilmiş yüce kullar kılar. Onlar da, Allah'ın kendilerine bildirdiğinden başkasını bilemezler. Sadece Allah'ın kendilerine vahyettiğini bilirler.

Öyleyse, Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Eğer, gerçek şekilde

iman eder ve münafık olmaktan

korkarsanız, bu iman ve takvanızın karşılığı olarak

size, mahiyeti bilinmeyen,

çok büyük bir mükâfat vardır. Bu mükâfat, takvanın derecesine göre artar. Yüce maksatlara yürümek ve seçilmişlerin derecesine ulaşmak, ancak, takva ayaklarıyla hazırlanır. Allah'a ve O'nun peygamberine inanmak, kalple tasdik etmek ve şeriata sarılmakla mümkündür. Kurtuluş da işte buradadır, başka bir yerde bulunmaz.

Günlerini boşuna kaybetme kardeşim! Günlerin, senin en büyük sermayendir. Ancak sermayene sahip olduğun sürece kârlı çıkarsın. Allah'a itaat ve ibadetle, sermaye kazanmaya çalış! Hazret-i Peygamber'in sünnetini yaşat! Ölmeden önce ve vakit varken, ona salât ve selâm getir. Ölüler, iki rekât namaz kılmak, bir defa ”lâ ilâhe illallah" demek, ya da bir tesbih çekmek için kendilerine müsade edilmesini temennî ederler. Fakat kendilerine izin verilmez. Bunun üzerine, sağ olan insanların niçin hayatlarını boşa geçirdiklerine taaccüp ederler. Ne güzel söylenmiş: ”İnsanlar uykudadırlar. Öldükleri zaman uyanacaklardır." Samimi olan, münafıktan ayrılacaktır. Bu ayırım, dünyada, söz ve davranışla olduğu gibi, orada da, ak yüzle veya kara yüzle olacaktır. Allahü teâlâ: ”O gün, yüzler var ağarır, yüzler var kararır" (Al-i İmran, 106) buyurmaktadır. Allah bizleri, kıyamet gününde, yüzleri ak olanlardan eylesin.

180

Allah'ın, kendilerine kereminden verdiğinde cimrilik edenler, onun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Cimri insanlar, cimriliklerinin kendilerine hayır getireceğini sanmasınlar.

Aksine o cimrilikleri,

kendileri için şerdir. Cezayı üzerlerine çekmektedir.

Cimrilik ettikleri şeyler, kıyamet gününde boyunlarına dolanacak tır. Yaptıkları cimriliğin vebalini çekecekler ve cimrilikleri, bir halka olup boyunlarına sarılacaktır. Bu, mecaz manasında değil, hakikat manasında kullanılmıştır. Aşağıda zikredeceğimiz hadisin de ifade ettiği üzere, yaptıkları cimrilikler, ateşten bir halka veya yılan olarak, onların boyunlarına sarılacaktır.

Göklerin ve yerin mirası, başkasına değil, sadece

Allah'a aittir.

Buradaki ”miras"lan kasıt, miras olarak alınan mal ve diğer şeylerdir. Onlara ne oluyor da, Allah'ın mülkünde cimrilik yapıyorlar, O'nun yolunda harcamıyorlar? Ya da harcamayıp ellerinde tuttukları şeyler, onlar öldükleri zaman, miras olarak başkalarına kalır. Böylece, kendilerinede pişmanlık ve şaşkınlık kalır.

Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Verdiğinizi veya vermediğinizi bilir, sizi onlara göre hesaba çeker.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: ”Malı olup da zekâtım vermeyen kişi, kıyamet gününe, gözleri üzerinde iki işaret olan, çıngıraklı bir yılanla birlikte gelir. Yılan onun boynuna sarılıp, şakaklarını yakalar ve: 'Ben senin malınım. Ben senin hazinenim' der. Daha sonra Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ' ...cimrilik edenler, onun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar...' âyetini okudu."

Başka bir rivâyette de: ”Zekât vermekte cimri davrananın malı, kıyamet günü bir yılan olur ve boynuna sarılır. Onu, başından ayağına kadar ısırır. Onun başına vurarak 'ben senin malınım' der" buyurulmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadislerinde de: ”Devesi, ineği veya koyunu olup da, zekâtını vermemiş olan hiçbir kimse yoktur ki, bu hayvanlar, kıyamet günü daha besili bir halde karşısına gelmiş olmasın. Tırnaklarıyla üzerine çıkar ve boynuzlarıyla ona toslar. Bu, sıra ile devam eder. Arkadaki hayvanlar bitince, öndekiler getirilir ve böylece devam eder. Tâ ki, insanlar arasında hüküm bitinceye kadar"m buyurur.

Zekâtı vermemek, ahirette ceza çekmeyi gerektirir. Onu vermek de, sevaba ulaştırır. Zekât, dünyada malın kalesidir. Buyrulmuştur ki: ”Zekât vererek, malınızı kale içerisine alın. Sadakayla hastalarınızı tedavi edin. Belalara karşı, dua ederek yardım isteyin."m

181

Gerçekten Allah, 'Allah fakirdir, biz ise zenginiz' diyenlerin sözünü işitin iştir. Yahudiler, ”..Allah'a güzel bir borç verecek olan kim var?" (Bakara: 245) âyetini işittikleri zaman bunu söylemişlerdi.

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir yazı yazıp, Hazret-i Ebû Bekir'le Benî Kaynuka Yahudilerine gönderir ve onları İslâm'a çağırır. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) de, gidip onların bir toplantılarına girer. Bir de bakar ki, birçok Yahudi, Finhas b. Azûra adlı bir yahudinin etrafında toplanmışlar. Bu adam, Yahudi bilginlerindendi. Ebû Bekir (radıyallahü anh) ona: ”Allah'tan kork ve müslüman ol. Allah'a yemin ederim ki sen, Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğunu biliyorsun. Allah'tan size gerçek gelmiştir. Tevrat'ınızda bu gerçeği yazılı olarak buluyorsunuz. İman et, tasdik et ve Allah'a güzel bir borç verki seni cennetine koysun ve sana, kat kat sevap versin" der. Bunun üzerine Finhas: ”Ey Ebâ Bekir! Sen Rabbimizin borç istediğini iddia ediyorsun. Halbuki, fakir zenginden borç ister. Eğer dediğin doğruysa, Allah fakir, bizler de zenginiz. O, faizi size yasaklıyor, bize veriyor. Zengin olsaydı, bize fâiz vermezdi" der. Ebû Bekir de bu sözlere kızıp, adama şiddetli bir tokat indirir ve şöyle der: ”Ey Allah'ın düşmanı! Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, aramızda ahit olmasaydı, senin boynunu vururdum." Bu olay üzerine Yahudi, Hazret-i Peygambere gider ve söylediğini inkâr ederek, Ebû Bekir'i şikâyet eder. Bunun üzerine işte bu âyet iner ve Yahudiyi reddedip, Hazret-i Ebû Bekir'i doğrular.

Onların söylediklerini ve haksız yere peygamberlerini öldürmelerini yazacağız. Onların söylemiş oldukları alçak sözleri, amel defterlerinde yazacağız. Burada geçen ”sin", te'kid sinidir. Onların çirkince ortaya attıkları sözleri kaçırmayıp, mutlaka tespit ederiz demektir. Nasıl yazılmasın ki, o sözler, Allah'ı inkâr ve Kur'ân'ı alaya alıyor.

Peygamberleri öldürmeleri de yazılacak. Çünkü, söyledikleriyle, peygamberleri öldürmeleri aynı ağırlıkta suçlardır. Peygamberleri öldürmeye cesaret edebilenler, buna benzer birçok suçları da işleyebilirler. Peygamberleri öldürmekten kasıt, peygamberleri öldüren dedelerinin işlediği bu suça, rızâ göstermeleridir. Kendi inançlarına göre de peygamberlerini haksız yere öldürmüşlerdi ve büyük bir suç işlemişlerdi.

Ölüm veya haşir anında onlara:

'Tadın yakıcı azabı,' diyeceğiz. Onlara böyle söylemekle, kendilerinden intikam alacağız. Çünkü onlar da, peygamberlere böyle çektirmişlerdi.

182

Bu azap, dünyadayken, kendi

ellerinizin yapıp gönderdiği şeylerin karşılığıdır. Bu azaba uğramanızın sebebi, dünyada söylediğiniz çirkin sözler ve peygamberleri öldürmek sûretiyle işlediğiniz cinayetlerdir. Burada, siz yerine ”eller" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü, birçok kötülük elle işlenir.

Yoksa Allah, kullara asla zulmedici değildir. Allahü teâlâ, kulların suçu olmadan, onlara azap etmez. Bu ifadeden, zulmün yasaklanmış olduğu da anlaşılır. Allahu teâlâ, zulüm yapmaktan kemaliyle münezzehtir. Ondan kesinlikle zulüm sadır olmaz.

183

Onlar dediler ki: 'Ateşin yiyeceği bir kurbanı bize getirmedikçe, hiçbir peygambere iman etmememiz konusunda Allah bize ahit verdi.' Bunu söyleyenler, Kâ'b b. Eşref, Hayy b. Eşref ve Finhas b. Azûra idi. Bunlar, söyledikleri şeyin, kendilerine Tevrat'ta emir ve tavsiye edildiğini iddia ediyorlardı. Âyette geçen ”kurban"dan kasıt, kulun Allah'a varması için yaptığı her şeydir. Sadaka, sâlih amel., gibi. Bunları, güya peygamberlerin doğruluğunu ispat etsinler diye istiyorlardı.

Ey Rasûlüm Muhammed! Sen de onlara

de ki: 'Benden önce de, apaçık delillerle size peygamberler geldi ve söylediğinizi getirdi. Eğer samimi iseniz, neden onları öldürdünüz?'

Onları susturup, yalanlarını ortaya çıkarmak için, de ki: ”Benden önce sizin babalarınıza ve dedelerinize bir çok peygamber, apaçık mucizeler ve istediğiniz şekilde kurban getirdi. Fakat siz onları öldürdünüz. Eğer siz, istediğiniz kurban mucizesini getiren peygambere inanma sözünüzde doğru iseniz, size bu ve başka mucizelerle gelen Zekeriyya, Yahya ve diğer peygamberleri niçin öldürdünüz? Size ne oluyor, niçin inanmıyorsunuz da onları öldürmeye cür'et ediyorsunuz?

184

Eğer seni yalanladılarsa... Burada Hazret-i Peygamber'in teselli edildiğini görüyoruz.

Senden önce açık deliller, sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren peygamberler de yalanlanmıştı. Böylece yalanlanmış olmaktan dolayı sabret ve için rahat olsun. Onlar da ”açık deliller", yani mucizelerle gelmişlerdi. Ayrıca onlar, ”sahifeler ve aydınlatcı kitap getiren peygamberler" di. Ama yine de yalanlanmışlardı.

"Aydınlatıcı kitap"tan kasıt, Tevrat, İncil ve Zebûr'dur. Ne mutlu, nefsini kötü şeylerden arındıran, inat ve direnmeden kurtulan kullara! Hakkı hak, bâtılı bâtıl bilenlere! Dünyaya ve hevaya uymayıp, kendisini koruyanlara! Allah'tan başkasına boyun eğmeyenlere!

Rivâyet edildiğine göre, İsa (aleyhisselâm) bir köye uğrar. Bir de bakar ki, köy halkı etrafta ölmüş duruyor. Havarilere dönüp: ”Ey Havariler topluluğu! Bu insanlar, öfkeden öldüler. Başka şekilde ölmüş olsalardı, defnedilirlerdi" der. Bunun üzerine Havariler: ”Ey Ruhullah! Onların halini öğrendiğimize sevindik" dediler. Daha sonra, Allah'a niyazda bulunur. Allah da kendisine, geceleyin onlara gitmesini emreder. Gece olunca, İsa (aleyhisselâm) köydeki ölülere gider ve: ”Ey köy halkı!" diye çağırır. Ölülerden bir tanesi: ”Buyur ey Ruhullah!" diye cevap verir. İsa: ”Nedir bu haliniz? Size ne oldu?" diye sorar. Ölü der ki: ”Afiyette geceleyip, haviyede (çukur-cehennem) sabahladık." İsa: ”Bu nasıl oldu?" diye sorunca da: ”Dünyayı sevip, âsilere itaat ettiğimiz için" dedi. Bunun üzerine İsa: ”Dünyayı nasıl seviyordunuz?" dedi. O da: ”Çocuğun annesini sevdiği gibi... Dünya bize yönelince sevinir, bizden yüzçevirince üzülürdük" dedi. Daha sonra ise: ”Bana cevap vermeyen ölüler ne âlemde?" diye sorar. O da: ”Onların ağızlarına, güçlü ve sert meleklerin elleriyle, ateşten gemler vurulmuş" der. İsa tekrar: ” Peki sen bana nasıl cevap verebildin?" der. O da: ” Ben onlardan değildim, fakat onlar arasındaydım. Onlara azap inince, bana da isabet etti. Ben de cehennemin kenarında tutunup kaldım. Bilemiyorum, kurtulabilecek miyim, yoksa baş aşağı mı olacağım?"

185

Her nefis, ölümü tadacaktır... Ölümle, nefis-ruh, bedenlerinizden çıkıp ayrılacaktır. Bu, tasdik edenler için bir müjde, yalanlayıcılar için bir tehdittir. Bu dünyadan sonra, diğer bir yurt vardır. Orada, iyi kötüden ayrılacaktır. Herkes, lâyık olduğunun karşılığını alacaktır.

Bir eserde şöyle anlatılır: ”Adem peygamber yaratıldığı zaman, (mayası topraktan alındığı için) yer, Rabbine şikâyette bulundu. Allahü teâlâ da, kendisinden alınanın, yine kendisine döneceğine söz verdi. Hiçbir kimse yoktur ki, yaratılmış olduğu toprağa gömülmesin."

Mükâfatlarınız, kıyamet gününde, eksiksiz olarak size verilecektir. İşlemiş olduğunuz iyilik ve kötülüklerin karşılığı, size tam olarak verilecektir. Bu durum kabirden kalktığınız zaman olacaktır. Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Kahir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. ”m

Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp, cennete konursa, şüphesiz o, kurtuluşa ermiştir. İsteğine ulaşmış ve kurtulmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ” Kim cehennemden uzaklaştırılıp, cennete gir dirilmesini isterse, ölümü, kendisine Allah'a ve ahirete inanmış olduğu halde gelsin ve insanlara, onların kendisine yapmalarını istediği şeyi yapsın. ”

Dünya hayatının zevk ve süsleri

ise, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir. Dünya hayatı, aldatıcı basit bir mala benzetilmiş. Öyle bir mal ki, insanlara satmak için kusuru gizlenir, nihayet onu alarak aldanırlar. Bu durum, dünyayı ahirete tercih edenler içindir. Ahireti dünyaya tercih edenlere ise dünya, onlar için ahireti hatırlatan bir uyarı ve tebliğ aracıdır. O, dünya vasıtasıyla ahirete ulaşır.

Akıllı adam, dünyaya aklanmaz. Dünyayı sevmek tatlıdır, fakat zehiri de öldürücüdür. Dünyanın dış görünümü neşe, içi ise fenalık bineğidir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: 'Allahü teâlâ buyurdu ki: 'Sâlih kullarıma, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen bir yer hazırladım'. Dilerseniz, şu âyeti okuyun: 'Hiçbir kimse, onlar için dünyada yaptıklarının karşılığı olarak saklanmış, memnun edici nimetlerin ne olduğunu bilemez.' (Secde: 17) Cennette bir ağaç vardır. Atlı bir kişi, gölgesinde yüz yıl gider ve yine bitiremez. Dilerseniz su âyeti okuyunuz.: 'Uzanmış gölgeler.' (Vakıa: 30) Cennette bir kırbaç boyu yer, dünya ve dünyadakilerden daha hayırlıdır, işte Allah'ın şu âyetini okuyun: 'Kim cehennemden uzaklaştırılıp, cennete konursa, şüphesiz o, kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise, aldatıcı menfaatten başka birşey değildir: ”(Al-i İmran: 185)

Kim, Allahü teâlâ'ya kulluk ve itaat etmiş, kötülüklerden sakınmış ve dünyadan yüz çevirmiş bir halde Allah'a varırsa, cenneti ve cennetteki dereceleri kazanmış olur. Aksi halde, bunlardan mahrum olur ve cehennem çukurlarına gider.

Bir hadis-i şerifte şöyle anlatılır: Cebrail, rengi değişmiş bir halde, Hazret-i Peygamber'e gelmiş. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona, renginin neden değiştiğini sormuş, o da şöyle demiş: ”Allahü teâlâ, cehenneme üflenmesini emretti, ben de sana geldim. ”Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Anlat bana şu cehennemi" der ve Cebrail de anlatır: ”Allah, cehennemi yarattığında, orada bin yıl ateş yaktı ve sonunda kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yaktı ve sapsarı oldu. Sonra bin yıl daha yaktı ve simsiyah oldu. Seni gerçek bir nebi olarak gönderene yemin olsun ki, oradan bir köz dünyaya düşse, bütün dünyalıları yakardı. Oradaki elbiselerden bir tanesi, yerle gök arasına asılmış olsaydı, kokusundan bütün diinyadakiler ölürlerdi. Onun yedi kapısı var. Bazısı diğerlerinden daha alttadır."

186

Şüphe yok ki siz, mallarınız ve canlarınız konusunda deneneceksiniz. Burada bir deneme ve imtihan vardır. İmtihan ve deneme, çoğu kez, zor ve ağır olan şeylerde olur. Bu, işlerin sonunu bilmeyen kimse için düşünülür. Allahü teâlâ her şeyi bilendir. Öyle ise kullarını denemeye tâbi tutacağının bildirilmesi mecâzidir. Allahü teâlâ size, sizi deneyen kimsenin muamelesi gibi muamele yapar. Böylece hak üzere olup, iyi amellerde bulunanlar ortaya çıkar. Bazan da mallarınızla sizi dener. Size bir felâket verir ve mallarınız helâk olur. Allah sizi, kendinizle de dener. Öldürülür, yaralanır, esir olursunuz. Korku, şiddet ve zorluklarla denenirsiniz.

Sizden önce kendilerine

kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan, eziyet veren çok şey işiteceksiniz. ”Sizden öncekiler"den kasıt, Kur'ân gelmeden önceki Yahudi ve Hıristiyanlardır. ”Ortak koşanlar" ise, Ebû Cehil, Velîd ve Ebû Süfyan... gibi araplardır.

"Eziyetten" kasıt da, gerçek dini tenkit etme, Allah'ın şerefli hükümlerine saldırma, inanmak isteyenleri saptırma ve yine inanmak isteyenleri suçlama... gibi hareketlerdir. Bu olaylar meydana gelmeden önce, Allah bunları haber veriyor. Böylece müminler, bazı şeyleri içlerine sindirip, sabra, kötü şeylere katlanmaya alışıyorlar. Korkuların saldırıya geçmesi, insanların ayaklarını sarsar. Onun için, durumları hafifleştiren şeylerle, üzüntülere hazırlanmak gerekir.

Eğer, karşınıza çıkan şiddete ve belâlara

sabreder, birtakım ibadet ve amellerle Allah'a yaklaşır

ve o

Allah'tan korkarsanız, O'ndan başkasından yüz çevirirseniz, öyle ki yanınızda sevdiğinize kavuşmakla, sevmediğinizle karşılaşmak eşit olursa

işte bunlar, yani sizin bu sabır ve takvanız,

yapmaya değer işlerdendir. Bu sabır ve takva, her yarışmacının, elde etmeye çalıştığı şeylerdir. Çünkü sabır ve takvada üstün meziyyet ve şeref vardır.

Akıllı insanların, peygamber ve evliya ahlâkıyla ahi aklanması gerekir.

Onların edeplerini takınıp, eziyetlere sabretmeleri gerekir. Beyinsizlere de karşılık vermemeleri, gereksiz şeylerle karşılaşınca da, geçip gitmeleri gerekir.

Allahü teâlâ peygamberini Kur'ân'da: ”Şüphesiz ki sen, en büyük ahlâk üzeresin" (Kalem: 4) âyetiyle övmüştür. Hazret-i Aişe (radıyallahü anha) : ”Nebi'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) ahlâkı Kur'ân'dı" der. Bunun anlamı, ”Hazret-i Peygamber, Kuran terbiyesi almıştı" demektir. Hadis-i şerifte: ”Sana uzak durana yaklaş, sana zulmedeni affet ve sana kötülük yapana da iyilik yap" buyurulur.(70)

187

Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden: 'Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, gizlemeyeceksiniz' diye söz almıştı. ”Kendilerine kitap verilenlerden" maksat, Yahudi ve Hristiyan alimleridir. Allah, peygamberlerinin diliyle, onlardan söz almıştır. Onlara, Allah peygamberinin emirleri cümlesinden olan, haberleri ve hükümleri, mutlaka açıklayacaksınız, onları kesinlikle gizlemiyeceksiniz, denilmiştir.

Fakat onlar, verdikleri sözü arkalarına attılar ve karşılığında az bir ücret aldılar. Verdikleri sözü yerine getirmediler, kulak arkası edip gittiler. Sonra da bu sözlerinden tamamen yüz çevirdiler, onu hafife aldılar. Gizlemeyip açıklamakla emredildikleri kitabı ise, az bir ücret karşılığında değiştirdiler. Buradaki değiştirmekten kasıt:, dünya malını, gizledikleri şeye karşılık olarak almışlardır. Emredildikleri şeyi terkedip, karşılığını almalarıdır. Hem de bu karşılık, çok basit ve değersiz bir dünya malıdır. Bunu, düşük kimselerden almışlardır. İman etmeyi kerih görüp bu kendilerinden kesilince bu konuda bildiklerini gizlediler ve kendilerine onu yalanlamalarını emrettiler.

Onlar,

ne kötü şey satın alıyorlar! Onların, az bir ücret karşılığında satın aldıkları şey, ne kötü şeydir.

Bu âyet, her ne kadar gerçekleri gizleyen Yahudi ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuş ise de, Kur'ân'ın hükümlerini gizleyen bütün mü'minleri de içine almaktadır. Kuran, kitapların en şereflisi, mü'minler de, kitaplıların en şereflileridir.

Keşşâf sahibi der ki: ”İlim adamlarına, bildikleri şeyleri ve gerçeği, insanlara açıklamak için delil olarak bu âyet yeter. Kur'ân'ın gayelerinden birini gizlemek, bâtıl bir sebepten dolayı zalimlerin işine gelecek şekilde, onlara hoş görünme amacını güderek, dünya menfaati elde etmek için gerçeği gizlemek de bu âyetin kapsamına girer. Delilsiz bazı şeyler ortaya atmak, ilimde kıskançlık yapmak, ya da cimri olup, başkalarına nisbet yapmak da bu âyetin kapsamındadır."

İmam Fahreddin er-Râzî'nin tefsirine göre de, ”Her kim bu gerçekleri insanlara açıklamayıp gizlerse, bu âyetin tehdidi altına girmiş olur. Açıklama, ya da gizleme durumunda kişi, niyetini temiz tutmalı, iç âlemini de, geçici şeylerin pisliklerinden, yalan dolandan ve inkârdan arındırmalıdır."

Anlatıldığına göre Haccac, Hasan'a bir mektup gönderir ve şunu sorar: ”Senden bana ulaşan bu sözler nedir bilir misin?" Hasan da: ”Sana ulaşan her şeyi söylemedim. Söylediğim her şey de, sana ulaşmamıştır." Bunun üzerine Haccac: ” Sen, ”nifak uzaktı, yayıldı ve kılıç kuşandı' dedin mi?" diye sorar. Hasan: ”evet" der. Haccac: ”Biz böyle şey istemeyiz. Niçin bunu söyledin?" diye sorar. Bunun üzerine Hasan: ”Çünkü Allah, kitap verilenlerden, onu açıklayacakları ve gizlemeyecekleri konusunda söz almıştır" der.

Katâde diyor ki: ”Söylenmeyen bilgi, harcanmayan hazineye benzer. Ortaya çıkmayan hikmet, yemeden ve içmeden ayakta duran puta benzer. Müjdeler olsun konuşan âlime ve şuurlu dinleyiciye ki, âlim bilir ve bilgisini anlatır, dinleyen de, hayırlı bir haber duyar ve şuurla onu dinler."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurur: ”Her kim, bilgisini o bilgiye ehil olan kimselerden gizlerse, ona ateşten bir gem vurulur."01'

Fudayl da şöyle der: ”Eğer ilim adamları, kendilerine değer verir, dinlerinden taviz vermezler, ilmi üstün tutup onu korurlar ve Allah'ın kıymet verdiği gibi ona kıymet verirlerse, zalimler o ilim adamlarına boyun eğerler. İnsanlar da onlara itaat ederek kendilerine tâbi olurlar. Böylece İslâm ve Müslümanlar yücelmiş ve aziz olmuş olurlar. Eğer ilim adamları, kendilerini zelil kılar, dünyalıkları yerinde iken dinî açıdan eksikliklerini araştırmaz ve insanların elinde bulunan mallan elde etmek için ilimlerini, kendilerini dünyaya kaptırmış olan insanlara feda ederlerse, zelil olurlar ve insanlar nazarında küçük düşerler."

188

Ey Rasûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onun ümmeti! Hakkı gizlemek sûretiyle birtakım şeyler

yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeyler

ile de övülmek isteyenleri sakın azaptan kurtulmuş sanma. Asla sanma. Yapmadıkları şeyler; sözlerinde durmak, hakkı açıklamak ve doğruluğu haber vermektir. Bu konularda, övülmek istedikleri şeyin tersini yapmışlardır.

Onlar için, can yakıcı bir azap vardır. Çünkü onlar, inkâra saplanmışlar ve hakkı bâtılla karıştırmışlardır.

189

Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Göklerde ve yerde, yegâne tasarruf sahibi, ancak O'dur. Dilediği gibi yaratır ve yok eder. Dilediği gibi öldürür ve diriltir.

Allah'ın gücü, her şeye yeter. Onları cezalandırmaya yeterlidir.

Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tevrat'ta olan bir şeyi, Yahudilere sorar. Onlar da, Tevrat'ta olanın tam tersini söylerler. Böylece, Hazret-i Peygamber'e, güya tasdik ettiklerini göstermiş olurlar ve yaptıklarına da sevinirler. Bunun üzerine bu âyet iner.

Bir rivâyette de, bunların hepsinin münafıklar olduğu söylenir. Bu görüş, âyetin görünür anlamına daha uygundur.

"Yapmadıkları ile övülmek isteyenler." Bunlar, mü'minleri sever görünüyorlar. İmanlı göründüklerine seviniyorlarmış. Halbuki, gönülleri inkâr doluymuş. Düşmanlıkta zirveye ulaşmışlar. Burada, mevsul ”ma"sını biraz iyilik yapıp, onunla kendisini beğenerek sevinen herkese şamil kılmak en iyisidir. Bu gibi kimseler faziletlerden yoksun oldukları halde, insanların, kendilerini övmelerini isterler. Buradaki sebebin özel oluşu, âyetin hükmünün genel olmasına engel teşkil etmez.

Bilmiş olun ki, dünya malına sevinmek ve insanlardan övgü beklemek, nefsine uyan ve dünyasına aldanan kimselerin yapacağı bir iştir. Bu kimseler, ahiretteki mutluluktan ve manevî yakınlıktan uzak kalmışlardır.

İmam Fahreddin er-Râzî tefsirinde şöyle der: ”İnsaflı olarak bakarsan, birçok insanın böyle olduğunu anlarsın. Dünyayı kazanmak için birçok hileler yaparlar. İsteklerini buldukları için de sevinirler. Sonra da bu adamlar, dindar, samimi ve namuslu insanlarmış gibi övülmek isterler."

Akıllı insanın yapacağı şey, haddi aşmamak ve kendisinin olmayan şeye sevinmemektir. Çünkü, bundan bir şey kazanmaz.

Bazıları da şöyle derler: ”Bazıları, senin hayırlı ve sâlih bir kimse olduğunu sanarak, seni överler. Bu durum, Allah'ın senin kötülüklerini gizlemesindendir. Sen, kendi kendini yer, kötüle. Çünkü kötülüklerini biliyorsun. Mü'min, kendisinde olmayan bir sıfatla övüldüğü zaman, Allah'tan utanır. İnsanların en cahili, kendisi hakkında, kendi kesin bilgilerini terkedip, insanların kendisini iyi hal sahibi bilmelerine aklanandır."

Hâris el-Muhâsibî de şöyle der:" Bâtıl şeyle övülmeye razı olan kimse kendisiyle eğlenilen kimse gibidir. Denir ki, insana içinden çıkan dışkının kokusu misk kokusu gibi gelir. O, buna sevinir ve onunla alay edilmesinden hoşnut olur."

Arif kişi, övme ve yerme konusunda aynı tavrı takınır. Övülmekten dolayı sevinmediği gibi, yerilmekten de rahatsız olmaz. Halkın söylediğinden dolayı nasıl sevinsin? O, kendisini en iyi bilendir. Eğer övülmesine sevinip gururlanırsa, aldanmış demektir.

Şeyh Abdullah Kureşî şunu anlatır: ”Bazı insanlar, sâlih bir zata şikâyette bulunup, herkese iyilik yaptığını, fakat bu iyiliği kendi içinde tadmadığını söylemişler. Sâlih zat da şöyle demiş: ”Senin yanında şeytanın kızı vardır. Kalbindedir o. O, dünyadır. Baba, kızını evinde mutlaka ziyaret etmek isteyecektir. O ev, kalbindir. Şeytan, o eve girmemelidir. Aksi halde fena olur. Hadis-i Kutside Allahü teâlâ şöyle buyurmuş: ' Ey Davudi Eğer beni seviyorsan, dünya sevgisini içinden çıkar. Benim ve dünyanın sevgisi asla aynı kalpte bulunmaz'

Rivâyete göre İsa (aleyhisselâm), arkadaşlarına demiş ki: ”Ölülerle oturmayın, kalpleriniz ölür." Arkadaşları da: ”Ölüler kimdir?" diye sorunca, İsa (aleyhisselâm) da: ”Dünyayı sevip, onu isteyenlerdir" diye cevap vermiştir.

190

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için gerçekten örnekler vardır. Mekkeliler, Hazret-i Peygamber'e gelerek, iddiasını ispat için birtakım deliller isterler. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onları, tek olan Allah'a ibadet etmeye çağırıyordu. Bu âyetin iniş sebebi budur.

Allahü teâlâ'nın; güneş, ay ve yıldızlar gibi gökte yaratmış olduğu şeylerie, dağlar, denizler, ağaçlar, hayvanlar ve kuşlar gibi yerde yaratmış olduğu şeylerde, akıl sahipleri için birçok ibretler vardır. Güneşin gidip, gecenin gelişinde, yahut da, gecenin kısalıp, gündüzün uzamasında veya bunun aksi durumunda, güneşin; mevsimlere göre, bize doğru uzaklaşıp yaklaşmasında da akl-ı selim sahipleri için birçok ibretler vardır. Bu ibretlerden ancak, hayal ve evhamdan soyutlanmış, tertemiz akıl sahipleri anlar.

"Liib", akim hâlisi, özü, tertemiz akıl demektir. Aklın bir zahiri, bir de özü vardır. Normal halde akıl vardır. Aklın olgunlaşarak zirveye vardığı zaman ”lüb" hali ortaya çıkar.

191

Onlar, ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken, Allah'ı anarlar. Yani onlar, her durumda Allah'ı anarlar. Ayakta, otururken, yan yatarken... İnsan çoğu kez, bu hallerin dışında olamaz.

Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Onların yaratılışından ibret alırlar. Düşünme olayı, yaratılış konusuna tahsis edilmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Yaratılanlar hakkında düşünün, yaratıcı hakkında düşünmeyin" buyurmuştur. Allah'ın zatı hakkında düşünmek yasaklanmıştır. Çünkü, Allahü teâlâ'nın gerçek mahiyeti, insan düşüncesine sığmaz. İnsan düşüncesi onu kavrayamaz. O'nun zatını düşünmek, insanlara bir fayda da sağlamaz. İnsan, nefis ve bedenden oluşmuştur. İbadet de, bedene ve nefse göredir. ”Allah'ı anarlar" ifadesinde, bedenle yapılan ibadete işaret edilmiştir. Bu ibadet ancak, bedenin organları aracılığıyla yapılır. ”Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" ifadesinde ise, kalb ve ruhla yapılan ibadete işaret vardır.

Ata b. Ebî Rebah şöyle rivâyet eder: İbn Ömer ve Ubeydullah b. Ömer'le birlikte Hazret-i Aişe (radıyallahü anh)'nin yanına varıp, ona selâm verdim. Aişe (radıyallahü anh): ”Bunlar kim?" diye sordu. ”Ubeydullah b. Ömer" dedim. Bunun üzerine: ”Hoş geldin ey Ubeydullah b. Ömer. Neden beni ziyaret etmiyorsun?" dedi. Ubeydullah da: ”Seyrek ziyaret et ki, sevgin artsın" dedi. İbn Ömer ise: ”Bu kadar yeter. Hazret-i Peygamber'den gördüğün en garip şeyi bize anlat" dedi. Hazret-iÂişe (radıyallahü anh) de şiddetli bir şekilde ağladı ve: ”Onun her işi garipti. Bir gece bana gelip, yatağıma girdi. Cildi cildime değiyordu. Sonra bana: 'Ey Aişe! Rabbime ibadet etmek için bana izin verir misin?' dedi. Ben de: 'Allah'a yemin ederim ki, ben senin ibadetini de, bana yakın olmanı da seviyorum. Sana izin verdim' dedim. Bunun üzerine, kalkıp bir kırba su alarak abdest aldı. Sonra namaza durdu. Ayaktayken ağlıyordu. Gözyaşları beline kadar akmıştı. Sonra secdeye vardı ve yer ıslanıncaya kadar ağladı. Namazını bitirince, sağ yanına dayanıp, sağ elini sağ yanağına koyarak tekrar ağladı. Sabah ezanını okuduktan sonra Bilâl gelip, onu namaza çağırdı. Bilâl, onun ağladığını görünce, şöyle dedi: 'Niçin ağlıyorsun ey Allah'ın Rasûlü? Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir.' Bunun üzerine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Ey Bilâl, şükreden bir kul olmıyayım mı? Nasıl ağlamam ki, 'Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışını.... bizi cehennem azabından koru' âyetine kadar olan kısım bana bu gece indi. Onu okuyup da düşünmeyenlere yazıklar olsun!' buyurdu. (73)

Başka bir hadiste de: ”Bir saat düşünme (tefekkür), altmış yıl ibadetten hayırlıdır" buyurulmuştur. Bunun iki sebebi vardır:

Birincisi; tefekkür seni, Allah'a ulaştırır. İbadet ise, Allah'ın sevabına ulaştırır. Seni Allah'a ulaştıran şey, Allah'tan başkasına ulaştırandan hayırlıdır.

İkincisi ise; tefekkür, kalbin; itaat da organların işidir. Kalp, organlardan daha şereflidir. Kalbin işi de, organların işinden daha şereflidir.

Bundan sonra Allahü teâlâ duâ öğretmeye başlıyor. Çünkü duâ, vesileyi sunduktan sonra insana fayda verir. O vesile de, Allah'ı anma ve Allah'ı düşünme gibi kulluk görevleridir.

Onlar düşünür

ve şöyle derler: 'Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Yer ve gökleri boş yere, hiçbir hikmetsiz yaratmadın. Onlar faydasız değillerdir. Aksine, yüce bir nizam içerisindeler ve büyük faydaları vardır. Gökler ve yer, kulların geçimlerini temin ettikleri vasıtalar ve dünya ile ahiretlerini bilmeleri için, kendilerine ışık tutan kaynaklardır. İlâhî kitaplar ve peygamberler, bunu böyle açıklamışlardır.

Seni, hikmetsiz ve boş şeyler yaratmak gibi sana lâyık olmayan şeylerden

tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru! Cehennem azabı, Allah'ı tanımayanların cezasıdır. Burada, Allah'ı anmanın büyüklüğüne ve zikrin şu üç mertebesine işaret edilmiştir:

Birincisi dil ile zikretmek, ikincisi kalp ile düşünmek, üçüncüsü de, ruh ile tanımaktır. Çünkü, dil ile zikretmek, sahibini kalble zikretmeye ulaştırır. O da, Allah'ın kudretini düşünmektir. Kalp ile zikretmek de, ruhun makamına ulaştırır. Bu makamda da, eşyanın gerçeğini öğrenir, Allah'ın yarattığı şeylerdeki ilâhî hikmeti görür. Bundan sonra da: ”Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın" der.

Mü'min, her zaman, diliyle Allah'ı zikretmeli, bunu terketmemelidir ki; böylece, kalble zikretmeye ulaşabilsin. Daha sonra da, ruhun zikrine ulaşarak, yakîn ve marifeti elde etsin. Cahilliğin karanlığından kurtulsun, marifetin nuruyla aydınlansın.

Biliniz ki âyet, ayaktayken zikretmenin caiz olduğuna delildir. Bunun için, bazıları der ki: ”Kalplerini dinlendirmek için ayağa kalkmakta bir sakınca yoktur. Yeter ki, zikrederken birtakım hareketler yapmasınlar ve gerçekten kendilerinde olmayan şeyi, varmış gibi göstermesinler. Adaba aykırı olmamak şartıyla, zikretmenin özel bir durumu yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak zikir yapılabilir. Fakat, sessiz bir şekilde Allah'ı zikretmenin, Allah'a daha sevimli olacağına ilişkin hadisler vardır. Keşşaf tefsirini şerheden zat, bu durumun makamlara göre değişebileceğini söyler.

Mürşid vasfına ulaşan şeyh, yeni müridine, sesli olarak zikretmeyi emreder. Kalbinde yerleşmiş olan değişik şeyler, ancak bu şekilde sökülüp atılabilir ve zikrine ancak böyle ulaşır. Onun için şeyh şöyle ifadede bulunur: ”Sesli bir şekilde zikretmek caizdir, hatta müstehabdır." Ancak riyâ ve gösterişten sakınmak şartıyla, insanları teşvik ederek dine heveslendirip, dinleyicileri zikir bereketine ulaştırmak için cehrî zikir (yüksek sesli zikir) yapılabilir. Bu gibi şeyler, ev, dükkân ve buna benzer yerlerde yapılınca, zikredenin sesini duyan herkes ona uyar. Kıyamet günü, onun sesini duyan kuru yaş, her şey, kendisine şahitlik yapar. Müezzinler hakkında da aynı şey vardır.

Bazı şeyhler ise, gizlice zikretmeyi uygun görmüşlerdir. Çünkü bu durum, gösterişten daha uzaktır. Bütün bunlarda, niyetin de önemli bir yeri vardır. Kimin niyeti samimi ise, yüksek sesle Kuran okur ve zikir yapar. Onun için hayırlı olan budur. Kim de, nefsinin gösterişe kaçmasından korkarsa, o da, gösterişe düşmemesi için sessizce zikir yapar. Bu onun için daha iyidir.

Bu konuda şunlar da söylenir: Aklı başında ve bu işleri bilen kimse, tek başına olduğu zaman, sessiz zikir yaparsa kendisi için daha iyidir. Eğer, avamdan birisi ise, sesli zikir yapması daha iyidir. Eğer zikir yapmak üzere toplanmışlarsa, sesli zikir yapmaları daha iyidir. Perdeleri kaldırmada, sesli zikir daha tesirlidir. Sevap yönünden ise, her biri hem kendi zikrinin sevabını alır, hem de arkadaşlarının zikrini dinlemesinin sevabını alır.175'

192

Ey Rabbimiz! Sen kimi cehenneme koyarsan, mutlaka onu perişan etmişsindir. Senin cehenneme koyduğun kimse perişan olmuş demektir. Bundan kasıt, onları korkutarak, korunulması gereken şeylerden korumaya teşvik etmektir.

Zâlimlerin hiçbir yardımcıları yoktur. Zâlim insanlara yardım edebilecek hiçbir yardımcı yoktur. Onlara kim yardım edebilir ki? Zalimlere yardım edilmemesi, şefaatin reddini gerektirmez.

193

Ey Rabbimiz! Biz, 'Rabbinize iman edin!' diyerek imana çağıran bir davetçiyi işittik ve iman ettik. Dâvetçiden kasıt, Hazret-i Peygamberdir (sallallahü aleyhi ve sellem). Çünkü, gerçek imana çağıran oydu. Allahü teâlâ  kendisine: ”Rabbinin yoluna çağır" (Nahl, 125) buyurmuştu. Biz de, onun emrine tâbi olduk, çağrısına cevap verdik.

Ey Rabbimiz! Büyük

günahlarımızı bağışla. Çünkü iman etmek, geçmişi silip temizler.

Kötülüklerimizi ört, canımızı iyilerle beraber al.

Bizim ruhlarımızı da, iyilerle beraber kabzeyle. Bize, onlara komşu olma fırsatı ver ve bizi onların grubundan eyle. Burada kasdedilen beraberlik, zamanla bağlı bir beraberlik değildir. Ölüm anında, iyilerin özelliğine sahip olma beraberliğidir. İfadede, onların da, Allah'a kavuşmayı arzuladıklarına işaret edilmiştir. Kim Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da ona kavuşmayı ister. Müjdeler olsun, sözün en güzelini işiten ve ona tâbi olanlara! Müjdeler olsun güzel sözü işitip, ibret alanlara!

Rivâyet edilir ki: Demircinin biri, kızgın demiri eliyle tutarmış. Bunun sebebi sorulunca şunları anlatmış: Bir kadına aşık olup, ona mal teklif ederek cinsel ilişki teklifinde bulundum. Kadın bana: ” Benim kocam var. Mala ihtiyacım yok" dedi. Sonra kocası ölünce, ona evlilik teklif ettim, o da: ”Çocuklarımı zelil etmek istemiyorum" diyerek, teklifimi reddetti. Bir zaman sonra, muhtaç olup, bana haber gönderdi. Ben de ona: ”Bana isteğimi verinceye kadar sana birşey vermem" dedim. Onunla bir yere girince ürperdi. Neden ürperdiğini sorunca da: ”İşiten ve gören Allah'tan korkuyorum" dedi. Böylece onu bıraktım. O da: ”Allah seni ateşten korusun." diye dua etti. İşte o günden sonra, beni dünya ateşi yakmıyor. Allahü teâlâ'dan, beni ahirette de yakmamasını diliyorum. Kim Rahman olan Allah'tan korkarsa, daima O'nun huzurunda olduğunu hatırlar ve günah işlemeye cesaret edemez. Böylece de, cehennemden kurtulur ve kurtuluş yurdundaki nimetlerden yararlanır.

İbn Abbas (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadisini rivâyet eder: ”Her kim, istiğfar etmeye devam ederse, Allah da onun sıkıntısını neşeye çevirir, darlığına bir çıkış yolu gösterir ve ummadığı bir yerden kendini rızıklandırır. (76)

Duâ ibadetin özüdür. Dünyada fayda verip, âfetleri savar. Ahirette ise, Allahü teâlâ ona, melekler eliyle hediyeler verir ve: ”Bu, senin dünyadaki duanın karşılığıdır" der.

194

Ey Rabbimiz! Bize peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini ver. Bize, peygamberlerinin dilinden vaadettiğin sevap ve ikramları lütfet.

Bizleri kıyamet gününde koru ve

rezîl etme. Sen vaadinden dönmezsin.' Bu duâların hepsi, yalvarıp niyazda bulunmanın en üst noktasıdır. Çünkü onlar, emirlere tam anlamıyla sarılamadıkları için, kendilerine vazedilenlerden olamamaktan korku duymaktadırlar. ”Sen va'dinden dönmezsin" ifadesi işi sağlama almak içindir. Ya da kulluk ve huşûda mübalâğa içindir. Kul, Allah'ın kendilerine vaadettiği kullar grubuna girebilmesi için, itaat ve ibadetlere koşsun.

Câbir'den rivâyet edilen bir hadis-i şerifte şöyle anlatılır: ”Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yanındaydık. O bize: 'Size cennet odalarından bahsedeyim mi?' dedi. Bizler de: 'Bahset ey Allah'ın Rasûlü' dedik. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: 'Cennette, dışarısı içeriden, içerisi de dışarıdan görünen odalar vardır. Orada, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir gözün de görmediği nimet ve lezzetler vardır' buyurdu. Ben: 'Bu odalar kimindir ey Allah'ın elçisi' diye sorduğumda ise: 'Selâmı yaygın hale getirenin, yemek yedirenin, oruca devam edenin ve insanlar uykudayken namaz kılanındır' buyurdu." (77)

İbn Mes'ûd'dan rivâyet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber buyurdu ki: ”Cennete en son girecek olan kişi, bir yürüyüp, bir düşen kişidir. Onu ateş yakalar. Ateşten kurtulunca da ona dönüp şöyle der: 'Beni senden kurtaran Allah'ı tesbih ederim. Daha önce ve sonra, hiçbir kimseye vermediği şeyi bana verdi.' Onun için, gölgesi büyük olan bir ağaç yükseltilir. Onun gölgesini özler ve der ki: 'Ya Rabbi, beni ona yaklaştır. Başka birşey istemem.' Onu ağaca yaklaştırır ve suyundan içirir. Sonra onun için, öncekinden daha büyük bir ağaç yükseltir. O yine der ki: 'Ey Rabbiml Beni o ağaca yaklaştır.' Başka birşey istememeye de söz verir. Onu yaklaştırır ve öncekinden daha büyük bir ağaç yükseltir. Bu sefer yine, kendisini ağaca yaklaştırmasını ister. Yaklaştırdığı zaman ise, cennet ehlinin seslerini duyar: 'Ey Rabbim! Beni ona ulaştırırsan başka şey istemem' der. Bunun üzerine Allahü teâlâ da: 'Ey insan oğlu! Sen ne sözünde durmaz kimsesin. Kaç kere söz verdin, yalan söyledin? Sana, dünya ve onun gibisini versem rcızı olur musun?' Bunun üzerine insan oğlu: 'Sen benimle alay mı ediyorsun? Sen âlemlerin Rabbisin.'" Sonra İbn Mes'ûd güldü. Neden güldüğünü soranlara ise, ”Hazret-i Peygamber de böyle gülmüştü" cevabını verdi. Ona: ”Neden gülüyorsun Ey Allah'ın rasûlü?" diye sorduklarında da: ”Allah güldüğü için" cevabını alıyorlardı. Allah buyurur ki: ”Ben alay etmem. Fakat istediğimi yapabilirim,"

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Sizden hiçbir kimse yoktur ki, kıyamet gününde, Allah onunla konuşmuş olmasın. Onların arasında, tercüman da yoktur. Sağına bakar, daha önce gönderdiğinden başka birşey görmez. Soluna bakar, daha önce gönderdiğinden başka birşey görmez. Kendisini ateş karşılar. Sizden biriniz, cehennemden korunabilirse, bir tane hurmayla bile olsa korunsun. ”

Rivâyet edilir ki: Kâfir bir kocakarı, kış günlerinde, kuşlara birazcık yem verirmiş. Zünnûn Mısrî bu kadını görür ve şöyle der: ”Allahü teâlâ, kâfir düşmandan birşey kabul etmez." Sonra da bu kadını, Kâbe'de müslüman olmuş olarak görür. Bu sefer kadın der ki: ” Ey Zünnûn! Gördüğün gibi, Allah bana İslâm'ı verdi."

195

Rabb'leri onlara yani isteklerine şöyle

cevap verdi: 'Ben, erkek veya kadın, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi etmem. Allahü teâlâ'yı zikir ve onun yaratıkları hakkında düşünmeye devam etmeleri ve dua etmeleri gibi amellerini zayi etmem. Bu amellerin icabet için sebep kılınması, duanın kabul edilmesi için bu gibi amellerin şart olduğunu ifade ediyor. ”Erkek veya kadın" ifadesinden, Allahü teâlâ'nın, kullarına cevap vermesi, dualarını kabul etmesi konusunda, erkek veya kadın farkı olmadığı anlaşılıyor. Önemli olan, itaat edip, Allah'ın dinine sıkı sıkıya sarılmaktır. Din konusundaki üstünlük, yapılan amellere göredir. Diğer özelliklerin önemi yoktur. Erkek veya kadın olmak, soylu veya soysuz olmak, yapılan amellere etki etmez.

Sizler, birbirinizdensiniz. Kadın erkekten, erkek de kadındandır. Ümmü Seleme rivâyet ediyor: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Hicret konusunda, işittiğime göre Allah, erkeklerden bahsediyor, kadınlardan bahsetmiyor." dedim. Bunun üzerine işte bu âyet indi.(80)

"Sizler birbirinizdensiniz"cümlesmm bir anlamı da, ”amellerinizin karşılığında sevap kazanmada birbirinizin aynısısınız. Kadının sevap kazandığı gibi, erkek de kazanır. Erkeğin kazandığı gibi, kadın da kazanır. Bazılarınıza sevap verip de diğer bazılarınızı mahrum bırakmam" dır.

Hicret edenler... İyi amellerde bulunan kimselerin, yaptıkları ameller detaylandırılarak, onlar için hazırlanan sevap ve yücelik övülüyor. Sanki şöyle denilmşitir: Bu güzel amelleri işleyenler fitne yurdundan kaçıp, vatanlarını terkederek dinleriyle birlikte Allah'a gidenler ve müşriklerin verdiği ızdıraplarla sıkıştırılarak

yurtlarından çıkarılanlar, benim hak yolumda ve tevhid dinimde imanlarından dolayı, müşrikler tarafından

eziyete uğrayanlar, benim yolumda, müşriklerle savaşıp, onları

öldürenler ve bu savaş esnasında

öldürülenlerin, yani şehit olanların

günahlarını mutlaka örteceğim, kötülüklerini sileceğim

ve onları, Allah'ın bir mükâfatı olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağını. Bu mükâfat onlara, Allah katındandır. Böyle ifade edilerek, cennete girecek o kimsenin şanı yüceltilmiştir. Yüce padişah; kölesine: ”Tarafımdan sana bir elbise giydireceğim" dediği zaman, bu ifade, köleyi şereflendirme anlamı taşır. Allah, bu sevabın yüceliğini şu sözü ile de pekiştirmektedir:

Mükâfatın en güzeli, Allah katındadır.' Amellere verilen en güzel sevap, Allah katında olup, o da, sonsuz olan cennet nimetleridir. O nimetler, tükenecek olan dünya nimetleri gibi değildir. Bu yüce mükâfatın ve büyük karşılığın, Allah yolunda kendilerine eziyet edilip, yurtlarından çıkarılarak hicret ettirilen o yüce insanların hakkı olduğu âşikârdır.

Hasan Basrî şöyle diyor: ”Yolculuğa çıkmak üzere bulunan azıksız topluluklara şaşarım. Onların önde olanları, geride olanların hazırlanması için bekletilmekte, bunlar ise oturmuş, oynayıp oyalanmaktadırlar."

Rivâyet edilir ki; ölüm meleği, sâlih insanlardan birinin ruhunu almak üzere karşısına dikilip, şöyle der: ” Merhaba. Vallahi ben, elli yıldan beri, senin için hazırlanıyorum."

Abdullah b. Mübarek, can çekişme esnasında gözünü açıp güler ve:

" Yapabilenler böyle yapsınlar" der.

Bazı âlimler de der ki: Cenneti isteyenler, şu beş şeye devam etmelidirler:

1) Kendini kötülüklerden alıkoymak. Allahü teâlâ: ”...Kim nefsi kötü heveslerden engellerse, gidilecek yer cennettir" (Nâziât:40-41) buyurur.

2) Dünyada, az şeye razı olmalı.

3) Allahü teâlâ'ya itaat etmeye çok haris (tutkun) olmalı. Allahü teâlâ: ”İşte yaptıklarınıza karşılık size miras verilen cennet budur" (Zuhruf: 72) buyurur.

4) Sâlih ve iyi kişileri sevmeli, onlara karışıp, onlarla oturmalıdır. Çünkü sâlihler, bağışlanınca, kardeşlerine ve arkadaşlarına şefaat ederler.

5) Allah'a çok duâ etmeli ve sonunun hayırlı olmasını dilemeli.

196

Ey Rasûlüm Muhammed!

İnkâr edenlerin, ülkelerde gezip dolaşması, seni aldatmasın! Buradaki hitap, Hazret-i Peygamberedir. Onun ”ismet" sıfatına sahip olması, kendisine bir şeyin yasaklanmasına engel olmaz. Bu ifadede anlatılmak istenen, Hazret-i Peygamber'in, olduğu halde kalması ve dünyaya gönül vermemesidir. Yahut da hitap, Hazret-i Peygambere olup onun ümmeti kastedilmiştir. Bir topluluğun başkanına hitap edilerek, hepsi kastedildiği gibi. Burada da ”seni aldatmasın" buyurularak, aynı şey ifade edilmiştir.

"İnkar edenlerin, ülkelerde gezip dolaşması, seni aldatmasın" demek, sakın onların elde etmiş oldukları bol rızka ve elde etmiş oldukları dünya nimetlerine göz dikme. Onların; ülkedeki dolaşmaları ve tasarrufları, böylece ticaret yapıp kazanmalarına aldanma.

Rivâyet edilir ki: Bazı Müslümanlar, müşriklerin bolluk ve refah içinde yaşadıklarını görünce, şöyle derler: ”Allah düşmanları, bolluk içerisindedir. Bizler ise, açlıktan ve çalışmaktan öleceğiz." Bunun üzerine bu âyet iniyor.

197

Bu gezip dolaşma,

az bir geçimdir. Allahü teâlâ'nın, mü'minler için hazırladığının yanında, bu gezip dolaşmanın hiçbir değeri yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurur: ”Ahirete göre dünya, sizden birinin parmağını denize sokması gibidir. Ne ile dönecek ona baksın."(8!)

Sonra onların varacağı yer cehennemdir. Onlar, sonuç olarak cehenneme sığınacaklar ve ondan kurtulamayacaklardır. Orasının azabı asla anlatılamaz. O dünya nimeti, az bir şey olmasına rağmen, ebediyyen cehenneme gitmeye sebep oldu. Az bir nimet, büyük kötülüğe sebep olursa, o nimet, nimet sayılamaz.

O, ne kötü bir döşektir. Kendileri için hazırladıkları cehennem ne kötüdür.

198

Fakat, emirlerine uyup, yasaklarından sakınma konusunda ona muhalefet etmeyip,

Rabb'lerinden korkanlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedî olarak kalacaklar. İnkarcıların, ülkeleri dolaşıp ticaret yapmaları, basit bir menfaat içindi. Müttakîler, gezip dolaşarak, kâfirler gibi bazı şeyler elde etseler de, etmeseler de, onların elde edecekleri sevabın değeri çok büyüktür.

Allah tarafından ağırlanacaklardır. Allah yanında bulunanlar ise, çok ve devamlı olduğu için

iyiler için daha hayırlıdır. Halbuki, kötü insanların gezip dolaşarak elde etmek istedikleri şey, az ve kısa zamanda yok olup giden bir şeydir.

Âyette geçen ”nüzül", misafir için hazırlanan yiyecek, içecek ve diğer şeyler demektir.

İbn Mes'ûd rivâyet eder: ” İyi ya da kötü hiçbir nefis yoktur ki, ölüm onun için hayırlı olmasın. İyiler için Allahü teâlâ: 'Allah katında olanlar, iyiler için daha hayırlıdır' (Âl-i İmrân: 198) buyurur. Kötüler içinse Allahü teâlâ: 'Günahlarını artırsınlar diye, onlara mühlet veriyoruz' (Âl-i -İmrân: 178) buyurmaktadır."

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) rivâyet ediyor: ”Geldim ve gördüm ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) odada bir hasır üzerinde yatıyor. Hasırla arasında bir şey yok. Başının altında lif dolgu bir yastık ve başı yanında tabaklanmış bir deri parçası asılı. Hasırın, yan tarafında iz yaptığını görünce ağladım. Rasûlüllah: 'Seni ağlatan ne?' diye sordu. Ben de: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kisra ve Kay ser'in her türlü rahatı yerinde. Sen ise, Allah Rasûlü'sün ve hasır üzerinde uyuyorsun' dedim. Bunun üzerine O: 'Dünya onların, âhiret ise bizim olsun istemez misin? O toplumun iyilikleri, acele olarak dünyada verildi. Bizim topluluğumuzun güzellikleri ise, âhiret hayatımıza ertelendi' buyurdu."

İbn Abbas diyor ki: ”Kıyamet gününde dünya; mavi gözlü, saçına ak düşmüş, dişleri ortaya çıkmış bir kocakarı vaziyetinde ve çirkin bir yaratık olarak varlıkları seyreder halde getirilir. İnsanlara: 'Bunu tanıyor musunuz?' diye sorulur. Onlar da: 'Bunu tanımaktan Allah'a sığınırız'derler. Denir ki: 'Bu üzerindeyken caka sattığınız dünyadır. Bunun için birbirinize kiiserdiniz, bunun için birbirinizi kıskanırdınız ve birbirinize öfkelenirdiniz.' Daha sonra da, cehenneme atılır ve: 'Nerede benim dostlarını, bana tâbi olanlar?' diye bağırmaya başlar. Allahü teâlâ da: 'Onun adamlarını ona verin!' buyurur."

Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) anlatır: ”Hazret-i Peygamber'i, açlıktan bitkin bir halde ve karnına taş bağlamış durumda görünce ağladım ve şunu sordum: 4 Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'tan yemek istemiyor musun ki seni yedirsin?' Bunun üzerine O: 'Ey Aişe! Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben Allah'tan istesem, dünyadaki bütün dağları altın yapar ve onları yeryüzünde istediğim tarafa çekerim. Fakat ben, dünyanın açlığını tokluğuna, fakirliğini zenginliğine ve üzüntüsünü de neşesine tercih ettim. Ey Aişe! Ne Muhammed'e, ne de onun âline (akrabalarına) dünya gerekmez' buyurdu."

Akıllı insan, dünyadan ve dünyadakilerden sakınarak ahirete ve cennete rağbet etmelidir. Hatta Allah'a kavuşma derecesine yükselmelidir.

Ebû Yezîd Bestâmî diyor ki: ”Allah kulları içerisinde bir kul vardır. Muhabbetullah (Allah sevgisi) ona öyle işlemiş ki; cennet, bütün güzellikleriyle kendisine verilse, cehennemliklerin cehennemden kaçtığı gibi, o da kaçar. Allah'tan başkasına gönül vermez."

199

Kitap ehlinden öyleleri vardır ki, Allah'a inanırlar, size indirilene yani Kur'fin'a

inanırlar ve kendilerine indirilene de iki kitaba da

Allah'tan azabından dolayı

korkarak ve sevabım umarak

inanırlar.

Bu âyet, aslen Yahudî olup, daha sonra Müslüman olan Abdullah b.

Selâm ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Habeşistan kralı Necâşi hakkında nazil olmuş diyenler de vardır. Ayetin inmesine zemin hazırlayan Necaşi olayı şudur: Necâşi öldüğü gün, Cebrail gelip, hemen Hazret-i Peygambere bunu bildirir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ashabına: ”Çıkın ve sizden uzak bir yerde ölen kardeşiniz için cenaze namazı kılın" diye emir verir. Kendisi de namaz kılar, dört tekbir alır ve onun bağışlanmasını ister. Bunun üzerine münafıklar: ”Şuna bakın, görmediği ve kendi dininden de olmayan Hristiyan Necâşi'nin namazını kılıyor" diyerek tenkitte bulunurlar.183'

Onlar, Tevrat ve İncil'de bulunup, Hazret-i Peygamber'i öven

Allah'ın âyetlerini, az bir değere değişmezler. Onlar, başkanlık ve basit dünya malı uğruna, Allah'ın âyetlerini değiştirmezler.

İşte onların, yani bu güzel vasıflara sahip olanların,

Rabb'leri katında mükâfatlan vardır. Onları onurlandırmak için, kendilerine söz verilmiş bir mükâfat verilecek.

Allah, hesabı çabuk görendir. Allahü teâlâ'nın ilmi her şeyi kapsadığı için, hiçbir şeye ve hiçbir yazı ve yazıcıya ihtiyacı olmadan, insanların hesabını çabucak görecektir. Bundan maksat, iyi kullar, kendilerine söz verilen mükâfata, çabucak ulaşacaktır. Hesap çabuk olunca, cezanın da çabuk olacağından kuşku yoktur.

Anlatıldığına göre. İbrahim b. Edhem hamama girmek ister. Hamamcı bunu engeller ve: ”Buraya ücretsiz girilmez" der. İbrahim de ağlar ve: ” Şeytanların evine bedava girmeme izin verilmezken, nebilerin ve sıddıkların evine ücretsiz nasıl girilebilir?" der.

Ne güzel söylenmiş:

Yüksek rütbeler, çalışmakla kazanılır.

Yücelmek isteyen geceleri uykusuz kalmalı.

Yücelik istiyor, fakat geceleri uyuyorsun.

İnci yakalamak isteyen denize dalmalı.

200

Ey İman edenler! Allah'a itaate devam ederken karşınıza çıkan her türlü zorluklara, fakirliğe, kıtlığa, hastalığa ve buna benzer diğer belâlara

sabredin. Savaşın zorluklarına göğüs gerip, düşmanlarınıza galip gelmek için

düşmanlarınızdan daha sabırlı olun.

Ayette geçen ”sabredin" ifadesinden sonra, aynı ifade tekrar, fakat bu defa, değişik bir kiple kullanılıyor. Sabretmek çok zor ve güç bir olay olduğu ve diğer şeylerden daha faziletli olduğu için bu ifadeler kullanılmıştır. Sabır, nefsi tutarak, Allah'ın râzı olmadığı şeyleri yapmamaktır. Sabır derece derecedir. Önce ”tasabbur" gelir. Bu, sabretmeye kendisini zorlamak, demektir. Sonra ”musabere" gelir. Bu da, nefsi sabırdan alıkoyan şeye karşı koymayı ifade eder. Bundan sonra ise, sabır sonucu elde ettiğin şeye devam etmek anlamına gelen ”ıstıbar" gelir. Sonra ibret almak, sonra kabullenmek ve en sonunda da sabır gelir. Bu nokta, en son nokta olup, olgunluk noktasıdır. Hiçbir zorlama olmadan kişinin yapacağı şeydir. Alışkanlık kazanılmıştır.

Düşmanları gözetlemek için, atlarınızı gediklere bağlayarak

cihada hazırlıklı bulunun ve kendinizi Allah'a itaat etmeye alıştırın.

Bu konuda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ” Allahü teâlâmn, kendisiyle hatalarınızı silip, derecelerinizi yükselteceği şeyi haber vereyim mi?" Bunun üzerine orada bulunanlar: ”Haber ver ey Allah'ın Rasûlü!" dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Güç durumlarda güzelce ahdest almak, mescitlere fazla devam etmek, namazdan sonra ikinci bir namazı beklemek. Bu sizin için ribattır. Bu sizin için ribattır (yani cihada hazırlıklı bulunmaktır)" buyurur.(84)

Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz. Gerçek kurtuluşa ermeniz için, Allah'tan başkasından uzak durup, sadece Allah'tan korkun.

İbrahim b. Edlıenı hakkında şöyle bir olay anlatılır: O, yaya olarak Beytullah'a gidiyormuş. Onu devesi üzerinde gitmekte olan bir arap görür ve: ”Ey Adam, nereye gidiyorsun?" diye sorar. O da: ”Beytullah'a" diye cevap verince, arap der ki: ”Peki binitsiz, yaya olarak oraya nasıl varacaksın?" İbrahim Edhem: ”Benim birçok bineğim var" der. ”Nedir onlar?" sorusuna ise, şu cevabı verir: ”Bana bir belâ gelince, sabır bineğine binerim. Nimet gelince, şükür bineğine binerim. Bana Allah'ın hükmü gelince, rızâ bineğine binerim. Nefsim beni bir şeye çağırdığı zaman da, anlarım ki, ömrümün çoğu gidip, azı kaldı." Arap der ki: ”Sen bineklisin, ben ise yayayım. Yürü, Allah selâmet versin!"

Ömür boyu mücahede ile uğraşmak gerekir ki, nefse yerleşen kötü huyların kökü kazınabilsin, sabır ve diğer güzel huylarla yer değiştirsin. Bu mücâhedenin tipik örneği ise, ”murabata", yani hudutlarda nöbet tutmaktır.

Sâlihlerden bir adam, her gece bir hatim yapar ve ibadette bulunurmuş. Ona: ”Kendini çok yoruyor ve nefsine azap ediyorsun" demişler. Adam: ”Dünyanın ömrü ne kadardır?" diye somuş. Denilmiş ki: ”Yedi bin yıl."“Kıyamet gününün miktarı ne kadardır?" diye sorunca da, ”elli bin senedir" cevabını alır. Bunun üzerine sâlih adam der ki: ”Kişiye, dünyanın ömrü kadar ömür verilse bile, bu uzun kıyamet günü için onu ibadetle geçirmesi gerekir. Çünkü bu, ona oranla daha kolaydır."

Allahü teâlâ bizi, kendisine itaatte ve rızâsında başarıya ulaştırıp, bizleri murabıt ve mücahid kulları zümresine dahil etsin. O, duâları işitendir.

0 ﴿