NİSA SÛRESİ

Medine devrinde nazil olmuştur, 176 âyettir.

1

Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan... Buradaki hitap, çağrının yapıldığı zamandaki ve o zamandan sonraki bütün insanlaradır. Aranızdaki hukuku koruma konusunda, Rabbinizden korkun. Size emrettiklerime riayet ve onları yerine koyma konusunda gerekeni yapın. O Allah, öyle bir Allah'tır ki, sizleri değişik şekil ve renklerde yaratmıştır. Fakat aslınız birdir. O da, hepinizin babası olan Hazret-i Âdem'in nefsidir.

Ve ondan da, eşini yaratıp... Yani, Adem'in sol kaburga kemiğinden de, eşi Havva'yı yaratmıştır.

Rivayet edilir ki: Allahü teâlâ, Adem peygamberi yaratıp, cennete yerleştirdiği zaman, ona bir uyku verdi. Adem de, uyku ile uyanıklık arasında bir hal aldı. Havva'yı, onun kaburga kemiğinden yarattı. Adem uyanınca, yanında Havva'yı bulup, ona ısındı ve alıştı. Çünkü, kendi parçalarından bir parçadan yaratılmıştı.

İkisinden, birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden korkun. Bu, tek nefis olan Âdem'den ve ondan yaratmış olduğu Havva'dan üretip artırma yoluyla sizi yeryüzüne dağıtıp yayan Allah'tır. Böylece, birçok erkek ve birçok kadınlar olarak ortaya çıktınız.

Allahü teâlâ'nın belli bir sırayla bunları sayması, ileride gelecek olan âyetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah'tan korkup, takvaya ulaşmak ve böylelikle de aralarında hakkı gözetmelerine zemin hazırlamak içindir. Sanki denmiştir ki: Birbirinize ilişkin haklarınızı korumanız için, sizi tek bir kökten yaratıp, sonra muhtelif dallara ayıran Rabbinizden korkun. Bu hakları iyi koruyup riayet edin ve sakın gaflete düşmeyin.

Kendisini one sürerek,

adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Tek kökten meydana gelen dalları kesmeyin Din ve soy ayrılığına meydan vermeyin. Birbirinize söylemiş olduğunuz: ” Allah ve akraban için" veya ”Allah ve akraban aşkına şöyle yapacağım" gibi ifadeleri kullanırken, Allah'a isyan etmekten korkun.

Araplar arasında bir âdet vardı. Birisi diğerinden bir şey isteyeceği zaman: ”Allah ve akrabalık hakkı için... rica ederim" derlermiş. Allahü teâlâ burada, müminlerin dikkatini çekerek, akrabalık bağlarını koparmamayı emrediyor. Akraba hakkına riayet edilmesini istiyor.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Akrabalık, arşta asılıdır ve şöyle der: 'Beni gözeteni Allah gözetsin, beni terkedeni Allah terketsin'“ (1) buyurur. Kulların görevi, haklara riayet etmektir. Çünkü hepsi, Âdem ve Havva'nın çocukları olan kardeşlerdir. Özellikle müminler, buna daha çok dikkat etmelidirler. Çiinkü onlar arasında, din ve iman yakınlığı da vardır.

1- Müslim, Kitâbu'l-Birr. 16, Buhârî'de değişik lafızla şöyle rivâyet etmiştir: ”Yüce Allah mahlukatı yaratıp da onlara ait hükmünü tamamladığı zaman akrabalık ayağa kalkıp: 'Ya Rabbî! Burası akrabalık münâsebetlerini kesmekten sana sığınanların makamıdır' dedi. Cenâbı Hak: 'Evet, öyledir. Sen, seninle bağlarını koruyanlara benim de iyilik etmeme, senden bağlarını kesenlere benim de ilgimi kesmeme razı olmaz mısın?' buyurdu."

Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir. ”Rakîb": Senin bütün hareketlerini kontrol edip, seni koruyandır. Senin niyetlerini, söz ve hareketlerini bilendir. Allahü teâlâ, içte saklanan ve en kapalı olan şeyleri bildiğini açıklıyor. Onun için kulların, uyanık olması, yaptıkları ve yapmadıkları konularda Allah'tan korkması gerekiyor. Takva, ana ilke olup, dünya ve ahirette en büyük şeref sebebidir.

Rivayet edilir ki: Basra'da miskci bir adam varmış. Kendisinden, misk kokusu yayılıyormuş. Bunun sebebini sorduklarında: ”İnsanların en temiz yiizlüsüydüm. Haya sahibiydim. Babama: 'Onu çarşıda oturt da, insanlar arasına girip açılsın' demişlerdi. Babam da beni, bir zahireci dükkânına oturttu.

Yaşlı bir kadın gelip birşeyler istedi. Ben de istediği şeyi çıkardım. Kadın bana: 'Benimle gel de paranı vereyim' dedi. Onunla gittim, beni büyük bir köşke soktu. Köşkün, görkemli kubbeleri vardı. İçeri girdiğimizde yaldızlı örtülerle örtülmüş yatakları üzerinde oturan cariyeleri vardı. Cariyelerden biri, beni göğsüne doğru çekti. Ben ise ”Allah'tan kork! Allah'tan kork!" dedim. Câriye: 'Bunda bir beis yok' dedi. Ben ise, sıkıştığımı ve tuvalete girmem gerektiğini söyledim. Böylece, tuvalete girip dışkımı, yüzüme ve bedenime sürdüm. Benim deli olduğumu sandılar ve onlardan kurtuldum. Rüyamda bir adam gördüm. Bana: 'Yakub'un oğlu Yusuf nerede, sen nerede?' dedi. Daha sonra ise: 'Beni tanıyor musun?' diye sordu. Ben de 'hayır' cevabını verdim, kendisinin Cebrail olduğunu söyleyip, eliyle bedenimi ve yüzümü sildi. O günden beri üzerimden, Cebrail'in kokusu olan misk kokusu yayılıyor." Bu, takvanın bereketidir.

Şeriata göre takva ; âhirette zarar verecek olan şeylerden korunmaktır. Bu da birkaç mertebedir:

Birinci mertebe: Şirkten tem izlenerek, ebedî azaptan korunmaktır. Bu konuda Allahü teâlâ: ”Onların takva sözünü tutmalarını sağladı." (Fetih: 26) buyurur.

İkinci mertebe: Bütün günahlardan kaçınmaktır ki, halk arasında, takva- olarak bilinen budur. Allahü teâlâ: ” Eğer kasaba halkı inanıp Allah'tan korksaydı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık..." (A'raf: 96) buyurur.'

Üçüncü mertebe: Allah'tan başka, kendisini meşgul eden her şeyden sıyrılmaktır. Bu da, şu âyette istenen gerçek takvadır: ”Allah'tan, korkulması gereken şekilde korkun." (Al-i İmran: 102)

Bu hususta, Ziinnûn el-Mısn den bir hikâye anlatılır: Bir gün kendisine vezirlerden biri gelip, padişahtan korktuklarını belirterek, himmette bulunmasını ister. Onlara der ki: ” Eğer ben sizin padişahtan korktuğunuz kadar, Allah'tan korksam, sıddıklardan olurum."

Mümin, Rabbinden korkup, bütiin davranışlarında, Allah'la murakabe halinde olmalıdır. Onun için Allahü teâlâ: ”Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde gözetleyicidir" (Nisa: 1) buyurmuştur.

Murakabe: Kulun, Allahü teâlâ'nın bütün hareketlerinden haberdar olduğunu bilmesidir. Kul bunu bilmeye devam edip, Rabbiyle olan murakabesini kesmemelidir. Bu, her hayrın aslıdır. Kul, bu mertebeye ancak kendisini hesaba çekmek suretiyle ulaşabilir. Kul; geçmişte yaptıklarından dolayı kendini hesaba çeker, şimdiki durumunu düzeltir, hak yolda devam eder, Allah'la arasını düzeltir, Allah'ın, kulun bütün hareketlerini kontrol ettiğine, kendisine çok yakın olduğuna, hal ve davranışlarını bildiğine, sözlerini işittiğine kesin olarak inanırsa vuslata ermiş demektir. Bunlardan gaflete düşen kimse ise, vuslatın başlangıcından uzaktır. Bu haliyle o kişi, kurbiyyet (Allah'a yakınlaşma) gerçeklerine nasıl ulaşabilir?

Sâlih kişilerden birinin öğrencileri varmış. Bunlardan bir tanesiyle daha fazla ilgileniyor, onu diğerlerine tercih ediyormuş. Diğer öğrenciler de bu işin farkındalarmış. Salih kişi onlara: ”Bunun sebebini size göstereceğim" demiş ve öğrencilerin herbirine birer tane kuş vermiş. Sonra da: ” Bu kuşları, hiçbir kimsenin göremiyeceği yerde kesin" demiş. Öğrenciler gidip, kuşları keserek geri dönmüşler. Seçkin öğrenci ise, kuşu kesmeden getirmiş. Kendisine: ”Kuşu kesmedin mi?" diye sorulunca şu cevabı vermiş: ” Bu kuşu, hiçbir kimsenin görmeyeceği yerde kesmemi emrettiniz. Fakat ben, hiçbir kimsenin göremiyeceği yer bulamadım. Her nereye gittiysem, Allahü teâlâ'nın gözünü üzerimde hissettim." Bu sözlerden sonra o sâlih kişi: ”İşte bunun içindir onu seçtim, ve ona teveccüh ettim," demiş.

2

Yetimlere mallarını verin. ”Yetâmâ": Yetim kelimesinin çoğuludur. Yetim ise, babasının ölümü ile yalnız kalan kimse demektir. Aslında yetim büyük olsun, küçük olsun, babası ölüp, yalnız kalan herkese denir. Fakat genelde bu kelime, küçükler için kullanılır. Çünkü büyükler, kendilerini korurlar ve bir koruyucuya ihtiyaçları olmaz. Ayetin anlamı şudur: Ey veli ve vasiler! Yetimlerin mallarını iyi koruyun. Onlara kötü davranmayın. Mallarını, zamanı geldiğinde kendilerine teslim edin.

Temizi pis olanla değiştirmeyin. Temiz olan şeyi verip, pis olanı; helâl malınızı verip, haram malı almayın. Helâl olan kendi malınızla, haram olan yetim malını değiştirmeyin. Çünkü helâl mal, size miibah kılınan ve çalışıp kazanarak elde etmiş olduğunuz maldır. Allah'ın size gönderdiği helâl rızkınızı yeyin.

Onların mallarını, sizin mallarınıza katarak yemeyin. Burada, ”yemek"ten maksat, tasarrufta bulunmaktır. Çünkü, yetimin malını yemek haram olduğu gibi, yetimin malında yapılan diğer tasarruflar da haramdır, insanı helak eder. ”Yeme" ifadesinin kullanılmış olması, genelde bütün hareketlerin, yemek uğruna yapılınasındandır. Ayetteki 'ilâ' harf-i ceri, 'tnea' anlamınadır. Durum böyle olunca, âyetin anlamı şöyle olur: Onların mallarını, kendi mallarınızla beraber yemeyin. Daha doğrusu mana şöyledir: Onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Bu ikisini aynı düzeyde görmeyin. Çünkü onlardan biri helâl, diğeri ise haramdır.

Çünkü bu yemesi yasaklanmış olan yetim inalı, Allah katında

büyük bir günahtır.

Rivayet edildiğine göre, Gatafan kabilesinden bir adam vardı. Yetim kalan yeğeninin çok miktardaki malı da onun yanındaydı. Yetim yeğen büyüyünce, mallarını istedi. Amca ise, bu malları vermeye yanaşmadı. Sonuçta Hazret-i Peygambere müracaat ederek muhakeme oldular. Bunun üzerine işte bu âyet indi.' ' Amca bu âyeti işitince: ” Allah'a da, O'nun Rasûlü'ne de itaat ettik. Büyük günahtan Allah'a sığınırız" dedi ve yetim yeğenine malını verdi.

Allahü teâlâ'nın: ”Yetimlere mallarını verin" buyruğu, özellikle hırstan, çekememezlik ve aşağılık âfetinden temizlenmeye ve emanete riayet ve gönül esenliği ile süslenmeye yöneliktir. ”Onların mallarını, sizin mallarınıza katarak yemeyin" âyeti ise kişiyi, taşkınlık ve zulümden temizleyip, adalete ve insafa yöneltir.

Akıllı insan, nefsini kötü huylardan temizleyip, az veya çok olsun, başkasının malına tama etmemeli, aksine, cömert davranarak, dul ve yetimlere ikramda bulunmalı, imkân bulabildiği sürece, onların haklarını gözetmelidir.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygambere bir adam gelerek: ”Benim yanımda bir yetim var. Onu ne ile döveyim?" diye sorar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Çocuklarını dövdüğün şeyle" cevabını verir. Bunun anlamı, elem verici olmamak şartıyla, terbiye için onların döviilebileceğidir. Tıpkı, babaların çocuklarını dövdükleri gibi.

Fudayl b. Iyaz'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Birçok tokat vardır ki, yetim için, helvadan daha faydalıdır." Tenbîhu'l-Ğâfilîn isimli kitapta da şöyle denir: ”Yetimi dövmeden terbiye edebil irsen, dövmemelisin. Yetimi dövmek büyük cezayı gerektiren bir iştir." Hikmetli bir sözde şöyle denilmiştir: ”Yetime, şefkatli bir baba gibi davran. Ne ekersen, onu biçeceğini bil. Yine unutma ki, sâlih kadın, kocası için altın taç giydirilmiş kral gibidir. Kocası onu görünce, gözünün içi güler. Kötü kadın ise, kocası için, yaşlı bir adamın sırtındaki ağır bir yük gibidir."

3

Eğer yetimler hakkında, adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız... ”Iksât" adalet, ”havf" ise zulümden korkmak değil, zulmün vaki olacağını bilmektir.

Bu âyetin nüzul sebebi, Araplar velayetleri altında bulunan ve kendilerine helâl olan yetimlerle, onları gerçekten sevdiklerinden dolayı değil, sadece mallarından dolayı evleniyorlardı. Evlendikleri yetim kızlara kötü davranırlar, mirasa konmak için, onların ölmelerini beklerlerdi. Başka bir rivayete göre de âyetin niizûl sebebi şöyledir: Veli, kendi himayesinde bulunan yetimin hem güzelliği hoşuna gider, hem de malına sahip olmak isterdi. Bunun için onunla, diğer kadınlara verilen mehrin en az miktarını vererek evlenmek isterdi. İşte inen bu âyetle, yetim kızlarla mehillerini âdil bir şekilde tam olarak vermek şartıyla evlenebilecekleri emredilmiş, bunu yerine getirememekten korkarlarsa, yetimlerin dışında diğer kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir.

Buna göre âyetin manası: Yetim kızlarla evlendiğiniz zaman, onlara iyi muamelede bulunamıyacağmızdan, ya da mehirlerini ödeyemiyeceğinizden korkmanız halinde,

size helâl olan ve hoşunuza giden diğer kadınlardan, ikişer, üçer ve dörder alın. Gönlünüzün istediği ve size helâl olan diğer kadınlardan, ikişer, üçer veya dörder olmak üzere evlenebilirsiniz.

Eğer, yetim kız hakkında korkmuş olduğunuz gibi

O kadınlar arasında da adaleti yerine getirme konusunda korkarsanız, o zaman

bir tane alın. yani bir kadınla evlenin. Aralarında adaleti yerine getiremiyecekseniz, birkaç kadınla evlenmeyin ve tek bir kadınla nikahlanın.

Yahut da, sahip olduğunuz câriyelerle yetinin. Burada, ”men" değil, ”mâ" edatı kullanılmıştır. Bunun sebebi, hür kadınların, cariyelerden daha üstün olmasıdır. Yine burada, cariyelerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, bir tek hür hamına denk sayılmıştır. Çünkü cariyelerin yanında eşit şekilde kalmak vacip değildir. Cariyelerin geçimlerini temin etmek gerekir ve bunlara karşı sorumlulukları daha hafiftir.

Bu bir kadınla evlenmeniz,

adaletten ayrılmamanız için, en doğru olandır. Adaleti yerine getirememe endişeniz olursa, bir tek kadınla yetinmeniz veya câriyelerle yetinmeniz, diğer sakıncalı yollara sapmaktan daha iyidir.

4

Kadınların mehırlerini Allah tarafından emredilmiş

bir hak olarak gönül hoşluğu ile verin. Çünkü nıehir, Allah tarafından eşlere farz kılınmıştır. Farz kılman, bu rnehir, gönül rızasıyla, isteyerek verilmelidir. Sanki deniliyor ki: Allah'ın emretmiş olduğu mehri, gönül rızasıyla ve severek, hanımlara veriniz. Buradaki hitap, kocalaradır. Bu hitabın, velilere olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü veliler, kızlarının mehillerini alıyor ve kız çocuğu dünyaya gelen kimseye: ”Henien leke en-nâfice" diyorlar, bununla: ”Onun mehrini alıp malım çoğaltırsın" ifadesini kasdediyorlardı.

Eğer kendi istekleriyle, o mehirlerin bir kısmını size bağışlarlarsa, onu da afiyetle veyin. Ayetteki zamir, mehire gider ve âyet, mehirden az bir kısmının bağışlanabileceğini ifade eder. Kadının, zorlanmak suretiyle değil, kendi rıza ve isteğiyle verdiği kısmın helâl olduğunu belirtir. Zorla, kötü yollarla elinden alınan nıehir ise helâl değildir. ”Afiyetle yiyin" ifadesinden, hanım tarafından, gönül rızasıyla verilen mehrin, caiz olduğu ve yenebileceği anlaşılır. Hatta burada, mübalâğa bile vardır. Öyleyse, hanımların kendi isteğiyle size hibe etmiş oldukları mehri, istediğiniz gibi harcayabilirsiniz.

Rivayet edildiğine göre bu âyet, hanımlarına verdikleri mehri geri almayı günah sayan kimseler hakkında inmiştir. Âyette, ihtiyatlı davranmanın gerekli olduğuna işaret vardır. Çünkü bu hibe, gönül rızasına bağlı kılınmıştır. Bu, sebeple kadınlar, kocaları tarafından aidatılniarsa yaptıkları hibeden geri dönmeleri caizdir, denilmiştir. Aynı zamanda âyette kadınlara iyi davranmaya, aradaki sevgi ve iyiliğin pekiştirilmesine, teşvik vardır. İnsanların en hayırlısı, ailesine en hayırlı olan ve çoluk çocuğuna en çok faydası dokunandır.

Rivayet edildiğine göre kadının cihadı, kocasına itaat edip, iyi bir eş olmasıdır. Selef-i sâlihin dönemi kadınları, kocaları eve geldiklerinde karşılarlar ve şöyle derlerdi: ” Merhaba ey benim ve evimdekilerin efendisi." Kocasının elbisesini sırtından alır ve ayakkabılarını çıkarırlardı. Kocasını üzgün gördüğü zaman, neden üzüldüğünü sorardı. Bu üzüntünün sebebi, ahiretle ilgili olursa: ”Allah iyiliğini artırsın", diinya ile ilgili olduğunda da: ” Allah ihtiyacını karşılama hususunda sana yeter" derlerdi.

Hakikat ehli kişilere göre, sâlih kadının özellikleri şunlardır: Güzelliği, Allah'tan korkmak; zenginliği kanaat: süsü iffet, yani kötü ve bozucu şeylerden sakınmak; farzlardan sonra yapacağı ibadet, kocasına hizmet ve himmeti de, ölüme hazırlanmaktır.

5

Ey veliler!

Allah'ın, sizi başına diktiği mallarınızı, saçıp savuran çocuklara, yetimlere, kadınlara ve erkeklere yani

aklı ermezlere vermeyin! Allahü teâlâ burada; mallan, velilere izafe etmiş, yetimlerin mallarını, kendi mallan gibi değerlendirmiştir. Çünkü bunlar arasında, cins ve soy bakımından birlik vardır. Bütün bunlar, yetimlerin mallarını iyi korumak için mübalâğa ifadeleridir.

"Allah'ın, sizi hasına diktiği mallarınızı..." İfadesiyle de bu malların, veliler için geçini sebebi kılındığı pekiştirilmiştir. O mallarla geçinir ve ayakta kalırsınız. O malları kaybederseniz, siz de kaybolursunuz. Mal, ayakta durmanın sebebi olduğu için, mübalâğa ifadesi olan ”kıyâmen" kelimesiyle ifade edilmiştir.

O mallarla onları besleyin, giydirin... O mallardan onlara yed irin. Burada ince bir nokta bulunmaktadır. Ayetin akışında, ”minhâ" denmeyip, ”fîhâ" denmiştir. ”Minhâ" ifadesi kullanılsaydı, malların bir kısmının kendilerine yedirileceği emredilmiş olurdu. Böyle denmeyerek, o mallarla ticaret yapılması emrediliyor. O mallar nemalandırılarak, elde edilen kârlardan, kendilerine rızık temin edilecek. Yoksa, ana mallar yedirilerek tüketilme yönüne gidilmeyecektir.

Ve onlara, güzel söz söyleyin. Onlara, gönüllerini alabileceğiniz güzel sözleri söyleyin.

Gaffâl der ki: ”Güzel sözden maksat şudur: Veliye bir çocuk teslim edildiğinde, onun malının kendi malı olduğunu, velinin ise, sadece bu malın bekçisi olduğunu çocuğa bildirecek. Çocuk büyüyünce, malı kendisine teslim edilecek. Eğer bu şahıs, bir aklı kıt kimseye veli tayin edilmişse, kendisine nasihatta bulunur ve israf ederek savurganlık yapmaktan uzak durmaya teşvik eder. Savurganlığın sonunun fakirlik ve halka muhtaç olmak olduğunu kendisine bildirir." Âyetle, malın tehlikesinin de, faydasının da biiyük olduğuna işaret edilmiştir.

Selef-i sâlihin şöyle der: ”Mal; müminin silâhı olup, neredeyse inkarcılık olacak olan fakirlik için hazırlanmıştır. Ticaret yapın ve kazanç sağlayın. Siz öyle bir dönemde yaşıyorsunuz ki, sizden biri muhtaç olduğu zaman ilk yiyeceği şey dinidir. Belki de, cenazede insanları gördükleri zaman onlara: 'Dükkanınıza gidin,' derler."

İmam Fahreddin er-Râzî tefsirinde şöyle der: ”Allahu teâlâ, müdâyene (borçlanma) âyetinde, (Bakara: 282) malı korumaya teşvik etti. Çünkü, yazmayı, şahit tutmayı ve rehin almayı emretti. Akıl da bunu teyid eder. İnsanın zihni boş olmadıkça, dünya ve ahireti kazanamaz. Zihninin boş olması da ancak mal ile mümkündür. Mal olunca, menfaat elde edilir, zarar def edilir. Her kim ahireti kazanmak için dünyayı isterse, onun için dünya, ahiret mutluluğunu kazanmak için belirtilen en ulvî sebeplerden biri olur. Kim de dünyayı kendi nefsi için isterse, ahireti kazanmak için en büyük engellerle karşı karşıyadır."

6

Ey Veliler ve Vasîler! İhtilâm olup, bulûğa ermeden önce,

nikâh çağına varıncaya kadar, yetimleri deneyin. Onları, din konusunda ve mallarını koruma konusunda denemelere tabi tutun. Deneyin bakalım, durumları nasıl, davranışları ne durumda? Onlara mal verin ve alışverişlerini deneyin. Becerip beceremiyeceklerine bir bakın: Onlar ihtilâm olunca, evlenme çağına gelmişler demektir. Bu döneme kadar, kendilerini birtakım deneylere tabi tutun.

Eğer onlarda, din konusunda doğruya ulaştıklarını gösteren bir belirti, mallarını da israfa ve herhangi bir zayıflığa düşmeden kullanabileceklerini gösteren

bir olgunluk görürseniz, geciktirmeden

hemen mallarını kendilerine verin. Âyet-i kerimeden anlaşılan görünürdeki anlama göre, bulûğ çağına gelmiş olan kimse, reşit değilse, kesinlikle ona mal teslim edilmez. Bu kişi, müsrif de olsa, aciz de olsa, durum aynıdır. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşleri böyledir.

Büyüyecekler (de geri alacaklar) diye haksız yere

israf ile tez elden onların mallarını yemeye kalkmayın. Onların büyümesinden ve mallarına sahip olmalarından korkarak, size teslim edilen mallarını bol keseden, saçıp savurarak harcamayın. ”Gönlümüzün istediği gibi harcayalım. Çünkü onlar büyüyünce, nasıl olsa bizden mallarını isteyecekler. Biz de onlara teslim edeceğiz" gibi düşüncelere kapılmayın.

Zengin olan veli ve vasîler, yetimin malını yemekten kaçınıp

çekinsin. Yetimlere şefkat edip, onların malını olduğu gibi koruma konusunda Allah'ın kendisine vermiş olduğu rızık ve zenginliğe kanaat etsin. Âyette geçen ”isti'fâf (çekinme) kelimesi, ”iffet" kelimesinden daha beliğdir. İsti'faf kelimesinde, fazlasıyla iffet ve çekinme istemi vardır.

Fakir olan da, fakir olan veli ve vasiler de, şeriatta öngörüldüğü şekilde ve vermiş olduğu hizmet karşılığı olarak gerekli olan miktarı aşmadan

uygun olan şekilde, yani meşru bir sûretle

yesin. Âyet, vasinin yaptığı göreve karşılık olarak belirli bir hak alabileceğine işaret etmektedir.

Belirtilen esaslara riayet ederek,

onlara mallarını geri verdiğiniz zaman da, bu malların kendilerine teslim edildiğine, onların da teslim aldığına ve zimmetten kurtulduğunuza ilişkin

yanlarında şahit bulundurun.Yaratıkların hareketlerini kontrol edici ve

hesap görücü olarak Allah yeter. Emredilen şeyleri yapmamazlık etmeyin. Sınırı aşmayın.

Akıllı insana yaraşan, başkalarının hakkına, özellikle de yetim hakkına tecavüz etmekten sakınmaktır. Çünkü bu haklar insanı, cehenneme sürükler. Başkalarının haklarını yemek, büyük günahlardandır. Kul haklarıyla imtihan edilip kaybeden insan, ahirete gitmeden önce helâllaşmalıdır. Bu konuda Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ”Sizden biriniz, bir başkasına haksızlık etmişse, dinar veya dirhem bulunmayan (kıyametten) önce, yani bugün helâlleşsin. Kıyamet günü, haksızlık yapan kimsenin, sevabından yaptığı haksızlık kadarı alınır ve haksızlığa uğrayana verilir. Sevabı yoksa, haksızlığa uğrayanın günahlarından alınır ve haksızlık yapana yüklenir."

Bir kimsenin yapmış olduğu haksızlıklar fazla olur da, hak sahiplerinden helâllik alması da zor olursa, iyi amellerini artırmaya çalışsın. Umulur ki, bu ameller onu Allah'a yaklaştırır. Böylece Allahın imanlı kulları için biriktirmiş olduğu lütfa ulaşır. Bu da haksızlığa uğrayanları razı ederek haksızlık yapanı bağışlamasıdır.

Alimler şöyle derler: Evli bir kadınla zina yapan kimse, o kadının kocasıyla helâllaşmadığı sürece affedilmez. Çünkü hasmı bir kuldur. Eğer zina yapan kimse, tevbe eder ve adamla helâlleşiı se, günahı bağışlanabilir. Adamla sadece helâlleşirken hanımıyla zina yaptığım söylemez. ” Bendeki bütün haklarını ve aramızdaki bütün kırgınlıkları bana bağışlayıp, hakkını helâl et" der. Böylece, bilinmeyen şeyler üzerinde, bilinen bir anlaşma yapılır. Bu da, bu ümmet şerefli olduğu için caiz görülmüştür. Geçmiş ümmetlerin durumu böyle değildi. Onlar, yapılan günahı söylemedikçe, bağışlanmazlardı.

Kulların mallarını gasbetme, onları dövme, sövme, öldürme ve buna benzer bütün günahlardan dolayı, hak sahibinin rızasını almak, tevbe etmek ve salih ameller yapmak gerekir. Kul, bu tiir günahlardan tevbe edip, haksızlık yaptığı kimseleri razı etmezse, kıyamet gününde kayba uğrar ve amelleri boşa gider.

7

Ölen

Ana, baba ve akrabanın miras olarak

(geriye) bıraktıklarından, erkeklere pay vardır. Rivayet edildiğine göre, Ensar'dan Evs b. Sâmit vefat etmiş, arkada da, hanımı Ümmü Kahha ile üç kızı kalmıştı. Amcasının oğlu olan Süveyd ve Urfuta ise, Evs'in mallarını, cahiliye dönemi âdetine göre taksim etmişlerdi. Onlar, hanımları ve çocukları varis kabul etmiyorlar, mirastan pay vermiyorlardı. Evs'in malını da, buna göre pay etmişlerdi. Onların düşüncesine göre, sadece savaşan ve sınırları koruyanlar mirastan pay alabilirdi. Bunun üzerine Ümmü Kahha, Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip, şikayette bulundu. Hazret-i Peygamber de: ” Evine git. Bakalım Allah ne takdir edecek" buyurdu. Bunun üzerine bu âyet indi. Hazret-i Peygamber de onlara haber gönderip, Evs'in malından hiçbir şeye yaklaşmamalarını, hanım ve çocukların da malda hakları olduğunu bildirdi. Kimin ne kadar alacağına ilişkin bilgi yse, daha sonra inen âyetlerle bildirildi. Ona göre, Ümmü Kahha'ya sekizde bir pay, kız çocuklara ise, üçte iki pay verildi. Kalan da, anıca çocuklarına verildi. Bundan, ölen kimsenin erkek çocuklarının da mirastan payları olduğu anlaşılmaktadır.

Âyette geçen ”akraba"dun kasıt; ölenin yakınları ve ölene mirasçı olan kimselerdir. Bunlar da anne, baba, eşler, kız ve erkek çocuktur.

Ölen

Ana, baba ve akrabanın bıraktıklarından, kadınlara da bir pay vardır.

Bu hak, onlara, geriye kalan malın

gerek azından, gerekse çoğundan bir hisse ayrılmıştır. Ayrılan bu hisse, Allahü teâlâ tarafından tesbit edilmiştir. Dolayısıyla herkese gerektiği gibi verilmelidir. Âyetten anlaşıldığına göre, mirasçılardan bir tanesi, payından vazgeçse bile, onun hakkı düşmez.

Âyetteki, ”Gerek azından, gerek çoğundan" ifadesiyle bazı mallarının, bazı mirasçılar için olacağı zannı da ortadan kaldırılmış oluyor. Meselâ atların ve savaş âletlerinin erkeklere verilmesi gibi. Her iki grubunda az veya çok bir takım haklarının olduğu anlatılmış oluyor.

8

Ölen kimseden kendilerine pay

(mirâs düşmeyen) akrabalar, yetimler, yoksullar da, taksimde hazır bulunurlarsa, taksim edilen maldan

(bir şeyler vererek) onları da ondan rızıklandırın ve onlara güzel söz söyleyin. Bu gurup insanlar, her ne kadar mirasçı olmasalar da gönüllerinin alınması için, kendilerine bazı ikramlarda bulunulması mendup görülmüştür. Bu insanlar çağrılarak: ”Alın şunu. Allah mübarek kılsın" denir ve bu mal başa kakılmaz. ”Güzel söz söyleyin"in anlamı budur.

Âyet-i kerimede ”ma'rûf" (iyilik) kelimesi geçmektedir. Akıl ve şeriat yönünden güzel olan ve gönüllerin istemiş olduğu şey demektir. Bunun zıddı ise, ”münker" (kötülük) tür. Bu da, akıl ve şeriat yönünden kabul edilemeyen, gönüllerin hoş görmediği şeydir. Hadisi-i şerifte de: ”Her maruf yani iyilik sadakadır" buyurulur.14' Bir atasözünde ise: ”İyilik et denize at, balık bilmezse, Halik bilir" denmiştir.

9

Kendileri, geriye zayıf bırakanlar ve onlara bir kötülük gelmesinden korkanlar ......tecavüz etmekten korksunlar. Burada vasilere emir vardır. ..... yetimlere karşı hassas davranmaları, onlar hakkında Allah'tan korkup titremeleri gerekir. Tıpkı kendi çocukları konusunda olduğu gibi, başkalarının çocukları konusunda da titremesi gerekir.

Başkalarının çocukları konusunda da

Allah'tan korksunlar ve doğru söz söylesinler. Yetimlere de, kendi çocukları gibi hitabederek, ”yavrum, evlâdını" gibi tatlı sözler söylesinler. Onlara şefkat ve merhametle muamelede bulunup, eziyet etmesinler.

10

Hâkim veya velîlerden

haksız yere, zalimce bir şekilde veya meşru olmayan yollarla

yetimlerin mallarını yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar. Bu yedikleri şey onları, cehenneme sürükleyecektir. Sanki gerçekten ateştir. Kıyamet gününde

zâten onlar )ir ateşe girecekler dir. Rivayet edildiğine göre, bu âyet indiği zam il ara çok ağır gelmiş ve yetimlerin sorumluluğunu üstlenmekten sakınmışlardır. Bu durum, yetimler için de zor olmuş ve bunun üzerine: ” Eğer onlara karışırsanız, sizin kardeşler inizdir. Allah, yıkıcıyla yapıcıyı çok iyi bilir"(Bakam: 220) âyeti inmiştir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ” Miraca götürüldüğüm gece, deve dudağı gibi dudağı olan bir topluluk gördüm. Cehennem görevlileri onlara, cehennem közü ve taşları yediriyorlardı. Cebrail'e, bunların kimler olduğunu sorunca, haksız yere yetimlerin mallarını yiyenlerin olduğunu söyledi."

Allahü teâlâ, yetimlere eziyet edilmemesini emretmiştir. Bunlara ”doğru söz" söylenmesi istenmiştir. Hal böyleyken, onlara eziyet edenlerin, mallarını çalanların ve yiyenlerin durumu ne olacaktır?

11

Allah size, çocuklarınızın alacağı miras hakkında, erkeğe kadının payının iki katını emir ve

tavsiye eder. Miras taksiminde, erkek ve kız beraberce bulunurlarsa bir erkek çocuk, iki kız çocuğu sayılır, yani onların aldığı mirası alır.

Eğer bütün çocuklar kızsa ve ikiden de fazlaysa, yani erkek kardeşleri yoksa,

bunların payı, ölenin bıraktığı, malın üçte ikisidir. İki kızın durumu, daha fazla sayıdaki kız çocukların durumu gibidir.

Eğer ölenin arkada bıraktığı

mirasçı bir tek kız ise, başka kız veya erkek kardeşi yoksa, bırakılan

mirasın yarısı onundur. Ölen kişi,

ana ve babayla birlikte çocuklar da bırakmışsa, ana ve babanın her birinin terekeden payları altıda birdir. Bu çocukların tek veya çok olması, kız veya erkek olması, miras oranına etki yapmaz. Oğlunun çocukları varsa durum yine böyledir. Ölen kimsenin

eğer çocuğu veya oğlunun çocukları

yoksa ve mirasçı olarak ana ve babası kalmışsa, ananın payı mirastan yalnızca

üçte birdir. Geriye kalanın tümü babanındır. Eşlerden herhangi biri sağ olmayınca durum böyledir. Onlardan (ana veya babadan) birisiyle eş de varsa, ikisinden birisine farz kılınandan kalanın ancak üçte birini anne alır, bütün miras malın üçte birini alamaz. Çünkü bu durumda ana, babaya tercih edilmiş olur.

Eğer erkek veya kız

kardeşleri varsa, anasının payı, altıda birdir. Bu kardeşlerin, aynı ana ve babadan olup olmaması, erkek olsun kız olsun veya her ikisi olsun sonucu değiştirmez. Kendilerinin mirası olsun veya olmasın, yine durum aynıdır. Alıkonmuş olan altıda bir ise, babanındır.-

Bu paylar, ölenin borçları ödenip vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir. Burada, borçlar herhangi bir kayda bağlı olmadan söz konusu edilmiştir. Bu borç delille de sabit olur, ikrarla da sabit olur.

Baba ve çocuklarınızdan hangisinin size fayda bakımından, daha yakın olduğunu siz bilemezsiniz.. Ölen kimselerden, çocuklarınız mı, yoksa baba ve dedeleriniz mi size daha faydalıdır, bunu bilme imkânınız yoktur.

Bu miras,

Allah tarafından insanlara

farz kılınmıştır.

Şüphesiz Allah, yarattıklarını ve onların menfaatlerini en iyi

bilendir. ve size takdir edip uyguladığı şeylerde de mutlak

hikmet sahibidir. Sizlere yakışan, âdil olmak ve özellikle de yakınlarınıza haksızlık yapmaktan sakınmaktır. Çünkü, onların yabancılara tercih hakları vardır. Sıla-i rahim in Allah katındaki değerlerinden dolayı Allah bunu kendi adı ile beraberce zikrederek: ”Adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının"(Nisa: 1) buyurur.

Adamın biri, ilim adamlarından birine: ”Annem benini yanımda yaşlandı. Ona elimle yedirip iç irdim ve onu omuzumda taşıdım. Acaba hakkını ekleyebildim mi? diye sorar. İlim adamı da: ” Hayır, yüzde birini bile ödeyemedin" der. Adamın: ”Niçin?" sorusuna ise, ilim adamı şu cevabı verir: ”Sen, küçük ve zayıftın. Büyüyüp yaşayasın diye, anan sana hizmet etti. Şimdi ise sen ona, ölsün diye hizmet ediyorsun."

Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) bir adam gelerek, cihada gitmek için izin ister. Hazret-i Peygamber de ona: ” Anan var mı?" diye sorar ve ”evet" cevabını alır. Sonra da: ”Ona hizmet etmeye devam et. Cennet, onun ayakları altındadır" buyurur.

12

Eğer ölen

hanımlarınızın, kendilerinden, ya da oğullarının sulblerinden, sizden veya başkalarından, kız veya erkek

çocukları yoksa, bıraktıkları mirasın yarısı sizindir. Ayrıntıları belirtilen şekil üzere,

eğer çocukları varsa, bıraktıkları mirasın dörtte biri sizindir. Geriye kalan miras ise, diğer mirasçılarındır.

Bu paylar, onların vasiyeti yerine getirildikten veya varsa borcu ödendikten sonra verilir. Bu borç, ister ikrarla sabit olsun, isterse delille.

Eğer siz kız veya erkek

çocuk ya da oğlunuzun çocuklarını

bırakmadan ölürseniz, geriye, bıraktığınız mirasın dörtte biri hanımlarınızındır. Ayrıntıları belirtildiği üzere,

eger çocuklarınız varsa ve ölürseniz.

bıraktığınız mirasın sekizde biri hanımlarınızmdır. Kalan miras ise, dıger mirasçılarındır.

Bu paylar, yaptığınız vasıyyetler yerine getirilip ve varsa borcunuz ödendikten sonra verilir.

Eğer ölen bir erkek veya kadın ıısûl ve füruu olmayıp (kelâle şeklinde) malı mirasçılara kalırsa, kendisinin bir erkek veya kız kardeşi bulunuyorsa, bunlardan her birinin, miras payı, terekenin altıda biridir.

Kadınla erkek arasında fark gözetilmez. Çünkü bunlar ana bir kardeş olup ölüye yakınlıkları anneleri yönündendir. Kelâle: Çoluk çocuğu ve anne babası olmayan (usûl ve füruu olmayan) kimse demektir. Aslında bu kelime, konuşmada yorulmak, güçsüz kalmak anlamınadır. İstiare yoluyla çocuk ve baba cihetinden olmayan akrabalık için kullanılmıştır. Çiinkü bunlar dışındaki akrabalık onlara göre daha zayıftır.

Eğer ölen kişi erkekse ve arkada hiçbir usûl ve füruu yoksa, bir tek erkek ve bir tek kız kardeşlerden herbiri, altıda bir hisseye mirasçı olurlar. Ölen kişinin kadın olması halinde de durum böyledir.

Buradaki kardeşlerin, anaları aynı olan kardeşler olmasında icma vardır. Çiinkü diğerlerinin durumu, sûrenin devamında belirtilecektir.

Eğer annenin evlatları

bundan yani bir erkek kardeş veya bir kız kardeşten

fazla iseler üçte bire ortaktırlar, erkeğin payı kadının payından fazla olmaz. Geri kalan hisse de diğer mirasçılara kalır.

(Bu taksim) yapılacak vasiyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın yapılacaktır. Ölen kişi, belirtildiği şekilde vasiyetini ve borcunu ortaya koyar. Ancak vasiyeti, malın iiçte birinden fazla olmasıyla varisleri zarara sokmamalı, ya da vasiyetle onlara zarar vermeyi amaçlamamalıdır.

Bunlar Allah'tan size vasiyettir. Yani Allah size bu şekilde vasiyette bulunmaktadır. Dolayısıyla bu vasiyeti değiştirmek caiz değildir.

Allah zararlı olan ve olmayanı

hakkıyla bilendir, hilinı sahibidir. Bu yüzden cezalandırmakta acele etmez.

13

Bunlar, yani yukarda zikredilen yetimlerle, vasiyetle ve miras ile ilgili hükümler,

Allah'ın sınırlarıdır. Allahü teâlâ'nırı sınırları belirlenmiş ve dışına çıkılması caiz olmayan ilkeleridir. Burada belirtilen bütün emir ve yasaklar konusunda

kim Allah'a ve rasulune itaat ederse, Allah onu, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Orada ebedi olarak kalırlar. İşte verilen bu sevap dolayısıyla

buyuk kurtuluş budur. Kıyametteki en üstün kurtuluş budur ve bunun ötesinde hiçbir zater yoktur.

14

Kim de emir ve yasaklan konusunda

Allah'a ve rasûlüne karşı gelir, O'nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu, içinde ebedî olarak kalacağı çok büyük bir

ateşe koyar. Onun için alçaltın bir azap vardır.

Bu azap, cisminin yanmasının dışında olan ve aslını kimsenin bilemiyeceği, rûhânî bir azaptır. Bunun ancak vasfı anlatılmıştır. Mahiyetini kimse bilemez.

15

Fuhuş yapan kadınlarınız için, içinizden dört şahit tutun..

"Fuhuş"un, buradaki anlamı; zina, yani nikâhsız cinsel ilişkidir. Zina, çok çirkin bir iş olup, çirkinliklerin en büyüklerinden olduğu ve çirkinliğinin aşırılığı dolayısıyla, ”fuhuş" tabiriyle ifade edilmiştir.

Kadınlarınızın, fuhuş yaptıklarına dair dört tane şahit tutun. Bu şahitler; mümin ve hür erkeklerden olmalıdır.

Eğer bu dört şahit,

onların aleyhinde şahitlik yaparlarsa, ölüm onları yani bu suçlu kadınları,

alıncaya, yanı ölünceye

ya da Allah onlar için bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun. Evleri onlara hapishane yapın ve onları orada tutun.

16

İçinizden iki kişi, yani bir kadınla bir erkek,

fuhuş yani zina

yaparsa, onlara eziyet edin. Onları kınayıp azarlayın ve: ”Allah'tan korkmuyor musunuz? Allah'tan utanmıyor musunuz?" deyin onlara. Fakat bu azarlama, suçun isbatından sonra olmalıdır. Siiddî, buradaki cezanın, bekârlar için olduğunu söyler. Çünkü bunların cezası, müebbet hapisten daha hafiftir. Bu şekildeki bir izahla, tekrar da önlenmiş olur.

Eğer, yapılan bu kınama ve azarlamalardan sonra, işlemiş oldukları fuhuşa pişman olup,

tevbe edip uslanırlarsa, ve durumlarını değiştirirlerse,

onlara eziyet vermekten vazgeçin. Onları artık kınamayın ve eziyet etmeyin. Çünkü tevbe etme ve halini düzeltme kınama ve ceza vermeye engel teşkil eder.

Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul eden, çok esirgeyendir. Onun rahmeti çok geniştir.

Evli bir kadınla evli bir erkeğin yaptıkları zinanın cezası, recm yani taşlanarak öldürülmedir. Zina yapan kadınla erkek bekâr iseler, bunların cezaları da sopalanmaktır. Biri evli, diğeri bekâr ise, evliye recm, bekâra da sopa cezası uygulanır. Cezanın uygulanması için, evli olanın, akıllı, bülûğa ermiş, hür ve mü'min olması gerekir. Bu evli erkeğin zina yapmış olduğu evli kadının da; akıllı, bülûğa ermiş, hür ve mümin bir kadın olması gerekir.

Recin (taşlayarak öldürme) cezası, Tevrat'ta kanunlaştırılmıştı. Kıır an'daki ”eziyet edin" âyetiyle yürürlükten kaldırılmış oldu. Daha sonra da, Ubâde b. Sâmit'ten rivayet edilen şıı hadisle, hapis âyeti yürürlükten kalkınış oldu. ”Birbiriyle zina yapan iki bekar kimsenin cezası, yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Bu işi evli veya dullar yaparsa, yüz sopa ve taşla recm cezası verilir. ” Karar da buna göre gerçekleşmiş, böyle karar kılınıştır.

Her müslüman, eğer böyle bir hatayı işlemişse, bundan tevbe etmeli ve insanları bu gibi kötü şeylerden alıkoymalıdır. Zinanın yaygınlaştığı yere, Allahü teâlâ tâûn hastalığı musallat eder ve oradaki insanları fakirliğe diişiirür. İbn Mes'ûd şöyle anlatır: ”Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem), Allah katında en büyük günahın ne olduğunu sordum: 'Seni yaratan Allah'a ortak koşmandır' buyurdu. Sonra hangisinin olduğunu sorunca: 'Seninle yemek yemesinden korkarak çocuğunu öldiirmendir' buyurdu. Daha sonra hangisidir soruma da, 'Komşunun hanımıyla zina yapmalıdır' buyurdu.'

Kişinin yapmış olduğu en kötü zina da, boşamış olduğu hanımla diişüp kalkmasıdır. Bu çirkefi, insanlar arasında rezil olacağı korkusuyla söylemekten korkan kimse, ahirette yaptıklarının ortaya çıkmasından nasıl korkmaz? Orada biitiin sırlar ortaya dökülecektir. İnsan bunu nasıl düşünmez? İşte o giinde rezil olmaktan sakın! Zinadan kaçın ve bu konuda ısrarlı olma! Sonra Allah'ın azabına gücün yetmez. Öyleyse Allah'a tevbe et. Çünkü Allah, kullarının tevbesini kabul eder. O tevbeleri kabul edendir ve çok merhametlidir.

17

Allah katında makbul olan tevbe, yani kabul edilebilecek nitelikte olan tevbe,

ancak bilmeyerek küçiik veya büyük

kötülük işleyip akabinde hemen tevbe edenlerin tevbesidir.

Allahü teâlâ'nın, verdiği sözün gereği olarak kulun tevbesini kabul etmesi için, kulun da yaptığı günaha tevbe etmesi gerekir. Bu tevbe, hem büyük günahlar, hem de küçükleri için geçerlidir. Bilmeyerek yapılan günahtan kasıt, kişi bir eylemin günah olduğunu bilir, fakat gafletinden ve beyinsizliğinden dolayı o günahı işlerse, işte buna tevbe etmesi gerekir. Yoksa, yapılan eylemin günah olduğunu bilmemesi kastedilmem iştir. Sonucu düşünmeden yapılan bir eylemin hemen arkasından yapılması gerekli olan tev bedir. İşte insan, lıiç düşünmeden, suç olduğunu bildiği bir eylemi işler ve hemen arkasından, ölmeden önce tevbe ederse,

Allah da onların tevbesini kabul eder. Allah, yaratıklarının tevbesindeki samimiyeti çok iyi

bilendir ve sanatında

hikmet sahibidir. Hikmet sahibi olan Allah, tevbe edene ceza vermez. Onun için mümin, günah işlediği zaman, tevbe ve istiğfarda bulunup, mülkün sahibi ve tevbeleri kabul edip, mümini bağışlayan Allah'a yönelmeli O'na koşmalıdır. Hazret-i Peygamber buyurur ki: ” Kulun canı çıkmadığı sürece, Allah kulunun tevbesini kabul eder. İşte o andan sonra, kişinin varacağı yer belirlenmiştir. Ne iman, ne de inkâr fayda vermez artık.

Burada ”karîb" (yakın) kelimesi yer almaktadır. Bunun anlamı, ”ölmeden önce." dir. (Bu sebeple bu kelimeyi ”hemen" kelimesiyle Türkçeleştirdik.) Buna, yakın ismi verilmesinin sebebi, dünya hayatının yakın, yani kısa oluşundandır. Allahü teâlâ, ”...Dünya hayatı (geçimi) azdır..." (Nisa: 77) buyurur. Dünya hayatı böyle kısa ve az olunca bir ferdin ömrünün ne kadar olduğunu sanırsın?

Allahü teâlâ: ”Fakat azâbımızı gördükleri zaman, imanları onlara fayda vermeyecektir" (Mü'min: 85) buyurur. Onun için insanın, can boğaza gelmeden ve ölümle karşılaşmadan önce tevbe etmesi gerekir. Bu durum ise, ”akabinde hemen tevbe ederler"in izahıdır. Bu vakte kadar yapılan tevbe geçerlidir. Çünkü yalvarma kalıcıdır. Pişman olmak ve kötü eylemlerde bulunmamaya karar vermek de geçerlidir.

Tevbe etmek, müminlere farzdır ve dört şartı vardır: Kalple pişmanlık duymak, davranışlarla kötülükleri terketmek, buna benzer bir kötülüğü bir daha işlememeye karar vermek, bunları yapmış olmaktan dolayı, Allah'tan utanmak ve başkasından değil, yalnızca Ondan korkmaktır.

Hasan Basrî'nin, ”istiğfarımızın bile, istiğfara ihtiyacı vardır" sözü konusunda, Kurtûbî: ” Bu söz, kendi zamanı için geçerliydi. Ya şimdi yaşasaydı acaba nasıl düşünürdü? İnsanlar görürsünüz, zulme dalmışlar, zulme karşı ihtirastan kurtulamaz hale gelmişler. Ellerinde tesbih var. Günahlarına tevbe ettiği zannedilir. Halbuki, alay edip, dalga geçiyorlar. Allah'ın âyetlerini alaya alandan daha zalim kim olabilir?" der.

Gerçekten pişmanlık duymak gerekir. Biliniz ki, Allahü teâlâ bir kula hayır dileyince, o kulu kendisi için seçer ve kalbinde bir lamba (ışık) meydana getirir. Böylece, hakla bâtılı birbirinden ayırır, nefsinde olan ayıpları görür. Dünyayı ve dünyadaki basit şeyleri terkederek, dünyanın yularını bırakır.

18

Yoksa kötülükler yapıp da, nihayet olum gelip çatınca, komaya girip ölüm meleğini görünce:

Ben şimdi günahlarıma

tevbe ettim' diyenler ve kâfir olarak ölenlerin tevbesı kabul edilmez. Onların yapmış olduğu bu tür tevbeler, asla kabul edilmez. Çünkü bu tevbe, gerçekten isteyerek yapılmış bir tevbe değil, çaresizlik halinde yapılmış bir tevbedir. İnkarcılıklarına devam ederek ölen kimselerin tevbeleri de kabul edilmez. Bunlar, ölüm anında ahiret azabını görünce tevbe ederler. Fakat bu da kabul edilen bir tevbe değildir.

Onlar için, yani bu iki gruba,

acıklı bir azap hazırlanmışızdır. Onlar için hazırladığımız azap, devamlı elem veren ve acıtan bir azaptır.

Bilmiş olunuz ki: Allahü teâlâ, tevbenin kabul edilmemesi konusunda, tevbe etmeyi geciktirip ölüm anına erteleyen günahkârlarla, kâfir olarak ölenleri aynı seviyede tutmuştur. Bu haldeki tevbeye önem verilmeyeceği hususunda mübalağa yapılmıştır. Bu eşit tutma günah işleyen kimsenin tevbeyi ihmal etmemesi içindir. Allah, bir inayet rüzgarı estirince, kulu bulur ve hemen tevbeye koşar. Kendini sebeplere uzatır ve olan şeyden etkilenir. Böylece de, yaptığı eylemin kötülükleri için tevbe eder.

Dârânî der ki: ”Hikayecinin toplantısına defalarca gittim. Anlattığı şeyler kalbimi etkiledi. Oradan ayrıldığımda ise, kalbimde hiçbir şey kalmadı. Tekrar oraya döndüm. Sözünün etkisi kalbimde kaldı. Nihayet evime döndüm, muhalefet etmemi sağlıyan vasıtaları yok ettim ve hak yola girdim."

Bu hikaye, Yahya b. Muaza anlatılınca demiş ki: ”Serçe, turna avlamış." Serçeyle bu hikayeciyi, turnayla da, Ebû Süleyman'ı kasdetmiş.

Müslüman olan herkese, sabah akşam Allah'a tevbe etmesi ve onu ertelememesi vaciptir. Ebû Bekir el-Vâsitî der ki: ” Üç şey dışında, acele etmemek güzel bir harekettir. Acele edilmesi gereken üç şey de şunlardır: Vakti gelen namaz, defnedilmesi gereken ölü ve günahtan sonra tevbe."

Daha önceki milletlere, bir günah işledikleri zaman, helâl olan şeyler, haram edilirdi. Onlardan birisi günah işlediğinde, kapısında asılı şöyle bir yazıyla karşılaşırdı: ”Falanca adam bir giinah işledi. Onun tevbesi de şöyledir." Allahü teâlâ, bu ümmete tevbeyi kolaylaştırarak şöyle buyurmuştur: ”Kim bir fenalık isler veya kendisine haksızlık eder, sonra da istiğfar ederse, Allah'ı bağışlayıcı ve merhametli olarak bulur." (Nisa: 110)

Anlatıldığına göre, Allahü teâlâ İblis'i lanetleyince, İblis mühlet istemiş, Allah da ona, kıyamete kadar mühlet vermiş. Allah ona: ” Bak ne düşünüyorsun görüşün nedir?" buyuranca o: ” Senin yüceliğine yemin ederim ki, canı çıkıncaya kadar, senin kulunun gönlünden çıkmayacağım" demiştir. Allahü teâlâ da: ”izzet ve celâlime yemin ederim ki, canı çıkıncaya kadar, kulumun tevbe kapısını kapamıyacağıtn" buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın, kullarına olan şefkat ve merhametine bakınız ki, bir sürü günahları işledikten sonra bile, onlara ”müminler" sıfatını yakıştırıyor: ”Ey Müminler! Toptan Allah'a tevbe ediniz!" (Nur: 31) Tevbe ettikten sonra kullarını sevdiğini de açıkça belirtiyor. ”Allah, tevbe edip temizlenenleri sever." (Bakara: 222)

19

Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız, size helâl olmaz. Cahiliye döneminde çirkin bir âdet varmış. Bir adam, yakını öldüğü zaman, onun hanımı ve malı üzerine elbise atıp: ”Ben bunun malına mirasçı olduğum gibi, hanımına da mirasçıyım" dermiş. Böylece de, ölen adamın karısını almaya en lâyık olan kişi olurmuş. İsterse o kadını eski mehiriyle alırmış, isterse başkasıyla evlendirirmiş. Bu durumda, mehiri kendisi alır ve kadına hiç birşey vermezmiş. İsterse o kadını hapsedip kendisine baskı yaparak, kocasından kalan malı kendisine vermeye zorlarmış. Eğer kadın, üzerine elbise atılmazdan önce, kendi babasına dönebilmişse, o zaman kendisinin ve malının sahibi olarak kalırmış. İşte âyet, mirasçı olmak yoluyla kadınları almayı yasaklıyor.

Açık bir hayasızlık yapmadıkça, onlara verdiklerinizin bir kısmını alıp götürmek için, onları sıkıştırmayın. Cahiliye döneminde, evlenmiş oldukları kadınlara baskılar uygulamak suretiyle, onlardan para ve mal sızdırmaya çalışılırmış. Böylece hanımlara, kötü muamele yapılır, evlere hapsedilirlermiş. Bu âyet, o baskıları ortadan kaldırmak ve hanımların haklarına sahip çıkmak için nazil olmuştur.

"Fahişe- Hayasızlıktan kasıt, çirkin bir şekilde huysuzluk etine ve kocaya karşı isyankâr bir tavır takınmadır. Bu da, kocaya ve ailesine eziyet etme ve kötü sözler söyleme şeklinde ortaya çıkar. Burada hayasızlıkla zinanın kastedilme ihtimali de vardır. Netice olarak hiçbir surette, hanımlara baskı yapılıp, mallarına el konulmasına izin verilmemiştir. Ancak hayasızlık yapmaları hariç. O zaman sebep iki cihetten olur. Bu durumda mal mukabilinde onları boşamada mazursunuz.

Onlara iyi muamelede bulunun. Buradaki hitap, hanımlarına kötü muamele yapan insanlaradır. Âyette geçen ”ma'rûf" dinin ve örfün (meşru örfün) kötü saymayıp, lıoş gördüğü şeydir. Buradaki anlamı ise, hanımın nafakasını teinin etmede ve ona ev vs. temin etmede adaletli davranmak suretiyle, söz ve benzeri şeylerde kendisine güzel davranmaktır.

Onların kusuru olmaksızın sizin huyunuzdan kaynaklanan bir sebeple,

eğer onlardan hoşlanmazsanız.., sırf kendi isteksizliğiniz sebebiyle, sakın onları kendinizden ayırmayın, onlarla beraber yaşamaya sabredin.

Olabilir ki Allah, hoşunuza gitmeyen bir şeyde, çok hayır yaratmıştır. Burada, çok hayırdan kasıt, sâlilı çocuklar veya karı koca arasındaki ülfet ve muhabbettir. Sanki şöyle deniliyor: Hanımlarınızdan hoşlanmasanız bile, onlara sabredin. Belki de, hoşlandığınız şeylerde değil, hoşlanmadığınız şeylerde sizin için birçok hayırlar vardır. Nefisler bazan, elinde hayırlı olan şeylerden hoşlanmamış, hayırsız şeylerden de hoşlanmış olabilirler. Onun için sizler, gönlünüzün istediğine değil, hayırlı olana bakın.

Kuşkusuz, Allah'ın rızasının dışına çıkmadıkları konularda onlara iyi muamelede bulunmak ve sabretmek gerekir. Kıskançlık konuları bunun dışındadır. Çünkü kıskançlık; Allah'ın, enbiyanın ve evliyanın huylarındandır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Sa'd'ın kıskançlığına şaşıyor musunuz? Ben ondan daha kıskancım. Allah da benden daha kıskançtır. Allahü teâlâ kıskançlığından dolayı, gizli ve açık kötülükleri haram kılmıştır" buyurmuştur.'91

Kıskançlıkta bilinen şey, hanımının yanına erkeklerin girmemesi, hanımın da sokağa çıkmamasıdır. Netice olarak, eğer kadın, şaibeli şeylerden sakınır ve iffetli olursa, kocası da ona, iyi muamelede bulunmalı, ona karşı sabırlı davranmalı ve kötü huyuna sabretmelidir. Bunların dışındaki fena şeyler müstesnadır.

Bil ki, kadınlara karşı davranış, erkeklerle olan ilişkiden çok daha zordur. Çünkü onlar; din yönünden hassas, akıl yönünden zayıf ve yaratılış yönünden de narindirler. Onlara iyi davranıp, eziyetlerine sabretmek, Allah yolunda cihad sayılmıştır. Hazret-i Peygamber, temiz zevcelerine çok iyi muamelede bulunurdu.

Anlatıldığına göre, âbidlerden biri hanımına, ölünceye kadar iyi muamelede bulunmuş, ona evlenme .teklif etmişlerse de o: ”Bana bir tane yeter" demiştir. Hanımının vefatından bir hafta sonra bir riiya görmüş. Rüyasında, gök kapıları açılıp, sanki bir takım kimseler inerek havada dolaşıyormuş. Onlardan biri âbid olan adamı gördüğünde arkasındakine: ” İşte uğursuz adam" diyormuş. Diğer birisi de ”evet öyle" diye onu tasdik ediyormuş. Üçüncü de aynı şeyi söylüyormuş. Âbid adam, hepsinin kendisine uğrayıp aynı şeyi tekrar etmesinden korktuğu için: ”Kim bu uğursuz adam?" diye sormuş. O da ”sensin" cevabını vermiş. ”Niçin?" sorusuna da: ”Senin yaptığın amelleri, Allah yolunda savaşan mücahitlerin amelleriyle birlikte Allah'a yükseltiyorduk. Bir haftadan beri, senin amelini cihad etmeyenlerin yanına koymamız emredildi. Ne yaptın bilemiyoruz" cevabını almış. Bunun üzerine sabaha çıkınca hemen arkadaşlarına demiş ki: ”Beni evlendirin." Daha sonra da, devamlı surette, iki veya üç hanım bulundurmaya devam etmiş.

Hanımların birden fazla olması, dünya için değildir. Zahidler ve âbidler, üç veya dört evli idiler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: ” Bana üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku ve namaz da gözümün nuru yapıldı."

20

Sevmediğiniz

bir eşin yerine, onu boşayarak

başka bir eş almak istediğiniz taktirde, onlardan birine, yüklerle mal vermiş olsanız dahi, verdiğinizden hiçbir şeyi geri almayın, iftira ederek ve açık günaha girerek mi onu geri alacaksınız?

Cahiliye dönemlerinde, bir adam hanımının dışında bir kadınla evlenmek isteyince, eski hanımına fuhuş isnadında bulunur ve ondan para vs. sızdırmak, verdiği mehri geri almak suretiyle, ikinci hanımla evlenme yoluna giderdi. Böylece de, açık bir iftira atarak, açık bir günah işliyorlardı. Âyette geçen ”bühtan", hakkında söylenen kimseyi hayret ve dehşete düşüren bir yalandır.

21

Birbirinizle baş başa kalıp

kaynaşmışken ve onlar da sizden sağlam bir teminat almışlarken, onu verdiğinizi

nasıl geri

alabilirsiniz? Bunu hangi yüzle ve ne sebeple yapabilirsiniz? Aranızda, geri alma arzunuza zıt diişen bazı durumlar olmuş. Onlarla başbaşa kalmışsınız, beraber yaşamışsınız ve onlar size birtakım hizmetler sunmuşlar. Onlar sizden sağlam bir ahit alınışlar. Ki bu ahit de, dostça geçinme ve hanıma iyi muamelede bulunmadır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buna şu veciz ifadeleriyle değinmişlerdir

: ”Hanımları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve Allah'ın emri ile onların ırzlarım kendinize helâl saydınız, ”

Şüphesiz ki, kadınlara baskı yapmak, onları evlenmekten mahrum bırakmak ve onların elinde olan şeyleri zulüm ve haksız yollarla almak gibi uygunsuz şeyler, iman işareti ve imanlı insanın yapacağı şeyler değildir. Çünkü mü'min, müminin kardeşidir. Ona haksızlık etrnez, ona sövmez. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Müminler birbirlerine, birbirlerini sıkıca tutan bir binanın taşları gibidir. ” buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi için sevdiği şeyi, mümin kardeşi için de sevmeyen kimsenin imanının kabul edilmeyeceğini açıklamış ve şöyle buyurmuştur: ” Sizden biriniz, kendisi için hoş gördüğü bir şeyi, mümin kardeşi için de hoşgörünceye kadar, gerçekten iman etmiş olamaz." Kişi, bütün hareket ve davranışlarında, âdil olmalıdır. Özellikle, hanımlarına ve akrabalarına karşı daha da titiz davranmalıdır. Onlara karşı adaleti gözetmek, kişinin görevlerindendir.

Bu âyet, hanımlara mehir vermede haddi aşmanın caiz olduğuna delalet etmez. Çünkü âyetteki: ”Onlardan birine yüklerle mal vermiş olsanız dahi..." ifadesi, onlara kantarlar dolusu mehir vermenin caiz olduğuna delâlet etmez. Nitekim Allahü teâlâ'nın: ”Göklerde ve yerde, Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve gök kesinlikle bozulup gitmişti." (Enbiya: 22) sözünden de, yerde ve göklerde birden fazla ilâh olduğu anlamı yoktur. Sonuç olarak, bir şeyi diğer bir şeye şart: kılmak, o şeyin olmasını gerekli kılmaz. İmam Fahreddin eı-Râzî de tefsirinde aynı şeyi söyler.

Bir haberde şöyle denilir: ”Kadının bereketlisi; tez evlenen, tez doğuran ve mehri hafif olandır. ” Erkeğin, hanımın mehrini tam olarak vermesi, hiç olmazsa tanı olarak ödemeye niyetlenmesi gerekir. Kim, hanımının mehrini vermemeye niyetlenirse, kıyamet gününe gâsıb olarak gelir. Tıpkı, borçlanırken ödememeyi aklına koyan insanın, hırsız olarak geldiği gibi. Erkek, kadının mehrini vermeyi ertelememelidir. Fakat fakir olursa, hanım erteler.

Erkekler hanımlarına; temizliğe, hayız, nifas ve namaza ait hükümleri, sünnet ehlinin inancını öğretmelidir. Eğer erkekler bilmiyorlarsa, müftülere sorup, hanımlarına öğretmelidirler. Erkekler, bu görevi yerine getirmezlerse, hanımlar evden dışarı çıkarak, bu bilgileri elde etmeye çalışabilirler. Eğer erkekler, hanımlara farzları öğretirlerse, hanımlar da onların rızasını almadan dışarı çıkıp birşey öğrenemez ve zikir toplantılarına gidemez. Kişi, dinine ait hükümleri hanımına öğretmede ihmalkâr davranır, onu terbiye etmezse, ona öğretmezse ve öğrenmesini de engellerse, onun işlediği günahlara ortak olur.

22

Geçmişte olanlar hariç, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Cahiliye döneminde yaşayan insanlar, babalarının boşadığı kadınlarla evleniyorlardı. Bu kötü âdet, bu âyetle yasaklanmış oluyor. Geçen geçti. Artık bundan sonra, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin. Buradaki maksat, serbestiyeti bütünüyle ortadan kaldırmaktır. Bunun bir benzeri de," ...Deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler." (A'raf: 40) âyetinde vardır.

Çünkü bu, fuhuştur, nefret edilen bir şeydir ve fena bir yoldur.

Babalarınızın hanımlarıyla evlenmeniz, Allah katında çok çirkin bir iştir ve büyük bir günahtır. Onun için bu işe, hiçbir ümmette ruhsat verilmemiştir. Bu işi yapanlar, kötü bir yoldadırlar ve o yol kendilerini cehenneme götürür.

23

Şunlarla evlenmeniz

size haram kılınmıştır.

Anneleriniz, baba anneleriniz, anne anneleriniz, onların anneleri ve yukarı doğru bütün nineleriniz;

kız çocuklarınız ve aşağıya doğru gittikçe çocuklarınızın kız çocukları; ana baba bir

kız kardeşleriniz, veya yalnızca ana bir, ya da baba bir kardeşleriniz. Kız kardeşler üç yönlüdür: Öz kızkardeş, anadan kızkardeş, babadan kızkardeş.

İlim adamları: ” Buradaki haramlığın sebebi, cinsel ilişkidir. Çünkü bu cinsel ilişki, bir küçümseme, aşağılamadır. İnsan, bu işi anmaya bile utanır. Öyleyse anneleri, bundan korumak gerekir" derler. Annenin çocuğuna ikramda bulunması, en yüce ikramdır. Kız çocuğu da insanın bir parçasıdır ve bir bölümüdür. Öyleyse onu da bu aşağılamadan korumak gerekir.

Yakın veya uzak

halalarınız, aynı durumda

teyzeleriniz, babalarınızın ve dedelerinizin kız kardeşleri, halalar kapsamına; annelerinizin ve ninelerinizin kız kardeşleri de, teyzeler kapsamına girer. Bunların; anne ve baba tarafından olması veyahut da, ikisinden biri tarafından olması aynıdır. Uzak da olsa, erkek

kardeş kızları, kız kardeş kızları.

Biliniz ki Allahü teâlâ, ondört sınıf kadınla evlenmeyi yasaklamıştır. Bunlardan yedi sınıf, yukarıda belirtildiği gibi nesep yönünden, kalan yedi sınıf ise, sebep yönündendir. Sebep yönünden haram olan yedi sınıf da şunlardır:

Sizi emziren süt anneleriniz, süt kızkardeşleriniz. Yani, tıpkı nesep yönünden haram kılınan anne ve kardeşleriniz gibi siit anneleriniz ve süt kızkardeşlerinizle evlenmeniz de size haram kılındı. Allahü teâlâ, emzirmeyi haramlık sebebi olarak bildirmiştir. Ki, âyette süt anneyi, emen çocuğun annesi; emzirilen kızı da kız kardeş diye adlandırmıştır. Emzirenin kocası, emenin babası, emzirenin kocasının babalan da emenin dedeleri sayılmıştır. Emzirenin kocasının kız kardeşi, emen çocuğun halası sayılır. Adamın, süt anneden olmasa bile, süt emmezden önce ve sonra olan çocukları, onun babadan kızkardeşleri ve erkek kardeşleri sayılır. Emziren kadının annesi; ninesi, kız kardeşi ise, teyzesi sayılır. Bu kocadan olan her çocuk; onun, baba bir ana bir kız ve erkek kardeşi olur. Başkasından olan çocuklar ise, ana bir kız ve erkek kardeşleri olur. Çünkü bu konuda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Nesep yönünden haram olanlar, süt emme yönünden de haram olurlar" buyurmuştur. Bu hüküm, hepsini kapsayan genel bir hükümdür.

Kendileriyle cinsel ilişkide bulunmamış olsanız bile, nikâhlanmış olduğunuz

karılarınızın anaları. Bu hususta ilim adamları ittifak etmişlerdir.

Cinsel ilişkide bulunduğunuz hanımlarınızdan olan ve sizin evinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmek haram kılınmıştır. Burada ”haram kılınmıştır" cümlesinden maksat, nikâhlamanın hanımlığıdır. Çünkü örfe göre, bir şeyin haramlığı, amaçlanan şeyin cinsine göredir. ”Kadınlar size haramdır" denilince, bundan, kadınlarla evlenmenin haramlığı anlaşılır. İçki haramdır denilince, içkinin içilmesinin haram olduğu; domuz eti haramdır denilince de, domuz eti yemenin haram olduğu gibi...

Eğer anneleriyle, cinsel ilişkide bulunmamış iseniz, (kendilerini boşadıktan sonra,) onlarla evlenmenizde hiçbir günah yoktur. Sizin evinizde bulunandan maksat, sizin terbiyenizde bulunandır. Aslında sizin yanınızda ve terbiyenizde bulunması da şart değildir. Genellikle böyle olduğu için bu ifade kullanılmıştır.

Kendi sulblerinizden gelen oğullarınızın karıları yla evlenmeniz de haramdır. Burada, ”kendi sulbünüzden gelen" tabiri kullanılmak suretiyle, evlâtlıklar istisna edilmiş oluyor. Yanınıza dışarıdan almış olduğunuz evlâtlık, eğer hanımını boş arsa, o hanımla evlenebilirsiniz. Nitekim Hazret-i Peygamber, evlâtlığı olan Zeyd b. Hârise'nin boşadığı Zeynep binti Cahş'la evlenmiştir.

Ve iki kız kardeşi bir arada almanız da size haram kılındı. Geçen geçti artık. Daha öncekilerden hesaba çekilmeyeceksiniz.

Şüphesiz ki Allah, cahiliye döneminde yaptıklarınızı

çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Günahlarınızdan dolayı yapmış olduğunuz tevbeleri kabul eder, kendisine itaat ederseniz sizi bağışlar.

24

Evli kadınlarla evlenmeniz de haram kılındı. Âyette ”evli kadınlar" diye tercüme edilen ”Muhsanât" kelimesidir. Muhsanât, korunmuş kadınlar demektir. Evlilik, kadınları harama düşmekten koruduğu için bu ifade kullanılmıştır.

Kur'ân-ı kerim'de ”ihsan" kelimesi, dört anlamda kullanılır:

1- Bu âyette olduğu gibi evlenmek,

2- ”İffetli yaşamak şartıyla" (Nisa: 24) âyetinde olduğu gibi, iffet.

3- ”içinizden inanmış hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen..." (Nisa: 25) âyetinde olduğu gibi, hürriyet.

4- Yine Nisa sûresinin 25. âyetinde geçtiği üzere İslâm. Çünkü oradaki ”Evlendikten sonra" ifadesini ”İslâm olduktan sonra" diye tefsir edenler vardır.

Sahibi bulunduğunuz cariyeler bundan

müstesna. Cariyeden maksat, esir alınan hanımlardır. Bunlar, küfür ülkesinde evli olan kadınlar olup, savaşan müminlere helâldirler. Allahü teâlâ, evli kadınları erkeklere lıaram kılmak suretiyle, onların iffetini ve neseblerinin sağlığını korumuştur. Erkeklerin de, ırzlarının şerefini aşağılara düşmekten ve çiıkefe karışmaktan koruyarak, görevlerinin yüceliği ifade edilmiştir. Çünkü Allah, işlerin en yüce olanını sever, diişük, adî işlerden nefret eder. Allah, ”cariyeler müstesna" buyurmuştur. Yani o hanımları, giiç ve kuvvet kullanmak suretiyle kâfirlerden elde etmişsinizdir. Bunun içindir ki din, onların bir lıayız görüp gebe olmadıkları kesin olarak anlaşılıneaya kadar onlara yaklaşmamayı gerekli kılmıştır.

İşte

bunlar, Allah'ın size farz kıldığı hükümlerdir. Allahü teâlâ bunların haram olduğunu size yazmış ve bunları uygulamanızı size farz kılmıştır.

Bunların yani sayılan bu kadınların

dışında, iffetli olarak, zina etmeksizin, mehirlerini verip, {mallarınızla evlenmek istemeniz size helâl kılındı.} Yukarıda sayılan guruplar dışında, mehirlerini tam olarak vermek ve zinadan kaçınmak suretiyle, bir veya birkaç tane hanımla evlenmek istemenizde bir sakınca yoktur. Ancak sünnetle de bir kadınla teyzesi veya halasını aynı nikah altında toplamak haram kılınmıştır.

"Sifah" kelimesi, zina ve fuhuş demek olup meniyi akıtmak anlamına gelir. Zina'dan maksat bu olduğu için ”silah" denilmiştir. Yani zina yapmayarak ırzlarınızı koruyun, demektir. Buna göre âyetin manası şöyle olur. Zina yaparak mallarınızı kaybetmeyin. Sonra hem dünyanız, hem de ahiretiniz elden gider. Fakat kadınlarla evlenin. Bu sizin için daha hayırlıdır. Burada malın zikredilmesinin sebebi, maldan başka bir şeyin mehir olarak verilemiyeceğine işaret içindir.

Onlardan, sahih nikah, sahih halvet vs. gibi

faydalanmanız karşılığında, kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Çünkü mehir, hanımlardan istifade etmenin karşılığıdır.

Mehrin kararlaştırılmasından sonra, az veya çok vererek,

biribirinizi razı etmenizde bir sakınca yoktur. Melıri kararlaştırdıktan sonra, karşılıklı rıza ile azaltıp eksiltmekte veya hanımın, tesbit edilen bu melıri kocasına bağışlamasında hiçbir sakınca yoktur.

Allah kulların menfaatini

en iyi bilen ve kanunlaştırmış olduğu hükümlerde de

hikmet sahibi olandır.

25

Sizden kim, aranızda bulunan

hür ve mü'min kadınlarla evlenmeye güç yetiremezse, sahip olduğunuz mümin câriyelerle evlensin.

Âyette geçen ”muhsenâî" kelimesinden kasıt, hür hanımlardır. Karşıtı da ”memlûkat - cariyeler ”dir. Çünkü onların hürriyetleri, kendilerini esaretten ve perişan olmaktan korumuştur. Eğer hür ve miimin hanımlarla evlenmeye gücünüz yoksa, o zaman, sahip olduğunuz köle veya cariyelerle evlenin.

Allah, sizin imanınızı daha iyi bilir. Evlendiğiniz miimin cariyelerle sizin aranızdaki iman konusundaki ayrıntıları, Allah en iyi bilir. Belki de, mümin cariyenin imanı, hür kadının imanından ve kadının imanı, erkeğin imanından daha kuvvetli olabilir. Mümine gereken iman ve İslâm'ın dışında hiçbir üstünlük ölçüsü aramaması, haseb ve nesebe itibar etmemesidir.

Sizler birbirinizdensiniz. Sizin de, kölelerinizin de soyu Adem peygambere dayanmaktadır. Dininiz de İslâm'dır. Şâirin şöyle dediği gibi:

Cins bakımından insanlar birbirine eşittir.

Babaları Adem, anneleri de Havva'dır.

Sizinle köleleriniz arasında iman bağı, din kardeşliği vardır. Hür bir insanın, köle bir insana, ancak iman üstünlüğü olabilir. Dindeki kıdemliliği kendisine üstünlük sağlar.

Öyleyse; iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla, sahiplerinin iznini alarak onlarla evlenin. Onlardan yüz çevirmeyin. Sahiplerinin bizzat nikâh akitlerini yapmaları değil de izinlerinin şart koşulması nikâh akdini bizzat cariyelerin yapabileceğine cevaz verildiğine işarettir.

Cahiliye döneminde iki çeşit zina vardı. Bunlardan biri, para karşılığında açık bir şekilde yapılan zina idi. Bunu herkes bilirdi. İkincisi ise, dost tutmak suretiyle yapılan gizli zina idi. O zamanki insanlar, bu dost tutma şeklinde olan zinayı, zina saymazlardı. Bu her iki durumun da zina olduğunu belirtmek için, Allahü teâlâ bunları tek tek zikretmiş ve haram olduklarını belirtmiştir."5'

Onların mehirlerini de, kendilerini zarara sokup, fidye vermeye mecbur etmeden ve tehir etmeden

güzel bir şekilde verin.

Evlendikten sonra zina gibi

bir fuhuş yaparlarsa, onlara; hür ve bekâr

kadınlara verilen cezanın yarısı verilir. Bu ceza, bekâr hanımlar için yüz, cariyeler için de, bunun yarısı olan elli değnektir. Cariyelere recm cezası yoktur. Çünkü recm cezasının yarısı olmaz.

Bu hür kadınla evlenmeye gücü yetmeyince

(cariye ile evlenme izni), içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Buradaki ”sıkıntıya düşmekten korkmak", ”zina korkusu"dur. Aslında âyetteki ”anet" kelimesi sardıktan sonra kemiğin kırılmasıdır. Daha sonra istiare yoluyla her türlü zarar ve meşakkat için kullanılmıştır. Ancak burada onunla zina kastedilmiştir. Çünkü zina, dünyada haddi, ahirette de cezayı gerektirdiği için bir güçlük sebebidir. Canınızın istediği kötülüklerden sakınıp, cariyelerle evlenme husunda

sabırlı olursanız, bu sizin için cariye ile evlenmekten

hayırlıdır.

Çiinkü cariye ile evlenmeye her ne kadar ruhsat verilmişse de doğacak olan çocuğun kölelikle karşı karşıya kalması söz konusudur. Bir de efendisinin onda hakkı vardır. Kocasına karşı, hür kadınlar gibi olamaz. Efendisi onu, her yerde ve fırsatta, istediği gibi çalıştırabilir, satabilir de. Bu durumlar ise, kocasının ve çocuklarının durumunu sarsar. Bu durumlar, gurur kırıcı şeyler olduğu için, cariyeyi nikâhlayan kimseyi etkiler. Müminlere ise, izzet ve şeref yakışır. Cariyenin mehiri, efendisine aittir, kendisi mehirinden istifade edemez, kocasına da hibe edemez. Ev işlerini de düzenli olarak yapamaz.

Allah, buna sabredemeyenleri

bağışlayandır, güç ve ruhsat vermede

merhamet edendir.

Cariye ile zor durumda kalınca evlenilir. Şafiî mezhebine göre, hür kadınla evlenmeye gücü olan, cariye kadınla evlenemez. Hanefi mezhebine göre ise, hür hanımı olmadığı müddetçe, cariye ile evlenmesi helâldir.

Şafii mezhebi, âyetin zâhiri anlamını almıştır. Onlara göre, cariye ile evlenmenin iiç şartı vardır. Bunların ikisi nikâhlayanda, biri de nikâhlanan cariyede bulunması gereken şartlardır. Nikâhlayanda aranan şartlar; hür kadın almaya gticü olmama ve zorluğa (zinaya) düşme korkusudur. Nikâhlanan da aranan şart ise, kâfir olmayıp, mümin olmasıdır.

Ebû Hanife'ye göre ise, bunlar aranan, fakat şart olmayan şeylerdir. O, gücü olmama durumunu, hür hanımı olmama şeklinde anlayarak, cariye ile evlenmenin helâl olduğunu söyler. Nikâhtan da, cinsel ilişkiyi anlar. Böylece, ”mü’min cariyelerinizle" ifadesinden de, mümin cariye ile evlenmenin, kitap ehli birisiyle evlenmekten daha faziletli olduğunu anlar. Bunun da mendup olduğunu söyler.

Teysir isimli eserde denilir ki: ”Mümin cariyeleriniz" buyruğunda, kitap ehli kadınlarla evliliğin haram oluşuna değil, mü'min kadınlarla evliliğin helâl oluşuna işaret edilmiştir. Nikâhın caizliği konusunda zengin ve fakir arasında fark olmadığı gibi, mü'min, yahudi ve hıristiyan kadınla evlenme arasında da fark yoktur.

Biliniz ki evlilik, peygamberlerin sünneti ve sâdıkların yoludur. Ancak bu konuda, insanların durumlarına göre değişik haller söz konusudur. Evlenme; onu şiddetle arzu edenlere vacip, ılımlı olanlara müstehab ve evlenmekten aciz olup, nafaka ve cinsel ilişkiyi yerine getiremeyenlere ise mekruhtur.

Evlenmek için, dindar bir hanım seçilir. Çünkü dindar hanım, dünya malının en hayırlısıdır. İnsan onunla, evin yönetimini ve kalb huzurunu elde eder. Pişirme işi, temizlik, bulaşık yıkama gibi bütün rahatlığı onun vasıtasıyla elde eder. İnsanın; şehvet esiri olma korkusu olmasa bile, evinde tek başına hanımsız olarak yaşaması çok zor bir iştir. Erkek evinin bütün işlerini görse, ilim ve kulluk görevi için boş vakti kalmaz. Evin işlerini yüklenen saliha kadın, böylece din yolunda da bir yardımcı olur. Bu ilkeler doğrultusunda hareket etmemek insanı meşgul eder, insanın gönlüne rahatsızlık verir ve geçim bakımından da insanı sıkıntıya sokar.

Bunun içindir ki, Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle demektedir: ”Saliha eş dünya için değildir. O, ahiretin için sana hoş vakit sağlar, seni bir takım işleri yapmaktan kurtarır."

Bazı insanlar da, bekâr hanımları seçerler ve derler ki: ”Bekâr hanım setlin hanımındır. Almış olduğun dul hanımın çocuğu yoksa, o hanımın yarısı senindir. Eğer çocuğu varsa, hepsi başkasınındır. Senin ekmeğini yer ve senden başkasını sever."

Sonuç olarak, cariye kadınlarla evlenmek bir ruhsattır. Onlarla evlenmeyip sabretmekse, azimettir. Şüphesiz azimeti tercih etmek daha iyidir. Kul, sabır sayesinde yüksek derecelere ulaşır. Allahü teâlâ'nın, kullarına oları rahmeti, anlatılamayacak kadar geniştir. Bunun için yüce Allah: ”Allah, bağışlayandır ve merhamet edendir" buyurmuştur. Onun rahmetinden biri de daha önce yaşamış iışad ehli insanların yollarını beyan etmesidir.

26

Allah size; kendi yararınıza uygun ve ibadet etmeniz için gerekli olan helal ve haramı

açıklamak ve sizi, kendilerine riyasınız diye,

sizden öncekilerin, geçmiş peygamberlerin ve sâlih kimselerin

yollarına iletmek ve sizin tevbenizi kabul etmek, sizi içinde bulunduğunuz günahlardan kurtarıp, kendisine itaat etme yoluna döndürmek ve tevbe için başarılı kılmak

ister.

Allah, sizi

bilendir ve sizin için istemiş olduğu şeylerde

hikmet sahibidir.

27

Allah, sizin tevbenizi kabul etmek ister.. Burada Allahü

teâlâ'nın dilediği şeyin faydasının kemâline ve fâcir kimselerin dilediği şeyin zararının kemâline işaret vardır. Dolayısıyla bu, bir tekrar değildir.

Şehvetlerine uyanlar, günahlar işleyerek fâcir olan kimseler

ise, sizin de kendileri gibi şehvetlere uymanızı ve

büsbütün hak

yoldan çıkmanızı ve onlar gibi zinâkâr olmanızı

isterler. Buradaki yoldan çıkmak'tan kasıt, haramı helâl kabul etmemek şartıyla, halalar işlemektir.

28

Allah, üzerinizdeki yükü, katlanılması zor olan yükümlülükleri

hafifletmek ister. Onun için kolaylık dini olan İslâm, cariyelerle evlenme ve diğer konularda size ruhsat verip, kolaylıklar sağladı.

Çünkü insan, nefsinin istemiş olduğu şeylere karşı çıkmada

zayıf ve aciz

olarak yaratılmıştır. O, nefsi arzu ve isteklerine karşı koyma konusunda sabır gösteremez. Kelbî: ”İnsan, kadınlara dayanamaz" der. Saîd b. Müseyyeb ise: ”Şeytan, insan oğlundan ümidini kestiği anda, ona kadınlar vasıtasıyla yaklaşır. Seksen yaşına bastım, gözümün biri gitti, fakat diğeriyle bakmak isterim. Nefsime karşı en çok, kadın fitnesinden korkarım" der.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) şöyle dua edermiş: ” Ey Allah'ım! Hırsızlık yapmaktan ve zina etmekten sana sığınırım." Bunu duyanlar ona: ”Sen Allah Rasûlünün arkadaşısın. Halâ zinadan ve hırsızlıktan mı korkuyorsun? ” diye sorarlar. Ebû Hureyre de: ”Kendime nasıl güvenebilirim? Şeytan halâ sağ" diye cevap verir.

29

Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda, kanunsuz yollarla, çalmak suretiyle, hiyanet ederek, kumar oynayarak, faiz ve rüşvet alarak...

haksızlıkla yemeyin. Buradaki ”yerneyin"den kasıt, ”almayın"dır. Çünkü malların büyük çoğunluğu, yenmek içindir. Bu malı yemek haram olunca, diğer tasarruflar da haram olur.

Karşılıklı rıza ile yapmış olduğunuz ticaret olursa başka. Ancak mallarınızın ticaret malı olması hariç hibe, sadaka ve miras gibi meşru yollarla mal elde etmek de böyledir. Bunlar, batıl yollarla kazanılmış olmaz. Burada özellikle ”ticaret" kelimesinin zikredilmiş olması, kazancın en çoğunun ticaretten olmasından ve ticaretin, insanlığa en uygun geçim yolu olmasındandır.

"Karşılıklı rıza"dan maksat ise, satış esnasında, satın alanların ve satıcıların üzerinde akit yaptıkları şeyde anlaşmaya varmış olmalarıdır.

Canınızı tehlikeye atmak suretiyle veya dünya ve ahirette sizi helake götürecek olan birtakım günahları işlemek suretiyle,

kendinizi öldürmeyin. Bir izaha göre de buradaki ”nefis", yani ”kendiniz" kelimesinden maksat, kendi cinsinizden olan müminlerdir. Çünkü bütün mü'minler, bir tek nefis gibidir.

Allah, size karşı çok merhametlidir. Size olan aşırı merhametinden dolayı, emrettiğini emreder, yasakladığını da yasaklar.

30

Kim bunu öldürme olayını ve az önce zikrettiğimiz haramları

zulüm ve düşmanlık kasdıyla işlerse, onu cehenneme sokarız. Haddini aşarak, zulüm ve tecavüz yoluyla bunları işleyeni, hakkı olmadığı şeyi alanı, azabı çok çetin ve tutuşmuş bir ateşe, yani cehenneme atarız.

Bunu yapıp, onları cehenneme atmak da,

Allah'a kolaydır. Burada, tehditte bir mübalağa vardır. Hiçbir kimse ondan kaçamaz ve direnemez.

Akıllı insan, tehlikelere düşmekten kaçınmalıdır. Hukuka tecavüz etmemekte itina göstermelidir. Allah, malı ve nefsi korumayı, aynı anda emrediyor. Bu ikisi, insana hayatını devam ettiren ikiz kardeşler gibidir.

Malı bâtıl yollarla yemek, insanın hem dinini, hem de dünyasını perişan eder. Doğrudan kendisine zarar verir ve helâk olmasına sebep olur. Bazı işlerin etkisi dünyada görülür.

Anlatıldığına göre sultanın biri, Şeyh Alâuddevle'ye bir ceylân göndermiş ve bunun helâl olduğunu söylemiş. Şeylı de demiş ki: ” Ben Tus'ta idim. Emirlerden biri bana, tavşan getirdi ve kendi eliyle avladığı için helâl olduğunu ve yememi söyledi. Ben de ona, İmam Ca'fer Sadık'a göre, tavşanın bana haram olduğunu söyledim. Bir başka gün de, ceylân getirerek, o ceylânı, babasından kalan at üzerinde, kendi eliyle yaptığı okla avladığını ve yememi söyledi. Bunun üzerine aklıma şu geldi. Amirlerden biri, Mevlânâ Cemale iki tane ördek getirmiş ve ördekleri doğan vasıtasıyla yakaladığını söyleyerek, Mevlânâ Cemal'in bunları yemesini istemişti. Mevlânâ da: 'Söz, iki ördek konusunda değil, doğanın azığı konusundadır. Hangi yaşlı kadının tavuğunu yiyerek, avlayacak kadar kuvvetlendi acaba? Atının üzerindeyken avlamış olduğun ceylân, av ise de, atının yemi olan arpa hangi mazlumun azığıydı acaba?' demiş ve onu yememişti" dedi.

Terzinin biri, büyüklerden birine şöyle sormuş: ” Zalimlerin elbisesini dikerken, zulme yardımcı oluyor muyum acaba?" O da demiş ki: ”Bu söz senin hakkında değil, iğne yapan demirci hakkındadır."

Bu gibi olaylar, zamanımızda pek az ise de, helâldan kazanmaya çok dikkat etmek gerekir. Çünkü ona ulaşmak çok önemlidir.

31

Eğer Allahü teâlâ ve onıın Rasûlü tarafından

yasaklandığınız büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük

kusurlarınızı örteriz ve sizi, razı olacağınız

güzel bir makama koyarız. Bu makam da cennettir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Bir kimse, büyük günahları işlemekten kaçınırsa, bir namaz diğer namaza kadar, bir cuma diğer cumaya kadar ve bir Ramazan da diğer Ramazana kadar yaptığı (küçük) günahlara keffâret olur."im buyurmuştur.

"Kebâir", yani büyük günahlar konusunda görüş ayrılıkları vardır. Bu görüşlerin en doğrusuna göre. Allahü teâlâ'nın had cezası koyduğu ve ceza vermekle tehdit ettiği her günah, kebâirdendir.

Enes b. Mâlik: ”Bugün sizler, öyle işler yapıyorsunuz ki, sizin gözünüzde onlar kıldan daha incedir. Halbuki biz o günahları, Hazret-i Peygamber zamanında kebâir sayıyorduk" demiştir.

Bilmiş olunuz ki, büyük günahlardan sakınmak, kiıçuk günahların bağışlanmasına vesile olur. Büyük ve küçük günahlardan kavmin ık sûretiyle çok güzel bir yere, Allahü teâlâ'nın huzuruna girmek mümkün olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kuşkusuz Allah güzeldir, sadece güzel ve temiz olanı kabul eder" buyurmuştur.

Büyük günahlar, üç gurupta toplanmıştır:

1. Heva'ya uymak: Heva, insan nefsinin, şehevî arzulardan zevk almasıdır. Bu konuda Allahü teâlâ: ”Hevaya uyma! Seni Allah yolundan saptırır" (Sâd: 26) buyurmuştur.

2. Dünyayı sevmek: Bütün büyük günahların bineği mesabesindedir. Adam öldürmek, zulüm yapmak, hırsızlık ve soygun yapmak, gasb ve talan etmek, faiz almak ve vermek, yetim malı yemek, yalan yere yemin etmek ve zekât vermemek gibi büyük günahlar, dünyayı sevmenin bir sonucudur. Allahü teâlâ: ”Kim dünya ekinini islerse, ona da dünyadan bir şey veririz. Fakat, onun âhirette bir nasibi yoktur" (Şûra: 20) buyurur. Hazret-i Peygamber de bu konuda: ”Dünya sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır" buyurmuştur.

3. Etkiyi, Allah'tan başkasında görmek: Şirk, riya ve nifak gibi şeyler bundan kaynaklanır. Onun içindir ki Allahü teâlâ: ”Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını, dilediğine ba ğışlar" (Nisa: 48) buyurur.

32

Allah'ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin. Temenni, olmayacağı bilinen veya zannedilen bir şeyi istemektir. Allah'ın size vermiş olduğu, mal ve makam gibi dünyaya ilişkin şeyleri elde etmeyi temenni etmeyin. Bu gibi malları elde etmede birbirinizle yarışmayın. Bunlar, Allahü teâlâ'nın, herkesin durumuna göre kullarına vermiş olduğu paylardır. Herkesin, Allah'ın kendine vermiş olduğu şeye razı olması, başkalarına verilen şeye haset etmemesi gerekir.

Denilir ki: Miras konusunda Allahü teâlâ, kadınlara erkeğin yarısı kadar pay verince, kadınlar: ”Bize iki pay, erkeklere bir pay verilmesine bizim daha çok ihtiyacımız var. Biz zayıfız, onlar ise kuvvetlidirler. Onlar, geçimlerini daha kolay temin ederler" demişler. Bu âyet-i kerimenin, bu olay üzerine indiği söylenir.

Erkeklere de kazandıklarından bir pay var, kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Mirasta, her grubun yeteneklerine göre belli payları vardır. Allah, herkes kendi hakkına razı olsun diye, ”kazandığı" deyimini kullanmış ve herkese belli bir payı hak olarak vermiştir. Herkesin hakkı kendisine tahsis edilmiştir. Dolayısıyla hiçbir kimse diğerinin hakkına göz dikmesin.

Sizden başkasına tahsis edilen kazanılmış hakkını değil,

Allah'tan, O'nun lütfunu isteyin. Allah'ın, tükenmek bilmeyen nimet hazinelerinden, dilediğinizi isteyin. O size, istediğinizi verir.

Allah, her şeyi bilendir. O, her insanın neyi lıak ettiğini çok iyi bilir, ilim ve hikmeti gereği herkese hakkını verir. Bunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Allahü teâlâ, insanların farklı olmasına, rütbe ve sanatlarının değişik olmasına aldırmaz. Bazı insanların sultan, bazılarının vezir ve bazı insanların da sanatçı olmasına bakmaz. Çünkü sistem bu farklılıklar üzerinde durmaktadır.

33

Ana, baba ve akrabaların bıraktıkları tereke ve mal gibi

her şey için mirasçılar kıldık. Mevlâ kelimesinin çoğulu olan ”mevâlî" mirasçılar anlamındadır. Dereceleri farklı olup, istihkaklarına göre, ölen kişinin malından paylarım alırlar. Mevâlî de, diğer mirasçılar gibi, ashab-ı ferâiz ve asabedirler. O zaman âyetin manasını şöyle anlamamız gerekir: Ölen; anne, baba ve akrabaların, geride bıraktıkları mallardan, pay alacak mirasçıları her toplulukta var ettik. Yani bu mirasçılar her toplumda vardır.

Yeminlerinizin bağladığı kimselere de mirastaki

paylarını verin.

Bunlar, sözleşmeli mirasçılardır. (Mevâlî'l-muvâlât.) Birisiyle yardımlaşma sözleşmesi yapan kimse, anlaştığı adamın malından, altıda bir miras alırdı. Daha sonra bu hüküm, ”Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine daha uygundur" (Enfâl: 75) âyetiyle yürürlükten kaldırılmıştır.

Şüphesiz Allah, her şeye şahittir. Onlara verdiğinizi de, vermediğinizi de çok iyi bilir. ”Şâhittir" ifadesiyle, bu payı vermeye teşvik, vermeyenlere ise, tehdit vardır.

Bir görüşe göre, ”yeminlerinizin bağladığı kimseler"den kasıt, yardımlaşma sözleşmesi yapan kimselerdir. 'Yem"den kasıt ise, yapılan sözleşme gereği, yardımlaşma, nasihat etme ve insanî ilişkilerde dürüst olmaktır. Her müminin, mümin kardeşine yardım etmesi, onun kurtuluş ve iyiliğini istemesi, nifak ve düşmanlıktan uzak durması gerekir. Bu konuda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Müminler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücut gibidirler. Vü cudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır."(2)

İnsanın yapması gereken şey, kendisi için sevmiş olduğu hayırları, diğer insanlar için de sevmesi, onlara öğüt vermesidir. Çünkü öğüt, dinin direğidir. Öğüt verme ve zorlama yoluyla eziyet verecek şeyleri ortadan kaldırması, yani gelecek kötü şeylere engel olması, onlara şefkat ve merhametle davranması, bir kimseyi, beğenmediği bir şekilde anmaması gerekir. Çünkü, her insana vekil olatı bir melek vardır, arkadaşına söylediği şeyi kendisine geri çevirir. Olgun insan kim olursa olsun, hiç kimsenin başına gelen kötülüğe sevinmez. İnsanların iyisine de, kötüsüne de ihsanla sevgi besler. Onların sıkıntılarına katlanır. İnsanlardaki asıl cevher böylece ortaya çıkar.

34

Erkekler, kadınlara hâkimdirler. Yararlı olan işlerini görüp gözetirler, lena olanları ise, engellerler. Tıpkı valilerin, halkın işini görüp gözettiği gibi. Erkekler kadınları terbiye edip eğitirler. Bu hakimiyet iki sebepledir.

Birisi, insanın kendi kazanmasıyla olan, diğeri ise, Allah'ın vermesiyle.

Çünkü Allah, kimini kiminden üstün kılmıştır. yani erkekleri akıl, kuvvet, kahramanlık, cesaret ve hoşgörü bakımından kadınlara üstün kılmıştır. Bu, Allah vergisidir. Kendi kazanmalarıyla olan üstünlükleri de

Erkekler ise, mallarından harcamaktadırlar ifadesiyle belirtilmiştir. Erkekler nikâhta, mehir ve nafaka gibi şeylerde kendi mallarından verme açısından, yine kadınlara üstün kılınmıştır.

Rivayet edildiğine göre, ashabın ileri gelenlerinden, Sa'd b. Rebî'in hanımı olan, Habîbe binti Zeycl, kocasına karşı huysuzluk etmiş. Sa'd da ona bir tokat atmış. Babası ise kadını alarak, Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) şikâyete gitmiş. Hazret-i Peygamber: ”Kısas yapalım" buyurmuş. Bunun üzerine işte bu âyet inmiş. Peygamber efendimiz ise: ”Bizim dileğimiz başka, Allah'ın dileği başka. Allah'ın dileği daha hayırlıdır" buyurmuş ve kısastan vazgeçilmiş.

İyi kadınlar, kadınlar içerisinde sâliha olanlar,

itaatkâr olanlar Allah'a itaat eden ve kocalarının hukukunu koruyanlar

ve Allah'ın korunmasını emrettiği şeyleri, kocalarının bulunmadığı zamanlarda da koruyanlardır. Kocaları olmadığı zamanlarda, evlerinin eşyasını, ırzlarını ve korumaları gereken şeyleri muhafaza edenlerdir. Bu âyetle kadınlar, kocaları olmadığı zamanlarda, onların malını korumaya teşvik edilmiş ve bu konuda müjde ve ceza ile karşı karşıya oldukları belirtilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kadının hayırlısı, kendisine baktığın zaman sana sevinç veren, emrettiğin zaman itaat eden, kendisinden uzak kaldığın zamanlarda da, malını ve kendisini koruyan kadındır" buyurmuştur.122'

Dik kafalılık etmelerinden korktuğunuz kadınlara öğüt verin. Buradaki hitap kocalaradır. Kadınlara nasıl hakim olacakları bildirilerek, kendilerine yol gösteriliyor. Kocalara deniyor ki: Eğer hanımlarınızın, size karşı huysuzluk etmesinden korkarsanız, onlara nasihat edin. Bu nasihatiniz, onları iyiliklere teşvik edip, kötülüklerden sakındırma yoluyla olsun. Onlara öğiit verin. Öğüt, katı kalpleri ve nefret edilen huyları yumuşatır.

Eğer öğiit ve uyarılarınız, hanımlara faydalı olmazsa,

yataklarından ayrılın ve... Onlarla aynı yorgan altına girmeyin ve onlarla teması kesin. Verdiğiniz öğütler ve yataklarından ayrılmak suretiyle yapmış olduklarınızdan da bir sonuç elde edemezseniz, yaralamamak, incitmemek, bir yerlerini kırmamak ve yara bere izi bırakmamak şartıyla,

onları dövün. Bu üç davranış, birbiri peşinden gelen ve aşamalı olarak uygulanması gereken şeylerdir.

Eğer bu uygulamalardan sonra

size itaat ederlerse, artık onlar aleyhine başka bir yol aramayın. Onları kınamayın ve eziyet etmeyin. Onlara sataşmayı bırakın ve yaptıklarını, yapmamışlar gibi kabul edin. Çünkü, günahlardan tevbe eden, günah işlememiş gibidir.

Çünkü Allah yücedir, büyüktür. Allahü teâlâ, onlara karşı sizden daha üstün bir kudrete ve daha büyük bir güce sahiptir. Allah'a karşı gelmekten sakının, kötü huylarından dönerlerse onları affedin ve kendilerine ceza vermeyin. Çünkü siz, yüce şanına rağmen Allah'a âsî oluyorsunuz, sonra tevbe ediyorsunuz, Allah da tevbenizi kabul ediyor. Size karşı hata edeni, hatasından döndüğü zaman, affetmeye en hak sahibi olan sizsiniz. Birisi, hanımının zina, fenalık, fesat veya kötü bir şey yaptığının farkına varırsa, onu boşar. Onsuz yaşamaya sabredemezse, boşamaz. Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) bir zat gelerek: ” Ey Allah'ın elçisi! Benim bir hanımım var. Kendisine dokunan eli geri çevirmez" dedi. Hazret-i Peygamber de: ”Boşa onu" buyurdu. Adamın, ”Nefsimin ona uymasından korkuyorum" demesi üzerine, Hazret-i Peygamber: ”Öyleyse tut onu, boşama" buyurdu. Çünkü, eğer hanımını boşamış olsaydı, nefsine uyup, yine hanımıyla beraber olacaktı ve her ikisi de suç işleyeceklerdi. Böyle bir korku vardı. Onun içindir ki, bir fesadı önleme bakımından, bunların nikâhlı kalmalarında fayda görülmüştür. Erkekler, hoşlarına gitmeyen bazı şeylere katlanmak zorundadırlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Kocası kendisinden razı olarak ölen kadın, cennete girer" buyurdu.124'

Hazret-i Peygamber, bir başka hadislerinde ise şöyle buyurur: ”Dünyada bir kadın, kocasına eziyet verdiğinde, o adamın Huriler'den olan eşi der ki: 'Allah seni kahretsin! O adama eziyet etme. O senin yanında yabancıdır. Ya kında seni bırakıp bize gelecektir.'"

35

Ey hâkimler!

Eğer, karı-koca

aralarındaki anlaşmazlıktan endişe duyarsanız ve bu anlaşmazlığın kimden kaynaklandığını bilemezseniz, bunların arasını düzeltmek üzere, âdil, hüküm vermeye ve ara bulmaya kabiliyeti olan

bir hakem erkek tarafından, bunun gibi

bir başka

hakem de kadın tarafından, bunların arasını bulmak üzere kendilerine

gönderin. Çünkü yakınlar, onların iç durumlarını daha iyi bilir ve aralarını bulmaya daha isteklidirler. Onlar üzerinde daha etkili olur ve onların nefislerini daha iyi teskin ederler. Eşlerin nefisleri, o hakemlere daha çok ünsiyet sağlar. Eşler, birbirlerine karşı, içlerinde besledikleri kin veya sevgiyi, yakınlarından olan hakemlere daha iyi açıklarlar.

Eğer eşler aralarını

düzeltmek isterlerse, Allah da onların yani karı kocanın

arasını bulur. Böylece, o hakemler sayesinde, karı koca arasında sevgi ve uyum ortaya çıkar. Kalblerine sevgi ve muhabbet aşılanmış olur. Burada bir uyarı vardır. Kim, niyetini temiz tutarak, halis kalble bir şey isterse, Allahü teâlâ o kişiyi isteğine ulaştırır.

Şüphesiz Allah gizli ve açık olanları

en iyi bilen ve haberdar olandır. O, anlaşmazlığı giderip, uyuma nasıl çevireceğini çok iyi bilir. Âyette, aralan açık olanları düzeltmeye teşvik vardır. Hazret-i Peygamber bir hadislerinde: ” Namaz, oruç ve zekât derecesinden daha faziletli bir dereceyi size haber vereyim mi?" diye sorar. Yanında bulunanlar: ”Evet, haber ver ey Allah'ın elçisi" derler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Kişilerin arasını düzeltmektir" buyurur. Yine Hazret-i Peygamber: ”Dikkat edin, din nasihattir" buyurmuş ve bu ifadeyi üç defa tekrarlamıştır. ”Kimler için ey Allah'ın elçisi?" sorusuna ise: ” Allah için, O'nun Rasûlü için, Kitabı için, müminlerin liderleri için ve herkes için" cevabını vermiştir.

Allah için olan nasihat, O'na inanmak ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamak, O'nun emirlerini yapıp, yasaklarını terkederek, diğer insanlara da bu yolu göstermektir.

Rasûlü için olan nasihat, onun sünnetini yaşayarak, insanları ona çağırmaktır.

Kitabı için olan nasihat, ona inanarak onu okumak, onda olan ilkeleri uygulamak ve insanları ona çağırmaktır.

Liderler için olan nasihat, kılıçla onların karşısına çıkmamak, onları adalet ve insafa davet ederek, insanları da buna yönlendirmektir.

Herkes için olan nasihat ise, kentlin için sevdiğini, insanlar için de severek, onların aralarını düzeltmek, onları terketmemek ve onları kurtuluşa çağırmaktır. Şüphesiz ki ıslahatçı ve hataları düzelten kimseler bozguncuların tersine olarak, insanların hayırlılarıdır. Bozguncular ise, halkın şerlileridir. Onlar, yer yüzünde fes ad çıkarmaya çalışırlar. Fitneyi yok etmeyip, uyandırmaya çalışırlar. Bir haberde: ”Fitne uykudadır. Lanet olsun onu uyandırana" buyurulmuştur.181

36

Allaha ibadet edin. İbadet, emredilen her şeyi yapmak, yasaklanan her şeyi de terketmektir. Ancak, her ikisi de, sırf Allah emretmiş olduğu için yapılacaktır. Böyle olunca; kalbin ve organların yapmış olduğu bütün ameller, ibadet kapsamına girer.

O'na herhangi bir put, ya da başka

hiçbir şeyi ortak koşmayın. Açık şirk olan küfürden ve gizli şirk olan riyadan uzak durun.

Ana babaya iyilik edin. İnsanların iyilik etmeleri gereken kimseler sayılırken, ilk sırayı anne ve babalar alıyor. Çünkü anne baba hakkı, en büyük kul hakkıdır. Onlara gereği gibi hizmet edilerek, kendilerine ihsanda bulunulmalı. Onlara yüksek sesle hitap edilmemeli, sert konuşmamalı, isteklerini yerine getirmeye koşmalı ve güç nisbetinde kendilerine infakta bulunulmalıdır.

Kardeş, amca, dayı gibi

akrabaya ve yetimlere iyilik edin. Yetimlere iyilikten maksat, onların hallerine en uygun olanı infak etmek ya da onlara vasi tayin edilmişse, mallarını iyi korumaktır.

Yoksullara her türlü iyilik, sadaka ve yemek yedirmek suretiyle iyilik edin

ve yakın akraba olan komşuya iyilik edin. Komşulardan yakın olanına yahut da, komşu olmakla beraber akrabanız ya da dindaşınız olanlara iyilik edin.

Uzak komşuya va da akraba olmayan komşuya

da iyilikte bulunun..

Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ”Üç çeşit komşu vardır:

1 - Üç hakkı olan komşu. Bu, akraba ve müslüman olan komşudur. Komşuluk hakkı, akrabalık hakkı ve islâm hakkı vardır.

2- İki hakkı olan komşu. Akraba olmayan Müslüman komşudur. Komşuluk hakkı ve islâm hakkı vardır.

3- Bir hakkı olan komşu. Gayr-i Müslim (kitap ehli) olan komşudur. Bunun sadece komşuluk hakkı vardır."

Yolculuk, öğrenim ve meslek gibi konularda birlikte çalıştığınız,

yanınızda bulunan arkadaşa da iyilik edin. Çünkü o, size arkadaşlık etmiş ve yanınızda bulunmuştur. Mescidde, ya da bir topluluktaki arkadaşınız da böyledir. Onun hakkını da gözetmeniz ve onu unutmamanız gerekir. Çünkü onu, kendinize ihsan edilmesine vesile kılacaksınız.

Yolcuya ve elleriniz altında bulunanlara da iyilik edin.Yolcu, bir beldeden, başka bir beldeye sefere çıkandır. Onu konuk edin ve kendisine yemek verin. Eliniz altında bulunanlar, köle veya cariyelerdir. Onları iyi eğiterek, kendilerine ihsanda bulunun. Yapamayacakları şeyleri onlara yüklemeyim Sert sözlerle incitmeyin. Onlara iyi muamelede bulunun ve kendilerine, ihtiyaç duydukları kadar, yiyecek, içecek ve giyecek verin.

Allah, kibirlenerek arkadaşlarına ve komşularına bakmayan

kendini beğenen kimseleri ve kendisine uygun olmayan şekilde böbürlenen

ve kibirlenen kimseleri sevmez.

37

Bunlar, kendilerine verilen şeylerde

cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emrederler. Onlar, insanları cimri olmaya çağırırlar ve mallarını Allah yolunda harcamalarına engel olurlar.

Allah'ın, lütfundan kendilerine vermiş olduğu mal ve zenginlik gibi

nimeti gizlerler. Biz de o kâfirlere, alçaltıcı bir azap hazırladık. Burada, ”Biz de onlar için alçaltıcı bir azap hazırladık." diye zamir kullanılacağı yerde ”O kâfirlere..." denilerek açıkça isim getirilmiştir. Bunun sebebi, zikredilen sıfatı taşıyan kimselerin, Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiklerine işaret içindir.

Yahudilerden bir gurup, nasihat etme şekliyle, Ensar'a şöyle diyormuş: ”Mallarınızı harcamayın. Sizin fakirliğe düşmenizden korkarız." İşte bu âyet, Yehudilerin bu sözleri üzerine nazil olmuştur.

38

Bunlar mallarını, insanlara gösteriş için harcarlar. Kendilerine: ”Ne cömert insan! Ne iyilik sever insan! ” densin ve övünsünler diye mallarını harcarlar. Allah rızası için bir şey harcamazlar. Dolayısıyla bu kimseler de, daha önce zikredilenlere, yerilme ve cezalanma konusunda ortak olmuşlardır. Çünkü, cimrilik ve israf, ifratla tefrit arasında çelişik iki durumdur. Bunların ikisi de, çirkinlikte, kınanma ve yerilme hususunda eşittirler.

Allah'a ve ahiret gününe inanmazlar. Böyle oldukları için de, infakta bulunarak Allah'ın rızasına ve sevaba ulaşamazlar. Onlar, mallarını Hazret-i Peygambere düşmanlık için harcayan Mekke müşrikleridir.

Şeytan kimin arkadaşı olursa, o ne kötü arkadaştır! Şeytan ve onun yardımcıları ne kötü arkadaş ve yakındırlar! Çünkü onları çirkinliklere sürüklemiş ve çirkin şeyleri onlara güzel göstermiştir.

39

Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe inanıp, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu rızıktan O'nun yolunda ve gösterişsiz olarak

harcasalardı, kendilerine ne zarar gelirdi? Bu ifade, onların menfaat için cahillik yapmalarını kınamakta ve onları, cevap aramak için düşünmeye teşvik etmektedir.

Allah, onların gerçek durumlarını

çok iyi bilendir. Allahü teâlâ, onların yaptıklarını mutlaka bilir. Bu ifade, onların cezalandınlacağına ilişkin bir tehdittir. Allah, şerli kimselerin yaptıklarının kötülüğünü ve görüşlerinin zayıflığını haber vermektedir. Böylece, alçak ve basit bir dünya malına kanıyorlar ve birçok gerçek uhrevî makamlardan yoksun oluyorlar.

Hikmetli söz söyleyenlerden biri demiş ki: ” Gösteriş ve şöhret için taatte bulunan, kesesini çakıl taşlarıyla doldurarak çarşıya çıkan adama benzer. İnsanlar ona, 'Bu adamın kesesi ne kadar dolu ' derler. Halbuki onun, bu sözden başka hiçbir menfaati yoktur. O keseyle bir şey satın almak istese, ona hiçbir şey vermezler. Gösteriş ve şöhret için iş yapanlar da böyledir."

Hâmid el-Leffâf şöyle der: ”Allahü teâlâ bir kimseyi cezalandırmak istediği zaman, ona şu üç şeyi yapar:

1. Ona, ilim nasip eder, fakat ilim adamlarının yaptığını yaptırmaz.

2. Ona, sâlihlerle sohbeti nasip eder, fakat onların hukukunu tanıtmaz.

3. Ona itaat kapısını açar, fakat ihlâsı engeller.

Bütün bunlar, onun kötü niyetinden ve kötü gidişatındandır. Eğer niyet sağlam olmuş olsaydı, Allah ona, ilmin faydasını ve amelin ihlâsını nasip kılardı."

40

Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. Mükâfattan zerre miktarı eksiltmez ve cezayı da zerre miktarı artırmaz.

"Zerre"; kırmızı ve ufacık karınca demektir. O kadar ufacık ki, neredeyse görülemeyecek. Yahut da, toprağın en ufak parçaları demektir. Zerre kelimesi, evlerin içerisinde uçuşan ve ancak güneş ışığında görülen tozları da ifade eder. Mübâlağaya en uygun olan da odur.

Zerre miktarı kadar bile olsa,

yapılan bir iyiliğin karşılığını

kat kat artırır ve sahibine kendi katından biiyiik mükâfat verir. Bu iyiliği yapana, kendi katından ikram olmak üzere mükâfat verir. Bu ikrama ”ecir" denilmiştir. Çünkü, İkram çalışmanın karşılığı olan ecre bağlı olup onun üzerine fazlalık olarak verilmiştir. Sahih bir haberde şu ifade yer almaktadır:

"Cennet ehli içeriye girince, Allahü teâlâ meleklere: ”Benim dostlarımı yedilin" der ve onlara rengârenk yemekler verilir. Her lokmada, diğerlerinde bulamadıkları, bambaşka bir lezzet bulurlar. Yemeyi bitirdikleri zaman, Allahü teâlâ: ”Kullarımı içirin" der. Onlara içecek verilir. Her yudumda, diğerinde olmayan bir lezzet bulurlar. Bunu da bitirdikleri zaman Allah onlara: ”Ben sizin Rahh'inizim. Size olan sözümü yerine getirdim. Benden isteyin, size vereyim" buyurur. Bunun üzerine onlar, iki veya üç defa: ”Senin rızanı isteriz" derler. Allah da: ”Sizden fazlasıyla razı oldum. Bugün size, bütün bunlardan daha büyük bir ikramda bulunacağım" buyurur. Perdeyi açar ve Allahü teâlâ'nın dilediği kadar O'na bakarlar ve O'na secdeye kapanırlar. Secdede, Allah'ın dilediği kadar kalırlar. Sonra Allah onlara: ” Kaldırın başlarını zı, burası ibadet yeri değildir" der. Bunun üzerine, kendilerine ikram edilen bütün nimetleri unuturlar. Çünkü o anda, Allah'a bakmak, kendileri için, bütün nimetlerden daha sevgili olmuştur." '

41

Ey Rasûlüm Muhammed! (sallallahü aleyhi ve sellem) Kıyamet gününde,

her ümmetten yani bütün milletlerden ayrı ayrı kavimlerine

bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimizde halleri ne olacaktır? Her ümmetten kavimlerine ayrı ayrı getirilecek olan şahit kendi peygamberleridir.

Kıyamet gününde, her peygamber kendi ümmetine şahitlik yaptığı gibi, sen de kendi ümmetine şahitlik yapacaksın. O zaman, senin ümmetin içerisinde bulunan asi ve günahkârların durumu ne olur? Yahudi, hıristiyan ve diğer kâfirler ne yaparlar o gün?

42

O gün, peygambere isyan edip, inkâr edenler, yerle bir olmayı isterler. Hazret-i Peygambere isyan ederek inkâra sapanlar, ölüler gibi yerin dibine gömülmeyi arzu edecekler. Yahut da onlar, kıyamet günü, tekrar diriltilmemeyi böylece kendileriyle toprağın eşit olmasını dileyeceklerdir.

Allah'tan, hiçbir sözü gizleyemezler. Onların birşey gizlemeye güçleri yetmeyecektir. Çünkü organları şahitlik yapacaktır. Rivayet edildiğine göre, onlar bunu söylediklerinde, Allah’ağızlarını rrıühürleyecek ve organları yaptıklarına şahitlik yapacaktır. O gün, onların işi çok kötü olacak ve yerin dibine geçmek isteyeceklerdir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ” Kıyamet gününde Nuh peygamber çağrılacak ve: ' Buyur ey Rabbim, emret! ' diyecek. Allah: Tebliğ ettin mi?' diye sorunca da: 'Evet' cevabım verecek. Bunun üzerine Nuh'un ümmetine: 'Nııh size tebliğ etti mi?' diye sorulacak. Onlar da: 'Bize uyarıcı gelmedi' diyecekler. O zaman Allah: 'Ey Nuh! Senin tebliğ ettiğine kim şahitlik edecek?' diye soracak. Nuh da: 'Muhammed ve onun ümmeti şahitlik edecekler' diye cevap verecek. Bunun üzerine Hazret-i Muhammed ve ümmeti, Hazret-i Nuh'un ümmetine tebliği ettiğine şahitlik edecekler." Buna ”Rasûl de size şahit olsun" (Bakara: 143) âyeti işaret etmektedir." Sonra da diğer Peygamberler çağırılacak.

Gazalî şöyle anlatır: ”Bu durum, Allahü teâlâ'nın, hayvanlar arasında hüküm vermesinden ve boynuzsuzun boynuzludan hakkım almasından, vahşi hayvanlarla kuşlar arasında hüküm verip ve onlara: ” Toprak olun" demesinden ve onların da hemen yerle bir olmasından sonradır. İşte o zaman, inkâr ederek Rasûle isyan edenler, toprak olmayı şiddetle arzu ederler. Kâfirler de toprak olmak isterler. Kuranın ifadesine göre o gün kâfir: ” Keşke ben, toprak olsaydım der". (Nebe: 40)

Biliniz ki; Nebiye, ümmetinin ameli gösterilir. Nebi de onları, simalarından ve amellerinden tanıyarak, kendilerine şahitlik eder. Hazret-i Peygambere, perşembe ve pazartesi gösterilir. Diğer peygamberlerle, anne ve babalara ise, cuma günü gösterilir.

Düşün ey kardeşim! Eğer âdil bir şahit olursan, sana da bütün davranışlarında ve sözlerinde şahitlik edilir. Senin şahitlerinin en büyüğü, senden haberdar olandır. Öyle ki, ona zaman ve mekân gizli kalmaz. Kendisine dönülüp, ona varılacağını bildirene amel yap! O, büyük ve küçük, az ve çok her amelin karşılığını verir. Günlerini boşa geçirme! Çünkü senin sermayen, günlerindir. Sermayeni iyi yakalarsan, kâr etmeye gücün olur. Çünkü ahiret malı, bu gün kesattır. Kesat zamanında, ahiret malı biriktirinceye kadar durmadan çalış! Bir gün gelir, bu mal değerli olur. Kesat gününde, az malların bulunacağı gün için malını artırmaya çalış. O gün bu malı isteyemezsin.

Rivayet edilir ki: Ölüler, iki rekât namaz kılmak için veya bir defa ”la ilâhe illallah"- demek için yahut da bir defa ”Sübhanellah" demek için izin isterler. Kendilerine izin verilmez. Bunun üzerine ölüler; dirilerin, günlerini nasıl gaflette geçirdiklerine şaşarlar.

43

Ey İman Edenler! Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, namaza yaklaşmayın!

Rivayet edilir ki: Abdurrahman b. Avf, (içkinin serbest olduğu zamanda) bir ziyafet hazırlamış ve ashabın ileri gelenlerini davet etmişti. Bunlar, yemiş içmişler ve sarhoş olmuşlar. Akşam namazı vakti gelince de, birini öne geçirip, arkasında cemaat olarak namaza durmuşlar. Namaz kıldırmak için öne geçirdikleri kişi. Kur andaki Kâfirim sûresini okumaya başlamış. Sarhoş olduğu için de sûreyi: ”De ki: Ey kâfirler! Ben sizin ibadet ettiklerinize ibadet ederim. Sizler de, benim ibadet ettiğime ibadet edersiniz" şeklinde yanlış okumuş. Böylece, âyetlerin anlamı, tam tersine dönüvermiş. İşte bu âyet, bahsettiğimiz olay üzerine nazil olmuş ve namaz vakitlerinde, içki içmeyi terketmişlerdir. Artık içkilerini yatsıdan sonra içmeye başlamışlar, sabahlayıncaya kadar da, sarhoşlukları gitmiş. Böylece ne dediklerini bilir bir halde sabah namazını kılmışlar. Daha sonra da içkiyi, kesin olarak yasaklayan âyetler nazil olmuştur.

Sarhoşken namaz kılmayın denil meyip de namaza yaklaşmayın, denilmesi mübalağa içindir. Teysirde deniyor ki: ”Burada yasaklanan, namazın kendisi değildir. Namaz bir ibadettir, yasaklanmaz. Yasaklanan şey, gerçek bir şekilde, Allah'ın kitabına uygun olarak kılınan namaza engel olan, içkinin kullanılmasıdır."

İmam Ebû Mansûr şöyle der: Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kaçan kölenin ve serkeşlik eden kadının namazı yoktur" sözü de böyledir. Buradaki maksat, namaz kılmayı yasaklamak değildir. Kaçmayı ve serkeşlik etmeyi yasaklamaktır. Böylece; kaçmak, serkeşlik etmek ve sarhoş olmak, namazın farz olmasını düşürmek için kullanılamaz.

Ayetin anlamı: ”Namaza başlamadan önce, ne dediğinizi bilmeyecek kadar sarhoş haldeyken, namaz kılmayın" demektir. Bu tecrübeden anlaşılıyor ki onların, namazda ne okuyacaklarını bilmeleri gerekiyor. Sarhoşluk, kişi ile aklı arasına giren bir haldir. Bu, en çok içkiden olur. Aşktan, uykudan, öfkeden ve korkudan da olabilir. Fakat sarhoşluk, içkide gerçek şekilde olur ve burada kastedilen de, içkinin verdiği sarhoşluktur.

Sarhoşların yapmış oldukları alış verişin caiz olmayacağı konusunda icınâ vardır. Öldürme ve buna benzer eylemlerine ise ceza verilir. Yaptıklarından sorumlu olur. Kendisine bir ceza olarak, yapmış olduğu boşama ve köle azadı da, bize göre geçerlidir. Şafii mezhebinde ise geçerli değildir.

Yolcu olmanız müstesna, cünüb iken de yıkanmadan namaza yaklaşmayın. Cünüb demek, cenabet olan kimse demektir. Cenabet kelimesi, esas itibariyle, uzak olma anlamınadır. Cüniiblük insanı, Kuı'ân okumaktan ve namazdan uzaklaştırır.

Âyetin manası şöyle olur: Cünüb olduğunuzda hiçbir şekilde namaza yaklaşmayın, ancak sefer halinde olmanız hariç, o zaman özürlü sayılırsınız. Burada, namaza yaklaşmamanın sebebi, ciinüb olma halidir. Âyet-i kerimede, namaz kılan kimselerin, kendilerini ovalayıp, kalplerini meşgul edecek olan şeylerden arınmış olmalarına ve nefislerini de kirletici şeylerden temizlemiş olmalarına işaret edilmiştir. Bu temizleme olayının en alt derecesiyle yetinilmemelidir.

Eğer hasta iseniz... Üç çeşit hastalık vardır:

Birincisi: Büyük ve tehlikeli yaralar gibi, su kullanılması halinde ölüme götüren hastalıktır.

İkincisi: Su kullanıldığı zaman ölüme götürmeyen, fakat büyük ızdırap çektiren ve rahatsızlığı artıran hastalık.

Üçüncüsü: Ölüm ve şiddetli elemden korkmamakla birlikte, vücutta bir kusur kalmasından korkulan hastalıktır.

Fıkıhçılar, ilk iki çeşit hastalık için, teyemmüm yapmanın caiz olduğunu söylemişlerdir. Üçüncü tip hastalık için ise, cevaz vermemişlerdir.

Veya yolcu iseniz... Teyemmüm burada, hastalık ve yolculuğa bağlanmıştır. -Halbuki bu hüküm, zorluk olan her yer içindir. Hatta Ebû Hanife: ”Şehirde sıcak su bulunmazsa, cenabet kimsenin teyemmüm etmesi caizdir" demiştir.- Çünkü, suyu kullanma zorluğu genellikle hastalık ve yolculuk durumunda, olur.

Yahut biriniz tuvaletten gelmişse... ”Gâit" kelimesi, çukur ve emin bir yer anlamınadır. Oradan gelen kişiden kasıt ise, hadestir, yani abdest bozmadır. Çünkü o çukur yere (tuvâlete) giden kimse, kendisini insanlardan saklayıp, orada tuvaletini yapar.

Veya hanımlara dokunmuşsanız... Yani onlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız,

ve bu durumda yıkanmak için kullanabileceğiniz

su da bulamamışsanız... Bu suyu bulamama durumu çeşitli sebeplere dayanabilir. Su hiç olmaz, su olur da uzak olur, su almak için kabınız olmaz, suya varmak için yılan veya yırtıcı hayvan tehlikesi olur vb... İşte o zaman,

temiz toprakla teyemmüm edin. Zeccâc der ki: ”Sa'îd"den kasıt, yeryüzünde olan temiz toprak vb. gibi şeylerdir. Üzerinde toprak olmayan bir taş parçası bulur ve ona teyemmüm ederse, böylece de temizlenmiş olur." Bu görüş, Ebû Hanifenin görüşüdür.

Toprağı,

yüzlerinize ve dirseklerinize kadar

ellerinize sürün. Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem), teyemmüm ederek, dirseklerine kadar ellerini meshettiği rivayet edilir. Teyemmüm, abdest yerine geçer ve zaruret ölçüsünde yapılır.

Şüphesiz Allah, çok affeden ve çok bağışlayandır. Âdeti, hataları affedip, günahkârları bağışlamak olanın, zorlaştırıcı değil, kolaylaştırıcı olması gerekir. Bunun için Hazret-i Peygamber: ”Tertemiz ve hoşgörülü olan İslâm diniyle gönderildim" buyurmuştur.

44

Kendilerine, kitaptan pay verilenleri görmüyor musun? Buradaki hitap, müminlerden görme kabiliyyeti olan herkesedir. Kitaptan maksat, Tevrat, pay ve nasip verilenler ise, yahııdi din adamlarıdır. Âyetin anlamı şöyle oluyor: Onlara baktığınızda, gerçekten şaşılacak durumlarını görmüyor musunuz?

Bu âyet, iki yahudi din adamı hakkında nazil olmuştur. Onlar, münafıkların lideri olan Abdullah b. Ubey ve grubuna gelerek, onların müslüman olmalarını engellemeye çalışıyorlardı.

Onlar, sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar. Onlar, kendilerine verilen hidayeti almayıp, sapıklığı alıyorlar ve kendi sapıklıklarıyla da kalmıyarak, siz müminlerin de, hakka ulaştıran doğru yoldan sapmanızı istiyorlar. Bunu, liderliğin, tümüyle kendilerinde olmasını istedikleri için yapıyorlar.

45

Allah, sizin bütün

düşmanlarınızı, sizden

daha iyi bilir.

Bundan dolayı, onların ne yapmak istediklerini size bildiriyor ki, onlara karışmaktan sakınasınız ve onlardan konmasınız. Yahut da Allah, onların her halini ve işlerinin neticesini çok iyi bilir.

Sizin fayda ve menfaatinizi garanti etmek için,

dost olarak da, yardımcı olarak da Allah yeter. O'na güvenin, O'nun yardımı ve dostluğu ile yetinin ve başkalarım dost edinmeyin. Onların kötülük ve hilelerine karşı, Allah size yardım eder. Bu da sizin için yeterlidir.

46

Yahudilerden bir kısmı, sözü asıl anlamından kaldırıp: Kaldırdıkları kelimenin yerine başka kelimeler koyarlar. Böylece, Allahü teâlâ'nın koymuş olduğu yerdeki kelimeyi kaldırmış olurlar.

Kelimeleri tahrif etmek iki şekilde olur: Birincisi, kelimeyi istenen anlamın dışında yorumlamak suretiyle, bâtıl bir anlam çıkarmaktır. Zamanımızdaki bidat ehli kimselerin yaptığı gibi. Bunlar, kendi düşüncelerine aykırı olan âyetleri, kendi düşünceleri lehine yorumlarlar. İkincisi ise, kelimeleri, başka kelimelerle değiştirmek süreliyle yapılan tahriftir. Yahûdî bilginleri böyle yapıyorlardı. Tevrat'ta Hazret-i Peygamber'i anlatan ”Esmer Reb'a" kelimesini. ”Adem Tuval" ve ”recm" kelimesini de ”had" kelimesiyle değiştirmek gibi.

Bunlar, inatlarını ve karşı gelmelerini tamamen gerçekleştirmek üzere, kendi bozuk görüşlerine uymayan sözler için:

'İşittik fakat, emrine

karşı geldik, dinle dinlemez olası' derler.

"Dinle, dinlemez olası" ifadesi iki anlam ifade eder. Birincisi, övme anlamına gelen ”lütfen dinle, sana zorla dinletecek halimiz yok" demektir. İkincisi ise, yermek manasını ifade eden ”dinle ey dinlemez olasıca ” demektir. Bu da ya sağırlıktan, ya da ölümden dolayı olur. Onların duası kabul olsaydı, Hazret-i Peygamber işitmez, olurdu. Sanki onlar bunu onun aleyhindeki beddualarının kabul olmasını temenni ederek söylüyorlardı. Onlar Hazret-i Peygamber’e Medih-övme manasını kasdettiklerini belirterek söylüyorlar. Fakat içlerinde ikinci yani yermek manasını gizliyorlardı.

Yine dillerini eğerek ve dini kötüleyerek: 'Râina' derler. ”Râinâ" kelimesi de iki anlam ifade eder. Birincisi hayır ve iyiliktir. ”Bizi gözet ve kora, sözümüze kulak ver ki, seninle konuşalım." anlamınadır. İkincisi ise, kötülük, sövme ve tahkir etme anlamı ifade eder. Onlar bu sözü söylerken de görünürde, saygı ve ihtiram kasdediyorlardı.

Onlar, bu ifadeleri, dillerini eğip bükerek kullanırlar ve böyle yapmaktaki amaçları da dinle alay etmektir.

Eğer onlar, Allah'ın emirlerini ve yasaklarını işittikleri zaman, ”işittik ve karşı geldik" yerine,

'işittik, itaat ettik, ”dinle dinlemez olası" yerine

dinle ve ”râinâ" yerine

bizi gözet' deselerdi, ve sözlerinin altında şer ve fesat gizlemeselerdi

kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Bu durum, kendileri için, daha dürüst ve daha âdil olurdu. Fakat böyle yapmayıp, inkârda devam ettiler,

Fakat inkârları sebebiyle Allah onları lânetlemiştir. Onları yüzüstü bırakmış ve hidayetten uzaklaştırmıştır. Çünkü onlar, inkârı ve sapıklığı tercih etmişlerdi. Bundan sonra onlar,

artık pek az inanırlar. Bundan kasıt, Hazret-i Mûsa'ya olan imanları ve Hazret-i Muhammed'e karşı olan inkârlarıdır.

Bu âyette, dünyayı ahirete tercih eden, kötü ilim adamları kınanıyor. Hazret-i Peygamber: ”Allah rızasını kazanmak için elde edilecek olan ilmi, dünya menfaati için elde edenler, cennetin kokusunu alarnıyacaklardır" buyurmuştur.

Şeyh Şâzelî de şöyle der: ”Faydalı olan ilim, Allah'a itaat etmede yardımcı olan, Ondan korkmaya devam ettiren ve O'nun hududuna tecavüz ettirmeyen ilimdir. O ilim, Allah'ı tanıtan ilimdir."

Şeyh Ebûi-Hasan da der ki: ”İlimler, paralar gibidirler. Dilerse onunla sana fayda verir, dilerse zarar verir. Eğer ilmiyle beraber Allah korkusu mevcut olursa sana mükâfatı ve sevabı vardır. Aksi hakle, zararı ve cezası vardır. Senin leh veya aleyhine delil olacaktır o. Allah korkusunun belirtisi, dünyayı ve halkı bırakarak, şeytanla ve nefisle savaşmaktır."

Şâir der ki:

Takvası ilimde şeref olsaydı,

Allah'ın yaratıklarının en şereflisi iblis olurdu.

47

Ey kendilerine Tevrat isimli

kitap verilenler! Size verilmiş olan Tevrat'ı da tasdik eden bu Kur'an'a inanın! Kur'ân'ın Tevrat'ı tasdik etmesi, Tevrat'ta anlatılan bazı haberleri doğrulaması, ondaki cezaları kabul etmesi ve onun tevhide olan çağrısını onaylaması ve insanlar arasındaki adaleti gerçekleştirmesidir.

Biz, yüzleri silip belirsiz yaparak önünü arkasına çevirmeden...

"Tamese" kelimesi, izleri silip, belirtileri yok etmek demektir. Yani, ağız, burun, yüz ve gözlerdeki izleri silip, belirtileri yok etmeden önce Allah'a inanın! Yoksa onların başlarının önünü, arkası gibi dümdüz hale getiririz. İbn Abbas'ın ifadesine göre: ”Deve tabanı ve hayvan tırnağına çeviririz".

Yahut da, ileri gelenlerini çirkin bir şekle sokmak sûretiyle lanetler ve rezil ederiz. Tıpkı,

cumartesi ehline yani Yehudilere

lanet ettiğimiz gibi onlara da lânet etmeden, yani onları çirkin bir şekle sokup domuz ve maymuna benzeterek lanetlenmiş bir hale getirmeden,

yanınızdaki (kitap)ları da tasdik etler olduğu halde indirdiğimize, yani yanınızdaki Tevrat'ı da onaylayan Kur'an'a

iman edin. Allah'ın emri, yani azabı

mutlaka yerine gelecektir. Bu onlar için ÇOK şiddetli bir cezayı belirtir. Yani bu cezadan sakının! İnkârdan imana döniin! Tevbe edin ve bağışlanmanızı isteyin!

48

Şüphesiz ki Allah tevbe edip, yeniden imana gelmedikçe,

kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Çünkü Allahü teâlâ'nın hikmeti, inkâr kapısını bütünüyle kapatmayı gerektirir ve imarı ışığı, inkâr ve isyan karanlıklarını bütünüyle kapatır. İmanı olmayan kimsenin, inkâr ve isyanları asla bağışlanmaz.

Bu idari başkasını, Allah'a karşı işlenen günahlardan şirk dışında kalan büyük veya küçük günahları,

dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa, büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Bu bağışlama, Allahü teâlâ'nın bir ikram ve ihsanıdır. Bu ikram, tevbesiz de olabilir. Fakat bu durum, herkes için değildir. Allah bu ikramı, sadece dilediklerine yapar. Allah'a ortak koşarak, böyle büyük bir günaha giren kimseye ise, kesinlikle bağışlanma yoktur.

Bu âyet, Allah'a ortak koşmanın dışındaki günahların bağışlanacağını bildirmektedir. Bu da, Allahü teâlâ'nın, samimi kullarına olan bir ikramıdır.

Yüce Allah: ”Allah, bütün günahları affeder" (Zümer: 53) buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Allah'a ortak koşmadan ölen kimse, cennete girer" buyurınuştur.

Şureyh ölüm hastalığındayken, rüyasında kıyametin koptuğunu görmüş. Yüce Allah: ”İlim adamları nerede?" diye sormuş. Onlar da oldukları yerlerden toplanıp gelmişler. Bu sefer Allah: ”Bildiklerinizle neler yaptınız? ” diye sormuş. Onlar da: ”Ey Rabbimiz! Biz, ilmimizin gereğini yapamayıp, kötü şeyler yaptık" demişler. Allah, bu cevabı beğenmeyip, başka cevap istemiş. Şureyh demiş ki: ”İşte ben buradayım. Amel defterimde, Allah'a ortak koşma (şirk) günahı yok. Şirkten başkasını bağışlayacağını söz vermiştin ey Allah'ım!" Bunun üzerine Allah: ”Gidin artık! Hepinizi bağışladım" buyurmuş. Bundan üç gece sonra da, Şureyh ölmüş. Bu durum, Allah hakkında güzel zanda bulunup, O'nun kullarına iyi muamele yapmasını temenni etmektir.

49

Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Buradaki hitap, Hazret-i Peygamberedir ve hayret ifade eder. Yani, kendilerini günahlardan arındırıp temize çıkaran, Yehudileri görmüyor musun? Onlar: ”Biz, Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz. Biz, küçük çocuklar gibiyiz. Bizim günahımız olur mu hiç?" derlerdi. Onlara bak ve durumlarına hayret et. Onlar Allah katında temiz olduklarını iddia ederler. Halbuki onlar, büyük bir günah ve inkâr içerisindedirler. Buradaki lâfız genel olup, kendisini temize çıkaran herkesi kapsamına alır. Kişi, yapmış olduğu ameli beğenip, onunla övünmesinden sakındırılmıştır.

Hayır! Aslında onlar, kendilerini temize çıkaramazlar. Çünkü onlar yalanlayıcılardır ve bâtıl inanç sahipleridir. Fakat

Allah, mümin kulları içinden

dilediğini, yani razı olduğu kimseleri

temize çıkarır. Allah, kulun içerisinde gizli bulunan, iyi ve kötü şeyleri çok iyi bilir. Böylece onlar, sahip oldukları bu kötü nitelikleri dolayısıyla kınanıyorlar.

Ve onlara kıl kadar haksızlık edilmez. Onlara en küçük bir haksızlık yapılmaz. Sadece, işlemiş oldukları bu çirkin işin cezasını çekerler. ”Fetîl", çekirdek yarığının içindeki iplikçiktir. Onlara, bu kadar bile haksızlık yapılmayacağı, en ufak bir zulme maruz kalmadan, sadece yaptıklarının cezasını çekecekleri vurgulanmaktadır. Bu şekilde onlara, azlıkla ve hakaretle örnek verilmektedir.

50

Bak, kendilerini Allah’ın oğulları ve O'nun katında temiz insanlar sanarak,

nasıl Allah'a yalan yere iftirada bulunuyorlar. Burada yalanın açıklanması, onların kötü durumlarını vurgulamak içindir. Onların bu iftiraları, diğer büyük günahları olmasa bile, kendilerine

apaçık bir günah olarak bu yeter! Bundan başka hiçbir günahları olmasa da, bu iftira onların hepsini gölgede bırakan büyük bir günah olur.

İmam Ebû Mansûr şöyle der: ”Bir adamın 'ben müminim' demesi, kendisini temize çıkarması anlamına gelmez. Tam tersine, kendisine ikram edilen bir şeyi bildirir. Kendisini temize çıkarması, nefsini takva ve sâlilı olarak görmesi ve onunla öviinmesidir."

Serî es-Sakatî de şöyle der: ”Kendisinde olmayan bir şeyle süslü görünmeye çalışan kimse, Allahü teâlâ'nın gözünden düşmüş olur. Bir mümin, kendisini övmeye çahşmamalıdır."

Mü’min, Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ben, Ademoğlunun efendisiyim ” sözünü görmez mi? Bu sözün hemen arkasından da, ”yine de övünmem" buyurmuştur. İnsanların, kendilerini övdükleri gibi, bu da bir övünmedir demek istemiyorum. Hazret-i Peygamberin övünmesi, Âdemoğullarının önderi olmakla değil, fakat sadece Allah iledir.

51

Ey Rasûlüm Muhammed!

Kendilerine kitaptan bir pay Tevrat'tan bazı bilgiler

verilenleri görmüyor musun? Yahudileri görüp, onların haline şaşmıyor musun?

Onlar, puta ve tâğûta inanıyorlar.

"Cibt" kelimesi, bir put ismi olup Allah'tan başka, kendisine ibadet edilen herşey için kullanılır. ”Tâğût" kelimesi ise, şeytana ve genel olarak kendisine tapılan diğer batıl şeylere denmektedir.

Rivayet edildiğine göre, Huyey b. Ahtab ve Ka'b b. Eşref isimli iki yahudi, 70 kişilik binekli bir yahudi grubuyla birlikte, Mekke'ye doğru yola çıkmışlardı. Bunların gayesi, Kureyşlilerle anlaşma yaparak, Hazret-i Peygamberle savaşmak ve Peygamberle kendileri arasında olan antlaşmayı da bozmaktı. Bunun üzerine Kureyşliler onlara hitaben: ”Siz kitap ehli insanlarsınız ve dolayısıyla Muhammed'e daha yakınsınız. Size güvenemiyoruz. Size güvenebilmerniz için, bizim ilâhlarımıza secde etmeniz gerekir" demişler. Onlar da bunu yapmışlar. İşte bu, puta ve tâğûta inanmaktır. Çünkü onlar, yaptıkları bu hareketle, putlara secde edip, şeytana itaat etmişlerdir.

Ebû Süfyan, Kâ'b b. Eşrefe şöyle der: ”Sen, kitabı okuyan ve bilen bir kişisin, biz ise, okuyamayan ve bilmeyen kimseleriz. Hangimiz doğru yoldayız? Biz mi, yoksa Muhammed mi?" Bunun üzerine o, ”Muhammed ne diyor? ” diye sorar. O da: ”Tek olan Allah'a ibadet etmeyi emrediyor, O'na ortak koşmayı yasaklıyor" der. Ka'b, Ebû Süfyan'a: ”Sizin dininiz nedir, yani siz ne yapıyorsunuz?" diye sorunca da: ”Biz, Kabe'nin koruyucularıyız, hacılara su verir, onları ağırlarız. Esiri çözeriz, yani hürriyetine kavuştururuz." cevabını alır. Bunun üzerine Ka'b: ”Siz en doğru yoklasınız" der. İşte bu tür tutumlar için Allahü teâlâ:

Ve kafirler için de: 'Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadır' diyorlar buyuruyor. İşte bu gibi kimseler karşılaştıkları kâfirlere: ”Siz inanan insanlardan daha doğru yoldasınız, sizin yolunuz en sağlam yoldur" derler.

52

Allah'ın lânet ettiği kimseler, işte bunlardır. Bu tür insanlara, Allah lânet etmiş ve onları, rahmetinden uzaklaştırıp, kovmuştur.

Allah kimi lanetlerse, artık onun için, O'nun, lânet ederek rahmetinden uzaklaştırdığı kimseler için, cezalarını savacak

hiçbir yardımcı bulamazsın. Onlara hiçbir kimse ne şefaat, ne de yardımda bulunabilir.

53

Yoksa onların, mülkte bir payları mı var? Btı ifade, onların iddialarını inkârdır. Halbuki yahııdilerin iddialarına göre, dünya malı, kendilerinin olacaktı. Durum

eğer öyle olsaydı, kendilerinden başka diğer

insanlara çekirdeğin arkasındaki küçücük bir oyuk kadar bir şey, ya da onun kadar bir şey

bile vermezlerdi. ”Nekîr" kelimesi, çekirdeğin arkasındaki küçücük oyuğu ifade eder. Bu tabirle, küçüklük ve değersizlik ifade edilir.

54

Yoksa onlar, yani bu Yehudiler,

Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için, insanları, Hazret-i Peygambere ve onun ashabına verilmiş olan kitap ve peygamberliği ve müminlerin güç ve başarılarının her gün artmasını

mı kıskanıyorlar? Fakat onların kıskanmaları, çok kötü bir iş ve bâtıl bir olaydır.

Oysa biz, bundan önceleri, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) selefi olan

İbrahim peygambere ve onun

ailesine de gökten inen

kitap ve hikmet bilgi ve peygamberlik

vermiş tık Bununla birlikte

onlara değeri takdir edilemiyen

büyük bir mülk bağışlamıştık. Öyleyse, nasıl olur da, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini imkansız görürler ve onu kıskanırlar?

55

Onların Yehudilerden

bir kısmı ona yani Hazret-i Peygambere

inandı, bir kısmı da yuz çevirdi ve inanmadı. Onlara

yakıcı bir azap olarak, cehennem yeter. işte o cehennemle kendilerine azap edilecektir. Cehennem onlara azap için hazırlanmıştır. O ateş kendilerine yeter.

Geçen âyette Allahü teâlâ, Yehudileri şiddetli bir bilgisizlikle vasıflan dırmıştır. O bilgisizlik de, putlara ibadet etmenin, Allah'a ibadet etmekten daha üstün olduğunu iddia etmeleridir. Daha sonra da, onları kıskançlık ve cimrilikle vasıflandırmıştır. Kıskançlık ve cimrilik, başkalarına nimet verilmesini istememektir. Bu noktada birleşirler. Cimri kendisine verilen nimeti başkasına vermek istemeyendir. Kıskanç ise, Allahü teâlâ'nın, kullarına nimeti vermemesini ister. Bu iki huy, rezilliklerin en kötüsü olup sebebi de, bilgisizliktir. Kıskanç ve cimri insan, hiçbir zaman üstün olmaz.

Bazı hikmet sahibi kimseler, insanoğlunu mal toplamadaki hırsı ve sonunun fena olması bakımından ipek böceğine benzetmişlerdir. İpek böceği de bilgisizliği nedeniyle, kendisi için bir bez parçası yapmak isterken, sığınacak bir yerden yoksun kalır. Kendisini öldürür ve ipek de başkasına kalır. Mümin kulun yapması gereken şey, Allah'ın kendisine verdiği rızka kanaat etmesi, hırsını terkederek mevcut olan malından başkalarına da ikramda bulunmasıdır.

56

Ayetlerimizi yani Kur an'ı ve diğer mucizeleri

inkâr edenleri. büyük ve tutuşturulmuş bir

ateşe atacağız. Derileri pişip

yandıkça, azapları artsın diye onların yerine yeni deriler yaratarak yanan

derilerini değiştireceğiz. Böylece, yanan deri yerine, eski derinin tıpkısını Koyacağız ve yeniden yanacak ve azap yenilenmiş olacak. Netice olarak deri başka bir şekilde tekrar yaratılacaktır. Bu, meselâ bir yüzüğün eritilip yeniden yüzük yapılması gibi olur. İkinci yüzük birinci yüzüğün aynıdır, değişen dökümdür.

Burada akla, şöyle bir şey gelebilir. İlk yanan deri, inkârcı ve âsî deridir. Kendisine azap edilir. Fakat sonradan yaratılan deriye niçin azap ediliyor? Böyle bir şey caiz midir? Bu soruya şöyle cevap veririz: Yapılan azap, görünürdeki deriye değil, bizzat isyan eden zatadır. İsyan eden kişi, aynı kişidir ve azap da onadır.

Yapılan bu azabı tatmaları için, devamlı bir surette kendilerine azap edilir. Bu azap hiç kesilmez. Bu durum, değerli bir insana: ”Allah seni yüce kılsın" demeye benzer. Bunu söylediğinde ”Allah senin yüceliğini devam ettirsin ve artırsın" demek istemişsindir.

Hasan Basrî şöyle der: ”Ateş onları, hergiin yetmiş defa yer. Her yeyişinde de onlara 'dönün' denir ve oldukları gibi dönerler." Merfu' olarak rivayet edilen bir habere göre, inkarcı insanın derisi yetmiş arşın, dişi Uhud tepesi kadar ve üst dudağı da, göbeğine kadardır.

Şüphesiz Allah’azizdir. Hiçbir şey ona güç olamaz, her şeye gücü yeter.

Hakimdir. verdiği her cezayı, ilim ve hikmetle verir.

Rivayet edilir kı Allah'ı tek olarak tanıyan milletlerden, büyiik günahları işleyen, tevbe etmeyen ve pişman olmayarak ölenler, çeşitli biçimlerde cehenneme giderler. Ateş, bunların bazılarının ayaklarına kadar ulaşır, bazılarının dizine kadar ve bazılarının da boynunlarına kadar ulaşır. Bu durum günahlarına ve amellerine göre olur. Orada, bazıları bir ay, bazıları da bir yıl kalır ve sonra çıkar. Orada en uzun kalış, dünya ölçüsü olarak, dünyanın yaratılışından yok oluşuna kadardır.

İbn Semmâk, nefsini kınama konusunda diyordu ki: ”Ey Nefis! Zâhidlerin sözünü söylüyor, münafıkların işini yapıyorsun ve bu halinle de cenneti arzu ediyorsun. Heyhat! Heyhat! Cennet, diğer topluluklarındır. Sana yazıklar olsun! Kisra'nın, Kayser'in ve Firavunların modasına uyup, cennette benim de Hazret-i Peygambere arkadaş olmamı istiyorsun. Bu nasıl olabilir?"

Anlatıldığına göre, Yezid b. Mersed'in bir an bile göz yaşı dinmiyor ve ağlaması durmuyormuş. Bunun sebebini soranlara şu karşılığı vermiş: ”Allah beni, işlediğim günahlardan dolayı, sadece hamama hapsedeceğini söylemiş olsaydı, göz yaşımın dinmemesi gerekirdi. Halbuki Allah, üçbin yıldır tutuşturmuş olduğu cehenneme atacağını söylüyor. O cehennem ki, ilk bin yılda kıpkırmızı olmuş, ikinci bin yılda bembeyaz olmuş, üçüncü bin yılda ise ateşin hararetinden dolayı simsiyah olmuştur. Orası, karanlık gece gibi, simsiyahtır. Nasıl göz yaşı döküp ağlamayalım ki?"

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) da şöyle der: ”Günahkâr insana verilen nimete gıpta etme. Çiinkü onun arkasında hasis bir istekli var. O da cehennemdir." Âyet-i kerimede: ”Ateş dindikçe, alevini artırırız" (İsrâ: 97) buyurulmuştıır.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Kimin gayesi, ahireti kazanmak olursa, Allah ona kuvvet verir ve kalbine zenginlik koyar ve dünya ona boyun eğer. Kim de dünyayı kazanmak isterse, Allah onun işlerini parçalar ve fakirliğini gözii önüne getirir. Dünyadan da, kendisine takdir edilenden başkasını alamaz.

57

Allah’a, peygambere ve Kurana

iman edip diğer mûcizeleri tasdik edenleri ve

salıh amel işleyenleri ve Allah'ın emirlerine uyanları,

ise altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Orada ebedî olarak kalacaklardır, oradan hiç çıkarılmayacaklar ve ölmeyeceklerdir.

Orada onlara, tertemiz, hayız, nıfas, Haset, kin... gibi bedeni pisliklerden arındırılmış, tabiî kirlerden temizlenmiş

zevceler vardır. ve orada kendilerini, güneşin etki edemeyeceği

koyu bir gölgeye koyacağız.

"Zalîl" kelimesi, gölge anlamındaki ”zıll" kelimesinden türemiş olup, gölge kelimesini pekiştirir. Kopkoyu gölge anlamına gelir. Akla şu gelebilir: Cennette, sıcaklığı dolayısıyla insanlara eziyet verecek olan bir güneş olmayacağına göre, kopkoyu gölgeden niçin sözedilmiştir? Orada bazı yerler vardır da, güneş ulaşamıyorsa, oranın havası bozuktur ve orası sıkıcı, rahatsız edici bir yerdir. Öyleyse, neden cennetin havası böyle anlatılmıştır?

Bu soruya verebileceğimiz cevap şudur: Arap ülkeleri çok sıcaktır. Onlar için gölge, en büyük rahatlık sebebidir. Bunu onlar rahatlıktan kinaye olarak söylerler. Hazret-i Peygamber de: ”Devlet başkanı, yer yüzünde, Allah'ın bölgesidir" buyurmuştur. Gölge, rahatlığı ifade eden bir kelime olduğuna göre, koyu gölge de rahatlığın çok büyük boyutlara varmış olduğunu ifade etmiş olmalıdır.

İmam (Fahreddin Râzî) şöyle der: ”Şu anda hatırıma, Hazret-i Peygamber'in hadisi geldi. Hadis şöyledir: ”Cennette bir ağaç vardır. Binekli bir kişi o ağacın gölgesinde yüz yıl gider de gölgeyi geçemez. Kur’an'da da ”Uzatılmış gölge" (Vâkıa: 30) ifadesi yer alır. Başka bir hadiste belirtildiğine göre de cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hatırdan geçmeyen nimetler vardır. Nitekim âyet-i kerimede: ”Onlar için, nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını kimse bilemez" (Secde: 17) buyurulur."

58

Allah size, emanetleri ehline vermenizi emreder. Bu âyet, Kabe'nin hizmetini gören, Osman b. Abdüddâr hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber, fetih gününde Mekke'ye girince, bu adam Kabe'nin kapısını kapatarak, damına çıkmış ve Hazret-i Peygambere anahtarı vermemekte direnmiş. Sonradan da: ”Onun Hazret-i Peygamber olduğunu bilseydim, engel olmazdım" demiş. Ali b. Ebî Talib, onun elini bükerek anahtarı almış ve Kabe'yi açmış. Hazret-i Peygamber içeri girerek iki rekât namaz kılmış. Namazdan sonra Hazret-i Abbas, anahtarın tekrar Osman'a verilmesini hem Kabe hizmeti ve hem de hacılara su ikramı işinin ona verilmesini istemiş. Bu âyet işte bu olay üzerine nazil olmuştur. Rasûlullah Hazret-i Ali'ye, Osman'dan özür dileyerek, anahtarı tekrar ona vermesini ve özür dilemesini emretmiş. Hazret-i Ali de emri yerine getirmiş. Bunun üzerine Osman, Ali'ye demiş ki: ”Önce zorlayıp eziyet ettin, şimdi de gelmiş merhamet mi ediyorsun?" Ali de: ”Allah senin hakkında Kur’an indirdi" demiş ve inen âyeti okumuş. Osman da, kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuş. Cebrail gelerek, bundan sonra Kâbe hizmetçiliğinin ebediyyen Osman'ın oğullarında olmasını Hazret-i Peygambere söylemiştir. Daha sonra Osman hicret edince, anahtarı oğlu Şeybe'ye vermiştir. Günümüze kadar bu hizmet onun oğullarında devam etmiştir.

Ve Allahü teâlâ size,

insanlar arasında bir konuda

hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi, hakkı tam olarak yerine getirmenizi

emreder. Allah size, adaleti yerine getirmeyi ve insaflı karar vermeyi emrederken, sizin için

ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah halkın söylediğini

çok iyi işiten ve yaptığı işleri çok iyi

görendir. Öyleyse, Allah'ın emirlerini ve öğütlerini yerine getirin. O, görülenleri de, işitilenleri de çok iyi bilir. Sizden çıkan şeylere göre, sizin mükâfatınızı, ya da cezanızı verir.

Bu âyetin, yukarıda zikredilen özel bir olay hakkında inmiş olması, hükmünün sadece o olayla sınırlı kalmasını gerektirmez. Bilakis her türlü emanetler, insanın Allah'la, diğer insanlar ve kendisiyle olan ilişkileri bunun kapsamı içindedir. Bu üç çeşit ilişkiden her birinde emaneti gözetme mecburiyeti vardır:

Birinci kısım, Allah'ın emanetine riayet, Onun tarafından emredilenleri yapmak, yasaklanan şeyleri terketmektir. Bu öyle bir denizdir ki, sahili yoktur. İbn Mes ud şöyle der: ”Her konuda emaneti gözetmek gerekir. Abdestte, gusülde, namazda, zekâtta, oruçta ve diğer konularda." Meselâ, dil emanetini gözetmek; yalan konuşmamakla, gıybet etmemekle, dedikodu yapmamakla, inkârcılık etmemekle, bid'attan uzak durmakla ve çirkin sözler sarfetmemekle... olur. Gözlerin emanetini korumak; onları harama bakmada kullanmamakla olur. Kulağın emanetini korumak; yalan ve iftira gibi boş ve yasaklanan şeyleri dinlememekle olur. Diğer bütün organlar için de durum aynıdır.

İkinci kısım ise diğer yaratıklara karşı olan emaneti gözetme mecburiyetidir. Bu kısına, alınan emaneti geri vermek, ölçii ve tartıyı eksik yapmamak, insanların ayıplarını yaymamak, idarecilerin adaletli davranması, hanımın, kocasının emaneti olan iffetini koruması gibi konular dahildir.

Üçüncü kısım ise, insanın kendi nefsine karşı emaneti gözetmesidir. Bu da, din ve dünyası için, en faydalı olan şeyi yapması, şehvet ve öfkesi sebebiyle, ahiretine zarar verecek olan şeylerden kaçınmasıdır. Onun için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz" buyurmuştur. ” Hazret-i Peygamber, başka bir hadiste de şöyle buyurur: ”Emaneti gözetmiyenin, imanı da yoktur. Sözünde durmayanın ise, dini yoktur."

Mü'min kulun görevi, elinden geldiğince emanete riayet etmesi ve her zaman Hakk'ın öğüdüne kulak vermesidir. Çünkü öğüt, mutlaka faydalıdır. Eğer idareci ise, mutlaka adaletli iş yapmalıdır, emanetleri ehline vermelidir. Hasan Basrî şöyle der: ”Allahü teâlâ idarecilere üç şey yüklemiştir: Boş şeylere ve hevaya uymamak, insanlardan değil, O'ndan (Allah'tan) korkmak ve âyetlerini basit bir dünya menfaati karşılığında satmamak."

59

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin. Burada sözü edilenler, hakkı emreden idareciler ve adaleti yerine getiren valilerdir. Haksızlığı emreden idareciler ise, itaat edilmeye lâyık değillerdir. Onlar, yani adaletli olmayan idareciler, zalim kimselerdir. İnsanların mallarını zorla gasbederler.

Allah'a itaat, müstakil olarak zikredilmiş, arkasından ise, ”peygambere ve sizden olan idarecilere" kısmı bir arada zikredilmiştir. ”Sizden olan idarecilere itaat edin" ifadesi müstakil olarak gelmemiştir. ”Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin" buyurıılarak, bir edep ifadesi sergilenmiştir. O edep de, Allahü teâlâ'nın ismiyle, bir başkasının isminin aynı yerde yanyana sergilenmemiş olmasıdır. Fakat iş kullarla ilgili olunca bu caizdir. Çiinkü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, bir insandır, idareciler de. Bu ikisinin bir arada zikredilmesinin herhangi bir zararı yoktur.

Eğer siz ve sizi yönetenler, din veya dünya konusunda

herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, eğer gerçekten

Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah'a ve Rasûlüne, Allah'ın Kitabına ve Hazret-i Peygamber'in Sünnetine

götürün. Bu âyet, kıyasın delil olmasına işaret etmektedir. Kıyas nasıl delil olmasın? Bir konuda nas varsa, ihtilaf edilen konuyu o nassa havale etmek, temsil yoluyla, ve onun üzerine bina etmek suretiyle olur. Kıyasla kasdedilen de budur. Allah'a ve peygambere itaattan sonra, bu da emredilmektedir. Böylece de, hükümlerin üç yolla ortaya çıktığı anlaşılmış oluyor: Kitapla sabit olan hükümler, sünnetle sabit olan hükümler ve kitap ve sünnete havale etmek yoluyla sabit olan hükümler ki, bu da kıyastır.

Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, böyle yapmanız gerekir. Allah'a iman bellidir. Ahiret gününe iman ise, Allah'ın Kitabına ve peygamberin sünnetine muhalefet edenlerin uğrayacağı cezayı ifade eder. İhtilafa düştüğünüz şeyleri, Kitabına ve peygamberin sünnetine havale ederseniz, sizin için

bu iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.

Bu âyet, hak yolda olan idarecilere itaat etmenin vacip olduğuna işaret eder. Hak yoldan sapan idarecilere ise, itaat edilmez. Çünkü hadis-i şerifte: ”Allah'a karşı gelinen bîr konuda, mahluka itaat yoktur" buyurulur.' İdarecilerin, Allah'ın kanun ve hükümlerini uygulama ve Hazret-i Peygamberin sünnetine uyma konusunda, Allah'tan korkup, ürpermeleri gerekir. Ancak o zaman, insanlara karşı Allah onların kalbine heybet doldurur ve o zaman, insanlardan korunmak için orduya da ihtiyaçları olmaz.

Rivayet edildiğine göre Rum kralı, Hazret-i Ömer'e hediye olarak cübbe ve bazı giyim eşyaları göndermiş. Hediyeleri getiren elçi şehre girince: ”Hâlifenin binası ve sarayı nerede?" diye sormuş. Ona demişler ki: ”Onun, senin düşündüğün gibi büyük bir sarayı ve binası yoktur. Küçük bir evi vardır." Ona evini göstermişler. Gittiğinde küçük mütevazi bir ev olduğunu görmüş Eski olduğu için, evin kapısı kararmış bir haldeymiş. Hazret-i Ömer'i istemiş, ancak evde olmadığını, kendinin ve müsllimanların bazı işlerini görmek için çarşıya çıktığını söylemişler. Elçi de çarşıya çıkmış ve Hazret-i Ömer'i, bir duvarın gölgesinde, kırbacına dayanmış olarak uyur halde bulmuş. Elçi bu durumu görünce: ”Adilsin, eminsin ve istediğin gibi de uyuyorsun. Bizim yöneticilerimiz ise, haksızlık ediyorlar, kalelere ve ordulara sığınıp, ordular tarafından korunma ihtiyacı hissediyorlar" demiş.

Erdeşir de şöyle der: ”Mülkün temeli din, muhafızı da adalettir. Mülkün temeli olmazsa yıkılır, muhafızı olmazsa kaybolur." Haksızlık çok büyük bir ayıp, cezası da cehennemdir. Her akıllı insanın, haksızlıktan kaçınması gerekir. Mü'minin niyeti adalet olursa, zalimlerden kaçması ve zalimlere itaat etmemesi gerekir. Sadece hak yolda olan insanlara itaat edilir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Bana kafa tutan da, Allah'a kafa tutmuş olur. Adaletli yöneticiye itaat eden, bana itaat etmiş olur. Yöneticiye kafa tutan ise, bana kafa tutmuş olur" buyurur.'

Haccâc'a: ”Sen Hazret-i Ömer devrine yetiştin. Onun adaletini gördün. O halde, neden Ömer gibi âdil olmuyorsun?" diye sorarlar. Haccac da şöyle der: ”Sizler zühd ve takvada Ebû Zer gibi olun. O zaman ben de size, Ömer gibi âdil ve insaflı davranayım."

60

Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Buradaki ”iddia (zu'm)"dan kasıt, onların yalanlarıdır. Çünkü âyet, münafıklar hakkında nazil olmuştur. Onlar, sana indirilene yani Kur ana ve senden önce indirilenlere, Tevrat'a ve diğer kitaplara inandıklarını iddia ediyorlar. Böylece de, Tâğûta başvurmak istiyorlar.

İbn Abbas anlatıyor: Bir münafık, yahudinin biriyle kavga etti. Yahudi, münafığı Hazret-i Peygamber'in karşısına çağırdı. Çünkü Hazret-i Peygamber'in, âdil karar vereceğini biliyordu. Münafık da yahudiyi, Kâ'b b. Eşrefe gitmeye davet etti. Çünkü bu adam da, rüşvete çok meraklıydı. Yahudi, davasında haklı, münafık ise haksızdı. Yahudi, sözünde diretti ve yargılanmak üzere, Hazret-i Peygamber'in huzuruna çıktılar. Hazret-i Peygamber, yahudinin lehine karar verdi. Münafık bu karara razı olmayıp, Hazret-i Ömer'in huzurunda yargılanmak istedi. Yahudi, Hazret-i Ömer'e şöyle dedi: ”Hazret-i Peygamber benim lehime karar verdi. Fakat o, bunu beğenmeyip, senin huzurunda yargılanmayı istedi." Hazret-i Ömer de: ”Öyle mi?" diye münafığa sordu ve münafıktan ”evet" cevabını aldı. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: ” Ben gelinceye kadar yerinizden kıpırdamayın" diyerek dışarı çıktı. Biraz sonra kılıcıyla içeri girerek, münafığın kellesini uçurdu ve ” Allah'ın ve O'nun Resûlünün kararına razı olmayana böyle karar gerekir" dedi. Bu olay üzerine bu âyet indi.143'

Cebrail gelerek dedi ki: ”Ömer, hakla bâtılı ayırdığı için ” Fârûk" ismini almıştır." Tâğfıt da, Kâ'b b. Eşreftir. Çünkü o, Hazret-i Peygambere saldırmada ve düşmanlıkta çok ileri gitmişti.

Halbuki onlara,

tagut'a inanmamaları ondan sakınmaları ve kendilerini temize çıkarmaları

emredilmiş olmasına rağmen yine de, tâğut'un önünde muhakeme olunmalarını istiyorlar. Yani emredilenin tersini yaparak, tâğuta uyuyorlardı.

Şeytan da onları, derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. Bu öyle bir sapıklıktır ki artık ondan sonra, bir daha hidayet bulamazlar.

61

Onlara, yani münafıklara:

'Allah'ın indirdiğine ve peygambere, yani Allah'ın, kitabındaki emirlerine ve O'nun peygamberinin emirlerine

gelin, dendiğinde, o

münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün. Bu ifadeyle, münafıklar yerilerek, nifakları tescil edilmiştir.

62

Ya nasıl olur halleri ve nasıl yaparlar? Kendi

elleriyle yaptıkları bir kötülük

yüzünden başlarına bir felâket gelince, yapmış oldukları suçtan dolayı

hemen sana gelirler de özür dileyerek senden başkasına gidip muhakeme olmakla:

'Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik' yoksa biz sana muhalefet etmek ve senin hükmünü beğenmemezlik etmek istemedik. Yapmış olduğumuzdan dolayı bizi hesaba çekme

diye Allah'a yemin ederler.

Bu durum, onların yaptıklarına bir tehdit ifadesidir. Onlar, pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda pişman olacaklar. Onları, özürleri de kurtaranııyacaktır.

63

Allah onların kalblerinde olanı, münafıkların kalplerinde gizledikleri nifakı, çok iyi

bilir. Nifaklarını gizlemeleri ve yalan yere Allah'a yemin etmeleri, kendilerini cezadan kurtaramıyacaktır.

Onlara aldırma. Onlardan yüz çevir, özürlerini kabul etme. Nifakları ve hileleri konusunda

kendilerine öğüt ver ve onları uyar. Nefislerinde olan pisliği onlara anlat. Ya da, nefislerindeki pislikten arınmalarını anlat. Belki öğüt, onlara daha faydalı olur.

Ve onlara kendileri hakkında tesirli güzel ve etkili

söz söyle. Etkili söz şöyle olur: ”Allah sizin, gizli ve açık her şeyinizi bilir. Kalblerinizde olanı da bilir. İçinizi düzeltin. Kalplerinizi, inkâr ve rezilliklerden temizleyin." Onlara biraz da kaba davranın. Belki de öğüt vermeniz onlara faydalı olur.

64

Biz her peygamberi, hiçbiri istisna olmamak üzere,

ancak Allah'ın izniyle, kendisine itaat edilmesi, verdiği emirlere uyulması

için gönderdik. Peygamberler, verdikleri emirleri Allah'tan alarak verirler. Bu yüzden de peygamberlere itaat, Allah'a itaat ve onlara isyan, Allah'a isyandır.

Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri, sana itaat etmeyerek ve senden başkasının huzuruna, muhakeme olmaya giderek kendilerini azaba maraz bıraktıkları

zaman nifaktan tevbe ederek

sana gelseler ve Allah'tan bağışlanmayı isteseler, samimi olarak tevbe etseler,

rasûl de onlar için bağışlanma dileseydi, Allah'ı tevbeleri çok

kabul edici ve çok

merhamet edici onlara rahmet iyle muamelede bulunan bir mabud

olarak bulurlardı.

65

Hayır! Durum, onların inanmış olduklarını iddia ettikleri gibi değildir. Ey Rasûlüm Muhammed!

Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmelerde, birbirleriyle olan ilişkilerinde ortaya çıkan ihtilaflarda,

seni hakem yapıp, senin huzurunda yargılanmadıkça, ve

sonra da senin verdiğin hükme karşı, her türlü endişe ve vesveseden uzak olarak

içlerinde hiçbir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça, senin verdiğin karara razı olmadıkça, gerçekten

inanmış olmazlar. Gerçekten iman etmiş olmaları için, senin vermiş olduğun karara, içleriyle ve dışiarıyla teslim olup, boyun eğmeleri gerekir.

Bu âyet gösteriyor ki, Allah'ın ve peygamberin emirlerinden bir şeyi kabul etmeyen kimse, İslâm'ın dışına çıkmıştır. Hazret-i Peygamber, hak yolun rehberidir. Rehbere uymamak ise, sapıklıktır. Bir hadis-i şerifte: ”Sizden birinizin isteği, getirmiş olduğum hükümlere uymadıkça, gerçekten iman etmiş olamaz" buyurulmuştur.

'İrbaz b. Sâriye şöyle anlatır: ”Hazret-i Peygamber bize öğüt verdi. Verdiği bu öğütten dolayı kalblerimiz ürperip, gözlerimiz yaşardı. Bunun üzerine bizler dedik ki,' Ey Allah'ın Rasûlü! Bu veda eden kimsenin öğüdü galiba! Öyleyse bize tavsiyede bulun'. Bu sözümüz üzerine buyurdu ki: ”Size, Allah'tan korkmanızı, başınıza bir köle dahi idareci olmuş olsa, dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Sizden kim yaşarsa, birçok ihtilaflara şahit olacak, işte o zaman, benim râşit ve hidayet rehberi olan halifelerimin sünnetine sarılın. Hem sımsıkı sarılın. Sonradan uydurulan ve dine sokulan şeylerden sakının. Sonradan uydurulan her şey bidattir. Her bid'at da sapıklıktır."

Mümin, Rasûlüllah'ın sünnetine uymaya ve bid'at olan şeylerden kaçmaya mecburdur. Ancak bu şekilde, içini ve dışını temiz tutabilir ve kıyamet gününde Hazret-i Peygamber'in şefaatine nail olur. Böylelikle de, ateşten kurtularak, iyilerle birlikte cennete girer.

66

Eğer onlara: 'Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın' diye yazmış olsaydık, yani eğer biz, o münafıklara da, günahlarından tevbe etme isteğinde bulundukları zaman, İsrail oğullarına farz kılmış olduğumuz gibi, kendilerini öldürmelerini veya yurtlarından çıkmalarını emretmiş olsaydık,

içlerinden pek azı hariç, bunu, yani emretmiş olduğumuz bu şeyleri

yapmazlardı. İçlerinde pek az samimi bir gurup bunu yapardı.

Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, peygambere itaat edip, ona uysalar, onun sancağı altında yürüseler, onun gösterdiğine boyun eğseler ve onu hakem kabul etselerdi,

elbette onlar için her iki dünyaları açısından da

daha iyi ve daha sağlam olurdu. İçinde bulundukları ısdıraptan uzak olurlardı ve imanları daha kuvvetli olurdu.

67

İmanda sabit kalsalardı, işte

o zaman elbette onlara, ahiretleri için,

katımızdan büyük bir mükâfat ve kesilmeyen bir sevap

verirdik.

68

Ve onları, elbette doğru bir yola iletirdik. Onlar, bu davranışlarıyla mutluluk âlemine ulaşırlardı. Kendilerine gayb kapıları açılırdı.

Salihlerden biri demiştir ki: ”Sizin hiçbiriniz, korkunca çalışan kötü köle gibi olmasın. Kendisine bir şey verilmeyince çalışmayan işçi gibi de olmayın." Yine denir ki, korku ve çile atına binmeyen, mal ve mülke ulaşamaz.

Ey kendisine verilen öğüdü yerine getirmeyen ve Rabb'inden korkmayan kul! Senin için hayırlı olanı nasıl ter kettin, menfaatini nasıl teptin? Şu anda senin için, içine düşmüş olduğun kötülük ve menhiyattan tevbe edip, ibadet ve taatte bulunarak Allah'a dönmekten başka çıkar yol yoktur.

69

Kim, tam anlamıyla

Allah'a ve peygambere itaat ederse...

Burada ”taat", tam bir boyun eğme, gerçek anlamda emirlere uyma, bütün emir ve yasaklara riayet etmektir. İşte kim Allah'a ve peygambere bu şekilde bir bağlılık gösterirse,

işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği derecelerini yücelttiği

peygamberler, sıddîklar, şehitler ve salihlerle beraberdir. Bu ifade, müminleri itaate teşviktir. Çünkü itaat vasıtasıyla, Allah dostlarıyla birlikte olmaya söz almışlardır. İtaat sayesinde, Allah katında en yüce dereceleri elde edeceklerdir. Bunların başında, ilim ve amel bakımından yüceliğin zirvesine ulaşan nebiler vardır. Sonra, sadakat ve samimiyette yücelen sadık kimseler yer alır. Bunların arkasından da, Allah'ın dininin yücelmesi uğruna hayatlarım veren şehitler gelir. Bütün ömürlerini Allah'a itaat etmekle geçiren sâlilı kullar da bu grubun erleridir.

Buradaki ”beraberlik" ten kasıt, derecedeki beraber olma değildir. Çünkü, fâdıl ile mefdûl'ün aynı derecede olması caiz değildir. Fakat bunlar, cennette öyle yerleşecekler ki, hepsi de birbirlerini görecek ve dilediklerinde, birbirlerini ziyaret edebileceklerdir.

Onlar ne güzel arkadaştırlar. Burada bir hayret ifadesi vardır. Sanki denmiştir ki: ” Ne güzel arkadaştır onlar?" Yani nebiler ve ondan sonra bahsi geçenler.

"Refîk" kelimesi, rıfk kelimesinden türemiş olup, arkadaş anlamınadır. Yumuşak huyluluğu, mıınisliği ifade eder.

Rivayet edilir ki: Hazret-i Peygamber'in azatlı kölesi Sevban, güniin birinde, vücudu cılızlaşmış ve rengi solmuş olarak, Hazret-i Peygambere gelir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun sebebini sorar. O da: ”Hiçbir acım falan yok. Fakat seni görmediğim zaman özlüyorum, ayrılığına dayanamıyorum. Sonra da ahireti hatırladım ve seni, orada da görememekten korktum. Orada senin, nebilerle birlikte yükseltileceğini biliyorum. Ben cennete girdirilsem bile orada, seninle benim yerim ayrı olacak. Eğer cennete girdirilmezsern o zaman seni ebediyyen hiç göremiyeceğim" cevabını verir. İşte bu âyet, bunun üzerine, iner.

70

Bu nimet, Allah'a itaat edenlere verilen bu sevap ve mükâfat, sadece

Allah'tandır. Allah'ın lütuf ve ikramıdır. Kendisine itaat edenlere vereceği mükâfatı,

bilen olarak Allah yeter.

Bu âyet, bütün mükellefler, hakkındadır. Allah'a ve peygambere itaat eden herkes Allah katında derece ve şerefli bir makam kazanır.

Sahillerden birinden şöyle rivayet edilmiştir: Gecenin birinde, uykum geldi ve uyudum. Rüyamda, kıyametin koptuğunu gördüm. İnsanlar hesaba çekiliyorlar, bir topluluk cennete, birisi de cehenneme gönderiliyor. Ben de cennete götürüldüm ve: 'Ey Cennet ehli! Rıdvan mahallesindeki bu bahçeli evi nasıl elde ettiniz?' diye sordum. (Allah'ın rızasını kazanarak cennetteki köşkleri nasıl elde ettiniz?) Onlar: ”Allah'a itaatle, şeytana baş kaldırmakla" cevabını verdiler. Sonra cehennem kapısına geldim ve: 'Ey Cehennemlikler! Buraya nasıl geldiniz?' diye bağırdım. Onlar da: 'Şeytana itaat edip, Allah'a baş kaldırmak suretiyle' cevabını verdiler.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: ”Diretenler hariç, bütün ümmetim cennete girecektir," Denildi ki: ” Diretenler kimlerdir?" O buyurdu ki:

"Bana itaat eden cennete girecek, bana baş kaldıran ise, diretmiş olur,' (6) Kişi, Allah'ın Rasûlüne ve Allah'ın dostlarına tâbi olması gerekir. Çünkü hadiste: ”Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurulur." Eğer peygamberleri, sıddıkları, şehitleri ve sâlih kimseleri severse, elbette cennette onlarla birlikte olur.

71

Ey iman edenler! İhtiyatlı davranın. Uyanık olun ve düşmana karşı tedbirinizi alın ki, düşman size iistün gelmesin! Ayrı ayrı guruplar halinde,

bölük bölük düşmanla cihat etmeye çıkın.

Ya da Hazret-i Peygamber çıktığı zaman, siz de bir bütün halinde toplu olarak

hep birlikte savaşa çıkın. Âyette geçen ”siihât", ”siibe" kelimesinin çoğuludur. Sübe, sayıları onun üzerinde erkeklerden oluşan topluluk demektir.

72

Sizin

içinizden bazıları vardır ki, savaşa çıkmakta

pek yavaş davranırlar ve geri kalırlar. Buradaki lıitap, mümin olan müslüman askerlere ve münafıklaradır. ”Yavaş davrananlar" dan kasıt ise, askerin içerisinde bulunan münafıklardır. Bu münafıklar, nifak çıkarmak için savaşa gidiyorlardı.

Size düşman tarafından; bir yenilgi veya öliim gibi

bir musibet dokununca, yavaş davranan münafıklar, yaptığı işe sevinerek ve rabbine hamdederek: Savaşa katılmayıp geri kalmam sebebiyle,

'Allah bana lütfetti de, savaşta

onlarla beraber bulunmadım' der. Böylece onların başına gelen felâket: benim başıma gelmedi, der.

73

Eğer Allah'tan size ganimet veya zafer gibi

bir nimet erişirse, yavaş davranıp, evde oturmalarına ve kaybettikleri ganimete pişman bir vaziyette, sanki

sizinle kendisi arasında hiç sevgi yokmuş gibi: 'Keşke ben de, savaşta

onlarla beraber olsaydım da, büyük bir başarı kazansaydım', yani elde edilen bol ganimetten pay alsaydım

der.

74

O halde, diinya hayatım ahiret karşılığında satanlar, yani Allah rızasını elde etmek için hayatlarım feda eden müminler,

Allah yolunda savaşsınlar. Bazıları yavaş davransalar da, samimi müminler savaşa devam etsin. {Kim, Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse, biz ona yakında} değeri biçilemiyecek derecede,

büyük bîr mükâfat vereceğiz. Onun hakkı, büyük bir mükâfattır ancak. Yense de, yenilse de.

Burada ince bir nokta vardır. Âyet-i kerimede: ”Öldürülür veya galip gelirse" buyurulmasının sebebi, mücahide, savaşta kararlı olup, kendisini şehitlikle yüceltmesi tenbihi yapılmaktadır. Mücahidin gayesi, sırf adam öldürmek değil, hakkı yüceltip, dini hâkim kılmaktır. Bu konuda. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allahü teâlâ, Allah yolunda cihad etmek ve kelimetullahı tasdik etmek niyetiyle evinden çıkan kimseyi, cennete koymayı yahut da almış olduğu ecir ve ganimetle evine geri döndürmeyi tekeffül etmiştir" buyurmaktadır.

Bir başka hadis-i şerifte: ” Allah yolunda bir gaziyi savaşa hazırlayan kimse, savaşmış gibidir. Savaşan bir gazinin, evinde bırakmış olduğu kimselere iyi muamelede bulunan kimse de, savaşmış gibidir" buyurulur. Savaşa giden gazinin, geride bırakmış olduğu insanların ihtiyaçlarını giderip, onlara iyi muamelede bulunmak da, savaşa katılmış kadar sevap kazandırır.

Cihadın faziletleri sayılamıyacak kadar çoktur. Bu âyet, her ne kadar savaş hakkında inmiş ise de, hayırlara koşan insanlar da bu kapsama dahildirler. Yeter ki, vakit geçmeden, bu hayırları işleyebilsinler. Hazret-i Peygamber buyurur ki: ” Karanlık gece parçaları gibi fitneler gelmezden önce, salih amellere koşunuz. Öyle bir zaman olur ki adam, mü'min olarak sabahlayıp, kâfir olarak akşamlar. Ya da, kâfir olarak sabahlar, mü'min olarak akşamlar. Basit bir dünya menfaati karşılığında, dinini satar. ”

Zübeyr b. Adiy anlatıyor: ”Enes b. Mâlike gelip, Haccâc'ın bize yaptıklarını şikayet ettik. O dedi ki: Sabredin! Hiçbir zaman gelmez ki, ondan sonra Allah'a kavuşuncaya kadar daha kötü bir zaman gelmemiş olsun. Ben bunu, Peygamberinizden işittim."

Biliniz ki, nefis ve şeytanla savaşmanın silah ve malzemeleri, Allah'ı zikretmektir. Allah'ı zikretmekle insan, nefsânî duyguların esiri olmaktan kurtulur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Hiçbir topluluk yoktur ki, Allah'ı zikretmek için otursunlar da, onların etrafını melekler sarıp rahmet kaplamasın ve onlara bir sekînet (huzur ve rahatlık) inmesin ve ayrıca Allahü teâlâ o topluluğu yüce katında olanların yanında anmasın." buyurmuştur.

Ebû Vâkid el-Haris b. Avf (radıyallahü anh) anlatıyor: ”Hazret-i Peygamber mescidde oturuyordu. Onunla birlikte başka insanlar da vardı. Üç kişi içeri girip, ikisi Hazret-i Peygambere yöneldi, birisi ise gitti. Bu iki kişi, Hazret-i Peygamberi tanımışlardı. İki kişiden bir tanesi, halkada bir boşluk görüp, oraya oturdu. Diğeri ise, arkalarında oturdu. Hazret-i Peygamber işini bitirince: ”Bu üç kişinin durumunu size haber vereyim mi? Onlardan birisi Allah'a sığındı, Allah da onu korumasına aldı. İkincisi Allah'tan utandı, (orada bulunanları sıkıştırmak istemedi, Allah'ın Resulünden utandı) Allah da ondan utandı, (yani ona rahmetiyle muamele etti, onu cezalandırmadı.) Üçüncüsü de Allah'tan yüz çevirdi, Allah da ondan yüz çevirdi" buyurdu. '

75

Ey Müminler!

Size ne oldu ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz, cihadı terkediyorsunuz. Cihadı terketmek için hiçbir sebep yokken, neden savaşmıyorsunuz? Buradaki soru cümlesi, bir kınama ifadesidir. Allah'tan başka hiçbir çareleri ve sığınacakları yer olmayan Mekke'li bu zayıf insanlar, dua ederek diyorlar ki:

Ve: 'Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan şu şehirden insanları, Allah'a ortak koştukları ve müsllimanlara eziyet ettikleri için zalim olan bu Mekke diyarından

çıkar bizleri!

Bize katından bir koruyucu ver. Bize müslüman bir vali ver de, menfaatlerimizi korusun, dinimizi muhafaza etsin. Yine

bize, kendi

katından bir yardımcı ver' de, düşmanlarımıza karşı bize yardım etsin,

diyen zayıf erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? Size ne oluyor da, Mekke'de müslüman olan ve inkarcılar tarafından kendilerine eziyet verilen, esir alınan ve zayıf düşürülenleri kurtarmak için savaşmıyorsunuz? Halbuki, bu insanların hicret etmeleri, müşrikler tarafından engellenmiş, zelil ve âciz bir şekilde onların arasında kalmışlar. Onların birçok şiddetli eza ve eefalarıyla karşı karşıyalar.

Burada, ”müstaz'af (zayıf) tan özellikle bahsedilmiş olması, zayıf Müslümanları kâfirlerin elinden kurtarmanın en büyük hayırlardan biri olduğuna işaret içindir.

Çocuklara yapılan haksızlığın çok fazla olduğunu tescil etmek için özellikle zayıflarla birlikte zikredilmiştir. Çünkü, kâfirlerin yaptığı haksızlıklar, mükellef olmayan çocuklara bile sirayet etmişti. Âyetten anlaşıldığına göre, mal vererek, savaşarak veya hangi yolla imkân bulunursa onu yaparak, esir insanları inkarcılardan kurtarmak vaciptir.

Allahü teâlâ, onların bu dualarına cevap veriyor ve Mekke'nin fethinden önce, bazılarının Mekke'den çıkmasını nasip ediyor. Orada kalanlara ise, hayırlı bir yardımcı ve dost nasip ederek, sevgili Peygamber'i(sallallahü aleyhi ve sellem) eliyle, Mekke'nin fethini nasip ediyor. Böylece, kendilerine yardım edilmiş oluyor. Daha sonra da kendilerine, Attâb b. Esîd vali tayin ediliyor. Kendilerine çok büyük yardımlarda bulunuyor ve Mekke'nin en yüceleri oluyorlar.

76

Allah’a

iman edenler. Allah yolunda, Allah'ın dininin yücelmesi için

savaşırlar. Hiç

Şüphe yok ki, Allah onların dostu ve vardımcısıdır.

İnkar edenler de tagut yolunda savaşırlar. Tâğût da onları, şeytana ulaştırır. Onların şeytandan başka yardımcıları yoktur.

O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Sanki burada, ”Öyle ise ey Allah'ın dostları! Şeytanın dostlarıyla savaşınız!" gibi bir ifade vardır.

Çünkü şeytanın hilesi zayıftır. Şeytanın mü'minlere olan tuzağı zayıftır, önemsizdir. Öyle ise onun dostlarından korknıayınız. Çünkü şeytanın dostlarının dayanağı çok zayıf ve çok basittir. Tıpkı bu: ” Hakkın devleti, bâtılın gürültüsü (cevleti) vardır" ata sözüne benzer.

Şeytanın tuzağı köpeğe benzer. Ona karşı direnirsen, deriyi yırtar, elbiseyi parçalar. Rabbine yönelirsen, şefkatle onu senden uzaklaştırır. Allahü teâlâ, şeytanı, kullarına düşman yaratmıştır ki, kullar da şeytanı kötii olarak bellesin ve şeytandan sakınmaya devanı etsinler.

Ahmet b. Sehl şöyle söyler: Dört tane düşmanın vardır:

Birincisi dünyadır. Dünyanın sana karşı kullandığı silâh ise halkla karşılaşmaktır. Dünyayı içerisine atacağın ceza evi ise, halktan ayrılıp, kenara çekilmektir.

İkincisi şeytandır. Şeytanın silahı tokluktur. Şeytanın ceza evi de açlıktır.

Üçüncü düşmanın ise nefistir. Nefsin silahı uykudur. Nefsin ceza evi de uykusuzluktur.

Dördüncü düşman da lıevâ olup, silahı da lâftır. Hevânın ceza evi de susınaktır."

Biliniz ki, şeytanın tuzak ve hilesi, gerçekten zayıftır. Allahü teâlâ her zaman, kullarına yardım eder. Bu yardımı da, kullarının nefislerini temiz kılmak ve onların içlerine tevhid nuru doldurmak suretiyle ortaya koyar. Şeytan zuhnânî (karanlığa mensup) dir, nûrânî (ışığa mensup) olandan kaçar.

Anlatıldığına göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in huzuruna çıkmak için izin alır. O sırada Hazret-i Peygamberin yanında, Kureyş'in kadınları bulunmakta ve ona bazı sorular sormaktadırlar. Ancak bu hanımların sesleri, Peygamberin sesinden daha yüksek çıkmaktadır. Hazret-i Ömer içeri girince, içeride bulunan hanımlar, hemen örtülerine sarılırlar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de gülmeye başlar. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: ”Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü! Seni güldüren nedir?" diye sorar. Hazret-i Peygamber de: ”Şu yanımda olan kadınlara şaştım. Senin sesini işitince hemen örtülerine sarıldılar" buyurdu. Hazret-i Ömer ise: ”Ey Allah'ın Resûlü! Kendisinden haya eti il ip sakınılmava en layık olan sensin" der ve hanımlara döner. Hanımlara da: ” Ey nefislerinin düşmanları! Hazret-i Peygamberden değil de, benden mi utanıp sakınıyorsunuz?" diye seslenir. Hanımlar ise: ”Sen daha kaba ve sertsin" elerler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Sus ey Hattahoğhı! Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sen bir yolda giderken, şeytan asla sana yaklaşamaz. O, senin yolundan başka bir yola yönelir" buyurdu.

77

Kendilerine: 'Ellerinizi savaştan çekin denilenleri görmedin mi? Rivayet edildiğine göre, Mekke'den Medine'ye hicret etmezden önce, bir grup insan Hazret-i Peygambere gelerek, müşriklerin kendilerine verdiği eziyetten şikayet ederler ve derler ki: ” Cahiliye döneminde, yani müslüman olmazdan önce bizler, önemli insanlardık, şimdi ise zelil insanlar okluk. Eğer bize izin verirsen, müşrikleri yataklarındayken öldürürüz." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Ellerinizi savaştan çekin", yani onlarla savaşmaktan uzak durun,

namazı kılın ve zekâtı verin' ve ”size emredilen şeylerle uğraşın. Ben, onlarla savaşmakla emredilmedim," buyurur,

denilen kimseleri görmedin mi?

Müslümanlar, Mekke'de kaldıkları müddetçe, durum hep böyle devam etti. Peygamberle birlikte, Medine'ye hicret edince, kendilerine savaşma emri verildi. Bazıları bu emri hoş karşılamadı, kendilerine ağır geldi.

Ancak zamanı gelip

kendilerine savaş yazılınca, cihad farz kılınınca,

hemen içlerinden bir grup bunu sürpriz olarak karşıladı ve kâfirlerin kendilerini yakalayıp öldürmelerinden korktular. Bu

insanlardan, Allah'tan korkar gibi, tıpkı Allah ehlinin Allah'tan korktuğu gibi bir korkuyla

hatta daha fazla korkmaya başladılar da: Sonra da:

'Rabbimiz! Niçin bize savaş yazdın, bizi yakın bir zamana kadar ertelesen olmaz mıydı?' dediler. Bize biraz daha süre versen, bizi bıraksan da ecelimizle yatakta ölsek olmaz mı? Onların bu sözleri, kendilerine farz kılınan savaşın hafifletilmesini istemelerine işarettir. Bunu, yaşamayı sevip, ölümden korktukları için söylemişlerdir.

Sen de, fani dünya malından, oturarak elde edecekleri şeyden onları sakındırmak, baki ve savaşarak elde edilecek olan şeylere teşvik etmek için

Onlara de ki: 'Dünya geçimi azdır. Dünyada faydalanılan ve zevk alman şeyler, kısa zamanda yok olurlar. Savaşarak şehit olmuş olsaydınız, diri kalırdınız. Böylece de, fani hayat, baki olan hayata bitişmiş olurdu.

Allah'tan korkanlar için ahiret daha iyidir. Savaşmak sebebiyle alıirette elde edeceğiniz sevap, bu dünyada ekle ettiğiniz geçici zevk ve faydalardan daha hayırlıdır. Çiinkü ahiretteki sevap, çoktur ve lıiç kesilmez. Burada, ”Allah'tan korkanlar için" tabiri kullanılarak, isyan etmekten sakınmaya ve samimi bir şekilde, şehadet istemeye teşvik edilmiştir.

Size kıl kadar, az bir miktar bile olsa, kesinlikle

haksızlık edilmez.' Yaptığınız amellerin karşılığını eksiksiz olarak alırsınız.

Biliniz ki ahiret, dünyadan daha hayırlıdır. Çünkü, dünya nimetleri az, ahiret nimetleriyse çoktur. Diinya nimetleri kesilir, ahiret nimetleri ise devamlıdır. Dünya nimetleri üzüntü ve sıkıntılarla karışık, şaibeli nimetlerdir, içlerinde çirkinlikler vardır. Ahiret nimetleri ise, bulanıklıklardan arındırılmış, tertemizdirler. Dünya nimetlerinde şüphe vardır. Bugün, en biiyük nimete kavuşmuş olan insan, yarınki akibetinin ne olacağını bilemez. Ahiretteki nimetler ise, kesindirler, şüphe götürmezler. Bu yüzden akıllı insanın, her yönüyle hayırlı olanı yani ahireti seçmesi, kötü olanı, yani dünyaya aldanmayı da terketmesi gerekir.

Rivayet edildiğine göre adamın biri, bir ev satın almış. Evi satan adama, ”bir senet yaz" denmiş ve o da şöyle yazmış: ”Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Aldanmışın ve kendini beğenenin biri diğer bir aldanmış ve kendini beğenenden bir ev satın aldı ve gafillerin sokağındaki o eve girdi. Bu evin sahibine ebedilik yoktur. Orada sınır vardır. Sınırın birincisi ölümle, ikincisi kabirle, üçüncüsü haşirle, dördüncüsü de, cennet veya cehennemle biter. Vesselam." Bunun üzerine, evi satın alan adam, satın almış olduğu evi geri verir, parayı da Allah yolunda harcar. Dünyadan el etek çeker. İşte bu durum, ariflerin gerçek durumudur.

Şeyhlerden biri şöyle der: ”Allahü teâlâ ahireti, mü'min kullarının mükâfatını vereceği bir yer olarak yaratmıştır. Çünkü onlara vermek istediği gizli ve açık nimetler, bu dünyaya sığmaz. Cennette olanlar, dünyadakilere uymaz. Aralarında sadece isim benzerliği vardır. Onun için Allah, mii'ilimlerin değerlerini yüceltmiş ve fani olan bir dünyada değil, ebedî olan bir âlemde kendilerini mükâfatlandıracağını ifade etmiştir." Çünkü Allah: ”Allah katında olanlar, daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (Kasas: 60) buyurmuştur, Âhiret yurdundaki mükâfat, ibadetlerin kabul edilmesinin delilidir. Çünkü mükafat, bu kabule bağlıdır.

İbrahim b. Edhem der ki: ” Eğer krallar, bizim neye sahip olduğumuzu bilselerdi, bizi kılıçlarla döverlerdi. Kul ancak, gücü nisbetinde rabbine itaat eder. Kim, Allah katındaki makamını bilmek isterse, Allah'ın kendisinin kalbinde olan makamına baksın." Bazılarına: ”Allah'ı biliyor musun?" diye sorulduğu zaman kızar ve: ” Görüyorsun ki ibadet ediyorum. Bilmediğime nasıl ibadet ederim" der. Bu defa ”Pekiyi, bildiğine isyan da ediyor musun?" dedi.

78

Her

nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde de bulunsanız, hakkınızda takdir edilen müddet gelince,

yine ölüm size ulaşır. Âyette kullanılan ”idrak" kelimesinden, onların ölümden kaçmaya çalışmalarına işaret edilmektedir. Allah ise, onların bu kaçma isteklerine son veriyor.

Yüksek saraylarda bile olsanız, insanların çıkamıyacağı yüksek yerlerde bile bulunsanız ölüm sizi bulur. Ölüm için, belli bir yaşın da olamıyacağı, bilinen bir gerçektir. Ölüm için, belli bir zaman ve hastalık da yoktur. Onun için insan, her an için ölüme hazır olmalıdır. Hazret-i Peygamber buyurur ki: ”İştahları kesen ölümü, sık sık hatırlayın."m) Bu söz, çok kısa ve anlamlı bir sözdür. Bu söz, bütün öğüdü kendisinde toplamış olan en beliğ öğüttür. Her kim, ölümü gereği şekilde hatırlarsa, lezzetten de zevk alamaz ve gelecekte bile onu lezzet almaktan engeller. Onu, umduklarından uzaklaşmaya sevkeder. Fakat, kirli nefisler ve gafil kalpler, çok fazla öğüde ve kendilerine süslü lafların söylenmesine muhtaçtırlar. Yahut da Hazret-i Peygamberin, ” iştahları kesen ölümü, sık sık hatırlayın" hadisiyle karşı karşıya kalırlar. Allahü teâlâ da kelâmında: ” Her nefis ölümü tadacaktır" (Ankebût: 57) buyurur. Bu söz, kulağı olana yeter, ona dikkat edeni de gereği şekilde meşgul eder.

Onlara, bir iyilik dokunsa, o nimetin Allah'tan geldiğini kabul ederek:

'Bu, Allah tarafındandır' derler. Ey Rasûlüm Muhammed! Onların,

başlarına bir kıtlık ve buna benzer bir

bir kötülük gelince de, bunu senden bilerek:

'Bu sendendir', senin uğursuzluğundan başka bir şey değildir

derler. Tıpkı yahııdilerin: ”Muhammed Medine'ye girdikten sonra, meyveler azaldı, fiyatlar yükseldi" demeleri gibi.

Ey Rasûlüm Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)! Sen de onlara

de ki: İyilik de, kötülük de,

'hepsi Allah’tandır. İradesi gereği, dilediğine bolca verir, dilediğine de kısar.

Bu topluma yani şu yahııdi ve münafıklar topluluğuna nasıl bir hastalık bulaşmış ve onıara

ne oluyor ki, hayvanlar gibi

bir türlü laf anlamaya yanaşmıyorlar. Eğer onlar, lâftan anlasalardı, her şeyin Allah katından olduğunu bilirlerdi.

"Fıkh", anlamak demektir. Daha sonra bu kelime, özel bir anlam kazanarak, ”fetva ilmi" anlamını kazanmıştır.

79

Ey İnsan!

Sana gelen her iyilik hayır ve nimet

Allah'tandır. O'nun bir lütfü olarak sana ulaşmıştır. İnsanoğlunun yapmış olduğu hiçbir ibadet ve itaat, sadece yaratılış nimetini bile karşılayamazken, diğer nimetleri nasıl karşılasın? Onun içindir ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz: ”Allahü teâlâ'nın rahmeti olmadan, hiçbir kimse cennete giremez" buyurmuştur. Bu sözü duyanlar: ” Sen de mi ey Allah'ın Rasûlü?" diye sorunca: ”Evet ben de, Allah beni rahmetine batırmasa cennete giremem" cevabını vermiştir.' '

Sana, belâ ve hoşuna gitmeyen şey

gelen kötülük de, kendindendir. Çünkü o masiyetin işlenmesine sebep olan senin kendi nefsindir. Bu durum, az önce geçen ”hepsi Allah'tandır"(Nisa: 78) âyetine ters düşmez. Çünkü, yaratma ve kula ulaştırma bakımından her şey Allah'tandır. İyilik ve ihsan kullara bir ikramdır, kötülük ise, kulları cezalandırmak ve intikam almaktır. Nitekim Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) validemizden şöyle rivayet edilmiştir: ”Hiçbir Müslüman yoktur ki, başına gelen belâ, meşakkat ve hastalık, kendisini inciten bir diken ve ayakkabısının kopmuş olan bağı, işlemiş olduğu bir günahtan dolayı olmasın. Allahü teâlâ'nın bağışlaması ise, bunlardan daha çoktur."' '

Biliniz ki, amellerin dört mertebesi vardır: Bunların ikisi Allah için olup, onlarda kulun hiçbir müdahalesi yoktur. Bunlar; yaratma ve takdir etmedir. Geriye kalan ikisi de, kulun insiyatifindedir. Bunlar da, çalışma ve kazanmadır (kesb ve fiil). Allahü teâlâ, kazanmadan ve kötü fiil işlemeden münezzehtir. Bu ikisi, kulun işlerindendir. Fakat kul ve onun kazandığı şeyler mahluktur, Allah yaratmıştır. Çünkü Allah: ”Sizi ve yaptıklarınızı yaratan, Allah'tır" (Sâffât: 96) buyurmuştur. Bu âyet: ”De ki: (Yaratma ve takdir yönüyle) hepsi Allah'tandır."(Nisâ: 78) âyetini teyid eder. Takdir ve yaratma Allah'a, kesb ve fiil ise kula aittir. Bunu böyle anla ve inan. Çünkü, hak ehlinin ve erbabının görüşü budur.

Dahhâk: ”Kulun, Kur an'ı ezberleyip, sonradan da unutması, kendi günahının eseridir." demiş daha sonra: ”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı yüzündendir" (Şûrâ: 30) âyetini okumuş ve ”Kur'ân'ı unutmak en büyük musibettir" demiştir.

Seni, bütiin

insanlara elçi gönderdik. Sen, sadece Arapların peygamberi değil, aynı zamanda Araplar dışındaki bütün insanların da peygamberisin. ”Seni ancak bütün insanlara gönderdik" (Sebe: 28) Senin peygamber olduğun konusunda:

Şahit olarak Allah yeter. Yani sana mûcizeler vererek desteklemesi yeterlidir.

80

Kim Rasûle itaat ederse, gerçekte

Allah'a itaat etmiş olur. Çiinkii, rasûl sadece tebliğ edendir. Amir yâni emreden ise, Allahü teâlâ'dır.

Kim de itaat etmekten

yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi göndermedik ki, onların işlerini gözetesin ve onları hesaba çekesin. Senin görevin tebliğ etmektir. Hesaba çekmek bize aittir.

81

Onlara bir emir verdiğin zaman:

Peki, emredersin! Bizim görevimiz emre itaat etmektir

derler. Ey Rasûlüm Muhammed!

Fakat senin yanından ayrıldıkları zaman, onların birtakımı, söylemiş olduğunun tersini geceleyin kurar. İnsanlar çoğu zaman, geceleyin düşünür ve bazı şeyler planlarlar. Çünkü geceleyin düşünceler saf, meşguliyetler az olur. Tertiplenen düşünceye ”mübeyyet" ismi verilmiştir.

Allah, onların geceleyin düşünüp kurduklarını yazmaktadır. Karşılığını vermek üzere, amel defterlerinde tesbit etmektedir.

Artık

sen onlara aldırma ve onlardan yüz çevir, onları önemseme. Biitün işlerde ve özellikle onlar hakkında sadece

Allah'a dayan. O'na tevekkül et. Sana

vekil olarak Allah yeter. O, senin namına onlardan intikam alır. Yeter ki İslâm kuvvetlensin ve İslâm'a yardım edenler yüeclsinler.

Vekil, kendisine havale edilen şeylerin yönetimini bilen demektir.

82

Kur'ân'ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Onda olanları görmüyorlar mı? Kâfirlerin iddia etmiş olduğu gibi,

eğer o, Allah'tan başkası tarafından, yani bir insan tarafından

indirilmiş olsaydı, onda birbirini tutmayan çok şeyler bulurlardı. Birbirine ters anlamlar, nazmında düzensizlikler, bir kısmı edebî olduğu halde bir kısmı düzensiz, bir kısım hükümleri akla uygun olduğu lıalde bir kısmı mantığa uymayan bir çok eksiklikleri ortaya çıkarırlardı.

"Allah'ın kelâmının bir kısmı, diğer kısmından daha beliğdir" demek caiz midir? İmam Suyûtî, el-İtkân adlı eserinde şöyle der: ”Bir grup, görüşleri dar olduğu için, buna cevaz vermişlerdir. Şu sözleri dile getiren kimsenin ne kasteddiğini bilmek gerekir: ”Bu söz, şu sözden daha beliğdir. Bu sözün, bulunduğu yerde kendine has bir güzelliği, letafeti ve belagatı vardır. Şu sözün de, yerinde kendine ait bir güzelliği ve hoşluğu vardır. Bu sözün, yerindeki güzelliği diğerininkinden daha fazla ve daha tamdır. ”De ki: O Allah birdir." (İhlâs: 1) ifadesinin ”Ebû Leheb'in elleri kurusun" (Tebbet: 1) ifadesinden daha beliğ olduğu söylenemez. Ancak, ”Ebû Leheb'in elleri kurusun" ifadesinin Ebû Leheb'e beddua olduğu söylenebilir. Beddua için bundan daha güzel bir ifade bulunabilir mi? ”De ki: O Allah birdir" ifadesi için de aynı şey söylenebilir. Allah'ın birliğine delâlet eden bundan daha beliğ bir söz bulunamaz.

Muhakkiklerden biri şöyle der: ”Allahü teâlâ'nın, kendi zatı hakkındaki kelâmı, diğerleri hakkındaki kelâmından daha faziletlidir. ”De ki: O Allah bir tektir" kelâmı da, ”Ebû Leheb'in elleri kurusun" kelâmından daha faziletlidir. Çünkü onda, anma fazileti vardır ki o da, Allah'ın kelâmıdır. Ve anılanın fazileti vardır. Bu da O'nun zâtî ismi, onu birleme (tevhid) ve O'nun zâtı ve sübûtî sıfatlarıdır. Tebbet sûresinde, sadece anmanın fazileti vardır ki o da, Allah'ın kelâmıdır.

Gazâlî, Cevâhiru'l-Kur'ân isimli eserinde der ki: ”Kur'ân âyetlerinin fazileti hakkında duraklayan kimse, Hazret-i Peygamberin: ”En faziletli sûre, en biiyiik sûre" gibi ifadelerini, ”ecir ve sevap" olarak yorumlar. Kur'ân in bir kısmı, diğer kısmından daha faziletli değildir. Sözün faziletli olması konusunda Kur an'ın hepsi birdir. Farklılık, Allah'ın kelâmında değil, mükâfattadır. Çünkü Kuran, kendi zatıyla kaim olan Allahü teâlâ'nın, kadîm kelâmıdır."

Bilginler şöyle der: ” Kur an, Hazret-i Peygamberin doğruluğuna üç yönden işaret eder. Birincisi; fesahatte, lâfızlarının peşpeşe gelmesidir. İkincisi: gâibten haberleri kapsaması, üçüncüsü de, çelişkiden korunmuş olmasıdır. Çelişkiden korunmuş olmasını, kelâm bilginleri şöyle açıklar: 'Kuran büyük bir kitaptır. Birçok bilimleri kapsamına alır. Eğer bu kitap, Allah katından olmasaydı, kelimeleri arasında çelişkiler bulunurdu. Çünkü, böyle büyiik ve geniş başka bir kitap, çelişkisiz olamaz. Kur'ân'da bu tür hiçbir çelişki bulunmadığına göre, anlıyoruz ki bu kitap, başkaları tarafından değil, ancak Allah katındandır. Bu kitap ancak, Allahü teâlâ tarafından, Cebrail vasıtasıyla, Hazret-i Peygamber'e vahyedilen bir kitaptır.

83

Onlara zayıf olan Müslümanlara,

güven veya korkuya dair, gizli

bir haber, zafer veya yenilgi, yahut musibet ve hezimet

gelse, hemen

onu yayarlar, sırrı deşifre ederler. Bu durum da, onların aleyhine olur.

Halbuki onu, yani bu haberi, Hazret-i

Pevgamber'e ve aralarında, yani onun ashabı içinde bulunan

yetkili kişilere götürselerdi, onlardan yüz çevirmeyip, işlerini onlara havale etselerdi,

içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, kendilerine ulaşan bu haberi değerlendirip, işin iç yüzünü ortaya çıkarırlar,

onun ne olduğunu bilirlerdi. Daha önceki tecrübe ve görüşlerini ortaya koyarak, bu yeni haberlerin de gerçek değerlendirmesini yaparlardı. Savaş ve diğer hilelerine karşı, bilgilerini ortaya koyar, tedbir alırlardı.

"İstinhâl" (işin iç yüzünü ortaya çıkarmak) kelimesi, ”nebi"i ortaya çıkarmaktır. ”Nebt" ise, kuyu kazıldığı zaman ilk anda ortaya çıkan sudur.

Deniliyor ki: Bir kısım zayıf Müslümanlar, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den düşmanları hakkında bazı haberler duyuyorlar ve düşünmeden bunu yayıyorlardı. Bu haberler düşmana ulaşıyor. Neticede bu haberlerin yayılması, Müslümanların aleyhine oluyordu. Halbuki duydukları bu haberleri, Hazret-i Peygambere veya içlerindeki idarecilere götürüp onların görüşlerini alsalardı, işlerini o idarecilere havale etselerdi, o idareciler de, bu habere karşı nasıl davranacakları konusunda tedbir alırlardı.

Burada zikredilen ”işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu bilirlerdi" tabirinden, Hazret-i Peygamber ve idareciler anlaşılır. Ayrıca âyette, sırları deşifre etmek de yasaklanmıştır.

Ediplerden birine: ”Sırrını nasıl saklarsın?" diye sorulunca, şöyle cevap vermiş: ”Ben sırrımın mezarıyım." Ve yine bu konuda denmiştir ki, iyi insanların göğüsleri, sırların mezarlarıdır.

Eğer size, Allah'ın lütfu ve merhameti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyardınız. Allahü teâlâ, kitap ve peygamber göndermek sûretiyle, size rahmet ve lütuftu bulunmasaydı, şeytana uymak suretiyle inkâr ve sapıklığa düşerdiniz. Çok azınız bunun dışında kalırdı. Burada bazıları istisna edilmiştir, Allah'ın kendilerine iistün akıl ve saf kalp verdiği kimseler hakka ve doğruya ulaşırlar.

84

Ey Rasûlüm Muhammed! Eğer münafıklar geri durur, diğerleri de tembellik ederler ve seni tek başına bırakırlarsa,

Artık Allah yolunda yani Allah'ın rızasına ulaştıran yolda tek başına

savaş. Cilıat et. Onların yaptıklarına aldırma sakın!

Sen, sadece kendinden sorumlusun. Onların muhalefet etmeleri ve evlerinde oturmaları sana zarar vermez. Sana hiçbir kimse yardım etmese bile, sen yine cihada atıl. Senin yardımcın, ordular değil, Allah'tır.

Sen, savaşmanın sevabını, savaşmaktan geri durmanın da cezasını anlatarak,

inananları da (savaşa) teşvik et. Onlar hakkında, sadece teşvik etmekten başka bir şey yapamazsın. Onları zorlayamazsın da.

Umulur ki Allah, kâfirlerin gücünü kırar ve onların savaş durumuna engel olur.

"Be's" kelimesi aslında, istenmeyen, sevimsiz şey anlamına gelir. Fakat sonraları, savaşma ve cilıad yerine kullanılmıştır. Başka bir âyette: ” Zaten onların pek azı savaşa gelir" (Ahzab: 8) buyurulmuştur.

'"Asa" kelimesi Allahü teâlâ hakkında kullanılırsa vacip olur. Çünkü asâ, sözlükte, iimit vermek anlamı taşır. Kerim (cömert) olan da, iimit verdiği zaman, yapıp bitirir.

Allah'ın gücü daha şiddetli, O, Kureyş'ten daha güçlü,

cezası ve azabı

daha çetindir. Allahü teâlâ'nın azabı, onlarla savaşmaktan dolayı size ulaşan zararın tümünden daha çetindir. Çünkü, onlardan gelen kötülük bitip kesilir, sonra cennete girersiniz. Allahu teâlâ onları sizden savar ve onların işiyle sizi yetindirir.

85

Her

kim, güzel bir işe aracılık ederse, onun da o güzel işten, yaptığı işin sevabından, bir

payı vardır. Ayette geçen ”güzel bir işe aracılık"tan yani şefaatten kasıt, müslümanın hakkının gözetilmesi ve böylelikle de, Allah'ın rızasının istenmesidir. Bu güzel aracılık, herhangi meşru bir işte caizdir. Allahü teâlâ'nın koymuş olduğu hadi erde (cezalarda) ise, caiz değildir. Her

kim de, iyiliğin dışında,

kötü bir işe aracılık ederse, onun da işlenmiş olan

o kötü işten bir payı vardır. Kendisinden hiçbir şey eksilmez. O kötü payı tam olarak alır.

Mesrûk'tan şöyle anlatılır: Mesrûk, birisine iyi aracılıkta bulunmuş ve aracılık yaptığı kimse de Mesrûk'a bir câriye hediye etmişti. Mesrûk buna kızmış ve hediyeyi geri vererek: ”Senin kalbindekini bilseydim, ihtiyacın hakkında konuşmazdım" demiştir.

Zemahşerî'nin belâğatında da şunlar var: İki şey büyük ayıp ve hatadır. Bunlardan birisi, Allah'ın hadlerinde aracı olmak, ikincisi ise, hükümlerde rüşvet vermek veya almaktır.

Mü'min insanın yapması gereken şey, cinayete uğrayana aracılık edip yardımcı olmaktır. Müslümanların ihtiyacını gidermek için aracı olmak, İslâm'ın haklarındandır. Bu hak, giicü yerinde olanlar içindir. Kimin gücü varsa, gücü oranında, Müslümanların haklarına sahip çıkmak mecburiyetindedir.

Müslümana dua etmek de, iyi işe aracılık etmek sayılır. Çünkü bu dua, Allahü teâlâ'ya aracılık etmek sayılır. Hadi s-i şerifte: ” Kim bir müslüman kardeşine, onun gıyabında dua ederse, duası kabul edilir ve bir melek ona, 'sana da aynısı' der" buyurulmuştur.

Allah her şeyin karşılığını vericidir. İyi ve kötü her şeyin mükâfat ve cezasını verir.

86

Müminler tarafından,

size selâm verildiği zaman, siz de ondan daha güzel iyle karşılık verin. ”Ve aleykümüsselânı ve ralımetullahi" demek suretiyle, bereketin artmasını dileyin. Böylece, zararlardan kurtulup, faydanın devam etmesine ulaşırsınız. Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ” Kim, es-selâmü aleyhim derse, kendisine on iyilik yazılır. Esselâmu aleykum ve rahmetullah diyene, yirmi iyilik yazılır. Esselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtühü diyene ise, otuz iyilik yazılır.

Selâm, sağlıklı ve uzun ömürlü olmak için bir duadır. Daha sonra ise, her türlü dua anlamında kullanılır olmuştur. Araplar, birbirleriyle karşılaştıkları zaman: ”Hayyâke'llah" (Allah seni yaşatıp, uzun ömür versin) derlermiş. Bazıları da: ”Bin yıl yaşa" dermiş. Daha sonra ise, Allahü teâlâ'nın kanunu bildiğimiz selamlaşmayı getirmiş ve: ”... Kendinize güzel bir dilek olarak selâm veriniz" (Nûr: 61) buyurmuştur. İslâm'ın getirmiş olduğu selâmda, Arapların selâmına karşı daha bir üstünlük vardır. Çünkü bu selâm, din ve dünya için karşılaşılması muhtemel olan belâ ve musibetlerden kurtuluş için bir duadır. Bir insan diğerine," esselâmu aleykum" dediği zaman, onun sağlık ve selâmeti için dua etmiştir. Bu selâm, karşısındaki insanın kurtuluşuna ve güvenliğine bir garanti teşkil eder. Selâm verilmek sûretiyle: ”Sen benden emin ol, benden sana asla hiçbir kötülük gelmez" anlamı ifade edilir. Selâmet (kurtuluş), uzun ömürlü olmayı da kapsar. Halbuki Arapların dualarında, bu tip incelikler bulunmuyordu.

Bir de es-selâm Allahü teâlâ'nın isimlerinden biridir.

Selâmı ilk veren kimse dilerse, ”selâmun aleykum" dilerse, ”es-selâmu aleykum" der. Çünkü bu iki şekil de, Kur'an'ın metninde birkaç yerde mevcuttur.

Tâhâ suresinin 47. âyetinde: ”Ve'sselâmu alâ menittebea'l-hüdâ" şeklinde, Neml sûresinin 57. âyetinde de ”Ve selâmun alâ ibadihi..." şeklinde geçmektedir.

Veya selâma

aynısıyla karşılık verin. Verilen selâma karşılık vermek vaciptir. Muhayyerlik ise, verilen selâma ilâve yapmak veya yapmamaktadır.

Şüphesiz Allah, her şeyi hesap edendir. Yapmış olduğunuz her şeyi lıesap eder, ona göre size ceza, ya da mükafat verir. Onun içindir ki, emredilmiş olduğunuz şekilde aranızda selâmlaşmaya dikkat ediniz.

Sünnete göre selâmlaşma, şu şekilde olur:

Binekle giden yürüyene, küçük büyüğe, azlık çokluğa selâm verir. Çocuklara selâm vermek de, vermemekten daha faziletlidir.

Kurtûbî: ”Genç yabancı kadınlara selâm verilmez. Çünkü onlarla konuşmakta, fitne korkusu vardır. Bu, ya şeytanın vesvesesi ile olur, yahut da, hâin gözün bakışı ile olur," der. Yaşlı yabancı kadınlara selâm vermek, güzeldir. Müslüman olan herkese, tanışan da, tanımasan da, selâm verilir. Tavla ve satranç oynayana (oyun esnasında) selâm verilmez. Şarkı-türkü söyleyene, def-i hacet için oturana ve banyoda soyunmuş halde olana da selâm verilmez. Zimmî kimseye de mecbur kalmadıkça selâm verilmez. Ancak bir zaruretten dolayı ya da onun yanında işi varsa selâm verilir.

Kâfir kimsenin dünyasının ıslahı için, dua edilebilir. Nevevî der ki: ”Kitap ehli kimseye selâm vermek haramdır. Bir insana selâm vermek, onu yüceltmektir. Bir mü'minin, kâfiri yüceltmesi ise caiz değildir." Tercih edilen bir görüşe göre, bid'at ehline de selâm verilmez. Kâfirle birlikte yemek yiyen kimsenin durumuna gelince, o kâfirin kalbini İslâm'a ısındırmak için bir veya iki defa onunla yemek yerse bunda bir sakınca yoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bir defa kâfirle yemek yemiştir. Biz bunu, kâfirin kalbini İslâm'a ısındırmasına yorumlarız. Fakat bu işe devam etmek mekruhtur.

Zimmî bir kimse sana selâm verirse, sen: ”Aleyke" (sana da) de. Bu konuda Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ” Size bir yahudi selâm verirse, 'ölüm size' (es-sâmu aleyküm) der. Sizde ona, 'sana da' (ve aleyke) deyin."

Rivayet edilir ki: Yahudilerden bir grup insan, Hazret-i Peygambere gelerek: ”Ölüm sana ey Kâsım'ın babası" demişler, Hazret-i Peygamber de: ”Size de" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Hazret-i Aişe (radıyallahü anh): ”Ölüm size olsun, hem de derhal ölesiniz" diye karşılık vermiştir. Bunu duyan Hazret-i Peygamber: ” Ey Aişe! Allahü teâlâ, kölü sözü de, kötü söze daha kötii cevap vermeyi de sevmez" buyurmuştur. Hazret-i Aişe'nin: ”Fakat dediklerini duymadın mı?" sorusuna da Hazret-i Peygamber: ”Onlara cevap vermedim mi? Onlar hakkındaki benim dileğim kabul edilir. Onların benim hakkımdaki dilekleri kabul edilmez" cevabını vermiştir.

Sünnet olan selâmın açıkça verilmesidir. Çünkü, Hazret-i Peygamber: ”Selâmı yayın" buyurmuştur. O, mezarlığa vardığında, mezara uğrar ve şöyle derdi: ”Ey burada yatan mümin ve Müslümanlar! Allah'ın selâmı sizlerin üzerine olsun. Sizden, önce gelenlere de sonra gelenlere de Allah rahmet eyleşin. Siz, bizim geçmişlerimizsiniz. Bizler ise, size tabiyiz, inşallah bizler de, sizlere ulaşacağız. Bize de, size de Allah'tan afiyet dileriz."

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulur: ”Sizden biri, dünyadayken tanımış olduğu bir adamın kabrine uğrar, ona selâm verirse, mutlaka o kul da onu tanır ve onun selâmına cevap verir.

İbn Seyyid şöyle der: ”Herhalde ölen insanların selâma cevap vermesinden kasıt, sözlü selâm olmayıp, halleriyle verdikleri selâmdır. Bazı haberler, bunu desteklemektedir. Onların amellerinin kesilmesi, kendilerini üzmektedir. Öyle ki, selâma cevap vermeye hasret duymaktadırlar."

İmam Suyûtî şöyle anlatır: ”Bize ulaşan eser ve haberler, mezarlığa gelen ziyaretçiyi ölülerin tanıdığını ve sözünü işittiğini bildirmektedir. Ziyaretçiden hoşlanır ve ona cevap verirler. Bu durum, hem şehitler ve hem de diğer ölüler için geçerlidir. Bunda bir zamanlama da yoktur. Sahih olan görüş de budur. Çünkü Hazret-i Peygamber ümmetine mezarlıklara selâm vermeyi emretmiştir. Bu, işiten ve anlayanlara verilen selâmdır."

Hakikat erbabı da şöyle der: ”Ruhun, bedenle bir bağı vardır. Ruhların durumu, bedenlerin durumu gibi değildir. Buradaki yanlışlık, görünmeyen şeyi, görünen şeyle kıyaslamaktır. Zannedilir ki, ruh, bir yeri işgal ettiği zaman, başka bir yerde olma imkânı olmaz. Ruhu; bazıları gökteki güneşe benzetmişlerdir. Bunun ışınları ise yerdedir. Muhammedî ruh gibi. Kabri başında kendisine dua edenlere cevap verir. Hazret-i Peygamber: ” Bir kimse hana selâm verirse, Allah ruhumu bana mutlaka verir, ben de onun selâmına cevap veririm." buyurmuştur.563'

87

Allah ki, yerde ve gökte,

O'ndan başka ilâh yoktur. Kıyamet gününde, sizi mutlaka hesaba çekmek için kabirlerinizden çıkarıp

bir araya toplayacaktır. Bunda, o kıyamet gününde hiçbir

şüphe yoktur. O gün, mutlaka meydana gelecektir.

Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? Ondan daha doğru sözlü hiçbir kimse yoktur. O'nun tarafından verilen haberde yalan sözkonıısu değildir. Allahü teâlâ'nın yalan söylemesi mümkün değildir. O'na böyle bir isnatta bulunmak da imkânsızdır. Hadisi-i kutside şöyle buyurulıır: ”Ademoğlu beni yalancılıkla itham etti. Bu ona yakışmaz. Bana sövdü. Ona bu da yakışmaz. Onun bana yalan isnat etmesi, ”Allahu teâlâ, beni ilk yarattığı gibi yaratacak değildir" demesidir. Halbuki, bir şeyi ilk defa yaratmak, sonradan tekrar yaratmaktan daha kolay değildir. Bana sövmesi de, ”Allah çocuk edindi" demesidir. Ben, ehacl ve samed olan, doğmayan ve doğurmayan ve kendisine kimsenin denk o lamı yarağı bir tek Allah'ım."m

88

Ey Müminler!

Size ne oldu ki, münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Onlar hakkında neden böyle değişik görüşlere ayrıldınız? Bu ifadede, Müslümanların, münafıkların durumu hakkındaki ihtilafları beğenilmeyip reddediliyor ve onların bütün hükümlerde inkâra vardıkları belirtiliyor.

Münafıklardan bir grup Hazret-i Peygambere gelerek, Medine'nin havasını beğenmediklerini ve Bâdiye'ye çıkmak için izin istediklerini belirtmişler, Medine'den çıktıktan sonra da, Mekke'de müşriklere katılmışlardı. Bu münafık insanlar hakkında Müslümanlar ihtilafa düşüp, iki gruba bölünmüşler. Bir kısmı, bunların müslüman olduğunu, diğer kısmı ise, kâfir olduğunu söylemişlerdi. İşte bu âyet, adı geçen olay üzerine inmiştir.

Halbuki Allah onları, yaptıkları yüzünden, baş aşağı etmiştir.Yüce Allah onları, yapmış oldukları bazı işlerden dolayı tekrar inkâra döndürmüştür. Böylece onlar; zelil, perişan ve esir olarak, ölüme terkedilmişlerdir. Çünkü, dinlerinden dönmüşler, müşriklerle buluşup, Hazret-i Peygambere tuzak kurmuşlardır.

Ey o münafıkların mümin olduklarını söyleyen samimi insanlar!

Allah'ın saptırdığını, doğru yola iletmek mi istiyorsunuz? Allah'ın yoldan çıkarmış olduğunu siz hidayete erenlerden mi kılacaksınız? Burada, münafıkların hidayette olduğunu zanneden insanlar kınanmaktadırlar. Çünkü; münafıkların imanlarının olduğunu ve onların yola gelebileceklerini iddia etmek, boşuna bir uğraşdır. Onlar bundan uzaktırlar. Allahü teâlâ bir kimseyi yoldan çıkarmışsa, artık

Allah'ın saptırdığı kimse için, asla doğru

yol bulamazsın. Her kim hakkında, Allahü teâlâ sapıklık takdir etmişse, artık o kişi için sizin hiçbir faydanız dokunamaz. Ona çare olamazsınız.

Buradaki hitap, açıklamadaki detayın kapsamını belirtmek üzere, bütün muhataplaradır. Yani bir kimse hakkında, Allahü teâlâ tarafından sapıklık takdir edilmişse, artık ona kulların engel olamıyacağı ifade edilmiştir.

89

Onlar

sizin de, kendileri gibi inkâr etmenizi istediler. Bu ifade onların, inkârda ne kadar ileri gittiklerini, bu inkârlarındaki devamlılıklarını.

kendi sapıklık ve azgınlıkları yetmiyormuş gibi, başkalarını da sapıklığa ve inkâra sürüklemeyi şiddetle arzuladıklarını göstermektedir. Çünkü inkarcılar, müminlerin de, tıpkı kendileri gibi inkârcı olmalarını istemektedirler.

Ki, böylelikle,

kendileriyle bir yani aynı düzeyde

olasınız. Sizin de kendileri gibi inkârcı olmanızı isterler ki sapıklıkta eşit olasınız. Bu ifadede, inkâr belirtilerinin içeride gizli olduğu, küfre rıza göstermenin de küfür olduğu açıkça belirtilmiştir.

O halde onlar da Allah yolunda hicret edinceye kadar... Onlar, tamamen iman edinceye ve bu imanlarını da herhangi bir dünya gayesi için değil, sadece Allah ve O'nun peygamberi yolunda hicret etmek süreliyle isbatlayıncaya kadar,

Onlardan hiçbirini dost edinmeyin. Eğer iman etmekten

yüz çevirirlerse, gücünüz yetiyorsa

onları yakalayın. Harem içerisinde veya dışarısında, her

nerede bulursanız öldürün. Onlar hakkındaki hüküm de, diğer müşrikler hakkındaki hüküm gibidir.

Ve hiçbirini dost ve yardımcı edinmeyin. Onlardan tamamen uzak durun ve onların kesinlikle, ne dostluğunu ve ne de yardımını kabul etmeyin.

90

Ancak, kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluma sığınanlar, yahut da,

ne sizinle, ne de kendi toplumlarıyla savaşmak istemediklerinden, yürekleri sıkılarak size gelenler müstesna. burada iki grup insanla savaşmak istisna ediliyor: Birincisi; miislümanlarla savaşanları terkedip, Müslümanlarla antlaşma yapan grupla birlikte olanlar. İkincisi ise, Müslümanlara gelerek, her iki grupla da savaşmayacaklarını belirtenler.

Yürekleri sıkılarak gelenler, Mikllie kabilesi idi. Bu kabile, hem Müslümanlarla ve hem de Kureyş kabilesiyle savaşmama konusunda anlaşma imzalamışlardı. İşte aranızda anlaşma olduğu için onların, sizinle savaşmaktan gönülleri sıkılır. Kurey şliler de kendi inançlarını taşıdığı için onlarla da savaşmazlar.

İşte Allahü teâlâ, eğer bu mürted insanlar, miislümanlarla anlaşma yapan bir toplumla birleşirlerse, onları öldürmeyi yasaklıyor. Çünkü onların, sizinle anlaşma yapan bir topluma katılması, aynen o toplum gibi olmuş olması demektir.

Eğer

Allah dileseydi, o Müdlic kabilesinin kalbini kuvvetlendirir, onlara güç verir, kalplerinden korkuyu giderir ve

onları sizin başınıza musallat ederdi de sizinle savaşırlardı. Hiçbir şekilde sizinle savaşmaktan çekin mezlerdi.

Artık onlar, sizden uzak dururlar, sizinle savaşmazlar ve size saldırmaktan uzak durarak,

size barış teklif ederlerse bıda size, onlara saldırmak için ya da esir almak veya öldürmek iuh onların aleyhinde bir yola girme hakkı vermemiştir.} Onların, smeleri sizin onlara saldırmamanız için yeterlidir.

91

Başka bir grup insanlar da bulacaksınız ki, hem sizden, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Bunlar, sizinle tevhid esası üzerinde anlaşmış oldukları görüntüsünü vererek, sizden emin olmak isterler. Kendi toplumlarından da gizli küfürleri sebebiyle emin olmak isterler. Bu grup da, Esed ve Gatafan kabileleridir. Bunlar Medine'ye geldikleri zaman, müslüman olmuşlar ve Müslümanlardan emin olmak için anlaşma yapmışlardır. Kendi toplumlarına döndükleri zaman ise, onlarla güven içerisinde olmak için, Müslümanlarla yaptıkları anlaşmayı bozmuşlar ve kâfir olmuşlardır.

Bunlar ne zaman fitneye götürülseler, baş aşağı edilip fitneye atılırlar. Bunlar her ne zaman, kendi toplulukları tarafından, müslümanlarla savaşmaya çağrılırlarsa, hemen fitneye dönerler, baş aşağı edilirler ve en kötü düşman haline gelirler.

Eğer onlar, savaş konusunda

sızcıen uzak durmazlar size saldırırlar ve

size anlaşma yaparak

barış teklif etmezler ve sizden ellerini çekmezlerse, onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün. Bu çirkin sıfatları sayılanlar var ya,

işte onlar aleyhine, size, onları esir almak ve öldürmek için

apaçık bir yetki verdik. Çünkü bu durumda onların düşmanlıkları ortaya çıkmış, durumları açıklık kazanmış ve müsllimanlara zarar verir olmuşlardır.

92

Yanlışlığın dışında, yani bir hata durumu hariç,

bir mü'min diğer bir mü'mini öldüremez. Bu ne doğru olur, ne de uygun. Mü'min insanın imanı, haksız yere bir başka mü'mini öldürmeye engeldir. Hata da, mü'mini böyle bir fiili işlemeye yaklaştırmaz. Yahut da, bir canın ortadan kaldırılmasını amaçlamaz. Bir kimsenin, müslüman olduğunu bildiği halde, o müslümanı kâfirler grubuna atmak... gibi.

Rivayet edildiğine göre, Ebû Cehil'in anneden kardeşi olan Ayyaş b. Ebî Rebîa, müslüman olmuş ve ailesinden korkarak Medine'ye hicret etmişti. Bu hicret, Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretinden önceydi. Ayyaş'ın annesi, Ayyaş döniinceye kadar yememeye, icmemeye ve eve girmemeye yemin etmişti. Ebû Cehil ve Haris b. Zeyd, dağlık bir yerde bulunan Ayyaş'a gelerek: ”Muhammed seni sıla-i rahimde bulunmaya teşvik etmiyor mu? Geri dön ve annene iyilikte bulun. Emin ol ki, biz senin bu halini kınayıp, çirkin görmeyiz. Dininle senin arana da girmeyiz" demişler. Ayyaş da, üzerinde bulunduğu, dağdan inerek, onlarla gidivermiş. Şehirden uzaklaşınca, onun ellerini bağlayarak ıssız bir dağın arkasına çekmişler ve herbiri kendisine yüz sopa atmış. Bunun üzerine Ayyaş, Hâris'e şöyle demiş: ”Ebû Cehil benim kardeşimdir. Sen de kim oluyorsun? Allah'a yemin olsun ki, bir fırsat bulursam seni öldüreceğim." Daha sonra Ayyaş'ı annesine teslim ediyorlar. Bu sefer de annesi, Ayyaş eski dinine döniinceye kadar, ellerini çözmeyeceğine yemin ediyor. Ayyaş ise, kalbi imanla dolu olarak, diliyle, eski dinine dönmüş olduğu izlenimini veriyor, bundan sonra da hicret ediyor. Daha sonra da, Haris müslüman oluyor ve o da hicret ediyor. Ayyaş bunu yakalayıp öldürüyor. Sonradan da, Hâris'in müslüman olmuş olduğu kendisine haber veriliyor. Ayyaş, Hazret-i Peygamber'e gelerek, Hâris'i öldürdüğünü, fakat müslüman olduğunu bilmediğini söylüyor. İşte âyet, bu olay üzerine iniyor.

Yanlışlıkla bir mü'mini öldüren kimsenin, mü'min bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine de teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Eğer ölenin ailesi bağışlarsa, bu diyetten vazgeçerse

başka. Küçük olsun veya büyük olsun, mü'min bir insanı kaza sonucu öldüren kişi, müslüman olduğuna hükmedilen bir köleyi hürriyetine kavuşturması gerekir. Köleyi hürriyetine kavuşturmak, o müslüman insanın işlediği günaha keffaret olur. Bu, Allah'ın hakkıdır. Ayrıca, öldürülen müslümanın ailesine de belli bir diyet ödenmesi gerekir. Bu diyeti mirasçılar, kendi aralarında bölüşürler. Fakat, öldürülmüş olan kişinin ailesi, eğer isterse, diyet almaktan vazgeçebilir. Çünkü bu diyeti almak, mirasçıların hakkıdır. Onu almayabilirler de. Fakat köle azadı, Allah'ın hakkı olup, veliler affetmiş olsa bile, ondan vazgeçilemez.

Diyet, canın bedeli olup, hatalı öldürmelerde 1000 dinar altındır ya da 10.000 dirhem gümüştür.(65) Hata sonucu olan öldürmelerde bu diyeti, öldürenin âkilesi öder. ”Akile;" kardeşler, kardeş çocukları, amcalar ve amca çocuklarıdır. Kâtil, âkileden bir parçaymış gibi sayılır. Âkileden her birinin vermiş olduğu miktar kadar, kâtil de verir. Diyetin bir adı da ”akl"dır. Çünkü diyet, kanları akmaktan korur.

Eğer öldürülen mü'min, düşmanınız olan kâfir

bir toplumdan ise, kâtil de, öldürmüş olduğu kimsenin mü'min olduğunu bilmiyorsa, işte o zaman,

mü'min bir kole azad etmek gerekir. Bunun katiline, sadece keffaret gerekir, diyet gerekmez. Çunku, öldürülenin ailesi kâfir olduğu için, öldürenle aralarında veraset hükümleri uygulanmaz.

Ve eğer öldürülen mümin,

sizinle kendileri arasında andlaşma bulunan bir toplumdan ise, kâtil tarafından

ailesine verilecek bir diyet ve mü'min bir kole azad etmek gerekir. Bu toplumun kâfir veya mümin olması, aranızda yapılan sözleşmenin de geçici veya sürekli olması, durumu değiştirmez, ııcıyeyi ödemek mecburiyetindesiniz. Tıpkı, diğer Müslümanlara fidye ödediğiniz gibi.

Bunları bulamayan kimsenin... Azad etmek için köle bulamayan, ya da, bulmuş olduğu kölenin fiyatı fazla olup, ona ödeyebileceği parayı temin edemeyenin

Allah tarafından tevbesinin kabulü için, iki ay peşpeşe oruç tutması gerekir. Burada, ”peşpeşe" ifadesinin kullanılmış olmasından anlaşılmaktadır ki, keffaret orucu tutmaya başlayan bir kimsenin, peşpeşe iki ayı bitirmeden, orucuna ara vermesi, bu orucu yeniden başlayarak tutmasını gerektirir. Ancak; hayız, nifas gibi haller, bu hükmün dışındadır. Bu gibi durumlar, kaçınılmaz durumlar olup, ”peşpeşe" lik mecburiyetine aykırı değillerdir. Fakirlere yemek yedirmek, bu keffarette meşru değildir. Yapılan bu hatadan dolayı, Allahü teâlâ'nın tevbenizi kabul etmesi için, bu orucu tutmalısınız. ”Allah tarafından tevbesinin kabulü için" ifadesinin kullanılması, bu konuda tembellik gösterilmemesine dikkat çekmek içindir.

Allah, her şeyi bu arada onun halini ve kasden öldürmediğini çok iyi

bilendir ve ona emretmiş olduğu şeyde de

hikmet sahibidir.

93

Kim, bir mü'mini, hata ile değil de

kasten öldürürse, onun cezası, içinde sürekli olarak kalacağı cehennemdir.

Rivayet edilir ki: Mikyes el-Kinânî ve kardeşi Hişam müslüman olmuşlardı. Mikyes, kardeşini, Neccar oğulları arasında ölü olarak bulur ve durumu Hazret-i Peygamber'e anlatır. Hazret-i Peygamber de, Mikyesie birlikte, Bedir ashabından olan Zübevr b. İyaz el-Fihıi'yi göndererek, Neccar oğullarına, kısas yapılması için, katilin teslim edilmesini emreder. Eğer katilin kim olduğunu biliniyorlarsa, öldürülenin diyetini vermelerini emreder. Neccar oğulları da: ”Peygamber'in emri başımızın üzerine. Biz katilin kim olduğunu bilmiyoruz.

Fakat diyetini öderiz" dediler ve diyet olarak da hemen yüz adet deveyi elçilere teslim ettiler. Elçiler develeri alarak, Medine'ye gelmek üzere, oradan ayrıldılar. Yolun tam yarısına geldiklerinde, Mikyes'e şeytan musallat olup vesvese verir ve: ”Kardeşinin diyetini kabul edip de, milleti kendine sövdüreceksin, öyle mi? Seninle olan bu adamı, yani Fihrî'yi öldür, cana can olsun, diyet de sana fazladan kalsın ” der. Şeytanın vesvesesine uyan Mikyes bir taş alıp, arkadaşının başına vurur ve onu öldürür. Daha sonra da, develerden birine binerek ve diğer develeri de sürerek kâfirce Mekke'ye doğru gider ve şu şiiri söyler:

Onun yerine Fihr'i öldürdüm ve kan bedelim,

Neccar oğulları ileri gelenlerine ve deve sahiplerine yüklettim.

İntikamımı aldım ve yaslanıp uyudum.

Böylece de putlara ilk önce dönen ben oldum.

Ayetin iniş sebebi, işte bu olaydır.

Mü'min bir insanı öldüren kimsenin, işlediği cinayete karşı hak etmiş olduğu ceza, içerisinde sürekli olarak kalmak üzere, cehennemdir.

Allah ona gazab etmiş, ondan intikam almış, ona

lânet etmiş, anılan cezayı kendisine vermek suretiyle, onu rahmetinden uzaklaştırmış

ve ona cehennemde ölçülemeyecek kadar

büyük bir azap hazırlamıştır.

Şüphesiz ki bu âyet, her ne kadar özel bir sebeple inmiş olsa da, ifade etmiş olduğu hüküm geneldir. Âyette, mü'min insanın kanını akıtmayı helâl sayanın, kâfir olacağı ve onun gideceği yerin de, gerçekten cehennem olacağı ifade edilmiştir. Eğer bir mü'min, bir başka mü'mini kasten öldürür ve işlemiş olduğu bu cinayetin helâl olduğunu iddia etmezse, bununla kâfir olmaz, imandan da çıkmaz. Çiinkü küfiir, yani inkâr etmek, adam öldürmekten daha büyüktür. Kâfirin tevbesinin kabul edildiğine göre, katilin tevbesinin kabul edileceği zaten normaldir. Eğer kâtil, tevbe etmeden ölürse, onun durumu Allah'a kalmıştır. Dilerse günahını bağışlar ve hasmını razı eder, dilerse de, yaptığının cezası olarak ona azab eder ve sonunda da cehennemden çıkarıp, iman ettiği için kendisine söz verdiği cennetine koyar. Çünkü Allah, sözünden caymaz.

Böyle bir kimse hakkında cehennemdeki ”süreklilik" ten kasıt, orada uzun zaman kalmaktır. Yoksa sonuna kadar kalmak değildir. Hatta Allah böyle bir bildirimde bulunuyor, bunu bildiriyor. Yoksa, bu şekilde ceza vereceğini ifade etmiyor. Çünkü bir başka âyette: ”Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür" (Şûrâ: 40) buyurulmuştıır. Allahü teâlâ, her kötülüğe, kendisi gibi bir kötülükle karşılık vereceğini bildirmiş olsaydı o zaman: ”Bir çoğunu da affeder" (Şûrâ: 34) âyetiyle çelişkiye düşerdi.

Bir insan, diğer bir insanı herhangi bir şeyden sakındırmak için: ”Eğer onu yaparsan, senin cezan dövülmek ve öldürülmektir" der. Sonra da ona bu cezayı vermezse, yalancı olmaz. Çünkü bu söz, bir pekiştirme ve tehdit etme ifadesidir. Bu pekiştirme ve tehdit ifadeleri, tevbe eden katile ilişkin değildir. Meselâ kısas gibi haklı yere kasden öldürülenler için de değildir. Bu yalnızca tevbe etmeyen ve düşmanlık ve zulümle öldüren kâtil hakkındadır.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Dünyanın yok olması Allah'a bir müminin öldürülmesinden daha hafiftir." Yine bir hadiste: ” Bir müslümanın öldürülmesine, yarım kelimeyle bile olsa yardım eden kimse, kıyamet gününe, alnına: ' Allah'ın rahmetinden ümit kesmiştir' yazılmış olarak gelir" buyurulmuştur."' '

Ebû Hureyre'den (radıyallahü anh) rivayet edilen bir başka lıadis-i şerifte de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Müflis kimdir bilir misiniz?" diye sorar. Yanında olanlar: ”Bize göre müflis, malı mülkü ve parası olmayan kimsedir" diye cevap verirler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ” Benim ümmetimin müflisleri (iflas etmiş kimseleri), kıyamet gününe, namazıyla, orucuyla, zekâtıyla birlikte; şuna sövmüş, buna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını akıtmış ve şunu da dövmüş olarak gelenlerdir. Bütün bunlara onun iyilikleri verilir. Üzerindeki haklar bitmeden önce, iyilikleri tükenirse, bu sefer de, haksızlık edilen kişinin günahları alınarak, haksızlık edene yükletilir. Sonra da cehenneme atılır" buyurdu.

Bilinmelidir ki, öldürülen insanın velisi, kısas yoluyla kât il in öldürülmesini istese bile, bu ceza, dünyadaki cezasıdır. Ölenle öldüren arasındaki diğer hükümler, alı irere kalmıştır. Öldürülenin velisi, eğer kısas istemişse, kin ve öfkesinin dinmesi için kendi hakkını almıştır. Kısasta, öldürülen için hiçbir fayda yoktur. Öldürülen kimsenin velisi, şu üç şeyi yapmakta serbesttir: Kısas ister, diyet ister yahut da hiçbir şey istemeden katili affeder. Hazret-i Mûsa'nın şeriatında, sadece kısas vardı ki, o da ölümdü. Hazret-i İsa'nın dininde ise, sadece diyet ve af vardı. Bizim dinimizde ise, kısas, diyet ve ümmet için bir ikram olarak affetme vardır. Katili affetmek, en faziletli olarıdır.

94

Ey iman edenler! Bu âyet, kavmi içerisinde tek başına iman eden, Mirdâs b. Nehîk hakkında inmiştir. Hazret-i Peygamber, onun toplumuna bir seriyye (askerî birlik, müfreze) göndermiş, seriyve onlara ulaştığında, hepsi kaçmış, sadece Mirdâs kalmıştı. Mirdâs, bir dağın dolambacında koyunları ile birlikteydi. Seriyye ile gelenlerin yanına inip: ”Lâ ilahe illallah Muhammedtin Rasûlullah, esselâmu aleyküm" demişti. Üsâme b. Zeyd de Mirdâs'ı öldürmüş ve koyunlarını sürüp götürmüştü. Durumu Hazret-i Peygamber'e haber vermişler, o da bu olaya çok kızmış ve: ” Lâ ilâhe illallah dediği halde, onu öldürdün öyle mi?" diye çıkışmış, Üsâme ise: ”O, diliyle söylemişti, içinden gelerek söylememişti" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Kalbini yarıp baktın mı?" diye sormuş ve bu âyeti okumuştu. Üsame: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Benini bağışlanmam için Allah'a dua et." diye ricada bulununca, Hazret-i Peygamber: ”Lâ ilâhi' illallah diyen nasıl öldürülür?" demişti. Sonra Üsame şöyle diyor: ” Hazret-i Peygamber bu sözünü o kadar tekrarladı ki, bir ara, 'keşki daha önce değil de, şimdi miislüman olmuş olsaydım' diyesim geldi. Sonra da, Allah'tan benim bağışlanmamı diledi, sonra da, bu koyunları geri vermemi ve müslüman bir köle azad etmemi emretti.'"691

Allah yolunda harekete geçip,

savaşa çıktığınız zaman, iyi anlayıp dinleyin! Yapacağınız veya yapmayacağınız işin iyice açıklığa kavuşmasını isteyin. Tedbirsiz ve düşüncesiz, aceleyle hareket etmeyin.

Size Müslümanların yaptığı gibi

selâm verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek: 'Sen mü'min değilsin' demeyin. Onu, size göründüğü şekilde kabul edin ve ona göre davranışlarda bulunun. Dünyada elinize geçecek olan, basit ve sonunda tükenecek bir mala göz dikerek, basit bir menfaat karşılığında ona bu gibi sözler söylemeyin. Bu ifadede, dünya inalının hemen tükenip, en kısa zamanda yok olacağına işaret vardır.

Çünkü Allah katında, sayısız ganimetler vardır. Bu ganimetler sizi, bu gibi insanları, malları için öldürmekten müstağni kılar. Bu ifadede, Allahü teâlâ'nın vereceği sevabın devamlılığına ve kalıcılığına işaret edilmektedir.

Önceden siz de öyleydiniz. Müslüman olmazdan önce, siz de, şimdi size selâm veren kimse gibiydiniz.

Allah, bu derecenizi kabul etmek süreliyle,

size lütfetti. Bu dereceniz sayesinde, mallarınızı ve kanlarınızı korudu. Sizin gizli hallerinizi araştırmayı emretmedi.

O halde durum böyle olunca, artık siz de

iyi anlayıp dinleyin. Bu işin açıklığa .kavuşmasını isteyin. Onun durumunu, kendi durumlarınızla karşılaştırın. Dış görünüşe bakma konusunda, ilk müslüman olduğunuz zaman, size nasıl davranıldıysa, siz de öyle davranın.

Allah gizli veya açık

bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Sizi onlara göre hesaba çekecektir. Hayır yapmışsanız hayır, şer yapmışsanız şer kazanacaksınız. Onun içindir ki, hemen öldürmeye koşmayın, ihtiyatlı davranın.

İmam Gazâlî şöyle der: 'Haberdar' demek, gizli haberlerin bile, kendisinden gizli kalmadığı kimse demektir. Hareketli, veya hareketsiz her zerreden, muzdarip veya itminan içindeki her nefisten haberi olan demektir. Yani âyetteki ”hahîr", ”alîm" manasına olup her şeyi bilen demektir. Fakat bilgi, içerdeki gizliliklere izafe edilince buna 'uzmanlık-tecrübe' adı verilir. Bu uzmanlık ve tecrübe sahibine de, ”habîr" yani 'uzman-tecrübeli' veya 'haberdar' denir.

Bu âyet, Üsâme'nin hata ettiği gibi, müctehidin de hata edebileceğine işaret eder. Üsâme'nin hatası, kısas yapılmaksızın bağışlanmıştır. Aynı zamanda âyet dil ile zikrin muteber olduğunu ifade eder. Fakat mü'min, dil ile zikirden kalbî zikre yükselmelidir. (Yani insan, dille zikretmekten terfi ederek, kalple zikredecek aşamaya gelmelidir.) Daha sonra da, ruhla zikretme aşamasına gelmeli. İşte böylece, bilgisizlik karanlığından kurtulup, bilgi ışığına ulaşmış olur.

95

Mü'minlerden özürsüz olarak, Allah yolunda cihad etmeyip

yerlerinde oturanlarla, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. ayette geçen ”özürsüz" kelimesindeki özür, körlük, topallık, felç gibi müzmin ve onulmaz birtakım hastalıklar anlamına gelir.

Zeyd b. Sabit anlatıyor: ”Hazret-i Peygamber'in yanında bulunuyordum. Kendisini sekînet hali kapladı. Dizini dizimin üzerine koydu, öyle ki dizimin kırılmasından korktum. Sonra, vahyin şiddetinden dolayı kendisinde bulunan bu hal ondan gidip açılınca bana: 'Yaz' dedi. Ben de, 'Oturan müminlerle savaşanlar bir olmaz ' âyetini yazdım. Bunun üzerine, yanımızda bulunan ve a'ma (kör) olan Ümmii Mektûm: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Cihada gücü olmayan müminlerin durumu nasıl olacak?" diye sordu. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber'i tekrar sekînet kaplayıp, tekrar açılınca, şöyle yaz, buyurdu: ”Mü'minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlarla..." Ben de yazıp âyete ilâve ettim.

Âyette geçen ”oturanlar"dan kasıt, sağlam olup da Bedir savaşına katılmayanlardır. ”Savaşanlar" da, ”oturanlar"a atıftır. Âyette anlatılmak istenen şey, hiçbir öziirü olmayıp, Allah yolunda savaşmay ani arla, Allah yolunda savaşanların sevab bakımından derecelerinin eşit olamayacağıdır.

Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, özürleri olmadığı halde,

oturanlardan üstün kılmıştır. Yani oturanlarla cihad edenler, ecir ve sevap açısından eşit değildirler. ”Mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri üstün kılmıştır" ifadesi, niçin eşit olmadıklarını açıklamaktadır. Sanki savaşa çıkanlarla çıkmayanlar niçin eşit değildir, denilmiştir. Buna cevap olarak: Derece bakımından, oturanlardan üstün kılmıştır cümlesi geliyor.

Gerçi Allah, hepsine de, hem savaşanlara lıem de savaşmayıp oturanlara

güzellik vadetmiştir. Bu güzellik, cennettir. Çünkü, bu her iki gurubun da inançları doğru, niyetleri samimidir. Farklılık ise, sevabı artıracak olan ameldedir.

Fakihler şöyle diyorlar: Bu ifadeye göre cihad, herkesin yapması gerekli olan bir farz-ı ayın değil, farz-ı kifayedir. Çünkü Allahü teâlâ, hem savaşanlara, hem de savaşmayanlara güzellik vaadinde bulunmuştur. Eğer cihad, herkese farz-ı ayın olmuş olsaydı, savaşa katılmayan insanlar, iyiliğe hak kazanmayacaklardı.

Ama mücahitleri, mükâfat bakımından, oturanlardan üstün kılmıştır. Cihad edenlere, çok büyük bir mükâfat vermiştir.

96

Kendi katından yüksek dereceler, bağış ve rahmet vermiştir.

Allah yolunda cihad edenlere, Allahü teâlâ kendi fazlı olarak, yetmiş kat derece vermiştir. Hadis-i şerifte: ” Cennette yüz derece vardır. Allahü teâlâ bu dereceleri, kendi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Bu derecelerin herbirinin arası, yerle gök arası kadardır" buyurulmuştur. Kendilerinden sâdır olan günahlar için bir bağış ve kendileri için de ayrıca, rahmet vardır.

Allah, kendi yolunda savaşanların günahlarını

bağışlayandır ve

esirgeyendir. Onları esirgeyip, rahmetiyle cennetine koyandır.

Kuşeyrî şöyle der: ” Allahü teâlâ, bütün velilerini, keramet bakımından aynı seviyede toplamış fakat, onların derecelerini ayrı ayrı yapmıştır. Bazılarının derecesi yüksek, diğerlerinin ise daha yüksektir. Bazılarının derecesi büyük, bazılarınınki ise daha büyüktür. Görünen şu yıldızlar ışık saçarlar. Fakat ay, onların da üstündedir. Güneş doğunca da, ışığıyla bütün bunları egemenliği altına alır."

Ayetin ifade ettiğine göre, özürlü olarak savaşa katılamayanlarla, savaşa katılanlar, sevap ve mükâfat bakımından aynı dereceyi alacaklardır.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Tebük gazvesinden dönüp, Medine'ye yaklaşırken şöyle buyurmuştur: ” Medine'de topluluklar var. Şu kadar yürüdünüz ve şu kadar da vadiler aştınız, işte o topluluklar sizinle beraberdi." Bunun iizeı ine, yanında bulunanlar: ” Ey Allah'ın Rasûlü! Onlar Medine'de olanlar mı?" diye sormuşlar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Evet Onlar Medine'de olanlardır. Özürleri onları sizinle olmaktan alıkoydu" buyurmuştur. Bunların niyetleri samimidir ve kalbleri de cihada takılıp kalmıştır. Kendilerini cihaddan alıkoyan şey ise, birtakım özürlerdir. Onun için: ” Kişinin niyeti, amelinden daha hayırlıdır" denmiştir.

Biliniz ki cihad, kazançların en faziletlisi ve sanatların da en idealidir. Akıllı insan, cihadı veya onu içinden geçirmeyi terketmez. Bir hadis-i şerifte: ” Her kim, savaşmadan veya savaşmayı arzulamadan ölürse, cahiliye üzere ölmüştür"

97

Melekler, kendilerine, hicret etmemek ve kâfirlerle dost olmayı isteyerek

yazık eden kimselere... Bu âyet, Mekke döneminde, müslüman olup da, o zaman farz olmasına rağmen göç etmeyen bir gurup insan hakkında inmiştir. Sonra bu, Mekke'nin fethinin ardından ”fetihten sonra hicret yoktur" hadisiyle neshedilmiştir.

Canlarını alırken, öldükleri anda ruhlarını alırken... Buradaki melek, ölüm meleğidir. O meleğin, meleklerden diğer yardımcıları da vardır. Başka âyetlerde, can alma olayı, Allah'a isnad edilmiştir: ”Canları Allah’alır" (Ziimer: 42). ”O Allah ki, sizi yaratır ve öldürür" (Hac: 66). Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, ölümün yaratıcısı, ancak Allah'tır... İşte bu ölüm melekleri, onları kınamak için:

'Ne yaptınız?' yani dininizle ilgili olarak hangi işleri yaptınız

dediler.

Bunlar da:

'Bizler, yeryüzünde yani Mekke topraklarında güçsüz ve dinlerinin gereğini yapamayacak kadar

çaresizlerdik' dediler. Bu sefer

melekler, onların bahanelerini ortadan kaldırıp, onları susturmak için

dediler ki: 'Allah'ın veri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' Allah'ın dinini yaşayabileceğiniz, başka ülkelere gitseydiniz. Medine'ye ve Habeşistan'a göç edenler gibi, siz de göç edip, dininizi oralarda yaşasaydınız.

İşte onların, yani kötü durumları anlatılan bu kimselerin, ahiretteki

barınağı cehennemdir. Çünkü onlar, görevlerini bırakıp, kâfirlere uymuşlar, .inkarcılara yardım etmişlerdir.

Orası, yani onların varacağı bu cehennem

ne kötü bir gidiş yeridir.

98

Hiçbir çareye gücii yetmeyen ve (göç için) yol bulamayan, zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar bundan müstesnadır. Bu ifadeler, zayıf insanların sıfatlarıdır. ”Çareye gücü yetmemekten" kasıt, göç etmek için bir çare bulamayan ve buna imkânları olmayanlardır. ”Yol bulamamaktan" kasıt ise, hicret edecek kimsenin izleyecek bir yol ve kendisine yolu bildirecek bir kimse bulamanıasıdır. Bunlar, kâfirlerin elinde zelil ve perişan olmuş, göç etmeye gücü kalmamış kimselerdir.

99

İşte bunları, yukarıda zikredilen zayıf kimseleri,

Allah'ın affetmesi umulur. Burada, iimit verme anlamına gelen ”asâ" ile ”affetme" kelimesi kullanılmıştır. Bunun sebebi, göç etmeyi terketmenin çok tehlikeli bir iş olduğunu bildirmektir. Hatta zorluk karşısında kalan kimsenin bile, güven duymaması, fırsat kollaması ve kalbinin hicrete bağlanması gerekir ki ilk fırsatta göç etsin.

Allah, çok affeden, çok bağışlayandır. Allahü teâlâ'nın ”çok affedici" olması, ceza vermekten vazgeçmesidir. ”Çok bağışlayıcı" olması ise, dünya ve ahirette, kulun yapmış olduğu kötülük ve günahları örtüp kapatmasıdır. Yani Allahü teâlâ'nın, affı kâmil ve bağışlaması tamdır. Yine bu âyetten, her ne sebepten dolayı olursa olsun, dinî emirlerin yerine getirilememesi halinde, orayı terkedip, başka yere gitmenin gerekli olduğu anlaşılmaktadır.

Haddâdî, ”Allah'ın yeri geniş değil miydi ki, oraya göç edeydiniz?" âyeti hakkında şöyle der: ”Bu âyet, bir kimsenin, mal ve mülkünün, çoluk çocuğunun, Allah'a isyan edilen bir ülkede oturması için mazeret olamıyacağına delildir. Tam tersine, eğer orada, hakkı ortaya koyma imkânını bulamazsa, vatanını terketmesi gerekir. Onun içindir ki, Said b. Cübeyr: ” Bir yerde Allah'a isyan edilirse, orayı terket" demiştir.

100

Allah yolunda göç eden kimse... Bu ifadede, hicrete heveslendirme ve hicreti sevdirme vardır. ”Allah yolu"ndan maksat ise, girmesi emredilen yoldur.

Yeryüzünde gidecek bir çok güzel yer ve bolluk bulur.

Allah yolunda göç etmek isteyen kimseler için, yeryüzünde gidilecek birçok yer vardır. O, gitmiş olduğu yerlerde, bol rızık ve dinini yaymak için imkânlar bulur. Kur'an'ın bu ifadelerinde, Allah yolunda, onun dinini yaymak için göç etmeye teşvik vardır.

Her milletini, çoluk çocuğunu ve ailesini terkederek,

Allah ve Rasûlü için goç etmek amacıyla evinden çıkar da... Allah'a ve O'nurı Rasûlüne itaatten dolayı yurdunu terkeder,

sonra da amacına varmadan önce

kendisine ölüm ulaşırsa, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Bunun mükâfatı Allah katında sabittir. Onun alacağı mükâfat, Allah katında gerçekleşmiştir.

Allah da kulun yapmış olduğu günahlardan dolayı

çok bağışlayan, ve bol rahmetinden dolayı da

çok esirgeyendir. Onu bağışlar ve kendi uğruna göç ettiğinden dolayı ona rahmet eder.

Rivayet edildiğine göre bu âyetler indiği zaman, Hazret-i Peygamber onu Mekke'deki Müslümanlara bildirmiş. Cündüb b. Damre adındaki çok yaşlı ve bir bineğe de binemeyen kimse oğullarına: ”Beni yüklenin, ben zayıf kimselerden değilim, yolu da bilirim. Allah'a yemin ederim ki, bundan sonra, Mekke'de bir gece bile kalmam" demiş. Oğulları da onu, bir sedye üzerinde, Medine'ye doğru yola çıkarmışlar. Mekke yakınlarında, Ten'îm denen yere vardıklarında, artık ölüme iyice yaklaşmış olduğu halde sağ elini sol elinin üzerine koymuş, şöyle demeye başlamış: ”Ey Allah'ım! Şu, senin ve şu da Rasûlün içindir. Rasûlü'nün biat ettiği şey için ben de sana biat ediyorum." Cündüb, böylece iyi bir şekilde ölünce, orada bulunan müşrikler, gülerek şöyle demişler: ”Bu adam istediğine kavuşamadı." İşte bu olay üzerine, Allahü teâlâ bu âyeti indirmiştir.

Keşşaf adlı tefsir kitabında da şu ifadeler yer almaktadır: ”İlim tahsili, hac, cihad, Allah'a daha iyi kullukta bulunmak, bir ülkeden diğer bir ülkeye hicret, dünyadan uzaklaşarak ziihd ve takva içinde yaşamak, temiz bir rızık elde etmek gibi dinî amaçlı göçler, Allah'a ve O'nun Rasûlüne kavuşmak için yapılan göçlerdir. Bu türlü göçler esnasında ölen kimsenin mükâfatı, Allah'a düşer. Sevabını O verecektir."

101

Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük yapmalarından korkarsanız... Bu âyette; yolculuğa çıkıldığında, hicret ve diğer zamanlarda, düşmanla karşılaşma tehlikesi ve yağmur tehlikesi gibi zaruret durumlarında, namazın nasıl kılınacağına dair açıklamalar yer almaktadır.

Namazı kısaltmanızdan dolayı, size bir günah yoktur. Burada kastedilen, dört rekâtlı namazların, yarısının kılınmasıdır. Yani dört rekât olarak kılınan namazların da yolculuk halindeyken iki rekât olarak kılınmasında bir günah yoktur. Bu kısaltma olayı sadece; öğle, ikindi ve yatsı namazlarında olup, akşam ve sabah namazlarında olmaz.

Namazların kısaltılabilmesi için gerekli olan en az yolculuk müddeti, Ebû Handeye göre, üç gün ve üç gecelik yolculuk müddetidir. Buradaki yürüyüş, normal adımlarla, ya da deve yürüyüşüyle yapılan yürüyüştür. Yolcunun, yavaş veya hızlı yürüyüşüne itibar edilmez. Üç gün ve üç gecelik yolu, bir günde yürümüş olsa, namazı kısaltabilir. Fakat, bir günlük yolu üç günde giderse, kısaltamaz. Âyetin zahiri manasından anlaşıldığına göre, namazı tam, ya da yarım kılma arasında serbestlik vardır. Tam olarak kılmak, daha faziletlidir. Fakat bize göre, kısaltmak gerekir. Tam olarak kılmaya ruhsat yoktur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”O, Allah'ın size bir ikramıdır" buyurmuştur. Bu ifade, yolculuk halinde kılınan namazın, tam olarak kıhnamıyacağına delildir. Çünkü, yapılan ikramı geri çevirmek olmaz. O ikram edilmiştir, geri çevrilemez.

Eğer: ”Kısaltmanızdan dolayı, size bir günah yoktur" âyeti, neden bu şekilde, yani namazı kısaltmanın günah olmadığını belirtir şekilde gelmiştir diye sorarsanız, deriz ki: Çünkü onlar, namazı tam olarak kılmaya alışmışlardı. Kısa olarak kıldıkları zaman, namazlarının eksik olduğunu zannederlerdi. Âyetin bu şekilde nazil oluşunun sebebi, onların namazı kısaltmalarının günah olmadığını açıklamak, gönüllerini ferahlatıp, mutmain olmalarını sağlamaktır. Tıpkı: ”...Evi haccedenin veya umre yapanın, o ikisini (Safa ile Merve'yi) tavaf yapmasında günah yoktur" (Bakara: 158) âyetinde olduğu gibi. Bu tavaf, bize göre vacib, Şafiî'ye göre ise rükündür.

"Kâfirlerin size bir kötülük yapmalarından korkar sanız..." Size, istemediğiniz bir savaş başlatarak saldırıda bulunmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda, hiçbir günah yoktur. Özellikle korku halinde, namazın kısaltılarak kılınması, bu âyetle sabit olmuştur.

Namazın, güvenlik bulunduğu zamanlarda yapılan yolculuk sırasında kısaltılması ise, sünnetle sabittir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle anlatır: ” Hazret-i Peygamber, Mekke ile Medine arasında yolculuk yaptı. Allah'tan başka hiçbir kinıseden korkmamasına rağmen, yine de namazları iki rekât olarak kıldı."

Muhakkak ki kâfirler, sizin açık düşmanınızdır. Onların size olan düşmanlığı açıktır ve size saldırmalarının gerekçesi, size tam anlamıyla düşman olmalarıdır.

102

Ey Rasûlüm Muhammed!

Sen de, kendilerine bir şey gelmesinden korkan müminlerin

içlerinde bulunup, onlara namaz kıldırdığın zaman

İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki: ” Zatürrika gazvesinde, Hazret-i Peygamber imam olmuş ve kendisiyle bulunan arkadaşlarına Öğle namazı kıldırmıştı. Müşrikler de bu durumu görmüş ve kendileriyle savaşmayı bıraktıklarına pişman olmuşlar. Bir kısmı, ikindi namazını kastederek demiş ki: ” Bırakın onları! Biraz sonra onların bir namazı daha var. Bu namaz onlar için, babalarından, evlâtlarından ve mallarından daha sevgilidir. İşte o namaza başladıkları zaman, onları kuşatın ve öldürün." Bunun üzerine Allahü teâlâ, Cebrail'le iki namaz arasında bu âyetleri indirerek, korku namazının nasıl kılınacağını bildiriyor. Müşriklerin kasıtlarını ve tuzaklarını onlara belirtiyor. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre korku namazı, Hazret-i Peygamber'den sonra da bütün ümmet için meşru kılınmış bir namazdır.

Onlardan bir kısmı, seninle namaza dursun ve... Sen onları iki gruba ayırdıktan sonra, onların bir grubu da düşmana karşı dursun ve sizi kollasın. Seninle birlikte namaza duran ve namazda olanlar

silâhlarını da yanlarına alsınlar. Sakın silâhlarını bırakmasınlar.

Seninle birlikte

namazda olanlar rekâtlarını tamamlayıp

secde edince, arkanıza geçsinler ve düşmanı kollamaya yönelsinler. Düşmanı kollamaya yönelen bu gruptan sonra

bu kez, namaz kılmayan öteki bölük gelsin, kalan rekâtı

seninle beraber namaz kılsınlar. Âyet-i kerimede, her iki gruptan da geriye kalan rekât hakkında bir açıklama mevcut değildir. Bu rekâtlara dair açıklamaları, Hazret-i Peygamberin sünnetinde buluyoruz.

İbn Ömer ve İbn Mes'ud'dan (radıyallahü anhüma) rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), korku namazı kıldırdığı zaman, birinci rekâtı birinci gruba, ikinci rekâtı da âyette belirtildiği gibi, ikinci gruba kıldırmıştır. Birinci rekâtı kılan grup, düşmanı kollamaya gitmiş, ikinci grup gelerek ikinci rekâtı tamamlamıştır. Daha sonra birinci grup gelip, kıraatsız olarak daha önce kılamadıkları son rekâtı kaza etmişler ve selâm vermişler. Sonra da ikinci grup gelerek kıraatla birlikte kılmadıkları birinci rekâtı kılmışlardır. Böylece, her iki grup da ikişer rekât kılmışlardır. Bu durum, yolcular ve sabah namazını kılanlar içindir. Çünkü bu namazlarda bir rekât, namazın yarısıdır. Eğer yolcu olmazsa ve akşam namazında olursa, birinci grup iki rekât olarak kılar. Çünkü burada, iki rekât namazın yarısıdır.

korunma tedbirlerini ve silâhlarım da

Yanlarına

alsınlar

Silahlı bir şekilde ve tedbirli olarak namaza başlasınlar.

O kafirin isterler ki siz, silâhlarınızdan ve eşyalarınızdan gaflete düşeşiniz de birden üzerinize baskın yapsınlar. Buradaki hitap, iltifat yoluyla o iki grubadır. Yanı kafirler, size üstün gelmeyi arzu ederler ve bir saldırışta sizi, kıskıvrak bağlamayı umarlar.

Yağmurdan zahmet çekerseniz, ya da hasta olursanız silahları bırakmanızda size bir günah yoktur. Fakat korunma tedbirinizi alın Silâhları kendlerine ağır gelmesi durumunda üzerlerinde taşımamaları konusunda onlara izin verilmiştir. Bu, yağmurdan ıslanmaları ve hastalanmaları sebebiyle olur. Bundan anlaşılıyor ki, ”silâhlarını alsınlar" emri, müstehab değil, vücûb ifade eder.

Fıkıhçılar şöyle demişlerdir: Korku namazında silâhlı bulunmak müstehabdır. Çünkü silâh taşımak, namazın şartlarından değildir. ”Korunma tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar" ifadesi, mendubu ifade eder. Bununla birlikte, ”korunma tedbirinizi alın" ifadesi, uyanık olmayı, tedbirli bulunmayı gerektirir ki, düşmanın hileli saldırılarına karşı konmuş olsun.

İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki: ” Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem). Benî Enmar kabilesiyle savaşmış, Allahü teâlâ da o kabileyi yenilgiye uğratmıştı. Hazret-i Peygamber ve Müslümanlar, bir yerde konaklamışlardı. Hiçbir düşman görünmüyordu. Silâhlarını da üzerlerinden bırakmışlardı. Hazret-i Peygamber silâhını yere koymuş, özel ihtiyacı için dolaşmaya çıkmıştı. Derken vadinin dışına kadar gelmişti ve lıafifce yağmur serpiştiriyordu. Hazret-i Peygamber dolaşmaya çıkınca, galiba biraz uzaklaşmış olacak ki, ashabıyla arasına vadi girmişti. Hazret-i Peygamber, bir ağacın altına oturmuş. Gavras b. el-Hâris el-Muharibî denen düşman bir zat ise bunun farkına varmış, kılıcım alarak vadiye doğru yaklaşmaya başlamıştı. Bu arada da: ”Eğer Muhammed'i öidümıezsem, Allah benim canımı alsın" diye söz de vermişti. Hazret-i Peygamber ise, tek başına duruyordu ve olup bitenden haberi yoktu. Adam kılıcını kınından çıkarıp: ”Ey 'Muhammed! Şimdi seni, benden kim kurtaracak?" diye seslendi. Hazret-i Peygamber de: ”Aziz ve Celil olan Allah" dedi ve ilâve etti. ”Ey Allah'ım! Gavras b. el-Hâris'in dilediği şeyden beni kurtar." Bunun üzerine adam, kılıcını Hazret-i Peygamber'e vurmaya yeltenip, üzerine koyulacağı sırada, Hazret-i Peygamber ayağa kalkıp, kılıcı eline alır ve:

" Ey Gavras! Şimdi seni kim kurtaracak?" der.

Gavras: ”Hiç kimse" cevabını verir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah'a ve Muhammed'in, Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna şahitlik edersen, kılıcım sana vereceğim"der. Gavras ise: ”Hayır" diyerek: ”Fakat seninle hiç savaşmayacağıma ve senin aleyhine kimseye yardım etmeyeceğime söz veriyorum" diye ikrarda bulunur. Hazret-i Peygamber de, kılıcını kendisine verir. Bunun üzerine Gavras: ” Allah'a yemin ederim ki, sen benden hayırlısın" diyerek arkadaşlarına döner ve olup bitenleri anlatır. Bunun üzerine, onlardan bazıları da iman ederler. Daha sonra vadi sakinleşince, Hazret-i Peygamber de ashabına döner ve olup bitenleri anlatır.

Şüphesiz Allah, kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır. Allahü teâlâ, size yardım edip, onları rezil etmek suretiyle, kâfirlere alçaltıcı, horlayıcı bir azap hazırlamıştır. Onun için, işlerinize önem verin ve sebeplere sarılmayı da ihmal etmeyin. Çiinkü, onlara yapılacak azap, sizin ellerinizle helâl kılınacaktır.

103

Namazı bitirdiğiniz zaman... Korku namazım, açıklandığı şekilde eda edip bitirdiğinizde,

ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken Allah'ı anın. Allah'ı zikretmeye devanı edin. Her durumda, O'na yalvarmaya, O'na dua etmeye ve O'nun kontrolünde olduğunuzu unutmamaya devanı edin. Hatta, savaş anında bile. Çünkü Allah: ”Bir toplulukla karşılaştığınız zaman, sebat edin ve Allah 'ı çok anın ki, kurtuluşa eresiniz" (Enfal: 45) buyurmaktadır.

Emniyete kavuştuğunuzda ise, namazı gereği gibi kılın. Kalbleriniz korkudan kurtulup huzura kavuştuğunuz zaman ve savaş bittikten sonra güvene kavuştuğunuz zaman, namazı dosdoğru, bütün şartlarını yerine getirmek suretiyle, tâdil-i erkânına riayet ederek kılın.

Buradaki ”anma" kelimesini genel anlamda düşünerek, bu zikrin dille yapılan zikir ve namaz olduğu görüşünü savunanlar, âyeti şu şekilde tefsir ederler: Her durumda, Allah'ı zikretmeye devam edin. Namaz kılmak istediğiniz zaman, sağlık durumunuz yerindeyse ve gücünüz varsa, ayakta kılın.' Hastalık sebebiyle ayakta durmaya gücü yetmeyenler oturarak kılsın. Oturarak kılmaya gücü yetmiyenler ise, yanları üzerine yatarak kılsınlar.

Çünkü namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır. Allahü teâlâ namazı, vakitlerini belirtmek suretiyle müminlere emretmiştir. Denilmiştir ki: Namaz, yolculuk durumunda iki rekât, normal durumlarda ise dört rekât olarak takdir edilerek müminlere farz kılınmıştır. Her vakitte, takdir edilmiş olduğu gibi kılmak gerekir. Çünkü Allahü teâlâ, kullarını kendilerinden çok daha iyi bildiği için, ibadetleri de ona göre belli zamanlarda takdir etmiştir.

Allahü teâlâ  kullara bıkkınlık ve usanç geleceğini bildiği için, güniin beş vaktinde namazı, senenin bir ayında da orucu farz kılınmıştır. Zekâtı kırkta bir ve haccı da kullarına rahmet olmak üzere, ömürde bir defaya mahsus olmak üzere farz kılmıştır. Bütün bunlar, kulluğun kolay olması için Allahü teâlâ'nın kullarına ikram ettiği kolaylıklardır. Eğer ibadetler, belirli zamanlarla sınırlanmamış olsaydı, kullar, her fırsatta ibadetleri erteleme yoluna gideceklerdi. İbadetlerin vakitlerle sınırlandırılmış olmasının sırrı da buradadır. Namaz, Miraç gecesinde elli vakit olarak farz kılınmıştı. Daha sonra Allahü teâlâ, kullara rahmet olsun diye bunu hafifletti ve her vakit için on sevap verdi. Beş vakit kılınan namazın sevabını, elli vakit sevabı olarak verdi. Denir ki: Kıyamet günü, kâfir için elli bin sene olmasının sebebi, kâfirin elli vakti kaybetmesinden dolayıdır. Kaybettiği her namaz için, bin yıl ceza çekecektir. Bunu, kendilerinin hak ettiklerini, yine kendi ifadelerinin şu ifadelerinden anlamaktayız: ”Biz namazı kılmıyorduk." (Müddesir: 43)

104

O topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Bu âyet, Küçük Bedir Savaşı hakkında inmiştir. Rivayet edilir ki: Ebû Süfyan, Uhud savaşından ayrılırken: ”Ey Muhammed! Dilersen, gelecek yıl buna karşılık Bedirde buluşalım" demiş, Hazret-i Peygamber de: ”İnşallah" diye cevap vermişti. Aradan bir yıl geçip, Bedir zamanı gelince, Allahü teâlâ, Ebû Siifyan'ın kalbine bir korku salmış ve bir yıl önce söylemiş olduğuna pişman olmuştu. Bunun üzerine, Nuaym b. Mesudu göndererek, Müslümanları korkutup, onların Bedir'e gitmelerine engel olmaya çalışmıştı.

Nuaym b. Mesud Medine'ye geldiğinde; Müslümanları, Bedir'e gitmek üzere hazırlanmış bir halde bulmuş ve: ”Sizin için birçok insan toplanmış. Onlardan korkun" demişti. İşte bunun üzerine, Allahü teâlâ, bu âyeti indirir. Bu âyetin anlamı: Gevşemeyin ve yılmayın! Kâfirlerle savaşmaktan korkup, acziyete düşmeyin! Uhud'da karşılaştığınız öldürülme ve yaralanma hadisesi sizi yılgınlığa ve za'fa düşürmesin.

Eğer siz, yaralanmadan dolayı

acı çekiyorsanız, onlar da sizin acı çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Savaştan dolayı, sizin birtakım kaybınız olmuş ve yaralanmadan dolayı acı çekiyorsanız, onlar da aynı durumdan dolayı acı çekmektedirler. Bundan dolayıdır ki, onlar için sözkonusu olmayan sizi savaşa çağıran başka sebepler de vardır. Buna:

Üstelik sizler Allah'tan, onların ummadıkları şeyi sevap ve zaferi ummaktasınız ifadesi işaret etmektedir.

Sonuç olarak, karşılaşmış olduğunuz acı ve sıkıntılar, sadece sizin sıkıntılarınız olmayıp, aynı sıkıntılarla onlar da karşılaşmışlardır. Sonra size ne oluyor da sabredemiyorsunuz? Halbuki siz, onlardan daha öndesiniz. Çünkü sizler Allahü teâlâ'dan, onların kesinlikle akıllarından bile geçiremiyecekleri sevabı

ummaktasınız.

Allah, sizin kalblerinizi ve işlerinizi çok iyi

bilendir. Yine Allahü teâlâ, size emrettiği ve yasakladığı şeylerde

hikmet sahibidir. Onun için, Allah'ın emir ve yasaklarına uyma konusunda gayret gösterin. Bu konuda ciddi olanlara, iyi neticeler vardır. Âyet-i kerimede, cesur ve sabırlı olmaya, sertlik göstermeye teşvik vardır. Başka bir âyette de: ” Onlar, sizde bir sertlik bulsunlar" (Tevbe: 123) buyurulmuştur.

105

Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükınedesin diye sana Kitab'ı, yani Kur'ân'ı

hak ile indirdik. Rivayet edildiğine göre bu âyet, Hıısar'dan, Tu'nıe b. Übeyrik hakkında nazil olmuştur. Bu zat, komşusu olan, Katâde b. Nu'man'ın, un çuvalı içerisinde bulunan zırhını çalmıştı. Un, çuvaldaki delikten yere dökülüyordu. Bıınu, bir yahudi olan Zeyd b. Seni in'in yanında gizlemişti. Zırh, Tu'me'de arandı fakat bulunamadı. Zırhı almadığına ve zırh hakkında hiçbir bilgisi olmadığına da yemin etti. Bunun üzerine Tu'me'yi bıraktılar ve çuvalın yırtığından dökülen unun izini takip etmeye başladılar. İz, yahudinin evine varmıştı. Zırhı aldılar. Yahudi ise, zırhı Tu'me'nin verdiğini söyledi ve buna bir grup yahudi de şahitlik etti. Bunun üzerine Benî Zafer kabilesi (Tu'me'nin mensub olduğu kabile), Hazret-i Peygambere giderek, kendi arkadaşlarına iftira eden Yehudilerin, bu çirkin iftiralarının hesabının sorulmasını istediler. Dediler ki: ” Hırsız olan yahudidir." Böylece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bazı ipuçlarından dolayı, hırsızın yahudi olduğuna inanır gibi oldu. İşte bu olay üzerine, inen bu âyetle Tıı'me ve şahitlerinin yalancı, yahudinin ise suçsuz olduğuna dikkat çekilmiş oldu.

İşte biz sana bu Kitabı insanlar arasında, Allah 'ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin' diye indirdik. Allahü teâlâ'nın, sana Kur'ân'ı indirmesinin sebebi, insanlar arasında, o Kur an'da sana bildirip vahyettiği şeylerle hükmetmen içindir.

Burada adı geçen bilgiye, ”rii'yet-görme" adı verilmiştir. Çünkii bu bilgi, kuvvet ve açıklık bakımından, görme gibidir.

Allah'ın sana vahyettiğiyle hükmet ve

hâinlerden taraf olma. Tu'me ve ona yardım edenler gibi, hain kimselerden yana olma. Onların iyiliğine hükmedip, suçsuz olan yahudinin hasmı olma.

Rivayet edildiğine göre Tu'me'nin topluluğu, hırsızlığın Tu'nıe tarafından yapıldığını biliyordu. Fakat, Tu'me'yi temize çıkarmak için, gece boyu plân hazırlamışlardı. Tu'me'yi hırsızlık suçunun cezasından kurtarmak için, ittifakla karar vermişler ve bu suçu yahudiye yüklemişlerdi. Bundan dolayıdır ki Allahü teâlâ, onların tümünü birden, hain olarak adlandırmıştır.

106

Ve onların şahitlik etmelerine güvenerek karar vermek istediğinden dolayı,

Allah'tan bağışlanma dile. İbn Şeyh şöyle der: ” Hazret-i Peygamberden, böyle bir karar çıkmış olsaydı, nefsi hakkında hataya düşmüş olabilirdi. Her ne kadar Hazret-i Peygamber mazur ise de, Allahü teâlâ, ona, bu özür için bağışlanma dilemesini emrediyor. Çünkü ”Allah'a yakın kimselerin hataları, iyilerin iyilikleri derecesindedir" denilmiştir.

Çünkü Allah, kendisinden bağışlanma isteğinde bulunanlara karşı çok

ğafûr ve rahimdir. Onları bağışlar ve kendilerine rahmetle muamelede bulunur.

107

Kendilerine hainlik edenleri savunma. Hainlik, birtakım günahları işleyerek, kendi kendisine haksızlık etmek anlamına gelir. Onun içindir ki her ne kadar kendilerine hainlik etmiyorlarsa da âyette, ”kendilerine hainlik edenler" ifadesi kullanılmıştır. Çünkü, kendilerine hainlik etmelerinin zararı, sonunda tekrar kendilerine dönecektir. Tıpkı, başkalarına haksızlık eden kimse hakkında söylenen: ” Haksızlık eden, kendisine eder" özdeyişinde olduğu gibi.

Çünkü Allah, hainlikte ileri gidenleri, onda ısrar edenleri ve

günahkârı, yani gıinah işlemeye devam edenleri

sevmez.

Rivayet edildiğine göre Tu'me, Mekke'ye kaçmış ve orada dinden dönmüştü. Mekke'de de bir duvarı delip, içeriden bir şeyler çalmaya çalışırken, duvar üzerine yıkılmış ve böylece ölmüştür.

Şöyle denilmiştir: Kötülük yapan birisine rasladığında, onun mutlaka başka kötülükler yapmış olduğunu da bil. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), bir hırsızın elinin kesilmesini emretmişti. Hırsızın annesi gelip ağlamaya başladı ve: ”Bu, oğlumun ilk hırsızlığıdır. Onu affet" dedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: ” Yalan söylüyorsun. Allahü teâlâ kulunu, ilk aşamada hesaba çekmez" dedi.

108

İnsanlardan gizlerler de, Allah'tan gizlemezler. insanların kendilerine zarar vermesinden korktukları, ya da utandıkları için saklanırlar. Fakat bu insanlar, Allah'tan hiç utanmazlar. Halbuki Allah, ııtanılmaya en lâyık olan ve cezasından en çok korkulacak olandır.

Oysa onlar,

geceleyin, O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken... Birtakım planlar hazırlamak suretiyle, sahtekârlık yaptıkları, suçsuza iftirada bulundukları, yalan yere yemin ettikleri ve yalancı şahitlikte bulunduklarında

O Allah,

onlarla beraberdi. Yüce Allah, onların bütün bu durumlarını biliyordu. Çünkü, Allah'tan hiçbir şeyi gizleme imkânı yoktur.

Bilindiği üzere Tu'me, yahudiye, zırlıı çaldı diye iftirada bulunmuştu. Tu'me'nin grubu da, bu yalana şahitlik etmiş ve bu işi kendilerinden birinin yapması durumunda, karşılığını ödeyeceklerini söylemişlerdi.

Allah onların, gizli veya açık tüm

yaptıklarını kuşatıcıdır. Onların hepsini bilir. O'ndan hiçbir şey saklı kalmaz.

109

Haydi siz dünya hayatında onları savundunuz. Buradaki hitap, bir grup müminleredir. Bunlar, Tu'me ve topluluğunun tarafını tutmuşlardı. Onların tarafını tutmaları da, görünürde onların, müslüman oluşlarındandı.

Bu durumda âyetin anlamı: Haydi sizler dünya hayatında, Tu'me ve onun taraftarlarını şiddetli bir şekilde savundunuz,

ya kıyamet günü, Allah'a karşı onları kim savunacak? Ahiret gününde Allahü teâlâ onları, azabıyla yakaladığında, bu durumda onları kim savunacaktır?

Yahut da onlara kim vekil olacak? Allah'ın azabından ve intikamından, onları kim koruyup savunacak?

110

Kim, bir kötülük yapar, yahut yalan yere yemin etmek suretiyle

nefsine haksızlık eder de... Tu'me de böyle bir kötülük işleyerek, işlediği kötülüğü bir yahudiye yüklemeye ve onu rezil etmeye çalışmıştı.

Sonra, samimi olarak tevbe eder ve

Allah'tan bağışlanmayı dilerse... Sadece bağışlanmayı istemek, tevbe sayılmaz. Tevbe ancak: ”Tevbe ettim, kötülük işledim. Yapılan fenalığı bir daha kesinlikle işlemeyeceğim. Ey Allah'ım beni bağışla," diyerek tevbe yapılır.

Allah'ı ğafûr ve rahîm olarak bulacaktır. Günahı her ne olursa olsun, Allah onu bağışlar. Kendisine rahmetle muamele ederek, ikramda bulunur. Bu âyette, Tu'me'yi ve onun topluluğunu tevbeye kesin bir teşvik vardır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh), Ebû Bekir'in (radıyallahü anh) kendisine şöyle dediğini anlatır: ” Hiçbir kul yoktur ki, bir gıinah işledikten sonra, abdest alıp iki rekât namaz kılsın ve Allah'tan bağışlanma dileğinde bulunsun da Allahü teâlâ o kulu bağışlamasın." Bundan sonra da: ”Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine haksızlık eder..." âyetini okur.' '

111

Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Kazanmış olduğunun zararı ve günahı başkasına yansımaz.

Allah. onun yaptığı

herşeyi bilir, yapılan şeye verdiği ceza konusunda

sahibidir.

112

Kim, büyük veya küçük, kasıtlı veya kasıtsız

bir hatâ veya günah işler de, onu bir suçsuzun üzerine atarsa... İşlemiş olduğu günah, büyük veya küçük, kasıtlı veya kasıtsız olsun, onu, Tu'me'nin yapmış olduğu gibi, suçsuz birisine yüklerse,

muhakkak ki büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur. Bu günah öyle bir günahtır ki, ağırlığı bile takdir edilemez. Çünkü, suç işlemekle günahkâr olmuş, işlediği günahı başkasının üzerine atmakla da iftira etmiştir. O, iki suçu bir araya getirmiştir. Suçsuz bir insana bir şey yüklemeye ”bühtan-iftira" adı verilmiştir. Bühtan kelimesinde, hayret ve şaşkınlık ifadesi vardır. Onun içindir ki iftiraya, ”bühtan" adı verilmiştir. İftira atılan kimse, kendine atılmış olan bu yalanı duyunca, yalanın büyüklüğünden dolayı, hayrete diişer, şaşırır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Gıybet, bir mü'min kardeşin hakkında, onun hoşlanmadığı bir şeyi söylemelidir" buyurmuştur. Yanında bulunanlar da: ” Eğer söylediğimiz şey, o kardeşimizde varsa buna ne dersin?" diye sorunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Söylediğiniz şey, o kardeşinizde varsa gıybet etmiş, söylediğiniz şey onda yoksa, o zaman da iftira da bulunmuş olursunuz" buyurmuştur.'77'

113

Allah'ın sana, lütuf ve esirgemesi olmasaydı, Tu'me'nin tarafını tutan

onlardan, Zufer oğullarından

bir grup, seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar, suçu işleyen kişinin kendi arkadaşları olduğunu bildikleri halde, seni aldatmaya çalışmışlar ve gerçeği uygulamana engel olmak istemişlerdi.

Onlar, sadece kendilerini saptırırlar. Çünkü, yaptıklarının vebali kendilerinedir.

Sana hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allahü teâlâ seni korumasına almıştır.

Allah sana Kıtab'ı yani Kur'ân'ı

ve içinde bulunan hükümlere ait

hikmeti ındırmıştır. Helâl ve haramı tanıtmıştır.

Ve sana vahyetmek suretiyle.

bilmediğini. yani senin için gizli olan şeyleri

öğretmiştir. Bunları, daha önceden bilmiyordun.

Gerçekten de Allah'ın sana, büyük lütfü olmuştur. Çünkü, genel bir peygamberlikten ve tam bir başkanlıktan daha büyük bir lütuf olamaz. Hazret-i Peygamberin korunmuş olması ve ona bilmediği şeylerin öğretilmiş olması, bu lütfün eseridir.

Bu âyet-i kerimeler, bir kimsenin işin gerçeğini bilmeden başkasının haklılığını veya haksızlığını savunmasının caiz olmadığını göstermektedir. Aynı şekilde hakimin taraflardan birine -biri müslüman, diğeri kâfir olsa bile meyletmesi caiz değildir. Elinde çalıntı mal bulunan kimsenin aleyhine hükmetmek de gerekmez.

Bil ki, bu âyetler, birçok fazileti bir arada toplamıştır. Kötülük yapanın, kendisinin zarar göreceği, iyilik yapanın da kendisinin faydalanacağı bunlardandır.

Rivayet edildiğine göre bir kadın, dilenciye bir lokma ekmek vermiş, daha sonra da tarlaya gidip, orada doğum yapmış. Kurt da gelip bu çocuğu alıvermiş. Bunun üzerine kadın: ” Ey Allah'ım! Çocuğum!" diye feryat ederken, bir adam çıkagelip, kurdun boynunu sıkarak kolaylıkla çocuğu çıkarmış. Sonra da: ” Bu lokma, senin dilenciye verdiğin lokmanın karşılığıdır." demiş. İşte böyle. Dünyada herkes, yaptığının karşılığını bulur.

Ayetlerde; faziletin, en büyük ilim ve hikmet olduğu da anlatılmaktadır. Buradaki ilimden kasıt, kuşkusuz faydalı olan, Allah'a yaklaştıran ilimdir. Peygamber Efendimiz: ”Ey Allah'ım! Faydasız ilimden sana sığınırım." buyurmuştur. Faydalı ilimin insana verdiği destek, ahirette bile kesilmez. Ebû Hurevre'den (radıyallahü anh) rivayet edilen bir hadiste, Hazret-i Peygamber şöyle buyurur: ”insan öldüğü zaman, üç şey hariç, bütün ameli kesilir. Bu üç şey; sadaka-i cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı çocuktur. ”(75)

Âyette anlatılan faziletlerden bir diğeri de; kulun, hayır ve faziletleri kendi nefsinden görmemesi, bunları Allah'ın lütuf ve ihsanı olarak bihnesidir. Kul, nefsini temize çıkaramaz. Çünkü nefisler, temize çıkarılamazlar. Her kim, nefsinin bir şeyini iyi görürse, iç dünyasından, yakîn nurlarından birini düşürür.

Kâmil insan, nefsinde bir değer göremiyeceğine göre, amelinde ne değer görebilir? Kulun, doğduğu günden öldüğü güne kadar yapacağı ameller, onun varlığının nimetini dahi karşılayamaz.

114

Onların fısıldaşmalarınm birçoğunda fayda yoktur. İnsanların, kendi aralarında fısıltı şeklinde konuştuğu şeylerin çoğunda, hiçbir fayda yoktur. ”Necvâ" kelimesinin sözlük anlamı, iki kişi arasındaki sırdır.

Ancak bir sadaka verilmesini emredenin fısıldaması,

yahut bir iyilik, yahut da insanların arasını düzeltmeyi emredeninki müstesna.

Âyette geçen ”ma'rûf-iyilik" kelimesi; aklın çirkin karşılamadığı ve İslâm'ın da hoş gördüğü şey anlamına gelir. İyilikler ve güzelliklerin hepsini içerisine alır. Buradaki iyilik ise, borç para vermek ve üzgünlere yardımda bulunmak diye yorumlanmıştır. ”İnsanların arasını düzeltmek" ten kasıt da, İslâm'ın sınırlarını tecavüz etmemek şartıyla, aralarında çıkan kavga ve düşmanlıklardan dolayı, insanların aralarını düzeltmektir. Hazret-i Peygamber bir hadislerinde şöyle buyururlar: ”Size, namaz ve sadakadan daha faziletli bir dereceyi haber vereyim mi?" Yanında bulunanlar dediler ki: ”Evet. Haber ver ey Allah'ın Rasûlü!" Bunun üzerine o: ” Dargınların arasını düzeltmektir. Dargın kişilerin bozukluğu, kökünü kazır. Saçın kökünü kazır demiyorum. Dinin kökünü kazır.

Kim, Allah'ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa... yani sadaka verir, iyilikler yapar ve dargınların arasını bulmak için çalışırsa

biz ona, yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. Dünya menfaati için bunları yapan kimse hor görülmüştür, asıl olan Allah'ın rızasıdır. Çünkü amelleri, hayır işlerini gösteriş ve başkalarına işittirmek için yapan, ecir almaktan mahrum olur.

115

Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve mü'irsinler in yolundan başka bir yola giderse onu...

Mucizelerin verilmesiyle, kendisine doğrunun ne olduğu bildirildikten sonra, Hazret-i Peygamberin nübüvveti anlatıldıktan sonra, yine peygambere muhalefet ederek karşı geleni ve mü'minlerin takip etmiş oldukları iman ve amel yolunun dışında bir din takibedeni

o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız. Onu, gitmek üzere olduğu sapık yolda devanı ettiririz ve seçmiş olduğu yokla kendisini rezil ederiz. Sonunda da kendisini cehenneme sokarız.

O cehennem

ne kötü bir yerdir.

Akıllı insan, mü'minler topluluğuna aykırı düşmemelidir. Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar. Doğru olan yol, müminlerin yoludur. Cennete ve Allah'a kavuşmaya götüren yol da o yoldur.

116

Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Ondan başka günahları, dilediği kimse için bağışlar. Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) yaşlı bir adam selır ve: ”Ben günah işlemeye devanı eden yaşlı bir adamım. Fakat, Allah'ı tanıdığımdan beri, O'na inandım ve O'na ortak koşmadım" der. Bunun üzerine bu âyet iner. Tevbe etmedikçe, şirk (Allah'a ortak koşma) bağışlanmaz. Onun dışındakiler bağışlanır. Fakat herkese değil. Allah'ın bağışlamasını istediklerine bağışlanır.

Kim Allah'a ortak koşarsa, hak yoldan

büsbütün sapıtmıştır.

Çünkü şirk, sapıklıkların en büyüğü, doğru olmaktan da en uzak olan bir inançtır. Haddâdî der ki- ”Allah'a ortak koşan kimse, doğrudan ve doğru yoldan tamamen uzaklaşmıştır. Bütün hayırlardan yoksun olmuştur. Allah'a ortak koşmak, rezilliklerin en çirkin olanıdır. Tevhid ( Allah'ı tek olarak tanımak) ise, güzelliklerin en güzelidir."

117

Müşrikler,

O'nu yani Allah'ı

bırakıp da sadece dişilere tapıyorlar. Bu âyette geçen ”in" edatı, olumsuzluk belirtir. Ayette geçen ”yedune-çağırıyorlar" ifadesi ise, ”ibadet ediyorlar" anlammadır. Çünkü, bir şeye ibadet eden, sıkıştığı zaman onu çağırır. Dişilerden kasıt ise, putlardır. Müşrikler, tapmış oldukları putları, kadın şeklinde tasvir ediyorlardı ve o putlara, kadınların süslendiği şeyleri giydiriyorlar ve bu putlara genel olarak, kadın isimleri veriyorlardı. Lât, Menât ve Uzza... gibi. Bu durum onların, son derece cahil olduklarına ve serseriliklerinin de aşırılığına şahitlik etmektedir.

Yine deniyor ki, ”dişiler'den kasıt, meleklerdir. Çünkü, müşriklerin bir bölümü, meleklere tapıyorlar ve onlara ”Allah'ın kızları" diyorlardı. Allahü teâlâ bıınu: ”Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin isimlerini verirler" (Necin: 27) âyetiyle ifade etmiştir. Oysa müşrikler, her şeyin en alçak ve rezilinin dişiler olduğunu kabul ederlerdi.

Böylece de, dişiler şeklindeki putlara tapınmış olmakla,

ancak inatçı şeytana tapmış olurlar. Çünkü şeytan onlara, puta tapmalarını emredip, onları bıına heveslendirdi. Onların bu şekilde, itaatte bulunmaları, tıpkı şeytana tapmak gibiydi. Buradaki şeytandan kasıt, ”İblis"tir. Çünkü, aşağıdaki âyette geçen ”belli bir pay alacağım" sözü, İblis'in sözüdür.

Âyette geçen ”merîd" kelimesi; ”kötülük yapmak üzere, hayırdan soyutlanmış, hayırsız" olan anlamına gelir. Yaprağı olmayan ağaca ”şeceretiin merdâ'" denir. Yüzünde tüy bitmeyen köse insana da aynı isim verilir.

118

Allah onu, rahmetinden uzaklaştırıp, sürekli olarak cehennemde kalmasına hüküm vermek suretiyle

lânetledi. Onu böyle cezalandırdı.

O da, yani, Allah tarafından lânetlenmiş olan ve aşağıda belirtilen sözleri söyleyen şeytan da:

'Yemin olsun ki, kullarından belli bir pay alacağım' dedi. Böylece şeytan, insanlara karşı beslemiş olduğu aşırı düşmanlık duygusunu belirtmiş oluyor. ”Belli bir pay ”dan kasıt, gerekli olan ve şeytana ayrılan pay demektir. Hasan el-Basrî'ye göre bu pay: ”Allahü teâlâ'nın, kudsı hadiste bildirdiğine göre, bin kişiden, dokuzyiiz doksandokuz kişidir."

Hadis-i kudsîde şöyle rivayet edilir: ”Allahü teâlâ: 'Ey Adem!' der. Adem oğlu da: 'Buyur Ey Rabbim, emret! Bütün hayır sendedir, emrine uymakla mutlu olacağım' der. Bunun üzerine Allah: 'Cehenneme gidecekleri seçip çıkar' buyurur. Ademoğlu da: 'Cehenneme gidecekler ne kadardır?' diye sorunca, Allahü teâlâ: ' Her bin kişiden, dokuzyiiz doksandokuzu' diye cevap verir. Hazret-i Peygamber de buyurur ki: ' işte o zaman, çocuğun başı ağarır ve her gebe kadın da çocuğunu düşürür.'“m

119

'Onları mutlaka gerçeklerden

saptıracağım. Onların saptırılması, kendilerine vesvese verilmek suretiyle, bâtıl şeyleri çağırıp, onlara tapmaları şeklinde olacaktır.

Onları muhakkak boş kuruntulara sokacağım. Onları batıl hayallere daldıracağım da, uzun ömür ve çok mallar isteyecekler. Şeytanın onlara; cennetin ve cehennemin, öldükten sonra dirilmenin ve hesaba çekilmenin olmayacağına dair bazı yanlış bilgiler vereceği de söylenmektedir.

Kesinlikle onlara emredeceğim de, benim emrimin gereği olarak

hayvanların kulaklarını yaracaklar. Müfessirlerin çoğuna göre bu ifadeden kasıt, adak için ayrılan develer ve beş nesil doğurmuş develerin kulaklarının kesilmesidir. ”En'ânı" kelimesi; deve, davar ve ineği kapsar. Şeytan demek istiyor ki: ”Onları, bu hayvanların kulaklarım kesmeye teşvik edeceğim. Böylece de, o hayvanları putlarına adamak sûretiyle, kendilerine haram sayacaklar. Ve yine o hayvanlara; ”adak deve, beş nesil doğuran deve, on nesil doğuran deve ve sırtı dağlanan deve..." gibi isimler verip, putlarına adayacaklar."

İslâm öncesi Araplarında bir âdet vardı. Birisinin devesi beş defa doğurur ve beşinci yavrusu da erkek olursa, onun kulağını delerler ve o hayvana binmekten, etini ve sütünü yemekten vazgeçerlerdi, o hayvandan yararlanmanın, kendilerine haram olduğunu kabul ederlerdi. Sularını içse engel olmazlar, otlağa çıksa alıkoymazlardı. Bu tür deveye ”balıira" derlerdi. ”Sâibe" ise: Serbest, başı boş bırakılmış deve demektir, bu hayvan, dilediği yere giderdi. O dönemin insanları: ” Ben şifa bulursam devem sâibedir, veya kaybolan kimsem gelirse devem sâibedir" derlerdi. Buna da yukarıda sözü geçen bahîra devesi gibi muâmele ederlerdi.

Ve yine onlara emredeceğim, Allah'ın yarattığını değiştirecekler'.

Bu değiştirme; hem şekil yönünden, hem de özellik yönünden olabilir. Köleleri iğdiş yapmak, dövme yapmak, gençleşmek için, kadınların dişlerini inceltmesi ve yüzdeki kılları yolması gibi. Hazret-i Peygamber, ”yüzünün kıllarını alan ve aldırtan kadına, saç takan kadına, saç taktıran kadına, dövme yapan kadına ve dövme yaptıran kadına Allah lânet etmiştir"buyurur. (81)

"Onlardan pay alacağım", ”onları saptıracağım", ”onları kuruntulara sokacağım" ve ”onlara emredeceğim". İşte bu dört cümlenin her biri, şeytanın sözüdür.

Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse yani, şeytanın davet ettiği şeyleri, Allah'ın emirlerine tercih ederse,

şüphesiz ki o, apaçık bir zarara uğramıştır. Çünkii o, cenneti cehennemle değişmek suretiyle, bütün sermayesini kaybetmiştir.

120

Onlara vaadde bulunur ve uzun ömür mal, dünya hayatlarında elde edecekleri mevki, makam, lezzet ve şehvetlerini tatmin etme vâ'dinde bulunur, öldükten sonra dirilmenin, hesaplaşmanın ve cezanın olmayacağı gibi şeyleri söylemek süreliyle

onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara vaadi aldatmacadan başka bir şey değildir. Bu da, zarar olan bir yerde faydayı ortaya çıkarmaktır. Şeytan bu vaadi, ya vesvese vermek suretiyle, ya da kendi dostlarının diliyle vermektedir.

Şeytanın; insanları yoldan çıkarmaktaki ilkesinin, dünyada bulunan şeyleri süslemek olduğunu, insanların kalblerine bazı iimit ve kuruntular verdiğini iyi biliniz. Şeytan, insanın gönlüne, ömrünün uzun olacağını, dünyadaki arzularına kavuşacağını, mal ve makam elde edeceğini yerleştirir. İşte bütün bunlar, aldatmadır. Çünkü çok defa, ömrü uzun olmaz ve umduğunu da bulamaz. Allahü teâlâ, şeytanın vereceği söz ve kuruntulara karşı, kullarını uyarıyor. Böylece şeytan, onları kandırıp aldatmayacak, sonuçta da, en yüce makamları ve en faydalı şeyleri kaçırmayacaktır.

Akıllı insan, şeytanın dedikodularına uymayıp, Allah'ın rızasına uyandır. Yüce Kitaba sımsıkı sarılıp, Resulünün sünnetinden ayrılmayandır. Yüce dereceler elde etmek için, bu iki kaynağa sarılan insandır. Akıllı olan için bu kadar öğiit yeterlidir.

121

İşte bunların, yani şeytanın dostlarının

yeri cehennemdir. Onların karargâhı cehennemdir.

Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.

Allahü teâlâ bu âyette, hem cenneti ve hem de cennete lâyık kişileri yarattığına işaret ediyor. İşte o cennetlik kişiler, mutlu insanlardır. Cehennemi ve cehennemlikleri de yaratmıştır. Cehennemlikler ise, mutsuz, eşkiya insanlardır. Şeytanı da; siisleyici, boş şeyleri emredip onlara çağırıcı olarak yaratmıştır. İyi anla. İnşallah şeytandan uzaklaşırsın.

122

İnanıp güzel işler yapanları... İşlerin iyi olması, samimiyetle yapılmasıdır. Güzel iş, yani amel-i sâlih, yapılan işlerin, sırf Allah rızası için yapılmasıdır. Bu, namaz ve zekât gibi yapılan bütün amelleri içerisine alır.

Altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Bu ırmaklardan; su, süt, şarap ve bal akar.

Orada ebedî olarak kalacaklardır. Cennete giden bu insanlar, orada sürekli olarak kalacaklardır. Güzel işlerle (salih amel) imanın bir araya konup aynı seviyede zikredilmesi, yani ” inanıp güzel işler yapanlar" diye ifade buyurulması, ”kâfirin tâatı fayda vermediği gibi, iman olduktan sanra günah zarar vermez" iddiasını boşa çıkarmak içindir. Ayrıca bu ifadeden anlaşıldığına göre, hem iman etmek, hem de salih ameller yapmak sevap kazandırır.

Bu da Allah'ın gerçek vaadidir. Allah'ın onlara gerçekten vaadi budur. Bu vaad gerçek olan vaaddir.

Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir? Burada, inkârî bir soru vardır. Söz ve vaad bakımından, Allah'tan daha doğru hiçbir kimse yoktur. Allah, her söz söyleyenden daha doğru söz söyler. O'nun vaadi, kabul edilmeye en lâyık olandır.

123

Ey Müslümanlar!

(Bu sevap) ne sizin kuruntunuz ne de kitap ehlinin kuruntusu (ile elde edilir.) Allah'ın vaadettiği sevap, ne sizin kuruntunuzla elde edeceğiniz sevap, ne de kitap ehlinin kuruntuyla elde edeceği sevap değildir.

Hasan el-Basrî der ki: ” İman, temenni ile olmaz. İman kalbe yerleşir, salih amel de imanı tasdik eder. Bazı toplulukları, bağışlanma kuruntusu oyaladı da, hiçbir iyilik yapmadan dünyadan ayrılıp gittiler. Ve onlar dediler ki: ”Biz Allah'a güzel zanda bulunuruz." Halbuki bu sözlerinde yalancıdırlar. Eğer Allah'a giizel zanda bulunsalardı, güzel ameller işlerlerdi.

Kim bir kötülük veya çirkin şey

işlerse, er geç

onunla cezalanır ve kendisi için, Allah'tan başka dost da, yardımcı da bulamaz. Onun karşılaşacağı, bu ceza ve azabı önleyecek ve kendisine yardım edecek hiçbir kimse bulamaz.

124

Erkek olsun, kadın olsun, kim mü'min olarak, gücünün yettiği kadarıyla

güzel işler yaparsa... Nice insanlar vardır ki, onlara ne hac, ne zekât ve ne de cihad farz değildir. Çünkü güçleri yoktur. Bu yapılan güzel amellerin faydalı olması için, gerçek bir iman gerekir. Îman olmadan, yapılan güzel işlerin hiçbir faydası olmaz.

İşte bunlar, yani salih ameller yapan müminler,

cennete girerler ve zerre kadar bile haksızlığa uğratılmazlar. Yapmış oldukları salih amellerin karşılığından hiçbir şey eksiltilmez. İtaat edip, salih ameller işleyen kulun sevabı eksilmeyeceğine göre, isyan ederek kötülük işleyen kulun da cezası artmıyacaktır. Ne işlem işlerse, işlediklerinin karşılıklarını alacaklardır. Çünkü, bunların karşılığını veren Allah, merhametlilerin eti merhametlisidir.

Nîsâbûrî der ki: ”İyiliklerin kat kat olmasının hikmeti, hasımlar toplandığı zaman, kulun iflâs etmemesi içindir. Hasımlara bir pay ödenir, dokuz pay da sahibine kalır. Kulların yaptıkları haksızlıkların karşılığı, işlenmiş olan iyiliklerin aslından değil, yapılan kat kat ilâvelerden ödenir. Çünkü kat kat ilâve, Allahü teâlâ'nın fazlındandır. Bir iyiliğe, aslında bir sevap verilir."

Kuşkusuz, büttin salih ameller, imanın nurunu artırır. Senin de iyi ameller yapıp, Allah'a itaatte bulunarak, ilâhî bilgilere ulaşman gerekir. Çünkü Allah'ı bilmek, amellerin en üstünüdür.

125

İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim edip hakka yönelen ve hanif İbrahim'in dinine tâbi olandan dince daha güzel kim vardır? Buradaki soru da, inkârî bir sorudur. Aslında, din ve millet kelimelerinin anlaını birdir. İyilik yaparak ve kötülükleri terkederek kendisini samimi olarak Allah'a teslim eden, kendisi üzerinde Allah'tan başkasının hak sahibi olmadığını, yaratma ve mülkiyetin Allah'a ait olduğunu belirtenden din bakımından daha giizel kimse yoktur. ”Muhsin" kelimesini Hazret-i Peygamber: ”Sen Allah'ı görüyormuşçasına ona kulluk etmendir. Çünkü, sen onu görmüyorsan da, O seni görüyor" şeklinde açıklamıştır. İhsan, imanın gerçeğidir.

İslâm, iki şey üzerine kurulmuştur: İnanç ve amel. Bunlardan birincisine, ”kendisini Allah'a teslim edip hakka yönelen" ifadesiyle, diğerine ise, ”iyilik yaparak (muhsin)" ifadesiyle işaret edilmiştir. Allah'a tam anlamıyla teslim olmuş, kendisine emredilenleri de, hürmet ve huşu ile yerine getirmiştir. Ayrıca, ”hanif olarak, İbrahim'in dinine uymuştur." Din olarak İslâm'ı kabullenmiştir. Onun sağlam bir din olduğuna inanmış, diğer dinler arasından ona gönül vermiştir. ”Hanif, diğer uydurma dinlerden yiiz çeviren anlanıınadır.

Daha sonra Allahü teâlâ, İbrahim dinine uyanları teşvik etmek üzere,

Allah, İbrahim'i dost edinmiştir buyurmuştur. Ona birtakım kerametler vererek, seçkin kullarından kılmıştır. Dostun dosta olan dostluğu gibi, içli dışlı bir durum meydana gelmiştir.

126

Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. Göklerde ve yerde olan her şey, hem yaratma ve hem de mülkiyet bakımından Allah'ındır. Onlardan dilediğini seçer.

Allah ilim ve kudret yönünden

her şeyi kuşatıcıdır. Allahü teâlâ'nın ilim ve kudreti, her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey, O'rıurı ilim ve kudreti dışında olamaz.

Kâdî lyad Şifa adlı eserinde der ki: ”Burada dostluk, oğuldan daha kuvvetlidir. Çünkü oğullukta bazan, düşmanlık da olabiliyor. Allahü teâlâ: ”Eşleriniz ve çocuklarınızdan, size düşman olanlar vardır" (Teğâbun: 14) buyurmaktadır. Dostlukla düşmanlık bir arada olamaz. Doslukta temel şart; kul, bütün hallerinde, Allah için Allah'a teslim olmalıdır. Gönlünde, Allah'tan başka hiçbir şey saklamamalıdır; ne mal, ne beden, ne nefis, ne çocuk ve ne de aile. İbrahim peygamberin durumu buydu. Sevginin şartı da, seven kimsenin, sevgide yok olmasıdır. Bu da, Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) halidir.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ” Allahü teâlâ, ibrahim'i dost edindiği gibi beni de dost edindi. Ben de, Rabbimden başkasını dost edinecek olsaydım, Ebû Bekir'i dost edinirdim. ”(82) Yani, benim sırrımı bilmek üzere, eğer kullardan birini dost edinmem caiz olsaydı, Ebû Bekr'i dost edinirdim. Fakat benim sırrımı Allah'tan başkası bilemez. Her şey ona bağlıdır, o ise asla Allah'tan başka hiçbir şeye bağlı değildir. Ya Rabbîî Bizi onun şefaatına kavuştur.

127

Senden kadınların miras alması

hakkında fetva istiyorlar.

Bu âyet, Uyeyne b. Husayn adında bir zatın Hazret-i Peygambere gelerek: Duyduğumuza göre sen, kız çocuklara ve kız kardeşlere mirastan yarım pay veriyormuşsun. Halbuki bizler, savaşa katılıp ganimet elde edeni mirasçı yaparız" demesi ve Hazret-i Peygamber'in de ”öyle emrolundum" cevabı üzerine nazil olmuştur.1"1

De ki: 'Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor: Onların mirastan ne kadar pay alacaklarını Allah’açıklıyor. ”İfta" yani fetva vermek, kapalı ve müşkil bir şeyi açıklamaktır. Burada Allahü teâlâ'ya atıfda bulunularak, kadınlar konusundaki fetvayı Onun verdiğine işaret ediliyor. Ayrıca:

"Allah size çocuklarınız hakkında... tavsiyede bulunur" (Nisa: 11) âyeti de buna dayanak oluyor.

Miras, ya da başka konularda

yazılan haklarını vermediğiniz ve kendileriyle malları ve güzellikleri için

evlenmeyi istediğiniz yetim kadınlar. yani güzellikleri veya zenginlikleri dolayısıyla velisinin kendisiyle evlenmeyi istediği kadınlar

ve zayıf çocuklar hakkındaki ve yetimlere adil davranmanız, onlara haklarını ve mallarını tam olarak vermeniz

hususundaki hükümleri, Kur'ân'da size okunan âyetler açıklar.' Miras ve buna benzer diğer hükümleri size. Kuran âyetleri farz kılar.

Araplar, çocuklara mirastan pay vermezlerdi. Tıpkı kadınlara vermedikleri gibi. Sadece, işleri gören erkeklere mirastan pay verirlerdi. Kur'an'da onlara okunan âyetlerden kasıt Allahü teâlâ'nın: ” Temizi pisle değiştirmeyin. Mallarınızı onların mallarına katarak yemeyin" (Nisa: 2) buyruğudur.

Yukarıda belirtilenler ve diğer konularda,

ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki Allah onu mutlaka

bilir. Sizleri ona göre hesaba çeker.

Akıllı insanın yapacağı şey, Allahü teâlâ'nın emirlerine itaat edip, başkalarının malını yememek, tam tersine, yetim ve yoksullara, elinden geldiğince yardımda bulunmaktır.

Hâtem el-Esam şöyle der: ” Üç şey vardır ki, diğer üç şeye bağlıdır. O üç şey olmaksızın, diğer üç şeyi iddia eden yalancıdır:

Malını Allah için harcamadan cenneti sevdiğini iddia eden yalancıdır.

Allah'ı sevdiğini iddia ederek, Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmayan da yalancıdır.

Hazret-i Peygamber'i sevdiğini iddia edip de, fakirleri sevmiyen kimse de yalancıdır."

Âyette geçen ”ne hayır işlerseniz" ifadesi, hayır yapmaya teşvik ve heveslendirmek anlamı taşır.

Anlatıldığına göre, Ebû Hanife'nin dükkanına bir kadın gelip, elbise almak ister. Ebû Hanife de, 400 dirhem değerinde yeni bir elbise çıkarır. Kadın: ” Ben fakir bir kadınını. Bir kızım var. Onu kocaya vermek istiyorum. Bu elbiseyi bana, uygun bir fiyatla sat" diye ricada bulunur. Ebû Hanife de: ” Dört dirheme al" der. Kadın: ”Benimle alay mı ediyorsun?" diye çıkışınca, Ebû Hanife: ” Alay edenlerden olmaktan Allah'a sığınırım. İki tane elbise satın almıştım. Bir tanesini satarak sermayesini kurtardım. Ancak dört dirhem eksiğim kaldı. O dört dirhem de bu elbiseye kaldı" der. Bunun üzerine kadın, dört dirhem verip elbiseyi alır ve sevinçli bir halde evine döner.

Şurası bilinmelidir ki, nefis, ruhun eşine karşı kadın mesabesindedir. Yüce Allah erkeklere, kadınların haklarını yerine getirme yükümlüğünü yüklediği gibi, kulları da, nefislere karşı bazı hakları yerine getirmekle yükümlü kılmıştır.

Abdullah b. Amr (radıyallahü anh), geceleri ibadetle, gündüzleri de oruçla geçirince, Hazret-i Peygamber ona: ” Nefsinin sende hakkı vardır. Oruç da tut, iftar da et. İbadet et, fakat uykuyu da terketme" der. Şiddetli bir şekilde riyazete dalmak, insanın gücünü keser. Onun içindir ki Hazret-i Peygamber: ” Bu din metindir (güçlüdür, serttir.) Ona yumuşaklıkla sızmaya bak" buyurur. Bu sözüyle de, nefislere fazla şeyler yükletilerek, güç yetiremiyeceği şeyleri emretmemeyi tavsiye etmiştir. Eğer öyle yapılırsa, gücü kalmaz ve dinden de, amelden de yoksun kalır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), nefsinin hakkını verme konusunda orta bir yol izlerdi. Bu konuda gayet adaletli davranırdı. Bazan oruç tutar, bazan tutmazdı. Hem ibadet eder, hem de uyurdu. Kadınlarla evlenirdi. Bazan; tatlı, bal ve tavuk gibi bulduğu şeyi yerdi. Bazan da, şiddetli açlıktan dolayı, karnına taş bağlardı.

Ey gafil insan! Kendine ve gideceğin yere dikkat et! Nefsine uymuş bir kul olmaktan şiddetle sakın! Ölmeden önce kendini düzelt! Yaptığın bütün haraketlerde ve söylediğin biitün sözlerde kendini hesaba çekip ölçülü davran! Çünkü Allah, her şeyi çok iyi bilir. O'nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır. Her türlü aşırılıktan kaçın!

128

Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden veya kendisinden yüzçevirmesinden, ona eza cefa etmesinden ve onunla sohbet etmemesinden

korkarsa ve kocasının bir serkeşlik yapabileceğini düşünürse... Kocanın hanımından yüz çevirmesi, onunla oturmamak veya onunla konuşmamak şeklinde ortaya çıkabilir. Bunun da bazı sebepleri vardır. Eşler arasındaki yaş farkı, göziin kendi eşinin dışında olan çirkin şeyleri görmesi suretiyle onlara tama etmesi gibi.

Bu âyetin, Muhammed b. Mesleme'nin kızı Huveyle ve kocası olan Sa'd b. Rebî' hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Sa'd, Huveyle'yi gençken almıştı. Huveyle yaşlanınca, genç bir kadınla daha evlenip, bu genç kadını Huveyle'ye tercih etmiş ve ona eziyet vermeye başlamıştı. Huveyle de Hazret-i Peygamber'e gelip şikâyette bulununca, bu âyet inmiştir. İşte o zaman, kadının mehilin bir kısmını veya tamamını, bağışlaması, ya da kendi nöbetini vermesi suretiyle,

aralarını düzeltip anlaşmalarında bir sakınca yoktur. Nitekim, Hazret-i Şevde (radıyallahü anh) da öyle yapmıştı. Hazret-i Peygamberin eşi ve müminlerin annesi, olan Şevde, yaşlı bir hanımdı. Hazret-i Peygamber bu eşini boşamak istemişti. Şevde ise, Hazret-i Aişe'nin (radıyallahü anh) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) in kalbinde olan yerini bildiğinden dolayı, kendi nöbetini Aişe'ye vermek .suretiyle, Hazret-i Peygamberden boşanmamayı istemişti. Hazret-i Peygamber de bunu kabul ederek, Sevde'yi boşamamıştı. Hazret-i Peygamber, işte bu anlaşmadan sonra, Sevdenin gününü de Aişe'ye tahsis etmek suretiyle, Aişe'yle iki gün kalırdı.

Haddâdî der ki: ”Eşler arasındaki anlaşmanın mutlaka böyle olması gerekmez. Eşlerden bir tanesi, eşit şekilde bölüşme talebinde bulunursa, ona göre davranılır."

Eşler arasında böyle

anlaşma yapmak ve geçimsizlik sıkıntısından kurtulmak, boşanmaktan ve devamlı surette kavga yapmaktan

daha hayırlıdır.

Suyûtî, ”Hüsnü'l-Muhâdara fî âhvâli Mısır ve'l-Kahire" isimli eserinde şöyle der: ”Eğer velilerden olmak istiyorsan, huylarının bazısını değiştir ve çocukların şu beş özelliğini al. Eğer bu özellikleri yaşlılar almış olsaydı, mutlaka veli kullardan olurlardı. Çocuklar, rızık endişesi taşıyıp, rızka önem vermezler. Hasta oldukları zaman, yaratıcılarından şikâyet etmezler. Yemeklerini toplu halde yerler. Korktukları zaman gözleri yaşla dolar ve kavga ettikleri zaman da hemen barışırlar."

Zaten nefisler kıskançlığa hazırdır. Nefislerde kıskançlık vardır. Bu huy onlara yerleşmiştir. Söküp atamazsın. Kadın, kıskançlık huyundan vazgeçerek, haklarını başkasına vermez. Erkek de, hanımı yaşlanınca veya gözü başkalarına kayınca, hanımına karşı iyi muamelede bulunamaz. Asıl kelâm, Allahü teâlâ nefislere cimrilik ve aşırı hırs verdi, demektir. Ayette geçen ”şuh" hırsla beraber olan cimriliktir.

Leys şöyle anlatır: ”Bana ulaşan habere göre İblis, Nuh peygamberle karşılaşmış ve ona: 'Ey Nuh! Kıskançlık ve cimrilikten sakın. Ben, Âdem peygamberi kıskandım ve cennetten çıkarıldım. Âdem peygamberin de bir ağaca cimrilik etmesi, o ağacın kendisine yasaklanmasına ve bu sebeple de cennetten kovulmasına sebep oldu' demiştir."

Ey kocalar!

Eğer iyi geçinirde hanımlarınızı evinizde tutar ve onlara iyi muamelede bulunmak suretiyle,

Allah'tan korkarsanız, onlara serkeşlik yapmak suretiyle haksızlık yapmaz ve onlardan yiiz çevirmezseniz,

şüphesiz Allah, takva ve ihsan konusundaki bu

yaptıklarınızdan haberdardır. Sizin bu yaptıklarınızdaki amacınızı bilir ve sizlere ona göre karşılık verir.

Rivayet edildiğine göre çirkin bir adam, çok güzel bir kadınla evlenmişti. Bu güzel kadın bir gün kocasına bakarak: ”Elhamdülillâh-Allah'a hamdolsun" demiş." Adam da: ” Sana ne oluyor?" diye sormuş. Bunun üzerine kadın: ”Sen de, ben de cennet ehlinden olduğumuz için Allah'a hamdettim. Çünkü sana benim gibi güzel bir kadın verildi, Allah'a şükrettin. Bana da senin gibi biri verildi, sabrettim. Allahü teâlâ da, sabredenlere ve şiikredenlere cenneti söz vermiştir."

129

Ne kadar isteseniz de, kadınlar arasında âdil davranmaya giiç yetiremezsiniz. Siz ne kadar uğraşsanız da, kadınlar arasında eşitlik sağlayıp, adaleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. Onun içindir ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımları arasında günlerini taksim edip adaleti sağlar, daha sonra da:

" Ey Allah'ım! Bu taksim, benim gücüm oranında yaptığım bir taksimdir. Sadece senin gücün dahilinde olup, benim güç yetiremediğim şeyler hakkında beni hesaba çekme!" diye dua ederdi. Böylece de, sevgi konusunda eşitlik sağlamayı dilerdi. Hazret-i Aişe'ye fazlaca bir sevgisi vardı.

Bari tamamen birine meylederek, diğerini askıda bırakmayın. İstemediğiniz hanıma büsbütün haksızlık yapıp, onu zorda bırakmayın, gücünüz oranında ona adaletli davranmaya çalışın. Hadiste: ”Doğru olunuz. Ama buna gücünüz yetmeyecek," buyurulur. Yani her konuda tam adaleti sağlayamayacaksınız, mutlaka bir tarafa meyledeceksiniz. Öyleyse, hanımlarınızdan birine gönül vererek, ötekini kocalı kocasız bir halde, fezada askıda bırakmayın. Çünkü hadis-i şerifte: ” Kimin iki tane hanımı var da, birisine daha çok gönül verirse, kıyamet gününe bir tarafı yumulmuş olarak gelir" buyurulmuştur.' '

Eğer anlaşmaya varır, kendilerine yapmış olduğunuz fenalıklardan vazgeçer, bundan sonra da sadece bir tanesine gönül verme konusunda

Allah'tan kor karsan ız, Allah ğafûrdur, rahimdir. Daha önceleri, sadece bir tanesine gönül vermiş olduğunuzdan dolayı sizi bağışlar ve size rahmetiyle muamelede bulunur.

130

Yok eğer eşler birbirlerinden

ayrılırlarsa, her ne şekilde olursa olsun, birbirleriyle anlaşma sağlayamazlarsa,

Allah her birini diğerinden kendi lütuf ve kudretiyle müstağni kılar. Bu ifadede, her iki şahsa da, diğerine rağmen ondan ayrılmasından dolayı bir kınama vardır. Ancak, bunların birisini diğerine muhtaç etmez.

Allah'ın lütfu geniştir, hikmet sahibidir. Allah, hüküm ve fiillerinde mutlak hüküm ve kudret sahibidir. Hükmettiği her konuda mutlaka bir hikmeti vardır. Onun içindir ki, her müminin, nefsinin isteklerini bırakması ve bütün hareketlerinde Allah'ın emirlerine boyun eğmesi gerekir. Kadınlar konusunda da, yüce Allah'ın: ” Ya iyilikle tutım, ya da iyilikle salıverin" (Bakara: 229) emrine uyularak, hiçbir aracının fayda vermiyeceği ve alışverişin de olanılyacağı kıyamet giinü gelmeden önce, helâllaşmak gerekir.

İbn Mes'ud şöyle der: ”Kıyamet gününde kul insanların huzuruna çıkarılır. Bunun üzerine bir münadî: 'Bu, falanca kişidir; kimin ondan hakkı varsa gelsin alsın.' diye seslenir. O esnada kadın, evlâdından, kardeşinden, babasından, ya da kocasından alacak hakkı var ümidiyle sevinir." Daha sonra İbn Mes'ûd: ” ...O gün, aralarında soy bağlarının bir değeri kalmaz ve birbirlerine bir şey de soramazlar" (Müminim: 101) âyetini okur. Yüce Allah der ki: ”Bunlara haklarını verin." O da: ”Ey Rabbim, ben dünyada değilim, nereden vereyim?" der. Bunun üzerine meleklere: ”Bu adamın salih amellerinden alın ve onlardan insanlara istedikleri kadar verin. Eğer bu adam Allah dostu ise, hardal tanesi kadar bile iyiliği varsa, Allah o iyiliği artırarak o kimseyi cennete koyar" der. Daha sonra da: ”Şüphesiz ki Allah, hiç kimseye zerre kadar haksızlık etmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa, onu kat kat artırır. Ve yapana katından kat kat iyilik verir" (Nisa: 40) âyetini okur. Eğer bu kimse hayırsız birisi ise melekler: ” Ey Rabbim iz, iyilikler tükendi, fakat alacaklılar var" derler. Meleklere: ”Alacaklıların kötülüklerinden alın ve bu adamın kötülüklerine ekleyin. Sonra da bu adamı cehenneme atın" denir. Bunun içindir ki, tevbeleri kabul edip, günahları bağışlayan o yüce Allah'a tevbe etmek ve O'na dönmek gerekir.

Rivayet edildiğine göre, Ebâ Mansur b. Zükeyr, salih ve zahid bir adammış. Ölümü yaklaştığı zaman devamlı ağlamaya başlamış. Ona: ” Ölümün yaklaşınca niçin ağlıyorsun" diye sorulunca: ” Daha önce girmediğim bir yola girdim" cevabını vermiş. Oğlu onu, ölümünün dördüncü gecesinde rüyasında görmüş ve: ”Babacığım Allah sana ne yaptı" diye sormuş. Babası da: ”Yavrum! Durum, gördüğünden ve zannettiğinden daha zor. Adillerden daha adaletli bir kralla karşılaştım. Hasımları çekişirken gördüm. Rabbim bana: ”Ey Ebâ Mansur! Sana yetmiş yıl ömür verdim. Bugün sende ne var?" diye sordu. Ben de: ”Ey Rabbim! Otuz defa hacca gittim, elimle kırk bin dirhem tasaddukta bulundum ve kırk defa da savaşa katıldım" diye cevap verdim. ”Bunları kabul etmedim" buyurdu. Ben de: ”Öyleyse mahvoldum" dedim. Bunun üzerine Allahü teâlâ: ”Ey Ebâ Mansur! Bu şekilde azap etmek benim şanımdan değildir. Bir müslümanın eziyet çekmemesi için, yoldan taşı kaldırıp, sıkıntıyı giderdiğin günü hatırlamıyor musun? Ondan dolayı sana merhamet ettim. İyilik yapanların mükâfatını zayi etmem" buyurdu. Bu hikâyeden anlaşılıyor ki, yoldan bir engeli kaldırmak, affedilip bağışlanmaya sebeptir. Öyleyse, insanların sıkıntılarını gidermek de, kıyamet gününde o sıkıntıyı giderenler için çok büyük faydalar sağlar. Hele mü'minlerin ve aile fertlerinin sıkıntılarını giderenlere, kat kat daha fazla sevap verilir. Çünkü hadiste: ” Müslüman, diğer Müslümanlara, eliyle ve diliyle zarar vermeyen kimsedir" buyurulur.(88)

Ey Allah'ım! Bizi, zararlılardan değil, faydalılardan eyle.

131

Göklerde ve yerde varlıklar olarak her

ne varsa, hepsi ve onların rızıkları

Allah’ındır. Allah'a aittir.

Sizden önce geçen milletlerden

kendilerine kitap verilenlere, yani yahudi ve Hıristiyanlara verdiğimiz kitaplarda

ve ey Muhammed ümmeti

size de kendi kitabınızda

Allah'tan korkmanızı emrettik. Ayette geçen ”lâm", cins kîm'ı olup, semavî olan bütün kitapları kapsar. Size ve onlara dedik ki:

Eğer inkâr ederseniz, bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Bütün varlığın gerçek sahibi Allah tır. Allah, sizin inkârınızdan ve isyanınızdan bir zarar görmediği gibi takvanızdan ve ona hamdetmenizden de bir fayda görmez.

Allah hudutsuz zengindir. ne yaratıklara ve ne de onların ibadetlerine muhtaç değildir,

ziyadesiyle övgüye layıktır. Kullar O'na hamdetse de, etmese de, yine de hamde lâyık olan O'dur.

132

Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Bu ifade, Allahü teâlâ'nın, gerçekten hiçbir şeye muhtaç olmadığına delil olmak üzere, üçüncü defa zikredilmiştir. Bütün varlıklar, O'nun zenginliğine muhtaçtır. Onlara vermiş olduğu üstünlük ve özellikler de, Allah'ın lütuf ve zenginliğinin eseridir. Onun için, kendisine hamdedilmelidir. Öyle ise üç defa zikredilen bu ifadeler tekrar sayılmaz. Çünkii her defasında yeni bir faydayı ortaya koyan lafızlarla beraber zikredilmektedir. Her türlü işin üstlenilmesinde

vekil olarak Allah yeter. Mutlaka Ona tevekkül edilmelidir.

133

Ey İnsanlar! Eğer Allah dilerse sizi yok ederek bir anda kökünüzü kazır

ve yerinize başkalarını getirir. Sizin yerinize başka insan toplulukları getirir. Yahut da insanların yerine başka bir varlık getirir. Yani siz isyanınızda devam etmenize rağmen Allahü Teâlanın sizi bu haliniz üzere bırakması, aczinden dolayı değil, sizin tarafınıza ihtiyacı olmadığından dolayıdır. Allahü teâlâ'nın bu âyetinde, isyancı kullara bir tehdit vardır.

Allah'ın buna gücü yeter. Yani bir anda, sizin kökünüzü kazıyıp, sizi yerle bir etmeye ve sizin yerinize başka bir topluluk getirmeye kadirdir. Hiçbir isteği yerde kalmaz Onun. Ona itaat edin ve O'nun cezasından korkun.

Bu âyet, yüce Allah'ın gücünün sonsuzluğuna ve kullarını hesaba çekme konusunda da acele etmediğine delildir. Bir hadiste: ” Hiçbir kimse, kendisi hakkında duymuş olduğu ezaya, Allah'tan daha sabırlı değildir. Onlar, Allah'a ortak koşarlar ve çocuk isnadında bulunurlar. Böyle yapmalarına rağmen, Allah bunları affeder ve rızıklandırır" buyurulmaktadır. Yani bazıları, Allah'ın mülkünde ortağı vardır, derler ve Ona çocuk nisbet ederler. Buna rağmen Allah onlara afiyet, rızık ve diğer nimetleri verir. Kendisine şirk koşanlara böyle muamele ederse, kendisine hamd ve sena edenlere vereceği nimet ve rızkı nasıl tasavvur edebilirsiniz?

İbn Ata da şöyle der: ”Allah korkusunun, bir iç tarafı, bir de dış tarafı vardır. Dış tarafı, Allah'ın kanunlarının sınırları içerisinde yaşamaktır. İç tarafı ise, niyette samimi olmaktır. Allah'tan korkmanın gerçeği ise, dünyadan yüz çevirmek, yüceler yücesi Mevlâya yönelmektir. Kim O'na ulaşırsa, kölelikten kurtulup hürriyetine kavuşur ve Allah'ın gerçek kulu olur."

134

Kim Allah yolunda cihada çıkan mücahit gibi, yapmış olduğu cihadla

dünya nimetini isterse, bilsin ki dünya ve ahiret nimeti Allah katındadır. Eğer isterse, bu nimetlerin ikisi de Allah kalındadır. Neden az ve bayağı olan nimeti istiyor? Nimetlerin ikisini birden, ya da en üstün olanını istesin. Her kim, sırf Allah rızasını kazanmak için savaşırsa mutlaka ganimet elde eder. Nitekim, Allahü teâlâ: ” Kim ahiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya menfaatim isterse, ona bir parça veririz. Fakat âhirette hiçbir payı olmaz" (Şûrâ: 20) buyurmuştur.

Allah, işitilmesi gereken her şeyi

çok iyi işiten, görülmesi gereken her şeyi de

çok iyi görendir. Cihada çıkanların gayelerini ve isteklerini çok iyi bilir. Bu âyette, gösteriş yapan münafıklara bir tehdit vardır. Hadis-i şerifte şöyle anlatılır: ”Allahü teâlâ Adn Cennet'ini yarattığı zaman, o cennette, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın gönlünden geçmeyen bir şey yarattı. Sonra da ona: ”Konuş" diye emretti. O da üç defa: ”Müminler kurtuluşa erdiler" dedikten sonra, ” ben, gösteriş yapan her cimri insana yasağım" diye ilavede bulundu. ”m

Mü'minin yapması gereken şey, gösterişten kaçınarak yapmış olduğu amellerde samimi olmaya çalışması ve Allah rızasından başka hiçbir şeyde gözü olmamasıdır.

135

Ey iman edenler! Kendiniz veya ana babanız ve akrabanız aleyhine de olsa, (hakkında şahitlik yapacağınız kişi) zengin de olsa, fakir de olsa, Allah için adaleti uygulayan şahitler olunuz! Bütün işlerinizde mutlaka adaleti yerine getirmeye çalışınız. Şahitliğinizi Allah rızası için yapınız. Allah'ın sizlere emretmiş olduğu hakkı ortaya çıkarınız. Yapmış olduğunuz bu şahitlik, kendi aleyhinize bile olsa, doğruyu söyleyiniz. İnsanın kendi aleyhine şahitlik yapması, gerçeği söylemesidir. Şahitlik; başkaları hakkındaki bilgileri ortaya koymaktır. Bu bilgiler, kendinin veya başkasının aleyhine olsa bile.

Yapmış olduğunuz şahitlik, anne babanız ve akrabanız aleyhine bile olsa, doğruyu söyleyin. Meselâ: ”Babanım falanca adama şu kadar borcu olduğuna şahidini" demekten çekinmeyin. Bu âyetten anlaşıldığına göre, çocuğun, anne ve babası aleyhine şahitlik etmesi, onlara isyan anlamına gelmez. Çocuğun, anne veya babası aleyhine şahitlik yapmaktan kaçınması helâl değildir. Çünkü, onlar aleyhine şahitlikte bulunması, onların yapmaları muhtemel olan haksızlığın ortadan kaldırılmasını sağlıyacaktır. Onların lehine şahitlik yapmaları ise, kabul edilmez. Ana-babanın çocukları hakkındaki şahitliği de böyledir. Çünkü, baba ile çocuklar arasındaki menfaatler birbirine bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, çocuklara zekât vermek caiz değildir. Bunlardan birisine şahitlik yapmış olmaları, kendileri lehine şahitlik yapmış olmaları anlamı taşır veyahut da, töhmet altında kalırlar. Onun içindir ki, çocukların, anne ve babaları lehinde şahitlik yapmaları, caiz görülmemiştir.

Kendisine şahitlik yapacağınız kimse, ”zengin de olsa, fakir de olsa.." Zengine şahitlik yapılırken, genellikle onun hoşnutluğunu kazanmak, ya da kızmasından kurtulmak amacı güdülür. Fakire şahitlik yapılırken de, ona acıma duygusu ağır basar. Öyleyse, bunların hiçbirinden taraf olmayınız.

Çünkü Allah onlara daha yakındır. Onların ikisine de Allah sizden daha yakındır. Öyle ise zenginin hoşnutluğunu gözetmek ya da fakire acımak için şahitlikten kaçınmayın. Bazan, onların aleyhine yaptığınız şahitlikte bile, kendilerine fayda vardır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Zâlim de olsa, mazlum da olsa din kardeşine yardım et" buyurunca, yanında bulunanlar: ”Ey Allah'ın resûlü, mazluma yardım ederiz. Fakat zalime nasıl yardım edebiliriz ki?" diye sorarlar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Onu zulüm yapmaktan alıkoyarsın. Böylece kendisine yardım etmiş olursun" buyurmuştur.1'"' Zâlimlik yapan kimsenin zulmüne engel olmak, dini konusunda o kimseye yardımcı olmaktır. Onun içindir ki, hadiste bu, ona yardım etme olarak ifade edilmiştir.

İnsanlar arasında

adaleti uygulamada heva ve heveslerinize uymayın. Eğer eğri davranır veya yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Eğer onlarla karşı karşıya geldiğinizde, hakkı söylerken diliniz dolaşırsa, gerçeği gizleyip âdil şahitlik yapamazsanız, Allahu teâlâ da sizin bu halinizi bilir ve buna göre sizi hesaba çeker. Bunda hiçbir şüpheniz olmasın.

İbn Abbas şöyle der: ”Bu âyette, karşısına iki hasını tarafın çıktığı hakimler kastedilmiştir. Hakkı yerine getirmekte birini savunur, diğerinden yüzçevirir. Yahut da, hasımları oturtma ve onlara bakma konusunda eşit davranmaz." Fakat burada, âyetin lafzı genel olup; hakime, şahitlere ve bütün insanlara şamildir.'92'

Fıkıh âlimlerine göre; hadler konusunda, şahitlik etmemek, şahitlik etmekten daha faziletlidir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisi yanında cezaya (hadde) şahitlik eden bir kimseye:"Onu elbisenle gizleseydin, senin için daha hayırlı olurdu" buyurmuştur.1''3' Bir hadiste de: ” Kim bir müslümanın ayıbını gizlerse, Allahü teâlâ  da, hem dünyada, hem de ahiretde onun ayıplarını gizler" buyurulur.' Bir başka hadis-i şerifte ise Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ” Bir kimse, ırz ve namusu lekelenmek üzere olan bir kimseye yardımcı olursa, Allahü teâlâ da o kimseye, yardıma muhtaç olduğu zamanda yardım eder. Bir kimse de, müslümanın ırz ve namusu çiğneneceği bir sırada ona yardım etmeyip yüzüstü bırakırsa, Allah da o kimseyi, yardıma muhtaç olduğu zamanda yüzüstü bırakıp rezil eder."

136

Ey iman edenler! Buradaki hitap, bütün Müslümanlaradır.

Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin! Bu imanınınız üzere sebatkâr olun ve imanınızda devam edin. İmanınızı güçlendirin ve Ona olan teslimiyetinizi sağlamlaştırın. Âyette geçen birinci kitaptan kasıt Kuran, ikinci kitaptan kasıt da bütün semavî kitaplardır.

Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse... Bunların bir kısmını inkâr etmek bile, hepsini birden inkâr etmek gibidir. Meleklerin ve kitapların peygamberden önce zikredilmiş olması, kitapların indirilmesinde, meleklerin aracılık yapmış olmasındandır.

Şüphesiz ki o, gerçek maksattan yan çizerek,

derin bir sapıklığa düşmüştür. Gerçek yola dönemez artık.

Denir ki: Dini konularda kişinin yapması gereken ilk şey, delillerle Allah'ı tanımasıdır. İmam-ı Âzam'a göre, mukallidin imanı her ne kadar sahih ise de, düşünce ve aklını kullanmayı terkettiği için günahkârdır. Onun için, ilk defa yapılması gereken şey, delil ve büıhan yoluyla Allah'ı bilip öylece iman etmektir. Daha sonra da müşahede ve en sonunda ise, Rahman olan Allah'tan başkasından sıyrılıp fenaya ulaşmak gelir.

137

İnanıp yani Hazret-i Mûsa'ya inanıp

sonra buzağıya tapmak suretiyle

inkar eden Yehudiler.

sonra inanıp tekrar İncil ve İsa peygamberi

inkar eden, sonra da Hazret-i Peygamber'i inkâr etmek suretiyle

inkarında ileri gidenleri. bu inkarlarında devam ettikleri müddetçe,

Allah ne bağışlayacak ve ne de doğru yola iletecektir. Kurtuluşları için onlara yol vermeyecektir, inkarlarından dolayı, onları yüzüstü bırakacaktır.

138

Münafıklara, kendileri için acıklı bir azabın olduğuna müjdele. Onlar öyle bir acıyla karşılaşacaklar ki, bu acı kalplerine kadar ulaşacak. Bu âyetin, münafıklar hakkında indiği açıktır. Onlar, görünürde inanmışlar, aslında ise, devamlı surette inkâr etmişlerdir. Böylelikle de münafıklıkları artmıştır. Burada, ”enzir-sonunun kötü olacağını anlatarak uyar" yerine, ”beşşir-müjdele" ifadesinin kullanılmış olması, onlarla alay etmek içindir.

139

Mü'minleri bırakıp da kâfirleri, yani Yehudileri

dost edinenler, onların yanında üstünlük ve şeref mi arıyorlar? Bunlar, samimi Müslümanların dostluğunu bırakıp da, onlardan mı yardım istiyorlar? Onlara: ” Muhammed'in düşüncesi gerçekleşmez, öyle ise, Yehudileri dost edinin" diyorlardı. Böylelikle kâfirlerle dostluk kurmak suretiyle kuvvet ve üstünlük mü bekliyorlar? Oysa Yehudiler, Allah'ın hükmüne göre alçak ve zelil insanlardır.

Halbuki üstünlük, tamamen Allah'a aittir. Onların düşünceleri çürütülüyor ve böylece, hayalleri boşa çıkarılmış oluyor. İzzetin tamamı Allah'ın katımladır. Allahü teâlâ'nın, kendilerine üstünlük yazdığı kimselerden başkası -ki onlar Allah'ın dostlarıdır- için üstünlük ve galibiyet diye bir şey yoktur. Âyet-i kerimede: ” Üstünlük; Allah'ın, resulünün ve müminlerindir'' (Münâfikûn: 8) buyurulmaktadır.

140

O, kitapta, yani Kur'ân'da

size şöyle bir hüküm

indirmişti:

Buradaki hitap, münafıklaradır. Mekke müşrikleri. Kur'ân konusuna giriş yaparlar ve bulunmuş oldukları topluluklarda onunla alay edip, Kur'ân'ı hafife alırlarmış. Daha sonraları da, Medine'de bulunan yahudi din adamları, Mekke müşriklerinin yaptığını yaparlarmış. Münafıklar da, bunlarla oturur ve onların bâtıl sözlerine uyuyorlarmış. Allahü teâlâ onlara hitap ederek şunları indirdiğini bildiriyor:

'Allah'ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir söze dalıncaya kadar, sözü değiştirip, Kur'ân'dan başka bir söze başlayıncaya kadar,

onlarla birlikte oturmayın. Onlardan yüz çevirmenin sebebi, onların, Allah ın âyetleriyle uğraşmaya dalmış olduklarını bilmektir. Bu da, ya görmek suretiyle, ya da işitmek suretiyle olur. Böylece, âyetlerle alay ederler, ya da inkâr ederler.

İnkârın dışında bir şeyle meşgul olmaları halinde, onlarla oturmak caizdir. Onlardan yüz çevirmekten kasıt, onların bulunduğu yerden ayrılmaktır. Sadece kalple buğzetmek, ya da yüzü başka tarafa çevirmek değildir.

Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.' O esnada kendileriyle oturmaya devam ederseniz, siz de onlar gibi olursunuz. Onların yaptıklarını yaparsanız, inkâr açısından o Yehudilere benzer ve azaba uğrarsınız. Çünkü, küfre rıza göstermek de küfürdür.

Elbette Allah, cehennemde, münafıkları ve kâfirleri bir araya toplayacaktır. Allah'ın âyetlerini alaya almak için bir araya gelenler ve onlara uyup yanlarında oturanlar azaba ortak olacaklardır. Biliniz ki, orada bir arada bulunmak, ruhların birbirleriyle tanışıp ülfet kurmalarına sebep olur. Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ruhlar, bir araya gelmiş ordulardır ” buyurmuştur.

Rivayet edildiğine göre yüce Allah, Yûşa' b. Nûn'a şöyle ilhamda bulunmuş: ”Senin toplumunun ileri gelenlerinden kırk bin, kötülerinden de altmış bin kişiyi helak edeceğim." Bunun üzerine Hazret-i Yûşa': ” Ey Rabbim! Kötüleri anladım, fakat iyileri neden perişan edeceksin?" diye sorunca. Allahü teâlâ şu cevabı vermiştir: ” Onlar, benim kızdığım şeylere kızmayıp, kötülerle birlikte yerler ve onlarla birlikte içerler."

Bir kimse, hacca veya savaşa giderken, günahkâr insanlarla bulunabilir. Fakat onlarla sohbet etmek suretiyle itaati terketmemelidir. Onlara kalbiyle buğzedip, yaptıklarına rıza göstermemelidir. Böylelikle, belki de günahkâr insan, tevbe etmiş olabilir. Toplumda lider durumunda olmayan bir kimse, müzikli ve oyunlu bir davete çağrılınca, bu davete gider. Fakat gücii yeterse, buna engel olması gerekir. Müftü ve hâkim gibi, lider durumunda olan birisi, müzikli ve oyunlu bir toplantıya çağrılınca, bu müzik ve oyuna engel olmak şartıyla gidebilir. Eğer engel olamazsa, toplantıyı terkeder. Eğer bu davet, bir masa başına yapılıyor ve orada içki içiliyorsa, kendisine uyulan bir kimse olmasa da orayı terkeder.

Davette meşru olmayan şeylerin olduğunu önceden biliyorsa, o davete kesinlikle gidemez.

141

Ey Müminler! Size kötü bir durumun isabet etmesi için,

sizi gözetleyenler, size Allah tarafından bir zafer ganimet veya bir güç

verildiğinde: 'Sizinle birlikte degıl mıydık' size arka çıkmıyor muyduk? Elde ettiğiniz ganimetlerden bize de verin:

derler. Kâfirlerin zaferden bir payları olsa, o zaman da o kâfirlere:

'Size üstünlük sağlayarak, mü'minlerden korumadık mı?9 Müslümanlara sırt çevirmedik mi? Onları esir alıp öldürmeniz için size yardım etmedik mi? Öyleyse bize düşen payımızı verin,

derler. Allah, aranızdaki hükmünü, kıyamette verecektir. Mü'minlerle münafıklar arasındaki hükmü, kıyamet gününde Allah verecektir. Herkese uygun olan ceza veya mükâfatı O verecektir.

Allah, mü'minlerin aleyhine olarak, kıyamet gününde

kâfirlere hiçbir yol vermeyecektir. Ancak, dünyada mü'minleri imtihan ve istidrac yolu bundan istisnadır. Eğer burada geçen ”yol vermeme" dünyada da olacaktır, denilirse, o zaman bundan maksat delildir. Mü'minlerin delilleri, bütün delillerin üstündedir. Hiçbir kimse, deliller bakımından müminlere galip gelemez. Denir ki: ” Bâtıl, taşar ve hemen batar." Müminin yapması gereken şey, dindeki himmetin yüce şerefini korumak ve yakîn bilgisini elde etmeye çalışmaktır.

142

Şüphesiz münafıklar, imanlı görünüp inkârlarını gizlemek suretiyle

Allah'ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki Allah, onların oyunlarını başlarına geçirecektir. Allah onların hilekârlıklarını daha önceden bildiği için, hilelerini aleyhlerine çevirir. Onları dünya hayatlarında, mal ve kanları korunmuş olarak barındırır. Fakat ahirette ise, cehennemin en alt katına atmak suretiyle cezalandırır.

Onlar namaza kalktıklarında tembelce ağır ağır ve gönülleri istemeyerek

kalkarlar. İnsanlara gösteriş yapar ve Allah'ı da pek az anarlar. Münafıkların namaza kalkmaları, insanlara gösteriş yapıp, nam kazanmak içindir. Yoksa, gerçekte inanmış değillerdir. Gösteriş yapan kimse, yaptığı şeyi, bir başkası olduğu zaman ona gösterişte bulunup, caka satmak için yapar. Müslüman görünen bazıları vardır ki, onlarla gece ve gündüz bir arada kalsan, bir kere hamdettiklerini veya şükrettiklerini göremezsin. Bütün vakitlerini dünya kelâmı alır ve ondan hiç bıkıp usanmazlar.

143

Bunların arasında bocalayıp dururlar. Tereddüt etmiş bir halde ve şaşkındırlar. Şeytan ve heva, onları tereddüde düşürmüştür. ”Miizebzib-bocalayan" demek, iki hali birbirine uymayan, bir ona, bir buna uyan demektir.

Ne onlara uyarlar, ne bunlara. Ne mü'minlere uyarak tam imi'min olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Doğru yola ve hidâyete ulaşma kabiliyetinden dolayı,

Allah'ın şaşırttığı kimseye, kendisini hakka ve doğruya ulaştıran hiçbir

yol bulamazsın.

Münafıklarla kâfirlerin durumu, nehire atılan şu üç insanın durumuna benzer. Mü'min nehri katetmiştir. Kâfir durmuş, münafık ise nehre inmiştir. Nehri yarılamış ve geçemiyeceğini anlayınca kâfir Ona: ”Bana, gel, batma" diye bağırır, mü'min ise: ”Kurtulabilmen için bana gel" diye bağırır. Ne yapacağını şaşıran münafık, bu iki durum arasında ölünceye kadar bocalayıp durur, şüpheden hiç kurtulamaz. Sonunda su kendisini alıp götürür.

144

Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Yahudileri ve İslâm'ın düşmanlarını dost edinme hususunda münafıklara benzemeye çalışmayın. Böyle yaparak,

aleyhinizde, Allah'a açık bir delil mi vermek istiyorsunuz? Bununla, münâfık olduğunuz hususunda Allah için bir delil mi, aleyhinize bir delil mi kılmak istiyorsunuz? Sizin onları dost edinmeniz, münafık olduğunuzun en açık delilidir. Burada geçen ”sultan ” kelimesi, delil anlamına kullanılmıştır.

145

Gerçekten münafıklar, cehennemin en alt kalındadırlar. Bu kat, cehennemin en dip noktasıdır. Orası ”hâviye-uçurum" dur. Cehennem yedi tabakadır. Bunlar birbiri üstüne olduğu için, ”derk" tabiri kullanılmıştır. Cehennemdeki tabakalara ”derk", cennetteki tabakalara ise ”derece" denir.

İbn Mes'ûd'a (radıyallahü anh), en alt katın ne olduğu sorulunca: ” Kapısı olmayan demirden tabutlardır" cevabını vermiştir.

"Münafık, neden kâfirden daha çok azap çekecek?" diye soracak olursanız, şöyle deriz: ” İnkâr etme bakımından, münafık da kâfir gibidir. Ayrıca münafık, inkârına, dinle alay etmeyi ve Müslümanları kandırmayı da ilâve etmiştir. Münafıklar, kâfirlerin en pisleridir."

"Münafık kimdir?" diye sorarsanız, şöyle cevap veririz: ” Şeriata göre münafık, imanı açıklayarak küfrünü gizleyendir. Günah işleyene münafık adı verilmesinin sebebi ise, günahının büyüklüğünü ifade ederek onu tehdit etmek ve ameli itibariyle ona benzediğini belirtmek içindir. Ve günah işlemekten alıkoymak içindir."“Namazı kasten terkeden kâfir olıır." ifadesinde olduğu gibi.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:

"Şu üç özelliğe sahip olan münafık olur. Bu kişi, namaz ki Isa, oruç tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu iddia etse hile böyledir: Konuştuğu zaman yalan konuşan, söz verince cayan ve emanete hıyanet eden."m

Münafık kelimesi, ”nefek" kelimesinden türemiştir. ”Nefek", gizli yol, tünel, gibi anlamlara gelir. Yani bir insanın tünele girmek suretiyle gizlendiği gibi, münafık da İslâm'la gerçek halini gizlenmiş olur; ya da kendini gizlemek için müslüman görünür.

Artık onlara, azaplarını engelleyecek ve cehennemin en alt katından çıkaracak

bir yardımcı da bulamazsın.

146

Münafık olmaktan

tevbe edenler. Münafıklık durumlarından dönüp, yaptıkları fenalıklardan arınarak

kendilerini düzeltenler, Allah'ın emirlerine sıkıca sarılanlar, O'na tam manasıyla güvenip, O'nun dinine ve tevhid inancına sımsıkı sarılanlar

ve Allah için dinlerinde samimi olanlar ve sadece Allah için dindar olanlar

müstesna. İşte bunlar, mü'minlerle birliktedirler. Yukarıda güzel özellikleri sayılan insanlar, mü'minlerle beraberdirler. Cennetteki yüce makama ulaşacaklardır. Daha önceki münafıklıkları, onlara zararlı olmayacaktır. Bunu şu ifade bildirmektedir:

Allah, mü'minlere büyük bir mükâfat verecektir. Onlara öyle bir mükâfat verecektir ki, değerini hiçbir kimse ölçemez. Münafıklıklarından vazgeçenler de, bu mükâfata ortak olacaklardır.

Ayette geçen ”sevfe" kelimesi, ümit vermek anlamını ifade eder. Bu, Allah'a isnad edilirse kat'i yet ifade eder. Çünkü O, ikram edenlerin en yücesidir.

Cömert in söz vermesi, olup bitmiştir anlamı ifade eder.

147

Eğer şükreder iman ederseniz, Allah size niye azap etsin?

Ayetin başındaki ”mâ" soru edatı olup, olumsuzluk ifade eder. Allah size neden azap etsin? Kuşkusuz etmez. Siz şükredip imana geldikten sonra, Allah öfkelenip sizden intikam mı alacak? Böylece bir zararı giderip, menfaat mı kazanacak? Asla böyle bir şey olamaz. Çünkü Allah, bunların hiçbiriyle şükreden mü'mine azap etmez. O, ihtiyaç sahibi değildir, kendisine menfaat sağlamaktan ve zararı uzaklaştırmaktan da münezzehtir. Allahü teâlâ'nın, âyette böyle ifade buyurmasının hikmeti, mükellef mü'minleri imana ve itaata sevketmek ve kötülük yapmaktan kaçınmaya teşvik etmektir. Burada sanki şu denmek istenmiştir: İyilik yapıp, kötülüklerden vazgeçerseniz, size azap etmek O'nun kereni sıfatına nasıl uyar? Kullarına azap etmesi, O'na bir şey kazandırmadığı gibi, kötü davranışlarına ceza vermeyip bağışlaması da O'nun gücünden bir şey eksiltmez.

Allah, şükredenlerin mükâfatını verici, hakkıyla bilicidir. Allah, kullarının az itaat etmesine razıdır. Sizin yapmış olduğunuz şükrü ve imanınızı bilir. Sizin mükâfatınızı vermemesi mümkün değildir. Kulun, rabbine şükretmesi gerekir. Kişi, şükür ve imanla cehennemden kurtulur. Aksi halde, kendini azaba maruz bırakır. Böylelikle de, kınanmayı ve cezayı hak eder. Allah'ın azab etmesine gelince, hikmet gereği terbiye etmek vaciptir.

Allahü teâlâ'nın cehennemi yaratmasının hikmeti; kulların, Allah'ın güç ve kudretini bilmeleri ve Ondan gereği şekilde korkmaları içindir. Bazı kullar vardır ki, peygamberin eğitiminden tamamen nasiplerini alamamışlardır. İşte bu kimselerin akıllarını başına alıp edeplenmeleri için, cehenneme ihtiyaç duyulmuştur. Böylelikle, aklı başında olan kimseler de bundan ibret almış olurlar.

148

Allah, çirkin sözün açıkça söylenmesini sevmez. Allahü teâlâ, bir kimsenin, başkası hakkında açık bir şekilde kötü söz söylemesini sevmez.

Zulme uğrayanlar başka. Ancak, bir kimse haksızlığa uğramışsa, bu kimsenin açık bir şekilde sesini yükselterek beddua etmesinde ve şikâyette bulunmasında bir sakınca yoktur. ”Falan adam benim malımı çaldı" veya ”zorla malımı elimden aldı" gibi şeylerin söylenmesi sakıncalı değildir.

Allah, haksızlığa uğrayanın sözünü

işitici ve onun durumunu hakkıyla

bilicidir.

149

Eğer söz veya davranışlarla ilgili

bir iyiliği açıklar veva onu gizlerseniz, yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphesiz Allah da çok bağışlayan ve her şeye gücü yetendir. Burada, iyiliğin açıklanıp veya gizlenmesi ile söze başlanması, bağışlanma için giriştir. Buna ”Allah çok bağışlayıcıdır ve her şeye gücü yeter" ifadesi delildir. Bu ifadeden anlaşılmaktadır ki asıl olan cezalandırmaya gücii varken, bağışlamaktır. Allah'ın, hesap sorup intikam almaya gücü var. İsyancılara hesap sormak O'na zor gelmez. Fakat O, bağışlayıcıdır. Sizin de, Allah'ın bu kanununa uymanız gerekir. Âyet-i kerimede, haksızlığa uğrayan kimsenin bağışlaması teşvik edilmektedir. Bağışlamayabilir de. Fakat bağışlarsa, güzel bir iş yapmış, üstün bir ahlâk örneği olmuştur.

Biliniz ki Allahü teâlâ, fenalık ve çirkinliklerin açığa vurulmasını hiç sevmez. Ancak, haksızlığa uğrayan kimse, bunu belirtebilir.. Kendisine yapılan hilenin, uğradığı zarar ve haksızlığın etrafa duyurulması caizdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Günahkâr kimsenin günahını anlatın ki, insanlar ondan sakınsınlar" buyurmuştur.

Kötülüklerin birçoğu sözle olur. Dilin kendisi küçük ama günahı büyüktür. Hadiste: ”Belâ, konuşmaya bağlıdır" buyurulur.(98) Yani belânın vekili, konuşma organı olan dildir.

Anlatıldığına göre, bir gün İbn Sikkît'le, Halife Mütevekkil birlikte otururken, Mütevekkü'in iki oğlu Mıı'tez ve Müeyyed yanlarına gelmişler. Mütevekkil: ” Söyle bakalım! Senin için bu çocuklarım mı, yoksa Hasan ve Hüseyin mi daha sevgilidir? diye sormuş. O da: ” Allah'a yemin ederim ki, Hazret-i Ali'nin hizmetçisi olan Kanber, senden ve çocuklarından daha hayırlıdır" demiş. Bunun üzerine halife: ” Bu adamın dilini kesin" diye emretmiş. Onlar da kesmişler ve öldürmüşler. Ne gariptir ki, daha önce İbn Sikkît, Mu'tez ve Mütevekkil için bir şiir söylemişti. Bu şiirde, insanların başına gelen şeylerin, ayaklan yüzünden değil de, dilleri sebebiyle olduğunu, bildirmişti:

Gencin başına gelen dilinin sürçmesindendir,

Ayaklarının kaymasından dolayı değildir.

Sözde sürçmesi, gencin başını götürür.

Ayak sürçmesi ise, zamanla iyileşir.

150

Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah'ın birliğini inkâr eden ve O'nun yüce Peygamberlerini yalanlayanlar,

Allah ile peygamberlerini birbirinden ayırmak isteyerek: 'Bir kısınma inanır, bir kısmını inkâr ederiz' diyenler ve bunlar arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu? Allah'a inanıp, peygamberlerini inkâr etmek isterler. Fakat bu niyetlerini açıkça ortaya koyamayıp, iltizam yoluyla belirtirler. İçlerinde bu niyeti taşıyarak: Peygamberlerin bir kısmına inanır, bir kısmını inkâr ederiz diyenler... Tıpkı Yehudilerin: ”Mûsa'ya ve Tevrat'a inanır, onun dışındakileri inkâr ederiz" dedikleri gibi... İşte bu, yüce Allah'ı ve O'nun elçisini inkârdan başka bir şey değildir ve Allah'la elçisini iman konusunda birbirinden ayırmaktır. Çünkü yüce Allah onlara, peygamberlerin tümüne inanmayı emrediyor. Kavmine, Hazret-i Mulıammed'in getireceği dinin gerçek olduğunu bildirmeyen hiçbir peygamber de yoktur. Bunlardan herhangi birini inkâr eden, hiçbir tereddüde meydan kalmadan hepsini inkâr etmiş sayılır.

Bunlar, imanla küfür arasında, orta bir yol tutmak isterler. Oysa bu ikisinin arasında orta bir yol yoktur. Çiinkii Allah'a inanmak, O'nun rasû İleri ne inanıp, onları da kabul etmekle tamamlanır. Bir kısmını inkâr etmek, sapıklık bakımından, hepsini birden inkâr etmek gibidir.

151

Gerçek kâfirler, işte bunlardır. Bu çirkin özelliklerin sahibi olanlar, inkârda zirveye ulaşmışlardır. Bunların, gerçekten kâfir olduklarında hiçbir şüphe yoktur.

Biz de, kâfirlere, alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Onu tadacaklar ve horlanacaklardır.

Kâfirlere verilecek ceza ve azap belirtildikten sonra, müminlere verilecek mükâfat açıklanarak şöyle deniyor:

152

Allah'a ve peygamberlerine inanıp, inkârcıların yaptıkları gibi

onların birini diğerlerinden ayırmayanlara gelince, işte onlara, Allah mükâfatlarını verecektir. Müminlere verileceği va'dedilen bu mükâfat kesindir, gecikse de mutlaka gerçekleşecektir.

Allah, onlara karşı

çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir. Yapılan iyiliklere kat kat sevap verir. Çünkü O, bol rahmet sahibidir.

Anlatıldığına göre, güzel yüzlü bir genç ve arkadaşları; yemiş, içmiş, neşelenmişler ve paraları bitivermiş. Bunun üzerine toplanıp, yol kesmeye karar vermişler. Sonra yollara çıkıp, kervan kollamaya başlamışlar. Fakat üç gün hiç kimseyle karşılaşmamışlar. Genç delikanlı, yaşlı bir adam görmüş. Adam ona: ”Yavrum, senin sanatın bu değil. Allah'tan bağışlanmanı iste. Beni merak ediyorsan, Bursa'da Seyyid Buhârî camiinde Kur'ân okurum" demiş. Bu sözlerin etkisiyle, gencin kalbi tutuşmuş ve arkadaşlarına: ”Eğer benim sözümü dinlerseniz, gelin Bursa'ya gidelim ve oradaki tüccarları arayalım. Onların arkasına takılıp, mallarını alalım" diye teklifte bulunmuş. Arkadaşları bu teklifi kabul etmişler ve birlikte Bursa'ya gitmişler. Bursa'da arkadaşlarına: ”Gelin Seyyid Buhârî camiine gidip namaz kılalım ve dua edelim de istediğimizi elde edelim" demiş. Camiye vardıklarında, yaşlı adamı orada Kur'ân okurken görmüşler ve genç hemen ayaklarına kapanmış. Onun yanında iki yıl kalmış. Daha sonra yaşlı adam onu, Şeyh Şemseddin'e göndermiş ve Şemseddin de bu genci eğitmiş. Böylece, eksik bir mümin, yol kesen bir insan iken, kâmil bir insan olmuş. Onun içindir ki, neticeye bakmak gerekir. Öncesi iyi olmayabilir. Fakat inayet buyurulunca, sonu iyi olur.

Ey Allah'ım! Ey yardım eden! Bizi doğru yolu bulanlardan eyle! Amîn!..

153

Kitap ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Bu âyet, yahudi din adamlarının Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek: ”Eğer gerçekten peygamber isen, bize Hazret-i Mûsa'nın getirdiği gibi, gökten, bütün olarak bir kitap getir" demeleri üzerine inmiştir.

Onlar Mûsa'dan bundan daha büyüğünü isteyerek: Yani ey Muhammed! Eğer onların seriden istediği şeyin büyiik ve ağır bir şey olduğunu düşünüyorsan, Mûsa'dan istedikleri şey bundan çok daha büyüktü. Sana teklif ettikleri sey, onların ilk bilgisizlikleri değildir. Onlar Hazret-i Mûsa'ya:

'Bize Allah'ı apaçık olarak göster' demişlerdi de... Bunlar, Hazret-i Mûsa'yla birlikte dağın eteğinde bulunan yetmiş kişiydi. Mûsa'nın Allah'la konuştuğunu gördüklerinde, dünya hayat larındayken, kendi gözleriyle Allah'ı görmek istemişlerdi. Bunun üzerine,

zulümleri sebebiyle kendilerini hemen yıldırım gökten inen bir ateş

çarpmıştı. Zulümleri de, imkânsız olan şeyi istemeleri ve işi sarpa sarmalarından kaynaklanıyordu. Allah'ı görmek istemelerinin sebebi, O'na olan sevgi ve O'nu yüceltme duygusundan kaynaklanmıyordu. Mûsa gibi, Allah'a olan iştiyakları da değildi. Onların bu istekte bulunmaları, sadece edepsizliklerindendi. Çünkü onlar, isyankâr insanlardı.

Mutlu insan, başkasının nasihatini dinleyip öğiit alandır. İnkârcı bir karaktere sahip olan kimse, açıkça Allah'ı görse bile, yine de inanmaz. Mü'min karakterine sahip olan kimse ise, ışık serpintilerinin gelişinden, görmediği Peygambere, okumadığı kitaba da, açık bir mucize olmadan inanır. Tıpkı, Hazret-i Peygamberin: ”Peygamber olarak gönderildim" demesi üzerine, Hazret-i Ebû Bekir'in ”inandım" deyip, derhal teslim olması gibi.

Ayrıca onlar

kendilerine açık deliller geldikten, Firavuna, asâ, beyaz el ve denizin ikiye ayrılması gibi mûcizeler gösterildikten

Sonra da buzağıyı ilâh edinmişlerdi. Yani onu, kulluk etmek istedikleri bir ilâh olarak kabul etmek istemişlerdi. Bu olay, geçmişleri tarafından işlenen ikinci hıyanet olayıdır. Tevbe etmelerinden sonra, günahları ve hıyanetlerinin büyüklüğüne rağmen biz

bunu da bağışlamıştık. Hak etmiş olmalarına rağmen, köklerini kurutup, onları yok etmedik.

Bu âyet, Allahü teâlâ'nın rahmet ve mağfiretinin genişliğine, nimetinin ve ikramının bolluğuna ve Allah'ın rahmetinin, hiçbir suçtan daha dar olmadığına işaret etmektedir. Burada, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek de yasaklanmıştır.

Ve Mûsa'ya da apaçık bir güç vermiştik ve onlara hakim kılmıştık. Nitekim Hazret-i Mûsa onlara, günahlarından tevbe etmek üzere kendilerini öldürmelerini emretmişti. Onlar da kılıç darbeleri altında avlularında gizlenmeye çalışıyorlardı.

154

Dini kabul etmeleri konusunda

Söz vermeleri için, Tur dağını üzerlerine kaldırmıştık.

Rivayet edildiğine göre Mûsa peygamber, kavmine Tevrat'ı getirince, onda birtakım zor teklifler görmüşler, bunları yapmak kendilerine ağır gelmiş. Böylelikle de emirleri yerine getirmemekte diretmişler. Bunun üzerine Allahü teâlâ Cebrail'e Tur dağım yerinden sökmesini ve emirleri kabul edinceye kadar da üzerlerine kaldırmasını emretmiş, Cebrail (aleyhisselâm) da böyle yapmıştır.

Kendilerine: Mûsa peygamberin diliyle:

'O kapıdan, yani gireceğiniz kasabanın kapısından

secde ederek, girin' demiştik. Rivâyete göre girilecek olan yer ”Eriha" adında bir yerdir. Onlara, kendilerini çölden çıkardığından dolayı, şükür nişanesi olarak oraya boynunuz eğik bir biçimde girin denmişti. Onlar da sürünerek girmişler ve kendilerine söyleneni değiştirmişlerdi.

Ve yine onlara, Davud peygamberin diliyle:

'Cumartesi gününde de balık avlamak suretiyle haksızlık edip

haddi aşmayın' diyerek, kendilerinden sağlam bir söz almıştık. Cumartesi günü, onların ibadet günleriydi. Onlardan bir grup insan, o gün lıaddi aştılar ve balık avına çıktılar. Bunun üzerine ise, emirleri yerine getirmelerine dair, kendilerinden bir söz aldık.

155

Onlara yaptığımız bütün bu şeyler,

sözlerini bozmaları, yani verdikleri sözde durmamaları ve Kurandaki, ya da kendi yanlarında bulunan kitaplarındaki

Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere Yahya ve Zekeriyya gibi

peygamberleri öldürmeleri ve: 'Kalplerimiz perdelidir' demeleri sebebiyle (lânete uğramışlardır.) Yani kalblerinin Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) getirdiği Kur'ân'ı, anlayamayacak şekilde kılıflı olduğunu söylemeleri dolayısıyladır. Oysa durum böyle değildir:

Hayır, onların inkârları kalblerinde kılıf olması dolayısıyla hakikatin oraya ulaşamamasından değil

fakat inkâr etmelerinden dolayı, Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Onlara gerçeğin ulaşmayışının ve kâfir olmalarının sebebi, inkâr etmelerinden dolayı, Allahü teâlâ'nın, kalblerini mühürlenmesidir. İnkârlarının sebebi, iddia ettikleri gibi, kalpleri değil, küfürleridir.

Artık onlar, içlerindeki, Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi

çok azı dışında iman etmezler. Yahut da onların imanı az olup önem verilmez. Çünkü onlar peygamberlerin bir kısmına inanıp, diğerlerine inanmazlar.

Şüphesiz verilmiş olan sözde durmayıp, ahdi bozmak, Allahü teâlâ'nın öfkesini kazanmaya sebep olur. Mümin; belâdan kurtulması için, verdiği sözün hükümlerini gözetip, gereğini yerine getirmek mecburiyetindedir.

İbn Ömer'in (radıyallahü anh) rivayet ettiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza gelip şöyle buyurmuştur:

" Ey muhacirler topluluğu! Size ulaşmasından Allah'a sığındığım beş şey vardır ki, onlardan imtihan edileceksiniz:

1- Bir toplumda, fuhuş açık bir şekilde yayıldığı zaman, tâun ve diğer hastalıklar, hatta, öncekilerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.

2- Ölçü ve tartıyı eksik yapınca da kıtlığa yakalanırlar, şiddetli açlık baş gösterir ve idarecinin zulmü artar.

3- Mallarının zekâtını vermezlerse, üzerlerine gökten damla bile düşmez. (Yani kuraklık olur.) Hayvanlar olmasa, yağmur yağmaz.

4- Allah'a ve Resulüne verdikleri ahdi bozarlar da kendilerine dışardan bir düşman musallat olur ve ellerindekinin bir kısmını alır.

5- Önderleri, Allah'ın kitabını ve rasûlünün yolunu izlemezlerse Allah onların arasına korku salar."

156

Küfürlerinden ve Meryem aleyhine biiyiik bir iftira atmalarından... İsa peygamberi inkâr etmelerinden ve Meryem validemize zina isnadında bulunmalarından dolayı, Yehudilere ceza verdik.

157

Ayrıca:

Ve: 'Biz Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük' demeleri sebebiyle (onları lanetledik.) Onlar İsa peygamberi, kendisiyle alay etmek için, ”Allah'ın peygamberi" diye nitelemişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimize de: ” Ey kendisine zikir indirilen sen mutlaka delisin" (Hicr: 6) diye hitapta bulunulmuştur. Çünkü onlar, İsa peygambere düşman olmakta ve onu öldürmekte söz birliği yapmışlardır. Hal böyle olunca, nasıl olur da ona: ”Allah'ın peygamberi" derler? Demek ki bu bir alay ifadesidir. Onların bu tür ifadeleri, sadece yalancılıklarını değil, birçok cinayet işlediklerini de ortaya çıkarmaktadır. Halbuki onlar, peygamberle alay etmekten ve onu öldürmekten hoşnut olup sevinç duyuyorlar. Onların bu durumlarından, öyle oldukları anlaşılmaktadır.

Halbuki, onu öldürmediler, onu asınadılar da. Fakat onlara İsa gibi gösterildi. İsa peygambere benzeyen birisi, onlara îsa diye gösterildi ve onu öldürdüler.

Rivayet edildiğine göre, yahııdilerden bir grup, İsa peygambere söverek: ” O, sihirbaz bir kadının oğlu olan bir sihirbazdır. Annesi gibi o da sihir yapıyor" demişler, hem İsa peygambere ve hem de annesine iftira etmişlerdi. İsa peygamber bu sözleri işitince, Allah'a şöyle yalvarmıştı: ”Ey Allah'ım! Sen benim Rabbimsin ve ben senin ruhundan çıktım. Beni kendi kelimenden yarattın. Ben onlara, kendiliğimden gelmedim. Ey Allah'ım! Bana ve anneme sövene lânet eyle!" Bu yalvarış üzerine, Allahü teâlâ onun duasını kabul ederek, kendisine ve annesine şovenleri maymun ve domuz şekline soktu. Onların komutanı durumunda olan kişi, bu durumu görünce, kendisi aleyhine de beddua edilmesinden çok korkmuştu. Bunun üzerine Yehudiler, İsa peygamberi öldürmek üzere görüş birliğine vardı. Allahü teâlâ da, Cebrail'i göndermek suretiyle, onu semaya, kendisine yükselteceğini bildirdi. İsa peygamber de arkadaşlarına: ”Benim şeklime girmek suretiyle öldürülüp asılmaya ve cennete girmeye kim razı olur?" diye sordu. İçlerinden bir adam ”ben" dedi. Allahü teâlâ da o adamı İsa'ya benzetti ve öldürülüp asıldı.

Bir başka rivayette de şöyle deniyor: İsa peygambere münafıklık yapan birisi vardı. Hazret-i İsa'yı öldürmek istediklerinde: ”Size İsa'yı göstereyim" diyerek, İsa'nın evine girdi. O anda Hazret-i İsa göğe yükseltildi. İsa'yı öldürmek isteyen kimseler içeri girdiler ve münafık adamı İsa'ya benzeterek öldürdüler. Onlar Hazret-i İsa'yı öldürdüklerini sandılar; halbuki öldürdükleri o değildi.

Bu ve buna benzer hârika örneklere, peygamberler döneminde çok rastlanır. Hıristiyanların, ölüyü gördüklerine dair geçmişlerinden naklettikleri tevatür bir haber yoktur. Hıristiyanların tevatür haberleri, az bir topluluğa dayanır ki onlar da yalan üzerinde ittifak edebilirler.

Onun hakkında ihtilâfa düşenler, kesin bir kuşku içindedirler. Bu olay gerçekleştiği zaman, onlar kendi aralarında çelişkiye düştüler. Dediler ki: ”Öldürülen İsa ise, arkadaşımız nerede? Arkadaşımız öldürüldüyse, İsa nerede?" Bazıları da: ”Yüzü İsa'nın yüzüne, bedeni de arkadaşımızın bedenine benziyordu" demişti. Allahü teâlâ, o adamı İsa şekline sokunca, sadece yüzünü ona benzetmiş, bedenini eski halinde bırakmıştı. Bu olayda ihtilafa düşenlerin, Hıristiyanlar olduğu söylenir. Onlardan bir grup: ”İsâ Peygamber, öldürülmedi ve asılmadı. Allah onu semaya yükseltti" derler. Bazı Hristiyanlar ise, Hazret-i İsa'yı yalıudilerin öldürdüğünü söylerler.

Onların, bu konuda, zanna uyma dışında hiçbir bilgileri yoktur.

Sadece tereddütleri bulunmaktadır. Mesih'i öldürmüş olduklarını iddia etmiş olmalarına rağmen,

kesinlikle onu öldürmemişlerdir.

158

Aksine, Allah onu kendine yükseltmiştir. Âyette geçen ”bel-aksine" kelimesi, onun öldürülmüş olduğunu reddederek göğe yükseltildiğini isbat eder.

Hasan Basrî: ”Gökte, Allahü teâlâ'nın kerametinin ve meleklerinin karargâhı olan yere yükseltilmiştir" der.

Allah’azizdir, hakimdir. Hiçbir kimse, Allahü teâlâ'ya galip gelemez. O, dilediği her şeyi yapmaya güç yetirir. İsa peygamberin göğe yükseltilmesi, insanların yapamıyacağı bir şeydir. Fakat Allah, bunu kolaylıkla yapabilir. Ve yine Allahü teâlâ, bütün yaptıklarını bir hikmete dayalı olarak yapar. İsa peygamberin göğe çıkarılması da, o hikmetlerden birine dayalı olarak gerçekleşmiştir.

159

Kitap ehlinden her biri, ölümünden önce ona mutlaka iman edecektir.Yahudi ve Hıristiyanlar içerisinde hiçbir kimse yoktur ki, ölmeden önce, İsa peygambere iman etmemiş olsun. Yani ölmeden önce, Hazret-i İsa'ya mutlaka iman edecektir.

Rivayet edildiğine göre, yahudinin ölümü yaklaşıp, kendisine ahiretin durumu gösterilince, melek yüzüne ve arkasına vurur ve: ”Hazret-i İsa sana peygamber olarak geldi. Fakat onu yalanladın" der. Yahudi ise, iman eder. Fakat teklif zamanı geçip, imanın fayda vermeyeceği bir zamanda iman eder. Aynı melek hıristiyana: ”Allah'ın kulu ve rasûlü sana geldi. Onun, Allah ve Allah'ın oğlıı olduğunu iddia ettin" der. Bunun üzerine hiristiyanda, onun Allah'ın rasûlü olduğuna iman eder. Fakat o andaki imanının hiçbir faydası yoktur. Hiçbir yahudi ve kitap ehlinin. İsa peygambere inanmadan ölmeyeceği söylenir. Boğulsa, yansa ya da üzerine duvarın yıkılmasıyla ölse bile yine durum böyledir.

İbn Abbas'a: ”Evinden düşüp ölse de böyle midir?" diye sorulmuş, o da: ” Onunla havada konuşulur" cevabını vermiş.

Âyette geçen ”kable mevtihî" deki zamirin, Hazret-i İsa'ya ait olduğu da söylenir. O zaman ayetin anlamı şöyle olur: ”İsa peygamberin gökten inmesi zamanında, hiçbir kitap ehli yoktur ki, Hazret-i İsa ölmeden önce İsa'ya inanmamış olsun." İsa peygamberin gökten indirildiği zamana kalan kitap ehli İsa'ya inanacak. İsa peygamber, yeryüzünde kırk yıl kalıp sonra ölecek. Müslümanlar onun namazını kılıp toprağa verecekler.

Kıyamet gününde de o, İsa peygamber

onlar aleyhine şahit olacaktır. Yahudilerin kendisini yalanladıklarına, Hıristiyanların da İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettiklerine şahit olacaktır.

160

Yahudilerin çok büyük

zulmetmeleri müslüman olanların

birçoklarını Allah yolundan alıkoymaları,

161

yasaklanmalarına rağmen faiz almaları ki, faiz bizim gibi onlara da yasaktı

ve insanların mallarını rüşvet ve diğer

haksız yollarla yemeleri sebebiyledir ki biz temiz ve helal şeyleri onlara haram kıldık. Yahudilerin yapmış olduğu her kötülük için, kendilerine ceza olarak, daha önce helâl olan bir yiyecek haram kılınmıştır. Deve eti, sütü ve yağı gibi.

Ve içlerinden inkâra sapanlara, inkârında ısrar edip tevbe etmeyenlere

acı bir azap hazırladık. O azabın acısı, kalblerinde hissedilecektir. Ahirette tadacaklardır o azabı.

162

Fakat içlerinden, yani kitap ehlinden, Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları gibi tevbe edip,

ilimde ilerlemiş olanlar ve... Bunlara, ”ilimde ilerlemiş olanlar" sıfatı verilmiştir. Çünkii bunlar, damarlarıyla yeryüzüne kök salan ağaç gibi, ilimde sebat etmişlerdir. Abdullah İbn Selâm, Tevrat'ı biliyordu ve orada Hazret-i Peygamber'in övgüsünü okumuştu. Onun için: ”Hazret-i Peygamber'in yüzünü gördüğümde, onun yalancı bir yüz olmadığını anladım," demiş ve ona iman etmiştir.

Kitap ehlinin dışında olan Ensar'la Muhacir'den diğer

mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler, namaz kılarlar, zekât verirler, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. Burada, namazın faziletine işaret için, kelime mansub, zekâtın faziletine işaret için de kelime merfu' olarak zikredilmiştir.'“Allah'a ve ahiret gününe inanırlar" ifadesinde de durum aynıdır. Bu âyette de, peygamberlere ve kitaplara iman etmek konusu önce zikredilmiştir. Çünkü burada maksat budur.

İşte onlara, büyük bir mükâfat vereceğiz. Cennette onlara, bol sevap vereceğiz. Çünkü onlar, iman ve salih ameli bir arada gerçekleştirmişlerdir.

163

Biz, Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Bu âyet, kitap ehlinin Hazret-i Peygamberden, gökten bir kitap istemeleri üzerine verilen bir cevaptır. Yani, Ey Rasûlüm Muhammed! Biz Cebrail'i sana, bu Kuran'la gönderdik. Önce Nuh peygamberden bahsedilmiş. Çünkü o, insanlığın babasıdır. Allahü teâlâ, Nuh'un bedduasıyla, yeryüzündekileri helâk etmiştir.

Denir ki: Nuh peygamber bin yıl yaşamış olmasına rağmen, ne dişi ve ne de kuvveti eksilmiştir. Saçı da ağarmamıştır. Peygamberlerden hiçbiri, davette onun kadar çaba göstermemiştir. Toplumunun verdiği sıkıntılara onun kadar sabredebilen de olmamıştır. O, gece ve gündüz, gizli ve açık her zaman kavmini davet ederdi. Bayılıncaya kadar, toplumundan dayak yerdi. Aydınca gidip tekrar tebliğde bulunurdu.

İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakııb'a, Yakııb'un oğulları olan

torunlara, ki onlar on iki tanedir,

İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Hârûn'a ve Süleyman'a da vahyettik. Burada bu peygamber isimlerinin sayılmış olması, onları şereflendirmek ve faziletlerini belirtmek için olup, aslında âyette zikredilen ”en-uehiyyîn-Peygamberler" ifadesi bunları da kapsamına almaktadır. Çünkü burada sayılan Peygamberlerden İbrahim (aleyhisselâm), Ülü'l-Azm Peygamberlerin ilki, İsa (aleyhisselâm) ise sonuncusudur. (Allah'ın selâmı hepsinin üzerine olsun) Diğerleri ise, peygamberlerin ileri gelenleri ve meşhur olanlarıdır.

Dâvûd'a da Zebûr'u verdik. Zebur, kitap demektir, ”zebr" kelimesinden türemiş olup, yazmak anlamına gelir.

Kurtûbî der ki: ”Zebur'da yüz elli sûre olup, içlerinde hiçbir hüküm mevcut değildi. Bunların tümü, hikmetli sözler, öğütler, Allah'a hamd ve senaları kapsıyordu. Davud peygamberin güzel bir sesi olup, Zebur'u okumaya başladığı zaman, kuşlar etrafını sarıp, kanatlarıyla kendisine gölge yapıyorlardı. Sesi güzel olduğu için, herkes tarafından dinleniyordu."

Ebû Mûsa el-Eş'arî şöyle anlatır: ”Hazret-i Peygamber bana dedi ki: ”Dün gece beni görseydin! Ben senin okumanı dinliyordum, Davud peygamberin nâmelerinden sana da verilmişti." Ben de Hazret-i Peygambere: ”Ey Allah'ın Resûlü! Yemin ederim ki ben seni görmedim. Senin beni dinlediğini bilseydim, senin için biraz daha güzel okumaya çalışırdım" dedim.

164

Gönderdiğimiz

bir kısım peygamberleri, daha önce sana anlattık. Daha önceki sûrelerde, bu peygamberlerin isimlerini anıp kıssalarım anlatarak onları sana tanıttık. Böylece sen de onları öğrenmiş oldun.

Bir kısmını ise sana anlatmadık. Onların isimlerini sana bildirmedik.

Ebû Zer şöyle anlatıyor: ”Hazret-i Peygambere: 'Nebiler ve rasüller ne kadardı?' diye sordum. Hazret-i Peygamber de: 'Nebilerin sayısı yüz yirmi dört bin, rasüllerin sayısı ise, üçyüz on üç idi' buyurdu."

Ve Allah Mûsa ile gerçekten konuştu. Bu ifade ile, ” Sana vahyettik" ifadesine atıf yapılmıştır. Kıssa, kıssaya atfedilmiştir. ”Kelleme-Hitabetti" kelimesinin mastar olan ”teklîmen" kelimesiyle pekiştirilmesi, Mûsa peygamberin, Allah'ın sözünü gerçekten işittiğine delildir. Kaderiye: ”Allahü teâlâ bir yerde söz yaratmış, Mûsa peygamber de o sözü işitmiş" diyor. Halbuki onların bu görüşleri doğru değildir. Çünkü bu, doğrudan doğruya Allah'ın kelâmı olmaz. Mecâzî fiiller, mastarlar zikredilmek suretiyle pekiştirilmezler.

Ferrâ der ki: ”Araplar, mastarla pekiştirilmemek şartıyla, ne yolla ulaşırsa ulaşsın, insana ulaşan şeye ”kelâm" (söz) derler. Mastar ile pekiştirilirse, sözün kendisinden başkası olmaz."

Buradaki ”teklîmen-hitap etmek, konuşmak" vahiy mertebelerinin son durağında, doğrudan doğruya yapılan bir hitaptır. Bu da, Mûsa peygambere tahsis edilen bir durumdur. Bu durum, diğer peygamberlerin nübüvvetine kusur getirmez. Tevrat'ın ona bir defada toptan indirilmiş olması Kur'an'ın kendisine parça parça indirilen Hazret-i Peygamberin peygamberliğini kusurlu kıldığı nasıl düşünülebilir? Tevrat'ın da böylece bir defada indirilmiş olması bir takını hikmetlerin gereğidir.

Rivayet edildiğine göre, Mûsa peygamber Tûr-i Sina'ya geldiğinde, oradan şeytan kovulmuş, Mûsa peygamberin üzerindeki her türlü ağırlık ve uykuya benzer haller de giderilmiş Bu esnada gök açılmış, melekleri Allah'a ibadet ederken görmüş. Allahü teâlâ Mûsa'ya hitabetmiş ve sözünü işittirmiş, Mûsa da O'rıa yalvarışta bulunmuştur.

165

Peygamberleri, Allah'a itaat edenleri cennetle

müjdeleyici ve Allah'a isyan edenleri de cehennemle

uyarıcı olarak gönderdik ki, insanların, kıyamet gününde

peygamberler gönderip kanunlarını bildirdik

den sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Kıyamet gününde bazı kimselerin: ”Keşke bize de peygamber gönderip, kanunlarını açıklayıp, ilkelerini bildirseydin" demelerine fırsat verilmemesi için, peygamberler gönderilmiştir.

Bu âyette, peygamberler gönderilmesinin insanlar için bir zaruret olduğu, daha sonra insanların ortaya atacakları bahanelere yer verilmeyeceği anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ'ya karşı, kulların hiçbirinin delili olması mümkün değildir. Hal böyleyken âyette, ”hüccet" (delil) kelimesi mazeret anlamında kullanılmıştır. Bunun sebebi ise, Allahü teâlâ'nın, kabul olması açısından mazeret, O'nun keremi ve rahmeti sebebiyle kesin delil gibidir. Bu sebeple Allahü teâlâ: ”Biz peygamber göndermedikçe azap etmeyiz" (İsra: 15) buyurmuştur.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Allahü teâlâ dan daha kıskancı yoktur. Onun içindir ki, açık ve gizli fuhuşıı yasaklamıştır. Övülmeye, Allah'tan daha lâyık olan yoktur. Onun içindir ki, kendisini övmüştür. Allah'tan daha fazla ma'zer etinin kendisine sevimli olduğu kimse yoktur. Onun içindir ki, Allahü teâlâ peygamberler gönderip, kitap indirmiştir,"

Allah, izzet ve hikmet sahibidir. Hiçbir güç O'na galip gelemez. O, yaptığı her işi belli bir hikmete dayalı olarak yapar. Peygamber gönderip kitap indirmek de, bu hikmetler arasındadır.

166

Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder. Bu ifadenin aslı sanki şöyledir: Müşrikler Peygamber efendimize: Biz, Allah'ın seni bize Peygamber gönderdiğine şahitlik etmiyoruz, demişler, Allah da: Onlara, senin Peygamberlik davasındaki doğruluğuna şahadet etmiyorlar, fakat Allah, sana indirdiği, insanları âciz bırakan ve senin Peygamberliğine delâlet eden Kur- 'an'a şahitlik ediyor. Çünkü gelip geçmiş bütün insanların boy ölçüşmekten ve benzerini meydana getirmekten âciz kalacak kadar fasih ve beliğ olan bu Kur an'ın indirilmesi, Hazret-i Peygamber'in peygamberliğine ve elçilik davasındaki doğruluğuna şahitlik etmektedir.

Onu kendi ilmiyle indirdi. O Kuran'ı kendi ilmine istinaden indirdi.? Başkaları bunu bilemez. O, eşsiz bir tarzda oluşturulmuştur. Belâğatçılar, öyle bir kitap oluşturmaktan âcizdirler.

Melekler de senin peygamberliğine

şahitlik ederler. Ve senin peygamber oluşunun kesinliğine

şahit olarak Allah yeter. Sanki Allahü teâlâ şöyle diyor: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Bu Yehudiler seni yalanlıyorlar. Sen onlara sakın aldırma. Âlemlerin Rabbi olan Allah, davanda seni doğruluyor. Bu konuda, gökteki melekler de seni doğruluyorlar."

167

Allahü teâlâ'nın indirdiğini

inkâr eden Yahudiler

ve Allah'ın yolundan, yani İslâm'dan

alıkoyanlar, inkâra götüren davranışlarından ve hak yoldan alıkoymalarından dolayı,

şüphesiz ki doğr uzaklaşmışlardır.

168

Allah'ın indirdiğini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini

inkâr edip, onun yüceliğini gizleyerek

zulmedenleri, Allah asla bağışlamayacaktır. Onları bir yola da iletmeyecektir. Çünkü, kâfirlerin bağışlanması imkânsızdır. Kâfirlere bağışlanma diye bir şey olamaz.

169

Onlar, hak yola yaklaşmamaları ve cennet yoluna götürecek olan güzel amellerde bulunmamaları sebebiyle

ancak, orada ebedî kalmak üzere cehennem yoluna iletileceklerdir. İçerisinde sonsuza kadar kalmak üzere, cehenneme atılacaklardır.

Bu da Allah'a çok kolaydır. Çünkü Allahü teâlâ'ya istediği şeyleri gerçekleştirmesi güç gelmez.

Biliniz ki, Allahü teâlâ ruhları yaratmış olduğu zaman, saçılan iman nurundan, kendisinde zerre kadar iman nuru bulunan kimseyi, o nur, cehennemden çıkaracaktır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse, cehennemden çıkacaktır" buyurmuştur.'"""

170

Ey insanlar! Buradaki hitap, bütün insanlaradır.

Rasûl size, Rabbinizden bir gerçeği getirdi. Yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) size, Kur'ân'ı getirdi. O Kur'ân'ın eşsizliği, kendisinin hak kitap olduğuna şahittir ve o kitap Allah tarafından gönderilmiş bir kitaptır.

O halde, kendi olarak ona, yani peygambere ve peygamberin getirdiği kitaba

iman edin Ona inanmanız, sizin için inkârda olmaktan hayırlıdır.

Eğer inkâr ederseniz ve inkâr etmekte ısrar ederseniz,

göklerde ve yerde ne varsa, şüphesiz hepsi Allah'ındır. Göklerde ve yerde bulunan her şeyi O yaratmıştır, O'nun mülkiyeti ve O'nun tasarrufunda bulunmaktadır. Onlardan hiçbir şey, Allah'ın tasarrufunun dışına çıkamaz. Bu sıfatın sahibi olan yüce Allah, inkara saptığınız için, hiç şüphe yok ki, size azap etmeye de güç sahibidir.

Allah ilim ve hikmet sahibidir. O'nun ilmi çoktur, her şeyi bilir, yaptığı her şeyde de hikmet sahibidir. Yapmış olduğu her şeyi bir hikmete dayalı olarak yapmıştır.

Şüphesiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), bedenlere gönderilmiş olan gaybî nurun bir sûretidir. Her kim, Hazret-i Peygamber'in davetinin nurunun akmasına müsaitse, işte o kimse doğruya ulaşmıştır. Kim hata işlerse, doğrudan sapmış olur. Hidayete ermen için iki şey yapman gerekir:

Birincisi, Hazret-i Peygamber'in sevgisini kazanıp, onun sevgisini, kendinden, ailenden ve malından üstün kılman;

İkincisi de Hazret-i Peygambere uyup, onun bütün emirlerini ve yasaklarını hayatına tatbik etmendir. İşte böylece, olgunluğun zirvesine ulaşmayı başarırsın.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ” Benim ve yüce Allah'ın beni göndermiş olduğu toplumun durumu, bir topluluğa gelip: ”Ben şurada, gözlerimle bir ordıı gördüm. Ben yalnızca bir uyarıcıyım. Hemen kaçıp kurtulmaya bakın" diyen adamın durumuna benzer. Bu söz üzerine, topluluktan bir grup ona uyarak, kaçıp kurtulmuşlar. Toplumdan bir grup da, onu yalanlamışlar. Ordu da, sabahleyin onları yakalayıp, hepsini öldürmüştür. Bana itaat eden ve gerçek olarak getirdiğime uyanların durumu işte böyledir" buyurmuştur.

171

Ey kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin. Dininizde haddi aşmayın. Hitap özellikle Hıristiyanlaradır. Haddi aşmak, İsa peygamberin şanını çok fazla yüceltmek adına, onun ilâh olduğunu iddia etmektir. Kuşkusuz, din ve mezhebde ileri giderek haddi aşmak, birtakım abartmalarda bulunmak ve sınırı aşmak, hoş karşılanmayan bir durumdur. Bu ümmetin birçoğu, mezhebinde sınırı aşmıştır:

Şia mezhebinden bir grup (Gulât-ı Şia), mü'minlerin devlet başkanı olan Hazret-i Ali (radıyallahü anh) hakkında sınırı aşarak, onun tanrı olduğunu iddia etmişlerdir.

Mutezile mezhebi, Allah'ı tenzih etmekte sınırı aşıp, O'nun bazı sıfatlarını yok saymışlardır.

Müşebbihe grubu da, sınırı aşan gruptandır. Onlar da, Allah'ın sıfatları konusunda sınırı çok aşıp, Allahü teâlâ'yı cisimleştirecek kadar ileri gittiler. Halbuki Allahü teâlâ, zalimlerin, O'nun hakkında söylediklerinden münezzehtir, çok büyük ve çok yücedir.

Hazret-i Peygamber bu aşırılığı defetmek için şöyle buyurmuştur: ” Hıristiyanların, Hazret-i isa'yı övmekte çok ileri gitmek suretiyle sapıklığa düşüp, onun, Allah'ın oğlu olduğunu söylemeleri gibi, siz de beni övmekte ileri gidip sınırı aşmayın. Sadece: 'Allah'ın kulu ve rasûliı deyin."

Ve Allah hakkında gerçekten başkasını söylemeyin! Allah hakkında, Ona uygun olmayan sıfatlar ortaya atmayın. O'nu eş ve çocuk edinme gibi niteliklerle nitelemeyin. O, bütün bunlardan münezzehtir. Mesih, ancak Meryem’in oğlu İsa, Allah'ın rasûlü, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve O'ndan gelen bir ruhtur. ”Mesih ” kelimesi, sıddık ve faruk gibi güzel sıfatlardandır. ”Meryem'in oğlu İsa" denmek suretiyle, İsa peygamber annesine nisbet edilmiş ve Allahü teâlâ'ya nisbetinin yani Allah'ın oğlu olduğunu söylemelerinin yanlış bir düşünce olduğuna dikkat çekilmiştir. ”Meryem" kelimesi de, ibadet eden kul anlamınadır. İsa, Allah'ın rasûlüdür. İşte doğru olan söz budur. İsa, Allah'ın kelimesidir. Çünkü, Allahü teâlâ'nın ”ol" emriyle, babaya ve nutfeye ihtiyaç duyulmadan, aracısız bir şekilde yaratılmıştır. Annesi Meryem'e, Cebrail'in üflemesi neticesinde, Meryem'de oluşııvermiştir. ”O'ndan gelen bir ruhtur" ifadesi, mecaz bir ifade olup Hıristiyanların iddia ettikleri gibi, Allah'ın bir parçası değildir. Çünkii Allah'ın cüzlere, yani parçalara bölünmesi mümkün değildir.

Rivayet edildiğine göre, Harun Reşit'in Hristiyan bir doktoru varmış. Bu doktor, güzel yüzlü, terbiyeli ve kralların huzuruna çıkabilecek bütün güzel huyları kendisinde bulunduran bir köleymiş. Harun Reşit, bu doktorun müslüman olmasını istiyor, doktor ise, diretiyormuş. Harun Reşit hep ona bir takım hülyalar empoze etmesine rağmen, kesinlikle müslüman olmuyormuş. Bir gün ona: ”Neden Müslüman olmuyorsun?" diye sormuş. Doktor: ”Sizin kitabınızda, Hristiyanlığı benimsediğime dair delil vardır" demiş ve kendisini haklı göstermeye çalışmış. Harun Reşit, o delilin ne olduğunu sorunca da: ”Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve O'ndan gelen bir ruh" âyetini hatırlatmış. Yani böylece, İsa peygamberin, Allah'ın bir parçası olduğunu vurgulamak istemiş. Bu olay üzerine Harun Reşit'in canı sıkılmış ve ilim adamlarını toplamış. Fakat, içlerinden onun şüphesini giderecek biri çıkmamış. Horasan'dan bir grup hacı gelmiş. Bunlar içerisinde, Ali b. Hüseyin b. Vâkidî adında bir zat varmış. Bu zat, Merv kasabasındanmış ve Kuran ilminde derin bilgiye sahipmiş. Köleyle bu zatı bir araya getirmiş. Köle ona bu soruyu sorunca cevab vermemiş ve şöyle demiş:

" Ey mü'minlerin emiri! Allahü teâlâ çok iyi bilmektedir ki, bu pis köle, senin meclisinde bana böyle şeyler soruyor. Allah'ın kitabında mutlaka bunıın cevabı vardır. Fakat şu anda aklıma gelmiyor. Allah'a yemin ederim ki, bu soruya açıklık getirinceye kadar, yemeyeceğim ve içmeyeceğim. İnşallah cevabı da bulacağım." Daha sonra, karanlık bir eve girip kapıyı üzerine kilitler ve Kuran okumaya koyulur. Câsiye süresindeki ”Göklerde ve yerde, kendisinden olan her şeyi sizin emrinize verdi" (Câsiye: 13) âyetine gelince, avazı çıktığı kadar bağırarak: ”Kapıyı açınız! Cevabı buldum!" der. Kapıyı açarlar, köleyi çağırır ve Harun Reşid'in huzurunda bu âyeti okur. Sonra da: ” 'O'ndan gelen ruh', yani İsa, O'nun bir parçası olursa, 'göklerde ve yerde, kendisinden olan şey' de O'nun bir parçası olması gerekir" der. Bunun üzerine Hristiyan köle cevap veremez ve Müslüman olur. Harun Reşit ise çok sevinir ve Ali b. Hüseyin el-Vâkidî'ye güzel bir bağışta bulunur. Ali b. Hüseyin Merv kasabasına dönüp, orada bir kitap yazar ve adını da ”Kitâbu'n-Nazâir Fıl-Kur'ân" koyar. Bu eşi ve benzeri olmayan bir kitaptır.

Deniyor ki: ” Onun ruh olmasının anlamı, Allahü teâlâdan gelen bir ruha sahip olmasındandır. Ancak Allahü teâlâ, şerefli kılmak üzere, ruh kelimesini nefsine izafe etmiştir." Yine deniyor ki: ”Ruhtan kasıt, Cebrail'in Meryem'e üflemesidir. Bu üfleme, Meryem'in karnına girmiştir. Allah'ın izniyle bu üflemeden hamile kalmıştır. Bu üflemeye ruh adı verilmiştir. Çünkü o da, ruhlardan bir tanesidir."

Allahü teâlâ, Cebrail'in üflemesini, kendisine izafe ederek, ”O'ndan - Allah'tan- bir ruh" ifadesini kullanmıştır. Çünkü bu olay, Allahü teâlâ'nın izni ve O'nun emriyle meydana gelmiştir.

Allah'a ve O'nun bütün

peygamberlerine iman edin! Allah'ın hiçbir peygamberini, normal vasfının üzerine çıkararak, tanrı yerine koymayın! Hazret-i İsa, Allah'ın peygamberlerinden bir tanesidir. Onu ilâhlaştırmayın!

(İlah) 'üçtür', demeyin! ”İlâh'ın Allah, Mesih ve Meryem" olarak üç tane olduğunu, ya da ”Allah üç asıldan; Baba, Oğul ve Mukaddes ruh'tan oluştuğunu" söylemeyin.

Sizin için hayırlı olmak üzere bu üçlü inanış tarzı

ndan vazgeçin. Allah’ancak bir tek ilâhtır. O, tek zattır. İlâhlığında tektir ve çok olmaktan da münezzehtir.

O Allah, çocuğu olmaktan münezzehtir. O Allah'ı, çocuğu olmaktan tenzih ederim. Çocuğa sahip olmak, nesli yok olmaktan kurtarmak içindir. Allahü teâlâ ise bakîdir. Ezelî ve ebedîdir. Onun içindir ki,

O'nun çocuk edinmeye ihtiyacı yoktur. Bu gibi şeylerin tümünden münezzehtir O.

Göklerde ve verde ne varsa, hepsi O'nundur. Yaratma, sahip olma ve tasarruf O'na aittir. Hiçbir şey, O'nun tasarrufundan çıkamaz. Hazret-i İsa da, bunlardan birisidir. O'nun çocuğu olduğu nasıl düşünülebilir?

İbn Şeyh Haşiyeler inde şöyle der: ” Allahü teâlâ her konuda, çocuğu olmaktan kendisini münezzeh kılmıştır. Göklerde ve yerde ne varsa, yaratma, sahip olma ve tasarruf yönünden, O'na ait olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade, batıl görüş sahiplerinin, O'na izafe ettiklerini ortadan kaldırmak için kullanılmıştır. Onların iddia ettikleri şekilde bir üçleme kesinlikle mümkün olamaz. Çünkü, Allah'la yarattığı şeyler arasında hiçbir benzerlik yoktur. Böyle bir şeyin düşünülmesi bile imkânsızdır. Durum böyle olursa, O'nun eşi ve çocuğu olmasını akıl nasıl alabilir?"

Vekil olarak Allah yeter. Bütün varlıklar, işlerini Allah'a havale ederler. Çünkü O, âlemlerden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir. Muhtaç ve âciz kimselerin ihtiyaç duyduğu çocuk edinme olayı, O'na nasıl yakıştınlabilir?

Her şey in varlığı benim için şahittir.

Ki O Allah bir tek İlâh't ir.

172

Ne Mesih, ne de yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan çekinmezler. Çünkü O'na kul olmak, şereflerin en büyüğü ve O'ndan başkasına kulluk etmek ise, alçaklıkların en alçağıdır.

Rivayet edildiğine göre, Necran heyeti geldiği zaman Hazret-i Peygambere: ”Neden sahibimizi aşağılıyorsun?" diye sormuşlar. O da: ”Sahibiniz kimdir?" diye sorunca, ”İsa" cevabını alınış. Bu cevap üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Onu aşağılayacak ne söyledim?" diye sormuş. Onlar: ”Allah'ın kulu dedin" demişler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Allah'a kul olmak aşağılık mıdır?" diye sormuş ve onlar ise, ”evet aşağılıktır" cevabını vermişlerdir. Âyet bu olay üzerine inmiştir.

O'na kulluk etmekten çekinip, O'na ibadete tenezzül etmeyen ve

büyüklenen kimselerin hepsini, yakında huzuruna toplayacaktır. Allahü teâlâ, kendisine ibadet etmeye yanaşmayanları da, ibadet edenleri de kıyamet gününde huzuruna toplayıp, dünyada yapmış oldukları şeylerin karşılığını kendilerine verecektir.

173

İman edip iyi işler yapanlara, mükâfatlarını tam olarak verecek, işlemiş oldukları hayırların sevabını, hiçbir eksiltme yapmaksızın kendilerine verecek,

onlara daha fazlasını kendi lütfü ndan ihsan edecektir. Buna ek olarak da, kendi lütfundan onlara bağışlarda bulunacaktır. Bu lütuf da; hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kulun hatırından geçmeyen nimetlerdir.

Kulluğumuzdan yüz çeviren ve büyüklenenlere de, acı bir şekilde azap edecektir. Yüce Allah'a kulluktan çekinip büyüklenenlere ise, anlatılamıyacak şekilde acı bir azap verilecektir.

Onlar kendilerine, Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulamazlar. Onlar kendilerine yardım edecek ve kendilerini ateşten kurtaracak kimse bulamıyacaklardır.

174

Ey insanlar! Buradaki hitap, bütün mükellefleredir.

Şüphesiz Rabbinizden size, kesin bir delil geldi ve size, Hazret-i Peygamber vasıtasıyle

apaçık bir nûr indirdik. Buradaki ”kesin deliller ”den kasıt, mucizeler, ”nur"dan maksat da Kurandır. Size, aklî deliller ve naklî deliller gelmiştir. Sizin inkâr etmeniz için, hiçbir sebep ve bahane kalmamıştır. Kuran, kableri aydınlattığı için, ona da nur adı verilmiştir. Işıkla gözler aydınlandığı gibi, Kur'an'la da hükümler aydınlığa kavuşur.

175

Kendilerine gelen deliller gereği,

Allah'a iman edip, kötü şeyleri emreden nefsin emirlerine, şeytanın vesvesesine uymaktan kaçıp,

O'na sımsıkı sarılanlar var ya,

işte onları, imanlarından dolayı,

kendi rahmetine ve lütfuna daldıracak ve onları kendine giden

doğru bir yola iletecektir. Bunlara öyle bir ihsanda bulunacak ki, o ihsanı, hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve de hiçbir insanın aklından bile geçememiştir. İşte bu insanları, Allahü teâlâ kendine iletecektir. Doğru yola iletecektir. Doğru yol da, dünyada İslâm ve itaattir, ahirette ise cennet yoludur.

Allahü teâlâ her peygambere, ümmetine göstermesi için bir delil ve belge vermiştir. Allahü teâlâ, Hazret-i Peygamberi'n kendisini de bir delil yapmıştır. Diğer peygamberlerin delilleri, kendi nefisleri dışmdaydı. Mûsa peygamberin delili, elindeki deynekteydi. Diğer bir delili ise, on iki yerinden su fışkıran taşta idi. Hazret-i Peygamber ise, her yönüyle bizzat kendisi delildi. Onun gözleri de delildi. O buyurmuştur ki: ” Secdeye ve rükû'a giderken benden önce davranmayın. Ben sizi, önümden gördüğüm gibi, arkamdan da görürüm." Onun gözünün bir başka delili de: ”Muhammed'in gözü ne kaydı, ne de sınırı aştı" ( Necm: 17) âyetidir. Burnunun delili de onun: ” Yemen taraflarından, rahmanın nefesini kokluyorum" ifadesidir. (110) Dilinin delil olmasına örnek de: ” O kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun konuştuğu, vahiyden başkası değildir" (Necm: 3-4) âyetidir.

Hazret-i Peygamber'in tükrüğü de bir delildir. Her ne kadar tükürük olarak geçiyorsa da, yanlış anlaşılmaması için ”üflemesi" diye tercüme edilebilir, kanaatimce, tükürüğü de bir delildir. Cabir (radıyallahü anh) şöyle anlatır: ”Hendek savaşı zamanında Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: ”Hamurunuzu ekmek yapmayın. Kazanınızı da ben gelinceye kadar indirmeyin." Daha sonra geldi ve hamura tükürdü. Böylece hamur berekete kavuştu. Kazana tiikürdü, kazan da bereketlendi. Allah'a yemin ederim ki, bin kişi bunu yedi ve arttı. Sonra da gittiler. Kazanımız hâlâ kaynıyordu. Hamurumuz da olduğu gibi ekmek oluyordu."

Bu konuda bir başka örnek de, Hayber gününde meydana gelmiştir. Hazret-i Ali'nin gözü ağrıyormuş. Hazret-i Peygamber, Ali'nin gözüne birazcık tükürünce, Allah'ın izniyle ağrısı kesilmiş.

Hazret-i Peygamber'in elinin delil oluşuna da: ”Attığın zaman sen atmadın. Allah’am"(Enfal: 17) âyetidir. Onun elinde, çakıl taşlarının tesbih edip Allah'ı zikretmesi, parmakları arasından suyun fışkırıp, insanların içmesi de delillerdendir.

Namaz kılma esnasında, ağlamaktan dolayı, kazan kaynamasına benzer bir şekilde, göğsünün fokurdaması duyulurdu. Onun, gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Bu delilleri çoğaltmak mümkündür. Ancak, onun en büyük delillerinden biri, Miraç olayıdır. Hatta bu esnada, Yiice Allah'a iki yay mesafesinden daha çok yaklaşmıştır. Bu da bir biitiin olarak Hazret-i Peygamberin kendisiyle ilgili bir delildir. Bunlar, Hazret-i Muhammed'den önceki peygamberlere verilmemiştir. O, kendisine valıyedildikten sonra, Arapların ve Acemlerin en fasih insanı olmuştur. Halbuki daha önceden, okuma yazmayı bilmiyordu ve kitaptan da anlamıyordu. Bundan daha güçlü, açık ve belirgin delil olur mu hiç?

176

Senden, babası ve çocuğu olmayan kimse hakkında

fetva isterler. Fetva; açık ve net olmayan bir durumu giderip, açıklık getirmek anlamına gelir.

De ki: 'Allah, babası ve çocuğu olmayan kimsenin mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklar: Burada ”babası ve çocuğu olmayan kimse" diye çevirdiğimiz ”Kelede", kelime anlamıyla, güç ve kuvvetin kaybolmasıdır. Fakat bu âyette, istiâre yapılmak suretiyle, baba ve çocuk cihetinden olmayan akraba için kullanılmıştır. Bir insan ölür de, arkada çocukları ve babası bulunmazsa buna da ”kelâle" adı verilir.

Rivayet edildiğine göre, Câbir b. Abdullah hastalanmış ve Hazret-i Peygamber onu ziyarete gitmiş. Cabır: Ben kelâleyim, yani babam ve çocuklarım yok. Malımı ne yapacağım, diye sormuş. İste bunun üzerine geçen âyet inmiş.

Eğer kız veya erkek

çocuğu olmayan bir kimse olür de, o ölenin öz

kız kardeşi bulunursa, bıraktığının yarısı bu kız kardeşindir. Kalan ise asabenindir. Bu kız kardeş sadece anne bir kız kardeş değildir. Çünkü onun hakkı altıda birdir.

Kız kardeş ölüp, cocuğu olmazsa, öz

erkek kardeş ona mirasçı olur. yani malının tamamını alır. Kızı bulunursa tamamını değil, kalanı alır.

Kız kardeşler ıkı tane veya daha çok

olursa, ölen erkek kardeşin bıraktığının uçıe ıkısı onlarındır. Eğer, erkek ve kadın karışık olarak

daha fazla kardeş bulunuyorsa, erkeğin hakkı, kadının payının ıkı katıdır. Bu, Allahu teâlânın kitabında indirdiği son hükümdür. Buna göre erkek, kadına göre daha fazla pay alacaktır.

Hazret-i Ebû Bekir es-Sıddık'ın şöyle dediği rivayet edilir: ”Nisa süresindeki, feraiz konusunda indirilen âyetin ilki, çocuk ve baba hakkındadır. İkincisi de, karı koca ve ana bir kardeşler hakkındadır. Sûrenin son âyeti ise, öz veya baba tarafından kız kardeş hakkındadır. Enfal sûresinin son âyeti de, ”ülü'l-erham, yani yakınlar, hakkındadır."

Sapıtmamanız için, Allah size açıklamada bulunuyor. Bu konularda sapıklığa düşmemeniz için, Allahu teâlâ size, kelalenin hükmünü ve diğer hükümleri açıklıyor.

Allah herşeyi bilmektedir.' Kuşkusuz yüce Allah, herşeyi çok iyi bilir. Sizin, yaşarken ve öldükten sonraki durumunuzu da çok iyi bilir. O, bunları çok iyi bildiği için, size hayırlı ve faydalı olan şeyler konusunda açıklamalarda bulunuyor.

Allah'ın yardımıyla Nisâ Sûresi'nin tefsiri sona erdi.

0 ﴿