EN'ÂM SÛRESİMekke devrinde nazil olmuştur. 165 âyettir. Enam Sûresi; bir gece Mekke'de yetmişbin melek eşliğinde bir defada inmiştir. Yeryüzünü, doğudan batıya, her taraftan kuşatan bu melekler, dünyayı tesbih, tahmid ve temcid nidalarıyla doldurdular; neredeyse yeryüzü sarsılmak üzereydi. Bu durumda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bu yüce Rabbim her türlü noksanlıktan münezzehtir! Yüce Rabbim her türlü noksanlıktan münezzehtir!" deyip secdeye kapandı. 1Hamd, gökleri içindeki güneş, ay ve yıldızlarla beraber ve yeri içindeki kara, deniz, ova, dağ bitki ve ağaçlarla birlikte yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden, yok iken meydana getiren Allah'a mahsustur. Âyetin ilk kelimesi olan ”el-hamd"ın başındaki ”el-" takısı, genellik ifade eden belirleme edatıdır; ”lillah" deki ”Lâm" ise aitlik edatıdır. Buna göre bu ifadenin açıklaması şu olur: Dünya ve âhirette, göklerde ve yerde bulunan herkesin ve her şeyin yaptığı her türlü hamd, Allah'a mahsustur ve Ona aittir. Çünkü, hamdetme yeteneğini onlara veren O'dur. Güçleri ve kabiliyetleri oranında, O'nun nimetlerine karşı hamdetmeyi, kendilerine nasip eden de O'dur. Şu halde, gerçek anlamıyla, O'nun dışında iyilik yapmayı seven ve hamdedilmeyi hak eden hiç kimse yoktur. Hamdin, ilâhî sıfatları kendinde toplayan ”Allah" ismine, özellikle ait kılınmasının sebebi, kendi zatında hamdedilmeyi hak ettiğine işaret etmek içindir. Yani kendisine hamdeden birileri olsun veya olmasın, sonuç değişmez; O, her zaman hamdedilmeye lâyıktır. Bağavî der ki: ”Burada Allah'ın kendi kendisine hamdetmesi, kullarına bu olayı öğretmek içindir. Yani, 'O'na hamdediniz' demektir." Yukarıda özellikle göklerden ve yerden söz edilmesinin sebebi, kulların görebildikleri en büyük yaratık oluşlarından dolayıdır. Bunlarda gerçekten büyiik ibret ve yararlar vardır. Yerler de gökler gibi görkemli olduğu halde - yerin değil de- sadece göklerin çoğul olarak anılması, değişik etki ve fonksiyonları olan farklı tabakalara sahip oluşundandır. Nitekim her iki semâ arasındaki uzaklığın beşyüz yıllık bir mesafe olduğu söylenmiştir. Öte yandan - aydınlık değil de- ”karanlıklar" deyimi de çoğul olarak kullanılmıştır. Nitekim bu konuda Haddâdî şu gerekçeyi ileri sürer: ”Nur yayılıp başka tarafa gider. Fakat karanlık öyle değil." Rivayet edildiğine göre bu âyet, ”Nurun yaratıcısı Allah, karanlıklarınki ise şeytandır" diyen mecûsîleri yalanlamak üzere inmiştir. Böyleyken, kâfirler hâlâ Rablerine (başkalarını) eşit sayıyorlar. "Böyleyken" deyimi, bunca evrensel delillerle çürütülen şirkin imkânsızlığım vurguluyor. ”Eşit saymak" da, aynı konumda görmek, aynı değeri vermek anlamına gelir. İki şeyi eşitlemek, onları denk tutmak demektir. Buna göre âyetin toplu anlamı şöyle olur: Kendisine özgü üstün özellikleri dolayısıyla yalnızca yüce Allah (celle celalühü), hamdedilmeye ve kulluk yapılmaya lâyıktır. Söz konusu özellikler, yalnızca O'nun hamdedilip ibadet edilmesini gerektirir. Hamd ve ibadet de nimetlere karşı şükretmenin başlıca amacıdır. Öte yandan O'nun dışındaki her şey O'nun sanatının eseridir. O'nun dışında hamdedilmeyi hak eden başka bir kimse yoktur. Nakledildiğine göre, Yemen fakihlerinden bir grup, ârif-i billah olan Şeyh Ebul Gays b. Cemil'e geldiler. Amaçları, kendisini imtihan etmekti. Kendisine yaklaştıklarında onlara şöyle seslendi: ”Ey kulumun kulları hoş geldiniz!..." Onlar, bu ifadeyi çok yadırgayıp büyüttüler. Durumu, iki tarikatın şeyhi ve iki grubun lideri olan İsmail b. Muhammed el-Hadremî'ye haber verip adı geçen Şeyh Ebul Gays'ın kendilerine söylediği şeyleri anlattılar. Bunun üzerine Şeyh İsmail güldü ve dedi ki: ”Şeyh Ebul Gays doğru söylemiştir. Çünkü siz, hevânızın kullarısınız; o ise, hevayı kendi kulıı haline getirmiştir." 2Sizi başlangıçta çamurdan yani su karıştırılmış bir topraktan yaratan, sonra herbirinizin ölümü için size bir ecel takdir eden O'dur. Evet, insanoğlunun ilk maddesi topraktır. Çünkü insanlığın babası olan Adem (aleyhisselâm) ilk kez topraktan yaratılmış ve sonra soyu kendisinden türemiştir. Allah, Hazret-i Âdem'i topraktan yarattı. Önce onu çamur yapıp sertleşmeye terketti, yani değişikliğe uğrayıp siyahlaşıncaya kadar bir kenara bıraktı. Sonra onu yaratıp şekil verdi ve ateşte pişirilmiş bir hâle gelinceye kadar bıraktı. Vurulduğunda ses çıkaracak kadar sertleştikten sonra ona kendi ruhundan üfürdü. Topraktan yaratmasının hikmeti ise, toprağın miitevâzi ve fedakâr bir konumda bulunduğundandır. Tevâzunun sonu ise yükselmektir ve kararlılıktır. Bu yüzden ”yüce Allah, kendi rızâsı için tevâzu göstereni yüceltir" denilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de hep: ”Allah'ım, beni mütevâzi olarak yaşat ve mütevâzi olarak ruhumu al" şeklinde duâ ederdi. Öte yandan her canlı için Allah tarafından belirlenen bir yaşama, sonra da ölme süresi vardır. Her birisi için, kendisine özgü bir zaman tanımıştır. Bu zaman dolduktan sonra mutlaka ölecek, ilâhi hüküm gerçekleşecektir. Yeniden dirilmeniz için tayin edilen bir ecel de O'nun kalındadır. Bu ecel O'nun ilminin sınırları içerisindedir. Bunun değişmesi ya da herhangi bir kimse tarafından engellenmesi söz konusu değildir. Hiç kimse bu vaktin ne zaman geleceğini bilemez. İnsanların eceli ise, genelde ölüm belirtilerinin meydana çıkması durumunda, ya da insanın yaşadığı süreyle orantılı olarak düşünüldüğünde yaklaşık olarak tahmin edilebilir. Kısacası, ecel her canlının sonu için tayin edilen bir vakittir. Bu vakit gelip çatmadan önce hiç kimsenin bilmesi, ya da müdahele etmesi söz konusu değildir. Nitekim yüce Allah'ın: ”Hiçbir ümmet kendisi için takdir edilen zamanı, ne öne alabilir ne de geciktirebilir." (Mü'minûn: 43) şeklindeki âyeti de bunu ifade eder. Sonra bir de şüphe ediyorsunuz. Sizi ve sizin aslınızı yaratıp süreniz doluncaya kadar sizi yaşatanın Allah olduğu ispatlandıktan sonra, yeniden dirilme konusunda şüpheye düşmeniz yersizdir. Bu tutumunuzun hiçbir haklı gerekçesi yoktur. İlk defa maddeleri yaratıp, onları bir araya getiren ve ilk kez onlara bir hayat verip herbirisini belli bir süre yaşatan yaratıcının ikinci defa bu maddeleri bir araya getirip diriltmesi daha da basittir. Buradaki ”şüphe" kelimesi, ”mirye" kökünden alınarak kullanılmıştır. Aslında ”mirye", şüphe ile artan tereddüt demektir. Hatta Araplar, sağmak amacıyla sütünü artırmak için memesini ovaladım anlamında: Deveyi miryeledim, derler... ”Ölüp, toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, tekrar dirileceğiz" (Mü'minûn: 82; Saffat: 16; Vakıa: 47) âyetlerinden de anlaşıldığı gibi tekrar dirilme olayına şüpheyle bakmaları dolayısıyla ”şüphecilikle" damgalanmaları iddialarının son derece temelsiz, tutarsız ve gülünç olduğunu vurgulamak içindir. 3O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. O'ndan başka ibadet edilmeye lâyık hiç kimse yoktur. Göklerde ve yerde ibadet edilmeye lâyık olanın O olması, göklerde ve yerde maddî olarak bir yer işgal etmesini gerektirmez. Çünkü Allah (celle celalühü), zaman ve mekândan münezzehtir. O sizin gizlinizi de açığınızı da ve ne kazandığınızı da bilir. Gizli ya da açık söylediğiniz her şeyi bildiği gibi, bir yarar sağlamak ya da bir zararın önüne geçmek amacıyla yaptığınız şeyleri de bilir. Gizlice kalblerinizden geçirdiğiniz ya da organlarınızla ortaya koyduğunuz gizli ve açık ne varsa O'nun malûmudur. Dolayısıyla yaptıklarınızdan dolayı sizi sorguya çekecektir. İyiliklerinize karşı sizi mükâfatlandıracak, kötülüklerine karşı da cezalandıracaktır. 4Onlara, Rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmez ki, ondan yüz çevirmiş olmasınlar. Buradaki ”âyetlerden" amaç ya inen Kur'an âyetleridir ki, o zaman ”gelme", ”inme" anlamındadır ve açıklaması şöyledir: Mekke müşrikleri kendilerine inen tüm Kur'an âyetlerinden yüz çevirirler ve onlara iltifat etmezler. Ya da bunlardan amaç, mûcizeleri ve olağanüstü sanatları kuşatan evrensel delillerdir. Bu durumda onların ”getirilmeleri", insanlara ”görülmeleri" anlamına gelir ve açıklaması şöyle olur: Allah'ın birliğine delil olan ve kendilerine görünen tüm mûcizeleri inkâr edip görmezden gelirler. Kendilerini o mûcize ve delillerin yaratıcısına iman ettirecek sağlıklı bir bakışla söz konusu mûcize ve delillere bakmazlar. 5Hak, kendilerine gelince onu yalanladılar. Kuranın tüm âyetlerinden yüz çevirdiler. Sergiledikleri davranışın son derece çirkin olması dolayısıyla burada Kur'an-ı Kerim, ”hak" sözcüğüyle ifade edilmiştir. Çiinkü hakkın yalanlanması hiç kimseden beklenmeyen bir olaydır. Alaya aldıkları şeyin haberleri yakında kendilerine gelecektir. Burada ”haberler" diye ifade ettiğimiz ”enba"' kelimesi, çok büyük ve önemli haber anlamına gelen ”nebe"' kelimesinin çoğuludur. Bu âyette yakında geleceğine işaret edilen önemli haberler ise, bu dünyada çarptırılacakları acıklı azaptır. Yani, âyetlerle alay etmenin, kendilerine neye mâl olduğunu pek yakında anlayacaklardır. Nitekim yüce Allah, Bedir gününde hepsini kılıçtan geçirtmiş ve öldürmüştür. 6Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi? Yani Mekke Halkı, kendilerinden önce yaratılan veya kendi dönemlerinden önce yaşayan pek çok insanları yok ettiğimizi duymadılar mı? Yukarıda, yalanlama, alay etme ve yüz çevirme gibi suçlarının çirkinliğine dikkat çekildikten sonra, ardından öğüt ve ibret alacakları bir misâle yer verilmiş; başka bir deyişle, ibret almaları amacıyla geçmiş nesillerin durumlarına dikkat çekilmiştir. Geçmiş olayların doğruluğunu pekiştirmek için de azarlayıcı soru yöntemine başvurulmuştur. Bu olaylardan kesinlikle haberdar olmaları gerektiğini vurgulamak için de ”görmediler mi?" biçiminde bir soru yöneltilmiştir. Yani, eskilerin izlerini görmediler mi? Onlarla ilgili haberleri duymadılar mı?.. Âyette ”nice nesiller" ifadesinin yerinde nice karn'lar yani asırlar tabiri kullanılmıştır. Bunun sebebi sözkonusu nesillerin adı geçen asırların belli bir döneminde yaşadıkları içindir. Yani asırdan maksat, o asrın belli bir kesitinde yaşayan nesillerdir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Asırların en hayırlısı benim asrımdır" sözündeki asır da bu anlamda kullanılmıştır. Başka bir görüşe göre de karn ya da asır seksen veya yüz yıllık bir zaman diliminden ibarettir. Bu durumda isim tamlamasındaki muzâf zikredilmemiş olur. O zaman ”asırlardan nicelerini..." demek, ”asrın insanlarından nicelerini..." demek olur. Şimdi de önceki nesillerin nasıl helak edildiklerinin ayrıntılı olarak açıklamasına geçilerek şöyle deniyor: Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Çok güçlü bir şekilde onları dünyaya yerleştirmiş, size vermediğimiz imkânları ve serveti onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Ağaç} konak ve saraylarının altından ırmaklar akıtmıştık. Âyette geçen ”midrâr" ifadesi, suyun çok akması, yağmurun bol olması demektir. Nitekim, midrâr olan bir yağmur veya bulut demek; ihtiyaç ânında, ihtiyaca göre bolca su veren} demektir. Yani Ey Mekke Halkı! Biz, iri yapıldıkta, uzun ömürlülükte ve geniş mâli imkâna sahip olunma konusunda size vermediğimiz çok şeyleri onlara vermiştik} ancak yine de nankörlük ve isyanda bulundular... Evet, onlara bol imkânlar vermiştik fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik. Her birisini kendi günahıyla cezalandırdık. Sahip oldukları onca servet ve imkân, onlara herhangi bir yarar sağlayamadı. Dolayısıyla aynı azap sizin de başınıza gelebilir. Ve kendilerinden sonra başka bir nesil varettik. Helâk ettiğimiz her neslin arkasından, yerine başka bir nesil koyduk. Kuşkusuz bu da yüce Allah'ın gücünün sınırsızlığını gösterir. Çünkü O'nun otoritesi son derece geniş kapsamlıdır. Helâk edilen nesillerin ortadan kalkması O'nun mülkünden herhangi bir şey eksiltmez. Nitekim helâk ettiği her neslin yerine yenisini koyar ve ülkeleri yeniden onunla imâr ettirir, prensip olarak yüce Allah, zâlim ve inkâra milletlere belli bir süre tanır, daha sonra ortadan kaldırır ve yerlerine herşeyi ölçülü ve dengeli yapan âdil insanlar koyar. 7Rivayet edildiğine göre, bir kısım müşriklerin Hazret-i Peygambere: Bize Allah tarafından bir kitap getirmediğin sürece sana inanmayacağız. Ayrıca o kitap eşliğinde de dört melek gelecek söz konusu kitabın Allah tarafından gönderildiğine ve senin Allah'ın Rasûlü olduğuna tanıklık edecek; ancak o zaman iman ederiz" demeleri üzerine yüce Allah (celle celalühü) şu âyeti indirdi: Ey Rasûlüm Muhammed! Sana kâğıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak da hiçbir kuşkulan kalamayacak şekilde gözleriyle gördükten sonra ona elleriyle dokıınsalardı, yine de o kâfirler ortada görünen hakka karşı inatla: 'Muhakkak ki bu, apaçık bir sihirdir' derlerdi. Burada özellikle elleriyle dokunmalarından söz edilmesi, dokunma olayında bir taklit, aldatma bahane ve hile olamayacağını vurgulamak içindir. Meselâ, bu durumda: ”Gözlerimiz kapandı" gibi bir mazeret ileri sünneleri mümkün değildir. Kısacası, gözün aklanabildiği yerde ”dokunmanın" aldanmıyacağı vurgulanmıştır. Öte yandan dokunma denince ”el" akla geldiği, yani genelde ”el ile" dokunulduğu halde, özellikle ”elleriyle dokıınsalardı" denmesinin sebebi ise, başka ihtimalleri ortadan kaldırmak, yorumların önünü kesmek ve tiim bahaneleri geçersiz kılmak içindir. 8'Ona bir melek indirilseydi ya' dediler. İndirilsin de görelim, inip onun peygamber olduğunu bize söylesin bakalım. Eğer bir melek indirmiş olsaydık iş bitmiş olurdu. Onların istekleri doğrultusunda asıl görünümünde bir melek indirseydik, her şey biterdi; olan olur, toptan helak olurlardı. Aynca, ürkütücü bir görünüme sahip olduğu için, insanların onu görüp bakmaya güçleri yetmezdi, dolayısıyla hepsi yok olurdu. Sonra onlara artık hiç mühlet verilmezdi. Hatta göz açıp kapayana kadar bile, kendilerine ondan sonra süre tanınması sözkonusu olmazdı. 9Eğer peygamberi melekten yapsaydık, onu insan sûretinde kılardık. İnsanların, melekleri aslî şekilleriyle görebilmeleri mümkün olmadığı için, böyle bir durumda yine melekten gönderdiğimiz o peygamberi insan sûretinde gönderirdik. Çünkü insanoğlunun, melekleri aslî şekilde görmeleri mümkün değildir. Peygamberleri insandan gönderdiğimiz durumda Onları yine de düştükleri şüpheye düşürürdük. Ona da sen melek değil, insansın derlerdi. 10Senden önceki peygamberler ile de alay edilmişti. Bu, Hazret-i Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminden gördüğü hakaretlere karşılık bir ilâhî tesellidir. Yani, Ey Rasûlüm Muhammed! Allah'a yemin olsun ki, senden önceki pek çok peygamberle de alay edilmişti. Onlarla alay edenleri, alay konusu ettikleri şey çepeçevre kuşatıverdi. Peygamberlerle alay ettiklerinden dolayı yüce Allah onları helâk etti. 11De ki: 'Yeryüzünde dolaşın. Eski milletlerin başına gelen felâketleri görmek ve tanımak için gezin. Sonra da yalanlayanların âkı beti nasıl olurmuş bir görün.' Yerle bir edilişlerini bir düşünün. ”Akıbet," işinı varış noktası ve sonucu demektir. Kuşkusuz alay etme meselesi, şımarık insanların, tarih boyunca her zaman ve her yerde din davetçilerine karşı başvurdukları bir silahtır; sergiledikleri bir tutumdur. Rivayet edildiğine göre bir gün Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mescid-i Haram'da Bilâl, Suhayb ve Ammar gibi bir kısım fakir Müslümanlarla beraber oturuyordu. O sırada bir grup Kureyş'in ileri gelenleri ile birlikte Ebû Cehil oradan geçti ve fakir Müslümanları göstererek: ”Muhammed, bunların cennetin efendileri olacaklarını iddia ediyor öyle mi?" dedi ve onlarla alay etti. O da yaptığı alayın cezasını Bedir gününde gördü. Allah, ona yapacağını yaptı. Kuşkusuz bu, basiret sahipleri için büyük bir ibret noktasıdır. 12De ki: 'Göklerde ve yerde olanlar kimindir?' De ki: 'Allah'ındır.' Bu, Mekke halkını tüm yaratıkların Allah'a ait olduğuna inanmaya zorlayan bir ifadedir. Herşeyin idare, mülkiyet ve tasarruf bakımından Allah'a ait olduğuna Mekke halkını iman etme durumunda bırakır. Bu durumun böyle olduğu, hiç kimse tarafından inkâr edilemiyecek kadar ortada iken ey Mekke halkı! Sizin de bunu kabul etmekten başka bir seçeneğiniz var mıdır? Başka bir deyimle, bu apaçık durumu inkâr etmeniz mümkün müdür? Bu, hemen cevaplandırılması gereken bir somdur. O, merhamet etmeyi üzerine almıştır. Bu, yüce Allah'ın kullarına son derece merhametli olduğunu ve onları cezalandırmada acele etmediğini vurgulayan bağımsız bir cümledir. Merhameti üzerine almasının anlamı ise, bir lütuf ve ihsan olarak, kullarına merhamet etmeyi kendisine gerekli kılmıştır, demektir. Lütuf ve ihsan dışında yüce Allah'ın gerçek anlamıyla herhangi bir şeyi yapma zonanda olması gibi bir durum düşünülemez. Muhakkak ki O, sizi kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır. Allah'a yemin olsun ki, O sizi, kıyamet gününde bir araya toplamak üzere kabirlerde toplayacaktır. Zamanı geldiğinde şirkiniz ve diğer günahlarınız için sizi cezalandıracaktır. Sermayeleri olan sağlıklı akıllarını yitirip hüsrana düşenler, inanmazlar. Duygu, vehim ve isteklerine uydukları ve taklide daldıkları için küfürde ısrarlı olurlar, imâna yanaşmazlar, rahmetin özel dairesinden çıkarlar. Kâdî der ki: ”Yukarıda geçen rahmetten amaç, dünya ve âhireti kuşatan rahmettir. Yüce Allah'ı tanımak, delil ve hüküm koymanın ve kitap indirmenin sadece O'nun tarafından gerçekleştirildiğini bilmek de bu anlamda ilâhî rahmetin kapsamına girer." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: ”Yüce Allah rahmet'i yüz parça olarak yaratmış; doksandokuzuna kendi katında bırakıp bir tanesini yeryüzüne indirmiştir, iste yaratıkların, karşılıklı merhametleşmelerinin kaynağı, ilâhı rahmetin bu parçasıdır. Bu yüzden hayvan bile yavrusuna isabet eder korkusuyla ayağını kaldırır." Bu bile, Müslümanlar için ne kadar büyük bir müjde ve ümidin sözkonusu olduğunu gösterir. Çünkü, bir tanecik rahmet parçasından görünen ve görünmeyen bunca nimet meydana geldiğine göre, âhiretteki yüz parçanın tamamından meydana gelecek durumu artık düşünün!... Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) diyor ki: ”Bir gün Hazret-i Peygamber'e bir grup esir getirildi. Aralarından bir kadın göğüslerini tutmuş koşuyordu. Bir ara ganimetler arasında bir çocuğa rastladı. Alıp bağrına bastı, göğsüne yapıştınp emzirmeye başladı. Bu sırada Hazret-i Peygamber bize dönüp dedi ki: 'Bu kadının kendi eliyle çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?' Biz: 'Hayır, biz atmayacağı inancındayız' dedik. Bu defa Hazret-i Peygamber buyurdu ki: 'İşte yüce Allah'ın kendi kullarına olan merhameti bu kadının çocuğuna olan merhametinden daha fazladır.'" Allah'ım! Alnımızın terlediği, inlemelerimizin çoğaldığı, dostlarımızın üzerimize ağladığı ve doktorun bizden ümit kestiği anda sen bize merhamet et! Allah'ım! Toprağın bizi örttüğü, dostların bizimle vedalaştığı, nimetlerin bizi terkettiği ve ruhumuzun bizden kesildiği saatte sen bize acı!... Allah'ım! İsmimizin unutulduğu, vücudumuzun çürüdüğü, kabrimizin silindiği ve defterimizin dürüldüğü zamanda sen bize rahmet eyle! Allah'ım! Sırların ortaya döküldüğü, gönüldekilerin açığa çıktığı, hesap dökümlerinin yapıldığı ve her şeyin ölçülüp biçildiği günde, rahmetini bizden esirgeme! Ey Diri, her şeyi idare eden Rahman ve Rahîm olan Allah'ım! Senin rahmetine sığınıyor ve yardımını diliyoruz!... 13Gece ve gündüzde barınan her şey O'na aittir. Gece ve gündüzde yer alan ve onlar tarafından kuşatılan her şey Allah'a aittir. Bu yüzden, dilediği takdirde Peygamberine bolca mal-mülk verip onu yaratıkların en zengini haline getirebilir. O, herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. O'nun işitmediği, ya da bilmediği hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla hiçbir söz, ya da fiilin O'ndan gizli kalması mümkün değildir. 14Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke kâfirlerine de ki: 'Gökleri ve yeri yaratan, rızıklandıran, fakat rızka ihtiyacı olmayan Allah'tan başkasını mı dost edineyim?' Bu âyet, Mekke müşriklerinin, Hazret-i Peygamber'i şirke ve kendi atalarının dinine davet ettikleri bir sırada inmiştir. Evet, ey Muhammed! Mekke müşriklerine de ki: ”Tek başına, ya da Allah'a ortak koşmak sûretiyle başkasını mı ilâh edineyim? Hayır, Allah'tan başkasını dost edinmeyeceğim. Çünkü daha önce hiç örneği olmadan yeri ve gökleri Allah meydana getirmiş, O yaratmıştır. Üstelik O, yarattıklarını nzıklandırır; ancak O'nun rızka ihtiyacı yoktur..." Görüldüğü gibi, burada yasaklanan ”dost edinmek" değil, ”Allah'tan başkasını dost edinmek" olayıdır. Ve de ki: 'Şüphesiz ben, müslüman olanların ilki olmakla emrolundum.' Evet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sadece Allah'a yönelmekle emrolunmuş ve kendi ümmetine örnek olması istenmiştir. Ey Rasûlüm Muhammed de ki: 'Bana, Asla ortak koşanlardan olma' emri verildi...' Buna göre, hiçbir dünyevî işte O'na ortak koşmam doğru değildir. Ben, İslâm'ı yaşamakla emrolundum ve bana şirk yasaklandı. 15De ki: 'Rabbime karşı gelirsem, her ne şekilde olursa olsun O'nunı emirlerini çiğner ve yasaklarım işlersem büyük bir günün, yani kıyamet gününün azabından korkarım. Bu ifadeler müşriklerin ümitlerini kırmaya ve azabı gerektirecek şekilde Allah'a karşı geldiklerini belirtmeye; tariz etmeye yöneliktir. 16O gün kimden azap giderilirse, kıyâmet gününde kim azaptan korunursa, şüphesiz ki Allah, ona merhamet etmiştir; onu kurtarmış ve nimetlendirmiştir. İşte apaçık nimet ve kurtuluş budur. 17Allah, sana bir zarar isabet ettirecek, hastalık, fakirlik ve benzeri bir şeye mâruz bırakacak olsa, o zararı O'ndan başka hiçbir kimse gideremez ve kaldıramaz; senden uzaklaştıramaz. Sadece O kaldırabilir. Sana bir hayır isabet ettirecek olursa, sana sağlık, nimet ve benzeri bir şey verecek olursa, O, herşeye kâdirdir, dolayısıyla onun hayrı koruyup devam ettirmeye gücü yeter ve O'ndan başkası o hayrı ortadan kaldıramaz. 18O, kullarının üstünde kahredici güce sahiptir. Hiçbir şeyin O'nu âciz bırakması sözkonusu değildir. Ve O, yaptığı ve emrettiği her hususta hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden haberdardır. Kullarının tiim durumlarını ve her türlü gizli işlerini bilir. Şu halde kulun başlıca görevi, Efendi'sini tanıması ve O'nun ubûdiyetiyle meşgul olmasıdır. İşte O mâbud, her şeyi yaratıp icad eden ve kahredici bir güce sahip olan yüce Allah'tır... Şeyh Abdulvâhid b. Zeyd'ten hikâye edildiğine göre, kendisi şöyle bir olay anlatmış: Ben bir vapurda yolculuk yapıyordum. Rüzgâr bizi bir adaya sürükledi. Orada putlara tapan bir adam gördük. Ona: ”Hey, adam! Sen kime ibâdet ediyorsun?" diye sorduk, putu işaret etti. Sonra ona dedik ki: ”Senin taptığın bu şey insan eliyle yapılmıştır. Bizde bunun gibilerini yapan pek çoktur. Bu tapılacak bir ilâh değildir!..." Bunun üzerin o da bize: ”Peki, siz kime ibâdet ediyorsunuz?" diye sordu. Cevap olarak dedik ki: ”Biz semâda arşı olan, yeryüzünde gücü bulunan diriler ve canlılarla ilgili hükümler veren yüce varlığa ibâdet ederiz. O'nun isimleri kutsaldır, şâm yücedir." Daha sonra: ”Peki ama, bunu size kim öğretti?" dedi. Biz dedik ki: ”O, bize bir peygamber gönderdi. İşte o peygamber, bize tüm bunları öğretti." Sonra: ”Peygamber aranızda ne yaptı?" diye bir soru yöneltti. Biz de şu cevabı verdik: ”Hazret-i Peygamber, risaleti tebliğ görevini yaptıktan sonra herşeyin hakiki sahibi olan yüce Allah, onun ruhunu teslim alıp kendi katına yükseltti." Dalıa sonra şöyle bir soru sordu: ”Peki, o gittikten sonra, aranızda belirti ve alâmet bıraktı mı?" Biz dedik ki: ”Bize, kendi Melikine ait bir kitap bıraktı." Bunun üzerine: ”Peki öyleyse; O Melik'in kitabını bana gösterin, bakalım" dedi ve şöyle ilâve etti: ”Kuşkusuz; Meliklerin kitaplarının çok alımlı, gösterişli ve güzel olması gerekir." Onun bu isteğine karşılık kendisine Mushaf’ı getirdik. Dedi ki: ”Ben bu kitabı daha önce görmedim, tanımıyorum." Biz alıp bir sûre okumaya başladık. Sûre tamamlanıncaya kadar hiç ses çıkarmadan çok dikkatli bir şekilde dinledi ve şöyle dedi: ”Bu sözlerin sahibine kesinlikle isyan edilmemesi gerekir." Dalıa sonra İslâm'a girip çok güzel bir şekilde müslümanlığı devam ettirdi ve bir süre sonra güzel bir şekilde öldü. Uzun sözün kısası, sürekli olarak yüce olan Allah'a hamd olsun. 19De ki: 'Şahitlik yönünden hangi şey daha yücedir?' Rivâyet edildiğine göre Kureyş Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Ey Muhammed! Seni yahudi ve Hıristiyanlardan sorduk, kendi kitaplarında sana yer verilmediğini; senin özelliklerinden söz edilmediğini iddia ettiler. Öyleyse, Allah'ın rasûlü olduğuna kimin şahitlik yaptığını bize göster; çünkü onlar senin peygamberliğini inkâr ediyorlar" dediler... İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiştir. Burada yüce Allah (celle celalühü), sevgili peygamberine şahitlik yönünden hangi şeyin daha yüce olduğunu onlara sormasını emrediyor; hemen ardından da kendisi cevap veriyor: De ki: 'Allah'tır. Yani, şahitlik yönünden Allah, her şeyden daha yücedir. Öyleyse O'nun şahitliği insanların şahitliğinden daha üstündür. Çünkü onların şahitliği ve bilgisi her şeyi kuşatmaz; başka bir deyişle onlar her şeyin mahiyetini tam anlamıyla bilemezler, yüce Allah'ın ilmi ise her şeyi kuşatmıştır. O, benimle sizin aranızda şahittir. Benim doğruluğuma O şahitlik yapmaktadır. Peygamberliğimin doğruluğuna tanıklık yapan bu Kur'an, sizi ve kıyamete kadar haberi kendilerine ulaşanları, tüm cinleri ve insanları uyarmam, içindeki tehditlerle korkutmam için bana vahyolunmuştur. O'nun tarafından bana gönderilmiştir. Allah ile beraber başka ilâhlar bulunduğuna siz mi şahitlik ediyorsunuz?' Bu, Allah'a ortak koştuklarını kendilerine itiraf ettirmeğe, yadırgamaya ve azarlamaya yönelik bir sorudur... De ki: 'Ben şahitlik etmiyorum', Siz şahitlik etsenizde ben yalan-yanlış bir şeyi onaylamıyorum. De ki: 'O ancak bir olan ilâhtır. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.' Ortak koştuğunuz putlarla hiçbir ilgim yoktur. Burada Hazret-i Peygambere yönelik emrin iki kez ”De ki; De ki" şeklinde peşpeşe gelmesinin sebebi olayın önemine dikkat çekmek ve pekiştirmek içindir. 20Kendilerine kitap verdiklerimiz, kendilerine Tevrat ve İncil verdiğimiz yahudi ve Hıristiyanlar, {peygamberi, çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar.} Yahudi ve Hıristiyanlar, Hazret-i Muhammed'in özelliklerini ve mesajının mahiyetini kendi kitaplarında okudukları için, onu çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar, davasının hak olduğunu gayet iyi bilirler. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde Hazret-i Ömer, Abdullah b. Selâm'a şöyle sordu: ”Yüce Allah, Hazret-i Peygambere bu âyeti indirdi, bu ne biçim bir tanımadır, açıklar mısın?" Bunun üzerine Abdullah b. Selâm'ın cevabı şu oldu: ”Onu aranızda ilk kez gördüğümde, oğlumu tanıdığını gibi tanıdım. Hatta ben, Hazret-i Muhammed'i oğlumdan daha fazla tanıdığımı söyleyebilirim, çünkü ben kadınların ne halt işlediklerini bilemem. Muhammed'in ise Allah tarafından gönderildiğine daha fazla inanıyorum." Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): ”Allah seni muvaffak etsin, ey İbn Selâm" dedi. Onlar nefislerini hüsrana uğratanlardır. Allah'ın, insanları, onun üzerine yarattığı ilâhî fıtratı yitirerek ve inanmayı gerektiren delilleri bütünüyle görmezlikten gelip hüsrana uğrayanlardır. Onlar iman etmezler. Kalbleri mühürlü olduğundan inanmaları sözkonusu değildir. 21Allah'a karşı yalan uyduran, O'nun peygamberini yanlış bir şekilde tanıtan, meleklerin O'nun kızları olduklarını ileri süren veya O'nun âyetlerini, gönderdiği Kur'an'ı ve gösterdiği mûcizeleri yalanlayandan sihir olduğunu iddia edenlerden daha zâlim kim olabilir? Bu ve benzeri tavırları sergileyenlerden daha zâlim kimse olamaz!... Şüphesiz ki zâlimler, kurtuluşa eremezler. Umduklarını bulamadıkları gibi, yakayı kurtarmaları da mümkün değildir. Bu tip zâlimlerin durumu bundan ibaret olunca, zulümde daha da ileri gidenlerin ve zulmün doruğunda olanların durumlarını da sen düşün!... 22Kıyamet gününde hepsini toplarız. Kıyamet gününde tiim insanları bir araya getiririz. Ve Sonra azarlamak, kınamak ve milletin huzurunda rezil etmek için o ortak koşanlara: 'Ortak olduklarını sandığınız ve Allah'a ortak koştuğunuz ortaklarınız, sizi savunacaklarını ileri sürdüğünüz sahte ilâhlarınız nerede?' deriz. Burada ”ortak olduklarım sandığınız" cümlesindeki ”sandığınız" kelimesinin genellikle yalan ve yanlış iddialar anlamına gelen ”zu'm" kökünden gelmektedir. 23Sonra (içinde bulundukları zor durumdan dolayı): 'Rabbimiz olan Allah'a yemin olsun ki, biz O'na ortak koşanlardan değildik' demekten başka çareleri kalmaz. Ömür boyu sürdürdükleri küfürlerinden uzaklaşmaya çalışmaktan ve hiçbir ilgileri olmadığını belirtmekten başka çareleri kalmaz. Ne yapacaklarım şaşırdıkları ve son derece çaresizlik içinde kaldıkları için: ”Allah'a yemin ederiz ki, biz O'na ortak koşanlardan değildik" diyeceklerdir. 24Ey Rasûlüm Muhammed! Bak! Kendi kendilerini nasıl yalanladılar. Dünyada yaptıkları şirk suçunu nasıl da inkâr ettiler. Onların bu yalanlan gerçekten çok ilginçtir. Ve uydurdukları (putlar) kendilerinden nasıl kaybolup gitti. İftiraları nasıl da uçup gitti. Nitekim onlar, taptıkları putların, kendilerini Allah katında savunacaklarına inanıyorlardı. İşte, onların bu iddialarının temelsiz, dayanaksız, yalan ve yanlış olduğu nasıl da ortaya çıktı. Rivayet edildiğine göre, yüce Allah'ın kıyamet gününde, tevhid ehlini affettiğini ve hatalarını bağışladığını gören müşrikler kendi aralarında şu karara varırlar ve derler ki: ”Gelin, Allah'a ortak koştuğumuzu inkâr edelim, bakarsınız biz de, tevhid ehliyle beraber kurtuluruz." Daha sonra da şöyle söylerler: ”Rabbimiz olan Allah'a yemin olsun ki, biz O'na ortak koşanlardan değildik." Bunun üzerine ağızları mühürlenir ve bütün organları, onların küfre düştüklerine ilişkin tanıklık yaparlar. Böylece kurtuluşa ermeleri mümkün olmaz. 25Ey Rasûlüm Muhammed! Sen Kur'an-ı Kerîm'i okuduğunda Onlardan seni dinleyen de vardır. Rivayet edildiğine göre Ebû Süfyan, Velîd, Nadr, Utbe, Şeybe, Ebû Cehil ve benzerleri toplanıp Hazret-i Peygamber in Kur'an-ı Kerîm okuyuşunu dinlerler, sonra eski dönemlere ait bilgileri bilen Nadr'e derler ki: ”Ey Ebû Katile! Muhammed ne diyor?" O da şu cevabı verir: ”Kabe'yi kendisine ev edinene yemin olsun ki, ne dediğini bilmiyorum. Bildiğim tek şey, dilini hareket ettirip -size eski dönemlere ait anlattığım türden- bir sürü eskilerin masallarını okuyor. Sonra Ebû Süfyan der ki: ”Bana göre anlattığı şeylerin bir kısmı haktır..." Ebû Cehil de der ki: ”Hayır, kesinlikle!..." İşte bunun üzerine bu âyet inmiştir. Biz onların kalbîerine insanların alışageldiklerinin dışında dinledikleri Kur'an'ı anlamalarına engel olan birtakım perdeler gerdik ve kulaklarına hakkı işitmelerini engelleyen bir ağırlık verdik. Âyette geçen ve ”perdeler" anlamına gelen ”ekinne" sözcüğü, herhangi bir şeyi örtmek için kullanılan nesne anlamındaki ”kinân" kelimesinin çoğuludur; ”ağırlık" da, sağırlık demektir. Kuşkusuz ki, cehaletin ve anlayışsızlığın zirvesinde olduklarını ifade etmek için kullanılan bir temsildir. Buna göre kalbleri ve kulakları Kur'anî haki katları anlamaya kapalıdır. Bu da gösteriyor ki, yüce Allah dilediği gibi kalblerde tasarruf eder onları değiştirir, yönlendirir. Bir kısmına hidayeti nasip ederken diğer bir kısmını da ilâhî Kelâmı anlamayacak ve iman etmeyecek şekilde perdeler. Çünkü: Onlar bütün Kur'an'î delilleri işitsel er ve görseler bile onlara iman etmezler, kesinlikle inanmazlar. Aksine tümünü teker teker inkâr ederler. Aşırı inat ve körii körüne taklitten dolayı bu delillere ya sihirdir derler ya da yalan isnat ederler veya geçmişe ait birtakım efsane ve hikâyeden ibaret olduğunu iddia ederler. Hatta Kur'an'ı anlamakta o kadar âciz kalırlar ki, sana geldiklerinde kalkıp seninle mücadele ederler, aşırı cahilliklerinden ötürü seninle tartışmaya başlarlar. Ve inkâr edenler işittikleri Kur'an'ı sadece inkâr etmekle yetinmeyip: 'Bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir- derler. Böylece Kur'an âyetlerinin, eski kavimlerin yalanlarından, yalan - yanlış görüş ve düşüncelerinden, ibaret olduğunu ileri sürerler. Âyette geçen ve ”masallar" diye ifade edilen ”esâtîr" kelimesi ”üstûre" kelimesinin çoğuludur. Nitekim gülünçlükler ve komiklikler anlamındaki ”edâhîk" ve ”eâcîb" kelimeleri de ”iidhûke" ve ”ii'cûbe" kelimelerinin çoğuludur. 26Onlar, yani kâfirler {insanları Kur'an'a iman etmekten alıkoyariar.} İnsanların Kur'an'a yönelmelerine ve inanmalarına engel olurlar. Ve kendileri de ondan uzaklaşırlar. Kur'an'dan son derece uzak olduklarını vurgulamak için hem başkasını uzaklaştırırlar, hem de kendilerini denmiştir. Böylece bu uzaklaşma ve uzaklaştırma sonucunda ancak kendilerini helâk ederler. Çünkü zarar sadece kendi lerinedir. Fakat bunun farkında değildirler. Sadece kendilerinin zarar göreceklerini, davranışlarının bunu gerektirdiğini bilmeyecek kadar câhildirler. 27Ateşin üzerinde durduruldukları zaman: 'Ne olurdu tekrar dünyaya döndürülseydik, Rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık da mü'minlerden olsaydık' dediklerini bir görsen. Bunu, duyan ve gören herkese yönelik bir hitaptır. Ateşin üzerinde ”durdurulmak" ise mecburen bekletilmek ve alıkonmak anlamındadır. Ayetin sonunda, ”dediklerini bir görsen" denildikten sonra ”ne olacağı" belirtilmemiş ve zihinlere havale edilmiştir. Yani, kâfirlerin ateş üzerinde durdurulduklarım bir görsen, kelimelerle ifade edilemiyecek bir durumda olduklarını anlarsın... Evet o zaınan pişman olacaklar, ”keşke dünyaya döndürülseydik de yüce Allah'ın gönderdiği Kuran âyetlerine imarı edip onların gereğini yaparak bu korkunç durumu görmeseydik" diyeceklerdir. 28Hayır, daha önce gizledikleri onlara göründü. Yani, durum onların dedikleri gibi değil; dünyaya döndüriilseler bile, imân etmezler... Başka bir deyimle, kıyamet günündeki bu temennileri iman etmeye istekli ve arzulu oluşlarından kaynaklanmıyor. Aksine dünyada iken gizledikleri; yani inkâr ettikleri ”ateş" gerçeğiyle karşılaştıkları için bu temennide bulunurlar. Faraza, diyelim ki, tekrar dünyaya döndürülseler yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Gözleri ile gördüklerini unutup tekrar Allah'a ortak koşarlar. Çünkü onlar gayb konusuna giren gerçekleri görmezden gelip sadece görünür şeylere iltifat ederler. Nitekim İblis de pek çok ilâhî delili gördüğü halde, inat edip küfre girdi. Bu yüzden, Allah'ın hükmünü geri çevirecek, ya da değiştirecek hiçbir güç yoktur. O, ezelde neyi takdir etmişse, o olacaktır. Doğrusu onlar yalancıdırlar. Söyledikleri her sözde, ortaya attıkları her iddiada yalandan başka bir dayanakları yoktur; işleri güçleri sadece yalan uydurmaktır. 29Onlar: 'Hayat ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar dirilecek değiliz' dediler. Kâfirler gördükleri gerçekleri hiç görmemişçesine, bu dünya hayatından ayrıldıkları takdirde bir dalıa dirilmeyeccklerini ileri sürdüler... 30Tıpkı suçlu kölenin, efendisinin huzuruna getirilip azarlanması gibi kâfirlerin de sorgulanmak üzere Rablerinin huzurunda durduruldukları ve bekletildikleri zaman onları bir görsen! çok büyük bir durumla karşılaşırsın. Nitekim Rableri (onlara) şöyle der: Melekler aracılığı ile onları şöyle azarlar: 'Bu, bir gerçek değil midir?' Bu dirilme ve sorgulama gerçeği doğru değil midir? Onlar da: 'Rabbimize yemin olsun ki, gerçektir' haktır ve doğrudur derler. Bunun üzerine Rableri de onlara: 'Öyleyse inkârınız sebebiyle tadın azabı' der. Evet yiice Allah o zaman kâfirlere diyecek ki: ”Dünyada iken inkâr etmeniz sebebiyle azabı tadın bakalım!..." 31Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır. Ölümden sonra dirileceklerine inanmayanlar aklanmışlardır. Kıyamet günü kendilerine ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: 'Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!' Kıyamet günii geldiğinde onların hüsranları değil, yalanları son bulur. Hüsranları ise ebedî ve süreklidir. Kıyametin ansızın gelmesi, hiç beklenmedik bir anda gelip çatması, insan tarafından farkedilmeyecek derecede süratle ortaya çıkması demektir. Gerçekten insanlar, sadece Allah'ın bildiği bir vakitte ansızın kıyamete yakalanacaklardır. Bu yüzden âyet-i kerimede kıyamet'in gelmesi ”saatin gelmesi" şeklinde ifade edilmiştir. Saat demek, büyük ve önemli işlerin meydana geldiği belirli vakit demektir. Öte yandan kıyamete ”saat" denmesinin bir sebebi de, belli bir noktaya süratle ilerlenilmesindendir. Her iki saatin arasında ki mesafe de alıp verilen nefeslerdir. Yani kıyamet saati ansızın çıkıncaya kadar yalanlamaya devam ettiler. Daha sonra, dünyada iken kıyamet: günüyle ilgili yaptıkları hatalardan, ona önem vermeyişlerinden dolayı ona imân etmeyerek salih amel işlemeyişlerinden şiddetli pişmanlık duyup hayıflanarak ”yazıklar olsun bize" diyeceklerdir. Çünkü yapabildikleri halde kusur işlemişlerdir. Ayrıca günahları sırtlarına yüklenmiş olarak geleceklerdir. Ayette geçen ve ”günahlar" anlamına gelen ”evzâr" kelimesi ”vizr" kelimesinin çoğuludur. Vizr ise aslında ”ağır yük" elemektir. Günah ve hatalar da sahibine ağır bir yük olduğundan, benzetme yöntemiyle bu kelimeyle ifade edilmişlerdir. Yani dünyada işledikleri günahların ağırlıkları altında ezilerek sâlih amel işlemediklerine son derece pişman olacaklardır. Bakın, yüklendikleri günah ne kötüdür! Giinah işlemeleri ve bu günahların ağır yükü altında ezilmeleri ne kadar da kötü bir durumdur. Süddî der ki: ”Kuşkusuz mü'min kabrinden çıktıktan sonra çok güzel sûretli ve nefis kokulu bir şey onu karşılayıp: 'Beni tanıyor musun?' diye sorar. Mü'min de: 'Hayır!' cevabını verir. Bunun üzerine o güzel yapılı ve mis kokulu şey ona der ki: 'Ben senin sâlih amelinim, bana bin; çünkü sen de beni dünyada uzun süre taşımıştın.' Kâfiri ise çok çirkin yapılı ve pis kokulu bir şey karşılar ve o da: 'Beni tanıyor musun?' diye sorar. Kâfir: 'Hayır' diye cevap verince, o çirkin ve pis şey şöyle der: 'Ben senin kötü amelinim; sen dünyada bana çok bindin; bugün ise ben sana bineceğim.' İşte, 'günahlarım sırtlarına yüklenmiş olarak' gelmelerinin anlamı budur. Buna göre buradaki 'yüklenmek' gerçek anlamıyla bir yüklenmektir. Çiinkü günahlar araz da olsalar âhirette ortaya çıkan bir şekilleri, görünümleri vardır." Şeyh Tirmizî el-Hakîm der ki: ”Allah'ı anmak kalbi yumuşatıp nemlendirir. Kalb, ilâhî zikirden boşaldığında ise nefsin hararetine ve şehvetlerin ateşine maruz kalarak katılaşır ve kurur. Dolayısıyla diğer organları da itaate yanaşmaz. Bu yüzden onları çekmeye çalıştığın an, tıpkı kuruyan ve sadece kesmeye yarayan bir ağaç gibi kırılıverir ve cehennem ateşinin bir yakıtı olur. Allah, bizleri böyle bir duruma düşmekten korusun. Şu halde zikir ve tevhid her şeyin başı ve temel dayanağıdır." 32Dünya hayatı, yani dünyaya ait işler oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir, geçici menlaatlarıyla insanları oyalayıp onları ebedî lezzete sebep olan imân ve sâlih amelden alıkoyan Oyun, yararlı olan şeylerden kişiyi alıkoyup uzaklaştıran şeydir. Eğlence ise, nefsin ciddiyetten uzaklaştırılıp ciddi olmayan durumlara sokulmasıdır. Âhiret yurdu, yani uhrevî hayatın yaşanacağı yer ise, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır. Çünkü uhrevî yararlarda herhangi bir zarar söz konusu olmadığı gibi, uhrevî lezzetler de elemler tarafından kuşatılmamışlardır. Aklınızı kullanmaz mısınız? Âhiret hayatının mı, diinya hayatının mı daha hayırlı olduğu hususunda kafanızı çalıştırmaz mısınız? Dünya'ya ”diinya" denmesinin sebebi, ya âhiretten önce geldiği için ”dünüvv" kökünden, ya da alçak olduğu için ”denâet" kökünden alındığındandır. Âhiret ise dünyadan sonra yaratıldığından, ”daha sonra" anlamında ”âhiret" olarak adlandırılmıştır. Allah'ın, âhiret'i, gözlere görünmez bir nitelikte yaratmasının sebebi ise, imtihan sırrının kaybolmaması içindir. Çünkii ortada olsaydı inkâr edilmesi imkansızlaşacak ve sorumluluk sırrı kaybolacaktı. Dolayısıyla yeryüzünde bulunan varlıklar imtihanın süslü birer unsuru olarak yaratılmışlardır. Kısacası dünyanın gerçek mahiyeti, seni Rabbinden alıkoyan her şeydir. Anlatıldığına göre, Bağdatlı bir kadı, hizmetçi ve adamlarıyla birlikte bir hamam sokağından geçiyormuş. Tanı o sırada bir cehennem zebanisi tipinde kapkara kesilmiş olan yahudi külhancı, kadının atının gemine sarılmış ve demiş ki: ”Allah’aşkına! Söyler misin bana, sizin peygamberinizin: 'Dünya, müminin zindanı ve kâfirin cennetidir' şeklindeki sözünün anlamı nedir?; baksana dünya senin için cennettir oysa sen mü'minsin; benim için ise bir cehennemdir oysa ben yahudi bir kâfirim! Üstelik hadisin anlamı bunun tam tersini ifade etmiyor mu?" Bunun üzerine dünyaca zengin sayılan kadı, külhancı yahudiye şu cevabı vermiş: ”Beni, içinde gördüğün bu konfor ve haşmet, Allah'ın cennette vâdettiklerine oranla benim için zindan sayılır; senin içinde bulunduğun durum da, seni bekleyen azap mertebelerine oranla, senin için cennet sayılır." Öte yandan denilmiştir ki: ”Dünya ve âhiretin durumu iki eşli bir erkeğe benzer; birisini memnun ettiğinde mutlaka diğeri darılır; birini sevindirirken diğerini kızdırır. Dünya geçici olduğundan âhiret daha hayırlıdır; çünkü daha süreklidir." Nakledildiğine göre Cafer b. Süleyman demiş ki: ”Malik b. Dinar'la birlikte Basra sokaklarında geziyorduk. Bir ara imar edilen bir saraya rastladık. Yakışıklı bir delikanlı, sarayın yapımı için çeşitli direktifler veriyordu. Şöyle yapın, böyle edin diyordu. Yanına varıp selâm verdik; selâmımızı aldıktan sonra Mâlik kendisine: ”Bu saraya ne kadar harcama yapmayı planladın?" diye bir soru sordu. Delikanlı dedi ki: ”Yüzbin dirhem" Bunun üzerine Mâlik dedi ki: ”Bu parayı bana vermez misin? Onu tam yerinde kullanayım ve Allah katında bu saraydan daha hayırlısını sana garanti edeyim. Üstelik içinde vildan ve hizmetçileri hazır olsun. Kubbe ve çadırları yanında bulunsun. Cevherlerle siislü kırmızı yakuttan, toprağı za'ferândan, harcı miskten olsun. Hiçbir insan eli değmemiş, hiçbir inşaatçı tarafından yapılmamış olsun..." Mâlik in bu sözleri delikanlıyı çok etkiledi. Söylediği parayı hazırladı. kalem kağıt isteyip şunları yazdı. ”Bismillâhirrahmânirrahîm. Malik b. Dinar'ın falanın oğlu falancaya olan taahhüdüdür: Ben, senin sarayının yerine bir saray taahhüd ediyorum. Özellikleri tıpatıp anlattığım gibi olacak; daha fazlası ise yüce Allah'ın lütfudur. Bu meblağ karşılığında cennette senin sarayından daha geniş bir saray satın aldım'. Tatlı gölgelikler altında bulunan bu saray, yüce Allah'a yakın bir noktadadır." Daha sonra mektubu katlayıp delikanlıya uzattı. Aldığı parayı da fakirlere dağıttı. Kırk gün sonra vefat eden delikanlı söz konusu pusulanın kefeni içine konmasını vasiyet etmişti." 33Ey Rasûlüm Muhammed! Onların söylediklerinin seni üzeceğini, Mekke kâfirlerinin dedikodularından rahatsız olacağını elbette çok iyi biliyoruz. Ancak üzülme! Çünkü: Onlar aslında seni yalanlamıyorlar. Onlar ilâhî âyetleri yalanlarken direkt olarak seni yalanlamış olmuyorlar. Fakat o zâlimler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Onların inkârları doğrudan doğruya Bana yöneliktir. Dolayısıyla ”bile bile inkâr'dan ibaret olan bu zulümlerinin karşılığını Ben verir ve intikamını en şiddetli bir şekilde Ben alırım. 34Senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yönelik bir tesellidir. Çünkü herhangi bir musibet ve felâket, herkesi kuşatıp genelleşmesi durumunda hafiflesin Yani, ey Muhammed! Allah'a yemin olsun ki, senden önce de çok sayıda peygamber, tıpkı senin gibi yalanlanmışlardı. Kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. Başka bir deyimle; sabırlarının sonucu olarak Allah'ın yardımına kavuştular. Dolayısıyla, sen de, kavminden gördüğün eziyet ve davranışlara karşı sabırlı ol! Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Yardım ve üstünlük konusunda verdiği sözlere engel olacak hiçbir güç yoktur. Nitekim yüce Allah (celle celalühü) bu konuda şöyle buyurmaktadır: ”Şüphesiz bizim peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımıza ezelden bir vaadimiz vardır: Onlar mutlaka yardım göreceklerdir. Şüphesiz galip gelecek olan da bizim ordumuzdur." (Sâffat: 171-173) Şüphesiz ki sana, peygamberlerin haberlerinden bir kısmı geldi. Allah'ın yardımım göreceğine ilişkin haberler türünden, senin gönlünü rahatlatacak bazı peygamber haberleri sana ulaştı. Dolayısıyla müsterih ol! 35Eğer onların iman ve Kurandan yüz çevirmeleri sana son derece ağır geliyorsa; onların müslüman olmalarını şiddetli bir şekilde istediğin için her isteklerini karşılamak ve onlara bir âyet getirmek için yere bir tünel kazmaya ve göğe tırmandırıcı bir merdiven kurmaya gücün yetiyorsa, yap. Bu ifadeler, kavminin İslâm'a girmesi konusunda Hazret-i Peygamber'in ne derece istekli olduğunu çok güzel bir şekilde belirtiyor. Kısacası, iman etmeleri uğruna, yerin dibinden, ya da göklerin yüksekliklerinden bir delil getirmeye gücü yetse kesinlikle bundan kaçınmayacaktı. Eğer Allah dileseydi onları, hidayette birleştirirdi. Ancak dilememiştir. Çünkü onların bu konuda hiçbir çabaları yoktur. Tercihlerini bu yönde kullanmamışlardır. İnanabilecekleri halde bilerek inanmamışlar, iman etmeyi gerektiren delilleri gözleriyle gördükleri halde iman etmemişlerdir. O halde sakın câhillerden olma! Olmayacak bir iş için ısrarlı davranma. Çünkü imkânsız bir işin olması için ısrar etmek, ilâhî sırların inceliklerini bilmeyen cahillere yakışan bir davranıştır. Nitekim ilâhî iradenin, onların inanmalarıyla ilgili olmadığı hususu da ilâhî sırlardan bir tanesidir. Öte yandan bu âyette, Hazret-i Peygamber'i eğitip terbiye eden bir nokta da göze çarpmaktadır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmaktadır: ”Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel bir şekilde eğitti..." Bundan anlaşılıyor ki hak etmeyene ve lâyık olmayana karşı şefkat göstermek doğru değildir. 36İman etmeye ilişkin olarak yaptığın daveti, ancak anlamak ve kavramak niyetiyle çok ciddi bir biçimde dinleyenler kabul ederler, bunlar gibi ölüler değil!... ölülere gelince, yani gerçeklen dinlememe konusunda ölüler gibi olan kâfirlere gelince, Allah onları kabirlerinden diriltir. Sonra başkasına değil, yalnız O'na döndürülürler. O zaman cezayı görmeye ilişkin emirlere ister istemez uyacaklar; çünkü başka seçenekleri olmayacaktır. Daha önce ise, bunlara ilâhî emirleri dinletmenin yolu yoktur. 37Kureyş ileri gelenlerinden olan o kâfirler: 'Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?' Öyleyse indiril şeydi ya dediler. İnanmayı gerektiren ”deve", ”âsâ" ve ”sofra" gibi olağanüstü bir takım mucizelerin meydana gelmesi gerektiğini savundular. De ki: 'Şüphesiz ki Allah onların istedikleri türden bir mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler'. İstedikleri mucizenin kendileri için bir felâket olacağını, çünkü onu inkâr ettikleri takdirde helake gitmelerinin zorunlu olarak gerektiğini bilmezler. Eğer şöyle bir soru sorsan ve desen ki: ”Yüce Allah'ın, insanları itaatkâr ve isyankâr (said ve şaki) olarak yaratmasının, ardından da: ”Allah dile şeydi onları hidayette birleştirirdi" (En'am: 35) ve ”Allah hepinizin doğru gitmesini dikseydi, sizleri doğru yola sevkederdi" (Nahl: 9) gibi açıklamalarda bulunmasının hikmeti nedir?" Cevap olarak deriz ki: Yüce Allah ezelden, yarattıklarından falancasının günah işleyip isyan edeceğini, çünkü söz konusu insanın yeteneğinin sâlih ameller işlemeye elverişli olmadığını, biliyor. Bu yüzden ezelî hükmü gereği onu şakî olarak yaratır. Öte yandan, ezelî ilmi gereğince itaatkâr olacağını bildiği kulunu da said ve itaatkâr olarak dünyaya getirir. Yani hayırlı işler yapmaya yetenekli olduğunu bildiği için, içine yerleştirilen özellikler doğrultusunda onu itaatkâr olarak yaratır. Kısacası insanlar itaatkâr ve isyankâr olmak üzere iki sınıftır. İtaatkârın yetenekleri sadece Allah'ın hoşnut olduğu emirleri ve güzel ahlâkî davranışları yapmaya elverişli olur. Bunlar da hoşgörülü ve rahat olmayı gerektirir. İsyankâr kimsenin yetenekleri ise sadece sıkıntı doğuracak hususlara elverişli olur. Bu yüzden yüce Allah, sevgili Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ine sabırlı olmasını ve isyankârlardan göreceği eziyetlere katlanmasını emrediyor. Dünyada karşılaşılan musibetler affedilmeye sebep olur. Ayrıca kişinin cennette ulaşacağı dereceler, dünyadaki imtihan ve felâketin miktarına göre değerlendirilir. Kısacası insan, dînî gücü oranında imtihana tabi tutulur. Din duygusu kuvvetli olanın imtihanı da çetin olur. Din duygusu zayıf olanın imtihanı ise daha hafif olur. Başka bir deyişle, belâ ve musîbet, insanı günahsız kılmadıkça, yani tüm hatalarının silinmesine sebep olmadıkça yakasını bırakmaz. Belâ ve musîbet yüce Allah (celle celalühü) tarafından kullarına bir şefkat tokatıdır. Bu sayede kişi, dünyaya dalmaktan ve kalben onunla meşgul olmaktan kurtulur ve tıpkı atın, sığınağına koşması ve sığınması gibi, kulun Allah'a dönmesini sağlar. Kısacası gerçek rahat ve huzur yeri âhiret yurdudur. 38Yeryüzünde, dünyanın herhangi bir yerinde hareket eden hiçbir canlı varlık ve gök yüzünün herhangi bir bölgesinde kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi durumları korunan, rızık ve ömürleri belirlenen birer topluluk olmasınlar. Burada uçmayla beraber ayrıca kanatlardan söz edilmesi pekiştirme içindir. Nitekim zaman zaman, gözümle gördüm, elimle aldım gibi ifadeler bu anlamda kullanılır. Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. İnsanlığın yararına olan hiçbir önemli şeyi zayi edip terketmedik. Az çok her şeye, Kuranda dokunduk. Onlar sonra hesap için Rablerinin huzurunda toplanacaklardır. Rivayet edildiğine göre İmam Şafiî Mescid-i Haram'da bulunduğu bir sırada etrafındaki insanlara: ”Bana ne sorarsanız mutlaka Kur'an'dan cevaplandırırım" demiş. Bunun üzerine adamın birisi kalkıp kendisine: ”İhramlı birisinin eşek arısını öldürmesinin hükmü nedir?" şeklinde bir soru sormuş. Şafiî şöyle cevap vermiş: ”Hiçbir şey gerekmez." Adam: ”Bu hükmün Kurandaki delilini göster" deyince, İmam Şafiî hemen: ”Peygamber size ne verdiyse onu alın" (Haşr: 7) âyetini okumuş ve ardından Hazret-i Ömer'e dayandırdığı şu hadisi nakletmiş: ”İhramlımn eşek arısını öldürmesinde hiçbir sakınca yoktur. ” 39Âyetlerimizi yani Kur’an-ı Kerim'i yalanlayanlar küfre ait karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir. Düşünüp anlayacak şekilde dinlemezler ve gerçeği söyleyemezler. Durumları tıpkı sağır ve dilsizlerin durumu gibidir. Bu yüzden başka şeylerin peşinde koşup senin çağrına kulak asınazlar. Allah, kimi dilerse onu saptırır. Allah, kimde sapıklığı yaratmak isterse yaratır. Ancak bu istek bir zorlama sonucunda değildir. Başka bir deyimle, Allah kulu zorlayarak böyle bir konuma getirmez. Aksine, kulun, tercihini sapıklık yönünde kullanması ve o yönde çaba harcaması durumunda yüce Allah böyle bir yola baş vurur. Allah kimi de dilerse onu doğru yola koyar. Kendisine yöneleni saptırmaz, doğru yolda olanın ayağını kaydırmaz. Bu âyetlerden şu sonuçlar çıkarılabilir: a) İnsanlar dışında da çeşitili topluluklar vardır. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Köpekler de bir topluluk olmasaydı, öldürülmelerini emrederdim. Siz yalnız siyah ve zararlı olanlarını öldürün." (4) b) Haşr olayı tüm yaratıklar için sözkonusudur. Nitekim Ebû Hureyre şöyle demiştir: ”Yüce Allah kıyamet gününde hayvanları, canlıları, kuşları; kısacası her şeyi ile tüm yaratıkları bir araya getirir. O zaman boynuzsuz hayvanın hakkı boynuzludan alınacaktır." Ayrıca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Kuşkusuz, kıyamet gününde herkese, hakkı verilecektir. Hatta boynuzsuz koyunun hakkı boynuzlusundan alınacaktır." (3) Yani boynuzsuzun hakkı kısas yapılarak boynuzludan alınacaktır. Bu da gösteriyor ki, yabanî hayvanlar da kıyamette bir araya gelecek, haşrolacaktır. Nitekim yüce Allah (celle celalühü): ”Yabanî hayvanların korkudan bir araya toplandıkları zaman" (Tekvin: 5) buyurmaktadır. Ancak bundaki kısas, karşılıklı ödeşme kısasıdır. Yoksa mükelleflere uygulanan ve bir had türü olan kısas değildir. c) Allah tarafından kalbleri mühürlenenlerin sağır ve dilsizlerden farkları yoktur. Zaten dilsizin bir özelliği de, aynı zamanda sağır olmasıdır. 40Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke halkına de ki: 'Söyleyin bana, eğer Allah'ın azabı tıpkı sizden önceki milletlerde olduğu gibi henüz dünyada iken size erişse veya sözkonusu azabı kuşatan kıyamet vakti size gelse, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Âyetin başında yer alan ve ”söyleyin bana" diye ifade edilen ”eraeyteküm" kelimesindeki ”kef", özneyi pekiştirmek üzere getirilen bir hitap harfidir. Haber vermenin sebebi olan ”ilim-bilgi", mecaz olarak haber verme anlamında kullanılmıştır. Yani haber verin, bildirin, söyleyin, bakalım... Çok kısa bir sürede önemli işlerin meydana gelmesi sebebiyle kıyamete ”saat" denilmiştir. Yani kıyametin kopacağı saat, vakit, zaman Eğer sözünde doğru kimselerseniz putlarınızın ilâh oldukları konusunda samimi iseniz (cevap verin.)', söyleyin bakalım, eğer Allah'ın azabı size erişse yine Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? 41Hayır, sıkıntı zamanınızda sadece Allah'a yalvarırsınız. Bu, yukarıda geçen yadırgayıcı olumsuz soru cümlesine bağlı bir cümledir. Sanki: ”Siz Ondan başkasına yalvarmazsınız; sadece O'na yalvarırsınız" denilmiştir. O da dilerse, ortaya çıkarılıp giderilmesini murad ederse, yalvardığınız şeyi giderir. Yalvarmanızın hemen akabinde duanızı kabul eder. Şu halde duaların kabul edilip edilmemesi Allah'ın iradesine bağlıdır. Bazan kabul eder; bazan da etmez. Siz de koştuğunuz ortaklan unutursunuz. Akıllar, sadece yüce Allah'ın azabı gidermeye gücü yettiği konusunda yoğunlaşınca, O'na ortak koştuğunuz putları terkedersiniz. Şu halde burada ”unutma", ”gaflete dalma" anlamında değil ”terketme" anlamındadır. 42Allah'a yemin olsun, hiç Şüphesiz ki, senden önceki pek çok ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarmaları için onları sıkıntı ve zararlara uğrattık. Âyetin bu bölümünde yer alan ”onları zararlara uğrattık" anlamındaki ”ehaznâhüm" fiilinin başında ”fe" harfi, açıklayıcı bir harftir; cümledeki bu akışın takdirî bir hükme dayandırıldığını açıklamaktadır. Sanki ifadenin tamamı şöyledir: ”Şüphesiz ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Ancak söz konusu ümmetler gönderilen peygamberleri yalanladılar; bunun üzerine, yalvarmaları için onları sıkıntı ve zararlara uğrattık"; azabını gidermesi için yalvarış ve yakarış içerisinde O'na duâ etmeleri, inkâr ve isyanlarından dolayı O'na tevbe etmeleri için onları felâketlere uğrattık. 43Onlara azabımız geldiği zaman yalvarmalı değiller miydi? Evet, durum bunu gerektirdiği halde yapmadılar; yalvarmaya yanaşmadılar. Fakat kalbleri katılaştı. Bu ifadeyle anlam tamamlanıyor. Yani, Allah'a yalvarmadılar, fakat kalbleri kaskatı kesildi, kuruyu verdi. Çünkü kalblerinde en ufak bir duygu ve korku olsaydı, O'na yalvaracaklardı. Ve şeytan, yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi. İnkâr ve isyanı kendilerine süslü ve cazip gösterdi. Onları aldatarak nefis, hevâ, heves, lezzet ve rahat peşinde koşturdu. Oysa kendilerine isabet eden azap ve felâketler hep bu yüzdendi; ancak onlar bunu düşünüp kavrayamadılar. 44Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında, gaflete dalıp kendilerine hatırlatılan azap ve felâketleri unutuverdiklerinde onlara her şeyin kapısını açtık. Onlara çeşit çeşit nimetler verdik. Böylece derece derece helaklerine yaklaştılar. Nihayet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca, tıpkı Kârûn gibi elde ettikleri dünyevî nimetler karşısında sevinçten şımarıp kendi kendilerini beğenince onları azabımızla ansızın yakalayıverdik, daha ürkütücü, korkutucu ve etkin olması için onları ansızın azabımızla karşı karşıya getirdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. Her türlü hayır ve güzellikten ümitlerini keserek üzüntüyle yanıp tutuştular. Buradaki ümitsizliğe kapılıp şaşkına dönmek anlamındaki ”iblas" sözcüğü aslında felâket anında kurtuluştan ümit kesmek, hüzün ve hasretle yanıp tutuşmak demektir. 45Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Onlardan tek birey kurtulmayacak şekilde, sonlarını getirdik. Bağavî bu ifadenin anlamını: ”Zalimler azaba çarptırılıp bütünüyle yok edildiler" şeklinde tefsir etmiştir. Burada ”onlar" zamiri yerine, açık ifadeyle ”zulmeden kavim" denmesi, ”yok edilmenin" asıl sebebine işaret etmek içindir. Buna göre, şükrün yerine küfrü; itaatin yerine isyanı ikame etmekten ibaret olan zulümleri sebebiyle kökleri kesildi ve bütünüyle yok edildiler. Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Onları helak ettiği için kendisine sonsuz şükürler olsun. Çünkü kâfirlerin ve isyancıların yok edilmesi, gerçekten, karşısında hamdedilecek kadar büyük bir nimettir. Bu âyetten şu sonuçlan çıkarmak mümkündür: a) Her konuda tek merci yüce Allah'tır. Hem normal zamanlarda, hem de sıkıntılı anlarda; kısacası her zaman sadece O'na başvurulur. Akıllı kimse Ondan başkasına sığınmaz. Çünkü O'nun dışındaki her şey araç ve sebeplerden ibarettir. Gerçekte müessir olan yalnızca O'dur. b) Yüce Allah bazan insanı darlık ve sıkıntıdan genişlik ve rahata çıkarır; bazan da tersini yapar. Tıpkı çocuğunu sevip ona şefkat eden babanın, çocuğun iyiliği ve terbiyesi için bazan sert davranması, bazan da yumuşak muamele etmesi gibi... Kısacası bu uygulamada insanoğlu için hem bir terbiye hem de dînî ve dünyevî büyük bir yarar söz konusudur. c) Helake derece derece yaklaşılır. Böylesine kötü durumlara düşmekten Allah'a sığınırız. Öte yandan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Yüce Allah'ın herhangi bir kula -günahkârlığına rağmen- dilediğini verdiğini gördüğün zaman, bu, derece derece onu helake yaklaştırmak içindir." (6) dediği ve ardından da: ”Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında..." (En'am: 44) şeklinde başlayan âyeti okuduğu nakledilir. d) Ucb, yani kişinin kendisini beğenmesi ve kendisiyle övünmesi çok çirkin ve helak edici bir davranıştır. Nitekim hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”İnsanı şu üç şey helake götürür: Boyun eğdiren bir cimrilik; peşinde koşulan bir hevâ ve insanın kendisiyle övünmesi." e) Nimete karşı mutlaka hamd ve şükretmek gerekir. Buna göre dînî ve dünyevî bakımdan herhangi bir tehlikeden korunmaya karşı mutlaka Allah'a hamdetmek lâzımdır. Çünkü bunların her biri birer nimet sayılır. Nakledildiğine göre, Sehl b. Abdullah'ın yanına bir adam gelip: ”Evime hırsız girdi ve eşyalarımı çaldı" demiş. Bunun üzerine Sehl: ”Allah'a şükret; eğer en büyük hırsız olan şeytan senin kalbine girip tevhid inancını bozsaydı ne yapardın?" demiş. 46Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke halkına de ki: Ey müşrikler! 'Söyleyin, haber verin bana, eğer Allah kulağınızı, gözlerinizi alırsa ve, sizi sağırlaştırıp körleştirirse, akıl ile anlayışınızı giderecek ve sizi delirtecek şekilde kalblerinizi mühürlerse, Allah'tan başka onu size getirecek ilâh kimdir?' Ey müşrikler! Söyleyin bana, yüce Allah sizin en değerli organlarınızı devre dışı bırakacak olursa, O'ndan başka, söz konusu organları size tekrar verecek kimse var mıdır? Hayır, kesinlikle yoktur. Şu halde, O'ndan başka böyle bir şeye gücü yeten kimse olmadığına göre, ibadet edilmeye ve yüceltilmeye en lâyık olan da O'dur. Kuşkusuz bu da müşrikler aleyhine ileri sürülmüş olan başka bir delildir... Ey Rasûlüm Muhammed! Bak ve ibret al âyetleri nasıl açıklıyoruz? Onları farklı ifadelerle nasıl belirleyip tekrarlıyoruz. Bazan teşvik edici ya da korkutucu bir yöntemle, bazan da eski milletlerin durumlarına dikkat çekerek, uyarıcı ve hatırlatıcı bir üslupla nasıl izah ediyoruz... Hâddadî der ki: ”Tasrif -açıklamak"imi amaç, anlamı en güzel bir biçimde ifade eden yönlere dikkat çekmektir. Sonra onlar nasıl yüz çeviriyorlar? Nasıl da iltifat etmiyor ve inanmıyorlar. 47De ki: Ey müşrikler! 'Söyleyin ve haber verin bana, eğer size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zâlim kavimden başkası mı helak olur?'“Ansızın" gelen azaptan amaç geceleyin, ”açıkça" gelenden amaç ise gündüz vaktinde gelen azaptır. Çünkü genelde geceleyin gelen felâketlere ansızın yakalanılır; gündüz vaktinde gelen felaketlerde ise nisbeten daha fazla bir açıklık vardır. Dolayısıyla en uygun açıklama budur. Nitekim yüce Allah A'râf sûresi'nde de: ”O memleketler halkı, azabımızın onlara uyurlarken gece gelmeyeceğinden emin midirler? Ve yine o memleketler halkı, azabımızın kendilerine kuşluk vaktinde eğlenirken gelmeyeceğinden emin midirler?" (A'râf: 97-98) buyurmuştur. Bilindiği gibi Kuran-ı Kerim'in bir kısım âyetleri diğer bir kısmını tefsir etmektedir. Buradaki ”zâlim kavimden başkası mı helak olur?" şeklindeki soru da olumsuzluk ifade eder. Yani, ey müşrikler! Söyleyin bana, eğer bu dünyada size verilecek ceza tıpkı sizden önceki milletlere geldiği gibi aniden veya açıkça gelse, sizden başkası mı helak olur? Hayır, sizden başkası helak olmaz! Bunu bilesiniz!... 48Biz, peygamberleri ancak müjdeleyenler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Onları kendilerinden bir takım mucizeler istenmesi ve kendileriyle alay edilmesi için değil, aksine kendi kavimlerini taata karşılık sevapla müjdelemeleri ve günah konusunda onları azapla uyarmaları için gönderiyoruz. Bilindiği gibi müjdelemek, sevindirici bir olayı haber vermek; inzar -uyarmak da üzücü bir olayı bildirmek ve o konuda ikaz etmek anlamına gelir. Kim o peygamberlere iman eder ve kendini yani kendi amelini düzeltirse, dünyevî olsun, uhrevî olsun uyarıldıkları azap konusunda artık onlara korku yoktur. Kendilerine müjdelenen dünyevî veya uhrevî faydaları kaybetmelerinden dolayı onlar üzülmezler de. 49Ayetlerimizi, yani peygamberlerin ortaya koydukları ve ümmetlerine tebliğ ettikeri gerçekleri yalanlayanlara ise, doğru yoldan çıkmaları, gerçekleri onaylamama ve kulluk yapmama konusunda, ısrar etmeleri sebebiyle acıklı bir azap dokunacaktır. Bu âyetlerde teşvik ve uyarı söz konusudur. Mâlik b. Dinar'der ki: Bir gün Basra kabristanına girdim. Orada Mecnun Sadun denilen bir adama rastladım. Kendisine: ”Nasılsın, durumun nasıl?" diye sordum. Bana dedi ki: ”Ey Mâlik! Azıksız ve hazırlıksız bir vaziyette olan ve sabah akşam sürekli olarak uzun bir yolculuğa çıkmayı düşünen ve kullar arasında adaletli bir şekilde hükmeden bir Rabbin huzuruna çıkmaya hazırlanan bir adamın durumu nasıl olur ki?" Ardından da, şiddetli bir şekilde ağlamaya başladı... Bunun üzerine ben kendisine: ”Seni ağlatan ne? Niye ağlıyorsun?" diye sordum. Dedi ki: ”Allah'a yemin ederim ki, ben dünyaya olan aşırı bağlılığımdan, ya da çeşitli belâlar ve ölüm korkusundan ağlamıyorum. Ben, herhangi bir hayırlı iş yapmadan ömrümden boş olarak geçirdiğim bir güne ağlıyorum. Beni ağlatan azığımın azlığı, yolumun uzak oluşu ve engellerin çetin oluşudur. Çünkü cennete mi, cehenneme mi gideceğimi bilmiyorum." Evet işte o mecnundan bu şekilde çeşitli hikmetli sözler işittim. Sonra kendisine: ”Millet senin deli olduğunu ileri sürüyor, ne dersin?" diye sorduğumda cevabı şu oldu: ”Hayır, bende herhangi bir delilik falan yok. Aksine, efendim olan Allah'ın sevgisi kalbime, içime girmiş; etim kanım ve kemiklerim arasında dolaşmaktadır." 50Ey Rasûlüm Muhammed! Bazen senden birtakım âyetlerin indirilmesini isteyen, bazen de başka isteklerde bulunan kâfirlere de ki: 'Size Allah'ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum' Allah'ın, olup bitecek şeylere ait hazinesi bana verilmiştir, onda dilediğim gibi tasarruf ederim, iddiasında bulunmuyorum ki benden âyetlerin indirilmesini veya azabın gelmesini, ya da dağları altına çevirmem gibi şeyleri isteyesiniz. Nitekim müşrikler Hazret-i Peygambere geliyor ve: ”Eğer gerçekten Allah tarafından gönderilen bir peygambersen dünyadaki gelir ve menfaatlerimizi bollaştır," diyorlardı. İşte bu noktada Hazret-i Peygambere, onlara şu anlamda bir cevap vermesi emrediliyor: ”Rızık anahtarları benim elimdedir, dilediğim gibi alır, dilediğim gibi de bollaştırırım gibi bir iddiam yok." Ayrıca de ki: Gaybı da bilmiyorum. Yüce Allah'ın fiillerinden gaybı da biliyorum gibi bir iddiam yok ki, kıyametin ne zaman kopacağını, azap ve benzeri şeylerin ne zaman ineceğini bana soruyorsunuz. Ve size, ben bir meleğim de demiyorum, meleklerden birisi olduğumu ileri sürmüyorum ki, insanların yapamayacakları şeyleri yapmak, semâya çıkmak gibi fevkalâdelikler göstermemi istiyorsunuz ve size vermeyişimi peygamberliğimin geçersizliğine ve yanlışlığına delil sayıyorsunuz. Ben sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.' Vahiyde herhangi bir müdahelem yok. Benim yaptığım iş, sadece bana vahyedilip bildirilene uymaktır. De ki: 'Kör ile gören bir olur mu? Körlük sapıklığa düşenin; görmek ise hidayete erenin sembolüdür. Kuşkusuz Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendisini ilâhî vahye uyan kişi olarak nitelendirince, doğal olarak nefsini hidayete ermiş; kendisine inatla karşı çıkanı da haktan sapmış kimse olarak nitelendirmesi gerekiyordu. Buna göre vahye uymayan bir amel, körükörüne yapılmış bir amele, yani kör adamın yaptığı işe benzer. Vahyin gereğini yapmak ise gözü görenin yaptığı iş gibidir. Hiç düşünmez inisiniz?' Bu hak kelâmı dinleyip üzerinde düşünmek suretiyle hidayete gelmek, vahye uyup gereğini yapmak istemez misiniz? Buradaki sahne, azarlama sahnesi olduğundan, âyetin bu noktasında iki emri; yani hem dinlemeyi, hem de düşünmeyi beraberce emretme yoluna gidilmemiştir. Akış bunu gerektiriyor. 51Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları yeniden diriltilip hiç kimsenin zarar da, yarar da veremeyecekleri bir yerde Rableri'nin huzurunda bir araya gelmekten çekinenleri onunla uyar. Onlar için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir şefaatçi vardır. Allah'tan başka onlara yararı dokunacak ve kendilerini savunabilecek hiç kimse yoktur. Kısacası, Allah'tan başka günahkâr mü'minleri koruyup kollayabilecek hiç kimse düşünülemez!... Umulur ki, Allah'tan korkarlar. Ey Rasûlüm Muhammed! Sen onları uyar ki Allah'tan korksunlar, küfür ve isyandan uzaklaşsınlar! 52Sırf Allah'ın rızâsını dileyerek sabah akşam Rablerine duâ edenleri huzurundan kovma. Rivayet edildiğine göre, Kureyş ileri gelenleri, Suhayb, Ammar, Habbab, Bilal ve Selman gibi fakir mü'minleri Hazret-i Peygamberin yüce huzurunda gördüklerinde: ”Bu köleleri huzurundan kovarsan seninle otururuz ve konuşuruz" önerisinde bulunmuşlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Ben mü'minleri huzurumdan kovmam" cevabını vermiş. Daha sonra demişler ki: ”Öyleyse, hiç olmazsa biz geldiğimiz zaman onları gönder ki, Araplar bizim değerimizi bilsinler. Çünkü sana grup grup Arap kabileleri geliyor. Gelenlerin bizi onlarla beraber senin huzurunda görmelerini istemiyoruz. Böyle bir şeyi kendimize yakıştıramıyoruz. Biz gittikten sonra istersen onları tekrar geri çağır." Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), belki bu sayede imana gelirler temennisiyle böyle bir yola başvurmayı düşünmüş. İşte bu sırada yüce Allah (celle celalühü) bu âyeti indirmiştir. Burada özellikle sabah ve akşam vakitlerinden söz edilmesinin sebebi, sürekliliğe işaret etmek içindir. Çünkü Allah'ı sürekli hatırlayan, devamlı olarak kendini O'nun huzurunda hisseder. Nitekim yüce Allah (celle celalühü), bir kutsi hadîste şöyle buyurmuştur: ”Ben, sürekli olarak beni hatırlayanın meclisinde sayılırım." Yani beni hatırlayanla beraberim. Öte yandan burada, sabah-akşam duâ edenlerden amaç, zikir ve ibadetlerinde herhangi bir dünyevî menfaati değil, sadece Allah'ın rızâsını hedefleyen ve samimi bir şekilde ihlâslı olarak O'na duâ eden kimselerdir. Duanın ihlâsla yapılması şartı, İhlasın, ibadetin özü olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Allah'tan uzaklaşmayı engelleyen, başka bir deyimle kulu Allah'a yakınlaştıran en güçlü faktör ihlâstır... Onların hesabından sen sorumlu değilsin. Onlar da senin hesabından sorumlu değiller ki, onları kovasın da zalimlerden olasın. Müşriklerin, fakir Müslümanları sadece kölelik ve fakirlikle değil, imanları noktasından da horlayıp küçümsemeleri ve onlar hakkında Hazret-i Peygambere: ”Ey Muhammed! Bunlar, yiyecek ve giyecek için senin yanına geliyorlar" demeleri üzerine, yüce Allah (celle celalühü) şöyle buyurdu: ”Onların hesabından sen sorumlu değilsin." Sen onların dış görünüşüne bak; Allah'tan korkarı insanlar suretinde olmaları seni ilgilendirir... Bu ifadeler, bir yandan kâfirlerin tenkitlerini yüzlerine çarptığı gibi, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de fakir mü'minlerin eğitilmeleri ve oldukları gibi kabul edilmeleri konusunda yönlendiriyor. Kısacası onların hesabından sorumlu olmadığın için onları kovma; ayrıca onları kovma ki zâlimlerden ol mayasın. 53Neticede: 'Allah aramızdan bunlara mı lütufta bulundu?', doğruyu ve gerçeği bulmaları konusunda bunları mı başarılı kıldı? Oysa bunlar fakir ve köle, biz ise zengin ve ileri gelen bir topluluk durumundayız. Allah katında onların değeri var da bizimki yok, öyle mi? desinler diye onları birbirleriyle böyle imtihan ettik. Buna göre, dünyevî bakımdan aralarında korkunç bir fark bulunan müşrikler, mü'minlere bu gözle bakacaklar ve onları bu şekilde horlayacaklar... Kelbî der ki: ”Soylu ve zengin birisi, kendisinden önce Müslüman olmuş bir fakiri gördüğü zaman burun kıvırır, Müslüman olmayı kendisine yakıştırmaz ”bu mu, İslâm'a girme konusunda beni geçti" der ve Müslüman olmazdı." Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? Burada yüce Allah (celle celalühü) müşriklerin iddialarını yüzlerine çarparak yanlış olduğunu vurguluyor. Yani Allah (celle celalühü), nimetlerine karşı şükredenlerin kimler olduğunu daha iyi bilmiyor mu ki, bu fakirlere lütufta bulunulmasını uzak görüyorsunuz? Öte yandan bu ifadeler, söz konusu fakir mü'minlerin, yüce Allah'ın Kuran'ı indirme ve iman etmeye muvaffak kılma nimetine karşı şükür görevlerini tam anlamıyla yerine getirdiklerine ve bunun değerini bildiklerine işaret etmektedir. Ayrıca, âyette fakirlerin faziletleri konusuna ela işaret edilmektedir. Ebû Said el-Hudrî der ki: ”Ben bir grup fakir muhacirle beraber oturuyordum. Elbiselerden o denli yoksun idiler ki, birbirlerinin arkasına sığınıyorlardı. Birisi Kur'an-ı Kerim okuyor, biz dinliyorduk. Bir ara Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza gelip durunca Kur'an okuyan arkadaşımız sustu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize selâm verdi ve: ”Ne yapıyordunuz?" diye sordu. Biz de: ”Birimiz Kur'an-ı Kerim okuyor, biz de dinliyorduk" cevabını verdik. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Ümmetimden bir kısım insanlarla beraber bulunmaya sabretmemi emreden Allah'a hamdolsun." Sonra da şöyle ilâve etti: ”Ey fakir muhacirler topluluğu! Kıyamet gününde erişeceğiniz tam mutluluktan dolayı size müjdeler olsun! Çünkü siz, zenginlerden yarını gün önce cennete gireceksiniz ki, bu da beş yüz yıllık bir süre demektir. ” Öte yandan yine şöyle bir rivayet nakledilir: ”Fakir kul Allah'ın huzuruna getirildiğinde, yüce Allah (celle celalühü), tıpkı bir adamın diğer bir adama özür beyan etmesi gibi şöyle buyurur: 'Ey kulum! İzzet ve celâlime yemin ederim ki, seni hakir gördüğümden değil, sana hazırladığım, lütuf ve ikramdan dolayı dünyayı sana küstürdüm, seni fakir kıldım. Ey kulum! Şu safların arasına çık, dünyada benim rızâm için seni yedirip giydiren kimselere bak; elinden tut. Onu sana teslim ediyorum.' O sırada tüm insanları bir ter kaplar. O kul da saflar arasında gezip, dünyada Allah rızâsı için kendisini yedirip giydirenleri bulur, elinden tutup cennete girdirir." 54Âyetlerimize iman edenler, sana geldikleri zaman... Rivayet edildiğine göre bir grup insan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip: ”Biz çok büyük günahlar işledik. Affedilmesi için ne yapmamız lazım?" diye sormuşlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise onlara herhangi bir cevap vermemiş. Onlar da ümitsizliğe kapılarak geri dönmüşler. İşte bu âyet bu olay üzerine inmiştir. Şunu da belirtelim ki, Allah'a iman eden herkes bu şerefe nail olur. İşte ey Peygamber! Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman onlara şöyle de: 'Selâm olsun size!... Her türlü felâket ve kötülükten korunmuş olasınız! ”Selâm olsun size" ifadesinin anlamı şudur: ”Dininiz ve canınız konusunda her türlü felâketten sizi koruması için yüce Allah'a duâ ediyorum.. Sizden bilmeyerek bir kötülük işleyip de sonra, tevbe edip nefsini ıslah eden kimselere, zarar ve sonucunu bilmeden herhangi bir iş yaptıktan sonra pişmanlık duyanlara, yaptığı hatadan dönenlere, bozduğunu düzeltenlere ve bir daha kötülük yapmamak üzere doğruya yönelenlere, Rabbiniz merhamet etmeyi üzerine almıştır. Bir lütuf ve ihsan olarak bu kullarına merhamet etmeyi yüce Zatına gerekli kılmıştır. Çünkü O, çok affeden ve çok merhamet edendir.' Söz konusu kullarını affetmesi ve onlara merhamet etmesi Onun emrinin gereğidir. 55Suçluların tuttuğu yol açığa çıksın diye, iyice ortaya çıkıp sakınılsın diye âyetleri işte böyle genişçe açıklarız. İtaatkâr ve isyankâr insanları ve bu durumda ısrarlı olanları Kuran âyetleriyle işte böyle detaylı bir biçimde ortaya koyarız. Böylece hak ortaya çıkıp uyulacak, suçluların tuttuğu yol da belli olup sakınılacaktır. Şu halde akıllı olan kimse başarı ve kurtuluş yolunu tutar ve sâlih kimselerin mertebesine ulaşır. Bu yolun birinci basamağı ise yapılan hatalardan dönüp tevbe etmek ve affedilmeyi istemektir. Âlimler diyorlar ki: Önce günahların çirkinliğini ve ilâhi cezanın şiddetini düşün. Ardından da kendi güçsüzlüğünü ve çaresizliğini hatırla... Karıncanın ısırmasına ve güneşin sıcaklığına katlanamayan insan, cehennem ateşine ve ejderhaların sokmasına nasıl göğüs gerebilir? Öyleyse, seninle Allah'ın diğer kulları arasında meydana gelen günahlardan helâllik dilemek ve herkese hakkını iade etmek suretiyle kurtulmaya çalış! Namaz, oruç ve zekât gibi yükümlülüklerini yerine getirmemenden kaynaklanan günahları ise bu borçlarını kaza etmek suretiyle silmeye çalış. İçki içmek, çalgı çalmak ve faiz yemek gibi, seninle Allah arasında olan günahlarından da pişmanlık duy ve bir daha işlememeye söz verip bu duyguyu kalbine iyice yerleştir. Sana hakları geçen insanları imkânlar ölçüsünde memnun ettikten, gücünün yettiği oranda geçmiş ibadet borçlarını kaza ettikten ve kalbini günahlardan temizledikten sonra, huşu ve niyazla Allah'a dönmen gerekir. Allah'ın lütfü sana kâfidir. Nitekim sahih bir hadisle şöyle buyurulmaktadır: ”Günahkâr kul, güzelce temizlendikten sonra kalkıp iki rekât namaz kılar ve kendisini bağışlaması için Allah'a yalvarır sa yüce Allah onu mutlaka affeder."(9) Öte yandan ölünün kabirdeki durumu, boğulma tehlikesi geçiren insanın, bekleyişine benzer. Babasından, annesinden, kardeşinden ve dostlarından kendisine ulaşacak bir duâ beklemektedir. Kendisine ulaşan bu duâ, kendisi için dünya ve tüm içindekilerdcn daha hayırlıdır ve ona daha sevimli gelir. Yüce Allah (celle celalühü) kabirde bulunanların üzerine yeryüzündeki insanların yaptıkları dualardan dağlar büyüklüğünce gönderir. Dirilerin ölülere en güzel hediyeleri affedilmeleri için duâ etmektir. Bu konuda güzel bir örnek olarak Kur'an-ı Kerim'de şu ifadeler yer alır: ”Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba çekileceği günde beni, annemi, bahamı ve bütün müminleri affet.'" (İbrahim: 41) 56Kureyşli kâfirlerin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i atalarının dinine uymaya çağırmaları üzerine şu âyet-i kerîme inmiştir: Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Ben, sizin Allah'tan başka taptıklarınıza, ne olursa olsun ibadet ettiklerinize ibadet etmekten, onlara tapmaktan menolundum.' Allah'tan başkasına tapmam yasaklandı... Ve de ki: 'Sizin hevâ ve heveslerinize uyacak değilim. Sizin tuttuğunuz yol hidayetten uzak olup hevâ ve hevese uymaktan ibarettir. Ben nasıl hidayet yolunu bırakırım da, sizin hevâ ve heveslerinizin peşine takılırını? Aksi takdirde sapıklığa düşmüş olurum. Hidayet yolunu bırakıp sizin isteklerinize uyduğum takdirde hak yoldan çıkmış ve hidayete erenlerden olmamış olurum.' Doğru yola uyan insanlardan olmamış olurum. 57De ki: 'Ben, Rabbimden gönderilen açık bir delile dayanmaktayım. ”Açık delil" den amaç, hak ile bâtılı birbirinden ayıran kesin kanıttır. Başka bir deyimle Kuran ve vahiydir. Nitekim, ”ben falanca konuda açık delil üzereyim" denildiğinde anlamı şu olur: ”O konuda kesin kanıtlarım, sağlam dayanaklarım ve güvenilir tanıklarım vardır ve o konuda en ufak bir tereddüdüm yoktur." İşte ey Muhammed! De ki: ”Ben, Rabbim tarafından gönderilen kesin bir kanıta dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Bana gelen gerçeği muhtevası ile birlikte inkâr ettiniz. Bu arada ilâhi azapla ilgili tehdide de kulak asınadınız, önem vermediniz, yalan olduğunu ileri sürdünüz." Acele ettiğiniz şey de benim elimde değildir. Kureyş ileri gelenleri, Hazret-i Peygamberle alay etmek, ya da onu susturmak amacıyla, ondan azabın bilan önce gelmesini istiyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah (ce), Hazret-i Peygambere onlara şu cevabı vermesini emretti: ”Vâdedilen azabın getirilmesi benim yetkim dahilinde değildir. Onu ben getiremem. Gerek başka hususlarda gerekse ilâhi azabın hemen getirilmesi ya da geciktirilmesiyle ilgili hüküm ancak Allah'ındır. Bu konuda karar verme hususunda benim herhangi bir yetkim yoktur. Hüküm sadece Allah'a aittir. O, hakkı haber verir. Açıkladığı ve verdiği hüküm hak ve gerçek olduğuna göre, ilâhi azabın ertelenmesi de bu hak kanun doğrultusunda gerçekleşecektir. Bu hususta mutlaka önemli ve ince bir hikmet vardır. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.' Âyetin sonunda yer alan bu cümle, ”hakkı haber verınek"ten amacın, ”hak ile bâtılı birbirinden ayırmak ve aralarında hakkıyla hükmetmek" olduğuna işaret etmektedir. 58De ki: 'Eğer acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, benim gücümün ve yetkimin sınırları içerisinde bulunsaydı, sizinle benim aramızdaki iş bitmiş olurdu.' İlâhi azabın gelmesini acele istemenizden hemen sonra söz konusu azap üzerinize indirilirdi. Allah zâlimleri daha iyi bilir. Zalimlerin durumunu ve şiddetli azabı hakettiklerini yüce Allah en iyi bilir, dolayısıyla kendilerine süre tanır. Kısacası, azabı gönderme işini bana vermemiş ve bu konuda beni yetkili kılmamıştır. Şu halde putlara tapan kimse, mutlaka ilâhi azabı tadacak ve kesinlikle yakasını kurtaramayacaktır. Dünya, nefis, şeytan ve nevalarına tapanların durumu da bundan farklı değildir. Anlatıldığına göre. Yemen fakihlerinden bir grup, bir konuda kendisini imtihan etmek üzere büyük şeyh Ebu'l-Gays'e giderler. Ona yakınlaştıkları zaman, şeyh onları: ”Ey benim kulumun kulları! Hoş geldiniz!" diye karşılar. Onlar bu ifadeyi çok yadırgayarak ilim şeyhi İsmail b. Muhammed el-Hadremî'ye gidip Şeyh Ebu'l-Gays'ın kendilerine söylediği sözleri aktarırlar. Şeyh İsmail gülerek: ”Şeyh Ebu'l-Gays doğru söylemiştir" der ve şu açıklamayı yapar: ”Siz hevânın kullarısınız; hevâ ise şeyh Ebu'l-Gays'ın kulu..." Kişinin hevâdan kurtulması ise takva ile mümkündür. Şunu da belirtelim ki, hevâ nefsin özeli iklerindendir. Rabbinden gönde rilen açık bir delile dayanan kimse hevâ yolunda değil hidayet yolunda olur. Allah'tan gönderilen delil, aslında kalbi ferahlatan bir nurdur. Kuşkusuz hidayet üzere bulunanın belirgin özellikleri olacaktır. Anlatıldığına göre Allah'ın sâlih kullarından birisi insanlara sohbet ediyor, onlara çeşitli öğütlerde bulunuyordu. Günün birinde, söz konusu sâlih adamın yine insanlara öğütlerde bulunarak onları. ”Sizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin üzerine aldığı değişmez bir hükümdür. ” (Meryem: 71) âyetiyle korkuttuğu bir sırada yahudinin biri oradan geçer ve sâlih adama: ”Eğer okuduğun bu söz doğruysa, o zaman bizimle sizin aranızda hiçbir fark yoktur" der. Bunun üzerine âlim ve sâlih zat şu cevabı verir: ”Hayır, eşit durumda değiliz. Biz oraya girip çıkarız, siz ise gireceksiniz ve oradan çıkmayacaksınız. Biz, takva sayesinde oradan çıkmayı başaracağız. Siz ise zulmünüzün sonucu olarak orada diz üstü çöküp kalacaksınız. ” Ardından da şu âyeti okur: ”Sonra takva sahiplerini cehennemden kurtaracağız. Zulmedenleri de diz üstü çökmüş olarak cehennemde bırakacağız." (Meryem:72) Daha sonra yahudi: ”Takva sahipleri biziz" deyince sâlih ve âlim zat: ”Hayır, kesinlikle. Asıl takva sahipleri biziz" cevabını verdikten sonra şu âyetleri okur: ”...Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Rahmetimi, Allah'tan korkanlara, zekâtını veren ve âyetlerimize iman eden kimselere yazacağız. Onlar, okuyup yazması olmayan Allah'ın elçisi peygambere tabi olurlar." (A'raf: 156-157) 59Gaybın hazineleri sadece Allah'ın katındadır. Âyette geçen ”mefâtih" kelimesi, ”hazine" anlamındaki ”mefteh" kelimesinin çoğulu olabileceği gibi ”anahtar" anlamındaki ”miftah" kelimesinin çoğulu da olabilir. O zaman gayb âlemi kilitli hazinelere benzetilmiş ve onların anahtarlarının Allah katında olduğuna dikkat çekilmiş olur. Onları ancak O bilir. Bu cümle, kendisinden önceki cümleyi pekiştirir. Gayb hazinelerinden amaç ise: "Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah'ın katındadır." (Lokman: 34) âyetinde belirtilen beş husustur. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Gaybın hazineleri beştir ve onları ancak Allah bilir: Rahimler dekil erin mahiyetini sadece Allah bilir; yarın ne olacağını sadece Allah bilir; yağmurun ne zaman yağacağını sadece Allah bilir; kimin nerede öleceğini sadece Allah bilir. Kıyametin ne zaman kopacağını sadece Allah bilir." m O, karada ve denizde olanları türleri ve cinsleriyle birlikte detaylı olarak bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yani hem düşen, hem de ağaçlarda kalan yaprakların sayısını dahi bilir. Kuşkusuz, bu ifadeyle, ilminin her şeyi kuşattığı anlatılmak istenmiştir. Yerin karanlıklarında olan her tane Onun bilgisi dahilindedir. Kuru ve yaş her şey Onun tarafından bilinir. Haddâdî der ki: ”Yaş ve kurudan amaç, göklerde ve yerde bulunan her şeydir. Çünkü her şey, ya kuru veya yaş olur; cisim sahibi olmak bunu gerektirir." İşte yukarıda sözü edilen şeylerin tümü mutlaka apaçık bir kitaptadır. ”Kitap"Varı amaç, ya Levh-i Mahfuz veya bizzat ilâhî bilgidir. Haddâdî der ki: ”Eğer: 'Hiçbir şey Allah'a gizli olmadığı halde, onları Levh-i Mahfuz'da kaydetmenin anlamı nedir? Ayrıca O, herşcyi yaratmadan ve yazmadan önce de biliyordu; öyleyse bunları okuyup ezberlemek ve öğrenmek için de yazmadığına göre, başka ne hikmeti olabilir?' şeklinde bir soru sorulsa, cevaben denilebilir ki: 'Kaydedildikleri şekliyle olayların meydana gelmesiyle meleklerin yüce Allah'ın sıfatlarının üstünlüğü hakkındaki inançları artar, bilgileri fazlalaşır; işte bunun faydası ve manası budur. '“ 60Geceleyin sizi, öldürür gibi uyutan mü'min veya kâfir hepinizi, bir şey hissetmeme ve ayırt etmeme konusunda ölü gibi uyutan, gündüzün ne yaptığınızı bilen O'dur. Kısacası, ne yaptığınızı gayet iyi bilir. Âyette geçen ”cereha" bir şeyi yapmak anlamınadır. ”cevârihu'l-insan", insanın iş yaptığı organları demektir. Sonra, tayin edilen vâdenin tamamlanması, kişinin dünya hayatının son bulması ve ecelin noktalanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sizler günah işledikten sonra, size belli bir süre tanır ve o sürenin bitiminde canınızı alıp daha sonra sizleri huzuruna getirir. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Öldükten sonra başkasına değil, O'na döneceksiniz. Nihayet O, yaptıklarınızı size haber verecektir. Sözkonusu gece ve gündüzlerde ne yaptığınızı size bildirecek ve karşılıklarını size verecektir. 61O, kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Onların her işinde tasarruf yetkisine sahip olan yalnız O'dur. Onlara dilediğini yapar. Yaratma veya yoketme; diriltme veya öldürme; azap etme veya mükâfat verme konularında serbesttir. Size koruyucu melekler gönderir. Söz konusu melekler yaptıklarınızı kaydederler. Bunlara ”Kirâmen-Kâtibîn" denir. Kuşkusuz, yaptığı amellerin kaydedildiğini ve günün birinde deşifre edileceğini bilen insan daha dikkatli davranır. Ayrıca, efendisinin lütfundan emin olan ve kendisini affedip hatalarını örteceğine, inanan hizmetçi, hatalarının farkına varan hizmet ettiği diğer insanlardan çekinip sıkıldığı kadar, efendisinden çekinip utanmaz. Şöyle rivayet edilir: ”Bizden her insanı geceleyin iki melek ve gündüzün de iki melek izler. Bunların biri iyilikleri, diğeri kötülükleri kaydeder. Sağ tarafta bulunanı, sol tarafta bulunanın başkanı konumundadır, insan herhangi bir iyilik işlediğinde sağ taraftaki melek bunu on katıyla kaydeder. İnsan herhangi bir kötülük işleyip de soldaki melek bunu kaydetmeye kalkıştığında sağdaki melek ona ”dur, bekle" der. Bunun üzerine soldaki melek altı-yedi saat bekler. Eğer bu süre içerisinde insan, yaptığından pişmanlık duyup Allah 'tan bağışlanmayı dilerse, soldaki melek kaydetmekten vazgeçer. Yok eğer, tevbe-istiğfar etmezse, bu kez bire bir olarak yazar." Eğer: ”Bu melekler, görünürdeki fiilleri bildikleri gibi insanın gizlediği niyetleri de bilirler mi?" diye bir soru sorulsa, cevaben deriz ki: ”Evet bilirler. Çünkü bunlar her şey in durumunun kaydedildiği Levh-i Mahfuz'a müvekkel meleklerden yazarlar." Öte yandan denilmiştir ki: ”Kul, herhangi bir iyilik yapmaya kalkıştığında ağızından mis gibi bir koku yayılır, kötülük yapmaya niyetlendiğinde ise kendisinden çok kötü bir koku yayılır. İşte bu belirtiler doğrultusunda kayıtlarda bulunurlar." Buna göre insanın, yaşadığı sürece kendisini gözetleyen iki meleği değişmez. Nihayet sizden birine ölüm geldiği zaman, yani kim olursa olsun, herhangi birinizin eceli dolduğu ve ölüm belirtileri ortaya çıktığı zaman elçilerimiz onun canını alırlar; bu işle görevli meleklerimiz, Azrail ve yardı inci lan onun ruhunu kabzederler. Böylece koruyucu meleklerin görevi biter. Ve bu elçiler hiçbir eksiklik yapmazlar. Kendilerine verilen görevi bir an bile ihmal etmez ve belirlenen süreyi aşmazlar. Öte yandan ölüm meleği Azrail'e yardım eden on dört melek vardır. Bunlardan yedisi rahmet meleği olup mü'minlerin alınan ruhları onlara teslim edilir. Diğer yedisi de, kendilerine ölen kâfirlerin ruhları teslim edilen azap melekleridir. Mücahid der ki: ”Yeryüzü ölüm meleği için bir leğen gibi yapılmıştır. Dilediği yerine uzanabilir." Yani, değişik yerlerde olup sayıları çok olsa bile ruhları alma konusunda herhangi güçlükle karşılaşmaz. Ancak, şeytanın dünyadaki tüm insanların kalblerine nasıl vesvese verdiğini bilemediğimiz gibi, bu meleklerin ruhları nasıl alabildiği keyfiyetini çok sınırlı olan aklımızla kavrayanlayız. Âlimler diyorlar ki: ”Ölüm bir hiçlik ve yokluğa mahkûm olmak değildir. Aksine ölüm, sadece ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ölüm bir ülkeden başka bir ülkeye göç etme halinden ibarettir. Oysa, insanlar uzun bir emele sahip olmaları dolayısıyla ölümü unuturlar. Dünyaya bağlandıkları ve kadın şehvetine daldıkları için ölümü hatırlamazlar. Bu yüzden denilmiştir ki: 'Ölüm çok büyük bir musibettir, fakat gaflet ondan daha da büyük bir musibettir.'" 62Ölümün ardındaki dirilişten Sonra melekler tarafından gerçek sahipleri olan Allah'a, her durumlarını bilen Allah'a döndürülürler. O'nun hükmüne ve adaletine teslim edilirler. O'ndan başka hiçbir söz sahibinin bulunmadığı hesap meydanında sorgulanmak üzere O'nun huzuruna çıkarı İni ar. Buradaki ”gerçek sahipleri olan Allah..." ifadesinin ”Kuşkusuz, kâfirler sahipsizdirler" (Muhammed: 11 ) âyetiyle çeliştiği zannedilmesin. Çünkü bunun anlamı ”kâfirlerin yardımcıları yoktur" şeklindedir. Doğrusu, hüküm yalnız O'nundur. Kıyamet gününde hiçbir surette, O'nun dışında hiç kimsenin kullar arasında hükmetmesi sözkonusu değildir. O, hesap görenlerin en süratlisidir. Çok kısa sürede tüm yara tıkların hesabını görecektir. O'nun için bir hesap diğer bir hesaba; bir durum diğer bir duruma engel olamaz. Çünkü O, herhangi bir âlet aracılığıyla konuşmaz. Hesap yapabilmesi için düşünmeye ve parmaklarını kullanmaya ihtiyacı yoktur. Zaten hesap görmesi herkesin hak ettiği mükâfat ve cezayı belirlemesi demektir. Şüphesiz haşir ve hesap yeryüzünün üzerinde görülecektir. Ancak bu yer şimdikinden farklı olacaktır. Üzerinde hiçbir kanın akmadığı, hiçbir haksızlığın yapılmadığı gümüş gibi bembeyaz bir toprak parçası olacaktır. Haşir ve hesabın Allah tarafından yapılacağı kesin olduğuna göre, akıllı insanın kendisini sorgulaması ve hesap tartışmasına girmemesi gerekir. Çünkü insan, âhiret yolculuğunu sürdüren bir tüccar konumundadır. Sermayesi ömrüdür. Bu ömrü taat ve ibadetle harcadığı takdirde kârlı, günah ve isyanda tükettiği takdirde ise zararlı olacaktır. Bu ticaretteki ortağı ise kendi nefsidir. Nefis hem iyilik yapmaya, hem de kötülük işlemeye yetenekli olsa bile günah ve şehvetlere daha eğilimlidir. Bu yüzden nefsin, sürekli olarak denetlenmesi ve sorgulanması gerekir. 63Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke halkına: De ki: 'Sizi kara ve denizin karanlıklarından, yolculuklarınız sırasında kara ve denizin tehlike ve sıkıntılarından kim kurtarır? Sizi bu durumlardan kim muhafaza eder?.. Burada ”karanlığın" şiddet ve sıkıntı yerine kullanılmasının sebebi, ikisinin de benzer sonuçlar doğurmasındandır. Nitekim hem ”karanlık", hem de ”şiddet ve sıkıntı", görmeyi engelleme ve korku verme konusunda aynı neticelere sebep oluyorlar. Hatta -bu anlamda- sıkıntı dolu güne ”karanlık gün" denir. Halbuki siz: 'Eğer bizi bundan kurtarırsa yemin olsun ki şükredenlerden oluruz' diye boyun eğerek gizlice O'na duâ edersiniz.' Son derece muhtaç bir konumda olduğunuzu belirterek O'na yalvarırsınız. Nimetlerine karşı tam anlamıyla şükür görevinizi yerine getireceğinize ilişkin söz verirsiniz. Oysa, nimetlere karşı şükür görevi. Allah'a ortak koşma bir yana, o nimetleri vereni hatırlayarak O'na kulluk etmeyi ve O'nun emirlerine karşı gelmemeyi gerektirir. 64Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara de ki: 'Sizi ondan ve onun dışındaki bütün sıkıntılardan, insanı üzen tüm dert ve kederlerden Allah kurtarır. Bütün bu nimetleri gördükten sonra da siz O'na ortak koşarsınız'. Aslında insan, bir önceki âyette yer alan ”şükredenlerden oluruz" sözlerine karşılık, en uygun sözün ”sonra da siz şükretmezsiniz", yani kulluk görevlerinizi yapmazsınız, denilmesi olduğunu düşünüyor. Ancak Allah'a ortak koşmanın doğrudan doğruya bir şükürsüzlük olduğuna dikkat çekmek için ”sonra da siz O'na ortak koşarsınız" denilmiştir. 65De ki: Kendisine ortak koşmanızın cezası olarak: 'Üstünüzden yahut ayaklarınızın altından size azap göndermeye veya sizi parçalara bölüp bir kısmınızın kötülüğünü diğer bir kısmınıza tattırmaya kadir olan O'dur.' Nitekim Lut kavminin ve fil ashabının tepesinden taşlar yağdırmış: Firavun'u boğdurup Karun'u batırmıştı... Parçalara bölünmekten amaç ise, muhtelif hiziplere ve farklı görüşlere sahip gruplara ayrılmak demektir. Böylece her grup bir önderin peşine takılacak, aralarında savaş çıkacak, bir grup diğer bir kısmın kötülüğünü tadacak, yani bir kısmı diğer bir kısmını öldürecek... Kuşkusuz, yüce Allah'ın cemal ve celâl sıfatlarının tecellisi ve hikmetinin gereği olarak kimi zaman müminler kâfirlere üstünlük sağlayabilir, bazan da tam tersi olabilir. Hadiste de şöyle buyurulmuştur: ”Ben Rabbimden üç şey istedim: ikisini lütfetti. Birisini ise kabul etmedi. Önce O'ndan ümmetimi açlıkla perişan etmemesini istedim kabul etti. Ardından yine O'ndan ümmetimi batırmakla mahvetmemesini diledim, onu da kabul etti. Sonra aralarında düşmanlık meydana getirmemesi için duâ ettim, kabul etmedi." Kuşkusuz, açlıktan amaç tüm ümmeti etkileyen bir kıtlık; batırmaktan amaç ise Nuh tufanı gibi genel bir sel felâketiyle ümmeti yok etmektir. Düşmanlıkla işaret edilmek istenen husus ise, savaş ve benzeri felâketlerdir. Bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: ”Ümmetimin yok olması, savaş ve salgın hastalıkla olacaktır. ” Bir başka hadis-i şerif de şöyledir: ”Ümmetimin arasına kılıç konulduğu takdirde artık kıyamete kadar çıkmaz." Bu hadiste Hazret-i Peygamberin bir mucizesi görülmektedir. Çünkü, haber verdiği gibi olmuştur. Hadislerde geçen ”be's"ten amaç, şiddetli savaştır. Öte yandan, Muhammed ümmetinin arasına fitne ve savaş girmesinin başlıca sebebi, yetkililerin Allah’ın kitabına göre hüküm vermemeleridir. Bak ey Muhammed! Kurandaki âyetleri, çeşitli şekillerde ortaya konan va ad ve tehditleri iyice anlasınlar ciddiyetini kavrayıp kendilerine gelsinler, hatalarından dönsünler diye söz konusu âyetleri değişik şekillerde nasıl açıklıyoruz? 66Kavmin, yani onların içindeki inatçı kâfirler hak olduğu halde onu va'dedilen azabı, ya da ondan bahseden Kur'anı yalanladı. Oysa o azap mutlaka vuku bulacaktır ve o kitap haber verdiği şeylerde doğrudur. De ki: 'Ben sizin üzerinize vekil değilim.' Sizi yalandan çevirecek ve tasdik etmeye zorlayacak durumda değilim. Çünkü benim görevim sizleri uyarmaktan ibarettir. 67Kur’an’da belirtilen her haberin neticelenip kararlaşacağı bir vakit vardır. İşte o vakit gelecek, böylece azaplandırılmanızın zamanı da gelmiş olacaktır. Yakında yani meydana geldiğinde, dünyada veya âhirette, ya da her ikisinde, bu durumu bileceksiniz. Başınıza nelerin geldiğini fark edeceksiniz! Durum böyle olunca, akıllı insanın yapması gereken iş, sıkıntıları gidermesi için Allah'a yalvarması ve günahta ısrarlı olmamasıdır. Çünkü her günah bir musibete sebep olduğu gibi, meydana gelen her kötü durum da mutlaka kötülüğü emreden nefsin davranışlarından kaynaklanmaktadır. 68Âyetlerimiz aleyhinde konuşmaya dalanları gördüğün zaman... Aslında ”dalmak", diye tercüme edilen ”havd" kelimesinin anlamı mutlak olarak bir şeye başlamaktır. Ancak tağlip yoluyla batıl bir şeye başlamakta kullanılmaktadır. Âyetlerden maksat da Kur’an’dır. Yani: Kur'an'ı yalanlamak, alay edip tenkit etmek suretiyle konuşmaya dalanları gördüğün zaman... Nitekim bu Kureyş kâfirlerinin genel karakteriydi. İşte bunları, bu durumda gördüğünde başka bir söze geçmelerine kadar onlardan yüz çevir, âyetlerimiz aleyhindeki dedikoduyu sürdürdükleri sürece onlarla ilişiğini kes. Eğer şeytan onlardan yüz çevirme ve yanlarında oturmama işini sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlim kavimle beraber oturma. Tasdik etme ve yüceltmenin yerine alay etme ve yalanlamayı koyarı insanlardan uzaklaş. Âyette geçen ”şeytan"dan amaç iblis veya askerlerinin ileri gelenlerinden birisidir. 69Müslümanların: ”Eğer bunların Kur'an'la alay ettikleri her defasında yanlarından kalkmamız gerekiyorsa, Mescid-i Haram'da doğru-dürüst oturamayız, hiç tavaf yapamayız. Çünkü işleri güçleri Kuran aleyhinde konuşmaktır" diye sıkıntılarını dile getirmeleri üzerine yüce Allah, zâlimlerin hatalarını onlara hatırlatmaları ve onları ikaz etmeleri için oturabileceklerine ruhsat vererek şöyle buyurdu: Allah'tan korkanlar, o zâlimlerin hesabından sorumlu değillerdir. Kur'an'ın aleyhinde konuşanların çirkin davranışlarından sakınan mü'minler o zalimlerin işledikleri cinayetlerden mesul değillerdir. Fakat (onlara düşen) bir hatırlatmadır. Yani hatırlatma ve sözkonusu dedikodulardan vazgeçirme niyetiyle oturabilirler. Buna göre mü'minler, imkânlar ölçüsünde Kuran aleyhinde konuşanları uyaracaklar, yaptıkları işin çirkinliğini kendilerine hatırlatacaklar ve onları vazgeçirmeye çalışacaklardır. Umulur ki, sakınırlar. Utanma pahasına bile olsa belki böylece Kur'an'ın aleyhinde konuşmaktan vazgeçerler ve kötü duruma düşmekten sakınırlar. 70Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Kuşkusuz bunlardan amaç, Kuran aleyhinde konuşan kâfirlerdir. Dini oyun ve eğlence edinmek, onunla alay etmek ve onu hafife almak demektir. Bilindiği gibi ”oyun", yararlı şeyleri bırakıp faydasız şeylerin peşinde koşmak; ”eğlence" ise ciddiyetten uzaklaşmak demektir. ”Dünya hayatının aldatmasından" amaç ise, bütünüyle dünyaya bağlanmak, ondan sonra başka bir hayatın olmayacağına inanmak demektir. Yani bu gibi insanlarla muhatap olma, onlarla şakalaşma. Onların yalanlamalarına önem verme ve alaylarıyla kalbini meşgul etme. Kişi kazandığı kötü amel yüzünden helake uğramasın, yok olmaya mahkûm olmasın diye Kur'an'la öğüt ver. Yaptığı çirkinliklerin cezasını çekmesin diye, öğütten anlayana Kur'an'la nasihat et! (O gün) onun, yani söz konusu durumda olan insanın Allah'tan başka ne bir dostu, ne de bir şefaatçisi vardır. O'ndan başka kendisini azaptan kurtaracak kimse yoktur. Her türlü fidyeyi verse de... Meselâ fidye olarak yeryüzünde olan her şeyi takdim etse de ondan kabul edilmez. Artık onun için tüm kurtulma yolları tıkanmıştır. Bu gerçeğe inanıp da günah işlemeye yeltenenlerin, kalbi nasıl ürpermiyor hayret doğrusu?!... İşte onlar, yani dinlerini oyun ve eğlence edinip dünya hayatına aklananlar, yaptıkları amel yüzünden çirkin davranışları ve bâtıl inançları yüzünden kendilerini helake ve azaba teslim eden kimselerdir. Onlar için inkâr ettiklerinden dünyada küfür üzere kaldıklarından dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. Söz konusu kaynar su ile içleri parçalanacak, bağırsakları paramparça olacak ve cehennem ateşi tarafından yakılacaklardır. Şüphesiz Allah'ın âyetlerini kabul etmemek ve onlarla alay etmek küfürdür, inkârcılıktır... İnkarcılığın sonucu ise can yakıcı azaptır. Öte yandan günahta ısrar da çoğu âsî mü'minlerin kâfir olarak ölmelerine sebep olmaktadır. Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız. 71Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Allah'ı bırakarak O'na ibadet etmekten vazgeçerek bize bir fayda ve zarar veremeyen, vermekten âciz olan şeylere, yani putlara ve heykellere mi tapalım da, Allah bizi hidâyete erdirdikten, İslâm'la şereflendirdikten ve şirkten kurtardıktan sonra geriye döndürülmüş olalım? İslâm'dan vazgeçip şirke dönmüş olalım? Şeytanların yeryüzünde aldattığı, cinnî şeytanların alıp kuytu bir yere götürüp kaybettirdiği, şaşkınlık içerisinde kalan, yolunu yitiren, arkadaşlarının kendisini doğru yola davet ederek, hakka çağırarak: 'Bize gel' dedikleri kimse gibi mi olalım?' Kendisine hak ile bâtılı kesin bir biçimde birbirinden ayıran deliller serdedikliği halde Allah'a ortak koşup O'ndan başkasına tapan kimseyi yüce Allah, şu üç niteliğe sahip olan bir kişiye benzetiyor: Birincisi, kötü ruhlu cinnî şeytanlar tarafından kaçırılıp kuytu bir yere götürülüp kaybettirilmiş; İkincisi, şaşkın ve yolunu yitirmiş, ne yapacağını bilmez bir biçimde donakalmış: Üçüncüsü, arkadaşları tarafından uyarıldığı, ”yolunu şaşırdın bize gel" denildiği halde cinlere ve şeytanlara uymaktan vazgeçmemiş... Şüphesiz cinler, çeşitli şekillerde ortaya çıkabilen nûrânî cisimlerdir. Nasıl ki hava, delikli ve ayrık olan cisimlerin arasına sızabiliyorsa, cinler de hayvanların ve diğer canlıların içine sızabiliyorlar. De ki: 'Şüphesiz, hidâyet yani bizi yönelttiği İslâm, ancak Allah'ın hidâyetidir. İslâm'ın dışındaki her şey sapıklıktır. Yine de ki: Biz, âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim olmakla müslüman olup O'nun emirlerine boyun eğmekle 72ve 'namazı kılın ve Allah'tan korkun' diye emrolunduk'. Şu halde İslâm, ruhanî taalların; namaz da cisınanî taatkırın başıdır. Allah'tan korkma, yani takva ise, sakınılması gereken her şeyden sakınmak demektir. Huzurunda toplanacağınız O'dur. Evet kıyamet gününde Allah'ın huzurunda toplanıp hesaba çekileceksiniz. 73Gökleri ve yeri, yani yükseklerde ve derinliklerde bulunan tüm yüce ve aşağı varlıkları yerli yerince hak ve hikmete uygun olarak yaratan O'dur. Bir şeye 'ol' dediği gün hemen oluverir. O'nun sözü hak'tır. Her şeyle ilgili olarak verdiği emir gerçekleşir ve bu emir o şeyin mahiyetini içeren ”hak" doğrultusunda olur. Sûr'a üfürüldüğü gün de mülk ancak O'nundur. O gün, dünyadaki gibi mecazi türden bile olsa, hiç kimse için herhangi bir mülk ve hükümranlık sözkonusu değildir. O, gizliyi ve açığı bilendir. Görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. O, yaptığı her şeyde hüküm ve hikmet sahibidir. Gizli ve açık her şeyden haberdardır. Kuşkusuz, Sûr'a üfürülüş olayı üç aşamada gerçekleşecektir: Birincisi: Korkutma üfürüğüdür. Bu üfürüğü duyan herkes artık öleceğine inanır. Dünya ömrünün bitmek üzere olduğunu anlar. Sorgu, hesap ve azap dolayısıyla kendisini bir korku kaplar. İkincisi: Sûr'a bu üfürüşte Allah'tan başka her şey oluverir. Çünkü O'nun dışında her şey fânîdir. Üçüncüsü: Kabirlerden diriliş üfürüğüdür. Tüm yaratıklar öldükten sonra ruhları Sûr'a yerleştirilir. ”Acbü'z-zeneb" denilen kuyruk sokumundaki bir parça dışında insan bütünüyle çürür. Toprak tarafından yenilmeyen ve çürütülmeyen söz konusu parça kıyamet gününde yaratıkların temelini oluşturur. Başka bir deyimle tüm yaratıklar tekrar ”acbü’z-zeneb"ten meydana getirilir. Nitekim sahih hadislerde de bu tip bilgilere yer verilir . 74Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke halkına İbrahim'in kıssasını anlat. Çünkü senin bu anlatışın onları susturur. Bir zaman İbrahim, putlara tapan babası Âzer'e: 'Putları ilâhlar mı ediniyorsun? diyerek bu davranışından dolayı yadırgamış, putları ilâh edinmesinin şaşılacak şey olduğunu vurgulamış; daha sonra da: Doğrusu ben, seni ve bu konuda sana uyan kavmini apaçık bir sapıklık içerisinde görüyorum' demişti. ”Âzer" kelimesi de tıpkı ”Târeh" kelimesi gibi İbrahim'in babasının ismi olabileceği, başka bir deyimle İbrahimin babasının Âzer ve Târeh şeklinde iki ismi olabileceği gibi, Azcr onun lakabı, Târeh de ismi olabilir. Nitekim İsrail ve Yakup da aynı peygamberin iki ayrı ismidir. Kuşkusuz Hazret-i İbrahim'in babasına yönelttiği bu soru bir yadırgama ve ayıplama sorusudur. Şunu da belirtelim ki, putlara tapmak küfürdür. Bu âyetten Âzer'in küfür üzere olduğu anlaşılsa da bu, soyundan olması dolayısıyla peygamberimize bir eksiklik olarak izafe edilemez. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Ben hep tertemiz sulplerden, tertemiz rahimlere intikal ettim" sözünden amaç: ”Benim soyumdan, zinadan doğan olmamıştır" demektir. Ayrıca, cahiliye dönemindeki nikâh, kendi şartları içerisinde geçerlidir. Nitekim başka bir hadiste de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: ”Ben zinadan değil, nikâh neticesi doğdum." 75Yakînen iman edenlerden yani Allah'ı tanıyanlardan olsun diye İbrahim'e göklerin ve yerin muhteşem mülkünü, yani yüce Allah'ın gökleri ve yeri egemenliği altında nasıl tuttuğunu; nasıl, onların Rabbi olduğunu öylece gösteriyorduk, tanıtıyorduk. 76Kendisini gece bürüyünce, ortalık kararıverınce bir yıldız gördü. Bir kısım rivayetlere göre Zühre (Venüs gezegeni), bir kısmına göre de Müşteri yıldızını (Jüpiter gezegeni), kısacası yedi gezegenden birisini görüverdi. Ve: 'İşte benim Rabbim budur' dedi. Bilindiği gibi Hazret-i İbrahim'in babası ve kavmi putlara ve yıldızlara tapıyorlardı. Öte yandan Hazret-i İbrahim'in, burada ortaya attığı iddialara inanç olarak sahip olmadığının ve bu iddiaların temelsiz olduğunun delili, ifadelerin başkasının dilinden anlatılması sonra da bunun çürütülmesidir. Yıldız kaybolunca da: 'Ben, kaybolup gidenleri sevmem' dedi. Yıldız battıktan sonra da, şekilden sekile giren ve sürekli yer değiştiren, değişken varlıkların Rab olamıyacağını belirtti. 77Yıldızların batınımdan sonra: Ay'ı doğarken görünce: 'Benim Rabbim budur' dedi. Tıpkı yıldız gibi O da kaybolunca: 'Eğer Rabbim, beni doğru yola sevketmeseydi, yemin olsun ki sapık kavimden olurdum' dedi. Böylece kendi kavminin dalalet üzre olduğuna işaret etti. Büyük bir ihtimalle o zaman Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), batısında büyük bir dağın yer aldığı, yıldızlarla ayın o dağın arkasında kaybolduğu bir bölgede bulunuyordu. Yoksa, yıldızların kaybolmasından sonra hemen ayın çıkmasını ve güneş çıkmadan hemen önce de ayın kaybolmasını bir ânda düşünmek normalde çok zor bir olaydır. 78Güneşi doğarken, yani doğmaya başlarken görünce: 'Benim Rabbiın budur, çünkü bu ay ve yıldızlardan daha büyüktür' dedi. Bu ifade de tıpkı: ”Yemin olsun ki sapık kavimden olurdum" ifadesi gibi Hazret-i İbrahim'in kendi kavmini dalalette gördüğüne işaret ediyor. O da yani, güneş de tıpkı yıldız ve ay gibi kaybolunca, dedi ki: 'Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Bütün delillere rağmen, kavminin, doğru yola dönmediğini gören Hazret-i İbrahim gerçeği böylece hay kırarak onlarla herhangi bir ilişkisi olmadığını belirtti; yaratılmaya muhtaç cisimlere ve putlara tapmasının mümkün olmadığını vurguladı. 79Bunun üzerine Hazret-i İbrahim'in kavmi kendisine: ”Peki, öyleyse sen neye ibadet ediyorsun?" diye bir soru sorunca cevabı şu oldu: Şüphesiz ki ben Hakk'a eğilerek, yani sadece Allah'a ibadet edip O'na yönelerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Kesin bir şekilde bâtıl inançlardan vazgeçip Allah'ın dinine döndüm. Ben herhangi bir söz ve davranışla Allah'a ortak koşanlardan değilim.' Kuşkusuz bu, kalb aynası tertemiz olup pırıl pırıl parlayan, nefis ve şehvetin karanlıklarından kurtulan kişilerin durumunu yansıtmaktadır. 80Hazret-i İbrahim'in kavmi, dîni konusunda onunla tartışmaya başladı. Putları terkettiği takdirde, putlardan kendisine bir zarar geleceğini belirttiler ve bu hususta onu tehdit ettiler. O da: 'Beni doğru yola eriştirdiği, yani bana gerçeği gösterdiği halde Allah hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? O'na ortak koştuklarınızdan korkmuyorum. Putların bana hiçbir zarar veremiyeceğine inanıyor ve onlardan çekinmiyorum. Çünkü onların hiçbir şeye güçleri yetmez. Ancak Rabbimin dilediği şey müstesna. Eğer Allah, başıma herhangi bir felâketin gelmesini takdir etmişse, bu O'nun tarafından olur. Yoksa sizin putlarınızın hiçbir şey yapmaya güçleri yoktur. Rabbim ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. Her şey O'nun bilgisi dahilindedir. Düşünmez misiniz?' Cansız ve donuk şu putlarınızın hiçbir zarar ve fayda veremiyeceklerini, dolayısıyla bana herhangi bir kötülük dokunduramıyacaklarını anlamaz mısınız? dedi. 81'Hakkında size hiçbir delil indirmediği şeyi, siz Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?' Hiçbir dayanağınız olmadığı halde siz cinayetlerin en korkuncunu işliyorsunuz, yerlerde ve göklerde benzeri olmayan Allah'a ortak koşmaktan eekinmiyorsunuz da, ben hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlardan nasıl korkarım? Eğer bilirseniz, (söyleyin.) bakalım bu iki topluluktan hangisi emniyet içinde olmaya daha lâyıktır? Biz mi? Yoksa siz mi?... 82Bu iki topluluktan birincisi: İman edenler ve imanlarına, müşrik grubun aksine zulüm ve şirk kisvesi givdirmeycnler, yani imanlarına şirk karıştırmayanlardır; işte emniyet içinde olma onların hakkıdır. Azaptan kurtulmaya lâyık olanlar onlardır. Onlar doğru yoldadır. Diğerleri ise apaçık sapıklık içindedirler. 83Bu, yani ”kendisini gece bürüyünce..." (En'am: 76) ifadesinden başlayıp ”...Onlar doğru yoldadır." (En am: 82) ifadesiyle biten bu kanıtlar İbrahim'e, kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir. Bilindiği gibi ”delil", herhangi bir şeyi ispatlamak için ortaya konan sözdür. İşte biz İbrahim'e bu delili gösterip öğrettik. Biz, dilediğimizin derecelerini, ilim ve hikmet bakımından yükseltiriz. Nitekim, çocuk yaşta iken kendi dönemindeki yaşlılardan üstün olacak şekilde İbrahim'in derecelerini yükselttik. Böylece, ancak büyük peygamberlerin bulabilecekleri delillere yöneldi. Şüphesiz ki Rabbin, birtakım kimselerin derecelerini yükseltip bir kısmınınkini alçaltına konusunda hüküm ve hikmet sahibidir. Derecesini yükselttiği kimsenin durumunu ve yeteneğini bildiği gibi, her şeyi iyi bilendir. Kuşkusuz Hazret-i İbrahim'le kavmi arasındaki bu kıssalardan amaç, kavmin tartışma ve delil ileri sürme yöntemiyle susturulması, sapıklık içinde bulunduklarına dikkatlerinin çekilmesidir. İleri gelen seçkin müfessirlerin görüşü de bu doğrultudadır. Söz konusu müfessirler bahsi geçen âyetleri bu istikamette yorumlamışlardır. Bir kısınma göre Allah'ın birliğinin ispatlanması ve O'nun dışındakilerin ilâhlığının çürütülmesi konusunda ileri sürülen bu deliller, Hazret-i İbrahim'i yetiştirmeye ve tam bilgi sahibi etmeye yöneliktir. Buna göre Hazret-i İbrahim, henüz delikanlılık çağında ve ergenliğinin ilk basamağında böyle bir durumla karşılaşmıştır. ” Bu durumda 75. âyetteki melekût-muhteşem mülkten amaç ilâhi âyetler olur. 84Biz ona, İbrahim'e İshak'ı ve Yakub'u bahşettik, ikramda bulunduk. İshak (aleyhisselâm) Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in öz oğludur. Hazret-i İshak, İsrail oğullarına gönderilen tüm peygamberlerin babası sayılır. Yakub ise İshak'ın oğludur Ve hepsini doğru yola şevkettik. Hepsine ilmî ve amelî üstünlükler vererek dînî faziletlere yönelttik. İbrahim'den daha önce Nuh'u ve soyundan olan Davud'u, onun oğlu Süleyman'ı, Emvas oğlu Eyyûb'u, Yakub'un oğlu Yusuf'u, İmran oğlu Mûsa'yı ve kendisinden bir yaş büyük olan kardeşi Harun'u da doğru yola sevketmiştik. Burada, Hazret-i İbrahim'den bahsedildiği bir sırada atalarından olan Nuh'un doğru yola sevk edilmesinden söz edilip Hazret-i İbrahim için bir nimet olarak değerlendirilmesi dikkat çekicidir. Kuşkusuz bunun sebebi, Hazret-i Nuh'un, Hazret-i İbrahim'in babalarından olması ve babaya ait olan bir şerefin oğula da sirayet etmesi dolayısıyladır. Öte yandan burada sayılan peygamberlerin, Hazret-i İbrahim'in değil de, Hazret-i Nuh'un ”soyundan" olduklarına dikkat çekilmesinin sebebi de, gerçekten Hazret-i İbrahim'in ”soyundan" olmayan Hazret-i Yunus ve Hazret-i Lut'tan da söz edilmesinden dolayıdır. Nitekim Bağavî de bu hususu böylece açıklamıştır. Şunu da belirtelim ki, Hazret-i Dâvud ve Hazret-i Süleyman'ın soyları Yakub oğlu Yahuda'ya kadar çıkar. Ayrıca burada adı geçen peygamberler geldikleri zaman sırasına göre zikredilmemişlerdir. İşte Biz iyilikte bulunanları, derece bakımından yücelttiğimiz gibi, onları ayrıca böyle mükâfatlandırırız. Hak ettikleri oranda onlara mükâfat veririz. 85Öte yandan soyu Hazret-i Süleymen (aleyhisselâm)’a kadar uzanan Zekeriya, onun oğlu Yahya, İmran'ın kızı olan Meryem'in oğlu İsa ve Mûsa'nın kardeşi olan Harun'un yeğeni İlyas'ı da (hidayete erdirdik.) Burada İm ran'in kızı olan Meryem'in oğlundan, yani Hazret-i İsa'dan bahsedilmesi, kişinin kızının çocuklarının da kendi zürriy et inden sayıldığını göstermektedir. Buna göre anneleri aracılığıyla Hazret-i Peygambere bağlandıkları halde, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın soyundan kabul edilir ve onlara hakarette bulunan Hazret-i Peygamberin zürriyetine hakaret etmiş olur. Hepsi de sâlihlerdendi. Adı geçenlerin tümü de yapılması gerekeni yapıyor, sakınılması gerekenden sakınıyordu. Hepsi de salâhda kemâle erenlerdendi. 86Nuh’u hidayete erdirdiğimiz gibi İbrahim’in oğlu İsmail peygamberi de hidayete erdirdik. Hazret-i İsmail'in, Hazret-i İbrahim'in diğer soyundan ayrı olarak zikredilmesinin hikmeti, belki de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hazret-i İsmail'in soyundan olmasından dolayıdır. Bu yüzden müstakil olarak kendisinden bahsedilmiş ve sona bırakılmıştır. Öte yandan Acuz'un oğlu olan Ahtub'un oğlu Elyesa, Mettâ'nın oğlu Yunus ve İbrahim'in kardeşinin oğlu olan Haran’ın oğlu Lut'u da (hidayete erdirdik.) Hepsini doğru yola şevkettik. Hepsini de âlemlerden üstün kıldık. Onları kendi dönemlerinde bulunan insanların tümünden üstün kıldık. 87Babalarından bir kısmını nesillerinden ve kardeşlerinden bazılarını da (üstün kıldık.) Babalarından bir kısmını dedik. Çünkü Âdem, Şît ve İdris gibi bazı babalar Peygamber iken, diğer bir kısmı bu konumda değildi. Öte yandan ”nesillere" Yakupoğullarını; ”kardeşlere" de onların dönemlerindeki Hazret-i Yusuf un kardeşlerini örnek vermek mümkündür. Ayrıca kardeşlerden amaç, adı geçen peygamberlere inanan ve dinde kardeş olan tüm insanlar olabilir. Onları seçtik ve doğru yola ilettik. Doğru yola giren sapıtmış olmaz. 88İşte bu hidayet Allah'ın doğru yoludur. Yolun Allah'a nisbet edilmesi, ona şeref kazandırmak içindir. Kullarından dilediğini, hidayet ve irşada elverişli olanlarını o doğru yola iletir, hidayete sev keder. Eğer onlar yani adı geçen peygamberler, faziletli ve üstün değerli olmalarına rağmen Allah'a ortak koşsalardı, şirke girselerdi, yaptıkları bütün amelleri boşa giderdi. Tüm iyilikleri geçersiz sayılırdı. Bunların durumu böyleyken artık diğer insanların durumunun nasıl olacağını siz düşünün? Bu, gerçekten hem sıradan insanlar, hem de üstün konumda bulunanlar için son derece önemli bir uyarıdır. Allah'ın gazabından bütünüyle emin olmamaları gerektiğine ilişkin şiddetli bir ikazdır. 89Kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiklerimiz işte bunlardır. Adı geçen on sekiz peygambere semavî kitapların muhtevasını tam anlamıyla kavrattık. Yoksa bunların hepsine ayrı ayrı kitap gönderilmemişti. Ancak her birine ayrı ayrı yetenekler verilmiş, bir kavrama kabiliyeti bahşedilmişti. Eğer o kâfirler, yani Mekke halkı, bu verdiklerimizi yani kitap, hikmet ve peygamberliği inkâr ederlerse, bunları inkâr etmeyecek bir kavmi, Rasûlüllahin ashabını o verdiklerimize vekil kılarız. Bu gerçeklere uymalarını emreder, iman etmelerini sağlar ve bu hususların gereğini yapmalarını temin ederiz. 90İşte bunlar, kendilerinden söz edilen bu peygamberler, Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. Yüce Allah onları doğru yola yöneltmiş ve kendilerine gerçeği göstermiştir. Sen de onların doğru yoluna uy. Başkalarının değil, yalnız onların yolunu izle. Kuşkusuz bu yoldan amaç, Allah'a iman etme, O'nu birleme ve dinin temel rükünlerini izleme gerçeğidir. Âlimler, bu âyete dayanarak Hazret-i Peygamberin bütün peygamberlerden daha faziletli olduğunu ileri sürmüşlerdir. Çünkü erdemlik özellikleri ve şeref sıfatları peygamberler arasında dağıtılmıştı. Her biri bir noktada ilerlemişti. Meselâ, Hazret-i Dâvud ve Hazret-i Süleyman'ın başlıca özellikleri nimetlere karşı şükretmeleriydi. Hazret-i Eyyûb, musibetlere karşı sabretmekle meşhur olmuştu. Hazret-i Yusuf, hem şükreden, hem de sabredendi. Hazret-i Mûsa fevkalâde mucizeleri göstermekle ün salmıştı; Hazret-i Zekeriya, Hazret-i Yahya, Hazret-i İsa ve Hazret-i İlyas, zühd sahibi kimselerdi. Hazret-i İsmail doğruluk ve teslimiyetiyle tanınmıştı... Görüldüğü gibi her peygamber belirli bir özellikle meşhur olmuş ve tanınmıştı. İşte yüce Allah, tüm güzel sıfatları sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed'de toplamıştı. Çünkü ona: ”Sen de onların doğru yoluna uy" buyuruyordu. Bu yüzden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kendinden önceki tüm peygamberlerin güzel özelliklerini eksiksiz uygulamak durumundaydı. Ve Kureyşli kâfirlere de ki: 'Sizden bu tebliğe karşılık bir ücret istemiyorum. Size Kur'an'ı tebliğ ettiğimden dolayı herhangi bir menfaat beklemiyorum. O Kur'an, âlemler için ancak bir hatırlatma, bir öğüttür.' Yüce Allah tarafından gönderilmiş bir irşad kaynağıdır. Kuşkusuz irşad hizmeti hep böyle olagelmiştir. Öyleyse dînî eğitim, öğretim ve irşad için herhangi bir maddî ücret beklenilmemelidir. Başka bir deyimle din hizmeti her türlü dünyevî çıkardan arındırılmış olmalıdır. 91Onlar: 'Allah hiçbir insana kitap ve vahiy adına bir şey indirmedi' diyerek Allah'ı hakkıyla takdir etmediler. O'nu tam anlamıyla tanımadılar. Onun hukukunu gözetmeyip çiğnediler. Dolayısıyla peygamberlerin gönderilişini ve kitapların indirilişini inkâr ettiler. Bu arada Kur'an'ın indirilişine de olanca güçleriyle karşı çıktılar. Bir şeyi hakkıyla takdir etmek, onu tüm yönleriyle bilmek demektir. Buna göre kâfirlerin Allah'ı, hakkıyla takdir etmeyişleri, O'nun sıfatlarını tanımama anlamına gelir. Rivayet edildiğine göre, Yehudilerin bilginlerinden ve ileri gelenlerinden Mâlik b. Sayf, bir gün inatçı bir grup arkadaşıyla birlikte Mekke'ye gitti. Amaçları Hazret-i Peygambere bir şeyler sormak ve onu zor durumda bırakmaktı. Mâlik, iriyarı şişman bir adamdı. Hazret-i Peygamberin yanına geldiğinde Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: ”Hazret-i Mûsa'ya Tevrat'ı indiren Allah askına doğru söyle: Tevrat'ta yüce Allah'ın şişman âlimden hoşlanmadığı yazılı değil mi?" diye bir soru sordu. Bunun üzerine Mâlik: ”Evet, böyle bir şey var" diye cevap verdi. Ardından Hazret-i Peygamber: ”İşte sen şişman bir bilginsin. Yahudilerin sana verdiği yiyeceklerle bayağı şişmanlamışsın" deyince, yahûdi Mâlik çok kızdı ve: ”Allah insana bir şey indirmedi" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiştir. Yahudinin bu sözünden sonra yüce Allah onu susturması ve ağzına taşı tıkaması için Rasûlüne şu emri veriyor: Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Mûsa'nın insanlar için aydınlatıcı ve başkasına yol gösterici bir nur ve hidayet rehberi olarak getirdiği Tevrat'ı kim indirdi? Siz, onu parça parça kağıtlar haline getirip parçalanmış bölümlere ayırıp (işinize geleni) ortaya koyarak açıklıyor, çoklarını da gizliyorsunuz. Meselâ, Tevrat'ta yer alan Hazret-i Muhammed'in sıfatları, recim âyeti ve benzeri bir takım hükümleri örtbas ediyorsunuz. Sizin de, atalarınızın da bilmediğiniz şeyler Hazret-i Muhammed aracılığıyla size (o kitapta) öğretilmişti.' Çeşitli ilim ve hükümleri oradan aldınız. 'Allah' de. Yani ”O kitabı Allah indirdi, de. Onların şaşırıp kaldıklarına ve cevap veremediklerine dikkati çekmek için Hazret-i Peygambere onlara cevap vermesi emredilmiştir. Ardından yüce Allah, onların aklandıklarını ve rezil olduklarını Peygamberine bildirerek şöyle buyuruyor: Sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oy nay ad ur suni ar. Sen tebliğ görevini yapıp gerekli delilleri ortaya koyduktan sonra gerisine karışma. Bırak onları, içine düştükleri bataklıkta yuvarlanadursunlar. Oyalanmalarının kendilerine hiçbir yararı dokunmayacaktır. 92Bu Kur'an, kendisinden önceki Tevrat ve benzeri kitapları tasdik eden, söz konusu kitaplarda belirtilen ilkeler doğrultusunda inip onları onaylayan, Ümmü'l-Kurâ yani şehirlerin ana merkezi olan Mekke halkını ve çevresindekileri doğusundaki ve batısındaki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek, yani çok faydalı bir kitaptır. Gerçekten Kuran çok yararlı bir kitaptır. Çünkü teorik ve pratik tüm bilinilen kuşatır. Kuşkusuz Allah'ın zâtını, sıfatlarını, fiillerini ve hükümlerini tanımak teorik bilimlerin en değerli kısmıdır. İşte, başka hiçbir kitap Kuran kadar bu önemli konu üzerinde durmamıştır. Pratik bilimler ise ya duyu organlarının işleyişini konu edinen bilimler, ya da kalbî faaliyetleri içeren bilimlerdir. İşte ahlâk ve nefis terbiyesi dediğimiz bu bilimler en güzel biçimde Kur'an-ı Azim'de işlenmiştir. Öte yandan yeryüzü, Mekke'nin altından yayılmaya başladığı için, Mekke yeryüzünün ana merkezi kabul edilir. Tıpkı bir ananın kendi neslinin kaynağı olması gibi. Ahiret gününe ve ondaki azap çeşitlerine iman edenler, buna bu Kuran'a da iman ederler. Çünkü sonlarından korkarlar. İşte bu korku ve düşünce onları inanmaya sev keder. Dolayısıyla bunlar inanırlar. Ve onlar namazlarına devam ederler. Beş vakit namazlarını ihmal etmezler. Çünkü namaz, ibadet ve yükümlülüklerin en değerlisidir. Bu yüzden özellikle namaza dikkat çekilmiştir. Öte yandan bu âyetten bir kaç hüküm çıkarmak mümkündür: Birincisi: Yaratılanın, yaratanı tam anlamıyla tanıması, bütün özellikleriyle kavraması mümkün değildir. Şu halde yaratılmış bir araçla Allah'ı tanımaya çalışan kimse tam anlamıyla Onu tanıyamaz. Kısacası, Allah'ın mahiyetini gerçek anlamıyla yine ancak Allah bilir. İkincisi: Âyetin inişine sebep olan olaydan anlaşıldığı gibi, şişmanlık güzel bir şey değildir. Kuşkusuz bu şişmanlıktan amaç, fıtrat açısından, yani yapı itibariyle mevcut olan şişmanlık değil, aşırı yemekle elde edilen şişmanlıktır. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kıyamet gününde şişman bir adam gelir. Allah katında bir sinek kanadı kadar değeri olmaz. İsterseniz: 'Biz kıyamet gününde onlara hiçbir değer vermeyeceğiz' (Kehf: 105) âyetini okuyunuz." (17) Kurtubî, Tezkire'sinde, ”zoraki yemekle meydana gelen şişmanlığın hoş bir şey olmadığı hükmünü bu hadisten çıkarmak mümkündür" demiştir. ”Çünkü bu durum insana aşırı yemek yükü getirdiği gibi, onu, güzel şeyleri yapmaktan da meşgul eder. Hatta, aşırı yemenin, yani ihtiyaçtan fazla, sırf şişmanlamak ve lezzetlenmek amacıyla yemenin haram olduğu hükmü de çıkarılabilir" demiştir. Konuların detayına inen bazı âlimler de şöyle demişlerdir: ”Nefsi yok olmaktan kurtarmak amacıyla yemek farzdır. Oruç ve namaz gibi ibadetlere güç getirebilmek niyetiyle yenildiği takdirde ise ayrıca sevap kazanılır. Doymak ve gücünü artırmak niyetiyle yeme de mubahtır. Ertesi günkü oruca dayanabilmek ve misafirlerin utancını gidermek gibi mazeretler dışında, doyduktan sonra yemek ise haramdır." Hadiste buyuruluyor ki: ”Kuşkusuz, yüce Allah, şişman âlimden hoşlanmaz." Tevrat'ta da şöyle buyurulmuştur: ”Kuşkusuz, yüce Allah şişman bilgine buğzeder." Ayrıca: ”Kuşkusuz, yüce Allah şişman okuyucudan nefret eder" şeklinde bir rivayet de vardır. İmam Şafiî'nin şöyle dediği nakledilir: ”Şişman kimse, kesinlikle kurtuluşa ermez." Kendisine bunun sebebi sorulduğunda ise: ”Çünkü o düşünemez," diye cevap vermiştir. "Ayrıca şunu da belirtelim ki, akıllı kimse her zaman ya âhiret için, ya da dünya hayatı ve geçimi için uğraşır. Yani bu iki durumdan birisinde bulunur. Şişmanlıktan kaynaklanan fazla yağ ise gaye ile bağdaşmaz. Söz konusu olan şu iki düşünceden yoksun kalan kimse ise hayvanların durumuna düşer. Çünkü yağ onun basiretini bağlar." Daha sonra Şafiî sözlerini şöyle sürdürmüş: ”Eski zamanların birisinde çok şişman bir hükümdar varmış. Tıp uzmanlarını bir araya toplayıp onlara: 'Etimi hafifletecek, beni bir parça zayıflatacak bir çözüm önerin, bir yol gösterin ' demiş; ancak ona bir çare bulamamışlar. Daha sonra ona akıllı edip ve bu işten anlayan başka bir adam göndermişler. Hükümdar kendisine gönderilen adama şöyle bir göz atıp: 'Bu delikanlı mı beni tedavi edecek?' demiş. Delikanlı da şöyle cevap vermiş: 'Allah iyiliğinizi versin, hükümdarını! Ben tabip ve müneccim bir adamım. Bana bir gece süre tanı, ta ki senin burcuna bakıp senin ilâcını tesbit edeyim ve ona göre seni tedavi edeyim.' Bunun üzerine hükümdar isteğine uyup bir gece kendisine süre tanımış. Ertesi gün delikanlı, hükümdardan em an dileyerek: 'Hükümdarım, bana bir şey yapmayacağına söz ver' demiş. O da kabul etmiş. Bunun üzerine delikanlı hükümdara demiş ki: 'Senin talihine, burcuna baktım. Göründüğüne göre, senin bir aylık bir ömrün kalmış. Dolayısıyla seni ne zaman tedavi edebilirim ki? Bunun açıklamasını istersen bu süre içinde beni yanında alıkoy, beni hapset. Sözüm doğru çıkarsa beni serbest bıraktırırsın. Yok eğer bir ayın bitiminde sözüm doğru çıkmazsa, bana istediğin cezayı verirsin.' Ardından hükümdar genci alıkoymuş. Sonra kendisi de eğlenceyi bırakıp insanlardan gizlenmiş. Tek başına kalıp derin üzüntüye dalarak günlerce kederinden başını kaldıramaz olmuş. Günler geçtikçe kederi ve derdi artı vermiş. Nihayet yağları erimiş ve hafifleyivermiş. Yirmi sekizinci günde delikanlıyı huzuruna çağırıp görüşünü sorunca, delikanlı şu cevabı vermiş: 'Allah, sana güç-kuvvet versin hükümdarım! Gaybı bilmekten Allah'a sığınırım. Yüce Allah'a karşı böyle bir saygısızlığı işlemem söz konusu değildir. Allah'a yemin ederim ki, ben kendi ömrümü bile bilemezken senin ne kadar yaşayacağını nereden bileyim? Bana göre senin tek ilâcın düşünmek ve üzülmekti. Ancak bu şekilde seni düşünceye sevk edebileceğimi düşündüm.' Sonuçta hükümdar zararlı yağlardan kurtulup sağlığına kavuştu. Delikanlıya iyiliklerde bulunup mükâfatlandırdı." Üçüncüsü: ” Allah' de" ifadesinde anlayabilenler için ince işaretler vardır. Buna göre, Allah'a ulaşmak isteyen kimsenin, O'nun dışındaki her şeyden ilişiğini kesmesi gerekir. Çünkü O'nun dışındaki her şey bir eğlence ve oyundan ibarettir. Eğlence ve oyuna dalan ise bir şey yapmış olmaz. O'nun dışındaki şeylere bağlanmaktan Allah'a sığınırız. Dördüncüsü: Bu âyetle Kur'an'ın faziletine ve faydalarına işaret edilmiştir. Ahmet b. Hanbel demiş ki: ”Ben yüce Allah'ı rüyada görüp: 'Sana ulaşmak isteyenleri ulaştıracak en faziletli şey nedir, ya Rabbi?' diye sordum. Bana: 'Benim ilâhî kelâmım ey Ahmet!' diye cevap verdi. Sonra: 'Ey Allah'ım! Anlamak şartıyla mı, yoksa anlamadan da mı?' diye sordum. ' Anlayarak da, anlamıyarak da...' diye cevaplandırdı." Hadiste: ”Sizin en hayırlınız Kur'an-ı Kerimi öğrenen ve öğretendir" buyurulmuştur. Bu yüzden bu konuda Hazret-i Peygambere uyarak Kuran öğretme karşılığında herhangi bir ücret istememeli, bir mükâfat ve teşekkür beklentisi içinde olunmamalıdır. Aksine, Kur'an'ı öğreten kimse bu işi sırf Allah rızâsı için ve O'na yakınlaşmak amacıyla yapmalı ve peygamberleri örnek almalıdır. Çünkü onlar, çağrı görevlerini yaptıklarında, muhataplarına hep: ”Tebliğ görevine karşılık sizden bir ücret istemiyorum" (Hûd: 51; Şûra: 23) demişlerdir. El-Esrâr'ul-Muhammediye adlı eserde şöyle denilmektedir: ”Kim Kur'an'ı öğrenmek için ücret alırsa bu, kendisi için helâldir. Fakat kim de ücret almak için Kur'an'ı öğrenirse bu, kendisine haramdır. Kur'an'ı okuyan kimse tec vid kurallarına dikkat etmeli ve güzel bir sesle okumalıdır. Nitekim; Hadiste de şöyle buyurulmaktadır: 'Kur'an-ı Kerim'i güzel bir edayla okumayan bizden değildir. Şu halde Kur'an'ı, seslerinizle güzelleştiriniz.'"(20) Kimine göre hadiste geçen ”teganni'den maksat müstağni olmak, kimine göre ise ”güzel sesli ve güzel makamlı" demektir. Dil uzmanlarına göre bu ikinci yorum daha isabetlidir. Kısacası, Allah'ı sevip sürekli O'nun kelâmıyla meşgul olan, herhangi bir dünyevî amaç gütmeden, fasıkların müzikal makamlarını taklit etmeden, örneğin fıtrî Arap makamları doğrultusunda sesini güzelleştirip Kur'an okuyan kimsenin maddî manevî tenkit edilmemesi gerekir. Yine de her şeyin en doğrusunu Allah bilir. 93Allah'a yalan uyduran, Müseylemetul - Kezzâb ve Esved'ül-Ansî gibi yalan yere ”Allah beni peygamber olarak gönderdi" iddiasında bulunan veya kendisine kesinlikle hiçbir şey vahyolunmadığı halde: 'Bana vahyolundu' diyen ve: 'Allah'ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim', diyerek alay edenler ve: ”Dilersek bunun gibisini biz de söyleriz" diye iddia edenden daha zâlim kim olabilir? Evet, bu tip iddialarda bulunanlardan daha zâlim kimse yoktur. Katâde der ki: ”Müseyleme, bir takını kâhinliklerde bulunuyor, birtakım secî'li ifadeler ortaya atıyordu. Nitekim Kevser sûresine nazire olarak şu saçmalıklarda bulunmuştu: 'Biz sana çok şeyler verdik. Rabbine namaz kıl ve oralara hicret et. Biz senin açık ve büyük günahlarını affettik.' Evet, şu ifadelerin iğrençliğine ve bozukluğuna bakın. İşte yalancı Müseyleme bu şekilde yalancı peygamberlik iddiasında bulunmuştu." Öte yandan hadis-i şerifi’de şöyle buyurulmaktadır: ”Ben uyku âlemindeyken bir ara tüm yeryüzü hazineleri bana getirilip elime iki altın bilezik konulduğunu gördüm. Söz konusu bilezikler büyük gelip bana sıkıntı veriyorlardı . O sırada hana, onlara üfürmem vahyedildi. Ben de üfledim. Birden kayboluverdiler. Ben onları, karşılaştığım iki yalancı ile yorumladım: Biri San'a'lı, diğeri Yemâme'li." (21) Kâdî Hazret-i Peygamberin iki bilezik ile ilgili yorumuyla ilgili olarak der ki: ”Bileziklerin, yalancı peygamberlik iddiasında bulunanlar olarak yorumlanmasının sebebi, bileziklerin, ellerin serbest olarak çalışmasını engelleyen birer unsur olduklarındandır. Nitekim bu yalancılar da Hazret-i Peygamberin şeriatına karşı çıkmışlar, emirlerini uygulamaktan kaçınmışlardı." Bu yalancılardan ”Sanalı" denilen Esved'ül-Ansî, Hazret-i Peygamberin son hastalığında bulunduğu ve henüz yaşadığı bir dönemde Feyruz ed-Deylemî tarafından; ”Yemâme'li" denilen Müseyleme de Hazret-i Ebû Bekir döneminde Hanıza'nın katili Vahşî tarafından öldürüldü... Nitekim Vahşî, onu öldürdükten sonra: ”Ben cahil iye döneminde insanların en hayırlısını, müslümanlığım döneminde de insanların en kötüsünü öldürdüm" demiştir. Daha sonra yüce Allah, Hazret-i Peygambere şöyle sesleniyor: O zâlimlerin halini ölüm şiddeti içindeyken bir görsen! O zaman çok dehsetli bir manzarayla karşılaşırsın! Burada ”ölüm şiddeti" diye ifade edilen ”Ğamerat'ül-mevt" tamlamasındaki ”ğamerat" sözcüğü ”ğumre'nin çoğuludur. Aslında ”ğumre", üstün gelen şiddet anlamında olup suyun bir şeyi kuşatması, örtüp içine alması ifadesinden alınmış ve olağanüstü ölüm ve ecel şiddetini dile getirmek için kullanılmıştır. İşte ey Muhammed sen onları sekerat ânında bir görsen! Melekler, can alma meleği ve yardımcıları olan azap melekleri onlara ellerini uzatırlar. Başkasından alacaklı olanın alacaklı bulunduğu kişiye haklı olarak elini uzatıp hiç süre tanımadan alacağını istemesi ve sıkboğaz etmesi gibi, melekler onların ruhlarını alırlar. Ya da melekler ellerini azapla uzatırlar ve: 'Ruhunuzu teslim edin cesetlerinizden çıkarıp bize verin derler. Bu gerçekten çok dehşetli bir istektir. Bu cümleyi: ”Gücünüz yetiyorsa ruhlarınızı azaptan ve elimizden kurtarın bakalım" şeklinde yorumlamak da mümkün... İşte ey zâlimler! Ruhlarınızın alındığı bugün, Allah'a karşı haksız şeyler söylediğinizden... O'na çocuk, ortak ve benzeri şeyler isnad edip yalan yere vahiy ve peygamberlik iddiasında bulunduğunuzdan ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden, O'nun âyetlerini düşünmeye ve kabullenmeye yanaşmadığınızdan dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız,' şiddet ve hakaret dolu bir azap göreceksiniz derler. 94Şüphesiz ki, (bugün) ilk yarattığımız gibi çıplak ve yalın ayak teker teker, yani mallarınızdan ve çoluk-çocuğunuzdan ayrılmış olarak hesap vermek ve karşılık görmek üzere huzurumuza geldiniz, yani geleceksiniz!... Bu da, tıpkı ”Allah'ın emri geldi" (Nahl: 1) âyetinde olduğu gibi meydana gelmesi kesin bir olay olduğu için, sanki meydana gelmişçesine, ”di"li geçmiş kipiyle ifade edilmiştir. Öte yandan hadiste şöyle buyurulur. ”Kıyamet gününde insanlar, anadan doğma çıplak, yalın ayak ve başları açık olarak haşir meydanına gideceklerdir." Bunun üzerine Hazret-i Âişe validemizin, sıkılganlığını ve utangaçlığını dile getirerek: ”Aman Allah'ım! Ne ayıp şey! Kadınlar da, erkekler de aynı durumda mı olacaklar?" diye sorması üzerine Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem): ”O gün herkesin kendine yetecek kadar derdi vardır." (Abese: 37) âyetini okuyarak: ”Herkesin işi başından aşkındır, herkes kendi telâşına düşmüştür. Dolayısıyla ne erkekler kadınlara bakacak, ne de kadınlar erkeklere bakacaklardır. Verdiğimiz her şeyi ardınızda bıraktınız. Dünyada size verdiğimiz nimetlerin kıymetini bil metliniz. Onlarla oyalanıp âhireti unuttunuz. Mü'minler ise sizlerin aksine bütün himmetlerini sâlih amel işleme yolunda harcadıkları için onlara verdiğimiz nimetler boşa gitmedi. Onlarla beraber kıyamet sahnesine geldi. (Size Rab olmada) Allah'a ortak olduğunu, tıpkı O'nun gibi ibadet edilmeye lâyık bulunduğunu sandığınız şefaatçilerinizi, yani putlarınızı sizinle beraber göremiyoruz. Muhakkak ki onlarla, aranızdaki irtibat kesildi. Birbirinizden uzaklaştınız. Şefaatçileriniz olduğunu zannettiğiniz şeyler sizi bırakıp kayboldular. İlâhi azabı sizden uzaklaştırmaya güçleri yetmedi. Ya da: Sizin Rabbiniz olma hususunda Allah'a ortak olduklarını zannettiğiniz putlar kaybolup gitti... Hatta bu ikinci yorum, âyetin akışına daha da uygun düşmektedir. Kuşkusuz insanın dört düşmanı vardır: Mal, aile, çoluk-çocuk ve dostlar. Ayrıca bunların hiçbirisi insanla birlikte kabre girmez, aksine kabirde yalnız kalır. Öte yandan yine insanın başlıca dört dostu vardır: Kelime-i şehadet, namaz, oruç ve Allah'ı zikretmek. Üstelik bunların dördü de kendisiyle birlikte kabre girer ve Allah katında ona şefaatçi olur. Dolayısıyla yalnızlıktan kurtulur. Şu halde insan yalnızlığım göz önünde bulundurarak bir takva libâsı, bir de arkadaş, yani sâlih amel edinmeye çalışmalıdır. 95Şüphesiz ki, taneyi ve çekirdeği yaran Allah'tır. Buradaki ”torn'"den amaç buğday, arpa ve pirinç gibi tüm tanelerdir. Yani kuru taneyi içindeki bitki özüyle yarıp filizlendiren, kuru taneden yeşil bitkiyi çıkaran O'dur. ”Çekirdek" ise şeftali, kayısı, hurma ve benzeri meyvelerin içinde bulunan şeydir. Yani, sert çekirdeği yarıp içinden yapraklı, dallı budaklı ağacı fışkırtan Allah'tır. O, ölüden diriyi çıkarır. Hayvan ve bitki gibi gelişmeye elverişli yaratıkları, kendi kendine gel işemeyen nutfe ve taneden meydana getirir. Hayvan ve bitki gibi Diriden de nutfe ve tane gibi ölüyü çıkaran O'dur. Burada mecaz yoluyla gelişen şeyler ”diri", donuk şeyler de ”ölü" olarak ifade edilmiştir. Aslında diri, hislerine tâbi olan ve iradî hareket yapabilen varlıklara; ölü de her türlü yaşama niteliklerinden yoksun bulunan varlıklara denir. Bir kısım âlimler de mecaz yoluna başvurmadan kelimeleri olduğu gibi almış ve: ”Ölü nutfeden diri insanı ve diri tavuktan ölü yumurtayı çıkaran Allah'tır" şeklinde yorumlamışlardır. İbn Abbas'ın yorumu ise şöyledir: ”İbrahim (aleyhisselâm)'de olduğu gibi kâfirden Mü’mini; ve Nuh (aleyhisselâm)'da olduğu gibi mü'minden kâfiri; itaatkâr olandan isyankar olanını ve isyankârdan itaatkârı; cahilden âlimi ve âlimden cahili; ahmaktan akıllıyı ve akıllıdan ahmağı... meydana getiren Allah'tır." İşte ibadet edilmeye lâyık olan yüce Allah budur. Bu derece güçlü ve kuvvetlidir. O halde nasıl yüz çevirirsiniz? Nasıl O'nu bırakıp başkasına ibadet edersiniz? Âyette ”yüz çevirmek", olarak tercüme edilen ”ifk" sözlükte bir şeyi ters yüz etmek ve çevirmek anlamına gelir. Kuşkusuz buradaki hitap Kureyşli kâfirleredir. Çünkü bu sûre Mekke'de inmiştir. 96Karanlığı yarıp tanyeri ni ağartan, geceyi dinlenme ve yorgunluktan dolayı istirahat zamanı yapan, parlak olan güneşi ve ay'ı bir hesaba göre hareket ettiren, onları belli zaman birimlerinin ve çeşitli hesaplamaların dayanağı yapan O'dur. Evet, yüce Allah güneşin hareketini belli bir ölçü ve süratte takdir etmiştir ki devrini bir senede tamamlar. Aya da öyle bir hareket takdir etmiştir ki devrini bir ayda tamamlar. İşte güneş ve aya verilen bu hareketlerle dört mevsim meydana gelir. Meyvelerin olgunlaşması, ekinlerin biçilmesi, doğum zamanının belirlenmesi gibi maslahatlar hep bu hareketlere göre bilinir. Kısacası, kâinat ve hayat çarkı hep bu hareketlere göre düzenlenmiştir. İşte söz konusu hareketlerle tesbit edilen tüm bu olağanüstü intizam her şeye galip olan ve her şeyi bilen Allah'ın takdiridir. Dolayısıyla O, her şeyi kendi yüce iradesi doğrultusunda hareket ettirir. Yaratıkların hayatı ve geleceği ile ilgili yarar ve maslahatları O bilir. 97Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulaşınız diye, gece karanlığında, uçsuz bucaksız denizlerde bir yerden başka yere gidebilesiniz, yolunuzu bilesiniz, ürkütücü gecelerde rahatlıkla yönünüzü bulabi les iniz diye sizin için yıldızları yaratan O'dur. Nitekim yolcular bazan bu yıldızlardan bir kısmını önlerine, bazan sağlarına, bazan sollarına, bazan da arkalarına alarak yönlerini ve gidiş istikametlerini belirlerler. Ayrıca yıldızların, gökyüzünün süslenmesi ve şeytanların kovalanması gibi daha pek çok faydaları vardır. Muhakkak ki Biz, bilen bir kavim için kudretimize delâlet eden âyetleri bölüm bölüm geniş bir şekilde açıkladık. Çünkü âyetlerimizden faydalananlar, onları bilenlerdir. 98Sizi çokluğunuza rağmen bir tek candan yaratan O'dur. Evet hepimizi Hazret-i Âdem'den yarattı. Çünkü Hazret-i Havva annemizi de onun kaburga kemiğinden meydana getirdi. Böylece tüm insanlar bir tek candan yaratılmış oldu. Bu hususun bir nimet olarak özellikle vurgulanmasının hikmeti, bir tek asıldan meydana gelen insanların birbirleriyle daha çok anlaşabileceklerine işaret etmek içindir. Sulblerde (sizin için) bir kalma yeri ve rahimlerde emanet olarak konulacağınız yer vardır. Nitekim kendisinden yaratıldığınız nut fen in kalma yeri babanızın sulbüdür. Annenizin rahmi ise söz konusu nutfe için emanet olarak kalınan yer kılınmıştır. Çünkü nutfe babanın sulbünde kendi kendine hasıl olmasına rağmen annenin rahminde ancak babanın fiiliyle, hasıl olmaktadır. Tıpkı bir emanet gibi erkek tarafından kadının rahmine yerleştirilir. Başka bir deyişle erkek, kendisinde yerleşmiş olan şeyi kadının rahmine emanet olarak bırakır. Hasan-ı Basrî bu ani anıda der ki: ”Ey Âdemoğlu! Sen akrabaların arasında bir emanetsin. Günün birinde gerçek sahibini bulursun." Lebid de şöyle der: Mal ve aile fertleri emanetten başka bir şey değildir. Günün birinde emanetlerin geri verilmesi ise zorunludur. Anlayan, yani zekâsını kullanmak ve düşünmek suretiyle olayların inceliklerini kavrayabildi bir kavim için insanların yaratılışını belirten âyetleri geniş bir şekilde açıkladık. Yıldızlardan söz edildiği sırada ”bilen bir kavim"; insanların yaratılışı bahsinde ise ”anlayan bir kavim" ifadesinin kullanılması çok anlamlıdır. Başka bir deyişle, yıldızlar bahsinde yer alan deliller dış dünya ile, yaratılış bahsindeki deliller ise iç dünya ile ilgili olduğundan, her birisine uygun ifade seçilmiştir. Dış dünya ile ilgili örneklerin daha belirgin ve daha açık olduğu gerçeği inkâr edilemez. Bu yüzden orada ”bilen" ifadesi uygun düşer. İç dünya ile ilgili örnekler ise kavrayış gerektiren durumlardır. Dolayısıyla ”anlayan" deyimi son derece uygun düşer. Çünkü anlamak genelde gizli manaları kavramak için kullanılır. Anlayan ve kavrayan bilgin anlamındaki ”fakih" terimi de, hükümleri detaylıca inceleyip açıklayan, hikmetlerini ve inceliklerini ortaya koyan, problemlerini çözen âlim için kullanılır. Kısacası ”anlamak" zeki olmanın, kavrayış yeteneğine sahip olmanın ve ileri görüşlü olmanın göstergesidir. Öte yandan bu dış ve iç dünya ile ilgili deliller yüce Allah'ın orijinal sanatım gösterip şirk ehlini tevhid ve imana çağırır. İhlâs sahiplerini de ibret dersi almaya ve delilleri gözleriyle görmeye davet eder. İsyankârların dilleri ve kalbleriyle tevbe etmeleri gerektiğini hatırlatır. Şu halde değerli nimetlerin hatırlatılması ve vurgulanması onlara karşı şükür görevini yerine getirmeyi gerektirir. Bu yüzden akıllı insan, gerçeği bulma yolunda çaba sarfeder. Çünkü en büyük perde gaflettir. Anlatıldığına göre, Şah Ebu'l-Fevaris el-Kirmanî bir gün ava çıkmış. Israrlı arayışlar sonunda ıssız bir çöle varmış. Orada yırtıcı bir hayvanın sırtına binen ve etrafında pekçok yırtıcı hayvan bulunan bir genç adam görmüş. Şah Ebu'l-Fevaris'i gören bu hayvanlar onu gördüklerinde saldırmaya yeltenmişler. Ancak genç adam engel olmuş ve onları geri çevirmiş, sonra Şah'a yaklaşıp selâm vermiş ve şöyle demiş: ”Ey Şah! Nedir bu gaflet!... Neden Allah'tan bu kadar gafil kaldın? Dünyaya sarılıp âhireti unuttun? Zevkine dalarak O'na hizmet etmeyi bıraktın? Oysa yüce Allah, O'nun hizmetine koşasın diye sana dünyayı vermiştir. Sen ise dünyayı Allah'ın hizmetine koşmamak için bir araç olarak kullanıyorsun." Genç, böyle konuşurken ihtiyar bir kadın görünü verin iş. Elinde bulunan su kabını gence uzatmış. Genç suyu içmiş, artanını da şah'a vermiş. O da içmiş ve: ”Şimdiye kadar, bu sudan daha lezzetli, daha soğuk, daha tatlı bir şey içmemiştim" demiş. Sonra ihtiyar kadıncağız kaybolmuş. Ardından genç adam konuşmasını şöyle sürdürmüş: ”Gördüğün o kadın dünyadır. Allah onu benim hizmetime sunmuştur. İhtiyaç duyduğum ve aklımdan geçirdiğim her şeyi anında benim için hazırlar. Yoksa sen, yüce Allah'ın dünyayı yarattığı sırada ona: 'Ey dünya! Bana hizmet eden kimseye sen de hizmet et. Sana hizmet edeni ise kendi emrinde çalıştır' dediğini duymadın mı? ” Bu durumu gören Şah, tevbe edip Allah'a dönmüş... 99Gökten suyu, yani yağmuru indiren O'd ur. Yâni, Allahü teâlâ'dır. Ayetin bu noktasında üçüncü şahıs kipinden birinci şahıs kipine dönülerek şöyle deniliyor: İşte Biz, buğday, arpa, nar ve elma gibi her çeşit bitkiyi onunla, o su ile bitirdik. Kuşkusuz buradaki ”Biz" ifadesi çoğulluk için değil, yüceliğe işaret etmek içindir. Başka bir deyişle, yüce Allah şanını yüceltmek için bu ifadeyi kullanır. Öte yandan ”bitki" den amaç, yeryüzünde biten her şeydir. Bunlar ağaç gibi gövdesi olanlar olabileceği gibi, gövdesi olmayan normal bitki türleri de olabilir. Ondan da, yani normal bitkilerden de yeşillik meydana getirdik. Ardından bu Yeşillikten de, birbiri üzerine yığılmış, düzenle dizilmiş taneler çıkarırız, meydana getiririz. Bitkilerin geçirdiği aşamaya böylece işaret edildikten sonra, şimdi de ağaçların durumunu belirten bir örnek veriliyor: Hurmanın tomurcuğundan, tıpkı üzümde olduğu gibi, sarkıp yere yaklaşan ve rahatlıkla koparı labilen salkımlar çıkarırız. Yere yakınlaşan bu salkımlar küçük de olsalar oturanlar tarafından rahatlıkla alınabilir ve yükseklerde bulunan salkımlar da vardır. Yere yakın olanlar onlara oranla daha faydalı olurlar. Bu yüzden burada onlara işaret edilmiştir. Ayrıca o su sebebi ile yere yakın olmayan yaprakları birbirine benzeyen ve meyveleri bakımından ise birbirine benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri meydana getiririz. Cennet kelimesi, gizli olmak, görünmemek anlamındaki ”eenne" kökünden türemiştir. İçerisinde ağaçların sıkça bulunduğu ve bir kısmı diğerini örttüğü için bu isim verilmiştir. Ayette çoğul olarak ”cermetler=bahçeler" şeklinde zikredilmesine gelince ancak bu durumda istifadenin tam olacağına işaret içindir. İşte ey muhataplar! Her birinin meyve verdiği zaman meyvesine ve onun olgunlaşmasına ibretle bakın. İlk başta zayıf ve hiç işe yaramaz gibi görünen meyvenin olgunlaştıktan sonraki durumuna bakın, lezzetinden ders alın! Aynı topraktan çıktığı ve ayın suyla beslendiği halde meyvenin ilk durumu ile son durumu arasındaki korkunç farkı ibretle seyredin! Birbirine zıt durumlara nasıl büründüğünü bir düşünün. Kuşkusuz tüm bu olağanüstü değişiklikler, rahmet, hikmet ve maslahat doğrultusunda bu koca evreni yöneten, her şeyi bilen, güçlü olan, hüküm ve hikmet sahibi bulunan Allah'ın kudretine dayanır. Şüphesiz ki, bunlarda, ibretle bakılması emredilen bütün bu işlerde iman eden bir kavim için hüküm ve hikmet sahibi olan yüce Allah'ın varlığına ve birliğine işaret eden birçok deliller vardır. Burada özellikle iman edenlerden söz edilmesi, Mü’minlerin delillerden en çok ibret almalarından dolayıdır. 100Cinleri Allah yarattığı halde... Kendilerini cinlerin değil, yüce Allah'ın yarattığını ve yine cinleri de O'nun yoktan varettiğini bildikleri halde, kâfirler onları Allah'a ortak koştular. Bu âyet, kendilerine ”Seneviyye" yani ”iki tanrıya inananlar" adı da verilen mecûsi zındıklar hakkında inmiştir. Bunlar yüce Allah (celle celalühü) ile İblisin kardeş olduklarını ileri sürüyor, yüce Allah'ın insan, hayvan ve tüm iyilikleri, İblisin de yılan, çıyan, akrep ve tüm kötülükleri yarattığını iddia ediyorlardı. Yani yüce Allah'ın cinleri yarattığını bildikleri halde, bâtıl inançlarına göre bunları O'na ortak koştular. Ve hiçbir bilgiye dayanmadan, doğru ya da yanlış olduğunu araştırmadan, körü körüne ve bilgisizce O'na, Yani Allah'a oğullar ve kızlar isnad ettiler, yalan ve iftirada bulundular. Nitekim Yehudiler Uzeyr'in, Hıristiyanlar ise İsa Mesih'in, Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlardı. Araplardan bir grup ise: ”Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı. Hâşâ! O Allah onların uydurdukları sıfatlardan, ileri sürdükleri ortak ve çocuklardan kendi zatına lâyık bir şekilde münezzehtir, yücedir. 101O, gökleri ve yeri eşsiz bir şekilde, yani daha önceden herhangi bir örnek modeli olmaksızın yoktan var edendir. Bir şeyin etkisinde kalmaktan münezzehtir, yücedir. Çocuk babanın bir parçasıdır. Çocuğun maddesinin kendisinden intikal etmesiyle etkilenir. Şu halde yüce Allah'ın çocuklarının olması nasıl mümkün olabilir? Öte yandan bu âyeti: ”O, eşsiz olan gökleri ve yeri yoktan var edendir" şeklinde yorumlamak da mümkündür. O zaman âyetin başında yer alan ”Bedîu's-semâvâti ve'l-ard" ifadesi, öznesine izafe edilen sıfat tamlaması olur. Yani, O'nun eşsiz olan gökleri ve yeri olağanüstü bir uyum ve parlak bir güzelliğe sahiptir. O'nun eşi yokken çocuğu nasıl olabilir? Hazret-i İsa misâlinde olduğu gibi, çocuğun baba olmadan düşünülmesi mümkün ise de, annesiz düşünülmesi mümkün olmadığı ve yüce Allah'ın eşi bulunmadığı halde nasıl O'na çocuk nisbet edilebilir. Üstelik Allah'ın çocukları oldukları ileri sürülen varlıklar dahil her şeyi yaratan da O'dur. Şu halde nasıl olur da bir yaratık, yaratıcısının çocuğu olabilir? Ayrıca O, yaratılan ya da yaratılmayan her şeyi çok iyi bilir. Ezelden ebede her şey O'nun bilgisi dahilindedir. Olmuş veya olacak hiçbir şey ondan gizli değildir. 102İşte ey müşrikler! Bütün bu yüce sıfatlara sahip bulunan ve Rabbiniz olan Allah budur. İbadet edilmeye lâyık olan ve işlerinizin sahibi bulunan O'dur. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Kesinlikle hiçbir ortağı bulunmaz. Meydana gelen ve gelmeyen her şeyin yaratıcısıdır. O halde O'na ibadet edin. Çünkü, ancak bu özelliklere sahip olan birisi ibadet edilmeye lâyıktır. O, her şeye vekildir. Her şeyinizi kendi üzerine almıştır. Şu halde siz de her şeyi O'na havale edip dünyevî ve uhrevî kurtuluşunuz için O'na ibâdet etmek suretiyle sığınınız. Çünkü gerçek vekil, üstlendiği görevin gereğini eksiksiz olarak yapandır. İşte bu yüce Allah'tır. 103Gözler O'nu kavrayamaz. O'nu tam anlamıyla idrak edemez ve kusatamaz. O ise, bütün gözleri kavrar. O'nun ilmi hepsini ihata eder. O, her şeyin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır. Dolayısıyla gözlerin kavrayamadıklarını bilir ve idrak eder. Nitekim gözler, kendi kendilerini bile idrak edemezler. Başka bir deyişle insanlar gözlerin yardımıyla görmenin mahiyetini kavrayamazlar. Gözlerin görmesini sağlayan görme duyusunun gerçeğini anlayamazlar. Neden, başka organlarıyla değil de, gözleriyle gördüklerinin sırrını çözemezler? Ayrıca ”kavramak-idrak" ve ”görmek" farklı şeylerdir. ”Kavramak", bir şeyin mahiyetini anlamak ve ihata etmek manasına gelir. ”Görmek" ise, herhangi bir nesneyi gözle görmeye denir. Ayrıca ”görmek", kavrama olmaksızın da gerçekleşebilir. Öte yandan ”Özel" bir durumun imkânsızlığım belirtmek ”genel" durumun imkânsızlığını gerektirmez. Buna göre, bir şeyi görme ve idrakin mümkün olmaması, o şeyin görüntüden soyutlanması itibariyledir, ancak perdelerin kaldırılması ve mesafelerin katedilmesi durumunda görülebilir. Nitekim şâir şöyle der: Sevgilinin yüzü güneş gibi ortada iken görünmez... Onun görünmesi ancak ince bir bulut giyme siy le mümkün olabilir. Diğer bir kısım müfessirlere göre ise ”kavrama" sözcüğü ”göz"le birlikte anıldığında ”normal görme" anlamına gelir. Buna göre ”gözlerimle gördüm" ile ”gözlerimle kavradım" arasında bir fark yoktur. Bu durumda bu âyetteki: ”Gözler O'nu kavrayamaz" cümlesinin yorumu: ”Gözler O'nu dünyada göremez" şeklinde olur. Kuşkusuz bu da mü'minlerin O'nu âhirette görmelerine engel değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in başka bir âyetinde de şöyle buyurulmuştur: ”O gün Rablerine bakıp O'nu gören ve pırıl pırıl parlayan gözler vardır. ” (Kıyâme: 22-23) Müslim ve Buhârî'nin naklettiği bir hadiste de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Sizler yüce Allah'ı, tıpkı ondördündeki ayı gördüğünüz gibi göreceksiniz. ”Kuşkusuz buradaki benzetme olayı iki şeyi birbirine, yani yüce Allah'ı aya benzetmek değil, görüntünün açıklığını vurgulamak içindir. Vurguyu belirtmek için iki görüntüyü birbirine benzetmektir. Ayrıca yüce Allah'ı görmenin büyük bir ikram olduğuna işaret edilmiştir. Nitekim bu ikramın en büyüğü Miraç gecesi yüce makam sahibi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nasip olmuştur. Çünkü İbn Abbas'ın da naklettiğine göre o gece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) yüce Allah'ı gözleriyle de görmüştür. 104Ey Rasûlüm Muhammed! İnsanlara, özellikle Mekke halkına de ki: Şüphesiz size Rabbinizden hakikati gösteren deliller gelmiştir. Tevhid inancını belgeleyen, peygamberliğinin gerçekliğini ispatlayan, ölümden sonra dirilmeyi, herkesin hesaba çekileceği ve yaptıklarının karşılığını göreceği hakikatini ve diğer imanı meseleleri kanıtlayan deliller ortaya çıkmıştır. Ayette ”deliller" diye tercüme edilen ”hesâir"“basiret" kelimesinin çoğuludur. Basiret, kalbin görmesine sebep olan nurdur. Buna kalp gözü de diyoruz. Basar ise gözlerin görmesine sebep olan nur, görme kuvvetine denir. Burada basiret, istiare yoluyle açık deliller anlamında kullanılmıştır. Çünkü bunların her biri idrak - kavrama sebebidir. Kim sözkonusu deliller sayesinde onları, yani yukarıdaki gerçekleri görürse, kavrayıp iman ederse kendi lehinedir. Çünkü yararı kendisine dokunur. Kim de ortadaki bunca kanıt ve belgeye rağmen onlara karşı kör olursa, hakkı görmezse kendi aleyhinedir. Burada hakkı görmemenin ”kör"iük olarak nitelenmesi, olayın çirkinliğine ve iğrençliğine dikkat çekmek içindir. Ben sizin üzerinize bekçi değilim. Benim görevim, sizleri uyarmak ve gerçekleri duyurmaktır. Sizi gözetleyip yaptıklarınızı kaydedecek olan ise yüce Allah'tır. Kuşkusuz O, yaptıklarınızın karşılığını mutlaka verecektir. 105Böylece Biz Kur'an âyetlerini ince nükteleriyle geniş geniş açıklıyoruz ki, kâfirler: 'Sen ders almışsın' onu başkalarından öğrendin, başkası sana okutup öğretti desinler de Biz de anlayan toplum için Kur'an'ı iyice açıklayalım. Burada özellikle ”anlayan toplum"dan söz edilmesi, âyetlerden onların yararlanması sebebiyledir. 106Rabbin tarafından sana vahyolunana tâbi ol. Ey Rasûlüm Muhammed! Üzerinde bulunduğun Kuran yolunu izlemeye devam et. Kuran hükümlerinin eksenini tevhid inancı teşkil eder. O'ndan başka kesinlikle hiçbir ilâh yoktur. O'nun ortağı bulunmaz. Allah'a ortak koşanlardan yüz çevir. Onların dedikodularına ve görüşlerine aldırış etme, hiç önem verme. Kısacası, câhillerin cahillikleri dolayısıyla tebliğ görevini aksatman doğru değildir. 107Allah tevhid inancı üzre olmalarını ve ortak koşmamalarını dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Bundan da anlaşılıyor ki, yüce Allah (celle celalühü) kâfirlerin imanını murad etmemiştir. Başka bir deyişle kâfirler imana yönelmedikleri ve küfürde ısrar ettikleri için yüce Allah onların iman etmelerini di içmemiştir. Yoksa bu, ”onların iman etme isteklerine rağmen yüce Allah onlara engel olmuştur" anlamında değildir. Biz seni onların üzerine amellerini koruyacak bir bekçi yapmadık. Ayrıca sen onlara vekil de değilsin. İşlerini yönetmek ve yararlarını gözetmek için kendileri tarafından böyle bir görevle de görevlendirilmedin. Farklı anlamlarda oldukları için burada ”hâfız - bekçi" ile ”vekil" beraber kullanılmıştır. Çünkü herhangi bir şeyin bekçisi, onu zarar verecek unsurlardan koruyan; herhangi bir şeyin vekili ise ona iyilik sağlamaya çalışan ve fayda temin etmek için uğraşan kimsedir. Sonuç olarak anlaşılıyor ki, kâfirlerin hakkı kabul etmemeleri köklü bir şakavetten kaynaklanmaktadır. Bu yüzden yüce Allah saadet ve hidayetlerini dilememiştir. Şakavetin başlıca göstergesi gözlerin donması, kalblerin kaskatı kesilmesi, dünya sevgisi ve uzun emel (tûl-i emel) taşınmasıdır. Saadetin belirtisi de Allah'ın sâlih kullarını sevip onlara yaklaşmak. Kur'an okumak, geceleri ibadetle geçirmek, âlimlerin sohbetinde bulunmak ve ince kalbli olmaktır. Buna göre kulun başlıca görevi, iyi ve sâlih amellere koşmaktır. Çünkü bu, saadetin belirtisidir. Bu konuda gevşeklik göstermek ve dünya konusunda sanki ölmeyeceknüş gibi uzun emel sahibi olmak ise şakavetin belirtisidir... Rivayet edildiğine göre âbidlerden birisi, rüyasında şeytanı göstermesi için Allah'a yalvarmış, Allah da rüyasında şeytanı ona göstermiş. Şeytanı gören âbid, onu dövmeye yeltenmiş. Ancak şeytan ona demiş ki: ”Sen yüz yıl yaşamayacak olsaydın ben seni yener alt ederdim...." Onun bu sözüne aklanan âbid, kendi kendine: ”Benim daha epey ömrüm var, dilediğim gibi yaşar, sonra tevbe ederim" demiş, kötü yola düşüp ibâdeti terketmiş ve helâka gitmiş. Bu hikâye de sana, uzun emel sahibi olmanın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. 108Ey mü'minler! Onların, yâni kâfirlerin Allah'tan başka taptıklarına, ilâh edindikleri putlarına sövmeyin. ”Size ve taptığınız putlara yazıklar olsun" şeklinde hakaretlerde bulunmayın ki onlar da aşırı giderek, hakkı bırakıp bâtıla yönelerek bilgisizce Allah'a sövmesinler. Allah'ı, anılması gereken yüce ifadelerle anmayıp O'nun hakkında körü körüne ileri-geri konuşmasınlar. Bu âyetten anlaşılıyor ki, isyan ve günaha yol açan taatı terketınek vaciptir. Çünkü, kötülüğün meydana gelmesini sağlayan şey de kötüdür. Nitekim, putlara sövmek bir bakıma taat olduğu halde -Allah'a ve peygambere sövmek ve bilgisizce hareketin kapısını açmak gibi- çok büyük günaha dolaylı olarak sebep olduğundan yüce Allah (celle celalühü) tarafından yasaklanmıştır. Her ümmete iyilik ve kötülük, itaat ve günah olarak yaptığı işi böylece süslü gösterdik. Daha sonra onların varacakları yer, öldükten sonra dirilip toplanacakları yer, onların her şeyini yöneten Rablerinin huzurudur. Kesinlikle, O'nun huzuruna varacaklardır. O Rableri, yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Dünyada iken kendilerine süslü gösterilen günahlarda nasıl ısrarla hayat sürdürdüklerini kendilerine bildirecektir. Buradaki ”haber verme" olayı, herhangi bir adamın, tehdit ettiği birisine: ”Ne yaptığını sana gösteririm" demesine benzer. Öte yandan, burada çok anlamlı bir incelik vardır. Buna göre, bu dünyada görünen madde ve arazlar, âhirette görülecekleri hakiki şekillerinden farklı bir durumda görünürler. Nitekim öldürücü bir zehir olan günahlar, bu âyette de belirtildiği üzere dünyadaki günah kârlarca çok süslü görünür. Güzellerin güzeli olan taat ve ibadetler ise, onlarca çirkin karşılanır. Bu yüzden Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Cennet nefsin hoşlanmadığı şeylerle, cehennem de şehevî arzularla kuşatılmıştır" buyurmuştur. (24) Şu halde dünyada, kâfirlerin amelleri kendilerine çok güzel görünmüştür. Âhirette de yaptıkları amellerin gerçek yüzünü görecekler, ne kadar kötü ve ürkütücü olduğunu anlayacaklardır. Başka bir deyişle; kâfirler, âhirette amellerinin gerçek yüzünü tanıyacaklardır. Sâlih insanlardan bir zat diyor ki: Bana yakın oturan ve ibadet ede ede zayıf düşen bir kadıncağız vardı. Ben ona: ”Biraz kendine acı" dedim. Bana şu cevabı verdi: ”Ey Şeyh! Nefsime acıdığım takdirde, Mevlamın kapısından uzaklaştırılacağımı bilmiyor musun? Çünkü, dünya ile meşgul olup o Mevladan uzaklaşan çeşitli felâketlerle sınanır. Ayrıca, gayret gösterdiğim halde amelim ne kadardır ki, az yaptığımda ne olsun?" Daha sonra dedi ki: ”Yarışmanın hasretinden ve ayrılığın acısından dolayı, vay başıma gelenler!..." Yarışma hasretinden amaç şudur: Kabirlerden kalkıldıktan sonra bir kısım insanlar, nuranî bineklere binip saygın ve yüce bir saraya gidecekler. Kendilerine üstün makamlar verilip Allah dostlarına yaraşır hediyeler sunulacak. Yarışı kaybedenler ise üzüntülüler arasında kalacaklardır. İşte o zaman bunların kalbleri üzüntü ve kederden dolayı yerinden kopacak, pişmanlıktan ötürü eriyip gideceklerdir. Ayrılığın acısıyla da şu husus anlatılmak istenmiştir: Bütün insanların bir arada toplandıkları bir sırada yüce Allah bir meleğe: ”Ey suçlular! Bugün müminlerden ayrılın!" (Yasin: 59) şeklinde bir duyuru yapmasını emreder. O zaman erkek karısından, çocuk annesinden, sevgililer biribirinden ayrılmak zorunda kalacaktır. Bir kısmı cennet bahçelerine gönderilirken diğer bir kısmı da cehennem çukurlarına atılacaktır. Kısacası, acı ayrılıktan dolayı, gözyaşları dinmeyecek sel gibi akacaktır. Hatta bu durum şu şekilde şiirle ifade edilmiştir: Eğer ayrılık ânında aramızda olsaydın Ve defalarca ve dalaştığımızı görseydin O zaman göz yaşlarından denizlerin oluştuğunu Ve kan şeklinde aktığını görecektin.... 109İstemiş oldukları mucizelerden kendilerine bir mucize gelirse, ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır, en kaba ve en şiddetli bir biçimde Allah'a yemin ettiler. Rivayet edildiğine göre Kureyşliler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: ”Ey Muhammed! Sen bize Hazret-i Mûsa'nın bir asasının olduğunu, bununla taşa vurduğunda on iki çeşme fışkırttığını, Hazret-i İsa'nın ölüleri dirilttiğini ve Hazret-i Salih'in kayadan bir deve çıkardığını anlatıyorsun. Öyleyse sen de bize apaçık bir mucize getir. Eğer dediğimizi yaparsan, sana kesinlikle iman ederiz." dediler ve bu konuda çok ağır bir şekilde yemin ettiler. İşte bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti indirdi ve Hazret-i Peygambere şu emri verdi: Ey Rasûlüm Muhammed! Sen Kureyş halkına de ki: 'Mucizeler bütünüyle ancak Allah katmdandır.' İstediği zaman çıkarabilir. Bu benim yetki ve gücümün dışındadır. Çünkü ben, ancak bir uyarıcıyım... Ardından yüce Allah müminlere hitabederek onlara niçin mucizeler göndermediğini çok anlamlı ifadelerle şu şekilde açıklıyor: Onlara mucizeler geldiğinde dahi iman etmeyeceklerini bilemezsiniz. İstekleri yerine getirilse bile inanmayacaklarını siz nerden bilebilirsiniz ki? Her halükârda küfür ve inatta ısrar edeceklerini bilmediğiniz için -belki iman edebilirler diye- istedikleri mucizelerin gerçekleşmesini istiyorsunuz. Burada müşriklerin yalan yere yemin ettiklerine ve delilleri açıklamanın, ilâhî rahmete mazhar olmayanlara yarar sağlamadığına işaret ediliyor. 110Biz onların kalblerini ve gözlerini ters çeviririz. Tıpkı evvelce ona, yani getirdiği âyetlere iman etmedikleri zamanki gibi, şimdi de iman etmezler. Kalbleri, haktan saptığı ve gözleri körleştiği için doğruyu bulamazlar. Dolayısıyla daha önce ”ayın yarılması" gibi mucizelere karşı çıktıkları gibi, şimdiki mucizelere de karşı çıkarlar. Bu yüzden onları azgınlıkları içerisinde bırakırız, bocalayıp dururlar. İlâhi hidayeti bulamadıkları için şaşkınlık içerisinde kalırlar. Kuşkusuz, azgınlıkları içerisinde bırakılıp tersyüz edilişlerinin sebebi, onların hidâyeti kabule yeteneklerinin bozulması ve haktan bütünüyle yüz çevirmeleridir. 111Eğer istekleri doğrultusunda Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı, yani onların isteklerine uygun olarak ölüleri diriltseydik de gerçek imanı ve senin hak peygamber olduğunu onlara bildirselerdi ve her şeyi üzerlerine kefil olarak toplasaydık, yani peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ve getirdiği mesajların doğruluğu hususunda her şeyi kefil olarak bir araya getirseydik, Allah dilemedikçe yine de iman edecek bir konuma girecek değillerdi. İsyanda ısrar ettikleri ve inkarcılığı inatla sürdürdükleri sürece inanmaları sözkonusu değildir. Fakat mü'minlerin çoğu bu hususta bilgisizdirler. Onların iman etmeyeceklerini bilmedikleri için olmayacak bir konuda ümit beslerler, inanmalarını beklerler. 112Bir kısım Kureyş kâfirlerini sana düşman kıldığımız gibi, senden önceki her peygamber için, insan ve cin şeytanlarından düşmanlar yarattık. Burada Hazret-i Peygamberin teselli edilmesi sözkonusudur. Başka bir deyimle, düşmanlıkla karşılaşmak yalnızca Hazret-i Peygambere özgü bir olay değildir. Aksine bütün peygamberler de tıpkı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ümmeti gibi çeşitli musibetlere mâruz kalmışlar ve onlar da sınarım ıslardır. İnsan olsun, cin olsun, haddini aşan, fitne çıkaran, bozgunculuk yapan herkese şeytan denir. Öte yandan cinlerden olan şeytan, başına musallat olduğu insanın direnmesiyle karşılaşıp onu yenemediğinde bu hususta kendisine yardımcı olması için insandan olan bir şeytana başvurur. Mâlik b. Dinar'dan şöyle dediği nakledilmiştir: ”Bana insanların şeytanları, cinlerin şeytanlarından daha tehlikelidir. Ben cinnî şeytanlardan Allah'a sığındığımda giderler. Oysa insî şeytanlar ise gelir ve göz göre göre beni günahlara sürükler." Bunlar birbirini aldatmak ve kandırmak için süslü ve yaldızlı sözlerle vesvese verirler, yalan ve yanlış kandırmacalarla gizliden gizliye kısa sürede ortalığı karıştırırlar. Eğer Rabbin dikseydi, düşmanlık ve vesvesenin meydana gelmemesini murad etseydi bunu yapamazlardı. Öyleyse onları iftiraları çeşitli desise ve hileleri ile başbaşa bırak. Çünkü onlara çok acı azaplar verileceği gibi, seni de çok güzel sonuçlar beklemektedir. 113Bir de âhirete iman etmeyenlerin kalbleri, o süslü söze meyletsin, ondan hoşlansın ve işleyecekleri suçu işlesinler diye (böyle yaparlar.) Bu vesveseyi yaymalarının diğer bir sebebi de, âhirete inanmayanların gönüllerini, bu yalan sözlere meylettirmek, onlara benimsettirmek ve onun gereğini yapmalarını sağlamaktır. Mü'minlere gelince, onlar bu yaldızlı ve yakın sözlerin geçersizliğini ve vahim sonuçlar doğuracağını gayet iyi biliyorlardı. Kuşkusuz haklarında verilen hüküm Levh-i Mahfuz'da da kayıtlıdır. 114Size kitabı genişçe açıklanmış olarak indirmişken; Allah'tan başka hakem mi arayayım? Rivayet edildiğine göre Mekke müşrikleri Hazret-i Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip kendisine: ”Ey Muhammed! İstersen yahudi bilginlerinden, istersen hıristiyan piskoposlarından, bizimle senin aranda hakemlik yapacak ve haklıyı haksızdan ayıracak bir hakem seç. Çünkü onlar senden önceki kitapları okumuşlar" dediler. Bunun üzerine yüce Allah (celle celalühü), bu âyeti indirdi ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlara: ”Sizinle benim aramda hükmedecek Allah'tan başka hakem mi arayayım? Böylece haktan mı sapayım?" demesini emretti. Oysa onlar ümmî idi. Neyi yapıp neyi yapmayacaklarını, bilmiyorlardı. Yüce Allah onlara gerçeği haykıran, hak ile bâtılı ve haram ile helâli açıklayan bu Kur'an'ı indirmişti. Din ile ilgili bütün konulan açıklamış ve hiçbir karışıklık bırakmamışken başka hakeme gerek var mıydı? Buradaki ifadelerden de anlaşıldığı gibi Kuran, dinle ilgili bütün hususları açıklamış ve başka herhangi bir şeye ihtiyaç bırakmanı ıştır. Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur'an'ın, gerçekten Rabbin tarafından, hak ve doğru olarak indirilmiş olduğunu bilirler. Kendilerine Tevrat ve İncil öğrettiğimiz yahudi ve hıristiyan bilginleri. Allah katından gönderilen Kur'an'ın gerçek olduğunu gayet iyi bilirler. O halde sakın şüphe edenlerden olma. Her ne kadar bunu açığa vurmuyorlarsa da onlar Kur'an'ın hak olduğunu bilmektedirler. Yüce Allah (celle celalühü) Kur'an-ı Kerim'in eksiksizliğinin gerekçesi olarak, kendi katında hak ile indirilmiş olmasını belirttikten sonra bu eksiksizlik ve yüceliğin diğer bir sebebinin de bizzat Kur'an-ı Kerim'in kendisi olduğuna şöyle dikkat çeker: 115Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı. Anlattığı olaylar ve ortaya koyduğu hükümler bakımından Kuran, doğruluk ve adaletin doruk noktasındadır. Meselâ; Allah'ın varlığı ve birliği. O'nun sıfatları, vaad ve tehdid, ceza ve mükâfat, geçmiş miletlerin durumları, gaybî meseleler ve benzeri konularda yaptığı açıklamalarda en ufak bir şüphe yoktur. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi yükümlülüklerle emir ya da yasaktan ibaret olan diğer şer'î sorumluluklar konusunda son derece adaletli hükümler ortaya koymuştur. O'nun sözlerini değiştirecek, daha doğru ve daha âdil hükümler ortaya koyacak hiç kimse yoktur. Şu halde Allah'tan başka bir hakemin aranması söz konusu olabilir mi? O, işitme ile ilgili her şeyi çok iyi işiten ve bilinmesi mümkün olan her şeyi çok iyi bilendir. Bu âyetten çıkarılacak sonuç şudur: Kuran. Allah'ın hükmü ve insanlar arasındaki üstün delilidir. Şu halde başkasının hakemliğine başvurulamaz. Çünkü böyle bir şeyi ancak kâfirler yapar. Ayrıca kul, kullukla ilgili yükümlülüklerden kurtulamaz. İlâhî tecellilerle manevî bir makama ulaşsa da dünyada bulunduğu sürece kulluğa ilişkin sorumlulukları devam eder. Başka bir deyişle, yükümlülük ve sorumluluklar ancak âhiret yurdunda kalkar. Bazılarının sandığı gibi dünyada bu sorumluluk kalkmaz. Kuşkusuz bu âyetin, nefsin dereceleri ve ıslahıyle ilgili bir yönü de vardır. Çünkü Allah'tan başka birisinin hakemliğine başvurmak, nefsin arzularından kaynaklanır. Şu halde nefsin ıslahı Allah'ın emirlerini benimsemek ve O'na teslim olmakla mümkün olur. Ayrıca zahirî, ya da batınî olarak Kuran ilminden nasibi olan kimse, kendi çapında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vârisi sayılır. Anlatıldığına göre, bir gün Şa'bî'ye bir soru sorulur. Şa'bî ise: ”Bilmiyorum" der. Bunun üzerin soruyu soran kişi Şa'bî'ye der ki: ”Sen Iraklıların takibi olduğun halde bu soruya cevap verememekten utanmıyor musun?" Şa'bî ise şu karşılığı verir: ”Meleklerin: 'Seni tesbih ederiz. Bize öğrettiklerinin dışında hiçbir bilgimiz yoktur.' (Bakara: 32) diyerek, bilemediklerini itiraf etmekten çekinmedikleri bir hususta, ben niye utanayım ki?!..." 116Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan... Ey Rasûlüm Muhammed! Eğer, yeryüzünün çoğunluğunu oluşturan kâfirlerin peşinde gidersen seni Allah yolundan O'nun dininden ve şeriatından saptırırlar. Seni yoldan çıkarırlar. Çünkü onlar, gerek dinî meselelerde, gerekse ölü hayvanlarla ilgili olarak seninle yaptıkları tartışmalarda sadece zanna uyarlar. Geçmiş atalarının doğru yolda olduklarım sanarak izlerini takip ederler. Kuşkusuz gerçekten kendisi doğru yoldan saptığı halde öğüt vermeye kalkışan, başkasını kendi yoluna çekmeye çalışır. Şu halde kâfirler hem kendileri sapmışlardır hem de başkalarını saptırırlar. Gerçeğe giden yol ise zan ve tahminle yürütülmez. Aksine hak yolun başlıca belirtisi doğruluk, araştırıcılık ve hidayet özellikleridir. Bâtıl yolda gidenler ise zan lan peşinde koşarlar ve sadece tahmin yürütürler. Allah'a karşı yalan söylerler. Allah'ın haram kıldığı ölü hayvan eti gibi pek çok şeyi helâl sayarak O'na iftirada bulunurlar. 117Şüphesiz ki Rabbin, yolundan kimin saptığını çok iyi bilir. Ayrıca O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir. Dolayısıyla, herkesin hak ettiğini eksiksiz olarak verir. Öyleyse birinci gruptan olmamaya dikkat et. Öte yandan yüce Allah, her şeyi bütün yönleriyle bildiği için ”çok iyi" deyimi kullanılmıştır. Allah'ın dışındakiler ise bir kısım şeylerin, bazı yönlerini sınırlı olarak bilebilirler. 118Ey mü'minler! Eğer Allah'ın âyetlerine iman ediyorsanız, kesimi esnasında üzerlerine Allah'ın adı zikredilenlerden hayvanların etlerinden yeyin. Allah'tan başka birisinin adı anılarak kesilen, ya da kesilmeden ölen hayvanlardan sakın yemeyin. Çünkü Kuran âyetlerine iman etmek, 119Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı zikredilenlerden yemiyorsunuz? Bunun sebebi nedir? Halbuki O size, bu sûrede yer alan ve: ”Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Bana vahyolunanlarda, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum'“ (En'anı: 145) diye başlayan âyette yemeye mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri geniş olarak açıklamıştır. Haram ve helâli birbirinden ayırmıştır. Zorunluluklar dışında, sürekli olarak haram ve yasak olan şeyleri sözkonusu âyette belirtmiştir. Doğrusu kâfirlerden birçokları heveslerine uyarak hiçbir ilme dayanmaksızın insanları doğru yoldan saptırırlar. Şanlı şeriattan alınmış hiçbir bilgiye başvurmaksızın, kendi kafalarına göre birtakım hükümler ileri sürerler; leşlerin helâl olduğunu iddia ederler ve sapık davranışlarıyla insanları yoldan, çıkarırlar. Muhakkak ki Rabbin, haddi tecavüz edenleri çok iyi bilir. Hakkı bırakıp batıla, helâli bırakıp harama yönelenleri çok iyi tanır. Kuşkusuz heveslerine uyan insanlar birkaç çeşittir. Meselâ. Kıble ehlinden olan Mutezile ve Şia gibi gruplar da Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e muhalefet ederek Kuran ve sünneti kendi hevesleri doğrultusunda yorumladıkları için heveslerine uyan insanlar türündendir. Kâfirler ve müşriklerin insanları saptırdıkları gibi bunlar da insanları kendi heveslerine uydurmaya ve sağlıklı yoldan çıkarmaya çalışırlar. Öte yarıdan şer'-i şerife uygun olarak âyet ve hadislerden birtakım işaretler çıkarmak ise ”hevese uyma" sayılmaz. Aksine bu iş, doğrudan doğruya bir irfan ve fazilettir. Şu halde bu tür işaret sahiplerine uymak, kendi heveslerine uyan dalalet ehline uymaya benzemez. Çünkü gerçek işaret sahipleri, zan ve tahmine değil, kesin bilgi ve görgüye dayanırlar. Ayrıca dünya ehli de âhiret ehline kıyasla heves ehli sayılırlar. Çünkü evren bütünüyle bir bakıma hayalden ibarettir. Hayal peşinde koşan ise tanı anlamıyla akıllı adam sayılamaz. Behlül der ki: Günün birinde ben Basra sokaklarında gezerken ceviz ve bademlerle oynayan bir grup çocuğa rastladım. Onlara bakıp ağlayan bir çocuk dikkatimi çekti. Kendi kendime, herhalde diğer çocukların ellerinde bulunan şeylere sahip olamadığı için üzülüp ağlıyordur, diye düşündüm. Kendisine yaklaşıp: ”Yavrucuğum, niye ağlıyorsun? Ben sana ceviz ve badem satın alırım; sen de arkadaşlarınla oynarsın" dedim. Bunun üzerine çocuk bana bakıp: ”Behey geri zekâlı! Biz oyun için mi yaratılmışız?" dedi. Ben de: ”Peki yavrucuğum, öyleyse niçin yaratılmışız?" dedim. Çocuk dedi ki: ”Biz ilim ve ibadet için yaratılmışız." Bunun üzerine ben: ”Aferin tebrik ederim; bunu nereden öğrendin?" dedim. Çocuk: ”Ben bunu yüce Allah'ın: 'Sizi boşuna yarattığımızı ve huzurumuza çıkarılmayacağınızı mı sandınız?' (Mü'minûn: 115) sözünden öğrendim," dedi. Daha sonra ben kendi kendime: ”Vallahi bu çocuk benden daha akıllıdır ” dedim. 120Günahın, açığını da, gizlisini de, yani açık ve gizlisiyle bütün günahları terkedin. Nitekim günahlar bu iki türden ibarettir. Dolayısıyla hem kalblerin, hem de diğer organların tüm yaptıkları bu ifadenin içine girer. Şüphesiz ki açık ve gizli günah kazananlar; hatalı işler yapanlar, âhiret yurdunda yaptıklarından dolayı cezalandırılacaklardır. Ne olursa olsun, dünyada yaptıkları her şeyin karşılığını mutlaka göreceklerdir. Bu yüzden günahlardan sakınmak gerekir. Kuşkusuz tüm günahkârlar tehlikeli bir durumda bulunmaktadırlar. Öyleyse ey günahkâr, aklanma! Çünkü, inayet-i ilâh iyenin her günahkâra nasip olması sözkonusu değildir. Başka bir deyişle sen, yüce Allah'ın bağışlanmalarını istediği kimselerden olduğunu bilemezsin. İlk plânda affedilenlerin sayısı azdır. Rivayet edildiğine göre Mâik b. Dinar der ki: Ben Basra'da, cenaze taşıyan bir grup insana rastladım. Beraberinde cenazeyi uğurlayan başka kimseler yoktu. Onlara cenazenin hayattaki durumunu sordum, günahkârların ileri gelenlerinden olduğunu söylediler. Ben, namazını kılıp kabrine koydum ve bir gölgeliğe çekilip uyudum. Gökten iki meleğin inip kabrini açtıklarını gördüm. Birisi ölünün yanına indi ve diğer arkadaşına: ”Cehennemliklerden olduğunu yaz" dedi ve şöyle ilâve etti: ”Günahlara bulaşmamış bir tek organı bile yoktur..." Bunun üzerine arkadaşı dedi ki: ”Acele etme gözlerini incele" O da: ”Gözlerini inceledim Allah'ın yasakladığı şeylere bakmakla doludurlar" dedi. Bu kez: ”Öyleyse kulaklarına bak" dedi. Bu sefer de: ”Kulaklarına da baktım. Onlar da iğrençliklerle doludurlar" dedi. Bunun üzerine arkadaşı: ”O zaman, dilini araştır" dedi. O da şu cevabı verdi: ”Dilini de araştırdım. Dili de her türlü yasaklara bulaşmış ve haram işlemiştir." Bu kez arkadaşı: ”Öyleyse ellerine bak" dedi. Bunun üzerine de: ”Ellerini de araştırdım. Tamamen haram, şehvetler ve meşru olmayan lezzet ve keyiflerle dolu olduğunu gördüm" cevabını verdi. Bu kez de arkadaşı: ”Bir de ayaklarına bak" dedi. Bu sefer de cevabı şu oldu: ”Ayaklarını da inceledim. Onların da pisliklere ve iğrenç işlere bulaştıklarım gördüm..." Sonra tekrar: ”Acele etme, müsaade et; bir de ben bakayım" dedi ve ikinci melek de kabrine inip yanında bir süre kaldı ve önceki arkadaşına: ”Bak kardeşim, ben onun kalbini inceledim ve imanla dopdolu olduğunu gördüm. Öyleyse onun, rahmeti hak etmiş ve bağışlanmış mutlu bir kimse olduğunu yaz" dedi ve şöyle devam etti: ”Yüce Allah'ın lütfü, onun hata ve günahlarım kuşatacak kadar geniştir." Evet, bu husus imarı sayesinde gerçekleşmişse de örnekleri azdır. Kısacası: ”Allah'ın ansızın yakalamasından ancak hüsrana uğrayan bir topluluk emin olur," (A'râf: 99) 121Kesilirken üzerine kasden Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanların etlerini. yemeyin. Çünkü kişi, unutarak yaptığı işlerden sorumlu değildir. Öte yandan mü'minin kalbi, Allah'ın zikriyle dolu iken, üzerine Allah'ın adının zikredilmediği bir nesnenin girmesi uygun olmaz. Ayrıca Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın yenilmesi de yasaktır. Bunu yapmak, yani yukarıda sözkonusu edilen hayvanları yemek Allah'ın yolundan çıkmaktır. Helâl olmayan bir şeyi işlemektir. Nitekim İmam Azam'a göre, kesim esnasında besmeleyi kasten terkedenin kestiği bir hayvanın etinin yenilmesi helâl değildir. Öte yandan müşrikler, Müslümanlarla tartışıp: ”Nasıl oluyor da kendi öldürdüklerinizi yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü yemliyorsunuz?" diyorlardı. İşte bunun üzerine yüce Allah (celle celalühü) müminlere şöyle seslendi: Şüphesiz ki, şeytanlar yani iblis ve yandaşları leşlerin helâl olduğu hususunda sizinle mücadele etmeleri için dostlarına telkinlerde bulunurlar. Müşriklere vesvese verirler. Eğer haramı helâl kılma konusunda onlara uyarsanız ve bâtıl görüşlerine yardım ederseniz, muhakkak ki, Allah'a ortak koşanlar olursunuz. Çünkü, Allah'ın emirlerine uymayıp başkasına itaat eden O'na ortak koşmuş olur. Rivayet edildiğine göre: ”Şeytan, üzerinde Allah adı zikredilmeyen yemeği mubah sayar. ” Yani Allah'ın adı anılmadan başlanılan yemekte birlikte olur. Başlanılmadığı sürece şeytanın müdahale imkânı yoktur. Şu halde sofrada bulunanlardan en az birisinin besmele çekmesiyle sünnet yerine gelmiş olur. Başlangıçta ”besmele ” unutulduğunda, ne zaman hatırlanılırsa: ”Başta ve sonda Allah'ın adıyla" anlamında ”Bismillahi evvelehü ve âhirehü" demek gerekir. Bu durumda işlenen kusur telâfi edilmiştir. 122Rivayet edildiğine göre Ebû Cehil Hazret-i Peygambere işkembe pisliği fırlattı. Bunun üzerine Ebû Cehil'in yaptıkları Hamza'ya anlatıldı. O günlerde henüz müslüman olmayan Hamza, elinde bir yayla avdan dönüyordu. Hamza, Ebû Cehil'e rastladığında elindeki yay ile onun kafasına vurdu. Bunun üzerine Ebû Cehil: ”Sen onun ne yaptığını görmüyor musun? Baksana getirdiği mesajlarla bize meydan okuyor, akıllarımızı küçümsüyor ve ilâhlarımıza sövüyor" dedi. Bunun üzerine Hamza: ”Gerçekten siz insanların en geri zekâlılarısınız; yüce Allah'ı bırakıp taşlara tapıyorsunuz" dedi ve: ”Eşhedü enlâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerîkeleh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh" (Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, tektir ve ortaksızdır. Yine şahitlik yaparım ki Muhammed O'nun kulu ve rasûlüdür) diyerek müslüman olduğunu ilân etti. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime indi. Burada müşriklerin ölüye benzetilmesi söz konusııdur. Evet yüce Allah şöyle buyuruyor: Ölü iken hidayetle diriltip, kendisine bir hayat ve algılama gücü verdiğimiz; bunun dışında ayrıca yine kendisine insanlar arasında, onun sayesinde yürüyeceği bir nur verdiğimiz, onu insanların kötülüklerinden emin kıldığımız kimse, karanlıklar içinde kalıp, ondan çıkamayan kimse gibi midir? Allah'ın hidayetiyle dalaletten kurtulup ilâhi delilleri kavrayabildi ve dolayısıyla hak ile bâtılı birbirinden ayırma gücüne sahip kimse, küfür karanlığında yüzmeye devam eden gibi midir? İşte mü'minlere, iman süslü gösterildiği gibi kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterildi. Buradaki süslü gösterilmenin yaratılış noktasından Allah tarafından yapıldığını düşünmek mümkün olduğu gibi şeytan tarafından vesvese yoluyla yapıldığını düşünmek de mümkündür. Kısacası, kâfirler küfür ve günaha devam ettikleri sürece yaptıklarını süslü görürler ve bu süslemeyle küfür ve isyanda devam edip iman ve hidayet nuruna yönelmezler. Buna göre hakkı tanıyan ve bilen arif, bir nura sahiptir. Bu nur ile yolunu görür ve dilediği kadar gider. Marifetten yoksun olan câhil ise şaşkınlık vadisinde yolunu kaybeder... Gözü gören kimseyle görmeyen kimse, nasıl aynı değillerse; basiret sahibi kimseyle diğerleri, yani âlim ile câhil de bir olamaz. Bunun gibi Allahü teâlâ hâl ehli ile söz ehlinin arasını ayırır, onlara farklı muamele eder. Buna göre insanın sahip olduğu nurun boyutu, kalbinin genişliğine ve marifet derecesine göredir. Kalb, yüce Allah'ın kudret eli arasındadır ve onu dilediği gibi çevirir. İşte bu yüzden, çeşitli hayır ve taatlar iman ehli için süslü gösterilmiştir. Onlara güzel görünür. Kâfirler için ise kötülükler ve günahlar süslenmiştir. Ancak kullar cebir ve zorunluluk baskısı altında değildirler; kendi iradelerini kullanarak karanlıklardan kurtulmaları mümkündür. Başka bir deyişle, yeteneklerini, yaratılış amacına yöneltmedikleri takdirde, tabiat ve nefsin karanlıkları arasında kalırlar. 123Ve böylece, yani Mekke fâsıklarını, ileri gelenler zümresine kattığımız gibi her bir beldenin günahkârlarını orada yani söz konusu beldede hilekârlık etsinler diye büyükler, ileri gelenler kıldık. Çünkü onlar çeşitli plân ve tuzak kurmaya daha çok muktedirdirler. Bâtıl inançlarını insanlara benimsetme yönünde daha çok etkindirler. Nitekim Kureyş ileri gelenleri, Mekke'ye giren her yolun başına dört adam yerleştirmişler ve insanları Hazret-i Muhammed'e gitmekten alıkoymakla görevlendirmişlerdi. Sözkonusu görevliler gördükleri herkese: ”Aman, sakın bu adama yaklaşmayın. Çünkü o yalancı bir sihirbazdır" diyerek Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kötülüyorlar ve insanların onunla görüşmesine engel olmaya çalışıyorlardı. Her ülkenin en güçsüz ve en zayıf olanlarını gönderdiği her peygamberin yoldaşı yapmak Allah'ın bir kanunu idi. Nitekim Hazret-i Nuh'un kavmi kendisine: ”Sana rezil ve bayağı kişiler tabi olmuşken, biz sana iman eder miyiz?" (Şuara: 111) demişlerdi. Ayrıca, gizliden gizliye çeşitli planlar kurmaları ve bozgunculuk yapmaya çalışmaları için yoldan çıkanlarını ileri gelenlerden yapması da yine ilâhi kanunun bir parçasıydı. Âyette Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli ediliyor. Halbuki onlar, hilekârlığı ancak kendilerine yaparlar da farkında olmazlar. Çünkü bunun sorumluluğu onlara aittir. Kurdukları tuzağın başkasına zarar verdiğini zannederler. 124Bir önceki âyette bir beldedeki fâsıkların, oradaki ileri gelenler, mal ve mevki bakımından seçkin bir konumda bulunanlar olduğu belirtildikten sonra bu âyette Mekke reislerinin işlemiş oldukları suç ve fısk belirtilmiştir. Bu durum âyette şöyle belirtilir: Onlara Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğunu kanıtlayan bir âyet geldiği zaman: 'Allah'ın Peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe; bize de vahiy ve kitap gönderilmedikçe iman etmeyiz' dediler. Rivayet edildiğine göre Ebû Cehil şöyle demiştir: ”Biz Abdülmenaf oğullarıyla tıpkı iki yarış atı gibi şan ve şeref konusunda yarıştık. Sonuçta bize: 'Bizden, kendisine vahiy gönderilen bir peygamber çıktı', dediler. Vallahi, ona vahiy geldiği gibi, bize de gelmedikçe biz bu işe razı olmayız." İşte bunun üzerine bu âyet inmiştir. (26) Kısacası, Mekke halkı, Hazret-i Muhammed'e verilen nübüvvet ve risaletin aynısının kendilerine verilmesini istiyor ve kendilerinin, uyan kimseler değil, uyulan kimseler olmasını istediklerini ortaya koyuyorlardı. Kuşkusuz herhangi bir adama ”iman et" denildiğinde: ”Hayır, Allah beni peygamber yapmadıkça iman etmem" karşılığını vermesi, akılsızlığın doruk noktasıdır. Buradaki âyette geçen ”Peygamberler" ifadesinden amaç, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Kendisini yüceltme amacıyla çoğul olarak kullanılmıştır. Allah peygamberliğini nereye yani kime vereceğini, peygamberlik için en uygun olan yeri her şeyden daha iyi bilir. Bunlar ise peygamberliğe lâyık değildirler. Çünkü peygamberlik için ehliyet ölçüsü soy ve mal değil, kişisel erdemi iktir. Suçlu olanlara bekledikleri peygamberlik şerefi yerine sürekli olarak yaptıkları hilelerinden dolayı kıyamet gününde Allah katından bir zillet ve şiddetli azap erişecektir. Şu halde peygamberlik, çalışılarak elde edilen bir şey değil, ilâhî bir tensibtir. O'nun tahsisiyle gerçekleşir. Buna göre kişi, bütün şart ve sebeplerini yerine getirse bile, kendi kendine o makama ulaşamaz. 125Allah kimi hidayete erdirmek, doğru yolu ona gösterip iman etmeye muvaffak kılmak isterse, onun gönlünü İslâm'a açar. Böylece gönlü genişler ve enginleşir. Başka bir deyişle, yüce Allah kimin iman etmesini dilerse, kalbini bu işe yatkın kılar. Gönlünde imana aykırı bir şey bırakmaz, arındırır. Bu âyet indiğinde sahabe Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ”gönül açma ”nm açıklamasını sordular. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şu cevabı verdi: ”O, bir nurdur. Yüce Allah onu, müminin kalbine yerleştirir. Böylece genişler ve enginleşir." Daha sonra tekrar bunun bir belirtisi var mıdır, diye sordular. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Evet, ebedî olan âhiret yurduna eğilimli olmak; aldatıcı dünyadan uzaklaşmak ve gelmeden önce ölüme hazırlıklı olmak, bu nurun başlıca belirtisidir."(27) buyurdu. Kimi de saptırmak isterse, yani iradesini ona yöneltmesi için, içinde dalaleti yaratırsa sanki göğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı kılar. Böylece, hakkı kabul etmez ve gönlüne iman girmez. Yani yüce Allah, kinlin küfrünü dilerse, imana engel olan manilerini çoğaltır, küfre sürükleyen sebeplerini güçlendirir, gönlünü olağanüstü bir biçimde darlaştırır. Buradaki göğe yükselme benzetmesiyle ilgili olarak İmam Fahreddin er-Râzî Tefsirinde der ki: ”Bu hususu iki noktada değerlendirmek mümkün: Birincisi; Nasıl göğe yükselmesi istenen bir adama bu görev ağır gelir, bu işi gözünde büyütüp nefret eder ve kaçıp yanaşmak istemezse, tıpkı bunun gibi kâfir imandan kaçar ve bu husus ona son derece ağır gelir. İkincisi; kalbi, iman ve İslâm'dan o denli uzaklaşır ki bu uzaklık, yerden göğe çıkan birisinin katettiği mesafe kadar olur." İşte böylece Allah, iman etmeyenlerin üzerine azap ve lanet yağdırır; onları rezil ve perişan eder. Burada zamir kullanılarak ”onlar" denilmeyip bunun yerine ”iman etmeyenler" kelimesi kullanılarak, kâfirlerden açık isimle söz edilmesi küfür ve isyanda ısrar ettiklerine ve imana hiç yanaşmadıklarına işaret etmek içindir. 126İşte Rabbinin doğru yolu budur. Yani Kur'an in getirdiği açıklamalardır. Rabbin tarafından kabul edilen, içinde en ufak bir eğrilik bulunmayan ve cennete ulaştıran yol bundan ibarettir. Şüphesiz Biz, hatırlayıp ibret alan ve öğüt kabul eden bir kavim için âyetleri geniş bir şekilde ve birbirine karışmayacak bir biçimde açıkladık. En çok ders alanlar, kendileri olduğu için burada özellikle ”hatırlayıp ibret alan bir kavim" den söz edilmiştir. 127Rablerinin katında, O'nun ikramı ve ziyafetinde onlara güven yurdu olan cennet, Dâr'us-Selâm vardır. Orada her türlü kötülükten korunmuşlardır. Yaptıkları iyi ve sâlih amelden dolayı Allah onların dostudur. Onları sever, korur ve düşmanlarına karşı onlara yardım eder. Kuşkusuz, yüce Allah, imanın güzelliğine ve küfrün çirkinliğine dikkat çekmiş, sâlih olan ve olmayan kimsenin durumunu belirtmiş, peygamberlerin ve velilerin yollarına teşvik etmiştir. Öte yandan sâlih amelin Allah dostluğuna sebep olduğunu ve kişinin güven yurdu olan Cennete girmesini doğurduğunu açıklamıştır. Evet Cennete giren, Allah'ın azabından kesin olarak kurtulur. Kısacası: ”Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara: 257) Allah'ım! Bizi dosdoğru yola giren ve sağlıklı bir kal ble senin tarafına ulaşan ve senin acıklı azabından kurtulan kimselerden eyle. Ey Kerîm ve Rahîm olan yüce Allah'ım, bu duamızı kabul et! 128Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke halkına ve diğer insanlara şunu hatırlat: Allah, onların hepsini, cin ve insanların tümünü kıyamet sahnesinde bir araya topladığı gün, azarlayıcı bir ifadeyle cinlere: 'Ey cin topluluğu! Yani ey şeytanlar güruhu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız' (buyurur.) Cinlere, gizlenmek anlamına gelen ”cin" isminin verilmesinin sebebi, insanlardan gizlenip görünmedikleri içindir. İnsanlardan, cinlerin yani şeytanların dostu olup onlara uymuş olanlar da şöyle derler: 'Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık. Nihayet bize tayin ettiğin vâdemize ulaştık.' İnsanlar cinlerden, cinler de insanlardan yararlandı, sonra kıyamet günü geldi çattı. Kuşkusuz bu, şeytanlara uyduklarına ilişkin insanların itirafı ve pişmanlığıdır. Şeytanlar insanları kötü yollara yöneltmek ve bu yolları onlara kolaylaştırmak suretiyle onlara yarar sağlamışlar, insanlar da şeytanlara uymak ve emeklerini boşa çıkarmamak suretiyle onlara bir tür fayda temin etmişlerdir. Çünkü emri dinlenilen başkan, kendisine uyan insanların ona boyun eğmesiyle, bir bakıma fayda görür. İşte, şeytanlara uyan insanların, karşılıklı olarak sağladıklarını belirttikleri yararın açıklaması bundan ibarettir. Allah da: 'Sizin durağınız ve varış yeriniz cehennemdir. Orada, Allah'ın dilediği müstesna, ebedî olarak kalacaksınız' buyurur. Buna göre, tevbe edip Allah'a dönenlerin durak yeri cehennem olmayacaktır. Şu halde âyette geçen ”Allah'ın dilediği müstesna" ifadesiyle ebedî cehennemliklere değil, dünyadaki tevbe ehline işaret edilmiştir. Bir kısım müfessirlere göre ise ”Allah'ın dilediği müstesna" ifadesinin açıklaması: ”Allah'ın dilediği zamanlar, yani ateşten zemheri soğuğuna götürülmelerini istediği vakitler hariç..." şeklindedir. Buna göre cehennemlikler, Allah'ın dilediği vakitler dışında cehennem azabını ebedî olarak tadacaklardır. Nitekim, cehennem ehlinin bazı vakitlerde, içinde zemheri soğuğu bulunan bir vadiye nakledilecekleri, orada sızlanarak tekrar cehenneme götürülmeyi istiyecekleri rivayet edilir. Şu halde buradaki istisna, onlarla alay etme amacına yöneliktir. Celaleyn Tefsirinde ise ”Allah'ın dilediği müstesna" ifadesi, ”Kaynar su karıştırılmış içecekler verilmek üzere çıkarılacakları vakit hariç" şeklinde açıklanmıştır. Çünkü bu içecekler dışarda yer alır. Nitekim yüce Allah: ”Sonra onların dönüp varacakları yer cehennemdir" (Saffat: 68) buyurmuştur. Başka bir görüşe göre de bu ifadeden amaç, cehenneme girmeden önceki vakittir. Yani Allah'ın ertelemesini dilediği vakit hariç, bunların ebedî yeri cehennemdir. Şüphesiz Rabbin, bütün yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi bu arada cinlerin ve insanların durumlarını, yaptıklarını ve hak ettiklerini çok iyi bilendir. 129İşte Biz böylece, insan ve cinlerin âsîlerini yardımsız bıraktığımız gibi kazandıkları günahlardan dolayı, işlemiş oldukları küfür ve isyan suçundan ötürü zâlimlerin bir kısmım diğer bir kısmının başına dikeriz.Onlardan diğer bir kısmına musallat ederiz. İbn Abbas şöyle rivayet etmiştir: ”Yüce Allah (celle celalühü) bir milletin iyiliğini istediğinde, başlarına iyi kimseleri hâkim kılar. Bir kavmin kötülüğünü murad ettiğinde ise idarelerini kötü kimselerin eline verir." Bir kısım ilâhî kitaplarda şu ifadeler yer alır: ”Ben hükümdarlar hükümdarı olan yüce Allah diyorum ki: Hükümdarların kalbleri benim elimdedir. Bana itaat ederlerse, hükümdarlarını kendileri hakkında rahmete çeviririm. Bana karşı gelirlerse, başlarındaki hükümdarları onlar için azaba çeviririm. Dolayısıyla hükümdarların dedikodusunu yapmayı bırakın da bana yönelin, tevbe edin. Ben başmızdakileri size merhametli kılarım." 130Kıyamet gününde yüce Allah (celle celalühü) bütün cinlere ve insanlara diyecek ki: 'Ey cin ve insan topluluğu! Dünyada iken içinizden, sizin aranızdan size âyetlerimi ve gönderdiğim kitapları okuyan ve sizi bu kıyamet gününüze kavuşacağınız hususunda uyaran Allah tarafından görevlendirilmiş peygamberler gelmedi mi?' Kuşkusuz, hem cinlerin, hem de insanların mükellef oldukları, yani sorumluluk taşıdıkları ittifakla belirtilmiştir. Ancak kendilerine gönderilen peygambere gelince bu, kendi cinslerinden olduğu gibi, farklı cinsten yani insanlardan da olabilir. Farklı oluşu, kendisinden yararlanmaya engel olmaz. Bu durumda, seçkin olanlar peygamberin mesajlarını alıp onun bir elçisi olarak bu mesajları kendi milletine iletmesi caizdir. Öte yandan, bizim peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, hem cinlerin, hem de insanların peygamberi olduğuna ilişkin görüş birliği vardır. Ondan önceki peygamberler ise sadece kendi kavimlerine gönderilmişlerdir. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) da, genel peygamberlik göreviyle cinlere gönderilmemiş, hükümdar, yönetici ve idareci olarak vazifelendirilmiştir. Buna göre âyette geçen ”içinizden" ifadesi, ya yukarıdaki birinci açıklamaya işaret eder, yani peygamberlerin hem insanlardan, hem de cinlerden olabileceğini belirtir. Ya da ikinci açıklamaya işaret eder. Peygamberlerin yalnız insanlardan olabileceğini vurgular. Ancak ”Ey cin ve insan topluluğu!" şeklinde de hitabedilerek hem cinlere, hem insanlara birlikte seslenilmesi ”içinizden" ifadesinin kullanılmasını doğru kılmıştır. Bu ifadenin benzeri başka yerlerde de geçer. Meselâ tatlı sulu denizlerden değil, yalnız tuzlu sulu denizlerden inci ve mercan çıkarıldığı halde, birlikte anıldıkları için: ”O iki denizden inci ve mercanlar çıkar" (Rahman: 22) denilmiştir. İşte yüce Allah'ın ”size... peygamberler gelmedi mi?" sorusuna karşılık Onlar: 'Kendi aleyhimize şahidiz' derler. Aslında bu, inkarcılık yaptıkkırını ve ilâhî azabı hak ettiklerini dile getiren bir itiraftır. Dünya hayatı onları aldattı. Bu yüzden iman etmediler ve kendi aleyhlerine kâfir olduklarına dünyada iken ilâhî âyet ve uyarıları inkâr ettiklerine dair âhirette şahitlik ettiler. Bu da, görüşlerinin yanlışlığına ve isabetsizliğine işaret eder. Çünkü onlar, dünya hayatına aklanarak, âhiretten bütünüyle yüz çevirdiler. Sonuçta inkarcılıklarını itiraf etmek zorunda kalarak ebedî azaba teslim oldular. 131Bu böyledir. Rabbin, uyarıcı peygamberler göndermiştir. Çünkü Rabbin, bir ülkeyi, halkı gaflette iken zulümleri sebebiyle helak edici değildir. Açıklayıcı peygamberler göndermeden, sırf yaptıkları zulümlerden dolayı kimseyi yok etmez. Günahsız olarak kimseyi azaplandırmamak ilâhî bir kanundur. Kişi emredileni yapmaz, yasaklananı yaparsa günahkâr olur. Bu da peygamberlerin uyarmasından sonra olur. Allah peygamber göndermeden hiç bir millete azab etmez. 132Mü'min olsun, kâfir olsun, cin ve insanlardan bütün mükellefler için herkesin yaptığı işlerden dolayı dereceleri, inerte beleri vardır. İyi veya kötü yaptıkları tüm işlere karşılık farklı konumlarda bulunurlar. İyilik yapan sâlih insanların cennette birtakım dereceleri olduğu gibi, müşrikler için de cehennemde yer alan, zorlukları farklı biri diğerinden daha şiddetli mertebeler bulunur. ”Derece" kelimesi, genellikle iyiliklerin sıralamasında kullanıldığı için, âyette geçen ”derece" ifadesi ”mertebe" olarak açıklanmıştır. Çünkü kâfirler için sevap diye bir şey söz konusu değildir. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir. Yaptıkları amellerin O'ndan gizli kalması söz konusu olamaz. Yani herkese yaptığının karşılığını verecektir. 133Rabbin zengindir. Hiçbir şeye muhtaç değildir ve hiç kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur. Merhamet sahibidir. Mükemmelleştirmek için sorumluluk verir, şefkat eder, günahkârları hemen cezalandırmaz, süre verir. Sizi, niteliklerinizi taşımayan başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi, dilerse, sizi de ey günahkârlar yok edip, sizden sonra, sizi yok edip helak ettikten sonra yerinize dilediğini getirir. Onlar Allah'a sizden daha çok itaatkâr olurlar. Ancak, size acıdığı için bırakmış, yok etmemiştir. Âyette geçen ”başka bir kavim" den amaç. Hazret-i Nuh'un gemisindeki kavimdir. 134Size vâdedilen haşir ve azap gibi şeyler mutlaka gelecektir. Bunda şüphe yoktur. Ve siz Allah'ı âciz bırakamazsınız. Bunların gelmesine engel olamazsınız, bunlardan kurtulamazsınız. Başvurmadık hiçbir çare bırakmasanız bile bunlardan kurtuluş yoktur. 135Ey Rasûlüm Muhammed! Mekke halkına de ki: 'Ey kavmim! Gücünüzün yettiğini yapın. Küfür ve düşmanlık konusunda bütün gücünüzü kullanın. Muhakkak ki, ben de İslâm'da kararlılık göstermek, sabretmek ve sâlih amellere devanı etmek gibi bana emredilenleri yapacağım. Yukarıdaki ”yapın" emri, aslında bir tehdittir. Yakında o yurdun akıbetinin kimin olacağını, kimin iyi sonuçlar elde edeceğini bileceksiniz.' Akıbetin, kimin lehinde olacağını göreceksiniz. Şüphesiz ki zâlimler, yani kâfirler kurtuluşa eremezler. Umduklarını bulamazlar. Kuşkusuz kurtuluşun çaresi, ilim ve amele sarılmak, dünyayı ve tembelliği terketmektir. Anlatıldığına göre, adamın birinin yanına fakirlerden biri girmiş ve dünya malı adına hiçbir şey bulamamış. Bunun üzerine ona: ”Hiçbir şeyiniz yok mu?" diye sormuş. Adam şu cevabı vermiş: ”Evet, iki dünyamız var. Birisi güvenlik ve emniyet yurdu, ikincisi de korku yurdudur. Biz, elde ettiğimiz her şeyi güvenli evimizde, yani âhirette koruma altına alıyoruz." Bunun üzerine, fakir: ”Ama, bu dünyaya da birtakım şeyler lâzım" deyince adam: ”Bu dünya sahibi bizi burada bırakacak değildir. Çünkü dünya bir emanettir. Emanet ise asıl sahibine döner," cevabını vermiş. Şu halde iyi âkibetleri elde edecek olanlar, sâlih ve hayırlı kimselerdir. Bunlar gece-gündüz Allah için çalışırlar ve hiçbir vakit O'ndan ayrılmazlar. 136Arap müşrikler, Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan hem O'na, hem de O'na ortak koştukları tanrılarına pay ayırdılar ve kendi bâtıl iddialarına göre: 'Bu Allah'ındır. Şu da ortaklarımızındır' dediler. Allah'ın emri dışında böyle bir paylaştırmada bulundular. Bir kısmını Allah'a, bir kısmını da inallarında, ticaretlerinde ziraatlarında, hayvanlarında ve başka şeylerinde kendilerine ortak kabul ettikleri sahte tanrılarına ayırdılar. Şu halde buradaki ”şüreka" ifadesi"şirk" kelimesinden değil, ”şeriket" kelimesinden türemiştir. Yani ”ortak koştuklarımız" değil, ”ortaklarımız" anlamındadır. Rivayet edildiğine göre müşrikler, ekinlerinden ve diğer mahsûllerinden bir kısmını Allah'a ayırarak misafirlere ve yoksullara harcıyorlar, bir kısmını da kendi putlarına ve tanrılarına ayırıp onlara hizmet edenler için harcıyor, putlara birtakım adaklar sunmak için kullanıyorlardı. Hatta Allah'ın payı olarak ayırdıkları şeyin daha değerli olduğuna kanaat getirdiklerinde, vazgeçip kendi tanrılarına tahsis ediyorlardı. Ancak, tanrıları için ayırdıkları şeyin daha kıymetli ve üstün olduğunu gördüklerinde ise ”Allah zengindir" bahanesiyle ilâhlarına bırakıveriyorlardı. Kuşkusuz bu, kendi sahte ilâhlarını daha çok sevmelerinden kaynaklanıyordu. Ortakları için ayırdıkları ürün ve hayvanlar Allah için yoksullara ve misafirlere verilmezdi. Allah istese kendi payını çoğaltabilir diyorlardı. Fakat Allah için ayırdıkları pay ortakları için verilirdi. Ortakları için ayırdıkları payı yeterli görmedikleri zaman, Allah için ayrılmış olan ve artan ve çoğalan payı ilâhlarına ait kılarlardı. Allah'a karşı sahte ilâhları tercih etmeleri hususuna ilişkin bu hükümleri ne kötüydü! 137Yine ortakları, cinlerden ve Kabe'ye bakanlardan dostları tıpkı yukarıdaki olay gibi, müşriklerden çoğuna kız çocuklarını öldürmeyi hoş gösterdi ki, müşriklerin helak olmalarına ve dinlerinde şüpheye düşmelerine sebep olsunlar. Cahil iye döneminde insanlar, yoksulluk ya da evlendirme korkusuyla kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. Onlardan biri: ”Şu şu nitelikte ve şu kadar sayıda erkek çocuğa sahip olursam, onların birisini kurban ederini" diye yemin ediyordu. İşte bu şekilde ortakları, müşrikleri yoldan çıkarıyor ve ataları İsmail'in dininde şüpheye düşülüyorlardı. Eğer Allah dileseydi müşrikler bunu yapamazlardı. Kendilerine hoş gösterilen öldürme eylemini gerçekleştiremezlerdi. Ey Rasûlüm Muhammed! Onları iftiralarıyla başbaşa bırak! ”Kızlarımızı canlı canlı gömmeyi Allah bize emretti" şeklindeki iftiralarıyla başbaşa bırak. Engel olabildiği halde Allah onları yaptıklarıyla başbaşa bıraktığına göre, sen de onları iftiralarıyla başbaşa bırak! Çünkü onların sorgulanacakları gün elbette gelecektir!... 138Onlar, yani müşrikler bâtıl zanlarıyla, hiçbir delile dayanmaksızın: 'Şu hayvanlarla ekinler yasaktır, yani haramdır. Onları bizim dilediğimiz yani kadınlar değil, putların hizmetçileri ve erkekler den başkası yiyemez. Şu hayvanların da sırtları binmeye ve yüklemeye haram kılınmıştır' dediler. Bu hayvanlardan amaçları ise daha önce Maide sûresinde (Âyet: 103) adı geçen ”Bahire, Sâibe ve Hâm’i" dedikleri hayvanlardır. Ayrıca bir kısım hayvanlar da vardır ki, putları için keserken Allah'a iftira ederek Allah'ın adını onların üzerine zikretmezler. Yani Allah'ın adını değil, putlarını anarak Allah'a iftirada bulunurlar. İşte Allah onları yaptıkları iftira sebebiyle cezalandıracaktır. 139Onlar, yani o müşrikler, Bahire ve Sâibe dedikleri hayvanların yavrularına işaret ederek: 'Bu hayvanların karınlarındaki şeyler sadece erkeklerimize ait olup kadınlarımıza haramdır' dediler. Doğacak yavruların sadece erkeklere ait olduğunu, kadınların bundan yararlanamayacağını ileri sürdüler. Eğer ölü doğarsa o zaman erkeği ve kadınıyla hepsi onda, yani hayvanların karınlarındaki şeylerde ortaktır. Hepsi yerler. Allah onların bu yanlış vasıflandırmalarının, yani helâl ve haram kılma konusunda Allah'a iftira ettikleri yanlış değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Kesinlikle karşılıksız bırakmayacaktır. Şüphesiz ki O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir. Yaptıklarını bildiği şeyleri karşılıksız bırakmaması O'nun hikmetinin gereğidir. 140Yemin olsun ki, hiçbir bilgiye dayanmadan beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'a iftira ederek, Onun kendilerine emrettiğini ileri sürerek O'nun kendilerine verdiği Bahire gibi rızkı haram kılanlar, muhakkak ki hem dünyada, hem de âhirette hüsrandadırlar büyük bir zarar içerisindedirler. Onlar, doğru yoldan sapmışlardır. Hidayete erecek de değillerdir. Çocuklarını öldürenlerden amaç, Rabia ve Mudar kabileleri ve benzeri Araplardır. Bunlar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. İşte âyetteki ”beyinsizce" ifadesi, Allah'ın hem kendilerini, hem de çocuklarını rızıklandırdığından habersiz olacak kadar cahil olan bu insanların durumlarını, çok güzel bir biçimde canlandırmaktadır. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ashabından sürekli olarak üzüntü içerisinde bulunan bir adam vardı. Bir gün Allah'ın Rasülü: ”Niçin, hep üzgünsün?" diye sordu. Adam dedi ki: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Ben cahiliye döneminde öyle bir günah işledim ki, müslüman olduğum halde bağışlanmamaktan korkuyorum." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”İşlediğin günahı anlat bakalım" deyince adam başından geçenleri şöyle anlattı: ”Cahiliye döneminde ben de kız çocuklarını öldürenlerdendim. Bir gün yine bir kızımız doğdu. Eşim, bu kızı öldürmememi rica etti. Ben de onun ricasını kabul edip kızı öldürmedim. Kız büyüdü, olgunlaştı ve çok güzel bir genç kız oldu. Günün birinde evlendirmem için onu benden istediler. Taassup, namus ve izzet-i nefis damarım kabardı. Evlendirme ya da evde bırakma arasında bir tercih yapamıyordum. Bunun üzerine eşime: 'Ben falanca yerdeki şu kabileye, akraba ziyaretine gideceğim. Kızı da benimle beraber gönder' dedim. Eşim çok sevindi. Kızı hazırladı, süslü elbiseler giydirdi, çeşitli takılar taktı ve kıza herhangi bir şey yapmamam konusunda benden söz aldı. Kızla beraber bir kuyunun başına vardık. Kız kuyuyu görünce, kendisini kuyuya atmak istediğimi anladı. Bana sarılıp ağlamaya başladı ve: 'Babacığım, bana ne yapmak istiyorsun?' dedi. Ona acıdım. Ancak kuyuya bakınca, tekrar taassup damarım kabardı. Kızcağız, yine bana yalvarıp: 'Babacığım, ne olur, anneme verdiğin sözü bozma. Onun emanetini yitirme' dedi. Ben, bir kuyuya bakıyor, bir de kızıma bakıp ona acıyordum. Sonunda şeytana yenildim ve baş aşağı kuyuya attım. Zavallı kız: 'Babacığım, beni öldürdün' diye bağırıyordu. Çığlıkları kesilip ölünceye kadar orada bekledim. Sonra geri döndüm..." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ağladı ve adama: ”Eğer, cahiliye döneminde yaptıkları işler dolayısıyla insanları cezalandırmam konusunda bana emir verilseydi, bu davranışından ötürü seni mutlaka cezalandırırdım" dedi. 141Çardaklı ve çardaksız bağları... Kendisini taşıyan tahta ve benzeri şeyler üzerinde yükselen, ya da toprağın yüzeyi üzerinde büyüyüp gelişen ürünleri, çardaklar üzerinde gelişen üzümlerle toprağın üzerinde büyüyen kabak, karpuz gibi mahsulleri ürünleri çeşit çeşit hurmaları, tatlı, ekşi, kaliteli ve kalitesiz olan ve kendileriyle beslenilen ekinleri, tüm tohumlu ürünleri, zeytin ve narları birbirine benzeyen ve benzemeyen özelliklerde yaratan O'd ur. Bunların bir kısmı renk ve şekil bakımından birbirine benzemekte, renkleri aynı olduğu halde tadları farklıdır. Bunların her biri mahsul verdiği zaman, hepsinin verdiği mahsullerinden yeyin. Buradaki ”mahsul verdiği zaman" ifadesinden, ortaya çıkar çıkmaz yenilebilceği; başka bir deyişle tam olgunlaşma vaktinin beklenmesinin şart olmadığı anlaşılıyor. Üzüm ve benzeri ürünlere ait hasat zamanı da hakkını verin. İsraf etmeyin. Dengeli ve ölçülü bir şekilde zekât ve sadakasını vermek suretiyle dağıtın. Nitekim, Sabit b. Kays'ın, topladığı beşyüz hurma ağacının ürününü bir gün içinde dağıtıp aile efradına hiçbir şey bırakmadığı rivayet edilir.... İşte bu şekilde israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez, yaptıklarını hoş karşılamaz. 142Hayvanlardan yük taşıyanları, yük taşıma işinde kullanılanları, ve yününden istifade edilenleri de yaratan O'dur. Hepsini O yaratmıştır. Ayette geçen ”fers" den maksat, kesmek için yere yatırılan, ya da yününden, kılından döşek yapılan demektir. Allah'ın, size rızık olarak vermiş olduğu şeylerden helâl olanını yeyin. Şeytanın izinden gitmeyin. Helâl ve haram konusunda onun telkinlerine uymayın. Çünkü o, sizi günah ve isyandan başka bir şeye davet etmez. Ayrıca o, sizin için apaçık bir düşmandır. Nitekim babanız Âdem (aleyhisselâm)'e karşı, bu düşmanlığı açıkça ortaya koymuştur. 143Nesillerini devam ettirmek amacıyla sekiz çifti yaratan da O'dur. Bu sekiz çiftin ikisi dişi ve erkek koyundur, yani normal koyun ile koçtur. İkisi de dişi ve erkek keçidir. Yani dişi keçi ile tekedir. Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Allah o çiftlerden iki erkeği mi? koç ve tekeyi mi, yoksa iki dişiyi mi, yani koyun ile keçiyi mi, yahut o her iki dişinin rahimlerindekileri mi dişi ve erkek farkı olmaksızın haram kılmıştır? Söyleyin bakalım!... Eğer haram kılma konusunda doğru söylüyorsanız, Allah'ın gönderdiği bir kitapla belgelenen, ya da Allah'ın söz konusu şeyleri haram kıldığına ilişkin peygamberler tarafından açıklanan bir bilgiye dayanarak bana cevap verin.' 144Bu sekiz çiften geriye kalanın ikisi deve, ikisi de sığırdır. Develer dişi ve erkek olduğu gibi, sığırlar da dişi ve erkek olmak üzere iki cinstirler. Onları azarlayarak de ki: 'Allah bu çiftlerden iki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi, yahut o her iki dişinin rahimlerindekileri mi yani rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Nitekim müşrikler, bazan hayvanlardan erkek olanların, bazan da dişi olanların haram olduğunu ileri sürüyorlardı. Oysa Allah bunlardan hiçbirini haram kılmamıştır. Yoksa, Allah bunu size emrederken, bunların haram olduğunu belirtirken, huzurunda mı bulunuyordunuz?' İnsanları saptırmak için hiçbir bilgiye dayanmadan Allah'a karşı yalan uydurandan, yalan yere Allah, şunları şunları haram kılmıştır iftirasında bulunandan daha zâlim kim olabilir? Evet, gerçekten bunlardan daha zâlim kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah, zâlim kavmi hidayete erdirmez. Onları kısa ve uzun vadede yararlarına olabilecek hususlara yöneltmez. 145Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Bana vahyolunanlarda, yiyen bîr kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Bana bildirilen âyetlerde onların haram olduğunu iddia ettikleri yiyeceklerin, erkek veya kadın herhangi bir kimseye haram olduğuna ilişkin hiçbir hüküm yoktur. Bu ifadelerle, onların ”... kadınlarımıza haramdır" (Enam: 139) şeklindeki iddialar çürütülmüştür. Ancak boğazlanmadan ölen leş veya akıtılmış kan, yahut domuz eti -ki pistir- yahut doğru yoldan çıkarak, üzerine Allah'tan başkasının örneğin putların adı zikredilmek suretiyle kesilen hayvanların etlerinin yenmesi haramdır. Burada özellikle domuzun ”pis" olarak nitelendirilmesinin sebebi, pisliği ve tiksindirici şeyleri yemeyi alışkanlık haline getirmesindendir. Kısacası domuz, son derece pistir. Pis olan şeylerin yenilmesi ise haramdır. Ancak kim zaruret içinde kalırsa, yani adı geçen şeylerden yeme zorunda kalırsa, zaruret halinde haddi aşmamak ve başkasının hakkına tecavüz etmemek, yani zorunlu olarak yediği miktarı geçmemek suretiyle (yiyebilir.)' Şüphesiz ki Rabbin çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Zorunlu olarak bu duruma düşen kimseyi yaptığından dolayı hesaba çekmez. Te'vilat'un-Necmiye adlı eserde, bu âyette geçen ”leş ” ifadesiyle, dünyanın bir leşten ibaret olduğuna dikkat çekilmek istendiği söylenmektedir. Nitekim şâir de, dünyanın bir leşten ibaret olduğunu şöyle dile getirmiştir: Dünyayı kim tanımak isterse, ben onu denedim. Acı-tatlı, her durumunu gördüm. Dünya, tatlı görünen bir leşten ibarettir. Tek amaçları, onu parçalamak olan köpeklerle kuşatılmıştır. Eğer ondan sakınırsan, köpeklerden kurtulmuş olursun. Onu çekmeye çalışırsan; köpekleri sana hücum, eder. Bir rivayette şu hususlar kaydedilir: ”Yüce Allah Hazret-i Davud'a şu mesajı gönderdi: 'Ey Dâvud! Dünya, üzerinde köpeklerin toplandığı bir leşe benzer. Sen de onlar gibi olup onlarla birlikte çekmek ister misin?" Şu halde akıllı insanın yapması gereken, peygamberler ve olgun veliler gibi dünyadan insanların en çok yüz çevireni olmasıdır. 146Biz, gelmiş-geçmiş milletlerden hiçbirine değil, özellikle Yehudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Parçalayıcı hayvan ve köpek türleri gibi tırnaklarının arası açık, ya da deve, kaz ve ördek gibi tırnaklarının arası kapalı olan tüm tırnaklı hayvanları yasakladık. Nitekim daha önceleri tırnaklı hayvanların bir kısmı Yehudilere helâldi. Ancak zulmetmeye devam ettiklerinde haramlık genelleştirildi. Onlara sığır ve davarın etleri değil, sırt, bağırsak ve kemik yağlarının dışında iç yağlarını, yani gömlek yağı denilen don yağıyla böbreklerin taşıdığı yağı da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden dolayı, onları bu şekilde cezalandırdık. Haksız yere peygamberleri öldürmeleri, faiz almaları, insanların mallarını zulmederek yemeleri ve benzeri davranışlarla haddi aşmaları dolayısıyla onlara bu şekilde ceza verdik. Nitekim, yaptıkları her suçtan sonra, daha önce kendilerine helâl olan birşey haram kılınıyordu. Ancak onlar, yasaklanan şeylerin eski ümmetlere de haram olduğunu ileri sürüyorlardı. İşte bu noktada yüce Allah, gerek onların zulümlerini dile getirmesi, gerekse başka hususlarda bilgi vermesi konusunda kendisinin doğru sözlü olduğunu şu şekilde vurguluyor: Şüphesiz ki Biz, doğru söyleyenleriz. 147Eğer yahûdiler ve müşrikler helâl ve haram kılma konularına ilişkin açıkladığın hükümlerde seni yalanlarlarsa (onlara) şöyle de: 'Rabbiniz geniş rahmet sahibidir. Bu yüzden, yalanlamalarınızdan dolayı sizi hemen cezalandırmayacak, size süre tanıyacaktır. Yalnız şunu unutmayın ki, bu sadece bir süre tanımadır. Yoksa, yüce Allah'ın sizi unutması söz konusu değildir. Evet, rahmeti gereğince size süre tanımıştır; fakat O'nun azabı da suçlu kavimden geri çevrilmez.' Başka bir deyişle, Allah'ın azabı geldiğinde, hiç kimse buna engel olamaz. 148Allah'a ortak koşanlar, şöyle diyecektir: 'Eğer Allah ortak koşmamamızı dileseydi, ne biz ne de babalarımız O'na ortak koşardık ve ne de bir şeyi haram kılardık.' Onlar bu sözleriyle, yaptıkları işin Allah katında makbul ve hak olduğunu ileri sürmeye çalışırlar. Bunlardan öncekiler de böylece yalanlamışlardı. Aynı şekilde gerçeklere karşı çıkmışlardı. Yalanlamalarının cezası olarak nihayet azabımızı tattılar. İndirdiğimiz azapla karşılaştılar. Onlara de ki: 'Yanınızda meydana çıkararak bize göstereceğiniz bir bilgi, delil olarak ileri sürebileceğiniz bir belge var mı? Siz, ortak koşma ve haram kılma şeklinde ortaya koyduğunuz bu davranışlarınızla sadece zanna tabi oluyorsunuz. Hiçbir dayanağınız yoktur. Ve siz yalan söylüyorsunuz.' Allah'a iftirada bulunuyorsunuz. 149De ki: 'En üstün, en açık ve sağlam delil Allah'ındır. Eğer O, tümünüzün hidayetini dileseydi hepinizi hidayete erdirirdi.' O konuda başarılı kılardı. Ancak tüm çabalarını sapıklık yoluna harcayan bir kısım insanların dalaletini dilemiştir. 150De ki: 'Haydi, Allah'ın bunu haram kıldığına dair şahitlik edecek şahitlerinizi getirin?' Sözlerini tasdik edip görüşlerini benimsediğiniz önderlerinizi getirin bakalım. Onlara bu şekilde meydan okunması dayanaksız ve desteksiz olduklarını ispatlamak içindir... Onlar gelip bunu Allah haram kıldı, diye şahitlik etseler de, sen onlarla beraber şahitlik etme. Yani onları tasdik etme. Çünkü bütün söyledikleri, yalandan ibarettir. Ayrıca sen âyetlerimizi yalanlayan ve âhirete iman etmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. Putlara tapanların sözlerine inanma. İlâhi âyetleri inkâr eden bu müşrikler âhirete de inanmazlar ve onlar, taptıklarını Rablerine denk sayarlar. O'nun düzeyinde olduklarına inanırlar. Kısacası, Allah'a ortak koşup âhireti inkâr eden ve Allah'ın âyetlerini yalanlayan müşriklerin hevâ ve heveslerine uymak yanlıştır. Kuşkusuz yüce Allah (celle celalühü) güzel olan nimetleri helâl kılmış ve cahiliye dönemi insanlarının kendi kendilerine lia ram kıldıkları şeyleri reddetmiştir. Çünkü dinin dayanağı hevâ ve hevesler değil, ilahî vahiydir. Öte yandan yine yüce Allah (celle celalühü) içki, leş, kan, domuz ve benzeri pis şeylerin haram olduğunu belirtmiş, bunların yenilmesini ve satılmasını yasaklamıştır. Çünkü, yenilmesi haram olan şeyin, alınıp satılması da haramdır. Ayrıca yüce Allah'ın herhangi bir şeyi haram kılması, ya Yehudilerde olduğu gibi bir sınama ve cezalandırmak içindir veya gerçekten fizyolojik ya da psikolojik bir zararı bulunduğundandır. Meselâ zehirin bedene zararı olduğu gibi, canavar ve haşerelerin etleri de insanın karakterini olumsuz yönde etkiler. Nitekim: ”Süt, huyu değiştirir," şeklinde meşhur bir deyim vardır. Fakîh Ebu'l-Leys der ki: ”Kişinin, bedenini zararlı olan şeylerden koruyacak kadar tıp bilgisine sahip olması gerekir. Çünkü ilimler, bedenî ilimler ve dinî ilimler olarak ikiye ayrılır. Öte yandan bütün âlimler, zorunlu durumlarda, haram olan şeylerin ilâç olarak kullanılabileceği görüşündedirler. Meselâ, zorunlu durumlarda, boğazda düğümlenen lokma, ancak içkiyle yutulabilirse o zaman kullanılabilir. Zaruret olmazsa caiz değildir." 151Ey Rasûlüm Muhammed! Mekkeli kâfirlere de ki: 'Gelin Rabbinizin size haram kıldıklarını açıklayan âyetleri okuyayım: Kuşkusuz ”De ki: 'Gelin Rabbinizin size haram kıldıklarını okuyayım'“ diye başlayan ve ”Allah bunları sakınasınız diye size emretti" şeklinde sona eren bu üç âyet, tamamen iyiliklerle dolu olan ve bütün ilâhî kitaplarda yer alan çok önemli on prensibi içermektedir. Şu halde bu âyetlerde belirtilen yasaklar bütün insanları kuşatmaktadır. Ümmet ve dönemlerin değişmesi bu hükümleri değiştirmemiştir. Buna göre, kim bunların gereğini yaparsa cennette girecek, bu prensipleri çiğneyenlerse cehenneme atılacaklardır. Bu prensiplerin birincisi: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın ifadesiyle belirtilen Allah'a ortak koşmama hususudur. Haramların başı olduğu ve onunla birlikte hiçbir ibadet kabul edilmediği için ”Allah'a ortak koşmama hususu" başa alınmıştır. Allah'a ortak koşma yani şirk, açık ve gizli olmak üzere ikiye ayrılır. Açık şirke, putlara yapılan ibadet örnek gösterilebilir. Gizli şirk ise, hamdi, güçlü ve biricik olan yüce Allah (celle celalühü) ile birlikte başkasına gösteriş için yapmaktır. İkinci prensip, Ana babaya iyilik yapın ifadeleriyle dile getirilmiştir. Yani her ikisine iyilikte bulunun, onlara kötülük yapmayın. Kuşkusuz, burada haram olduğu belirtilmek istenen husus, ana babaya kötülük yapılmasıdır. Çünkü, herhangi bir şeyi emretmek, aksini yasaklama anlamına gelir. Âyetin bu bölümünde yasak yerine emrin sözkonusu edilmesi anne babaya karşı iyilik yapmanın ve haklarına özen göstermenin önemine işaret etmek içindir. Çünkü, yalnızca: ”onlara karşı kötülük yapmayın" demek, onların haklarını yerine getirmeye yetmez. Üçüncü prensip de şudur: Fakirlikten, yoksulluktan dolayı çocuklarınızı öldürmeyin.' Kızlarınızı diri diri gömmeyin. Sizi de onları da Biz rızıklandırırız. Rızıklan temin edememekten korkmayın, böyle bir endişeniz olmasın. Çocukları öldürmeyi yasaklamanın hikmeti, böyle bir davranışın Allah'ın kurduğu yapıyı yıkma anlamına geldiğindendir. Allah'ın yaptığı bir şeyi bozanlar ise lanetlenmiştir. Dördüncü prensip: 'Hayasızlıkların, yani zinanın açığına da, gizlisine de yaklaşmayın. hükmüdür. Zinanın her türlüsünün haram ve yasak olduğuna işaret etmek için çoğul ifade kullanılmıştır. Buna göre alçakça yapılan ve rezil insanlar tarafından işlenen açık zina yasak olduğu gibi, metres ve dost edinmek suretiyle gizliden gizliye ve kendisini soylu kabul eden insanlar tarafından yapılan zina da yasak ve haramdır. Öte yandan harama bakış da zinanın bir çeşididir. İbn Abbas der ki: ”Şeytan üç yerinden erkeğe yaklaşır: Gözlerinden, kalbinden ve üreme organından. Kadını da aynı şekilde üç yerinden aldatmaya çalışır: Gözlerinden, kalbinden ve kalçalarından." Beşinci prensip: İman ettikten sonra inkarcılığa sapmak, evlendikten sonra zina etmek ve suçsuz bir insanı öldürmek suçlarını işleyen insanları öldürmek gibi şeriatın emrettiği hususlar hariç yani: Bir şer'î hak olmadıkça Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı cana kıymayın. Allah, aklınızı kullanasınız, kafanızı çalıştırıp kötülüklerden uzaklaşasınız diye size bunları kesin olarak emretti. 152Yetim rüşdüne erinceye kadar, onun malına en güzel yolun dışında yani, korumak ve artırmak amaçları haricinde yaklaşmayın. Rüşdüne erdiğinde ona teslim edin. Yetim, babası ölen insana denir. Kuşkusuz burada hitap vasi ve velîleredir. Küçük yaştaki yetim, malım koruyamadığı için, yüce Allah (celle celalühü) onun korunmasını, gözetilmesini ve lehinde düşünülmesini emretmiştir. Bu da altıncı hükümdür. Ölçülen şeylerde ölçüyü, tartılan şeylerde de tartıyı tam ve doğru yapın. Eksik olarak ölçüp tartmayın. Buna göre, ölçen ve tartan kimsenin bu görevi eksiksiz yapması, kendisi için ölçülüp tartılan alacaklının ise fazlasını istememesi gerekir. Biz herkesi ancak gücünün yettiği ile rnes'ul tutarız. Yapamadığı ve güç yetiremediği şeylerden sorumlu tutmayız. Ölçü ve tartıda adaletli olunmasını emreden ifadeden hemen sonra bu hususa yer verilmesi, adaleti yerine getirmenin zorluğuna işaret etmek içindir. Şu halde yapmanız gereken şey, gücünüzün yettiğini yerine getirmektir. Onun ötesinden sorumlu değilsiniz. Buna göre insan, adaletli olarak ölçüp tartmak için bütün çabasını gösterdiği halde, yine de az bir fazlalık, ya da noksanlık meydana gelirse, kişi sorguya çekilmez. Bu da yedinci hükümdür. Akrabanız dahi olsa konuşurken adaletli olun. Kesinlikle taraf tutmayın. Meşru olan hakka uymak ve Allah'ın rızâsını istemek asıl oluduğuna göre, bu konuda yabancı ile akrabanın farkı yoktur. Bu da sekizinci hükümdür. Ve Allah'ın ahdini yerine getirin. Adalete sarılmak, şeriatın hükümlerini yerine getirmek gibi, hangi ahid olursa olsun, kesinlikle uygulayın. Öte yandan buradaki ahid ile, iki insan arasındaki ahid de kasdedilmiş olabilir. Bu durumda ”Allah'ın ahdi" ifadesinin anlamı, Allah'ın, yerine getirilmesini emrettiği ahid, olur. Bu da dokuzuncu hükümdür. işte Allah, düşünesiniz ve gereğini yapasınız diye size bunları emretti. 153Şüphesiz ki bu, Benim dosdoğru yolumdur. Bu sûrede belirtilen tevhid ve nübüvvetin ispatı ve şeriat'ın açıklanması gibi hususlar, benim yolumun ta kendisidir. Başka bir deyişle, bu sûrede geçen hükümler benim şeriatımın bir parçasıdır. Güçlü ve kuvvetlidir. Cennete ulaştıran bir yol olması sebebiyle ilâhî hükümlere, şeriata ”doğru yol" adı verilmiştir. Ona uyun. Yahudilik, hıristiyanlık, ya da başka dinlere ve başka yollara uymayın ki, sizi O'nun Allah'ın yolundan ayırmasın. Sizi parçalara ayırıp perişan etmesin... Allah'ın seçtiği din olan İslâm'dan uzaklaştırmasın. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yolu, Allah'ın yolunun aynısıdır. Bu da onuncu hükümdür. Allah bunları, yani O'nun yoluna uyup başkasının yoluna uymama gibi hususları, sakınasınız diye size emretti.' Böylece küfür ve dalâlet yoluna sapmaktan korunmuş olursunuz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okuduğunda düz bir çizgi çizip ”işte bu, Allah'ın yoludur" dedi. Daha sonra sağına soluna birkaç çizgi çizip: ”İşte bunlar, herbirisinin başında, ona çağıran bir şeytan bulunan çeşitli yollardır" (29) buyurdu. Kuşkusuz buradaki dosdoğru yoldan amaç İslâm şeriatı'dır. Bu yüzden namazın her rekâtında yüce Allah'a yalvarıp ”Bizi dosdoğru yola ilet" (Fatiha: 6) deriz. Dünyada iken bu yoldan sapan âhiret yolunda da kesinlikle kayacaktır. 154Sonra iyilik işleyenlere, görevini tam anlamıyla yapan peygamberlere ve müminlere nimetimizi ve lütfumuzu tamamlamak, her şeyi geniş ve detaylı bir şekilde açıklamak, bütün dînî konulan belirtmek, bir hidayet ve rahmet olmak üzere, yani sapıklıktan çevirmek ve iman edip güzel amel edenleri azaptan korumak amacıyla Mûsa'ya kitabı, yani Tevrat'ı verdik ki, İsrail oğulları Rabblerine kavuşacaklarına iman etsinler. Ölümden sonraki dirilmeye, mükâfat ve cezaya inansınlar... Âyetin başında yer alan ”sonra" ifadesi anlatım sıralamasını belirtir. 155işte bu Kuran da inkarcıların iddia ettiği gibi Peygamber tarafından değil, Bizim indirdiğimiz mübarek, hem din, hem dünya için ya- bir kitaptır. Öyleyse ona uyun emirlerinin gereğini yapın, ona aykırı hareket etmekten sakının ve Allah'tan korkun ki, merhamet olunasınız; ona uyup muhtevasının gereğini yapın ki, ilahî rahmete ulaşasınız. 156Bu Kur'an'ı indirdik ki, siz ey Mekke halkı: 'Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa yani yahudi ve hıristiyan taifelerine indirildi. Tevrat ve İncil gönderildi. Biz ise, onların okumasından habersizdik', bizim dilimizle yazılmadığı için, içinde ne olduğunu, bilmiyorduk demeyesiniz. Burada yahudi ve hiristiyanlara işaret edilirken o ikisinin okumasından şeklindeki ifade yerine, ”onların okumasından" biçiminde çoğul ifadenin tercih edilmesinin sebebi, her grubun kendi arasında bir topluluk olduğunu vurgulamak içindir. 157Veya: 'Eğer bize de kitap indirilseydi, biz onlardan daha doğru yolda olurduk' demeyesiniz diye biz bu Kur'an'ı indirdik. Şimdi ise, Rabbinizden size açık bir delil, bir hidayet ve rahmet gelmiştir. Artık bu tip bahaneleri ileri süremezsiniz. Allah'ın âyetlerini yalanlayan Kur'an'ın âyetlerine karşı gelen ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kim olabilir? Kendisi saptığı gibi, başkasını da saptıran ve ilâhî âyetlere yönelmelerini engelleyen kimseden daha zâlim birisi düşünülebilir mi? Ayetlerimizden yüz çevirenleri, insanların benimsemesine engel olanları, yüz çevirdiklerinden dolayı yakında en kötü bir azapla cezalandıracağız. İnsanları saptıran ve İslâm'ı kabul etmelerine engel olan kimseleri cezasız bırakmayacağız. Onları, azabın en şiddetlisiyle azaplandıracağız. 158Onlar, kendilerine meleklerin, yani ölüm meleğiyle yadıma kırının, ruhlarını alması için gelmesinden veya Rabbinin azap verme, cezalandırma veya kıyamet sahnesindeki durumlarını belirtme ile ilgili (emrinin) gelmesinden, yahut Rabbinin Duhan, Dabbetu'l-Arz, Deecal, güneşin batıdan doğması ve Ye'cûc-Me'cûc gibi bazı kıyamet alâmetlerinin gelmesinden başka bir şey mi beklerler? Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün, daha önce inanmamış veya îmamyla bir iyilik kazanmamış olan kimseye îmanı fayda vermeyecektir. Sekerât anındaki iman, nasıl fayda vermiyorsa, adı geçen kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkmasından sonra yapılan iman da herhangi bir yarar sağlamayacaktır. İman etmenin asıl esprisi ”gaybî" oluşundan kaynaklandığına göre, alâmetlerin açıkça ortaya çıkması inanmaya engeldir. Şu halde sâlih amel olmaksızın kuru bir imandan tam anlamıyla yararlanılmaz. Nitekim ehl-i Sünnet, bu durumdaki bir insanın ebedî olarak cehennemde kalmayacağı görüşündedir. Yani cehenneme gitmesi mümkündür. Ancak sürekli kalmayacaktır. Nitekim ilâhî şeriattan anlaşılan da budur. De ki: bekleyip durduğunuz üç şeyden birinin gelmesini 'bekleyin. Şüphesiz biz de onların gelmesini bekliyoruz.' O zaman, galibiyet bizim olacak; azap ise sizi yakalayacaktır.... 159Ey Rasûlüm Muhammed! Dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlarla, yani yahudi ve Hıristiyanlarla artık senin bir alâkan kalmamıştır. Bu konuda sorumlu değilsin. Dinlerini bölük pörçük yapıp her biri bir parçasına yapışan ve kendine ayrı bir lider seçen yahudi ve Hıristiyanların bu davranışlarından ötürü hesaba çekilmeyeceksin. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurmuştur: ”Yahudiler yetmişbir parçaya bölündüler. Hristiyanlar yel misi ki kısına ayrıldılar. Ümmetim ise yetmişüç parçaya bölünecek. Biri dışında tüm parçalar cehenneme girecektir. ”m Onların işi Allah'a kalmıştır. Bu husus, O'nun yetkisi dahilindedir. O, dilediği gibi tasarrufta bulunur. Sonra Allah kıyamet gününde yaptıklarını onlara bildirecektir. Yaptıkları her işi gözler önüne serecek, dünyada iken işledikleri çirkinliğe dikkatlerini çekecek, onunla ilgili ceza belirtilecektir. Şüphesiz, dünyada işlenen tüm çirkin davranışlar, âhirette de çirkin bir şekilde gösterilecektir. Ancak, sınama amacıyla bazan bu işler, dünyada güzel olarak görünebilir. O zaman zehir karışmış bala benzer. Allah hepimizi amellerin kötüsünden korusun. 160Mü'min insanlardan kıyamet günü kim iyilikle gelirse, ona o iyiliğin on misli vardır. Çünkü ”iyilik" olarak nitelendirilen tüm davranışlar, imanın ürünüdür. Kadı îyaz der ki: ”Kâfirlerin yaptıkları amellerin kendilerine herhangi bir yarar sağlamayacağı ve iyiliklerine karşılık mükafat landınlamayacakları konusunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Ancak, kâfirlerden bir kısmının azabının suçları oranında diğerlerinden şiddetli olacağı bilinen bir gerçektir." Evet, Müslüman oldukları zaman ise geçmiş iyiliklerinin mükâfatını alırlar. Yapanın kim olduğuna bakılmaksızın kim de kötülükle gelirse, sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır. İlâhî vaacl gereği, her kötülüğe bir ceza öngörülür. ”Bir anlık bir küfrün, ebedî bir azabı doğurması olayında 'misliyle' hususu nasıl açıklanabilir?" diye bir soru sorulursa, cevap olarak şöyle denilebilir: ”Kâfir, söz gelimi sonsuza değin yaşayacak olsa, yine de inancını değiştirmeyecektir" gerçeğinden yola çıkılarak bu husus açıklanabilir. Şu halde ebedî olarak aynı konumda kalmayı plânlayan bir kişiye ebedî nitelikli bir azap uygundur. Mü'minin durumu ise öyle değildir. Çünkü onun başlıca amacı, bu günahı yok etmektir. Şu halde mü'minin cezası da kesilip sona erecektir. Onlar, sevaplarının azaltılması ve azaplarının artırılması gibi bir haksızlığa uğratılmazlar. Öte yandan sevapların yetmiş kat, yediyüz kat ve sınırsız bir şekilde kaydedilebileceği hususunda rivayetler vardır. Bu kat kat fazlalığın hikmeti ise, kulun müflis duruma düşmesini önlemektir. Çünkü bazan kulun başına davacılar toplanır ve hak iddiasında bulunurlar. İşte o zaman on sevaptan birini hasmına verir, dokuzunu da kendisi alır. Kısacası, kulun yaptığı haksızlıklar bu fazlalıklardan ödenir. 161Ey Rasûlüm Muhammed! Bütünüyle uzaklaştıkları halde gerçek din üzere olduklarını iddia eden Mekkeli kâfirlere de ki: 'Şüphesiz Rabbim vahiy göndermek, iç ve dış evrensel kanıtları göstermek suretiyle beni, doğru bir yola, dosdoğru bir dine, hakka yönelen ve müşriklerden olmayan ibrahim'in dinine şevketti.' Yüce Allah'ın kulları için belirlediği, benimseyip boyun eğmelerini istediği yasaların bütününe din denir. İşte Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) da bu özellikleri taşıyan hak dinin mensubuydu. Bâtıl dinlere meyletmemişti. Kesinlikle Allah'a ortak koşanlardan olmamıştı. Burada özellikle Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e dikkat çekilip onun dininden söz edilmesi. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in gerek Araplar, gerekse diğer din mensupları nezdinde büyük bir değere sahip olmas ındandı. O, hepsinin gönlünde taht kurmuştu. Hatta her dinin mensupları, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in dinine bağlı olduğunu ileri sürerdi. İşte yüce Allah (celle celalühü) burada onlara cevap veriyor. 162De ki: 'Şüphesiz benim beş vakit farz namazım, bütün ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah'a aittir. Hayatta yaptığım ibâdetlerle ölüm anındaki iman ve taatımın hepsi O'na mahsustur. 163O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben ibâdet ve kulluğumda hiçbir şeyi O'na ortak koşmam. Ben, bunlarla emrolundum. Tüm ibâdet ve taatlarımı yalnız O'na ait kılmam hususu bana emredildi. Ve ben Müslümanların ilkiyim.' Çünkü her peygamber kendi ümmetinden önce dine girer. Bu âyetten ayrıca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, emrolunduğu hususları süratle yerine getirdiği ve ona bildirilen emirlerin sadece kendisinin değil, bütün Müslümanları bağladığı, Müslüman olan herkesin bu emirlere, dolayısıyla Hazret-i Peygambere uyması gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bu âyet, tevhid ve ihlâs'a teşvik etmekte, bunun başlıca göstergesinin görünen ve görünmeyen her şeyi bir kenara bırakıp Allah'a bağlanmak olduğuna dikkat çekmekledir. 164Ey Rasûlüm Muhammed! ”Bizim dinimize dön" diyen kâfirlere de ki: 'Allah her şeyin Rabbi ve O'nun dışındaki her şey, tıpkı benim gibi O'nun kulu iken, O'ndan başka bir Rab mı arayayım? İbâdette, başkasını O'na ortak mı koşayım? O'na ortak olunabileceği nasıl düşünülebilir? Bu hiç mümkün müdür? Herkesin kazandığı günah ancak kendisinedir. Birisinin işlediği suçtan, başkası sorumlu tutulmaz. Hiçbir günahkâr başkasının günahını taşımaz. Dolayısıyla Mü’minlere: ”Bizim yolumuzu takip edin de, sizin günahlarınızı biz yüklenelim" (Ankebut: 12) şeklinde yaptığınız teklifin hiçbir değeri yoktur. Hiç kimse başkasının yükünü yüklenmez ki, sizin bu sözünüz doğru olsun. Sonra dönüşünüz yine Rabbinizedir. Kıyamet gününde sizi yöneten Allah'a döneceksiniz. İşte o zaman O, ihtilâfa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.' Doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayıracak ve herkese hak ettiğini verecektir. Eğer, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Kimin uhdesinde, bir din kardeşinin nefsine, yahut malına tecavüzden doğan bir hakkı varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı ve işe yaramadığı kıyamet günü gelmeden önce, bugün dünyada, ondan helâllik dilesin. Aksi takdirde kıyamet gününde, zâlimin sâlih ameli varsa, yaptığı zulüm miktar mca kendisinden alınıp mazluma verilecektir. İyilikleri olmadığı takdirde ise yine aynı miktar mazlumun günahlarından alınıp zâlirninkine eklenecek ve zâlim cehenneme atılacaktır." şeklindeki hadisini hatırlatarak: ”Birisinin işlediği günah, nasıl olur da başkasına yüklenir ve berikinin yaptığı iyilikler, onlarla ilgisi olmayan başkasına nasıl verilir? Bu durum Allah'ın hükmüne ve adaletine göre nasıl doğru olur?" diye bir soru sorarsan, cevap olarak deriz ki: Günahlar, etken ve edilgen olmak üzere iki türlüdürler. Etken olanlar, yalnız suçu işleyende kalmayıp başkasına da sirayet edendir. Edilgen olanlar ise yalnız işleyende kalmaktadır. Meselâ içki içmek edilgen bir günahtır. Bunun birtek yönü vardır ve o suçu işleyenin dışında hiç kimse bu konuda sorgu kınamaz. Başkasına da sirayet eden etken günahlara da adam öldürme olayını örnek vermek mümkündür. Bu konuda suçu işleyen hesaba çekilse de, bu olayın iki yönlü olduğunu unutmamak gerekir: Birincisi şeriatın sınırını aşma hususu, ikincisi cinayetin bir kula sirayet etmesi hususu... İşte bu durumda bir bakıma cani, mazlumun günahlarını yüklenmiş ve kendi iyiliklerini ona vermiş sayılır. Ancak yine de bu, gerçekte kendi kendisinin günahını yüklenmiştir. Yani aslında başkasının iyiliklerini alma gibi bir durum söz konusu değildir. Şu halde burada bir çelişki ve haksızlık olduğu düşünülemez. Kısacası, âyet ile hadis arasında bir tutarsızlık yoktur. İkisi de aynı şeyi ifade eder. Öte yandan bu âyetten anlaşıldığına göre, nasıl ki iman ehli ile küfür ehli arasında ihtilâf meydana geliyorsa, ihlâslı insanlarla riyakâr insanlar arasında da ihtilâf meydana gelir. Nitekim, Hadis-i şerifte şöyle buyurumuştur: "Ahir zamanda din karşılığında dünyayı alacak insanlar ortaya çıkacaktır. Koyun derisinden yumuşak elbiseler giyeceklerdir. Bunların dilleri baldan tatlı; kalbleri ise kurtların kalbinden dalia katıdır. Yüce Allah (celle celalühü) buyuruyor ki: 'Bunlar Beni mi aldatıyorlar, yoksa Bana karşı çıkma cesaretinde mi bulunuyorlar? Zatıma yemin ederim ki, onlara öyle bir fitne gönderirim ki, en uslularını dahi şaşkınlıkta bırakır' ." (2) Şu halde mü'minin başlıca görevi hem içini, hem dışım tertemiz kılmak ve ayrılıkları ortadan kaldırmaktır. Çünkü hak birdir. ”Hak'ın dışında sapıklıktan başka ne vardır?" (Yunus: 32) Ümmetin arasındaki ihtilâfın herkese rahmet olduğu hususu ise, kin ve düşmanlıktan kaynaklanan ihtilâf değildir. Orada anlatılmak istenen, değişik şahıs ve konumlara göre hakka dayalı farklı yaklaşımların olabileceğidir. Yani farklı insan kümelerinin ve kültürlerin olabileceğidir. Kısacası hak, uyulmaya en lâyık olandır. Allah (celle celalühü) cümlemizi dine zarar veren ihtilâftan ve gerçekleri zedeleyen tartışmadan korusun ve bizi hakta başarılı kılsın. Kuşkusuz her şeyi rahmetiyle kuşatan O'dur. 165Ey insanlar, mal ve mevki gibi verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için, sizleri yeryüzünün halifeleri kılan, şükrünü mü edâ edeceksiniz, yoksa nankörlükte mi bulunacaksınız diye sizi nimetlerle sınayan ve sizi şeref ve zenginlik açısından ve derece bakımından birbirinizden üstün yapan O'dur. Rivayet edildiğine göre Cüneyd küçükken günün birinde çocuklarla birlikte oynuyordu. Bir an Seriyy-i Sakatı oradan geçti; Cüneyd'e ”Hey! Çocuk, şükür hakkındaki görüşün nedir?" diye sordu. Cüneyd şu cevabı verdi: ”Şükür, Allah'ın sana verdiği nimetleri günah yolunda kullanmamandır." Ey Rasûlüm Muhammed! Şüphesiz ki senin Rabbin, cezalandırması süratli olandır. Nimetlerine karşı şükür görevi yapmayanları hemen cezalandırır. O, çok affeden ve çok merhamet edendir. Allah'ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanan, O'nun rahmetine ve affına maznar olur. Kuşkusuz yüce Allah (celle celalühü), şükür edenle nankörlükte bulunanı birbirinden ayırdetmek için mal ve makam verdiği gibi, ilâhî ahlâkla ahlâklanıp kulluk görevlerini yapanlarla hayvanlık derecesine yuvarlananları birbirinden ayırdetmek için de insana halifelik yeteneği vermiştir. Buna göre gerçek insanlık niteliklerini yitirip hayvanî niteliklere bürünen kimsenin kalbi, kulağı ve gözü mühürlenir. İman edip dünya hayatında hayırlı işler yapanlar ise hidayetle mükâfatlandırılır. Hikâye edildiğine göre, bir seferinde İbrahim b. Edhem hac niyetiyle Mekke'ye gitmiş. Tavaf esnasında son derece güzel yüzlü bir gence rastlamış. Herkes onun güzelliğine hayran imiş. İbrahim b. Edhem o gence bakıp ağlamaya başlamış. Bir arkadaşı kendisine: ”Efendim, bu gözü yaşlı bakışınızın hikmeti nedir?" diye sorunca, İbrahim şu cevabı vermiş: ”Kardeşim, ben Allah'a bozulması imkânsız bir söz verdim. Bu benim oğlum, canım, ciğerim... Küçükken onu bıraktım ve onların yanından çıkıp Allah'ın sevgisine kaçtım. Gördüğün gibi, delikanlı olmuş. Vazgeçtiğim bir şeye tekrar dönme hususunda yüce Allah'tan utanıyorum." İbrahim'in arkadaşı diyor ki: ”İbrahim, bana dedi ki: 'Git, ona selâmlarımı söyle. Umulur ki senin selâmınla teselli bulurum ve ciğerimdeki ateşi biraz olsun söndürürüm.' Bunun üzerine ben o gence gidip: 'Delikanlı! Allah seni babana bağışlasın' dedim. Delikanlı bana: 'Amca, babam nerde ki?!' diye sordu ve şöyle devam etti: 'Babam, bizim yanımızdan çıkıp Allah'ın sevgisine kaçıp gitti. Keşke, bir kerecik bile olsa onu görseydim." Genç bunları söylerken, kelimeler boğazında düğümleniyordu. Sonra İbrahim'in yanına döndüm. Makam-ı İbrahim'de secdede bulunuyordu. Taşlar onun göz yaşlarıyla ıslanmıştı. Allah'a yalvarıp yakararak şöyle diyordu: Senin aşkın için ben herkesi terkettirn; Seni görebilmek için çoluk-çocuğu yetim bıraktım. Eğer beni sevginden yoksun bırakırsan, Bu kalb senin dışında hiç kimseyle teselli bulmaz ki. Sonra ben İbrahim'e: 'Oğluna duâ et' dedim." Bunun üzerine ona şöyle dua etti: ”Allah onu günahlardan korusun ve razı olduğu hususlarda ona yardım etsin ” İşte, saltanatı terkedip fakirlik ve kanaati tercih edenlerin durumuna bak da gör... Allah (celle celalühü) bizi ve sizi, peygamberlerin efendisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sünnetine uyanlardan eylesin. Tevekkül ve yakîn makamına ulaşma konusundaki emellerimizi gerçekleştirsin. Enam Sûresi, her şeyi en iyi bilen Allah'ın yardımıyla tamamlandı. |
﴾ 0 ﴿