ARAF SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 206 âyettir.

1

Elif, Lam, Mim, Sâd. Burada ”Elif Allah'ın Zâtı'na, ”Lam" İlim sıfatıyla birlikte Zât'a, ”Mim" Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zatının ve hakikatinin mânasına, ”Sâd" da bedenî ve dış görünüşünden ibaret olan Muhammedi surete işarettir.

2

Bu, sana Allah tarafından

indirilen bir kitaptır. Onunla insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için göğsünde bir sıkıntı olmasın. Yani, onun hak oluşu konusunda bir şüphen bulunmasın.

Burada muhatap her ne kadar peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ise de, kasdedilen ümmettir. Şek ve şüpheye düşmeyiniz demektir. Burada ”sıkıntı" nın gerçek manasında kullanılmış olması da söz konusudur. .Söylenmek istenen şudur: ”Seni yalanlayacaklarından korkarak o kitabı tebliğ konusunda yüreğinde bir sıkıntı olmasın". Çünkü peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kavminin kendisini yalanlamasından, kendisinden yüz çevirmesinden korkuyor ve tebliği yerine getirememe duygusuyla yüreği sıkılıyordu.

3

Ey mükellefler!

Rabbinizden size indirilene yani Kurana

uyun. O'ndan başkasını dostlar edinip onların peşine düşmeyin. Rabbiniz olan Allah'ı bırakarak, ona isyan edip, cinlere ve insanlara itaat etmek suretiyle onları dostlar edinmeyin.

Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz! Yani: O kadar az öğüt alıyorsunuz ki, veya o kadar az zaman öğüt alıyorsunuz ki, ne o kitaptan etkileniyorsunuz, ne de gereğiyle amel ediyorsunuz. Buna karşılık Allah'ın dinini terk ediyor, ondan başkasının peşine düşüyorsunuz.

Sonra Allah (celle celalühü), geçmiş ümmetlerin kendileri gibi kâfir dostlarının dinlerine uymada ısrar etmeleri sebebiyle başlarına gelenlerden ibret almadıkları takdirde onları tehditle şöyle buyurmuştur:

4

Biz, nice memleketleri helak ettik. Birçok memleketlerin helakini diledik. İşte o zaman, o memleketlerin ahâlisine bazan Lût kavminde olduğu gibi

azabımız onlara geceleyin yahut gündüz ya da Hazret-i Şuayb kavminde olduğu gibi, gündüzün ortasında ”kaylüle" denen öğle

uykularında iken geldi. Allah onları gündüzün ortasında, şiddetli bir sıcakta gündüz uykusunda iken helak etmişti.

5

Onlara azabımız geldiğinde ve bu azabın belirtilerini apaçık gördüklerinde, hepsi de:

'Biz gerçekten zâlimler idik' demelerinden başka itirafları olmadı. Yani üzüntü ve pişmanlık duyarak zulümlerini itiraf ettiler ve kurtuluşu arzuladılar. Ancak ne yazık ki, iş işten geçmiştir. Çünkü azabın geldiği andaki tevbe fayda vermez.

6

Elbette kendilerine elçi gönderilmiş olanlara yani haşir gününde bütün ümmetlere: ”Gönderilen peygambere ne cevap verdiniz?" diye

soracağız. Gönderilen elçilere de kendilerine onların nasıl cevap verdiklerinden

soracağız. Yahut da buradaki ”sormak"tan amaç kâfirleri azarlama ve onlara çıkışmak içindir.

7

Yemin olsun ki, onlara yani peygamberlere: ”Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bildiğimiz yoktur" dedikleri zaman,

(olup bitenleri) tam bir bilgi ile yani iç ve dışlarını bilen olarak

mutlaka anlatacağız. Çünkü Biz her halükârda

(onlardan) uzak değiliz ki, onların işledikleri amellerinden ve hallerinden herhangi bir şey bize gizli kalsın.

Bilmiş ol ki, peygamberler haşir gününde şöyle derler: ”Allahım, kurtar kurtar!" Ümmetleri hakkında çok korkarlar. İçleri, saptırıcı şüpheler ve seriate aykırı işlerle lekelenmeyen ihlâslı kimselere gelince, peygamberler onlara imrenirler.

Kim o gün Allah'a ihlâslı, peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) inanmış, şirkten ve Müslümanların kanlarını akıtmaktan uzak, Allah ve Rasûlü için öğüt verici, Allah ve Rasûlüne itaat edeni seven, Allah ve Rasûlüne isyan edene buğzeden kimse olarak kavuşursa, Rahman olan Allah'ın Arşı altında gölgelenir ve tasadan kurtulur.

Rivayet edildiğine göre, Kinde krallarından birisi zevk ve eğlenceye çok düşkündü. Bir gün avlanmak için bineğine binip arkadaşlarından uzaklaştığında, topladığı ölü kemiklerini önüne koyarak, onları evirip çevirmekte olan bir adam görmüş. Kral adama:

- Ne olduğunu bana anlatır mısın? Seni bu kötü duruma düşüren nedir? Adam:

- Ben, uzun bir yolculuktayım. Yanımda, beni rahatsız eden iki görevli var. Beni, karınca yuvası gibi, dibi karanlık, kalması tiksindirici bir menzile itiyorlar: Toprak tabakaları altında helak olanlarla komşu olmaya zorluyorlar. Eğer darlığı ve korkunçluğuna rağmen bu menzilde bırakılsaydım, belânın da sonu gelirdi, sıkıntının da. Ama bundan sonra haşrin çığlığına itiliyorum. Sonra iki konaktan hangisine gitmem emrolunacak bilemiyorum. Sonu bu olan bir kimse, hangi şeyden lezzet alabilir?

Kral, adamın söylediklerini duyunca, kendini attan aşağıya attı. Adamın önünde oturdu ve dedi ki:

- Ey kişi! Sözün yaşama zevkimi bulandırdı, bütün kalbimi sardı. Konuşmana devam et.

Bunun üzerine adam şöyle dedi:

- Şu önümdekileri görmüyor musun? Bunlar, dünya malının kendilerini aldattığı; kalplerini istila edip onları öbür taraf için hazırlanmaktan alıkoyduğu kralların kemikleridir. Öyle ki, ecel onları ansızın yakalayıverdi; emeller peşine taktı; nimetin güzellikleri akıllarını başlarından aldı. Bu kemikler dağılıp tekrar bir araya gelecekler; yaptıklarının hesabı sorulduktan sonra ya nimet ve sükunet, ya da azap ve helak yerine gideceklerdir.

Sonra o kişi ortadan kayboldu. Kral onun nereye gittiğini bilemedi. Arkadaşları kendisiyle karşılaştığında renginin değiştiğini, gözyaşlarını tutamadığını gördüler. Gece karanlığı çöktüğünde üzerinden krallık elbisesini çıkarıp, eski bir elbiseyle çıkıp gitti. Giderken şu mısraları söylüyordu:

Refah içerisindeki zamanları bitirdi,

Gece ve gündüzün gelip gidişi.

Ey gecenin başlangıcında sürurla uyuyan,

Seher vakti olaylar kapıyı çalar.

Evveli hoş olan geceye güvenme.

Nice gecelerin sonu ateşi tutuşturmuştur.

İmam Zeynel Âbidin der ki: ”Dün bir meni iken yarın bir leş olacak kimsenin böbürlenip kibirlenmesine hayret ederim! Yarattıklarını gördüğü halde Allah'ın varlığı hakkında şüphe edene; birinci yaratılışı gördüğü hâlde, ikinci yaratılışı inkâr edene; ölümsüz âlemi terkedip de geçici âlem için çalışana büsbütün hayret ederim!"

Akıllı insanın yapacağı iş, başına kaza gelmeden geçmişten ibret almak; ölüm gelip çatmadan hazırlığını yapmaktır. Zaman rüzgâr gibi geçmektedir. Zamanı tüketeceğiz de yeryüzünde bir tek kişi kalmayacak. Amel defterleri dürülecek, büyük-küçük, az-çok her şey apaçık ortaya çıkacak. Ne bahtsızdır yardımdan mahrum kalanlar! Ve ne bahtiyardır yardıma mazhar olanlar!

8

Gerçek tartı... Burada ”tartı" dan maksat, amellerin tartılması; ağır gelenle hafif gelenin, iyisiyle kötüsünün birbirinden ayrılmasıdır.

O gündedir.Yani kıyamet günündedir.

Kimin tartıları, yani tartılan sevapları

ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Burada ”tartılar" diye çevirdiğimiz ”Mevâzîn" kelimesi ”mevzun" kelimesinin çoğuludur. Böyle çoğul gelmesinin sebebi, her kul için, durumuna uygun âdil tartıların konmasıdır. Çünkü bedeni için bir tartı vardır, onunla bedenî nitelikleri; ruhu için bir tartı vardır, onunla ruhun sıfatları; sırrı için bir tartı vardır, onunla sırrın durumları; iç âlemi için bir tartı vardır, onunla da ahlâkı tartılır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Teraziye güzel ahlâktan daha ağır hiçbir şey konmamıştır" (2) buyurmuştur.

9

Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar, yaratılışlarında bulunan selim fıtratı kaybettikleri, azabla karşı karşıya kalacak şeyleri işledikleri ve

âyetlerimizi inkâr ettiklerinden, yani onları tasdik etmeyip yalanladıklarından

dolayı kendilerini ziyana sokanlardır. Buradaki ”ziyan", sermayeyi kaybetmek demektir. İnsanın sermayesi de bizzat kendisidir. Kötü ameli sebebiyle helak olunca, kendisini ziyana sokmuş demektir. Rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kıyamet gününde iri cüsseli, uzunca, obur bir kişi (hesap yerine) getirilir, (hayır ve sevabı) tartılır, fakat bir sivrisineğin kanadı ağırlığı kadar bile tutmaz."

Bu rivayet, tartılalım şahıslar olduğuna işaret eder. Nitekim bazı âlimler de bu görüştedir. Fakat âlimlerin çoğunluğu, tartılarım amel defterleri olduğu görüşündedir. Bu terazinin bir dili ve iki kefesi vardır. Adaleti göstermek ve itirazları ortadan kaldırmak için halkın gözü önünde kurulmuştur. Nitekim Allah onlara yaptıklarından sorunca dilleri ve azaları bunları itiraf; peygamberler, melekler ve şahitler de aleyhlerinde tanıklık ederler. Aynı zamanda yaptıklarını defterlerinde kaydedilmiş olarak görürler ve hesap gününde onları okurlar. Şu rivayet bu hususu güçlendirir: ”Bir kişi tartıya getirilir, onun için doksan dokuz dosya açılır. Her dosyanın uzunluğu gözün ulaştığı yere kadardır. Onun için içinde şehâdet kelimesi bulunan bir kart çıkartılır. Dosyalar terazinin bir kefesine, kart da öbür kefesine konur. Dosyalar hafif gelirken, kart ağır basar. ” (4)

Rivayete göre Davud (aleyhisselâm) Rabbinden kıyamet gününde kurulan teraziyi göstermesini istedi. Her kefesinin doğu ile batı arasını doldurduğunu görünce, kendinden geçti. Ayıklığında şöyle dedi: ”Allah'ım! Terazinin kefesini sevaplarla doldurmaya kimin gücü yeter?" Allahü Teâla da: ”Ey Davud! Ben kulumdan razı olursam, onu bir hurma sadakasıyla da doldururum" buyurdu.

Bazıları da Davud (aleyhisselâm)'un şöyle dediğini rivayet eder: ”Birisini rüyamda gördüm, 'Allah sana nasıl muamele buyurdu?' dedim. O da: 'Amellerim tartıldığında, günahlarım sevaplarıma ağır bastı. O anda gökten bir kese geldi ve sevaplar kefesine düştü. Bunun üzerine sevaplarım ağır bastı. Keseyi çözdüğümde bir ne göreyim, içinde bir fakire sadaka olarak verdiğim hurmalar vardı' cevabını verdi."

10

Doğrusu Biz sizi yeryüzüne yerleştirdik. Orada size bir mekân ve üzerinde karar kılacak yer; dilediğiniz şekilde tasarruf etmeye güç verdik.

Ve size orada geçim vasıtaları verdik. Sizin iyilik ve yararınız için, yaşayabileceğiniz bütün sebepleri yarattık. Burada ”geçim vasıtaları" şeklinde çevirdiğimiz ”meâyiş" kelimesi ”maişet" kelimesinin çoğulu olup yiyecek ve içecek türünden, olup kendisiyle geçinilen şeyler demektir. Buradaki hitap, Kureyş'edir. Çünkü yüce Allah onları, güven içinde yazın Şam'a, kışın da Yemen'e seyahat etme imkânı vererek diğer Araplardan üstün kıldı. Bunun da sebebi, Allahü teâlâ 'nın Harem'inde yerleşmeleri ve şerefli Evi'nin komşuları olmalarıdır. Böylece geçimlerini sağlamaya sebep olan yiyecek, içecek ve daha başka şeyleri kazanıyorlardı. Size yaptıklarıma karşılık

ne kadar da az şükrediyorsunuz!

Bil ki, şüphesiz nimet, ancak değerini bilmeyen ve şükrünü yerine getirmeyen kimseden çekilip alınır. Rivayete göre, peygamberlerden birisi. Allahü teâlâ'ya Bel'am’ın halini, o yükseliş ve kerametlerden sonra kovuluşunu sordu. Yüce Allah: ”Bir gün olsun verdiğim şeylere karşı bana şükretmedi. Bana bir kere şükretmiş olsaydı, verdiğimi almazdım" buyurdu.

Ey insan! Uyan, şükür payandasını koru, nimetlerine karşı Allah'a hamdet! Bunlar öyle nimetler ki, en yücesi İslâm, en aşağısı da bir tesbihe (sübhanallah demeye) seni muvaffak kılmasıdır. Umulur ki, senin üzerine olan nimetlerini tamamlar ve nimetlerini elinden almak suretiyle zeval acılığıyla mübtelâ kılmaz. Çünkü en acı ve en zor şey, ikramdan sonra ihanet, yaklaştırdıktan sonra kovmaktır.

11

Yemin olsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, yani babanız Adem'i kendine özgü şekliyle şekillendirmeksizin toprak olarak yarattık, sonra ona şekil verdik. Burada bizzat Âdem'in yaratılışı yerine, bütün insanların yaratılışı ifade edilmiştir. Çünkü onun yaratı İşından maksat, çocukları vasıtasıyla yer yüzünün bayındırlığının sağlanmasıdır. Böylece onun yaratılışı, çocuklarının yaratılışı mesabesindedir.

Sonra da bütün

meleklere: 'Adem'e selâm ve saygı secdesi olarak

secde edin' dedik. Çünkü, ibadet amacıyla alnı yere koymak olan şer'î secde, gerçekte ancak Allah için yapılır. Bu emirden sonra

İblisten başka meleklerin

hepsi hemen

secde ettiler. Fakat o, yani İblis Âdem'e

secde edenlerden olmadı. Yoksa o, Allah'a secde ediyordu.

12

Allah: 'Sana emrettiğim yani secde emrini verdiğim

vakit, seni secdeden alıkoyan neydi? dedi. İblis:

'Ben ondan daha hayırlıyım, yani beni secdeden alıkoyan şey, benim ondan üstün olmamdır.

Çünkü beni ateşten, onu da topraktan yarattın.' Ateş, nûrânî, lâtif bir cevher; toprak ise zulınânî kesif bir cisimdir. Dolayısıyla ateş topraktan daha hayırlıdır

dedi. Gerçekteyse lanetlenmiş şeytan yanıldı. Çünkü üstünlüğü fazilet açısından değil, madde ve unsur açısından değerlendirdi. Oysa kendisine yöneltilen emir Allah (celle celalühü) tarafındandır.

Âdem'in secde edilme şerefi ve meleklere üstünlüğü, yalnızca toprak olma özelliğinden değildir. Onun şereflenmesi, vasıtasız olarak yaratılması şerefindendir. Nitekim yüce Allah: ”Ellerimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?" (Sâd: 75) buyurmuştur. Aynı zamanda onun üstünlüğü, aracısız olarak Allahü teâlâ'ya nisbetle şereflenmiş ruhun üflenmesi ve ruhun üflenmesi anında onda tecelli etme özelliğindendir. Nitekim yüce Allah: ”...içine de ruhumdan üfür düğüm zaman..." (Sâd: 72) buyurmaktadır.

Bu sırdan dolayıdır ki Allah, Âdem'in kalıbını topraktan düzenledikten sonra değil, ona ruh üfledikten sonra, meleklerin ona secde etmelerini emretti. Nitekim Allahü teâlâ: ”...Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfür düğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın" (Sâd: 7 1-72) buyurmuştur. Bunun sebebi Hazret-i Âdem'in kendisine ruh üflendikten sonra tecelliye hazır duruma gelmiş olmasıdır. İçindeki ruhta, tecelliye hak kazanabilecek letafet ve nurâniyet meydana gelmiştir. Böylece meleklerin kendisine secde etmesine lâyık hale gelmiştir.

13

Allah: 'Oyle ise ey iblis,

oradan, yani cennetten

in! Bu, isyana karşı verilen ceza emridir.

Orada, yani cennette

büyüklük taslamak senin haddine değildir, yani senin için doğru olmaz ve böyle bir şeye hakkın yoktur.

Haydi çık, çünkü sen alçaklardansın' dedi. Büyüklük tasladığın için aşağılık, hor ve hakir olanlardansın. Âyette, yüce Allah'ın şeytanı huzurundan ve cennetten kovması, sırf isyanından dolayı değil, aynı zamanlarda büyüklük taslamasına dayandığı konusunda ikaz vardır. Hadiste ise: ”Kim Allah için tevazu gösterirse, Allah onu yüceltir. Ve kim büyüklük taslarsa, Allah onu alçaltır" 0!buyurulmuştur.

Arifler, nefsin huylarından kan ağlıyorlardı. Rivayete göre Kadının birisi, bir gün Ebû Yezid Bestami'ye gelir ve der ki: ”Senin bildiğini biz de biliyoruz, fakat etkisini göremiyoruz". Bunun üzerine Ebû Yezid şu cevabı verir: ”Bir miktar ceviz al, bir kaba koyarak boynuna as. Sonra şehir halkına şöyle seslen: ”Kim bana bir tokat atarsa, ona bir ceviz vereceğim". Cevizler bitinceye kadar böyle yap. Bunu yaparsan etkisini görürsün. Bunun üzerine Kadı bir ”estağfirullah" çeker. Ebû Yezid de ona: ”Günaha girdin; çünkü ben sana, seni kibirinden kurtaracak şeyi söylüyorum, sen ise ki birinden ”estağfirullah" çekiyorsun" der.

Ebû Cafer El-Bağdâdî der ki: ”Altı haslet, altı kimseye yakışmaz: Âlimlere tama', devlet adamlarına acelecilik, zenginlere cimrilik, fakirlere kibir, ihtiyarlara sefahat, soylulara da alçaklık yakışmaz."

Tevhide sarıl; çünkü o, her kötü huyun damarını kesen keskin bir kılıçtır.

14

İblis, yani şeytan, kovulduktan sonra:

Bana insanların yani Âdem ve zürriyetinin, öldükten sonra hesaba çekilmeleri için, ikinci surun üfleme vakti olan

tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver' dedi. Lanetlenmiş şeytan bununla, insanları azdırmak için geniş zaman bulmak, onlardan intikam almak ve ölümden kurtulmak için bir çıkış yolu bulmayı diliyordu. Çünkü bunları ölümden sonra yapması imkânsızdı.

15

Allah: 'Haydi sen mühlet verilenlerdensin' yani birinci surun üfleme vaktine kadar ecellerini ertelediğim kimselerdensin

dedi. Yoksa şeytanın istediği tekrar dirilme vaktine kadar değil. Nitekim Allahü teâlâ süre konusunda şöyle buyurmuştur: ” O halde sen, bilinen vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin." (Hıcr: 37-38) Buradaki ”bilinen vakit", sûra birinci üfleme günüdür ki, o günde yaratıklar ve onlarla birlikte iblis de ölür. Birinci üflemeyle ikinci üfleme arası kırk yıldır. Böylece duasının bir kısmı kabul edilmiştir.

Allah şeytana, sırf kulları imtihan yaptığını, Allah için ihlâsla yapanla, arzu ve isteklerine uyanı ayırdetmek için süre vermiştir. Şöyle de denebilir: Ondan başka, kötülerin ve kâfirlerin yüklenemeyeceği günahları yüklenmesi ve böylece bilmeden adını adını helake yaklaşması için Allah ona mühlet vermiş ve dünyanın sonuna kadar bırakmıştır. Ona tanınan bu süre, basiret sahiplerinin ibret almaları ve bu dünyada en uzun ömrün, kâfirlerin reislerinin ve günahkârlar topluluğunun liderlerinin olduğunu bilmeleri içindir.

16

İblis: 'Öyleyse beni azdırmana karşılık, yani onların yüzünden beni azgın, doğru yoldan sapmış, rahmetten yoksun kıldığından dolayı, izzetine

and içerim ki, ben de onları yani Ademi ve zürriyetini

saptırmak için senin cennete ileten -ki o İslâm Dinidir-

doğru yoluna yani o yolun üzerine

oturacağım. Onları gözetleyip yol kesicilerin yoldan geçenlerin yolunu kesmek için tuzak kurdukları gibi, tuzak kuracağım. Burada ”oturmak" Ademoğullarını azdırma hususunda gayretten kinayedir.

17

Sonra elbette onlara önlerinden, yani âhiret yönünden sokularak onları o konuda şüpheye düşüreceğim ve kıskançlığı onlara süslü göstereceğim.

Arkalarından, yani dünya yönünden sokulup, ona teşvik edeceğim.

Sağlarından, yani sevaplar yönünden sokularak onları kendini beğenmişliğe ve riyaya düşüreceğim.

Sollarından yani günahlar yönünden

sokulacağım ve onlara onu süslü göstereceğim.

Dört yönün bu şekilde sayılması, düşmanın hücumunun âdet en bu yönlerden olmasıdır. Onun için üst ve alttan söz edilmemiştir.

Ve sen onların çoklarını şükredenlerden yani itaat edenlerden

bulamayacaksın ' dedi.

İblis bunu kesin olarak bildiği için değil, zannından dolayı söylemiştir. Nitekim yüce Allah: ”Yemin olsun ki iblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı, gerçekleştirdi" (Sebe': 20) buyurmuştur.

İblis'i bu zanna sevkeden şey insanlarda şerrin başlangıcını, yani şehvet, gazap, hased ve buğzu gördüğü içindir.

18

Allah şeytana:

'Haydi sen yerilmiş ve kovulmuş olarak -ki lânetli şeytan kendini beğendiği için, cennetten ve hayırlı her şeyden kovulmuştur-

oradan yani cennetten

çık! Yemin olsun ki, onlardan kim sana uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım' buyurdu.

"Lernen" deki ”lam" yemine giriş; ”men" de şart içindir."Sizin hepinizi cehenneme dolduracağım" cümlesi de yeminin cevabıdır.

Sizin hepinizi ifadesinin anlamı; ”seni, senin zürriyetini, Âdem'in zürriyetinden kâfir olanları" demektir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Cehennemle cennet çekişmeye başladı. Cehennem: 'Dana zorlu kimselerle kibirliler girecek' deyince, cennet: 'Bana da zayıflar ve yoksullar girecek' dedi. Yüce Allah cehenneme: 'Sen benim azabımsın. Dilediğime seninle azap ederim'; cennete de: 'Sen benim rahmetimsin. Seninle dilediğime rahmet ederim. Sizden her birinizin dolma hakkı vardır' buyurdu." (6)

Şeytana uyup onun yolunda gidenlere gelince, şeytanın, 17. âyette belirtilen dört yönden geleceği kimseler onlardır. Onlar, şeytanın emrettiği şeyi kabul ederler. Akıllı insan, onun peşine takılmaktan sakınsın, Allah'a itaat ve kullukta çok çalışsın ki, girenlerle beraber cehenneme girmesin.

19

İblis'in cennetten çıkarılmasından sonra, yüce Allah, Âdem'e dedi ki:

Ey Adem! Sen ve eşin Havva

cennette yerleşin. Orada oturmaya devam edin. Bu, izin verme ve lütufta bulunmayı ifade eder.

Âyetteki ”cennet" âlimlerin çoğunluğuna göre, mükâfat yeri kılınan ”huid cenneti" dir.

Dilediğiniz yerden, cennet nimetlerinden ve meyvelerinden dilediğiniz şeyden bol bol

yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Allah, bu ağacın adını söylemeyi ve belirtmeyi gizli tuttuğundan, âlimler bu konuda ihtilâfa düştüler. Şüphesiz eğer bu ağacın hangi ağaç olduğunun belirtilmesinde bizim için bir fayda olsaydı, elbette Allah onu belirtirdi.

Sonra zalimlerden, yani kendilerine zulmedenlerden

olursunuz.

20

Derken şeytan, kendilerinden örtülmüş olan çirkin yerlerini, yani avret mahallerini -ki elbiseyle örtülü olduğu için birbirlerinin avret mahallerini görmüyorlardı-

göstermek için onlara vesvese verdi ve vesvesesiyle onlara kötülük yapmak, yani, meleklerin yanında avret yerlerinin açılması suretiyle onları küçük düşürmek istedi.

Bunda, zorunlu durumlar dışında avret mahallini açmanın çirkin, insan yaratılışına aykırı olduğu konusuna işaret vardır.

"Vesvese", şer'an kötü olan şeyi süslü göstermek için şeytanın insan kalbine bıraktığı ve sürekli tekrarladığı gizli sözdür.

Âdem ile eşini tuzağa düşürmek için ilk başladığı şey, onların yanında hıçkıra hıçkıra ağlamasıydı. Onlar bunu işitince üzüldüler ve: ”Seni ağlatan nedir?" diye sordular. O da: ”Size ağlıyorum. Ölecek, içinde bulunduğunuz nimet ve ikramlardan ayrılacaksınız" cevabını verdi. Bu söz onları etkiledi. Bunun üzerine ”kendilerinden örtülmüş olan çirkin yerlerini göstermek için" ikinci defa onlara vesvese verdi.

Sizi Rabbiniz başka bir şey için değil, sırf melek olacağınız, yani bünyenin letafetinde, yeme, içme ve benzeri yollardan besin almaya ihtiyaç duymama konusunda melekler gibi olacağınız,

yahut ölmeyip cennette

ebedî kalanlardan olacağınızı istemediği

için bu ağaçtan, onun meyvesini yemekten

yasakladı', dedi.

Meleklerin bazı yönlerden üstün olması, onların mutlak olarak peygamberlerden üstün olduğuna işaret etmez. Çünkü insanların başka faziletlerinin de bulunması mümkündür.

21

Ve onlara: 'Ben gerçekten size söylediğim şeyde

öğüt verenlerdenim' diye yemin etti. Yemin sadece iblis tarafından yapılmıştır. Buna rağmen âyette ”kâsernehümâ" şeklinde müfâale vezninde gelmesi, şeytanın karşılıklı yeminleşme gayretine düştüğünü göstermektedir.

22

Böylece onları, yalan yere Allah'a yemin ederek

hile ile aldattı. Onları ağacın meyvesinden yemeleri için kandırdı ve yüksek mertebeden düşük dereceye indirdi. Lânetli şeytan, yalan yere Allah'a ilk yemin eden oldu. Hazret-i Adem, hiçbir kimsenin yalan yere Allah'a yemin etmeyeceğini sanıyordu. Onun için de aldandı. Çünkü mü’mine yakışan, yüce Allah'ın azametini kalbine yerleştirmek için, Allah'a yemin eden kimsenin doğruluğuna inanmasıdır.

Âlimlerden bazısı der ki: ”Kim bizi Allah'la kandırmak isterse kanarız". Hadiste de ”Mü’min, kötülüğe kafa yormayan, kerem sahibi; fâcir ise aldatıcı alçaktır," (7) buyuru hır.

Ağacın meyvesini tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü.

Meyveyi yemeğe başlayıp tadını aldıklarında, ceza ve günahın uğursuzluğu onları yakaladı. O anda giyecekleri üzerlerinden düşüşmeye başladı ve çırılçıplak kaldıklarını görüp utandılar. Giyecekleri, avret mahallerini görmeye engel olan bir nurdu. Cennet elbiselerinden bir elbisedir de denilmiştir.

Ve cennet yapraklarından üst üste yamayıp üzerlerine örtmeye başladılar.

Bu yaprakların incir yaprakları olduğu söylenir. Çünkü incir yaprağından başkası üst üste yamanmaz.

Ayette, Âdem (aleyhisselâm)'den bu yana avret yerlerini açmanın çirkinliğine işaret vardır. Avret yerini açmanın çirkinliği akıllarına yerleşince örtünmek için nasıl davrandıklarını görmüyor musun?

Rableri onlara: 'Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi' diye, azarlama ve kınama yoluyla

nida etti. Bunda Allah'ın ”... Bu, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; yoksa bedbaht olursun" (Tâhâ: 117) âyetine işaret vardır. Rivayet edildiğine göre yüce Allah. Âdem'e şöyle dedi: ”Cennet ağacı olarak sana verdiklerim içinde, bu ağaçtan başka ağaç yok muydu?" Bunun üzerine Âdem: ”Evet, izzetine yemin olsun ki, vardı. Fakat ben, senin yaratıklarından hiç kimsenin sana yalan yere yemin edeceğini zannetmiyordum" dedi. Allah da: ”İzzetime yemin olsun ki, seni mutlaka yeryüzüne indireceğim de sonra zorla ve meşakkatle geçimini temin edeceksin" buyurdu.

Derhal onu yeryüzüne indirdi, ona demir sanatını öğretti ve toprak sürmesini emretti. O da toprağı sürdü, tarlayı suladı, hamur yoğurdu ve ekmek yaptı.

23

Hatayı itiraf edip tevbeye koşarak:

'Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Yani mâsiyede kendimize zarar verdik ve kendimizi, cennetten çıkarılmayla karşı karşıya bıraktık.

Eğer bizi bağışlamaz, günahlarımızı örtmez

ve bize tevbemizi kabul etmek suretiyle

acımazsan, mutlaka ziyan edenlerden yani bir anlık arzu için âhiretteki nasibini satarak helâk olanlardan

oluruz' dediler. Aslında Âdem'in günahı küçüktü. Çünkü o, ağacın meyvesini Allah'ın hükmüne aykırı davranmak amacıyla değil, aksine lanetlenmiş şeytanın sözüne kanarak yedi. Bu suçu işlemesinde hatalı bir içtihadın da payı olduğu şüphesizdir. Çünkü o, ”Ancak şu ağaca yaklaşmayın" (El-A'raf: 19) sözündeki işaretin, yalnızca işaret edilen belirli bir ağaç için sözkonusu olduğunu sanmış, aynı türden bir başka ağaçtan alıp yemiştir. Oysa bu âyetten amaç, işaret edilen o ağaç türüydü. Nitekim Rasulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın eline bir ipek ve altın alıp şöyle dediği rivayet edilir: ”Bu ikisi, ümmetimin erkeklerine haram; kadınlarına helâldir." (8) Bu ikisinden maksat sadece elindeki ipek ve altın değil, bütün ipek ve altın türleridir.

24

Allahü teâlâ

dedi ki: 'Birbirinize düşman olarak inin. Burada hitap, Âdem, Havva ve zürriyetierine; ya da Âdem, Havva ve İblisedir. İblis'in düşmanlık karakteri, akrebin sokma, kurdun kapma karakteri gibidir. İblise düşmanlık etmeyi emrettik; çünkü oğul, babasının düşmanına düşmanlık duyar.

Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır. Buradaki süre, ecellerinin bitme süresidir. Âdem tasalandı ve (bir daha) cennete dönemeyeceğini zannetti.

25

Allahü teâlâ:

Orada yani yer yüzünde

yaşayacaksınız, orada ölecek ve gömülecek

siniz ve hesap için

oradan diriltilip

çıkarılacaksınız,' dedi. Âdem bu hitabın mânâsından, cennete döneceğini anladı. Böylece Allah'ın keremi ve vaadiyle teselli buldu.

26

Ey Âdem oğulları! Bu hitap bütün insanlaradır. Rivayete göre Araplar Kabe'yi çıplak olarak tavaf ederler ve ”Allah'a isyan ettiğimiz elbise içinde tavaf etmeyiz" derlerdi. Bunun üzerine bu âyetten itibaren üç âyet nazil oldu.

Size çirkin yerlerinizi yani avret mahallerinizi

örtecek -ki örtecek bir giysinin var olmasına rağmen avret yerini açmak son derece çirkindir. Şüphesiz ki, vücutlarının bu bölgelerini açanlar şeytan tarafından ayartı İm ıştır. Tıpkı Âdem ile Havva'yı ay artıp çirkin yerlerini ona göstermenin şeytan iğvasıyla olduğu gibi. Onun şerrinden Allah'a sığınırız-

giysi, süslenecek tüylü ve süslü

elbise indirdik. Semâdan indirmek suretiyle sizin için yarattık. O da yağmur suyudur. Topraktan bitmiş olan pamuk ve keten gökten inen yağmur suyundan olduğu gibi, koyunların yünlerinden yapılan giyecek de aynı sudandır. Burada ”süs", kuş tüyüne benzetilerek ”Riş" (tüy) kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü ”tüy", kuşun süsüdür. Tıpkı giysinin Âdem oğlunun süsü olduğu gibi. Sanki ”size iki giysi indirdim. Biri, çirkin yerlerini örten giysi; diğeri, sizi süsleyen giysidir" denilmiştir. Çünkü süs, güzel bir şeydir. Allahü teâlâ: ”Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için yarattı ” (Nahl: 8) buyurmuştur.

Takva elbisesi yani, Allah korkusu

ise daha hayırlıdır. Elbisenin sahibini koruduğu gibi, takva da sahibini zararlı şeylerden örtüp koruduğu için, elbiseye benzetilmiştir. Sanki Allah: ”Takva elbisesi, maddî elbiseden daha hayırlıdır" buyurmuştur. Çünkü fâcir, her ne kadar güzel giyinse de, avret yerleri meydandadır. Nitekim şâir şöyle der:

Sanki ben, hayası ve güvenilirliği olmayan kişiyi, topluluk içinde çırılçıplak görüyorum.

işte bunlar, yani elbisenin indirilmesi,

Allah'ın kerem ve rahmetine işaret eden

âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. Yaprakları üst üste koyup örtünme yerine, onlara elbise yarattığı için nimetini tanırlar. Ya da söz dinlerler de avret yerini açma gibi çirkinliklerden uzaklaşırlar.

Peygamber Efendimiz, yalnızken bile örtünmeyi, kişinin hanımıyla çıplak olarak, cima etmemesini emir buyurmuştur.

Kişi, elbise giymekle, avret yerini örtmeyi ve Müslümanlara kendini sevdirmek için onunla süslenmeyi amaçlamalıdır. Yoksa nefsinin hoşuna gittiği için değil. Çünkü bu niyetle giyinmek, aklı, nefsin arzu ve zevklerinden hiçbir şeyi karıştırmadan, bulanıklıklardan temizler ve aydınlatır. Bu niyet sebebiyle ecre nail olur.

27

Ey Adem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, yani Adem ile Havva'yı,

çirkin yerlerini yani avret mahallerini

kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, ayartmak suretiyle

sizi de şaşırtıp cennete girmenize engel olacak

bir belâya ve sıkıntıya

düşürmesin. Ana-babanız Adem ve Havva'nın cennetten çıkarılma belâsı gibi, sizi de bir belâya düşürmesin. Çünkü onların ayaklarını kaydırmaya gücü yettiğine göre, çocuklarının ayaklarını kaydırmaya haydi haydi gücü yeter. Öyleyse, size düşen şey, onun vesvesesini kabul etmekten sakınmaktır.

"Elbiselerini soyarak" âyetinin tefsirinde İbn Abbas şöyle der: ”Onların elbiseleri tırnaktandı. Yani tırnağa benzerdi. Çünkü o elbise, onlar için tırnak şeklinde yaratılmıştı."

"Çirkin yerlerini" yani avretlerini ”kendilerine göstermek için". Halbuki bundan önce kendi kendilerine avret yerlerini görmüyorlardı. Nitekim rivayete göre Hazret-i Adem, uzun boylu bir kişiydi. Sanki upuzun hurma ağacı gibi. Saçları sıktı. Bilinen suçu işleyince, çirkin yeri göründü de cennette kaçmaya başladı. Bunun üzerine Rabbi ona: ”Ey Âdem! Benden mi kaçıyorsun?" diye nida edince: ”Hayır, fakat ben utandım" dedi.

Çünkü o, yani şeytan

ve kabilesi, yani askerleri ve zürriyeti,

sizin onları göremiyeceğiniz yerden sizi görürler. Bazı hallerde onların bizi görmesi, bizim onları görmemizin imkânsız olduğunu gerektirmez. İnsan biçimine girdiklerinde onları görürüz. Nitekim rivayette olduğu gibi, bazı insanlar cinleri apaçık görürler. Allah, onların cisimlerini katılaştırıp, bizim de göz ışınlarımızı güçlendirmiş olsaydı, elbette onları görürdük. Nefesin devamlı girdiği bedenlerimize cinlerin de girmeleri imkânsız değildir. Nitekim Hadiste: ”Şüphesiz ki şeytan insana, kanın deveranı gibi nüfuz eder"(9) buyurulmuştur.

Sonra, Allahü teâlâ'nın ”o sizi görür" sözü, onun, zararından sakınılması zor bir düşman olduğunu açıklayarak nehyin sebebini (yani: ”Şeytan sizi şaşırtıp bir belaya düşürmesin" sözünün gerekçesini) belirtmektir. Çünkü, o seni görüp de, senin onu göremediğin düşmanla başa çıkmak öyle zordur ki, ondan ancak Allah'ın koruduğu kimseler kurtulur.

O halde, akıllı insanın onun zararından çok sakınması gerekir. Eğer: ”Biz onları göremediğimize göre, onlarla nasıl savaşalım ve onlardan nasıl korunalım?" diye sorulacak olursa, cevap olarak: ”Biz, onların şahıslarıyla savaşmakla değil, sadece onların vesveselerini uzaklaştırmak, kalbimize bırakmak istedikleri şeyi, o şeyden Allah'a sığınarak kabul etmemekle emrolunduk" deriz.

Şüphesiz Biz şeytanları, aralarında terkedilmişlik ve azgınlık icad etmek suretiyle

inanmayanların dostları kıldık. Böylece onlar, birbirlerine yakın oldular ve birbirlerini azdırdılar.

Rivayet edildiğine göre lânetli şeytan, Zekeriyya'nın oğlu Yahya (aleyhisselâm)'ya göründü de: ”Ben sana öğütte bulunacağım" dedi. O da: ”Yalan söylüyorsun. Sen bana öğüt verme, fakat Âdem oğullarından haber ver" dedi. Şeytan şöyle dedi: ”Bize göre onlar üç gruptur:

Bunlardan birinci grup bizce en zorlularıdır. Onları, akıllarını çelerek elde ederiz. Sonra giderler istiğfar ve tevbeye başvururlar. Böylece bütün plânlarımızı alt üst ederler. Tekrar onlara döneriz, onlar da önceki gibi tevbe ve istiğfara dönerler. Onlardan ümidimizi kesmeyiz, ama istediğimizi de elde edemeyiz. Biz bu durumdan bitkin hale geliriz.

İkinci gruba gelince, onlar bizim elimizde, sizin çocuklarınızın elindeki lop gibidirler. Biz onlara yeterli olduğumuzdan onları istediğimiz gibi elimizde oynatırız.

Üçüncü grup ise, senin gibi masumdurlar. Onlara hiçbir şey yapamayız."

Bundan sonra Hazret-i Yahya ona: ”Bende, güç yetirebildiğin bir şey oldu mu?" deyince, o da: ”Hayır. Sadece bir kere sen yemek yemeye gelmiştin. Ben de sana onu lezzetli göstermeye devam ettim de, istediğinden fazla yedin. O gün uyuyakalıp her zaman kalktığın gibi namaza kalkamadın" cevabını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Yahya: ”Şüphesiz, bundan sonra doyuncaya kadar yemeyeceğim" deyince, şeytan da ona: ”Ben de senden sonra hiçbir insan oğluna öğüt vermiyeccğim" dedi.

28

Onlar yani. Kureyş kâfirleri

bir kötülük yani, pula tapma, tavafta avret yerini açma ve buna benzer son derece çirkin bir iş

yaptıkları zaman: 'Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti' derler. Demek ki yaptıkları kötülüğün iyiliğine dair iki delil öne sürüyorlar:

Birincisi: Babaları taklit. ”Babalarımızı bu yolda bulduk" ifadesi bunu gösteriyor.

İkincisi: Allah'a iftirayı ifade eden ”Allah da bize bunu emretti" sözleri.

Bozukluğu ortada olduğu için yüce Allah, birinci delillerine cevap vermeye gerek görmemiştir. Çünkü taklit, yanlışlığına delil getirilen fiilin doğruluğuna delil sayılmaz, İkinci delili ise,

De ki: 'Allah kötülüğü emretmez sözüyle reddetmiştir. Çünkü Allah'ın âdeti, güzel fiilleri emretmek ve güzel hasletlere teşvik etmek üzerine cereyan etmiştir.

Allah'a karşı O'nun emrettiğini

bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?' Halbuki ilmin yolu, ya işitmek, ya da peygamberler vasıtasıyla öğrenmektir. Onlar ise peygamberlerin peygamberliğini inkâr ediyorlar. Bu durumda Allah'ın hükümlerini öğrenmeye onlar için yol yoktur.

29

De ki: 'Rabbim (bana) adaleti emretti. Âyette geçen ”kist", adalet demektir ki, her şeyin ortası, ifrat ve tefritten uzaklık demektir. Çünkü bir rivayette: ”İşlerin en hayırlısı, orta olanlarıdır" buyrulur.

Bir iş yapmak istediğin zaman orta yolu tut. Çünkü ifrat da tefrit de kötülenmiştir.

Her mescidde yani her secde edilen yerde

yüzlerinizi O'na, kıbleye

doğrultun. Dosdoğru olarak, başka şeye değil, Allah'a ibadete yönelin; yüzlerinizi de kıbleye doğrultun. Burada secdeden maksat, ”parçadan söz edip bütünü anlama" kuralınca, namazdır.

Bu âyet, farz namazı cemaatle kılmanın vücübuna işaret ediyor. Alimler derler ki: ”Farz namazlar ve teravih gibi cemaatle kılınması emredilen namazların camide kılınması, sevap yönünden, evde cemaatle kılınmasından daha üstündür. Çünkü camide kılmakta İslâm'ın şiarlarını gösterme durumu vardır. Tıpkı bunun gibi, evde cemaatle kılman namaz da, tek başına kılınan namazın sevabından fazladır."

Ve dini yani tâatı

yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın. O'na ibadet edin. Burada husus yani ”O'na yalvarın" zikredilmiş, umûm yani ”O'na ibadet edin" kasdedilmiştir. Çünkü dua, ibadet konularındandır. O da, fakr ve tevazu içinde olup, Allah karşısında boyun bükmektir. İbâdetten kasdedilen de, ibâdetin payandası da budur. ”Dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın." Çünkü âhirette varışınız Onadır.

İlkin sizi O yarattığı gibi O'nun dirilterek döndürmesiyle

yine O'na döneceksiniz.' Böylece yaptıklarınızın karşılığını verecektir. Burada, mümkün olduğunu ifade etmek için, ”ilk yaratılış"a benzetilmiştir. Kuşkusuz ilk yaratmaya gücü yetenin, tekrar diriltmeye de gücü yeter. Çünkü sizin öldükten sonra diriltilmeniz ilk yaratılışınızdan zor değildir.

30

O bir grubu doğru yola iletti, bir gruba da meşiete tâbi geçmiş kazanın gereği olarak

sapıklık hak oldu. Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. Yani, şeytanları dost edindikleri, hak ile bâtıl arasını ayırt etmeksizin onların çağırdıkları şeyi kabul ettikleri için sapıklık onlara hak oldu.

Doğru yol ve sapıklık, her ne kadar başlangıçta Allah'ın yaratmasıyla meydana geliyorsa da, ancak O bunu, kulun onu kazanması ve onun meydana gelmesi için çalışmasına göre yaratır.

Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduğunu sanıyorlar. Burada, mücerred zannın dinin sıhhati hususunda yeterli olmadığına işaret vardır. Oysa bu konuda kesinlik ve şüphesizlik gereklidir. Çünkü Allahü teâlâ kâfirleri, kendilerinin doğru olduklarını zannetmelerinden dolayı kınamıştır. Eğer sırf zan yeterli olsaydı, onları bundan dolayı kınamazdı.

31

Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde ziynetli elbiselerinizi giyin. Her ne kadar ziynet, kendisiyle süslenilen lüks giysilere verilen isimse de, tefsirciler, buradaki ”ziynet" ten amacın, avret yerini örten giysi olduğunu söylemişlerdir. Buna, âyetin nüzul sebebini delil gösterirler. O da şudur:

Cahil iye döneminde Arap kabileleri Kabe'yi çıplak olarak tavaf ediyorlar ve: ”İçinde günah işlediğimiz ve günahlarla kirlettiğimiz elbiselerle tavaf etmeyiz" diyorlardı. Böylece gündüz erkekler, gece de kadınlar çıplak olarak tavaf ediyorlardı.

Bunun üzerine yüce Allah, elbiselerini giymelerini; ister namaz, ister tavaf için olsun, her mescide girişlerinde soyunmamalarını emretti. Halbuki onlar, Mina'ya ayak bastıklarında, her biri elbisesini bineğindeki heybeye sokar; eğer tavaf ederken üzerinde elbise varsa, dövülür ve elbisesini çıkartırlardı. Kadınlar da geceleyin çıplak olarak tavaf eder, ancak kalçaların üzerine seyrek bir şekilde kesilmiş püskül gibi sarkan sırım bağlar, bu da avret yerini tam olarak örtmezdi.

Bu âyet, namazda avret yerinin örtülmesi konusunda delildir. Âyetin anlamı şudur: Gerek tavaf, gerekse namaz için her mescide girişinizde, avret yerinizin örtülmesi için elbiselerinizi giyin. Namaz esnasında en güzel elbiseleri giymek müstehaptır. Çünkü ”zinet"ten amaç, elbisedir. Elbise giyinmek farz, güzel bir şekilde giyinmekse sünnettir.

Ebû Hanife (radıyallahü anh), gece namazı için, bir gömlek, bir sarık, bir cübbe ve bir de şalvardan oluşan elbise edinmişti. Değeri bin beş yüz dirhemdi. Bunu her gece giyer ve şöyle derdi: Allah için süslenmek, insanlar için süslenmekten daha evlâdır.

Size helâl olan şeylerden

yeyin, için, fakat harama tecâvüz etmek veya aşırı yemek suretiyle

israf etmeyin. Çünkü ihtiyaçtan fazlasını yemek de israftır.

Rivayete göre Âmir oğulları haccettikleri günlerde ölmeyecek kadar yerler, yağlı yemezler, bununla haclarına saygı gösterdiklerini düşünürlerdi. Müslümanlar da böyle yapmak isteyince bu âyet nazil oldu.

Çünkü Allah israf edenleri sevmez; yaptıklarına razı olmaz ve onları övmez. Kişinin içinin çektiği her şeyi yemesi israf sayılır.

Rivayete göre Harun Reşid'in uzman bir hristiyan doktoru vardı. Ali ibn Hüseyin'e: ”Sizin kitabınızda tıp ilmiyle ilgili hiçbir şey yoktur. Halbuki ilim; dinler ilmi ve beden ilmi olmak üzere ikiye ayrılır." O da ona cevaben:

-Şüphesiz ki Allah, bütün tıbbı, kitab'ımızm yarım âyetinde toplamıştır. -Peki, nedir o?

-Yüce Allah'ın ”yeyin, için, fakat israf etmeyin" buyruğudur. -Peki, Peygamberinizin tıpkı ilgili herhangi bir sözü var mıdır? -Evet, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tıbbı birkaç lâfızda toplamıştır. -Nedir o?

-Onun ”Ademoğlu, midesini doldurmaktan daha şerli bir kap doldurmadı. Halbuki âdemoğluna, belini doğrultması için birkaç lokmacık yeter. ” sözüdür.

Bunun üzerine hristiyan doktor:

-Kitabınız da, Peygamberiniz de Calinos'a tıp diye bir şey bırakmadı, dedi.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle diyor: ”Dilediğini ye, dilediğini giy. Yeter ki iki haslet seni hataya düşürmesin: İsraf ve kibir."

32

De ki: 'Allah'ın, kulları için pamuk ve keten gibi bitkilerden, ipek ve yün gibi hayvanlardan ve zırh gibi mâdenlerden

çıkardığı elbise ve güzellik veren şeylerden

süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı?' Yani et, yağ ve süt gibi yiyecek ve içeceklerden oluşan lezzetli şeyleri kim haram kıldı?

Bil ki, kişi farzları yerine getirir, güzel bir manzara ve güzel elbiselerle nimetlenmek isterse, bunda bir sakınca yoktur. Kim de, en az geçime kanaat eder, geri kalanını âhirette faydalanacağı şeye harcarsa, bu dalia iyidir. Çünkü Allah'ın katındaki, daha hayırlı ve dalia kalıcıdır.

De ki: 'Onlar, yani süs ve güzel rızıklar

dünya hayatında inananlar içindir. Onlar için kararlaştırılmıştır. Güzel rızıkların yaratılmasındaki asıl hedef, mükelleflere Allahü teâlâ'ya ibadet için güç kazandırmak içindir. Yoksa küfür ve isyan etmeye güç kazandırmak için değildir. O, aslında inananlar için olup, kâfirler bu hususta onlara tabidir (yani ikinci derecededirler).

Kıyamet gününde ise, yalnız onlara mahsustur.' Bu konuda dünyada, müminler ve kâfirler ortak olsalar bile, âhirette müminlere kimse ortak olamaz.

İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz. Âyetlerin ihtiva ettiği son derece güzel mânâları bilen bir topluluk için, bu hükmü açıkladığımız gibi, diğer hükümleri de açıklıyoruz.

33

De ki: 'Rabbim ancak küfür ve nifak gibi

açık ve gizli kötülükleri, yani, çirkinliği açığa çıkmış ve artmış günahları -ki bunlar büyük günahlardır-

günahı yani günahı gerektiren şeyi -ki bu, küçük ve büyük günahları içine alır-

ve haksız yere baş kaldırmayı veya kibiri,

hakkında hiçbir delil yani hüccet ve burhan

indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında sıfatlarını inkâr ve müşriklerin ”ve Allah da bize bunu emretti" (A'raf: 28) dedikleri gibi O'na iftira ederek

bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.'

Âyette geçen ”baş kaldırma", daha önce zikredilen ”günah" ifadesinin kapsamına girdiği halde ayrıca zikredilmesi, ondan sakındırmada mübalağa içindir.

"Hakkında hiçbir delil indirmediği" sözü, müşriklerle alayı ifade eder. Çünkü o delil ininceye kadar, Allah'a ortak koşma ve ibâdet etme hususunda delil ve burhan yoktur.

34

Her ümmetin bir eceli, ölümleri için takdir edilmiş zaman

vardır. Ecelleri yani üzerlerine, köklerini kesecek azabın inmesi için belirlenen vakit

gelince, bu vakti

ne bir an, yani zamandan az bir şey

geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler.

Rivayete göre, meliklerden biri ibadete çok düşkündü. Sonra, dünya ve devlet reisliğine meyletti. Yüksekçe bir köşk yaptırdı. Döşenmesi için emir verdi. Sofralar kuruldu. Halkı çağırdı. Yanına gelip yiyip içmeye, köşkün yapısına hayranlıkla bakmaya, kendisine duâ edip gitmeye başladılar. Günlerce burada ikâmet etti, sonra kendisiyle birlikte oturmakta olan yakın arkadaşlarından bir gruba: ”Görüyorsunuz, bu köşkümde ne kadar sevinçliyim. Çocuklarımdan herbiri için de onun bir benzerini yapmaya kendi kendime söz verdim. Yanımda birkaç gün kaim da sohbetinizle yalnızlığımı gidereyim ve sizin görüşünüzü alayım" dedi. Günlerce onun yanında oynayıp eğlendiler. Köşkü nasıl yapacağını onlara danışıyordu. Onlar bir gece vakti eğlenirken köşkün öbür ucundan gelen bir ses işittiler. Şöyle diyordu:

Ey ölümünü unutan bânî!

Hiç güvenme; çünkü ölüm yazılmıştır.

Bu insanlar, sevinseler de,

Ölüm, arzuların önüne dikilmiş bir yok olmadır.

Yerleşmiyeceğin köşkleri yapma

İbadete başvur ki günah (ın) bağışlansın.

Bu sesten çok korktu ve dedi ki:

- Benim işittiğimi işittiniz mi?

- Evet, dediler.

- Benim hissettiğimi hissediyor musunuz?

- Ne hissediyorsun ki?

- Kalbimin daraldığını hissediyorum. Bu ölüm hastalığından başka bir şey değildir.

- Hayır, aksine sağlık ve afiyettir.

Bunun üzerine ağladı, sonra şarapları döktürdü, çalgı âletlerini kırdırdı, Allah'a tevbe etti ve ruhu çıkıncaya kadar ”ölüm, ölüm" dedi durdu. Allah ona rahmet etsin.

35

Ey Adem oğulları! Bu hitap bütün insanlaradır.

Size kendi içinizden yani kendi cinsinizden

âyetlerimi anlatacak, hükümlerimi ve kanunlarımı açıklayacak

peygamberler gelir de, kim onlara karşı gelmekten, onları yalanlamaktan

sakınır ve kendisini, amelini

ıslah ve O'nun Rasûlüne itaat

ederse, onlara korku yoktur, yani gelecekte âsilerin başına gelecek şeyden korkmayacaklar

ve onlar dünyada kaybettikleri şeye

üzülmeyeceklerdir. Çünkü onlar, ikram ve rıza yeri olan cennette, müttekîler için hazırlanan şeylerdeki lezzetlere gark olmuşlardır.

36

Âyetlerimizi yalanlayanlar, inkâr edenler

ve onlara karsı büyüklük taslayanlar yani böbürlenip de onlara inanmayanlar

var ya, işte onlar ateş ehlidir. Onlar orada, cehennemde

ebedî kalacaklardır. Oradan hiç çıkmayacaklardır.

37

Allah'a karşı yalan uydurup iftira eden, yani, O'nun söylemediği şeyi söyledi diyen, dolayısıyla ona ortak, eş ve oğul isnacl eden,

ya da O'nun âyetlerini yani söylediklerini

yalanlayanlardan daha zâlim kim vardır? Allah, kendisine karşı yalan uydurmayı ve âyetlerini yalanlamayı günahta eşit tutmuş ve şöyle buyurmuştur:

Onların yani Allah'a iftira etmek ve âyetlerim yalanlamakla nitelendirilenlerin

kitaptan, rızık ve ömür olarak kendileri için yazılandan

nasipleri yani payları

kendilerine erişecektir. Sonunda elçilerimiz gelip yani ölüm meleği ve yardımcıları onların

canlarını alırken, yani ruhlarını kabzederken -ki bunun anlamı, ölüm melekleri kendilerine gelinceye katlar rızık ve ömür olarak kendileri için yazılandan paylan ne ise kendilerine erişeceğidir- de onları kınayarak

derler ki: 'Allah'ı bırakıp da ilâh diye dünyada

taptıklarınız nerede?' Onlar da: Yani kâfirler de:

'Bizi bırakıp kayboldular', ortadan kayboldular, yerlerini bile bilmiyoruz

derler. Ve dünyada

kâfir olduklarına yani sonucunu ve sapıklığını gördüklerinde, asla ibâdete lâyık olmayan şeylere taptıklarına

dair kendi aleyhlerine şahitlik ederler.

38

Kıyamet gününde

Allah onlara:

'Sizden önce kâfir olarak

geçmiş cin ve insan ümmetleri ile birlikte siz de ateşe girin' diyecek.

Âyette cin, insanlardan önce zikredilmiştir. Çünkü cinler insanlardan önce yaratılmıştır. Allahü teâlâ cinleri yarattığında, onlardan kimi mü'min, kimi de kâfirdi. Kâfir olanlar inananlara üstün gelip onların kökünü kazıyınca. Allah onlara meleklerden bir ordu gönderdi. Ordu içinde İblis de vardı. Allah onları cinlere musallat etti de hepsini helak ettiler. Onlardan sonra Allah Âdem'i ve ondan da zürriyetini yarattı. Onlardan kimisi Kabil gibi kâfir, kimisi de Habil gibi mü'mindi. İşte böylece cehenneme girmeyi hak eden kâfir bir ümmetle, cennete girmeyi hak eden Mü’min bir ümmet, günümüze kadar devam edegelmiş, dünyanın sonuna kadar da devanı edecektir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Yeryüzünde 'Allah, Allah' diyenler bulunduğu müddetçe kıyamet kopmaz."

Geçmiş ve gelecek ümmetlerden

her ümmet cehenneme

girdikçe tabi oldukları

kendi yoldaşlarına lanet edecek. Müşrikler müşriklere, Yahudiler Yahudilere. Hristiyanlar Hristiyanlara, mecûsiler mecûsilere ve halklar liderlerine lanet edip şöyle diyecekler: Allah size lanet etsin! Bizi sizler aldattınız!

"Yoldaşlık"tan maksat din ve ideoloji yoldaşlığıdır. Âyette ”Ehâna" denmeyip ”uhtehâ" denmiştir. Çünkü bununla ümmet ve cemaat kasdedilmiştir.

Hepsi birbiri ardından grup grup, birbirlerine lanet ederek girdikleri

cehennemde toplanınca, sonrakiler yani cehenneme sonra girenler -ki onlar tâbi olanlardır-

öncekiler için: Allah'a hitap ederek şöyle diyecekler:

'Ey Rabbimiz! Bizi işte bunlar saptırdılar! İçimize şüphe atmak suretiyle bizi doğru yoldan saptırdılar. Böylece onlara uyuverdik.

Onun için onlara ateşten bir kat daha fazla azab ver.' Çünkü onlar saptılar ve saptırdılar

diyecekler. Allah da onlara: Öncekiler ve sonrakilerden

'her biri için bir kat daha fazla azab vardır fakat siz size ve onlara olan azabı

bilmezsiniz' diyecektir. Liderlere, hem kâfirliklerinden, hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından; bunlara uyanlara da hem kâfir olduklarından, hem de sapık liderleri taklit ettiklerinden ötürü bir kat daha fazla azab edilecektir.

39

Öncekiler de Allah'ın kendilerine verdiği cevabı işittikleri o anda

sonrakilere derler ki: 'Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. Nasıl oluyor da azabınızın bizim azabımızdan daha hafif ve bizim azabımızın sizinkinden kat kat fazla olmasını istiyorsunuz? Sonra sizi kâfirliğe biz zorlamadık. Aksine, kâfirlik arzularınıza uygun geldiği için kâfir oldunuz.

O halde siz de kâfirlik ve sapıklığınız sebebiyle,

kazandıklarınıza karşılık bilinen kat kat

azabı tadın!'

Bil ki kâfirler, inkâr ehli olup iyilerin irşadından yüz çevirirler. İkrarın fayda vermiyeceği bir zamanda da suçlarını ve sapıklıklarını itirafa yönelirler.

40

Bizim âyetlerimizi tevhide, enbiyanın peygamberliğine, öldükten sonra dirilmeye ve hesaba işaret eden delilleri

yalanlayıp da, onlara karşı kibirlenmek isteyenler yani kendilerini büyük görüp onlara iman ve gereğiyle amel etmeye tenezzül etmeyenler -ki onlar kâfirlerdir-

var ya, işte onlara gök kapıları açılmayacak yani dua ve amelleri kabul edilmeyecek, yahut ruhları oralara yükselmeyecek.

Eserde şöyle rivayet edilir. ”Müminin ruhu semaya yükselir, kendisine bir kapı açılır ve denir ki: 'Temiz cesedde olan temiz ruh, hoş geldin'. Yedinci semaya varıncaya kadar böyle devam eder. Kâfirin ruhu içinde bir kapı açılır ve ona şöyle denir: 'Kötü olarak dön'. Böylece siccine kadar yuvarlanır."

Siccin, yedinci yeryüzü tabakasının altında iblisler iblisinin yerleştiği yerdir.

Ve onlar, deve iğne deliğine girinceye kadar, cennete giremeyeceklerdir. Bu ise olmayacak şeydir. Araplar olumsuz şeyi pekiştirmek istedikleri zaman, onu olması mümkün olmayan şeyle bağlar. Nitekim şâirin şu beyti de öyledir:

Karga beyazlanınca ve zift süt gibi bembeyaz olunca aileme gelirim.

Âyette geçen ”cemel" erkek deve, ”kıyat" da iğne demektir. Âyette ”deve" diye tercüme edilen ”cemel" kelimesi urgan ve gemi halatı anlamına gelen ”cümmel" şeklinde de okunmuştur.

Suçluları işte böyle rezil edici bir ceza ile

cezalandırırız.

41

Onlar için cehennem ateşinden içinde yan gelip yatacakları ve oturacakları

bir döşek, üstlerine de (cehennem ateşinden) örtüler vardır. Âyetin anlamı, ateşin her taraftan onları kuşatmasını haber vermektir. Çünkü ateş onların hem yatağı, hem de örtüsü olmuştur.

İşte zâlimleri böyle şiddetli bir ceza ile

cezalandırırız. Cehennem ateşinde ebedî azap, cezaların en şiddetlisi olduğu için, zulmün bu ceza ile birlikte anılması, onun en büyük suç olduğuna işaret eder.

Bil ki, nimeti elden kaçırmak, cehennem sıkıntısından daha kolaydır. Büyük musibet ise, orada ebedî kalmaktır. Rivayet edildiğine göre, İbrahim İbn Eclhenı hacca gitmek üzere sahrayı katetmek istediğinde, şeytan gelip şöyle korkuttu: ”Bu sahra tehlikeli bir sahradır. Seninse ne azığın var, ne de bineğin." Fakat o, sahrayı geçmeye azmetmişti. Hatta o yılların birinde, Reşid haccetmiş ve onu namaz kılarken görmüştü. Reşide: ”Bu, İbrahim İbn Edhem'dir" denildiğinde yanına geldi ve: ”Kendini nasıl buluyorsun ey Ebû İslı ak?" dedi. O da şu şiiri okudu:

Dinimizi yırtarak dünyamızı yamıyoruz

Ne dinimiz kalıyor, ne yamadığımız.

O kula müjde olsun ki, Rab olarak Allah'ı tercih etmiş,

İleride beklediği şey için dünyasını feda etmiş!..

42

İman edip de salih amel işleyenler, yani Allahü teâlâ'nın rızasını isteyenler

-ki hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz- Bu cümle, bütün gayretlerini sarfetmeseler de, iman ve salih amelle donanmış olmaları sebebiyle devamlı nimetler içinde ebedî kalmayı hak etmeye işaret ettiği için bir parantez cümlesidir-

İşte onlar cennet ehlidir. Orada onlar ebedî kalacaklardır.

43

Kalblerinde dünyadan kalma

kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Dünyada iken var olan kinin sebeplerini kalblerinden çıkarırız. Çünkü bu kin, ancak dünya ve içindekilere bağlanmaktan kaynaklanmıştır. O bağın kesilmesiyle üzerine terettüb eden hak da bitmiştir.

Şeytanın dünyada Âdem oğullarının kalblerine vesveseler atmış olması da, bu kinin sebepleri arasındadır. Bu, âhirette kesilmiştir. Aralarında sevgiden başka bir şey yoktur. Cennet ehli, aralarındaki derece yüksekliğinden dolayı birbirini kıskanmadığı gibi, yüksek derecelerden mahrum olduğundan dolayı da kederlenmez.

Cennette onların ağaç ve köşklerinin

altlarından son derece lezzetli ve sürür verici

ırmaklar akmaktadır.

Ve onlar cennetteki yerlerini gördükleri zaman

derler ki: Lütfedip

hidâyetiyle bizi buna, bu nimete, yani mükâfatı bu olan bir din ve amele

kavuşturan Allah'a hamdolsun. Allah bizi doğru yola iletmeseydi ve onda başarılı kılnıasaydı

kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik.

Süddî'nin şöyle dediği rivayet edilir: ”Cennet ehli cennete sevkolundukları zaman, gövdesinin dibinde iki pınarı olan bir ağaç bulurlar. Birinden su içtiklerinde, kalblerindeki kin sıyrılıp çıkar. Bu, temiz içecektir. Diğerinde de yıkanırlar. Nimetin güzelliği üzerlerinde cereyan eder de, ondan sonra ebedî olarak dağınıklık ve vücutlarında değişme olmaz, cennete girmeden önce de cennet bekçileri kendilerini müjdeleyerek şöyle seslenirler: 'İşte size cennet! Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız.' Oraya girip yerlerine yerleştiklerinde: 'Hiday etiyle bizi buna kavuşturan Allah'a hamdolsun derler. '“

Yemin olsun ki, Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişlerdir.' Bunu, cennet ehli, elçilerin kendilerine vaadettikleri şeyi apaçık gördükleri zaman söyler. Bununla elçilerin kendilerine gerçeği ulaştırdıklarına şehâdet etmiş olurlar. Yani: Onlar doğruyu getirdiler, biz de onları tasdik ettik (doğruladık), demektir.

Onlara: 'İşte size cennet. Dünyada

yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız.' Yani o size verildi

diye seslenilir. Müminler cenneti uzaktan gördükleri zaman melekler onlara seslenir ve şöyle derler: ”İşte o gördüğünüz var ya, dünyada size vaadedilen cennettir o."

Eğer: ”Bu âyet, kulun kendi ameliyle cennete gireceğine işaret ediyor, halbuki Rasûlüllah: 'Sizden hiçbiriniz kendi ameliyle cennete giremeyecektir' buyuruyor. Şimdi bu iki görüşün uzlaşma yönü nedir?" denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Amel, bizzat cennete girmeyi gerektirmez. Ancak, yüce Allah'ın katıksız rahmeti, eksiksiz lütuf ve lisanıyla amel edenleri cennetle nimetlendireceğini vaad etmesi yönüyle amel, cennete girmeyi gerektirir. Madem ki amel karşılığında, amel edenlere cennete girme lûtfu vaad edilmiştir, o halde amel, cennete götüren bir sebep mesabesindedir. Onun içindir ki: ”Yapmış olduğunuz amellere karşılık ona vâris kılındınız" denilmiştir.

Amelde üstünlüğe gelince, o da mertebe mertebedir. Onu da şöyle sıralayabiliriz:

Yaş unsuru: Amel bakımından aynı mertebede olan iki kişiden yaşlı olan, yaşı küçük olana üstündür. Çünkü o ibadet ve İslâm'da daha öncedir.

Zaman unsuru: Ramazan, Cuma günü, Kadir gecesi, Zilhiccenin onuncu ve aşura gününde yapılan ameller diğer zamanlardan daha değerlidir.

Mekân unsuru: Mescid-i Haram'da kılınan namaz, Medine mescidinde kılınandan; Medine mescidinde kılınan namaz, Mescid-i Aksâ'da kılınandan; orada kılınan namaz da diğer camilerde kılınanlardan daha faziletlidir.

Durum unsuru: Cemaatle kılınan namaz, kişinin tek başına kıldığı namazdan daha faziletlidir.

Bizzat amel unsuru: Namaz kılmak, yoldan eziyet verici şeyi kaldırmaktan üstündür.

Aynı amel içinde de bu üstünlük sözkonusudur. Çünkü akrabasına sadaka veren kimse, hem sıla-i rahimde bulunmuş, hem de sadaka vermiş olur. Bir kimsenin ehl-i beytten bir şerif (Hazret-i Hüseyin'in soyundan olup İslâm iy ete tam bağlanan kim se)'e hediye vermesi de, bir başkasına hediye vermesi ve ihsanda bulunmasından dalia faziletlidir.

44

Cennet ehli, cehennem ehline, kendi durumlarına sevinerek ve cehennem ehlinin başına gelenlerden memnun olarak:

'Biz Rabbimizin bize vaadettiğini sevap ve ikramı

gerçek bulduk, siz de Rabbinizin size vaadettiğini azabı -ki vaad hayır ve şerde kullanılır.-

gerçek buldunuz mu?' diye seslenir. Onlar da: 'Evet' derler. Yani onu gerçek bulduklarını söylerler. Böylece itirafın kendilerine fayda vermeyeceği bir vakitte itirafta bulunurlar.

Aralarından yani iki grup arasından, ortalarında

bir münâdi, -ki o, Allahü teâlâ tarafından görevlendirilmiş bir melektir.- Cennet ehliyle cehennem ehlinden her birinin işiteceği şekilde

'Allah'ın laneti zalimlerin yani kâfirlerin

üzerine olsun!' diye bağırır. Burada ”zalimler" kelimesiyle kâfirler amaçlanmıştır. Çünkü zulüm, mutlak olarak zikredildiğinde kemâle hamledilir. Zulmün kemali ise, şirktir.

45

Ki onlar Allah'ın yolundan yani Allah'ın, cennete giden yolu olan dininden

yüzçevirirler ve o yolu eğrilik ve haktan uzaklıkla nitelendirmek suretiyle ki o, bunlardan beridir-

eğriltmek isterler. Onlar, âhireti yani öldükten sonra tekrar dirilmeyi

de inkâr edenlerdir. Ayette zâlim, kâfire has üç sıfatla vasıflandırılmıştır:

Birincisi: Allah'ın yolundan yüz çevirmeleri,

İkincisi: Hak oluşunun delilleri hususunda şüphe meydana getirmek suretiyle. Allah yolunun ve O'nun hak dininin eğrilmesini ve bâtıla çevirmeyi istiyor olmaları,

Üçüncüsü: Âhireti inkâr etmiş olmalarıdır.

Bu üç sıfattan her biri, küfür anlamında olan zulümlerini ifade etmektedir.

46

İki taraf arasında bir perde yani cehennem ehlinin oradan çıkıp cennete girmeye, cennet nimetlerinden yararlanmaya güçleri yetmesin diye, şehir suru gibi bir sur vardır. Çünkü perde birinin diğerine ulaşmasına engel olur.

Rivayete göre eğer hurilerden birisi dünyaya bir kere bakmış olsaydı, dünya onun ışığı ve güzel kokusuyla dolardı. Cehennemi tanımlayan bir rivayete göre de, ondan bir kıvılcım dünyaya düşmüş olsaydı, dünyayı yakıp kavururdu.

Ve A'raf üzerinde de cennetlik ve cehennemliklerin

her birini simalarından yani yüz beyazlığı ve siyahlığı gibi işaretlerinden

tanıyan erkekler, sevaplarıyla günahları eşit olan müminlerden bir grup

vardır ki, bunlar henüz cennete giremedikleri halde, gireceklerini umarak cennet ehline: 'Selâm sizin üzerinize olsun!' diye seslenirler. Bunlar cehenneme ve cennete bakarlar. Kendilerini bu ikisinden birine girdirecek rüchanları yoktur. Her iki tarafın yüzlerindeki beyazlık ve siyahlık, cennet ve cehenneme girmeden öncedir. Seslenme, yani cennet ehline bakıp selâm verme ise, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin de cehenneme girmesinden sonradır. ”Selâm sizin üzerinize olsun" demeleri, cennet ehline baktıkları zaman, saygı ve duâ selâmıyla selâm vermeleri ve onları bütün kötü şeyler ve âfetlerden kurtulmakla müjdelemeleridir. Cennete gireceklerini ummaları, tevhid ehli olmaları ve Allahü Teâla'nın kendilerine zerre kadar zulmetmiyeceğini bilmelerindendir. Allah'ın lütuf ve adaletini umarlar. Ve onlar cennete en son girenlerdir. Hadiste zikrolunduğu gibi, Allahü teâlâ onları arındırmak istediği zaman. ”Hayat nehri" denen bir nehre getirilip oraya atılırlar. Böylece renkleri düzelir. Sonra getirilip cennete konurlar.

47

Onların gözleri cehennem ehli tarafına çevrildiği zaman da:

-ki rivayete göre melek yüce Allah'ın emriyle onların gözlerini cehennem ehli tarafına çevirir- kötü durumlarından dolayı Allah'a sığınarak

'Ey Rabbimiz! Bizi, cehennemde

zâlimler topluluğuyla beraber bulundurma' derler. Günah işlediklerinden dolayı Allah'tan korkarak böyle duâ ederler.

Rivayete göre sahillerden birisi şöyle der: ”Bir gece beni bir uyuklama tuttu ve uyudum. Rüyamda sanki kıyametin koptuğunu gördüm ve sanki insanlar hesaba çekiliyorlardı. Bir topluluk cennete, bir topluluk da cehenneme götürülüyordu. Cennete geldim ve onlara şöyle nida ettim: 'Ey cennet ehli! Rıdvan mahalli olan cennetler yurduna neyle nail oldunuz?' Bana şu cevabı verdiler: 'Rahman'a itaat ve şeytana muhalefetle'. Sonra cehennem kapısına geldim ve onlara şöyle seslendim: 'Ey cehennem ehli! Cehenneme niçin girdiniz?' Bana şu cevabı verdiler: 'Şeytana itaat ve Rahman'a muhalefetle'. Bir de baktım ki, cennetle cehennem arasında bekletilen bir topluluk var. Onlara: 'Ne oluyor size de, cennetle cehennem arasında bekletiliyorsunuz.?' diye sordum. Şöyle dediler: 'Bizim az bir günahımız ve sevabımız var. Günahlar cennete; sevaplar da cehenneme girmemize engel oldu.' Ağızlarından şu beyitler dökülüyordu:

Biz öyle bir topluluğuz ki, bizim büyük günahlarımız vardır. Bizim oraya (cennete) girmemize engel oldu Şaşkın, bocalar bir durumda bıraktı bizi Oraya yönelmemize engel oldu.

Uyandığımda hemen şöyle dedim: 'Tevbe ediyor, mağfiret diliyor ve kusurumu itiraf ediyorum."

Bil ki, cehennem ehliyle cennet ehli arasında bir perde vardır. Bu perde, beşerî sıfatlar ve nefsânî kötü huylardan ibarettir. Cehennem ehli, cennet ehlini bu perdenin arkasından göremez. Cennet ehliyle de Allah ehli -ki bunlar A'raf ehlidir- arasında bir perde vardır. Bu perde, ahlâkî sıfatlar ve ruhanî güzel huylardan ibarettir. Cennet ehli, Allah ehlini bu perdenin arkasından göremez. Nitekim Allahü teâlâ: ”iki taraf arasında bir perde ve A'raf üzerinde de herbirini simalarından tanıyan erkekler vardır" (A'raf: 46) buyurmuştur. Yani: A'raf ehli cennet ve cehennem ehlini kalb nuru ve karanlığı izlerinden ibaret olan yüzlerindeki işaretlerinden tanır.

A'raf, marifet ehlinin yurtları olması dolayısıyla bu adı alınıştır. Allah, marifet ehlini rical (erkekler) diye isimlendirmiştir. Çünkü onlar, Allah'ın dışındaki şeylerde erkeğin kadınlara tasarrufu gibi erkekçe tasarruf etmişler, mâsivâdan hiçbir şey onlara egemen olamamıştır. Nitekim Allah: ”Bir takım erkekler vardır ki, ne ticaret ne de alış-veriş onları Allah'ı anmaktan alıkoymaz" (Nur: 37) buyurmuştur. Allah, havassı zikrederken de ”ricâl=erkekler" le zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: ”...verdikleri sözde duran nice erler (erkekler) var..." (Ahzab: 23) Yine Allah: ”Onda temizlenmeyi seven erkekler vardır" (Tevbe: 108) buyurmuştur. Çünkü havasla avamın arasını ayırma hususu, hakkı isteme ve himmetin yüceliğinde erkeklikle mümkündür. Böylece A'raf ehli, himmetlerinin yüceliği sebebiyle, beşeriyet seviyesi ve cehennemin aşağı mertebelerinden rûhaniyetin zirvesine ve cennetlerin yüce tabakalarına yükselmişlerdir.

Sonra yüce Allah, A'raf ehliyle bir kısım cehennem ehli arasında geçen karşılıklı konuşmayı şöyle anlatır:

48

Yine

A'raf ehli -ki onlar peygamberler ve orada bekleyenlerin ileri gelenleridir .(12) Bu âyetin akışına daha uygundur. Çünkü ”girin cennete" sözleri, amelde kusur işleyenlere lâyık düşmez-

simalarından yani kötü hallerine işaret eden alâmetlerinden

tanıdıkları, cehennem ehli arasında gördüklerinde kâfirlerin reislerinden

bir takım kimselere -ki bunlar Ebû Cehil, Velîd ibn Muğir'e, Âs ibn Vâil ve benzerleridir- onları kınamak ve başlarına gelen belâlara sevinmek suretiyle

seslenerek derler ki: 'Ne çokluğunuz, yani tâbi ve taraftarlarınız veya mal toplamanız,

ne de devamlı halka karşı

taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir yarar sağlamadı.

49

Kendilerini Allah'ın, rahmetine erdirmiyeceğine yemin ettikleriniz bunlar mıydı?' diye seslenirler. Bu, kâfirlerin reisleri olan adamlara A'raf ehlinin sözlerindendir. Aynı zamanda dünyada kâfirlerin hakaret etmiş olduğu zayıf müminlere işarettir. Kâfirler onların cennete giremiyeceğine açıkça yemin ediyorlardı. Bu şekilde seslendikten sonra A'raf ehli, cennet ehline, yani fakir Müslümanlara dönerek derler ki: Kâfirlerin reislerine inat

'girin cennete, artık cehennem ehlinin korktuğu bir sırada

size korku yoktur ve siz cehennem ehlinin üzüldüğü bir sırada

üzülecek de değilsiniz.' Âyette, mal, büyüklenme, yardımcı ve taraftar çokluğu sebebiyle övünme kınanmaktadır.

Bil ki, mal sevgisi ve büyüklük taslamak, kötü huylardan olup, nefsin onlardan temizlenmesi gerekir. Nitekim peygamberlerimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle duâ ederdi: ”Allah'ım! Benim yaratılışımı da, huyumu da güzelleştir." Allah da onu şöyle övmüştür: ”Ve sen elbette yüce bir ahlâka sahipsin." (Kalem: 4)

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) fakir ve yoksullarla bir arada oturur, onlarla beraber yerdi. Çocuklara uğrar, onlara selâm verirdi. Adamın birisi geldi. Peygamberimizin heybetinden tirtir titriyordu. Bunun üzerine peygamberimiz ona: ”Korkma, ben bir melik değilim. Ben ancak Kureyş'ten güneşte kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum" dedi. Sanki onlardan biriymiş gibi ashabıyla bir arada oturur, yabancı birisi geldiğinde, onlardan hangisinin Rasûlüllah olduğunu, sorup öğreninceye kadar bilmezdi. Ashabdan birisi kendisini çağırdığı zaman da ”buyurunuz" derdi. Bütün bunlar, onun (sallallahü aleyhi ve sellem) tevâzuundandı.

Zünnûn el-Mısrî der ki: ”Mutluluğun işareti, sâlihleri sevmek, onlara yakın olmak, Kur'an okumak, gece uyanık olmak, âlimlerle oturmak ve kalb inceliği ve yufkalığıdır."

50

Her iki yere de yerleştikten sonra

cehennem ehli, cennet ehline: 'Suyunuzdan yani susuzluktan meydana gelen hararetimizi söndürmek için cennet suyundan

veya Allah'ın size verdiği diğer içecek veya yiyeceklerden oluşan

rızıktan biraz da bizim üzerimize dökün' diye seslenirler.

Hararetlerini söndürmek için cennet suyu isterler. Onlar, cehennemde aç ve susuz kaldıklarında şöyle derler: ”Ey Rabbimiz! Cennette bizim yakınlarımız vardır. Bize izin ver de, onları görelim ve kendileriyle konuşalım." Onlara izin verilir. Cennetteki yakınlarına ve onların içinde bulundukları çeşitli nimetlere bakıp onları tanırlar. Ancak cennet ehli onları yüzlerinin siyahlığından dolayı tanıyamaz. Cennet ehlinden yakınlarına kendilerinin yakınlıklarını haber vererek seslenir ve: ”Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği diğer içecek veya yiyeceklerden oluşan rızıktan bizim üzerimize dökün de onu yiyelim, belki açlığımızı giderir" derler.

Ebû Hayyân der ki: ”Bize yiyecek ve içecek ver diyenler, dünyada midelerinin kulu, yemeye ve içmeye aşırı düşkün olanlardı ki, yaşadıkları hal üzre öldüler ve öldükleri gibi de haşroldular."

Âyet, azab içinde bile olsa, insanın yiyecek ve içecekten müstağni olamıyacağını açıklamaktadır. Ebu'l-Cevza' der ki: İbn Abbas (radıyallahü anh)'a: ”Hangi sadaka daha üstündür?" diye sordum. ”Sudur. Bilmez misin, cehennem ehli cennet ehlinden yardım isterken: ”Suyunuzdan... bizim üzerimize dökün" demişlerdir? cevabını verdi.

Onlar da derler ki: 'Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır.' Yani cennet yiyecek ve içeceğini onlara yasaklamıştır. Buna kesinlikle bir yol yoktur. Kâfirlerin içeceğini, karınlarının içindeki organları ve derilerini eritecek olan kaynar su; yiyeceğini de kuru diken ve zakkum kılmıştır.

51

O kâfirler ki, kendilerine din olarak kabul etmeleriyle emrolundukları

dinlerini yani İslâm dinini

bir eğlence ve oyun edindiler. Dilediklerini haram ve dilediklerini helâl sayarak onu oyuncak edindiler. Allah'ın emrine değil, sadece şeytanın kendilerine süslü gösterdiği arzu ve heveslerine uyuyorlardı.

Ve dünya hayatı geçici çekiciliği ve bitmeyen isteklerle

onları aldattı. Onun için müslümanlarla alay ediyorlardı. Nitekim rivayet edildiğine göre Ebû Cehil, birisini Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'le şöyle alay etmesi için göndermişti: ”Cennetinin üzümünden veya meyvalarından bir şeyle beni doyur." Bunun üzerine Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır."

Akıllı insana düşen, dünyaya aldanmamasıdır. Çünkü o çok zalim ve çok aldatıcıdır.

Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile Allah katından olduğunu

inkâr ettikleri gibi, Biz de bugün kıyamet gününde

onları unuturuz. Onlara kendilerini önemsememek ve tamamen cehennemde bırakmak suretiyle, unutulana unutanın yaptığı gibi yaparız.

Allahü teâlâ, kâfirlerle olan muamelesini, iyilik yapma hususunda kölesini unutup ona iltifat etmeyen birisine benzetti. Yoksa Allah, unutmaktan uzaktır. Yani: Onlar bu günleriyle karşılaşacaklarını unutup hiç hatırlarına getirmedikleri ve orası için hazırlanmadıkları gibi, biz de onları unuturuz. Allah'a kavuşacaklarını hatırlarına getirmemelerini, ona aldırış etmemelerini, bir şeyi bilip de unutan kimsenin haline benzetmiştir. Kur’an’da bu gibi benzetmeler çoktur. Çünkü gayb âleminde meydana gelen şeyleri anlatmak, ancak şehâdet âleminde ona benzer şeylere benzetmek suretiyle olur.

52

Gerçekten onlara ilim ile akaid, ahkâm ve öğütlerin anlamlarını geniş bir şekilde

açıkladığımız, inanan, onun Allah katından olduğunu tasdik eden -ki onun tesirinden istifade edenler ve nurundan faydalananlar onlardır-

bir toplum için yol gösterici ve rahmet olarak bir kitap getirdik. Burada ”kitap" tan amaç Kurandır.

53

Fakat onlar, yani imanı olmayan o kâfirler,

onun te'vilinden, yani cennet ve cehennemle ilgili verdiği haberlerin açığa çıkmasıyla doğruluğu ortaya çıkan durumun sonucunun nereye varacağından

başka bir şey beklemiyorlar. O'nun te'vili geldiği gün, yani vaadedildikleri kıyamet gününün onlara geldiği ve geldiğini apaçık gördükleri gün, te'vili gelmeden

önceden onu unutmuş olanlar yani unutulan şeyin terkedildiği gibi terkedenler

derler ki: 'Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler. Böylece, öldükten sonra tekrar dirilme, hesap ve ceza cinsinden peygamberlerin getirmiş olduğu şeylerin gerçek olduğunu itiraf ederler.

Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bugün

bize şefaat etsinler ve bizden azabı uzaklaştırsınlar

veya tekrar dünyaya

geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapalım?' Yani: Peygamberleri tasdik edelim ve güzel ameller işleyelim?

Allahü teâlâ, temenni ettikleri şeyin kesinlikle gerçekleşmeyeceğini açıklayarak şöyle buyurur:

Onlar, sermayeleri olan ömürlerini inkâr ve günahlarla harcadıklarından dolayı

cidden kendilerine yazık ettiler ve Allahü teâlâ'mıı ortakları ve kıyamet gününde şefaatçileridir diye

uydurdukları şeyler yani putlar

de, bâtıllıkları ortaya çıkıp

kendilerinden kaybolup gitti.

Akıllı kimse, haline çeki düzen verir, bitmez tükenmez isteklere kapılmaz.

İmam-ı Gazâlî der ki: ”Kim ekinini eker, çalışır ve harmanını toplar, sonra da: 'Umarım ki bundan bana yüz ölçek gelir' derse, bu bir ummadır. Bir başkası ne ekin eker, ne de bir gün olsun çalışır. Gider yatar, uykuya dalar. Harman vakti gelince de: 'Umarım bundan bana yüz ölçek gelir' derse, o da aslı olmayan kuruntudan ibarettir."

Bunun gibi, kul Allah'a kullukta çok çalışır, O'na isyan etmeye son verir de: ”Umarım ki Allah, bu az şeyi kabul eder, bu noksanı tamamlar, sevabı büyütür ve hatayı affeder" derse, bu ondan reca (umma)dır. Ama bundan gaflet eder, ibâdeti bırakır, günahları işler, Allah'ın ne gazabına, ne de rızasına, ne cennetine, ne de cehennemine aldırış etmez, sonra da: ”Ben Allah'tan cennet ve cehenneminden necat umarım" derse. Bu onun sonuçsuz kuruntusundan başka bir şey değildir. Bunu Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu sözü ne güzel açıklar: ”Akıllı odur ki, nefsini hesaba çeker; ölümden sonrası için amel eder. Âciz odur ki, şahsı arzularına kapılır; bu haliyle Allah'tan bir takım şeyler temenni eder. ” (13)

Yusuf İbn Esbât der ki: ”Süfyan'ın yanına geldim. Bütün gece ağlıyordu. Ona: ”Bu ağlaman günahlardan ötürü müdür?" diye sordum. Yerden bir saman çöpü aldı ve şöyle dedi: ”Günahlar, Allah'ın yanında bundan daha hafiftir. Ben ancak Allah'ın benden İslâm'ı soyup almasından korkuyorum."

Allah, bizi ve sizi Kitabıyla amel edenlerden; Allah'ı unutmadan ve arzularına kapılmadan huzuruna ulaşanlardan kılsın.

54

Şüphesiz ki, gökleri ve yeri önceden örneği olmaksızın

altı günde yaratan, sonra Arş üzerine istiva eden, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze karanlığıyla

bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine yani hükmüne ve tasarrufuna

boyun eğmiş durumda yaratan Rabbiniz Allah'tır. Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. Dileseydi anında yaratırdı, fakat O, kullarına işlerinde acele etmemeyi öğretiyordu.

Derler ki: Acele ancak şu hususlarda iyi olur:

1- Günahlardan tevbe etmekte,

2- Süresi gelince borcu ödemekte,

3- Misafiri ağırlamakta,

4- Bulûğa erdiğinde bekârı evlendirmekte,

5- Ölüyü defnetmekte,

6- Cünüplükten yıkanmakta,

Arş, kralların üzerine oturduğu tahta verilen addır. Arş üzerine istiva, lâzımı zikredip melzûmu murad etme kaidesince, bizzat mülk, izzet ve saltanattan kinaye kılınmıştır. Bu Kâzi'nin, ”emri istiva etti" sözünün mânâsıdır. Yani: Rubûbiyetinin emri karar kıldı, emri ve tedbiri gerçekleşti ve kudretini yaratıklarında geçerli kıldı, demektir. (14)

Arş'ın tahsisi, mahlûkatın en büyüğü olmasındandır. Çünkü o, bütün cisimleri kuşatan bir cisimdir. Onun dışındakilerinin üzerine istivası da öyledir. Sonra Allahü teâlâ Arş'ın üzerine istivasını zikredip emrinin geçerliliğini ve tedbirinin intizamını haber verdiğinde, bunu açıklayarak: ”Geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp örten..." buyurmuştur.

Yani geceyi, karanlığıyla gündüzü örten bir örtü kılar. Böylece gündüzün ışığını giderir ve onu gecenin karanlığıyla örter. İki zıddın biriyle yetinerek aksini zikretmemiştir. ”Durmadan kovalamak" şunu ifade eder: Gecenin gündüzü kovalayıcı olduğu halde, yani, gecenin arkasından çabucak geleceği için, geceyi gündüze örtü kılmıştır.

Gece ve gündüzün her birinin diğerini izlemesi ve aralarına hiçbir şey girmeksizin birbirinin arkasından gelmesi, bir program dahilinde, birinin diğerini kovalaması şeklinde ifade edilmiştir.

"Güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan..." Bunun manası: Bütün mahlûkatı hükmüne ve tasarrufuna boyun eğmiş, yani, doğup batmalarından, kendilerine takdir edilen hareketler ve meydana gelen durumlardan murad edilen şeye ram olmuş olarak yarattı.

Bilesiniz ki, yaratmak da, emretmek de O'na mahsustur. Çünkü her şeyi îcad eden ve üzerinde tasarruf yetkisine sahip olan O'dur.

Fahreddin er-Râzi Tefsirinde der ki: ”Âlem -ki o Allah'tan başka her şeydir- ikiye ayrılır: Halk, yani yaratma âlemi ve emir âlemi." Halk âleminden amaç, cesetler ve cismâniler; emir âleminden amaçsa, ruhlar ve mücerredler âlemidir. Allahü teâlâ'nın: ”Bilesiniz ki, yaratmak da, emretmek de O'na mahsustur" kelâmı bu iki âleme işarettir. Halk âlemi, emir âlemine tâbidir; çünkü o, onun aslı ve başlangıcıdır. ”De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir." (İsrâ: 85)

Sonra Allahü teâlâ:

Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir! buyurdu. Yani: Ulûhiyetindeki vahdaniyetle yüce, rubûbiyetindeki teklikle büyüktür.

İbnû'ş-Şeyh der ki: ”Her şeyi icad eden, onda tasarruf eden, bir olan ilâh ne büyüktür!"

Bununla Allah, kendilerine bir takım rabler edinenlere cevap vermiş, hikmet ve hüccetle onları tevhide çağırmış, inkârlarını reddetmek için âyete ”inne" edalıyla başlamıştır. ”Şüphesiz ki" Rubûbiyete lâyık olan ”Rabbiniz" birdir. Ve O, her şeyi, İlim, Hikmet ve Kudretinin kemâline işaret eden sağlam, muhkem tertib üzerine yaratan Allah'tır. Görüldüğü üzere mülkünü inşa eden, onun yönetimini üzerine alan da O'dur. Tıpkı ülkesini yöneterek dizginleri elinde tutan kral gibi. Bir beyitte şöyle denilmiştir:

Yaratıklarıyle ilgili bütün emir Allah'a mahsustur. Emir, yaratıklarından hiç birine ait değildir.

55

Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ edin. ”Rab" Terbiye eden, terbiye edici anlamı taşır. Terbiye ise, bir şeyi azar azar kemâline ulaştırmaktır. Allahü teâlâ, nimetle zahirlerin terbiyecisidir ki, o zahirler nefislerdir. Rahmetle de bâtınların terbiyecisidir ki, onlar da kalblerdir. Şeriatin hükümleriyle âbidlerin nefislerinin; tarikatın âdâbıyla müştakların ve hakikat nurlarıyla muhibbînin esrarının terbiyecisidir. ”er-Rab" kelimesi Allah'ın ism-i Azam'ıdır. Onun içindir ki bütün isimlerdeki harflerin yeri değiştirilince mana bozulur. Ancak ”er-Rab" kelimesi hariçtir. Bunda harflerin yerlerini değiştirdiğimiz zaman ”el-Birr" iyilik yapan olur.

Ayetin mânası ise: ”İcabet etmeye daha yakın olması için, yalvarıp yakararak, boyun eğerek gizlice duâ edin. Çünkü gizleme, İhlasın ve riyadan korunmanın delilidir" demektir.

Rivayet edildiği üz re Sahabe, bir gazvede idiler. Bir vadi gördüler. Seslerini yükselterek tekbir ve tehlil getirmeye başladılar. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Sakin olunuz. Çünkü siz, sağır ve ortada bulunmayan birine dua etmiyorsunuz. Siz, her şeyi işiten, İter şeyi gören ve her şeye en yakın olana duâ ediyorsunuz." Bu hadis, yüce Allah'ı gizli bir şekilde zikretmenin iyi ve güzel olduğuna işaret etmektedir.

Ömer (radıyallahü anh)'den: Der ki: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) duâ ederken ellerini kaldırdığında, onları yüzüne sürmedikçe geri çevirip indirmezdi." Bu, eline dolan bereketin yüzüne ulaşması içindir. İhtiyacını isteme hususunda duâ eden kimse için sünnet olan, ellerini semaya doğru kaldırması, sıkıntılı için elleri yüzüne mukabil gelecek şekilde kaldırması, bir kimseye beddua ediyorsa ellerini ters çevirip, elinin sırtını yukarıya doğru getirmesidir. Sünnet olan, duâ anında ellerini yenlerinden çıkarmasıdır. Müstehab olan da, duâ esnasında ellerini göğsü hizasında kaldırmaktır. İbn Abbas (radıyallahü anh) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in böyle yaptığını rivayet etmiştir.

Bilesiniz ki O, duada ve başka şeyde, emrolunan şeyi bırakıp

haddi aşanları sevmez. Bununla, duâ eden, peygamberlerin mertebesi ve gökyüzüne çıkma gibi lâyık olmadığı şeyi istememesi, gerekliliğine karşı uyarılmıştır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Öyle bir kavim gelecek ki, duada aşırı gidecekler." (16) Kişinin ”Allahım! Senden cenneti ve ona yaklaştıracak söz ve amel istiyorum. Cehennemden ve ona yaklaştıracak söz ve amelden sana sığınıyorum" demesi yeterlidir.

Duâ edene yakışan, en önemli şeylerle duâ etmektir ki, bu da cennete girebilme ve cehennemden kurtulmadır.

56

Yeryüzü peygamberlerin gönderilmesi ve hükümler konulması sebebiyle

ıslah edildikten sonra, küfür ve günahlarla

orada bozgunculuk yapmayın. Amellerinizin kusurundan ötürü

korkarak ve lütuf ve ihsan olarak kabul edeceğini

umarak O'na duâ edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır. Bunun anlamı şudur: Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, zikredip şükreden dille ve uyanık temiz kalble duâ edenlere çok yakındır.

Bunda ummayı tercih, rahmet tarafının ağırlıklı olması ve kabul olma vesilesine, yani ihsana uyarı vardır. Hadiste şöyle rivayet edilir: ”Kabul olacağına inanarak Allah'a duâ edin." (17) Yani Rabbine duâ eden kişi, Allah'ın kabul edeceğine kesin olarak inansın. Çünkü duayı reddetmek, ya onu kabul etmede acizlikten, yahut duâ edilenin cimriliğinden, veyahut duâ edilenin duâ edenin duasını bilmemesinden dolayıdır. Bu şeyler, Allah'tan uzaktır. Çünkü O, her şeyi bilir, ihsan sahibidir ve her şeye gücü yeter. Kabul etmesi için bir engel yoktur.

Sehl der ki: ”Kul, duâ vaktinde, kendisine helâl olan şey hakkında fakrını yani ihtiyacını Allah'a açıkça arz ederse, Allah meleklerine şöyle buyurur: 'Eğer o benim kelâmıma dayanabil şeydi, ona 'buyur!' diye cevap verirdim.'"

Rivayete göre Mûsa (aleyhisselâm) duâ eden, yalvarıp yakaran birini gördü ve dedi ki: ”İhtiyacı benim elimde olsaydı, mutlaka yerine getirirdim." Bunun üzerine Allahü teâlâ ona şöyle vahyetti: ”Ben ona karşı senden daha merhametliyim. Fakat onun bir koyunu var, bana duâ ederken kalbi koyunundadır. Ben, kalbi benden başkasında olan kulun duasını kabul etmem." Bu durum adama hatırlatılınca, kalbiyle Allah'a yöneldi ve ihtiyacı yerine getirildi. O halde, duanın kabulü için kalbin Allah'la beraber olması ve duasının kabul edileceği hususunda Allah'a karşı hüsn-ü zan içinde bulunması gerekir.

Allah, bir kulu, herhangi bir şeyi dile getirmeye başarılı kılmışsa, onu kabul edeceğini ve isteğini yerine getireceğini istediği için başarılı kılmıştır. Musibetin kalkması için duâ etmemek, yasaklanmıştır. Çünkü bu, Allah'a karşı direnme gibidir. Musibetlerden gelen zorluklara sabretme iddiası da iyi görülmemiştir. Nitekim şâir şöyle demiştir:

Düşmana karşı kahramanlık göstermek güzeldir.

Dostlar yanında ise tevazudan başka bir davranışta bulunmak çirkindir.

57

Rüzgârları rahmetinin yani yağmurun

önünde müjdeci olarak gönderen O'dıır. Kur'an'da ”riyâh" (Rüzgârlar) olarak zikredilen bütün kelimeler ”rahmet"; ”Rıh" (rüzgâr) olarak zikredilen de ”azap" içindir. Buna delil, rüzgâr estiği zaman Rasûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) iki dizi üzerine çöküp şöyle demesidir: ”Allah’ım! Onu bize riyâh (rahmet) kıl, rîh (azap) kılma. Allah’ım! Bizi gazabınla katletme, azabınla da helak etme. Bundan önce bize afiyet ver

Hadiste şöyle rivayet edilmiştir: ”Rüzgâra sövmeyiniz. Hoşunuza gitmeyen şey gördüğünüz zaman şöyle deyin: Allah’ım! Senden bu rüzgârın hayrını, onda olan şeyin hayrını ve onunla emrolunduğum şeyin hayrını isterim. Bu rüzgârın şerrinden, onda olan şeyin şerrinden ve onunla emrolunduğum şeyin şerrinden de sana sığınırım." (19) Âyetteki ”rahmet", yağmurdur. Nitekim İbn Abbas: ”Allah, rüzgârları gönderir. Onlar da bulutları sıkar. Tıpkı kişinin devenin ve koyunun memesini sıkıp süt çıkardığı gibi" demiştir.

Sonunda onlar yani o rüzgârlar

ağır bulutları kolayca kaldırıp

yüklenince, diriltmek ve canlandırmak için, bitkisi olmayan

onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada yani o ülkede

su indirir ve onunla yani o su sebebiyle

türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. O ülkeyi, kendisinde bitki bitirme gücü icad ederek ve orada türlü türlü bitki ve meyveler meydana getirerek canlandırdığımız gibi, ölüleri de kabirlerinden çıkarır, bedenlerine ruhları iade etmek suretiyle, diriltiriz.

Herhalde bundan ibret alırsınız. Böylece buna gücü yetenin, her şeye gücünün yettiğini anlarsınız.

Âyette geçen ”beled-memleket" ifadesi, mamur olsun, veya olmasın, meskun olsun veya olmasın yer yüzündeki her yere denilir.

İbn Abbas ve Ebû Hûreyre derler ki: ”İnsanların hepsi birinci ne ika (surun üflenmesi) da öldükleri zaman, son nefhadan önce, kırk gün, erkeklerin menisi gibi gökten yağmur yağar. Bu yağmur sebebiyle kabirlerinden ot gibi biterler. Tıpkı analarının karnında bittikleri ve ekinin sudan bittiği gibi. Cesetleri tamamlanınca da onlara ruh üflenir, sonra üzerlerine uyku bırak iluda kabirlerinde uyurlar. Sura ikinci defa üflendiğinde -ki o dirilme üflemesidir- silkinip kalkarlar. Uyuyup da uykudan uyanan kimsenin hissettiği gibi, başlarında uykunun tadını hissederler. O anda derler ki: ”Bizi kabrimizden kim çıkarıp diriltti?" Bir münâdi onlara şöyle nida eder: ”Bu Rahman'ın vaadidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler!" (Yâsîn: 52)

58

Toprağı değerli, verimli

güzel ülkenin bitkisi, Rabbinin izniyle, dilemesi ve kolaylaştırmasıyla, çok yararlı olarak

çıkar; sanki ateşle yakılmış gibi siyah taşlı ve hiç bir şey bitirmeyen

kötü toprağı

olandan yani kötü ülkeden

ise hiçbir zaman

faydasız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte Biz, Allah'ın nimetlerine

şükreden, onlar hakkında tefekkürde bulunan ve onlardan ibret alan

bir kavim için âyetleri böyle eşsiz bir açıklamayla tekrar tekrar

açıklıyoruz. Burada şükredenlerin özellikle anılması, Allah'ın âyetlerinden ancak onların yararlanabilme yeteneğine sahip olmalarıdır.

Âyet, Peygamberlerin şeriatlerle gönderildiğini anlatmaktadır. O şeriatler, kalplerin hayat suyu olup nurundan istifade edenler ve eserlerinin ganimetlerinden mahrum olanlar diye kısımlara ayrılan mükelleflere doğru akıp gider.

Abdullah ibn Mehran der ki: Harun Reşid haccedip Kûfe'ye geldi. Orada günlerce ikamet etti, sonra yolculuğa çıkmayı emretti. Onunla çıkan kimselerle Behlûl de çıktı. Sonra çöpler içinde oturdu. Çocuklar kendisine ezâ veriyor ve ona takılıyorlardı. Karşıdan Harun'un kervanı gelince ona takılmaktan vazgeçtiler. Harun gelince, Behlûl yüksek sesle şöyle seslendi:

"Ey mü'minlerin emiri! Eymen ibn Nail, Kudâme ibn Abdullah'tan bize şöyle nakletti: 'Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i deve üzerinde geçerken gördüm, altında da eski bir palan vardı.' Ne bir itiş kakış, ne de buna benzer şeyler vardı. Ey Mü’minlerin emiri! Bu yoluculuğunda tevazu göstermen, senin için büyüklük taslamandan hayırlıdır." Bunun üzerine Harun Reşid öyle ağladı ki, gözyaşları yerleri ıslattı. Sonra dedi ki: ”Ey Behlûl! Allah sana merhamet buyursun, nasihatini artır." Bunun üzerine Behlûl şu şiiri okudu:

Farzet ki, yeryüzünün tamamına sahip oldun

Kullar da senin (emrinde)dir, o halde olan nedir?

Yarın varacağın yer kabir boşluğu değil midir?

Biri arkasından öbürü (üzerine) toprak atmıyacak mıdır?

Harun ağladı ve: ”Güzel söyledin ey Behlûl!" dedi, sonra kendisine bir hediye verilmesini emretti. Bunun üzerine Behlûl hediyeyi getirene: ”Hediyeyi kimden aldıysan ona götür, benim hediyeye ihtiyacım yoktur" deyince, Harun: ”Ey Behlûl! Borcun varsa ödeyelim" dedi. Behlûl: ”Ey mü'minlerin emiri! Borç, borçla ödenmez. Hakkı sahibine iade et, kendi borcunu öde" dedi. Harun: ”Ey Behlûl! O halde sana yetecek kadar bir şey verelim" teklifinde bulundu. Behlûl başını semâya kaldırdı ve sonra şöyle dedi: ”Ey müminlerin emiri! Ben ve sen Allah'ın yaratıklarıyız. Seni hatırlayıp beni unutması imkânsız." Harun, cübbesini sarkıtarak geçti gitti.

Bu hikâyeyi anlatmamın sebebi, Harun'un gerçeğe kulak vermesi ve onu kabul etmesidir. İşte bu, onun temiz bir mekân gibi, kalbinin de güzel ve temiz bir hayatla canlı olmasındandır. Onun için ondan sadece güzel ahlâk südûr etmiştir.

59

Yemin olsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik de... Nuh (aleyhisselâm), Hazret-i İdris'ten sonra ilk peygamberdir. Bir marangoz iken Allah onu kırk yaşında kavmine peygamber olarak gönderdi. Allah ona bin iki yüz kırk sene ömür verdi. Nuh

dedi ki: 'Ey kavmim! Yalnızca

Allah'a kulluk edin; çünkü ortak koşarak kulluk etmenin, kesinlikle kullukla ilgisi yoktur.

Sizin ondan başka ibâdete lâyık

ilâhınız yoktur. Doğrusu ben, O'na kulluk etmezseniz -ki bu O'na kulluk etme sebebini açıklamadır-

üstünüze gelecek büyük bir günün yani kıyamet veya tufan gününün

azabından korkuyorum.'

60

Celâl ve heybetleriyle yüksek makamları, güzellik ve şirinlikleriyle gözleri dolduran

kavminden ileri gelenler dediler ki: Ey Nûh! Bize muhalefet ettiğin için

biz seni apaçık bir sapıklık içinde yani gerçek ve doğru yoldan uzaklaşmış olarak

görüyoruz.'

61

Kalblerini gerçeğe doğru meylettirmek için, kavmi kendine izafe ederek onlara seslendi ve

dedi ki: 'Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yoktur; Nefyetme konusunda öyle mübalâğa göstermiş ki, bir tek sapıklığın bulaşmasını bile kendinden uzak görmüştür. Yani, değil bende apaçık büyük bir sapıklık, sapıklığın izi ve parçası bile yoktur. Nitekim onlar isbatta mübalâğa göstermiş, onu apaçık bir sapıklıkta karar kılmış olarak görmüşlerdi.

Fakat ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Sanki o şöyle demiştir: Fakat son derece mükemmel bir hidâyet üzereyim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.

62

Size Rabbimin vahyettiklerini bildiriyorum. Burada vahyedilen şeylerin çoğul olarak ”vahy ettikleri" şeklinde geçmesi, bu kelimenin içerisine akâid, mev'izeler ve ahkam gibi konular girdiği içindir.

Size öğüt veriyorum. Fayda ve iyiliğiniz için size nasihatta bulunuyorum.

Ve ben sîzin bilmediğiniz şeyleri Allah tarafından yani O'nun üstün kudreti ve düşmanlarını şiddetli bir şekilde kıskıvrak yakalamasından

biliyorum.'

Denilir ki: ”Kendilerinden önce, başlarına azap gelen bir kavim işitmedikleri için, Nûh (aleyhisselâm)'un kendilerine vahiyle bildirdiğini bilmiyerek gafil ve emin olarak yaşıyorlardı."

63

Korunup da rahmete nail olmanız ümidiyle, içinizden sizi uyaracak yani sizin cinsinizden, sizin dilinizi konuşan

bir adam vasıtasıyla Rabbînizden, her şeyinizin sahibinden ve sizi terbiye edenden

size bir zikir vahiy veya öğüt

gelmesine şaştınız mı? Bunun olmasını aklen uzak mı gördünüz? Onlar insandan peygamber gönderilmesine hayret ediyorlar ve Allah ile beşer arasında bir münasebet yoktur, diyorlardı.

Âyette ” rahmete nail olmanız ümidiyle ” ifadesindeki ”lealle" kelimesi, ummayı ifade eder. Takvanın mutlaka rahmeti gerektirmediğine, aksine onun Allah'ın lûtfüyla ilgili olduğuna ve müttakî kimsenin, takvasına güvenmemesi ve Allah'ın azabından da emin olmaması gerektiğine dikkati çekmektir.

64

Onu yalanladılar ve bu uzun süre içinde yalanlamalarına devam ettiler. Boğulmayı doğuran şey de, yalnızca yalanlama değil, inatla bu yalanlamayı sürdürmedir.

Rivayete göre Nûh (aleyhisselâm) kavminin helak olması için duâ etti, yüce Allah da ona gemi yapmasını emretti. Yapım tamamlanınca inananlarla beraber gemiye girdi. Arkasından Allah tufanı gönderdi. Kâfirleri suda boğup Nuh'la birlikte inananları kurtardı. İşte Allah'ın bu konudaki sözü:

Biz de onu ve onunla beraber gemide bulunanları -ki kırk erkek ve kırk kadından oluşan Mü’minlerdi-

kurtardık, âyetlerimizi yalanlayanları yani onları yalanlamakta ısrar edenleri

suda boğduk. Âyetleri yalanlayanlardan amaç, yalnız kabule engel olan kavmin ileri gelenleri değil, aksine onlardan ve onların peşinden giden ve yalanlama üzerinde ısrar edenlerden her biridir.

Çünkü onlar kör bir milletti. Kalp gözü kör olan kimseye ”recülün amin fi'l-basîre"; gözü kör olana da: ”Recülün a'mâ fi'l-basar" denir. Onlar tevhid, nübüvvet ve âhiret konusunda kalp gözleri kör olanlardır. Dolayısıyla onlar görmezler. Bu körlük, gözdeki körlüğün aksine, Allah'ın apaçık delillerini ve âyetlerini görmeye engeldir. Çünkü gözü açık olan kimse, kalb gözü kapalı olanın aksine görmeye gücü yeter. Öbürünün musibeti daha büyüktür.

Anlatıldığına göre Şeyh Beka, bir gün melik nehri kenarında oturuyordu, içinde askerlerin bulunduğu bir gemi geçti. Beraberlerinde içki ve meyveler, açık saçık kadınlar, oğlan çocukları ve şarkıcılar vardı. Son derece eğlence ve taşkınlık içindeydiler. Şeyh Beka kaptana: ”Allah'tan kork ve Allah'a yönel" dedi. Sözüne kulak asan olmadı. Bunun üzerine Şeyh Beka: ”Ey emir altında olan nehir! Fâcirleri cezalandır" deyince, su üzerlerine doğru yükseldi, gemiye kadar çıktı, boğulmayla karşı karşıya kaldılar. Şeyhe seslenerek tevbelerini ilan ettiler. Su da eski haline döndü. Tevbelerinde sadık kalıp ondan sonra şeyhi sık sık ziyaret etmeye başladılar.

Akıllı kişi, kendinden büyüğün de küçüğün de öğüdünü kabul eder; çünkü öğüt vermek kolay, kabul etmek zordur.

65

Ad kavmine de dinde değil, nesebde onlardan biri olan

kardeşleri Hûd'u gönderdik. Milletlere Peygamberin özellikle kendi kabilelerinden gelmesi, onun sözünü daha iyi anlayacakları, durumunu daha iyi bilecekleri ve ona uymaya daha yakın olacakları içindir.

(O kavmine) dedi ki: 'Ey kavmim! Yalnız

Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yani Rabbin iz

yoktur. Hâlâ düşünmeyecek, O'nun azabından

hâlâ sakınmıyacak mısınız?'

66

Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Burada, kavmin ileri gelenleri küfürle nitelendirilmiştir. Çünkü Nuh (aleyhisselâm)'un kavmi gibi bunların hepsi küfür üzere değildi. Onlardan bir kısmı Hûd (aleyhisselâm)'a iman etmişti.

'Biz seni atalarının dinini bıraktığın için

bir beyinsizlik içinde görüyoruz, ve gerçekten seni, peygamberlik iddianda

yalancılardan sanıyoruz.' Burada Hazret-i Nuh kavminin kalbleri gibi, Hazret-i Hûd kavminin kainlerinin de paslı ve pis olduğuna işaret edilmektedir.

67

Hûd (aleyhisselâm), onlardan kötü söz işitmesine rağmen, güzel mücadele yolunda giderek -ki her öğütçünün böyle yapması gerekir-

'Ey kavmim!' dedi, 'bende beyinsizlikten hiçbir şey olmadığı gibi, onun izi bile

yoktur, fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim. Yani ben, son derece rüşd ve doğruluk içindeyim. Çünkü ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamberim. Rüşd, din ve dünyanın faydalı şeylerini bilip anlamaktır. Bu da tanı bir akılla olur.

68

Size Rabbimin gönderdiği vahiyleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. O, insanlar arasında öğüt vermekle bilinen ve güvenilirliğiyle tanınan bir kimseydi.

69

Sizi uyarmak ve içinde bulunduğunuz küfür ve günahın sonucundan sakındırmak

için içinizden yani sizinle aynı dili konuşan kendi cinsinizden

bir adam vasıtasıyla işlerinizin sahibi ve mürebbiniz olan

Rabbinizden size bir zikir (vahiy) gelmesine onu akıldan uzak görerek

şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra onların yerine getirdi. Yani yerleşim yerlerinde veya yeryüzünde egemen kıldı. Çünkü Şeddad ibn Âd, Reml-i Âlec'den Umandaki Sahr'a kadar olan yeryüzü mamuresine sahip olmuştur. Burada âdeta şöyle denilmiştir: Buna şaşmayın; işlerinizin âkibetini ve Allahü teâlâ'nın sizi hâkimler kıldığı vakti düşünün.

Ve benzeri görülmemiş

yaratılışta ve şekillendirmede

sizi onlardan üstün kıldı. Boy, güç ve yapı olarak kendi zamanlarında onların benzeri yoktu. Onlardan uzun boylusu yüz arşın; kısa boylusu ise altmış arşındı. Vehb der ki: ”Onlardan birisinin başı büyük bir kubbe gibi; gözü, içinde kuşun yavru yapabileceği kadardı. Burun delikleri de öyleydi."

O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, onları hatırlamak sizi, sıkıntılardan kurtuluşa ve istenilene kavuşmaya ileten şükre götürsün ve böylece

kurtuluşa eresiniz.'

70

O yüce öğütlere cevap olarak

dediler ki: Ey Hûd!

'Sen bize özellikle

tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını yani atalarımızın taptıkları ilâhları

bırakmamız için mi geldin? Bizden tek olan Allah'a kulluk etmemizi istiyor, bizi bununla yükümlü kılmayı mı kasdediyorsun?

Eğer azabın gelmesi konusundaki verdiğin haberde

doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin o

azabı bize getir.'

71

Hûd (aleyhisselâm)

dedi ki: 'Artık size Rabbinizden bir azap ve hışım inmiştir. Yani inmesi gerekmiştir. Çünkü onun inmesi yüce Allah'ın ilmi içindedir.

Haklarında yani onlara tapma konusunda

Allah'ın hiçbir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda

-ki, onlar putlarını ilâh diye isimlendiriyorlar ve onların tapmaya lâyık olduklarını zannediyorlardı. İşin gerçeği, onların ulûhiyetten ve tapmaya liyakattan uzak olmalarıdır -

benimle tartışıyor musunuz? Bunun mânâsı: Lâyık olmadıkları isimlerle isimlendirilen şeyler hakkında benimle tartışıyor musunuz? Kötüleme, mânâdan soyulmuş sadece isimlendirmeye yöneliktir. Böylece ismin, bizzat mü sem mâ (isimlendirilen) olması gerekmez. İstediğiniz şeyi

bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber size inecek azabı

bekleyenlerdenim. '

72

Sonunda azab indi

onu yani Hûd'u

ve onunla beraber olanları ona inananları tarafımızdan gönderilen engin

rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin yani küfür ve yalan üzerinde ısrar edip bundan kesinlikle geri dönmeyenlerin

kökünü kestik. Yani, kök ve damarlarını kesmek suretiyle onların hepsini helak ettik. Çünkü bir şeyin kökü, onun sonudur. Kavmin sonunu kesmek de, başından sonuna kadar helak edilmeleridir. Burada, kurtuluş kaynağının Allah'a iman ve O'nun âyetlerini tasdik olduğuna işaret vardır. Nitekim helakin sebebinin küfür ve yalanlama olması gibi.

73

Semûd kavmine de neseb yönünden

kardeşleri Salih'i yani Salih ibn Ubeyd ibn Asif'i peygamber olarak

gönderdik. Semûd, bir Arap kabilesi olup, en büyük babaları Semûd ibn Ad ibn Erem ibn Sânı ibn Nuh'un ismini koymuşlardır. Yurtları, Hicaz'la Şam arasında ”Hicr" denilen yer olup. Vâdi'l-Kurâ'ya kadar uzanıyordu.

Dedi ki: 'Ey kavmim! Yalnız

Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Burada; her ne kadar peygamberler arasında şeriatlar yönünden farklılık varsa da, Allahü teâlâ 'nın, Tevhid hususunda onları birleştirdiğine işaret vardır. Çünkü davette onlardan herbiri bir diğerinin yolunda gitmiştir. Hazret-i Nuh, Hûd ve Sâlih: ”Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur" demişlerdir.

Rivayete göre Ad kavmi helak olunca, Semûd kavmi onların yurtlarını bayındır hale getirmişler, yeryüzünde onlara halef olmuşlar, bolluk ve genişlik içinde çoğalmışlar, sonunda Allah'ın emrinin dışına çıkıp yeryüzünde bozgunculuk yapmışlar, putlara tapınışlardır. Bunun üzerine Allah, Hazret-i Salih'i göndermiştir. Onlar Arap kavminden, Salih de neseb yönünden orta hallilerinden idi. Onları Allah'a çağırdı. Ancak kendisine zayıflardan çok az bir kimse tabi oldu. Onları sakındırdı, ihtar etti. Onlar da sözünün doğruluğunu isbat için ondan bir delil istediler. ”Nasıl bir delil istiyorsunuz?" dedi. Onlar da dağın bir kenarında duran bir taşı göstererek dediler ki: ”Bu taştan bize on aylık gebe deve çıkar. Bunu yaparsan seni tasdik eder ve sana icabet ederiz." Salih onlardan sağlam söz aldı. ”Bunu yaparsam, gerçekten bana iman edecek ve beni tasdik edecek misiniz?" deyince, ”evet" cevabını verdiler. O da iki rekât namaz kıldı ve Rabbine duâ etti. Bunun üzerine taş yarıldı, içinden onların gözü önünde on aylık bir deve çıktı. Sonra kendi büyüklüğünde bir yavru doğurdu. Kavminden bir grup ona iman etti, gerisi imarı etmekten çekindi.

Deve, yavrusuyla birlikte, Semûd yurdunda otlayıp su içerek hayat sürdürüyordu. Bu mucizenin ortaya çıkmasından sonra Salih onlara:

Size Rabbinizden açık bir delil yani benim peygamberliğime şahitlik yapan apaçık bir mucize

gelmiştir. Burada ”Rabbinizden" kelimesi ”gelmiştir" kelimesine bağlı olup, tevhide davetinin peşinde onlara ilk hitab ettiğinde Sâlih (aleyhisselâm)'dan, ondan sadır olan bir söz değildir. Aksine o sözü onlara öğüt verdikten ve Allah'ın nimetlerini hatırlattıktan sonra söylemiştir. Buna rağmen onlar onun sözünü kabul etmemiş ve onu yalanlamışlardır.

Bu, Allah'ın size delil olarak gönderdiği devesidir. Bu cümle bir sorunun cevabıdır. Sanki kendisine ”Bu delil nedir?" diye sorulmuş, o da cevaben: ”Bu Allah'ın devesidir. Benim peygamberliğimin doğruluğuna işaret eden bir delildir" demiştir. Devenin Allah'ın yüce ismine izafe edilmesi, onu tazim içindir. ”Beytullah = Allah'ın evi" denildiği gibi.

Allah'ın mucizelerinden bir mucize olarak

onu kendi haline

bırakın, Allah'ın arzında yesin, onun otlamasına engel olmayın. Yemesine olduğu gibi içmesine de karışmayın.

Sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın. Yani, Allah'ın mucize delililerine hürmet ifadesi olarak, kötülüğü çağrıştıran öldürme, dövme veya hoş olmayan bir şeyle ona dokunmayın ve sataşmayın.

Sonra sizi acıklı bir azap yakalar.

74

Düşünün ki, (Allah) Ad'd an sonra, sizi hükümdarlar kıldı.

Yani Allahü teâlânın sizi Hicr topraklarında hükümdarlar kıldığını, ya da Âd kavminin helakinden sonra sizi onların yerine getirdiğini hatırlayın.

Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Yani: Hicaz'la Şam arasındaki Hicr topraklarında size, yerleşecek yer bahşetti:

Onun düzlüklerinde yüksek

saraylar yapıyorsunuz, dağlarında yani kayaları arasında

evler yontuyorsunuz. Rivayete göre Hıcr halkı, yazın ovalarda, kışın da dağlarda yerleşerek hayatlarını sürdürürlerdi. Yine söylendiğine göre onlar, uzun ömürlü oldukları için, dağlarda kendilerine evler yontmaya ihtiyaçları vardı; çünkü tavanlar ve binalar onların ömürleri bitmeden eskirdi.

Artık Allah'ın size verdiği

nimetlerini hatırlayın yani onları koruyun

da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.' Çünkü Allah'ın nimetlerinin hakkı, onlara şükredilmesi ve onlardan gaflet edilmemesidir.

75

Kavminin ileri gelenlerinden ona iman etmeyip

büyüklük taslayanlar, içlerinden zayıf görülen yani zayıf ve zelil olarak gördükleri

inananlara alay yoluyla

dediler ki: 'Siz Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?1 Onlar da: 'Şüphesiz ki biz O'nunla gönderilene, tevhid ve ibâdet esaslarına

inananlarız, dediler.

Bu harikulade büyük mucizeyle geldiği için onun peygamber olarak gönderilmesinin, aklı başında olan hiçbir kimsenin şüpheye düşmesine gerek kalmayacak bir biçimde açık olduğuna dikkat çekmek için, inananlar, cevap olarak ”evet" demeyip böyle karşılık vermişlerdir. Bu cevap, Üslûb-u Hakım türünden olup muhatabı beklemediği şeyle karşılamaktır.

76

Kibirlendiler dediler ki: 'Biz de sizin inandığınızı inkâr edenleriz.' Böylece onlar, kendileri için asıl uygun olan ”biz de onunla gönderileni inkâr edenleriz" cevabını vermek yerine, sanki: ”Onun gönderilmesi bizim için bilinen ve bizce kabul edilen bir şey değildir," anlamına gelen bir cevap verdiler. Bununla, meselenin yalnızca Salih aleyhisselâmın boş bir iddiasından ibaret olduğunu ve ona iman edenlerin da bu boş inanca saplandıklarını iddia etmiş ve: ”Biz ise sizin imân ettiğiniz şeyi inkâr edenleriz" demişlerdir.

Şüphesiz burada Allahü teâlâ, kâfirleri iki yönüyle kötü lemistir:

Birincisi, onların büyüklük taslamalarıdır. O da, kendilerini olduğundan yüksek görme ve hakkı inkârdır.

İkincisi ise, asıl değer vermeleri gereken kimseleri zayıf görmeleridir. Ayrıca Mü’minler, hakta sebat ettikleri ve kâfirlere karşı mukavemet etmekten âciz kalmalarına rağmen hakkı ortaya çıkardıkları için övülmüşlerdir.

77

Derken o dişi deveyi ayaklarını keserek öldürdüler. Yani onu boğazladılar. Burada öldürme fiili hepsine isnad edilmiştir. Çünkü bu, hepsinin rızasıyla olmuştur. Bu sebeple sanki o, hepsinin yaptığı iştir.

Rivayete göre deve, suya varır, başını kuyuya soktuğu zaman, içindeki suyun hepsini içmeden başını kaldırmaz, bir damla bile bırakmazdı. Sonra da ayaklarını açar ve bütün kapları doluncaya kadar istedikleri miktarda sağarlar; içerler ve biriktirirlerdi. Sonra su içmek için gittiği vadinin en yukarısından döner; çünkü o, darlığından dolayı suya gittiği yerden dönemezdi.

Ve Rablerinin emrinden dışarı çıkarak, yani Sâlih (aleyhisselâm)'in ”sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın" emrine uymaktan veya Allah'ın emrine uymaktan büyüklenerek Sâlih aleyhisselâm'ı taciz etme ve susturma yoluyla ona hitabederek

'Ey Sâlih! Eğer sen gerçekten peygamberlerdensen -ki onlardan olman tehdit ettiğin şeyin doğruluğunu gerektirir- devenin öldürülmesi üzerine

bizi tehdit ettiğin azabı getir,' dediler.

78

Bunun üzerine onları şiddetli

sarsıntı yani deprem

yakaladı da yurtlarında ve topraklarında

diz üstü çöke kaldılar. Yani hareketsiz ölüler haline geldiler.

Rivayete göre, deveyi öldürdüklerinde yavrusu dağa kaçtı. Sâlih (aleyhisselâm) onlara dedi ki: ”Allah'ın azabım ve cezasını bekleyin."“Bunun alâmeti nedir?" dediklerinde: ”Perşembe günü sabahı yüzleriniz sararmış; cuma günü kızarmış; sonra cumartesi kararmış olarak sabahlayacaksınız. Sonra da pazar gününün erken saatlerinde size azap gelecektir." Durum, peygamberlerinin açıkladığı gibi olmuştur. Derken onlara semâdan, içinde her yıldırımın ve sese sahip olan her şeyin sesinin bulunduğu bir çığlık, yerden de bir sarsıntı geldi ve göğüslerindeki kalbleri parçalandı; onlardan büyük-küçük hiçbir şey kalmayarak helak oldu.

79

Helaki gördükten sonra, onlara acıyarak, iman etme fırsatını kaçırdıkları için üzüntülü bir şekilde

Sâlih de onlardan yüz çevirdi ve şöyle dedi: 'Ey kavmim! Yemin olsun ki, ben size Rabbimin elçiliğini tebliğ ettim ve size davet zamanında iyiliğe teşvik etme ve kötülükten korkutma hususunda

öğüt verdim. Sizin için elimden gelen bütün çabayı gösterdim,

Fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz.' Yani, sizin işiniz bazı öğütçülerle alay etmektir; çünkü öğütçünün sözü ağır, gerçek ise acıdır. Başka bir husus da; pis ruhun toprağının pisliğinden, öğüt çekirdeğini kabul etmemesi ve o çekirdeğin orada bitmemesidir.

Câbir ibn Abdullah'tan yapılan bir rivayete göre: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük savaşında Hıcr'e uğradığında, ashabına şöyle buyurdu: ”Sizden hiçbiriniz bu köye girmesin, suyundan içmesin, o azap görenlerin diyarına ancak ağlayarak girin. Yoksa onlara dokunan azap size de isabet eder."

80

Lût'u da peygamber olarak

(gönderdik.) O, Lût ibn Hârân ibn Ebî İbrahim (İbrahim'in kardeşinin oğlu Hârân'ın oğlu Lût)dir. Irak Bâbil'i denen yerdendir. Amcası İbrahim'le birlikte Şam'a göç etmiş, Ürdün'e yerleşmiştir. Allah da onu Sodom ahâlisine peygamber olarak göndermiştir.

Kavmine dedi ki: 'Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhuşu mu yapıyorsunuz? Bu ifade onların yaptığı son derece çirkin bir iş olan livata, yani erkeklerin erkeklerle kurduğu çirkin ilişki dolayısıyla bir kınama, azarlama ve ayıplamadır. Lût (aleyhisselâm) onları, hem böyle bir iğrenç fiili işledikleri ve hem de bunu ilk olarak icat ettikleri için kınamaktadır ki, bu ikincisi daha kötüdür.

81

Siz Allah'ın sizin için mubah kıldığı

kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Buradaki ”erkeklere gidiyorsunuz" ifadesi aşırı şekilde kınamak suretiyle, o fuhşun açıklanmasıdır. ”Şehvet" ten söz edilmesiyse, onların hayvanlara yaraşan bir davranış içinde bulunduklarının gösterilmesi içindir. Ayrıca burada, dikkat çekilen konulardan biri de aklı başında bir insanın cinsel ilişkide bulunmasının sebebi çocuk edinmek ve türün devam etmesini istemek için olmalı, cinsel arzuyu tatmin etmek için olmamalıdır.

Doğrusu siz, haddi aşan bir kavimsiniz.' Siz her şeyde aşırı gitmeyi âdet haline getirmiş ve konulan meşru sınırları aşmayı alışkanlık edinmiş bir topluluksunuz. Bundan dolayıdır ki, şehvetlerini giderme konusunda aşırı gitmiş, o hususta meşru ölçüler içinde belirlenmiş olan sınırı aşmışlardır.

82

Kavminin cevabı: 'Onları yani Lût'u ve ona inanan taraftarlarını,

memleketinizden çıkarın. Buradaki memleketten amaç, onların yaşadıkları ”Sodom"dur.

Çünkü onlar fazla temizlenen insanlarmışî' demelerinden başka bir şey olmadı. Onların bu sözleriyle kasdettikleri şey, Lût (aleyhisselâm) ve ona tabi olanların, fuhşiyattan temiz olmalarıdır. Haliyle bunu, onlarla alay etmek ve dalga geçmek için söylemişlerdir.

83

Biz de onu yani Lût'u

ve karısından başka iki kızı ve ona iman eden diğer kimselerden oluşan

aile efradını -ki ”ehl" kendisine nisbet edilen özel cemaatidir-

kurtardık, çünkü karısı geride kalanlardan yani, kâfirlerden

idi. Dolayısıyla memleketlerinde kalıp orada helak olanlardan oldu. Burada Lût (aleyhisselâm)ın karısı, kendisine inanmadığı için, aile efradından istisna edilmiştir.

84

Ve üzerlerine (taş) yağmuru yağdırdık. Bu öyle bir yağmur türü idi ki, taştan ibaretti. Dolayısıyla üzerlerine yağmur yağdırır gibi, taş yağdırdık demektir.

Bak ki günahkârların sonu nasıl oldu! Yalanlayıcı kâfirlerin durumlarının sonunu düşün; onlara nasıl muamele yaptığımıza bir bak! ”Bak ki" ifadesi, durumlarından şaşırmaları ve yaptıklarından sakınmaları için, düşünce ve nazar sahibi olan herkese hitaptır.

Âyet, livâtanın en çirkin ve en kötü bir fuhuş olduğuna işaret etmektedir. Çünkü Allahü teâlâ; zina, hırsızlık, haksız yere adam öldürme, hatta şirk gibi büyük günah işleyenler üzerine taş yağdırmamıştır.

İbni Sîrîn der ki: ”Domuz ve eşekten başka bu işi yapan hiçbir hayvan yoktur."

Livata büyük bir günahtır. Ondan; aynı zamanda onun başlangıcı olan dokunma ve öpme gibi şeylerden sakınmak gerekir. Erkeğe arkadan yaklaşmaya büyük livata; kadına arkadan yaklaşmaya da küçük livata denir. Hadiste: ”Kadına arkadan yaklaşan mel'undur" buyrulmuştur.

85

İbrahim (aleyhisselâm)'in oğlu Medyen kabilesine mensup

Medyen'e de içlerinden biri, yani nesebde

kardeşleri olan

Şuayb'i Şuayb ibn Mîkîl ibn Yeşciir ibn Medyen'i Peygamber olarak

gönderdik. Şuayb (aleyhisselâm)'a, kavmine güzel bir şekilde hitabettiği için ”Peygamberlerin hatibi" denilirdi. Kavmi ise kâfirlikleri yanında ölçü ve tartıda haksızlık yaparlardı.

Dedi ki: 'Ey kavmim! Bir olan

Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Size her şeyinizin sahibi

Rabbinizden büyük ve

açık bir delil, yani mucize

gelmiştir. Kuranda peygamberimizin birçok mucizeleri zikredilmediği gibi, Şuayb (aleyhisselâm)'ın mucizesi de zikredilmemişim

Artık ölçüyü, tartıyı tam yapın. Ölçü ve tartıyla insanların haklarını eksiksiz olarak yerine getirin,

insanların satın aldıkları

eşyalarını eksik vermeyin. Çünkü Medyenliler, büyük veya küçük, az ya da çok demeden, ölçüyü eksik yapıyorlardı. Şüphesiz ölçü ve tartıda insanların eşyalarını eksiltmek nefsin alçaklığı, başkasını düşünmeme, hırsın galebesi, istek ve zulmün peşinden gidilmesindendir. Bu kötü sıfatlar, nefislerin huylarındandır.

Şer'î emirler bu sıfatları değiştirme ve nefsi temizlemek için gelmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, yüce şeyleri sever, adî şeylere de buğzeder. Hadiste: ”Bir davar sürüsüne gönderilen iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, kişinin mal ve şöhrete olan hırsından daha fazla değildir." buyurulmuştur.

Islah edildikten yani, durumunu ve halkını, şeriatleri yürürlüğe koymak suretiyle peygamberlerin ve onlara uyanların düzeltmesinden

sonra kâfirlik ve sapıklıkla

yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inananlar yani beni bu sözümde tasdik edenler

iseniz, bunlar yani emir ve yasaklara riâyet

sizin için daha hayırlıdır.

86

Tehdit ederek, inananları Allah yolundan, yani O'nun şeriatından ve kulları için seçtiği dininden

alıkoyarak ve o yolun kalblerine şüpheler koyup

eğriliğini arayarak veya o yolu eğrilikle niteleyip öyle olmasını istiyerek

öyle her yolun başında oturmayın. Öyle din yollarından her birinin başına tehdit ederek, şeytan gibi korkutarak oturmayın. Çünkü o şeytan şöyle demişti: ”And içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yoluna oturacağım." (A'raf: 16) Onlar din için çalışan birini gördüklerinde ona engel oluyorlardı.

Denilir ki: Gözetleme yerine oturup Hazret-i Şuayb'ın yanına gitmek isteyenlere: ”O bir yalancıdır, sakın seni dininden döndürmesin" diyorlar ve ona inananları tehdit ediyorlardı.

Düşünün ki siz az idiniz de O sizi nesilde ve malda bereket vermek suretiyle

çoğalttı; zayıfken güçlü, fakirken de zengin oldunuz.

Bakın ki Nuh, ondan sonra gelen Âd, Semûd ve benzeri kavimler gibi geçmiş ümmetlerden

bozguncuların sonu nasıl olmuştur! Onlardan ibret alın, yollarından gitmekten sakının.

87

Eğer içinizden bir grup şeriat ve hükümler konusunda

benimle gönderilene inanır, bir grup da ona

inanmazsa, Allah aramızda yani, iki grup arasında, hak üzere olanların bâtıl üzere olanlara galip geleceği konusunda

hükmedinceye kadar sabredin, bekleyin. Çünkü o hüküm, mü'minler için bir vaad, kâfirler için de tehdittir.

O hâkimlerin en hayırlısıdır'; çünkü O'nun hükmünü hiç kimse değiştiremez ve onu saptıramaz. O, hükmedenlerin en âdilidir.

88

Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'ın bu öğütlerini dinledikten sonra

kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: 'Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber inananları, size olan kinimizden ötürü ve sizin fitnenizi uzaklaştırmak için

memleketimizden çıkaracağız. Burada kibirlilerin işinin ve zorbaların âdetinin üste çıkma olduğuna işaret edilmektedir. Bunun da sebebi nimetlerden dolayı şımarmaları ve zenginlikten ötürü de taşkınlık yapmalarıdır.

Yahut dinimize döneceksiniz. Buradaki ”dönmek" fiili ilk bulundukları duruma yeniden dönmek anlamına gelir. Bilindiği gibi Şuayb (aleyhisselâm) onların dinleri üzerine değildir. Ancak ”dönmek" ona ve onunla birlikte inananlara isnad edilmiştir. Bu da tağlib yoluyla olmuştur. Böylece ”dönmek" ancak onlar hakkında düşünülebilir. Böylece âyetin anlamı şöyle olur. ”Allah'a yemin olsun ki, kesinlikle iki durumdan biri olacaktır." Sanki diyorlar ki: Dinimize girmedikçe sizi aramızda bırakmayız.

(Şuayb), onların bâtıl sözlerine cevap olarak ve fâcir yeminlerinde onları yalanlayarak

dedi ki: 'İstemesek de mi? Yani biz dönmeyi istemesek de, yine ona mı döneceğiz? İstemediğimiz halde nasıl ona döneriz?

89

Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar şirkten ibaret olan

sizin dininize dönersek, Allah'a, büyük

yalan iftira etmiş oluruz. Çünkü o takdirde Allah'ın benzeri olduğu zehabına kapılmış oluruz. Bundan daha büyük bir iftira var mıdır?

Rabbiıniz Allah'ın dilemesi müstesna, her hangi bir durumda, yahut herhangi bir şekilde

geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Yani, yüce Allah'ın ona dönmemizi dilemesi hali müstesna -ki bu, neredeyse olmayacak bir şeydir- ona geri dönmemiz bizim için doğru olmaz. Buradaki ”Rabbimiz" kelimesi, ile Allah'ın Rubûbiyet unvanına dokunuluyor ki, bu da Allah'ın, kesinlikle onların dinden çıkmasını dilemesinin imkânsız olduğunu bildiriyor. Âyetin bu kısmının anlamının ”Allah'ın bizim rüsvaylığımızı dilemesi müstesna" şeklinde olduğu da söylenmiştir ki, bunda küfrün de Allah'ın dilemesiyle olduğuna bir işaret vardır.

Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. İlminin, her olanı ve olacağı kuşatmasıdır ki, kullarının durumları, kasıtları ve niyetleri bu cümledendir. Bizi ondan kurtardıktan sonra, tekrar onların dinine dönmemizi dilemesi, lûtfunun gereği olarak mümkün değildir.

Biz, bizi îman üzere sabit kılması ve serlerden koruması konusunda

sadece Allah'a dayandık.

Sonra inatçılardan yüz çevirdi ve âlemlerin Rabbine yönelerek şöyle dedi:

Ey Rabbimizî Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet. Bizim hak ve onların da bâtıl üzerine olduklarına işaret eden şeyle hükmet; iki gruptan her birinin durumuna yakışır şeyle aramızı ayır.

Çünkü sen hükmedenlerin en hayırlısısın.' Burada Allah'ın ”hükmeden" anlamındaki ”fatih" kelimesiyle adlandırılması problemleri açtığı ve işleri birbirinden ayırdığı içindir. Dolayısıyla anlamı şöyle olur: Durumu açığa çıkar da, bizimle onlar arasındaki şey belli olsun ve haklı ile haksız birbirinden ayrılsın.

90

Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) ve onunla beraber olan iman edenlerin imandaki ciddiyetlerini müşahede ettikten ve kavimlerinden iman edenlerin kendilerine uymalarını istemelerinden korktukları için, onlara engel olmak ve ondan (Şuayb'dan) tiksindirmek için, küfür üzerinde ısrar eden

kavminden ileri gelen kâfirler cemaatlerine

dediler ki: 'Eğer Şuayb'a uyar, dinine girer ve babalarınızın dinini bırakır

sanız, o takdirde siz hidâyetinizle sapıklığı satın aldığınız için

mutlaka ziyana uğrarsınız.'

91

Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Yani yüzüstü ve dizleri üzerinde, oldukları yerde ölüverdiler. Ankebût sûresinde de (âyet: 37) böyle geçmiştir. Hûd sûresinde ise: ”..Zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı da..." (Hûd: 94) denilmiştir. Burada onları yakalayan şey Cebrail'in sesidir ve belki de o, şiddetli bir depremin başlangıcıdır. Helak olmaları, bazan yakın bir sebebe, bazan da uzak bir sebebe isnad edilmiştir.

İbn Abbas der ki: ”Yer onları sarstı ve onlara şiddetli bir sıcaklık isabet etti. Böylece üzerlerinde bir bulut yükseldi, ona doğru gidip ondan rahmet istediler. Altına geldiklerinde Cebrail'in nârasıyla birlikte onların üzerine azab akıttı."

Diz üstü helak olmalarıyla ilgili olarak İbn Abbas der ki: ”Allah, onlara karşı cehennemden bir kapı açtı ve buradan üzerlerine şiddetli bir sıcaklık gönderip nefeslerini kesti. Evlerin içine girdiler, ancak onlara ne su, ne de gölge fayda verdi. Sıcaklık onları pişirdi. Bunun üzerine Allah, içinde temiz bir hava bulunan bir bulut gönderdi. Havanın serinliğini ve temizliğini, bulutun gölgesini hissettiler. Bu sebeple ”ona gidiniz" diye bağrışarak buluta doğru gittiler. Erkekler, kadınlar ve çocuklar onun altına toplandıklarında, Allah, onların üzerine bir ateş tutuşturdu, yerde onları sarstı da, kızarmış çekirgenin yandığı gibi yandılar, kül oldular. Bu, gölgesine sığındıkları bulutun üzerlerine çöküp helak etmesidir."

92

Şuayb'ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Yani, tamamen kökleri kazındı ve sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi bir duruma geldiler. Başka bir deyimle, bu sözleri sebebiyle cezalandırıldılar da, bir daha hiç giremeyecek şekilde yurtlarından çıkarılanlar oldular. Burada, her ne kadar başlangıçta galibiyet onların olsa da, yalanlayanların ve kibirlilerin günlerinin hızla sona ereceğine, adlarının anılmaz hale geleceğine, eserlerinin yok olacağına, hakla beraber hak ehlinin her şeyde galip geleceğine ve bütün özellikleriyle bâtılın yok olacağına işaret vardır.

Asıl ziyana uğrayanlar, Şuayb'ı yalanlayanların kendileridir. Yani, Şuayb (aleyhisselâm)'ı yalanlayanlar, son sözleri sebebiyle cezalandırılmışlar, dünyada ve din konusunda zarara uğrayanlar da, Şuayb'a uyanlar değil onu yalanlayanlar olmuşlardır.

93

Şuayb

onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: 'Ey kavmim! Ben size Rabbimin sözlerini bildirdim ve size öğüt verdim. Bunu, helak olduktan sonra onlara., üzüldüğünden ve onlar üzerindeki şiddetli hüznünden dolayı söyledi. Sonra bunu kendine yakıştıramadı ve dedi ki:

Artık küfürlerinde ısrar eden

kâfir bir kavme nasıl acırım?' Nasıl olur da, şiddetli bir şekilde hüzünlenirim! Halbuki onlar, kâfirlikleri nedeniyle kendilerine inen musibeti hak ettikleri için, hüzünlenmeye lâyık değillerdir. Yahut bu sözü, kendisini tasdik etmedikleri için, onlara olan şiddetli hüznünden dolayı söylemiştir. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: Haddinden fazla tebliğ ve uyarıda bulundum, öğüt konusunda elimden gelen çabayı gösterdim, fakat siz, sözümü tasdik, etmediniz. Bütün bunlara karşılık size nasıl acırım?

94

Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onu yalanlayan

ora halkını, yalvarıp yakarsınlar, boyun büksünler, omuzlarından kibir kaftanını indirsinler

diye yoksulluk ve darlıkla, peygamberlerine uymaya tenezzül etmedikleri ve kendilerini onlardan üstün gördükleri için zarar ve hastalıkla

sıkmışızdır. Çünkü sıkıntılar, özellikle açlık sıkıntısı, çoğu kullar hakkında tevazu ve boyun eğmeye götüren bir husustur.

95

Sonra başlarına gelen

kötülüğü, yoksulluk ve darlığı

değiştirip içinde bulundukları belâ ve sıkıntı

yerine iyilik, bolluk ve genişlik

getirdik. Çünkü sıkıntıdan sonra nimetin gelmesi boyun eğmeye ve şükürle meşgul olmaya sebep olur.

Nihayet çoğaldılar ve nimet onları şımarttı

ve: Bize dokunduğu gibi

'atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu', onlar da sıkıntılı ve sevinçli günler geçirmişler, başlarına gelen musibetlere rağmen dinlerinde sebat etmişlerdi. O halde siz de dininizde kararlı olun, ondan ayrılmayın

dediler. Bunun üzerine

biz de onları cezanın inmesinin

hatırlarından geçmediği bir anda şiddetli bir şekilde

ansızın yakaladık. Bunun acısı ve pişmanlığı oldukça büyüktür. Çünkü kişi, gelecek belânın işaretlerini gördüğünde, kendisini onlara hazırlar, sürpriz halinde bunun tersi olur.

Ayette geçen ”afev" çoğaldılar, demektir. Ot sık ve çok olduğu zaman ”afâ en-nebât" denir. Şâir de bu kelimeyi çoğaldı, manasında kullanarak şöyle demiştir:

Az iken çoğaldılar (fakir iken zengin oldular) Bir zaman yanlarında hiçbir deve yoktu.

96

Helak olan

o ülkelerin halkı küfür ve isyan yerine

inansalar ve Allah'ın azabından

korunsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket ve bolluk kapıları

açardık, başlarına gelecek çeşit çeşit cezalar yerine, onlar için iyilik yollarını genişletir, o yolu onlara kolaylaştırırdık.

Fakat peygamberleri

yalanladılar, Biz de kazanmakta oldukları küfür ve günah türünden işledikleri kötülükler

yüzünden onları yakalayıverdik. Tefsircilerin çoğu, gök bereketinin yağmur, yer bereketinin de bitki ve meyveler olduğu görüşündedir. Ayrıca âyet, eğer şükrederse, rızık bolluğunun kişinin mutluluk sebeplerinden olduğuna işaret etmektedir.

97

Acaba o ülkelerin halkı, geceleyin gafletlerinden dolayı, azabı hatırlarına getirmeden yataklarında ve evlerinde

uyurlarken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin iniydiler? Buradaki ”emin iniydiler?" sorusu, olayın kötü ve çirkin bulunduğunu gösteren bir sorudur. Böylece anlam, ”bu yakalamadan sonra, Mekke halkı ve etrafındakiler azabımızın gelmiyeceği konusunda güven içinde iniydiler?" şeklinde olmaktadır.

98

Yoksa o ülkelerin halkı, kuşluk vakti -gün doğduktan ve güneş ışığı yükseldikten sonra-

eğlenirlerken yani, aşırı gafletten ötürü faydasız şeylerle oyalanırlarken veya kendilerine fayda sağlamayan dünya işleriyle meşgul olurlarken

kendilerine azabımızın gelmiyeceğinden emin miydiler? Çünkü kim yalnızca dünya ile meşgul olur, ahiretirıden yüz çevirirse, o, oyuncaklarla oynayan çocuk gibidir.

99

Allah'ın tuzağından emin mi oldular? Burada geçen ”Allah'ın tuzağı" deyimi umulmadık yönden kulu yakalayıvermesi anlamında kullanılmış bir istiaredir. Bundan amaç yüce Allah'ın azabının yukarıda sözü edilen iki vakitte gelmesidir. Azabın, tuzak olarak isimlendirilmesi de, anlam bakımından genişlik ve mecaz yönündendir. Çünkü tuzak, tuzak kuran tarafından, tuzak kurulana ummadığı yönden gelir. Hile anlamına gelen ”mekr" ise, Allah hakkında caiz değildir.

Fakat helake götürmesi ve yakalaması bu şekilde olunca, bu anlamda

ziyana uğrayan topluluktan başkası, -ki onlar kazançlı topluluk değillerdir-

Allah'ın tuzağından emin olamaz.

100

Önceki sahiplerinden yani kendilerinden önce helak olan ümmetlerden

sonra yeryüzüne yani o ümmetlerin yurtlarına -ki onlar Mekke halkıdır-

vâris olanlara hâlâ seleflerinin yolunda gitme konusundaki durumlarının sonuyla ilgili şu gerçek

belli olmadı mı ki, eğer biz dileseydik kendilerinden öncekileri uğrattığımız gibi.

onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalblerini onlara ceza olarak

mühürleriz de onlar helak olan ümmetlerin haberleriyle ilgili gerçekleri

işitmezler. Yani onlar, düşünmek, geçmişte cereyan eden olaylardan ibret almak ve bu olayların hidayete vesile olmasını fırsat bilmek şöyle dursun; helak olmuş ümmetlerin haberlerini dahi işitmezler.

101

İşte adı geçen ümmetlere ait

o ülkeler -ki sana onların içerisinde ders ve hatırlatma bulunan

haberlerinden bir kısmını anlatıyoruz-Yemin olsun ki, o helak edilen ümmetlerden her birine, kendilerine özel olarak gönderilen

peygamberleri onlara apaçık deliller, yani kesinlikle iman etmeyi gerektiren, peygamberliklerinin doğruluğuna işaret eden apaçık mucizeler

getirmişlerdi. Fakat önceden yani peygamberler gelmeden önce

yalanladıkları gerçeklere iman etmek istemediler. Yani kendilerine peygamberler geldiğinde o toplumlardan hiçbiri iman etmiyor, aksine yalanlamalarına devam ediyorladı.

İşte deliller ve hatırlatmaların etki etmediği, adı geçen ve diğer başka

kâfirlerin kalblerini Allah böyle sağlam ve şiddetli bir şekilde

mühürler. Geçmiş ümmetler içindeki kâfirlerin kalblerini nasıl mühürlemişse onların kalblerini de öylece mühürler. Tıpkı, haklarında ebedî olarak iman etmemeleri takdir edilen kâfirlerin kalblerini mühürlediği gibi...

102

Onların çoğunda sözde durma diye bir şey bulamadık. Çünkü onlar, yoksulluk ve darlık dokunduğunda Allah'a vermiş oldukları sözü, şöyle diyerek bozdular: ”...Yemin olsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız..." (Yunus: 22)

Ancak onların yani o ümmetlerin

çoğunu yoldan, taatten

çıkmış, verdikleri sözleri bozmuş lası klar olarak

bulduk.

Şiirde şöyle denmiştir:

Ey dinleyici! Eğer dinlediğin faydalı şeyi Yapmıyorsan sen dinleyici sayılmazsın. Dünyada iyilik yapmaktan âcizsen, Kıyamet gününde ne yapacaksın?

Peygamberlerin verdikleri sözü yerine getirmeleri ve yoldan çıkmışların sözlerine bağlı kalmamaları üzerinde konuşmaya gerek yoktur. Üzerinde durulması gereken asıl konu, iman ve İslâm iddiasında olup da bir gün olsun sözünü yerine getirmeyen kimsenin durumudur.

Abdurrahman ibn-i Avf der ki: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında dokuz, yahut sekiz, yahut yedi kişiydik. Buyurdular ki: ”Allah'ın Rasûlüne biat etmez misiniz?" Kendisine daha yeni biat etmiştik. Şöyle dedik: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Sana biat etmiştik, peki (şimdi) ne üzerine biat edelim?" Bunun üzerine şöyle buyurdu: ”Allah'a kulluk edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Beş vakit namazı kılın, itaat edin, insanlardan bir şey istemeyin". O kimselerden bazılarını gördüm, onlardan birinin sopası düşerdi de, hiçbir kimseden alıp kendisine vermesini istemezdi."

103

Onlardan yani Nuh, Hûd, Lût, Sâlih ve Şuayb (aleyhisselâm) gibi adı geçen peygamberlerle ilgili olayların arkasından, daha

sonra Mûsa'yı mucizelerimizle Firavun ve kavminin ileri gelenlerine gönderdik. Mucizeleri inkâr ettiler ve onu sihir olarak görmekle haksızlık ederek, kendi yerinden başka bir yere koydular.

Ama ey bakma ve düşünme durumunda olan kişi! Akıl gözüyle, kendilerine yaptığımız şeyin keyfiyetine

bak ki, fesatçıların sonu ne oldu! Bak ve onların sonunu gör!

"Onlardan sonra Mûsa'yı... gönderdik" diyerek bunu açıkça dile getirmek, Mûsa (aleyhisselâm)'ın peygamber olarak gönderilişinin, birbiri arkasından peygamberlerin gönderilişiyle ilgili ilâhi kanunlar doğrultusunda cereyan ettiğini bildirmek içindir. Çünkü yüce Allah, yarattıklarına olan sonsuz rahmeti gereği, yok oluşla karşı karşıya kalan her kavme, bir peygamberden sonra diğerini gönderir. Tıpkı bir kavimden sonra başka bir kavmi, bir nesilden sonra da başka bir nesli göndermesi gibi. Onları, mucizelerin ortaya çıkışıyla, tabiat karanlıklarından hakikat nuruna çıkarmak için, peygamberlerin elleriyle mucizeler gerçekleştirir. Çünkü çoğu zaman birçok kimse, dinden ve onun gerçeklerinden habersiz, dünya denizine dalmış, hayvanı ve nefsanî şehvet ve lezzetler içinde bitip tükenmişlerdir.

Yüce Allah'ın Mûsa (aleyhisselâm) ile gönderdiği mucizeler dokuz tanedir. Bunlar: Asâ, beyaz el, kıtlık, meyvelerin noksanlaşması, tufan, çekirge, bitkilere musallat olan bit, kurbağa ve kandır. Bunlardan ileride söz edilecektir.

Firavun, Âmâlika kavminden olan Mısır krallarından herb irine verilen lâkaptır. Tıpkı, Fars (İran) kıratlarından herbirine Kisrâ ve Rum krallarına ise Kayser lâkabının verilmesi gibi.

Firavun'un ismi Kâbus'tur. Velîd ibn Mus'ab ibn Reyyan olduğunu söyleyenler de vardır. Kıptî olup dörtyüz yıldan fazla yaşamıştır.

104

Mûsa kendisiyle birlikte, Allah'ın peygamber olarak gönderdiği kardeşi Harun'la, Firavun'un yanına girdiğinde

dedi ki: 'Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından sana

gönderilmiş bir peygamberim. Seni âlemlerin Rabbine kulluğa davet ediyor, Rablık iddiasından vazgeçmeni istiyorum.

105

Firavun'un ona: ”Yalan söylüyorsun, sen bir peygamber değilsin" demesi üzerine, Hazret-i Mûsa dedi ki:

Allah hakkında, gerçekten başkasını söylememek benim üzerime borçtur. Yani, bana, Allah'a karşı gerçekten başka bir şey söylememem yakışır. Çünkü ben, peygamberliğe lâyık bir elçiyim. Allah'a karşı gerçekten başkasını söylememek üzere gönderildim. Mûsa (aleyhisselâm), âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu belirttikten sonra, dâvasının doğruluğunu işaret eden şeyi açıkladı ve dedi ki:

Size Rabbinizden açık delil yani mucize

getirdim, artık İsrâiloğullarını benimle gönder.' Bırak onları da, benimle birlikte, babalarının yurdu olan mukaddes topraklara gitsinler.

Firavun İsrâiloğullarını köleleştirmişti ve onları kerpiç yapma, toprak taşıma, evler inşa etme ve buna benzer ağır işlerde kullanıyordu. Hazret-i Mûsa gelince, onları babalarının yurtlarına götürmek istedi. Orası mukaddes yerdi. Hazret-i Yusuf'un Mısır'a girdiği günle, Hazret-i Mûsa'nın oraya girdiği günün arası, dört yüz yıldır.

106

Firavun

Dedi ki: 'Eğer iddia ettiğin gibi, seni peygamber olarak gönderen Allah tarafından

bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsam iddia ettiğin konuda doğruysan,

onu benim yanımda

göster bakalım.' Onu göster de, doğruluğunu isbat et.

107

Bunun üzerine Mûsa asasını, elindeki bastonunu elinden yere

attı, birden o, at yelesi gibi yelesi olan, sarı renkli,

apaçık erkek bir yılan olduğundan şüphe edilmeyen

bir ejderha oluverdi! Rivayete göre Mûsa (aleyhisselâm), asasını yere atınca, asa, tüylü, ağzı açık bir ejderha olmuş, sonra Firavun'a doğru yönelmiş. Firavun ondan kurtulmak için kaçınca, insanlar da paniğe kapılarak kaçışmaya başlamışlar. Bunun üzerine Firavun: ”Ey Mûsa! Seni peygamber olarak gönderen aşkına, onu yakala. Ben sana inanıyorum ve İsrail oğullarını seninle birlikte göndereceğim" dedi, o da yılanı tutunca, yılan tekrar asa oldu.

108

Ve elini cebinden veya koltuğunun altından

çıkardı, birden o da bakanlar için, ışını güneş ışınından fazla, alışılmışın dışında nuranî bir beyazlıkla

bembeyaz bir şey oldu. Aslında Mûsa (aleyhisselâm) oldukça esmerdi.

109

Firavun kavminden ileri gelenler -ki onlar onun meşveret arkadaşlarıydı-

dediler ki: 'Doğrusu bu sihir ilminde

çok bilgili, bu konuda oldukça ustalaşmış

bir sihirbazdır. O zamanda sihir revaçta olduğu için insanlar Hazret-i Mûsa'nın sihir ilminde ihtisas sahibi, o hususta çok ileri olduğunu ve bu sahadaki ilmini mülk ve peygamberliğe vesile kıldığını zannediyordu. Bundan dolayı şöyle diyorlardı:

110

Sihriyle

sizi yurdunuzdan, yani Mısır'dan

çıkarmak ve İsrâiloğullarını egemen kılmak

istiyor.' Firavun bunu işitince dedi ki:

'O halde ne buyurursunuz?" Yani, buna karşılık ne yapmamı istersiniz? Durum böyle olduğuna göre, bana nasıl bir yol önerirsiniz?

111

Firavuna

dediler ki: 'Onu da kardeşini de yani Hârunu da

beklet. Yani onlar hakkında herhangi bir şey yapmak için acele etme; yapacağın şeyi ertele. Sonra da

Şehirlere bütün ülkenin sihirbazlarını

toplayıcılar yani onları toplayan görevliler

112

yolla. Oralarda bulunan

bütün bilgili, sihirde usta

sihirbazları, toplayıp

sana getirsinler.' Lûgatta sihir, göz boyayarak hile yapmak anlamına gelir.

113

Kendilerine toplayıcı memurlar gönderildikten sonra

sihirbazlar Firavun'a geldi ve galip geleceklerine güvenerek, mükâfatın kesinleşmesini belirmek için:

'Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükâfat var mı?' dediler. Sanki, ”o halde bize büyük bir mükâfat verilmesi gerekir" demek istediler.

114

(Firavun): 'Evet, size mükâfat var ve

hem de bununla birlikte

siz mutlaka benim katımdaki rütbe bakımından en

yakınlarımdan olacaksınız' dedi. Kelbî: ”Firavunun onlara: 'Meclisime ilk girenlerden olacaksınız' dediğini" söylemiştir.

115

(Sihirbazlar): 'Ey Mûsaî Hünerini göstermek için asanı

ya sen ortaya

at, veya iplerimizi ve asalarımızı

biz atalım' dediler. Böylece Hazret-i Mûsa'yı bu konuda muhayyer bıraktılar. Çünkü, buradaki ”ya" anlamına gelen ”immâ" kelimesi, tahyîr, yani muhayyerlik içindir.

Tefsirciler derler ki: ”Sihirbazlar Mûsa (aleyhisselâm)'ya karşı edebil davrandılar. Bu da onların iman etmelerine sebep oldu."

116

Hazret-i Mûsa, mucizenin pekiştirilmesi, zorluk çıkarmamak, onları aşağılamak ve kendi durumunu garantiye almak için, önce onlara atmalarım emretti ve:

'Siz atın' dedi. Bunun anlamı, ne alacaksanız atın demektir.

Onlar atacaklarını

atınca bâtılı hak, hayali hakikat göstermek suretiyle

insanların gözlerini büyülediler, onları çok

korkuttular ve o anda

büyük bir sihir meydana getirdiler.

Rivayete göre sihirbazlar, kocaman birer yılan gibi göstermek için büyük halatlar toplamış ve içlerine cıva doldurmuşlar, sonra da bunu sopaların içine koymuşlardır. Güneşin ısısıyla cıva ısındıkça bunlar hareket etmeye, birbirleriyle sarmaş dolaş olmaya başlamışlar. Oldukça çok olan bu halatlar, görenlere kendi kendilerine hareket ediyor ve sarmaş dolaş oluyormuş gibi izlenim veriyormuş. Öyle ki, koca alan, âdeta yılanlarla dolmuş.

117

Biz de Mûsa'ya: 'Asanı at!' diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Hazret-i Mûsa, elindeki asayı yere atınca asa, sihirbazların göz boyama yoluyla meydana getirdikleri uydurma yılanları hızlı bir şekilde ağzına alıp yutuyor.

Rivayete göre ejderha, onların bütün halat ve sopalarını toplayıp yutunca, orada bulunanlara doğru döndü. Onlar da paniğe kapılarak kaçışmaya başladılar ve bu sırada çoğu helak oldu. Sonra Hazret-i Mûsa onu eline alınca, tekrar önceki gibi asa oldu. Bunun üzerine sihirbazlar: ”Bu bir sihir olsa idi, halat ve sopalarımız yok olmazdı" dediler.

118

Böylece gerçek ortaya çıktı ve Allahü teâlâ, Mûsa (aleyhisselâm)'nın elinde apaçık bir mucize göstermek suretiyle onu tasdik etmesi, Mûsa (aleyhisselâm)'nın: ”Ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim" (A'raf: 104) sözünü doğruladı

ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti. Yani; devamlı yapmakta oldukları sihrin bâtıl olduğu açığa çıktı.

119

Firavun ve kavmi

orada yani oturdukları yerde

yenildiler ve küçük duruma yani zelil ve suskun duruma

düştüler.

120

Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. Yani secde ederek kendilerini yere attılar. Öyle şiddetli bir şekilde düştüler ki sanki birisi onları tutup yere atmıştı. Çünkü karşı karşıya kaldıkları bu büyük gerçek, onların gözünü almış ve böyle davranmak zorunda bırakmıştı.

121

(Sihirbazlar):

'Mûsa ve Harun'un da Rabbi olan âlemlerin Rabbine inandık' dediler. İbn Abbas der ki: ”Mûsa'ya, İsrail oğullarından altı yüz bin sihirbaz iman etti ve onun peşinden gitti."

122

(Sihirbazlar):

'Mûsa ve Harun'un da Rabbi olan âlemlerin Rabbine inandık' dediler. İbn Abbas der ki: ”Mûsa'ya, İsrail oğullarından altı yüz bin sihirbaz iman etti ve onun peşinden gitti."

123

Firavun sihirbazların yaptıklarını kötüleyerek ve onları kınayarak

dedi ki: 'Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? - Aslında bu konuda onun izin vermesi mümkün değildir-

Doğrusu bu sizin yaptığınız, Mûsa'nın ortaya koyduğu delilin kuvvetinden ve mucizenin ortaya çıkmasından dolayı değil, aksine o, buluşma yerine varmadan önce Mûsâ ile görüşüp Kıptî olan

halkı şehirden çıkarmak ve şehrin size ve İsrail oğullarına kalması

için düzdüğünüz bir hiledir. Ama yakında siz başınıza gelecekleri

bileceksiniz.

124

Yukarıdaki tehdit, kısa bir tehdittir. Bunun ayrıntıları ise şöyledir:

Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama yani sağ ellerinizi ve sol ayaklarınızı

keseceğim, sonra da hepinizi, sizi rüsvay etmek ve başkalarına ibret olması için, Mısır nehri kenarındaki hurma ağacına

asacağım.'

125

Onlar elde ettikleri imanda sebat ederek:

'Biz zâten eninde sonunda ölüm yoluyla

Rabbimize döneceğiz. O bakımdan senin tehdidine aldırış etmeyiz. Böylece onlar, bu tehdidi, âdeta Allah'a kavuşmak için can atareasına yerine getirmesini istediler ve şöyle devam ettiler:

126

Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Bizi bu yüzden kötülüyor ve ayıplıyorsun. Halbuki o âyetlere iman, amellerin en hayırlısıdır. Seni hoşnut etmek için bizim ondan yüz çevirmemiz söz konusu olamaz.

Sonra Allah'a sığınarak

Ey Rabbimiz! Firavun'un tehdidine karşı

üstümüze sabır yağdır ve bizi fitneden uzak olarak bağışladığın İslâm nimeti üzerinde sebat eden

Müslüman olarak öldür' dediler. İbn Abbas, bunun üzerine Firavun'un, sihirbazları kestirerek Mısır'daki Nil nehrinin kenarında astığını söyler.

127

Rivayete göre Firavun, Mûsa (aleyhisselâm)'dan asa ve beyaz el mucizesi olarak göreceğini gördükten sonra, ondan çok korktu. Bundan dolayı davetini kabul etmedi. Fakat ona bir kötülük de yapmayarak onu serbest bıraktı. Bundan dolayı

Firavun kavminden ileri gelenler ona

dediler ki: 'Mûsa'yı ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar ve Mûsa seni ve ilâhlarını terketsin yani Mısır topraklarında halkın dinini if sad etsinler ve onların senin peşinden gitmelerine engel olsunlar

diye mi bırakıyorsun?'

Denildiğine göre Firavun kavmi için kendi suretinde bir put yaptırmış ve kendisine yakın olmak için ona tapmalarını emretmiş ve bunun için ”Ben sizin en yüce Rabbinizim" demiştir.

Firavun ise onlara cevaben:

'Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız. Yani, tıpkı Mûsa'nın doğum zamanında yaptığımız gibi, kadınları hizmetçi olarak kullanacağız. Böylece bilsin ki biz, üstünlük ve galibiyet üzereyiz. Ayrıca, müneccim ve kahinlerin söyledikleri gibi, kendisinin saltanatını kaldırmak üzere ortaya çıkan kimsenin o çocuk olduğunu sanmasın.

Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz.' Yani, güç bakımından onlardan üstünüz, onlar ise ellerimizin altında mağlup durumdadırlar

dedi.

128

Firavun'un sözünü işittiklerinde, onları teselli etmek için

Mûsa kavmine dedi ki: 'Allah'tan yardım isteyin ve Firavun'un bâtıl sözlerinden işittiğiniz şeylere karşı

sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü yani Mısır toprakları

Allah'ındır. Kullarından dilediğini yani kendisine inanan kullarını

ona vâris kılar. Sonuç ise, Allah'tan korkup günahtan

sakınanlarındır.' İşte siz de onlardansınız. Çünkü rivayete göre, Firavun'un sihirbazları mağlup olup, delilinin yüceliği ile Mûsa (aleyhisselâm)'nın peygamberliği ortaya çıkınca, İsrail oğullarından altıyüz bin kişi Mûsa (aleyhisselâm)'ya iman etti, şirk ve isyandan sakındı. Bu da gösteriyor ki, Allahü teâlâ'ya sığınmak ve sabretmek, takvanın bir sonucudur.

129

Onlar yani İsrâiloğullan

da: 'Sen bize peygamber olarak

gelmeden önce de -bununla Mûsa (aleyhisselâm)'nın doğumundan önce ve doğumundan sonra oğullarının öldürüldüğünü kasdediyorlar-,

geldikten sonra da - bununla da Mûsa (aleyhisselâm)'ya olan düşmanlığından ötürü, Firavun'un, tekrar oğullarını öldüreceği ve kendilerine türlü türlü zulüm ve işkence edeceği tehdidini kasdediyorlar-

bize Firavun tarafından

işkence edildi' dediler. Mûsa (aleyhisselâm) gördükleri şeyden dolayı hüzünle sızlandıklarını görünce, onları teselli etmek için:

'Umulur ki Rabbiniz sizi işkence ile tehdit eden

düşmanınızı yakında

helak edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne, yani Mısır topraklarına

hâkim kılacak ve güzel mi yoksa çirkin mi,

nasıl hareket edeceğinize bakacaktır'. Sizden meydana gelecek şükür ve nankörlüğe; itaat ve isyana göre ödüllendirecek veya cezalandıracaktır,

dedi. Nitekim hadiste: ”Şüphesiz dünya tatlı, manzarası caziptir. Şüphesiz Allah sizi dünyaya halife kılacak, ne yapacağınıza bakacaktır." Yani, geçmiştekilerin durumlarından ibret alacak, onların akıbetini düşünecek misiniz diye bakar.

130

Yemin olsun ki Biz de Firavun ailesini yani, Firavun kavmini ve dindaşlarını, bununla

ders ve öğüt

alsınlar ve bunun günahları yüzünden geldiğini anlasınlar, içinde bulundukları taşkınlık ve inattan vazgeçsinler

diye, yıllarca kuraklık ve buna ek olarak hastalıklar musallat etmek suretiyle

mahsul kıtlığı ile cezalandırdık. Çünkü mahsuller (âyette meyveler olarak geçiyor) insanların azık ve besinidir.

Kâ'b (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet edilmiştir: ”İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki, hurma ağacında sadece bir hurma bulunur."

İbn Abbas demiştir ki: ”Âyet delalet etmektedir ki: Sıkıntı ve güçlükler uyanmayı ve ibret almayı gerektirir. Fakat bundan ibret alanlar saadet ehli ve akıl sahipleridir. Kötülüklere dalan bedbaht kimseleri ise nimetin çokluğu ve cezanın şiddeti uyandırmaz."

"Kuraklık", çölde ve sürü sahipleri içinde; ”mahsul kıtlığı" ise şehirlerde olmuştur.

131

Onlara bir iyilik yani bolluk, bereket, refah ve daha başka iyilikler

gelince: 'Bu, bizim hakkımızdır' yani bizim yüzümüzden geldi ve kendi davranışımızla bunu elde ettik

derler. Eğer kendilerine kıtlık ve belâ gibi

bir kötülük gelirse, Mûsa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. Ve derlerdi ki: Başımıza gelenler, sadece onların uğursuzluğu sebebiyledir.

Bilesiniz ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Yani onlara gelen iyilik veya kötülük, sadece Allah katındadır. O'nun kazası, takdiri ve dilemesiyledir.

Fakat onların çokları kendilerine gelen musibetlerin Allah tarafından veya yaptıklarının uğursuzluğundan olduğunu

bilmezler. Söyledikleri şey, bu bilgisizlikleri yüzündendir.

Bil ki, ”tayr", teşâüm-uğursuzluk anlamındadır. Bu kökten alınan ”Tıyera" ismi, uğursuzluk ifâde eden kötü fal demektir. Bunun aslı, Araplar, kuşlarla tefe'ülde bulunurlar, onlardan biri bir maksat için çıkar, kuş da sağ tarafından gelirse, onu uğurlu ve bereket vesilesi sayar; sol tarafından gelirse, onu uğursuzluk bilir ve evine dönerdi.

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üç defa tekrarlayarak ”bir şeyi uğursuz saymak bir tür şirktir" buyurmuşlardır. Şirk demesinin sebebi ise, gereğiyle amel ettiklerinde ”uğursuz sayma"nın kendilerine fayda getireceği veya kendilerinden zararı uzaklaştıracağı inancından dolayıdır. Sanki onlar ”uğursuzluk sayma"yı Allah'a ortak kılmış oluyorlar.

İbn Mes'ud der ki: ”Uğursuzluk sayma, ancak uğursuzluk sayana zarar verir." Bunun anlamı şudur: Her kim, yasaklanmış uğursuzluk saymada bulunursa, arzu etmediği şey başına gelir. Ancak kim korku - ümit dengesi içinde Allah'a kalbini bağlar, korkutucu sebeplerden ilgisini keser, emrettiği kelimeleri söyler ve bunu gerçekleştirir de Allah'a tevekkül eder ve O'na güvenirse, uğursuzluk ona zarar veremez. Burada, Allah'ın emrettiği ”Kelimeler"den murad ise hadiste: ”Allah'ım! Senin uğursuz sayıp saymamandan başka bir uğursuz sayıp saymama; senin iyiliğinden başka bir iyilik yoktur. Senden başka ilâh da yoktur. Güç ve kuvvet yalnız Allah'ındır. Allah'ın dilediği olur. İyilikleri getiren ve kötülükleri götüren yalnız Allah'tır. Ve ben şehâdet ederim ki, Allah her şeye kadirdir" şeklinde ifade edilen kelimelerdir. Kişi bunu der ve işine devam eder.

"Senin uğursuz sayıp saymamandan başka bir uğursuz sayıp saymama yoktur" ifadesinin anlamı şudur: Hayır ve serden, uğur ve uğursuzluktan insanın başına gelen şey, yalnız senin kaza ve takdirin, hükmün ve dilemenledir.

Hadiste şöyle buyrulur: ”Uğursuzluk anlayışı âdet olarak kadında, atta ve evdedir. ” Kadının uğursuzluğu kötü huyu veya mehrinin çok olmasıdır. Bir görüşe göre de çocuk doğurmamasıdır. Atın uğursuzluğu, uysal olmayışı veya üzerinde gazâ ve cihad yapılmayışıdır. Evin uğursuzluğu ise, darlığı veya komşusunun kötü olmasıdır. ”Uğursuzluk yoktur" hadisiyle buna itiraz edildi. İbn Kuteybe buna şöyle cevap verdi: ”Uğursuzluk yoktur" hadisi, ”Ancak bu üç şeyde uğursuzluk vardır" hadisiyle tahsis edilmiştir.

Güzel tefe'ülde bulunmada bir beis yoktur. Rasülüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de tefe'ülü sever, fakat uğursuz saymayı sevmezdi. Güzel tefe ul ise, kişinin kardeşinden işitmiş olduğu güzel kelimedir. Bir iş arayan kimsenin ”ey bulucu" veya ”ey başarılı"; yahut yolculuğa çıkan birinin ”ya Râşid" yani ”ey doğru bulan"; yahut da hasta birinin ”ey kurtulan" şeklinde sözler işitmesi gibi.

Meşru işlerle tefe'ülde bulunmak meşru; uğursuzluk sayma yasaktır. Bazı vaziyetler bazı hallere işaret eder. Tıpkı bazı isimlerin bazı şeylere işaret ettiği gibi. Nitekim rivayet olunduğuna göre Ömer (radıyallahü anh) birisine sorar: ”İsmin nedir?" o da: ”Cemre (tutuşmuş ateş parçası, kor)", cevabını verir. ”Kimin oğlusun?"

-Şihâb (alev)'ın. -Neredensin? -Harka (hararet)'dan -Nerede oturuyorsun?

-Harra'da (Harra, yanmış gibi siyah taşlı topraktır).

Bunun üzerine Ömer:

-Ailene yetiş, yandılar, der.

Adam eve gittiğinde ailesini yanmış olarak bulur.

Ömer (radıyallahü anh) adamın birinden yardım talebinde bulunmak istedi ve ismini sordu. O da: ”Hırsız oğlu zalim," cevabını verince, Ömer: ”Sen zulmediyorsun, baban da hırsızlık yapıyor öyle mi?" dedi ve ondan yardım istemedi.

Bundan anlaşılıyor ki, çirkin isimleri güzel isimlerle değiştirmek gerek; çünkü güzel isimlerde tefe ul vardır.

Allah iyiliklere yol gösterici, kötülükleri uzaklaştırıcıdır.

132

Ve Firavun ve kavmi asanın kuraklığın ve mahsul kıtlığının durumunu gördükten sonra

dediler ki: 'Bizi sinirlemek, bu mucizelerle gözlerimizi büyülemek

için ne mucize getir irsen getir, önümüze ne ortaya koyarsan koy, ne gösterirsen göster,

biz sana inanacak seni tasdik edecek, peygamberliğine iman edecek

değiliz.'

133

Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üzerine tufan yani üzerlerine, onları çepeçevre saran, yerlerini ve tarlalarını kaplayan yağmur ve sel suyu,

çekirge, haşerat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yani bu şeyleri, onların üzerine, hiçbir akıllı insanın, Allah'tan olduğunu anlamakta zorluk çekmeyeceği mucizeler ve apaçık işaretler olarak gönderdik;

yine de büyüklük tasladılar, iman etmeye tenezzül etmediler

ve günahkâr bir kavim oldular. Yani, suç ve büyük günahlar işlemeyi âdet haline getirdiler.

Rivayete göre, Mûsa (aleyhisselâm) mucizelerle onlara üstün gelince, hemen inkâr ettiler. O da onlara beddua ederek şöyle dedi: ”Ya Rabbi! Şüphesiz kulun Firavun yeryüzünde taşkınlık yaptı, azdı ve aşırı gitti. Ve şüphesiz kavmi de sana verdiği sözü bozdu. Onlara öyle işkenceli ceza ver ki, bu onlardan bir intikam, kavmime ders, onlardan sonrakilere de ibret olsun." Bunun üzerine Allah onların üzerine, suçlarına ceza olarak tufanı, çekirgeyi, haşeratı, kurbağaları ve kanı gönderdi.

Âyette geçen ”cerâd" kelimesi kara çekirgesi olup, insanların mahsullerine hiçbir hayvanın vermeyeceği derecede zarar verir. Âlimler, yenmesinin mubah olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Bize iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır: Ciğer ve dalak; halik ve çekirge" (31) buyurmuşlardır.

Âyette ”haşerat" olarak tercüme edilen ”kummel", yani kımıl, develere musallat olan kenenin büyüğüdür. Buğdaydan çıkan güveye de denir. Onun, ekinde bulunan bir şey olduğu da söylenir. Çekirge değildir. Daha taze iken, güçlenmeden önce başağı yer. Ekin uzar, fakat başağı yoktur.

Kurbağaların türleri çoktur. İçlerinde ötenleri de vardır, ölmeyenleri de. Ötmeyi bıraktığı zaman keskin işitmesiyle nitelendirilir. Ötmemeyi istediğinde, alt çenesini suya sokar. Ağzına su girdiğinde de ötemez.. Sözünden ötürü kınanan bir şâirin şu sözü ne kadar incedir:

Kurbağa bir söz söyledi. Hikmet sahipleri onu açıkladı. Ağzımda su vardır, hiç Ağzında su olan konuşur mu?

Süfyan der ki: ”Söylenildiğine göre kurbağadan daha çok Allah'ı zikreden hiçbir şey yoktur." Zemahşeri de onun ötmesinde ”sübhane'l-Meliki'l-Kuddüs" (herşeyin sahibi, bütün eksiklik ve kusurlardan münezzeh olan Allah'ı tesbih ederim) dediğini söyler.

Rivayete göre Allah, onların üzerine kurbağaları gönderdi. Öyle ki, hangi giyeceği ve yiyeceği açsalar, içinde onları buluyorlardı. Yatakları onlarla doluyor, kaynamakta olan tencerelerine, konuştukları zaman ağızlarına sıçrıyorlardı. Kurbağaların çığlıklarından birbirlerinin sözlerini işitmiyorlardı. Onlardan birini öldürdükleri zaman, yerini başka şeyin alacağından korkarlar, orada oturmaya cesaret edemezlerdi. Gidip Mûsa'ya yalvarıp yakardılar. O da onlardan söz aldı ve dua etti. Allah da büyük bir rüzgârla kurbağaları denize döktürdü ve onlardan bu musibeti kaldırdı.

Tekrar verdikleri sözü bozunca, bu sefer Allah onların üzerine kan gönderdi. Bütün suları, su kuyuları ve nehirler koyu kırmızı kan oluverdi. Öyle ki, Kıptî ile İsrâil'li, bir kabın etrafında toplanırlar, Kıptînin tarafındaki su kan; İsraillinin tarafındaki ise normal su olurdu. Yedi gün boyunca, kandan başka bir şey yiyip içmediler. Firavun dedi ki: ”Ey Mûsa! Senin ilâhına yemin ederim ki, eğer bu kanı bizden uzaklaştırırsa, mutlaka sana iman edeceğiz." Bunun üzerine Mûsa Allah'a duâ etti. Suları tatlandı. Tekrar kâfirliklerine döndüler. Bu hal, gark olma olayına kadar böyle devam etti.

134

Adı geçen tufan ve diğer

azaplar, yani o cezalar

üzerlerine çökünce, her defasında:

'Ey Mûsa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbi ne duâ et, eğer bizden üzerimize çöken

azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrâiloğullarını seninle mukaddes toprak olan babalarının yurduna

göndereceğiz' ve onları boyunduruktan ve zor işlerden salıverip serbest bırakacağız

dediler.

Buradaki ”söz" (ahd) den murad, peygamberliktir. Yani bizim için Rabbi ne duâ et, Allah'ın sana verdiği söz, yâni peygamberliğin hürmetine bizden azabı kaldırsın. Çünkü peygamberliğin hakkı ve gereği, başlarına gelen belâ ve sıkıntıların uzaklaştırılması için peygamberin, ümmeti için dua etmesidir.

135

Biz, ulaşacakları bir müddete yani sınırlı bir zamana

kadar -o da gark olma vaktidir-

onlardan azabı kaldırınca düşünüp taşınmadan

hemen sözlerinden dönüverdiler.

136

Biz de, âyetlerimizi yani Mûsa'nın getirdiği dokuz mucizeyi

yalanlamaları, onlardan yüz çevirmeleri ve onlar hakkında derinden derine düşünmemeleri

ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle -ki tamamen onlardan gafil kalanlar gibi olmuşlardır-

kendilerinden intikam aldık ve onları dibi bulunmayan

denizde boğduk. İntikamdan maksat, helak etmektir, intikam, Allah'ın zâtına isnad edilmiştir; çünkü peygamberler Allah'tan başkasına dayanmazlar. Allah da, düşmanlarından intikam alma hususunda onların vekilidir. Böylece anlam şu olur: İşledikleri mâsiyet ve günahlardan dolayı, Firavun ve kavminden intikam almak istedik.

137

Erkek çocukların boğazlanması ve kadınların hizmetçi yapılması suretiyle, Kıptilerce

hor görülüp ezilmekte olan o kavmi de, yani İsrail oğullarını da

içini bolluk ve

bereketle, geniş rızıklarla

doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Burada geçen ”yer" Şam diyarı, doğusu ve batısı; doğu ve batı yönleridir ki, Firavunlar ve Amâlika'lardan sonra İsrail oğulları sahip olmuştur.

Rabbinin İsrail oğullarına verdiği güzel söz, onların

sabırlarına yani Firavun ve kavmi tarafından karşılaştıkları zorluklara karşı sabretmelerine

karşılık yerine geldi. Buradaki ”söz"den amaç, Allahü teâlâ'nın onlara yardım ve hâkim kılma vaadidir. Bu, Allah'ın şu sözünde zikredilmiştir: ”Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım. Ve o yerde onları hâkim kılalım. Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şeyi gösterelim." (Kasas: 5-6) Bu sözün tamamlanması, gereğini yerine getirmekle olur. Çünkü bir şeyi vaadetmek, ifade ve dille o şeyi yerine getirmeyi gerektirir. Onun tamamlanması ise, ancak hâriçte ve görünürde vaad edilen şeyin gerçekleşmesiyle olur.

Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını, binaları ve köşkleri

ve yetiştirdikleri bahçeleri yani bağları ve ağaçları

helak ettik.

Âyet, aziz, Allah'ın aziz kıldığı; zelil de Allah'ın zelil kıldığı kimse olduğuna işaret etmektedir. Her kim ki, Allah yolunda zillet sıkıntısına karşı sabrederse. Allah ona izzet tacı giydirir ve onun akıbetini güzel kılar. Allahü teâlâ, İsrail oğullarına söz verip sözünü yerine getirdiği, yerin doğusu ve batısına onları hâkim kıldığı gibi, bu ümmete de söz vermiş ve şöyle buyurmuştur: ”Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi, kendilerini de yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını... va'd etti." (Nur: 55) ''Yeryüzü"nden murad, Arap ve acem kâfirlerinin yerleridir. Hadiste: ”Şüphesiz Allah yeri benim için bir araya getirdi. Böylece doğu ve batı taraflarını gördüm. Şüphesiz ümmetimin mülkü benim için bir araya getirilen yere kadar ulaşacaktır."

138

İsrâiloğullarını denizden geçirdik, (orada) kendilerine mahsus bir takım putlara devamlı surette

tapan, Mûsa (aleyhisselâm)'ın kendileriyle savaşmakla emrolunduğu Ken'an'h Amâlika'dan olan

bir kavme rastladılar. Bunun üzerine, onların hallerini gördüklerinde:

'Ey Mûsa! Onlara ait taptıkları

tanrılar gibi bizim için de bir tanrı yap, da ona tapalım

dediler. Mûsa: 'Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz' dedi. Onları mutlak cahillikle niteledi. Çünkü onlar büyük âyet ve mucizeleri daha önce müşahede etmişlerdi.

Câveze ve câze aynı anlamdadır. ”Vadiyi geçti" ile ”Başkasını denizde karşıdan karşıya geçirdi" anlamları için câveze kelimesi kullanılır. Buradaki denizden murad ”Kulzüm" denizidir (Kızıldeniz). Onun Mısır Nil'i olduğunu söyleyenler yanılmışlardır.

Rivayete göre, Mûsa (aleyhisselâm) onları denizden Aşura günü geçirdi. Onlar da Allahü teâlâ 'ya şükür için oruç tuttular.

139

Şüphesiz bunların yani o putlara tapan Amâlika kavminin

içinde bulundukarı bâtıl

(din) yıkılmıştır. Yani Allahü teâlâ yakın zamanda onların içinde bulundukları dinlerini yıkacak, putlarını paramparça edecektir.

Ve her ne kadar niyetleri yüce Allah'a yaklaşmak olsa da,

yapmakta oldukları putlara tapmak

da bâtıldır. Tamamen yok olucudur; çünkü o mutlak küfürdür.

140

Mûsa dedi ki: 'Allah sizi âlemlere üstün kılmışken, yani sizden başkasına vermediği nimetlerini özellikle size vermişken

ben size Allah'tan başka ibâdete lâyık

bir tanrı mı arayayım?' Allahü teâlâ 'nın onlara verdiği nimetler, apaçık mucizelerdir. Bununla onları kötü muamelelerinden ötürü uyarmış oluyor. Çünkü onlar, nimetleri, Allah'ın en rezil mahlûkatma yönelmek suretiyle karşıladılar. O rezil şeyi Allah'a ortak koştular.

141

Sonra Allah, ”kurtarma" nimetini zikretti ve şöyle buyurdu: Ey İsrail oğulları!

Hatırlayın ki, size azabın en kötüsünü en şiddetlisini ve en çirkinini

yapan Firavun ailesinin elin

den sizi kurtardık. Allah'ın size yaptığı bu iyiliği hatırlayın.

Çünkü onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı hizmet gördürmek için

sağ bırakıyorlardı. İşte bunda, yani ”kurtarma" veya azabın en kötüsünde

size işlerinizin sahibi -çünkü nimet ve ceza her ikisi de Allah'tandır.-

Rabbiniz tarafından benzeri olmayan

büyük bir imtihan, yani nimet veya sıkıntı

vardır. Çünkü ”belâ-imtihan" kelimesi, her ikisi için de kullanılır. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: ”...Onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik." (A'raf: 168)

142

Bana ibadet etmesi için

Mûsa ile otuz geceyi tamamlaması veya otuz gece beklemesi için

sözleştik ve ona on (gece) daha ilâve ettik. Böylece Rabbinin onun için

tayin ettiği vakit, kırk geceye tamamlandı.

"Va'd", bir faydanın, gerçekleşmesinden önce ulaşmasını haber vermekten ibarettir.

Rivayete göre Mûsa (aleyhisselâm) Mısır'da iken İsrail oğullarına, Allah, düşmanlarını helak ederse, kendilerine neyi yapacaklarını, neyi terkedeceklerini açıklayan bir kitap getireceğini vaad etmiş, Firavun helak olunca, Mûsa Rabbinden o kitabı istemiş, Allah da kendisiyle konuşmak, ona vahyetmek ve peygamberlik işini tamamlayarak onu yüceltmek için bütün Zilkade ayı boyunca, otuz gün oruç tutmasını emretmiştir. Mûsa (aleyhisselâm) bu oruçları tuttu. Sonra otuza tamamlayıp ay bitince ağzının kokusundan hoşlanmadı. Yani, ağzının kokusu oruçlunun ağız kokusu gibi olduğu için, Rabbiyle konuşmak istemedi. Harnûd ağacı dalıyla ağzını misvakladı, yerden bir miktar ot alarak çiğnedi. Bunun üzerine yüce Allah kendisine şöyle vahyetti: ”Bilmez misin, oruçlunun ağız kokusu, benim katımda misk kokusundan daha hoştur?" Böylece Allahü teâlâ, orucuna Zilhicce'den on gün daha ilâve etmesini emretti. Sonra Mûsa (aleyhisselâm) münâcat için dağa doğru hareket etmek istediğinde, Allah ona, Allah'ın kendisine bahşettiği lûtfu müşahede etmeleri için, kavminden dürüst, akıllı yetmiş kişi seçmesini emretti. O da öyle yaptı. Kardeşi Harun'u da kavmi içinde kendi yerine bıraktı. Nitekim Allahü teâlâ buyurdu ki:

Mûsa dağa hareket etmeden önce

kardeşi Harun'a dedi ki: 'Kavmim içinde benim yerime geç ve yaptıkları ve terkettikleri şeylerde onları kontrol et, ıslahı gereken durumlarında

onları ıslah et, onlar içinde fesada yer vermeyen davranışla hareket et,

bozguncuların yoluna uyma.' Senden bozgunculuk isteyene uyma ve ona davet edene itaat etme. Çünkü Mûsa (aleyhisselâm) zaman zaman kavminin çok aykırı davranışlarına tanık oluyordu. Bundan ötürü onların durumları hakkında kardeşine tavsiyede bulunmuştu.

143

Mûsa tayin ettiğimiz vakitte yani kırk gün tamamlandığında Tûr-ı Sina'ya

gelip de vasıtasız ve keyfiyetten uzak olarak

Rabbi onunla tıpkı meleklerle konuştuğu gibi

konuşunca: 'Rabbim! Bana (zatını) kendini

göster, seni görüp

sana bakayım! dedi. Mûsa (aleyhisselâm) Rab'le konuşurken, Cebrail onunla beraberdi, fakat Rabbinin Mûsa'ya ne konuştuğunu işitmedi. Bundan ötürüdür ki, insanlar içinde bu özelliğinden dolayı ona ”kelim", yâni ”kendine hitabedilen" unvanını aldı. Çünkü diğer peygamberler (aleyhisselâm)'le Allah sadece kitab ve melek vasıtasıyla konuşuyordu.

Eğer ”Niçin Allah diğer peygamberlerle değil de, sadece Mûsa (aleyhisselâm)'la karşılıklı konuştu?" denecek olursa, cevaben denilir ki: Çünkü Mûsa'nın olduğu gibi, diğer peygamberlerin, Firavun, Hâmân, Karun ve Yahudiler gibi düşmanları; onun kavminden daha edepsiz, daha katı kalpli kavimleri yoktu. Bundan dolayı Allah onu, özel konuşmasına muhatap kıldı. Görmüyor musun, Kıptî sihirbazlar ilk davetinde iman ettiler de, Yahudilerden bir kavim, birçok mucizelere tanık olduktan sonra inkâr etti. Bunun üzerine Allah onu, kavmi içinde imtihana tabi tutulduğu belâlara tahammül edebilmesi için, kendisiyle konuşmak suretiyle destekledi.

Mûsa. Rabbinin kelâmını işitince O'nu görmeye karşı iştiyakı arttı ve: ”Bu, haberin lezzeti! Peki ya gönnen in lezzeti nasıldır?" dedi. O'nu göımek istedi.

"Bana (zatını) göster" sözünden kastedilen, Allahü teâlâ'nın Mûsa'nın zatında kendi mukaddes zâtının görünmesini yaratması değildir. Aksine onunla kasdedilen, Mûsa'yı, mukaddes zâtını görmeye muktedir kılmaktır. Allah'ın onu görmeye muktedir kılması, Mûsa'nın Allahü teâlâ'yı görmesi için bir sebeptir.

Bil ki, bedenler iyi gıdalarla gelişir; haller de vakitlerin iyi değerlendirilmesiyle iyi olur. O halde cesedinin gıdası, helâl şeylerden aldığın besinler; ruhunun gıdası da, halvet vakitlerinde ibadet gıdalanyla geliştirdiğin şeydir. Kaplar temiz olduğu müddetçe, içindeki mânâ cevherleri parıldar. Basiret gözün körelmişse, kalb gözleri su fışkıran; içleri marifet nurlarıyla dolan bir cemaatin mertebelerine ulaşmaya çalışmak senin neyine? O halde sende olmayan şeye sahip çıkma. Allah'ın senden bildiği şey, sana yeter. Sana düşen, küçüklerin duruşu gibi durmak; büyüklerin edebiyle edeplenmektir.

Âyet, ehl-i sünnet ve cemaatin Allahü teâlâ'yı görmenin caiz olduğuna ilişkin delilidir. Çünkü Mûsa (aleyhisselâm), görmeyi istediği zaman caiz olduğuna inanmıştır. Ve Allah'a karşı, cevazı caiz olmayan şeye inanmak küfürdür.

(Rabbi:) 'Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak, yani beni görmeyi isteme; çünkü sen buna dayanamazsın, ancak seninle benim arama, senden daha güçlü olan ve senin karşında bulunan şu dağı koy,

eğer o yerinde sabit ve hareketsiz olarak

durabilirse, sen de beni göreceksin!' buyurdu. Bana bakmaya güç yetireceksin. Yerinde duramazsa, sen bana bakmaya güç yetiremezsin. Çünkü dağ, sert ligiyle birlikte tecelliden etkilenir, buna dayanamaz; aksine yerle bir, paramparça ve dümdüz olursa, korkunç şeyleri müşahede anında dehşete düşen insan nasıl dayanır? Bu durum, azamet sahibi (Allah'ı) müşahede anında nasıl olur? Allahü teâlâ âyette ”bana bakamazsın" anlamında ”len tenzure ileyye" demedi de ”Len terâni", yani ”beni asla göremezsin" buyurdu. Çünkü istenen şey beraberinde idrak de olan ”rü'yet"tir. Yoksa görülen şeye doğru gözbebeğinin çevrilmesinden ibaret olan ”nazar" yani bakmak değildir. Çünkü bazı durumlarda ”nazar"da idrak olmaz. Bu da aynı zamanda bizim için delildir. Çünkü ”len ürâ= Hiç görülmiyeceğim" demedi. Eğer görülmeyecek olsaydı, elbette görülmiyeceğini haber verirdi. Çünkü durum, açıklamaya ihtiyaç duyulan bir durumdur. O da görülmesinin imkânsızlığına değil, aksine görmek isteyenin O'nu görmekten aciz olduğuna işaret eder. Çünkü görme, görmek isteyenin görmek için hazırlıklı olmasının hâsıl olmasına bağlıdır.

Denilmek istenen şudur: Sen beni insan sıfatınla ve varlığınla göremiyeceksin; çünkü insanlık özellikleri beni görmeye aykırıdır. Mûsa (aleyhisselâm) ise görmeyi ancak beşeriyyetin zahirine ve kevnî vücuduna nisbetle istemiştir. O da kesinlikle mümkün değildir. Eğer ”dünya yurdunda Allah'ın rü'yeti (görmeyi) men etmesindeki ilâhî hikmet nedir?" dersen, cevaben derim ki: Görme, dünyadaki en son lütuftur. Dünyadaki en son lütuf da mahlukatın en şereflisi içindir. O da, Miraç gecesinde başının iki gözüyle (B) Rabbim müşahede eden, Makam-ı Mahmud'un sahibi, Efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir.

Mutezilenin, '"len" kelimesi, nefyin sonsuzluğunu ifade eder" sözü Lügat âlimlerince asılsız bir iddiadır ki, hiçbir muteber kitap ve sahih rivayet doğruluğuna şehadet etmez. Bâtıl olduğuna Allahü teâlâ'nın Yehudilerin sıfatı hakkındaki şu âyeti(nde kullanılan ”len" kelimesi) delâlet eder: ”Hiçbir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir." (Bakara: 95) Halbuki onlar kıyamet gününde ölümü temenni ederler ve derler ki: ”Ey Mâlik! Rabbin bizim işimizi bitirsin!" (Zuhruf: 77), ve ”Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi!" (Hakka: 27)

Mûsa (aleyhisselâm)'nın Allah'ı göremiyeceğini haber verme, mutezilenin dediği gibi, ebedî olarak göremeyeceğine işaret etmez.

Rabbi o dağa tecelli edince azameti onda göründü, emir ve kudreti ona aksetti ve küçük parmakla başparmak arası miktarınca, hicabından nuru göründü ve

onu paramparça etti. Sehl ibn Sa'd es-Sâidi şöyle demiştir: ”Allah, yetmiş bin perdeden dirhem miktarınca bir nur izhar etmiştir." Büyük yaratılışına rağmen dağın başına gelen bu olursa, (yani param parça olursa), ya zayıf âdemoğlunun hali ne olur? Bazı âlimler derler ki: ”Allah, Mûsa (aleyhisselâm) için dağı fedâ etmiştir. Eğer Mûsa (aleyhisselâm) dehşete kapılmasaydı, mutlaka dağın eridiği gibi erirdi."

Mûsa da gördüğü şeyin dehşetinden

baygın düştü. Aydınca gördüğü şeyi tazim ederek

dedi ki: 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim, senden izinsiz senden bir şey istemem, dünyada istemeye cesaret ettiğimden dolayı

sana tevbe ettim. Sen ise onu, ancak âhirette vaad ettin.

Ve ben senin azametin ve celâline, yahut dünyada senin görülmeyeceğine

Müminlerin ilkiyim.'

Bil ki Mutezile, Allah'ı görmeyi inkâr etti. Nitekim Keşşaf Tefsiri sahibi ez-Zemahşerî Ehl-i sünneti kötülemek ve sapıklık içerisinde olduklarını belirtmek için şu beyitleri söylemiştir:

Öyle bir cemaat vardır ki kendi heva heveslerine sünnet dediler.

Fakat onlar, yemin ederim ki semerlenmiş eşektirler.

Onlar Allah'ı yaratıklarına benzetir.

Halkın kendilerini kötülemesinden korktular ve

"Âhirette Allah keyfiyet siz olarak görülecektir. ” sözünün arkasına gizlendiler.

Ehl-i sünnet âlimlerinden biri de ona cevaben şu beyitleri söylemiştir:

Zâlim olan bir topluluk ne tuhaftır ki Kendilerini adaletle vasıflandırdılar. Yemin ederim ki onların hiçbir bilgileri yoktur. Allah'ın sıfatlarını nefyederek zatını ta'tîl Onlara bilmedikleri bir yönden gelmiştir.

el-Mevlâ İbrahim el-Eruskî de aşağıdaki beyitleri söylemiştir:

Aramızda hüküm vermesi için Allah'ın kitabına razı olduk

Rasûlüllah'ın sözü en açık hükmedicidir.

Allah'ın âyetlerini tahrif etmek sapıklıktır.

Açık delilleri reddetmek adalet değildir.

Rasûlüllah'ın ashabını sapıklıkla itham edip onları kınamak

Ve Nazzam ile Vasıl b. Atâ'run görüşlerini tasrih etmek de adalet değildir.

Peygamberi yalanlamak adalet olsaydı.

Yaratıkların en âdili As b. Vâil olurdu.

Ey Carullah (ez-Zemahşerî) sen dalâlet fırkasından olmasaydın Şahsında bütün faziletlerin toplanmasına layık olurdun.

144

"Sana tevbe ettim ve ben Müminlerin ilkiyim" dediğinde,

(Allah) Mûsa (aleyhisselâm)'ya:

'Ey Mûsa, dedi, her ne kadar durumunun düzelmesi ve zâtının bekası için seni, beni görmekten men ettiysem de, bundan dolayı tasalanıp hüzünlenme:

ben risâletlerimle ve (sana) vasıtasız

konuşmamla seni zamanındaki mevcut

insanların başına seçtim ve seni onlardan üstün kıldım. Burada ”risaletler"den kastledilen, Tevrat'ın esfârıdır. ”Esfâr" da ”siff'in çoğuludur ve kitaplar anlamındadır.

Peygamberlik ve hikmet şerefinden

sana verdiğimi al ve nimete karşı

şükredenlerden ol.'

145

Mûsa için nasihat ve din işlerinden muhtaç oldukları

her şeyin açıklamasına dair ne varsa hepsini yeşil zümrüdden

levhalarda dokuz levhada

yazdık. Yani onun için bütün nasihatleri ve hükümlerin hepsini yazdık.

Ve dedik ki: 'Bunları yani levhaları

kuvvetle, azim ve ciddiyetle

tut, kavmine de onları en güzel şekilde tutmalarını gereği ile amel etmelerini

emret.

Buradaki ”emret" nedb ve daha faziletlisini seçmeye teşvik ifade eder.

Kutrub der ki: ”En güzel şekilde" yani güzelini ki, hepsi güzeldir. Allahü teâlâ'nın ”Allah'ı anmak elbette en büyük ibadettir." (Ankebût: 45) âyetinde olduğu gibi.

Ey İsrail oğulları!

Yakında size yoldan çıkmışların Firavun ve kavminin Mısır'daki

yurdunu nasıl harabeye çevirdiğimi

göstereceğim' ki, bundan ders alasınız ve Tevrattaki hükümlere göre amel etmekle ilgili size emredilene muhalefet ederek yoldan sapmayasınız. Firavun'un topraklan Mısır'da, zorbalar ve Âmâlika'nın toprakları ise Şam'daydı.

146

Yer yüzünde haksız yere yani hak olmayan bir şey ve aşırı zulüm düşüncesi sebebiyle

böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştıracağım.

Ayetlerden ınurâd, Tevrat levhalarında yazılı olan, nasihat, ahkâm ve diğer tekvini âyetlerdir. Onları bunlardan uzaklaştırmanın mânâsı, kalblerinin mühürlenmesi demektir ki, böylece onlar, bu âyetler hakkında düşünemezler, içinde bulundukları kibir ve zorbalıkta ısrar ettikleri için onlardan ibret alamazlar.

Bunun anlamı: Kendilerini büyük sayanların, meziyet ve fazilet bakımından kendilerini halkın üstünde görenlerin kalblerini mühürleyeceğiz, böylece onlar bizim enfüs ve âfâkta konulan tenzili ve tekvini âyetlerimizden yararlanamazlar ve onun eserlerinin ganimetlerinden istifade edemezler. Öyleyse ey İsrail oğulları, onların yolundan gitmeyiniz, yoksa siz de onlar gibi olursunuz!

Böbürlenme, adı geçen âyetlerden istifadeden mahrumiyete götürdüğü için, âyetten kasdedilen şey, İsrâiloğullarını, kendilerini âyetler hakkında düşünmekten ve o âyetlerle doğruya ulaşmaktan uzaklaşmaya götüren böbürlenmekten sakındırmaktır. Ta ki, Tevrat'ın hükümlerini ciddiyet ve arzu ile tutsunlar.

Onlar bütün mucizeleri görseler müşahede etseler

yine de iman etmezler yani bunların her birini inkâr ederler.

Doğru yolu görseler onu yol edinmezler, yani: Kendilerini sapıklık kapladığı ve tabiatları bozulduğu için hakka yönetmezler ve o yola asla koyulmazlar.

Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen onu yol edinirler. Yani, bâtıl arzularına uygun ve onları bu aşırı isteklerine ulaştın cı olmasından ötürü, bu yolu kendilerine nerede ise ayrı kuruyacakları bir yol olarak seçerler.

Bu durum yani, doğru yoldan yüz çevirme ve azgınlık yoluna tam yönelme,

onların muttasıl" oldukları çirkinliklerin haksızlığına ve bunların zıtlarının hak oluşuna delâlet eden

âyetlerimizi -ki bunlar indirilen âyetler ve mucizedir.-

yalanlamalarından ve onlardan gafil olmalarından, onlar hakkında düşünmediklerinden

ileri gelmektedir. Yoksa kesinlikle bâtıl şeyleri işleyemezlerdi.

Âyetlerden gafletten maksat, onlar hakkında düşünmemektir. Bir şeyden yüz çevireni, o şeyden gaflet edene benzetmek için, âyetleri düşünmemek onlardan gaflet etmekle ifade edilmiştir.

147

Halbuki âyetlerimizi ve âhirete yâni âhiret yurduna

kavuşmayı yalanlıyanların sıla-i rahim, muhtaç kimseye yardım etme ve benzeri konularda yaptıkları

amelleri boşa gitmiş, yani bâtıl olduğu ortaya

çıkmıştır. Dolayısıyla, onlar, o amellerden faydalanamazlar.

Onlar küfür ve günah cinsinden

yapmakta oldukları amellerinin cezasından başka birşeyle mi cezalandırılırlar? Buradaki ”fiel" istifham ve inkâr manasınadır demektir.

148

Mûsa'nın arkasından Tur'a gitmesinden sonra

kavmi, altın ve gümüşten oluşan

zinet takımlarından, sığır gibi

böğürmesi olan, cüssesi altından olup ruhu olmayan

bir buzağı heykelini yapıp ilâh edindiler.

Kıptîlere âit olduğu hakle, zinet takımlarının onlara, yani Hazret-i Mûsa'nın kavmine izafe edilmesi, yakın bir münasebetten ötürüdür. Çünkü onlar o takımları, Mısır'dan çıkmayı düşündüklerinde sahiplerinden ödünç almışlardı. Onların bu buzağı heykeline taptıkları süre kırk gündü. Bu sebeple Tih'te kırk sene cezalandırılmışlardır.

Hazret-i Mûsa kavmine, otuz günlüğüne dağa gidip geleceği konusunda söz vermişti: Dönüşü gecikince Sâmiri onlara dedi ki: ”Siz zinet takımlarını Firavunun halkından aldınız. Allah da sizi bu cinayetten dolayı cezalandırdı ve Mûsa'yı sizden uzaklaştırdı."Zinet takımlarını toplayın da onları yakayım. Belki Allah Mûsa'yı bize döndürür. Sâmiri bu takımlardan onlar için bir buzağı yaptı. Ağzına Cebrail (aleyhisselâm)'in atının izinden bir toprak koydu, oradan böğürme ve hareket ortaya çıktı. Samîrî dedi ki: ”Bu sizin de, Mûsa'nın da tanrısıdır" (Tahâ: 88) Onlar da ona taptılar.

Bir rivayete göre de Sâmirî bu buzağıyı içi boş olarak yaptı ve içine özel bir biçimde tüpler yerleştirdi. Sonra onu rüzgârın estiği yere koydu. Rüzgâr bu tüplere giriyor, böylece heykelden, buzağı böğürmesine benzer özel bir ses çıkıyordu. İsrâiloğulları onun böğüren bir canlı olduğunu zannederek etrafında dansediyorlardı.

Kurtubî'nin anlattığına göre Tarsûsi'ye sorarlar: ”Kurandan bir şey okumak, sonra şiirler (bugünkü haliyle ilâhi ve kasideler) söylemek için toplanan, def çalarak rakseden bir topluluğun içinde bulunmak helâl mıdır, yoksa değil mi?" Bunun üzerine Tarsûsî şu cevabı verir: ”Sufilerin mezhebi, boş şevlerle iştigal, cehalet ve sapıklıktır. İslâm ise, Allah'ın kitabı ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetinden ibarettir. Raks ve kendinden geçmeye gelince, onu ilk ortaya koyan Sâmiri'n in arkadaşlarıdır. Böğüren buzağıyı ilâh edindiklerinde, etrafında raks etmeye, kendilerinden geçmeye başladılar. Bu da buzağıya tapanların dinidir. Yoksa, Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabıyla, sanki başlarında vakardan bir kuş varmış gibi otururlardı. Öyleyse devlet adamı veya onun vekillerine düşen, onların camilerde veya başka yerlerde toplanmalarına engel olmaktır. Allah'a ve âhiret gününe inanan kimselerin onlarla bir arada bulunması, onların hurafelerine yardım etmesi helâl olmaz. Bu, Mâlik'in, Şafiî'nin, Ebû Hanife'nin, Ahmed'in ve Müslümanların diğer imamlarının görüşüdür." Hayat'ül-Hayavan’da böyle anlatılmıştır".

Görmediler mi ki o buzağı

onlarla ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? Yani onda ulûhiyet özelliklerine ait hiçbir şey yoktur. Çünkü onun ne konuşmaya, ne de emir ve yasaklamalarda bulunmaya gücü yetmez. İşlemek üzere gidecekleri herhangi bir hayır yoluna da irşad edemez.

Onu ilâh olarak

benimsediler. Halbuki o ilâh olsaydı, onlarla konuşur ve onları irşad ederdi. Çünkü ilâh, kullarını ihmal etmez. Onu tanrı olarak benimsediler ve onun cisimlerin, güçlerin ve kaderin yaratıcısı olduğunu zannettiler.

Ve böylece onlar, eşyayı kendi yerinden başka yere koyarak

zâlimler oldular. Buzağıyı ilâh edinmeleri de onların yaptığı yeni bir şey değildir.

149

Sonra pişmanlıklarından dolayı

başları elleri arasına düşürülüp de başlarını iki elleri arasına koyup da -ki bu, son derece pişman olduklarını gösteren bir davranıştır, çünkü çok pişman olan ve umduğunu elde edem iyen kimse parmağını ısırır- buzağıyı ilâh edinmekle

kendilerinin gerçekten sapmış olduklarım görünce, yani âdeta gözleriyle görüyormuşçasına buna kesin olarak iman ettiklerini anlayınca

dediler ki: 'Eğer Rabbimiz bize Tevrat'ı bir rehber olarak indirmek suretiyle

acımaz ve bizi günahlarımızdan vazgeçmek suretiyle

bağışlamazsa buzağıya tapmamız sebebiyle

mutlaka ziyana uğrayanlardan olacağız.'

150

Mûsa, Tur dağından çok

kızgın ve üzgün bir halde kavmine dönünce: Ey buzağıya tapanlar!

'Ben aranızdan ayrılıp dağa gittik

den sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini beklemeyip yani peygamberlerinizi bekleyerek ona verdiğiniz sözü tutmak ve tavsiyesini yerine getirmek gerekirken, bunu yapmayıp

acele mi ettiniz?' dedi. Mûsa'nın kavmine kızmasından, yüce Allah'ın kendisine bildirmesi dolayısıyla onların buzağıya taptıklarını önceden bildiğini anlıyoruz.

Tevrat'ın yazılı olduğu

Levhaları elinden

yere attı ve kardeşinin yani Harun (aleyhisselâm)'un

başını yani başındaki saçını

tutup bu kötü davranışlarından dolayı onları engellemediğini düşünerek

kendine doğru çekmeye başladı. Harun (aleyhisselâm), Hazret-i Mûsa'dan üç yaş büyüktü ve yumuşak başlı bir kimseydi. Kendi hakkında gerekeni yapmadı düşüncesini kaldırmak için

kardeşi: 'Anamın oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve kendilerini buzağıya tapmaktan alıkoymak için ne kadar çaba gösterdiysem de olmadı,

nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme. Bana gülmelerine sebep olacak davranışta bulunma

ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!' Beni azarlamakla veya gerekeni yapmadı diye suçlamakla beni onlardan biri olarak sayma

dedi.

Harun'un. Mûsa ile anne baba bir kardeş oldukları halde, sadece annesini anarak ”anamın oğlu" ifadesini kullanması. Hazret-i Mûsa'nın, kendisine şefkatle muamele etmesi ve kalbini kıracak şeyler söylememesini sağlamak içindir.

151

Mûsa: 'Rabbim, haksız yere kardeşime yaptığım muameleden dolayı

beni ve eğer kavmin buzağıya tapmasını engelleme konusunda kusur etmişse

kardeşimi bağışla, geçmişte yaptıklarımızı bağışladıktan sonra bize çok nimette bulunmak suretiyle

bizi rahmetine kabul et! Haddâdî der ki: Bunun anlamı ”bizi cennetine girdir" demektir. Mûsa (aleyhisselâm) kardeşini hoşnut etmek ve ona gülen düşmanlarına karşı ondan hoşnut olduğunu göstermek düşüncesiyle kendisi için af diledi. Çünkü

sen merhametlilerin en merhametlisisin!' Sen bize karşı, bizim kendimize olan merhametimizden, anne ve babalarımızın bize olan merhametinden daha merhametlisin

dedi.

Rivayet edildiğine göre, gencin birisinin dili tutuldu ve ölüm esnasında kelime-i şehadet getiremedi. Durumu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bildirdiler. O da hastanın yanına girdi ve kelime-i şehadet getirmesini istedi. Fakat genç bir türlü getiremiyordu. Bunun üzerine peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Namaz kılınıyor muydu, zekât vermiyor muydu, oruç tutmuyor muydu?" buyurdu. Dediler ki: ”Evet, bunların hepsini yapıyordu". Bunun üzerine Rasûlüllah: ”Ana ve babasına âsi oldu mu?" diye sordu ve orada bulunanlardan ”evet" cevabını alınca da, annesini çağırmalarını istedi. Gözleri görmeyen yaşlı bir kadın geldi. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: ”Oğlunu affetmez misin?" buyuranca, kadın: ”Affetmem! Çünkü o beni tokatladı ve gözümü çıkardı" dedi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Odun ve ateş getirin" dedi: Kadın bununla ne yapacağını soranca da: ”Yaptığının karşılığı olarak senin gözünün önünde onu yakacağım", buyurdu. Bunu duyan kadın: ”Affettim, affettim! Ben onu ateş için mi dokuz ay karnımda taşıdım, iki yıl onu ateş için mi emzirdim? Annelik merhameti nerede kaldı?" deyince, gencin dili çözüldü ve kelime-i şehadet getirdi.

152

Sâmiri ve taraftarları gibi kalblerine buzağı sevgisi içirilip

buzağıyı ilâh olarak

benimseyenlere, suçların en büyüğünü ve en çirkinini işledikleri için

mutlaka Rablerinden âhirette büyük

bir gazap ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Bu, kendileri ve çocukları için kararlaştırılmış gariplik ve miskinlik alçaklığıdır.

İşte Biz Allah'a iftira eden

iftiracıları böyle cezalandırırız.

153

Hangi kötülük olursa olsun,

kötülükler yaptıktan sonra, işlenen o kötülüklerin

ardından tevbe edip de, sağlam ve samimi olarak

iman edenlere ve imanın gereği olan salih amellerle meşgul olup -birinci grubun yaptığı gibi- yaptıkları kötülükte ısrar etmeyenlere

gelince, şüphesiz ki o tevbe ve imandan yani tevbe edip Allah'a döndükten

sonra, Rabbin elbette ne kadar büyük ve çok olursa olsun, günahları

bağışlayan ve dünya ve ahirette rahmetinin her çeşidiyle

esirgeyendir. Şüphesiz tevbe, bağışlamayı gerektirir. Tevbe, geri dönüştür. Kul, tevbeyle nitelendiğinde, bundan, kasdedilen, günahtan dönüştür. Bununla Allah nitelendiğinde ise, ondan kasdedilen bağışlamak suretiyle azaptan dönüştür.

Tevbe iki kısımdır: Zahir ve bâtın. Zahir tevbe, görünen günahlardan tevbedir. Bu da günahları terk etmek ve organları ibâdette kullanmakla olur. Bâtın tevbe ise kalbin içteki gizli günahlardan tevbesidir. Bâtın günahların terki de, dil sussa bile kalbin susmadan zikirde bulunmasıdır.

Nefsin tevbesi, dünya ile ilişkileri kesme, kolaya yapışma ve iffetli olma;

Ruhun tevbesi ilâhî marifetlerle süslenme:

Sırrın tevbesi de, dünyadan yüz çevirdikten sonra yüce huzura yönelmedir.

Kul, kötülükten uzaklaşır, amelini düzeltirse, Allah da onun durumunu düzeltir, aldığı nimetleri ona iade eder. Öyleyse mü'mi ne düşen şey, hemen tevbe edip güzel amel işlemektir. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir.

154

Kardeşinin özür dilemesi ve kavmin tevbe etmesi sebebiyle

Mûsa'nın öfkesi dinince, attığı

levhaları aldı. Bundan anlaşılıyor ki, levhaları attığı zaman levhalar kırılmamıştır. Burada ”öfkesi dinince" anlamı vereliğimiz ”sükût" kelimesi, konuşmayı kesmek demektir. Gazap sustu, denilemez. Öyle ise mecazî anlamda kullanılmış, olup ”öfkesi dinince" demektir.

Levh-i mahfuz'da yazılmış olan

onlardaki yazıda, Rablerinden korkanlar için hidâyet yani hakkı açıklama

ve hayra ve iyiye irşad etmek suretiyle insanlar için

rahmet vardı. ”Nesh", Bir metni asıl nüshadan aynen kopya etmek, başka bir sayfaya aktarmak demektir. Bir kitabı başka bir kitaptan harfi harfine aktararak yazdığında, ”bu kitabı şu kitaptan neshettim" yani ”ondan naklettim" dersin. Burada, kitabın âyetlerinden faydalananlar onlar olduğu için özellikle ”Rablerinden korkanlar" söz konusu edilmiştir. Şüphesiz haşyet, ancak Allah'ın sıfatlarını tanımaktan doğar. Allah'tan haşyet'in göstergesi de dünyayı ve halkı terketmek, nefis ve şeytanla savaşmaktır.

155

Mûsa, buzağıya taptıklarından dolayı özür dilesinler diye İsrail oğullarının seçkinlerinden yetmiş adam getirmesi için kendisine

tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti ve huzura getirdi. Bu vakit, münâcat ve konuşma vakti değil, tevbe vaktidir. ”Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız" (Bakara: 55) dediklerinde, görme isteğinden dolayı

onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsa dedi ki: 'Ey Rabbim, dikseydin yani buzağıya tapmaktan engelleme konusunda kusur ettikleri, ona tapanların ısrarlarını gördükleri halde onlardan ayrılmadıkları sırada

onları da, günahlarımızdan ötürü

beni de daha önce helak ederdin. İnat ve ”ru yet" isteğine karşı cesaret etme gibi

içimizden birtakım beyinsizlerin işlediği günah

yüzünden hepimizi helak edecek misin? Buradaki soru, ”bizi helak etme" anlamındadır. Dolayısıyla ”hepimizi helak edecek misin?" sorusu, ”beyinsiz bazı kimselerden meydana gelen günah dolayısıyla büyük bir topluluğu helak etmen senin şanına yakışmaz" demek olur.

Bu iş yani beyinsizlerin içine düştüğü fitne

senin imtihanından başka bir şey değildir. Yani, bu senin mihnetin ve imtihanındır. Çünkü onlara sözünü işittirdin de onlar bununla meftun oldular.

Onunla yani o imtihan sebebiyle, sapmasını

dilediğini saptırır, böylece kendisine ait olmayan şeyi istemekle haddini aşar,

dilediğini de doğru yola iletirsin, hakka ulaştırırsın.

Sen bizim velinıizsin. İşlerimize kaim, bizim yardımcımız ve bizim koruyucumuz sadece sensin. İşlediğimiz günahlardan dolayı

bizi bağışla, dünyevî ve ııhrevî rahmet eserleri bahşederek

ve bize rahmet et. Sen, bağışlayanların en iyisisin. Kötülüğü bağışlar, onu iyiliğe çevirirsin.

Mağfiret, yani bağış, azabın kaldırılması; rahmetse hayrın ulaştırılmasıdır. Burada bağışın rahmetten önceye alınması, zararın uzaklaştırılmasının yararı elde etmekten önce olmasındandır. Burada bağışın özellikle anılması ise, makam dolayısıyla onun daha önemli oluşundandır.

156

Bize, bu dünyada da iyilik, güzel geçim ve taate muvaffakiyet

yaz, âhirette de. Yani: Orada da bize iyilik yaz. Âhiretteki iyilik güzel mükâfat, veya cennettir.

Biz sadece işlediğimiz büyük mâsiyetlerden tevbe ederek

Sana döndük.' Bir rivayete göre, onları o müthiş deprem yakalayınca, hepsi öldü. Bunun üzerine Mûsa (aleyhisselâm) Allah'a yalvarmaya başladı ve Allah da onları diriltti.

Allah buyurdu ki: Benden başkasının dahli olmaksızın

'kimi dilersem onu azabıma uğratırım. Rahmetim ise mü'min ve kâfir, hatta mükellef ve mükellef olmayan

her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir müslüman ve kâfir yoktur ki, dünyada O'nun rahmetinin ve nimetlerinin eserleri onlar üzerinde bulunmasın. O rahmetle yaşarlar ve onunla kazanç sağlarlar. Fakat o rahmet, âhirette sadece müminlere hastır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Onu âhirette kötülükten, küfürden ve günahlardan

sakınanlara, zekâtı verenlere ve bütün

âyetlerimize devamlı imanla

inananlara ve onlardan hiçbirini inkâr etmeyenlere

yazacağını.' Burada zekâtın özellikle anılması, onlara zekât vermenin çok ağır gelmesindendir.

157

Geçmişte ve bugün İsrail oğullarının kendileriyle ibadet ettikleri

yanlarındaki Tevrat ve İncil'de ismini ve sıfatını

yazılı buldukları o elçiye, yani kendisine özel olarak bir kitab vahyettiğimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e,

o okuma yazma bilmeyen

ümmî peygambere uyanlar var ya, işte o peygamber onlara iyiliği yani tevhidi ve İslâm'ın hükümlerini

emreder, onları kötülükten, şeriat ve sünnette olmayan şeylerden

men eder, onlara zulümlerinin uğursuzluğu sebebiyle kendilerine haram kılınan içyağı gibi

temiz ve güzel şeyleri helâl, kan ve domuz eti gibi

pis ve zararlı şeyleri haram kılar. Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar. Yani, diyet koyınaksızın bilerek ve hata ile adam öldürmekte kısas uygu lamasını, pislik değen elbisenin pislik yerinin kesilmesi ve yıkamayla yetinilmemesi, ganimetlerin yakılması ve cumartasi günü çalışmanın tamamen haram kılınması gibi ağır teklifleri hafifletir.

Bu meşakkatli teklifler, ağır yüke ve elleri boyuna bağlayan zincirlere benzetilmiştir. Aslında âyette geçen ”Isr" insanı hareket etmekten alıkoyan ağırlık, ağır yük demektir.

Beyzâvî der ki: ”Burada Peygamber, Allah'a nisbetle ”Rasûl"; kullara nisbetle de ”Nebi" olarak isimlendirilmiştir."

"Ümmî" okuma yazma bilmeyendir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmî oluşu, mucizeleri cümlesindendir. Çünkü o, güzel okuma yazma bilmiş olsaydı, öncekilerin ve sonrakilerin kitaplarını mütalâa etmek ve bu ilimlerin o araştırına ve okumaların sonucu olmakla itham edilirdi. Halbuki, tahsilsiz ve mütalâasız olarak öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini içine alan bu büyük Kuranı getirmesi, apaçık mucizeleri cümlesindendir.

"Temiz ve güzel" olarak tercüme ettiğimiz ”tayyibât" amaç, insan tabiatının temiz ve lezzetli bulduğu, ”pis ve zararlı" şeklinde tercüme ettiğimiz ”habais" de insan tabiatının pis bulduğu ve nefret ettiği şeylerdir. Ayetten anlaşılan ise, şeriatın helâl olduğuna hükmettiği şey helâl, haram olduğuna hükmettiği şey de haramdır.

O peygambere yani, ümmî Rasûl ve Nebinin nübüvvetine

inanıp ona saygı gösteren, emir ve nehiylerinde ona itaat eden, düşmanlarını ondan uzaklaştırmak suretiyle ona

yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura yani gözlerdeki ışık gibi, ışığı kalblerde olan Kur'an'a

uyanlar var ya, işte bu yüce sıfatlarla muttasıf olup,

kurtuluşa erenler, istediklerini elde edenler, sıkıntılardan kurtulanlar

onlardır. Yoksa onların dışındaki inatçı milletler değildir.

Şurasını bilmelisin ki, peygamberler silsilesinin tertibindeki ilâhî amaç, varlığın efendisi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğidir. Kendinden önceki peygamberlerin varlığı, onun şerefli varlığının mukaddimesi gibidir. O, özet, sonuç, öz. Nebilerin ve Rasûllerin en şereflisidir. Nitekim o, şöyle buyurmuştur: ”Altı şeyle Peygamberlere üstün kılındım: Bana Cevâmiu'l-kelim verildi. Düşmanlarımın kalbine korku salmakla üstün kılındım. Ganimetler bana helâl edildi. Yeryüzü bana namazgah ve taharet sebebi kılındı. Bütün insanlara peygamber olarak gönderildim. Benimle peygamberler silsilesi son buldu."

Geçmiş ilâhî kitablardan maksat, Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem)'ye indirilen Kur'an'dır. O, ilâhî kitaplann özü ve en büyüğüdür. Önceki kitapları tasdik edicidir. Çünkü o, öyle bir lâfızla gelmiştir ki, belâğatçılar ona benzer bir sûre ve mânâsını getirmekten âciz kalmışlardır. O, önceki kitaplardaki ahkâm, âdâb ve faziletleri cami, hüccet, burhan ve delileri içine almaktadır.

Geçmiş ümmetlerden maksat ise, rahmete maznar olan bu ümmettir. Yani, ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. O, kendisinden önceki ümmetlerin neticesi gibidir. Ve o, vasat ümmettir. ”Böylece sizi orta (dengeli) bir ümmet kıldık." (Bakara: 143)

158

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki: 'Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi, her ikisinde de tasarruf eden

Allah'ın gönderdiği

elçisiyim. Hitap geneldir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) diğer peygamberlerin aksine insan ve cinlerin hepsine, kendi çağdaşlarına ve onlardan sonra kıyamet gününe kadar geleceklere gönderilmiştir. Diğer peygamberler ise kendi kavimlerine ve çağdaşlarına gönderilmiş, şeriatleri kıyamete kadar devam etmemiştir. Bunun anlamı: Ben sizin hepsinize gönderilmiş olan, Allah'ın elçisiyim. Sizi Allah'a ibâdete ve O'nu birlemeye (tevhide) çağırıyorum.

Burada ”insanlar" anlamındaki ”nâs" kelimesi konusunda Cevherî der ki: ”Nâs" insan ve cinlerden olur. ”Üns'un çoğuludur. Aslı ”Ünâs"tır.

O'ndan başka ilâh yoktur. Çünkü âleme kim sahipse yegâne ilâh da odur.

O, diriltir ve öldürür. Bu, ulûhiyeti pekiştirme ifadesidir. Çünkü ancak kendisinden başka ilâh olmayan birisi diriltme ve öldürmeye güç yetirebilir. Bu, insanları nutfeden yaratarak diriltir ve ecelleri sona erince onları öldürür, anlamındadır. Bu konuda şöyle de denilmiştir: Öldükten sonra dirilmek için ölüleri diriltir ve dünyada dirileri öldürür.

Öyleyse Allah'a ve O'nun okuyup yazmayan

ümmî peygamber olan Rasûlüne inanın -ki o (peygamber) de Allah'a ve onun kelimelerine inanmaktadır., yani, diğer peygamberlere ait haberlerden, onlara gelen kitaplardan ve vahiyden kendisine indirilene gönülden inanan Rasûlüne iman edin

ve din hususunda yaptığı ve terkettiği şeylerde

ona uyun ki, doğru yolu bulaşınız.' Yani istediğinize ulaşasınız.

Cüneyd der ki: ”Allah'ın Rasûlünün izinden giden, sünnetine uyan ve yoluna koyulanların dışında herkese bütün yollar kapalıdır. Çünkü hayır yollarının hepsi ona, onun izini takip edenlere ve sünnetine uyanlara açıktır."

Rivayet edildiğine göre, bir gün Ebû Yezid el-Bestami arkadaşlarına: ”Kalkın, şu kendisini velayetle meşhur eden kimseye gidip bakalım." dedi. Kalkıp gittiler ve onun mescide doğru yöneldiğini gördüler. Sonra adam mescidin kıble tarafına doğru tükürdü. Bunun üzerine Ebû Yezid adama selâm vermeden geri döndü ve şöyle dedi: ”Bu, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ait âdâbtan yoksun görünüyor ve bu konuda emniyet telkin etmiyor. Peki nasıl olur da veliler ve sıddıklar makamına yükseldiği konusundaki iddiasından emin olunabilir?"

Ahmed b. Hanbel'den şöyle rivayet edilir: ”Bir gün bir grupla beraberdim. Soyunup suya girdiler. Bense: 'Allah'a ve âhiret gününe iman eden kimse peştamalsiz hamama girmesin' hadisiyle amel ederek soyunmadım. O gece rüyamda, birinin bana şöyle söylediğini gördüm: 'Ey Ahmed! Sana müjde! Sünnete uyduğun için Allah seni mağfiret buyurdu, seni kendisine uyulan imam kıldı.' Ona: 'Sen kimsin' diye sordum. 'Ben Cibril'im' dedi."

Abbas b. Rebia şöyle der: ”Ömer ibn Hattâb (radıyallahü anh)'ı Hacer-i Esved'i öperken gördüm. Şöyle diyordu: 'Ben biliyorum ki, sen bir taşsın, ne fayda verebilirsin, ne de zarar. Eğer Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, seni öperken görmeseydim, seni öpmezdim."'

Uymak istediğin zaman, Hazret-i Adem'in, onun dışındaki peygamberlerin ve velilerin, bayrağı altında olduğu, peygamberlerin Efendisi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e uy. Ümmetinden birine uyacağında da, sırf insanlar arasında meşhur, emirler ve sultanlar katında makbul olduğu için uyma. Sana düşen, önce hakk'ı tanıman sonra kişileri onunla ölçmendir. İlmin kapısı Ali (radıyallahü anh) bu hususta şöyle der: ”Kim hakkı kişilerle tanırsa, o, dalâlet çöllerinde başıboş dolaşır. Hakkı tanı ki, hak ehlini tanıyasın." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uyduğun ölçüde, Onunla ve Onunla ilgili her şeyle münasebetini sağlamlaştırır, seninle O'nun arasındaki sevgi bağını güçlendirirsin.

159

Mûsa'nın kavminden hak ile donanmış olup

doğru yolu gösteren ve onunla aralarında geçen hükümlerde

âdil davranan bîr topluluk, yani cemaat

vardır. Yüce Allah, yukarıdaki âyetlerde buzağıya tapan o azgın ve isyankârlardan bahsedince, ardından bu âyette onların zıddı olan saidlerden de söz etmiştir. Buradaki ”kavim"den amaç, Mûsa (aleyhisselâm) zamanındaki İsrâiloğullarıdır.

160

Biz İsrâiloğullarını, yani Mûsa'nın kavmini, Yakub'un on iki oğlundan gelen

oymaklar halinde birbirinden ayırdedilebilir bir ümmet veya bölük olarak

on iki kabileye ayırdık. Bunlar, her biri diğerine kin besleyen ve kendi kabilelerini ötekinden üstün gören on iki fırkaydı.

Yaptıkları kötü işler sebebiyle bulundukları Tih çölünde günlerce susuz kalıp

kavmi Mûsa'dan su isteyince, ona; 'Asanı taşa vur' diye vahyettik. Derhal kabileler adedince

ondan on iki pınar fışkırdı. Her kabile içeceği yeri, yani kendilerine âit olan pınarı

belledi. Aralarındaki kavmiyetçilik sebebiyle, her kabile kendi pınarından içer, başkalarını aralarına karıştırmazlardı.

Hazret-i Mûsa'nın asası, cennetten gelme bir asadır. Adem (aleyhisselâm) cennetten yanına alarak yeryüzüne getirmiştir. Peygamberler ona mirasçı oldular ve o Şuayb (aleyhisselâm)'a kadar ulaştı. O da onu Hazret-i Mûsa'ya verdi. Asâ'nın taşa vurulması olayı, bazı değişikliklerle Bakara Sûresinde geçmiştir.

Mûsa (aleyhisselâm) asasını vurunca kayadan suyun çıkması Kur'an-ı Kerim'de ”inbicâs" ve ”inficâr" kelimeleriyle ifade edilmektedir. ”İnbicâs" suyun az olarak çıkması, ”inficâr" ise çok olarak çıkmasıdır. Su kayadan başlangıçta az, daha sonra da çok olarak çıktığı için bu iki tabir de kullanılmıştır.

Sonra gündüz güneşin sıcağından koruması için

üzerlerine bulutla gölge yaptık. Gece de ateşten bir direk iner, onun ışığıyla yol alırlardı.

Onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. Buradaki ”kudret helvası" demek olan ”menn" kelimesi, herhangi bir ağaç veya taş üzerine gökten inen çiğ anlamındadır. Tatlanır ve bala dönüşür, tutkal kurusu gibi kurur. ”Bıldırcın eti" demek olan ”Selvâ"ya ise bu isim insanın diğer azıklara ihtiyaç duymadan, onunla yetinmesinden ötürü verilmiştir. Söylendiğine göre onların üzerine fecirden güneşin doğuşuna kadar, kar gibi kudret helvası iner ve her kişiye bir ölçek düşerdi. Yanlarına bıldırcın gönderilir ve her insan ondan kendisine yetecek kadar kesip yerdi. Onlara:

'Size verdiğimiz rızıkların, yani helva ve bıldırcının

temizlerinden, lezzetlilerinden

yeyin' (dedik.) Onlar emirlerimizi dinlememekle ve o değerli nimetlere karşı nankörlük etmekle

Bize değil, ama kendi kendilerine zulmediyorlardı. Çünkü onun zararı kendilerinden başkasına geçmez. Allah'ın azabına müstahak oldukları ve rızık maddesini kendilerinden kestikleri için kendi kendilerine zarar verirler.

161

Ey Rasûlüm Muhammed, şunu hatırlat:

Onlara: 'Şu şehirde yani Kudüs'te veya Eriha'da

yerleşin Eriha, Beyt-i Makdis yakınında zorbaların yaşadığı bir yerdi. Orada Ad kavminden kalanlar yaşıyordu. Bunlara Amalika deniyordu. Reisleri Ave b. Unk idi.

Ondan oradaki nimetlerinden, yani, yiyecek ve meyvelerinden

dilediğiniz gibi yani, hiç kimse size engel olmadan oranın civarında

yeyin 'bağışlanmak istiyoruz', yani bizim dileğimiz günahlarımızdan vazgeçilmesidir

deyin ve kapıdan, o şehrin kapısından

eğilerek tevazu içinde veya sizi Tih'ten çıkardığı için şükür makamında secde ederek

girin ki, istiğfarda bulunduğunuz ve boyun eğdiniz için

hatalarınızı yani geçmiş günahlarınızı

bağışlayalım. Ayrıca Biz, iyilik yapanlara ileride ihsan ve sevabı

daha da artıracağız' denildi.

162

Fakat onlardan zalim olanlar, tevbe ve istiğfar gibi emrolundukları şeyden yüz çevirmek suretiyle

sözü kendilerine söylenenden başkasıyla yani kendisinde hayır bulunmayan sözle

değiştirdiler.

Rivayete göre onlar, kıçları üzerine sürünerek girdiler ve Allah'ın emrini hafife alarak, Mûsa (aleyhisselâm) ile alay ederek ve Allah'ın af ve rahmetini istemekten yüz çevirip, âdî, fani dünya maksatlarından arzu ettikleri şeyi talep ederek ”hıttatûn yerine (yani, Allah'dan bağışlanmak dileyiniz") ”hıntatun (Yani buğday") dediler.

Burada ”Kendilerine söylenenden başkasıyla" ifadesini getirerek ”değiştirme"nin her yönden gerçekleştiğini göstermek için, yüce Allah bu aykırı davranışı açıkça zikretmiştir.

Biz de, sadece ”değiştirme" sebebiyle değil, geçmişte ve hal-i hazırda devamlı

zulümlerinden dolayı üzerlerine, işledikleri şeyin hemen ardından, hiç geciktirmeden ve uzatmadan

gökten zulmedenlerin üzerlerine yağmur gibi inen

bir azap gönderdik. Azaptan murad taun (kolera) dur.

Rivayete göre bir saat içinde onlardan yirmidört bin kişi ölmüştür. İsrail oğulları içindeki zulmedenleri iki şey dejenere etmiştir. Bunlardan biri dünya nimetidir. O da kudret helvası ve bıldırcındır. Diğeri Ukbâ nimetidir. O da mağfiret ve mükâfatlandırmadır. Zamanı geçtikten sonra, kişiye ne imanı, ne de pişmanlığı fayda verir.

163

Onlara, deniz kıyısında bulunan yani denize yakın ve sahildeki

şehir halkının durumunu, başlarına gelen belaları

sor. Buradaki ”şehir" Medyen ve Tur arasında bulunan ”Eyle"dir. Araplar şehre ”karye" derler.

Burada, kendilerine sorulması istenen kimseler Rasûlülah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağdaşı olan Yehudilerdir. Sorudan kasdedilen, soranın malûmu olmayan şeyin bilinmesini istemek değildir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu kıssayı Allah tarafından vahiy yoluyla öğrenmişti. Bu sorudan kasdedilen şey, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onları, küfürlerinin çok eski olduğunu ve Allah'ın koyduğu sınırları aştıklarını ikrara zorlamak ve bununla onları kınamaktır. Böylece kendisinin hak peygamber olduğuna işaret eden bir mucize göstermektir. Çünkü Rasûlüllah, ümmî ve geçmiş kitab ehliyle bir arada bulunmamış iken, bu kıssayı ziyadesiz ve noksansız, olduğu gibi açıklaması gösteriyor ki, O bunu vahy ile öğrenmiş, böylece onu açıklaması da O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) mucizeleri cümlesinden apaçık bir mucizedir.

Hani onlar Cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Cumartesi günü avlanmaları yasak olduğu halde avlanıyorlardı. Halbuki onlar o günde ibâdetten başka bir şeyle meşgul olmaktan men edilmişlerdi.

Çünkü Cumartesi tatili yaptıkları yani. Cumartesi gününe saygı gösterdikleri

gün, balıklar suyun üzerinde, sahile yakın olarak

meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, Cumartesi tatili yapmadıkları yani o güne gereken değeri vermedikleri

gün de avlanmaktan sakındıkları için Cumartesi günü geldikleri gibi

gelmezlerdi. Çünkü yüce Allah, o zamanın peygamberinin bir mucizesi ve o ümmetin iptilâsı olarak balıkların Cumartesi günü meydana çıkma sebeplerini kuv vetlendirmiştir.

İşte böylece Biz, yoldan devamlı

çıkmalarından dolayı onları böyle çok şiddetli bir sınamayla

imtihan ediyorduk. Onlara, kendilerini imtihan eden birisinin muâmelesiyie muamele ediyorduk ki, düşmanlıkları açığa çıksın da onunla onları hesaba çekelim.

164

İçlerinden bir topluluk yani, onların iyilerinden bir topluluk:

'Allah'ın helak edeceği, köklerini kazıyacağı ve yeryüzünü onlardan temizleyeceği,

yahut tamamen yok etme yerine,

şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?' dedi. Buradaki azaptan amaç, dünya azabıdır. Öğüdün onlara fayda vermeyeceğini kesin olarak bildikleri için öyle dediler. Buna karşılık öğüt verenler de

dediler ki: 'Rabbinize mazeret beyan etmek için, bir de belki sakınırlar da günahı terkederler

diye.' Çünkü, akıllı kimsenin apaçık gerçeği kabul etmesi umulur.

165

Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca, yani içlerindeki iyilerin kendilerine verdikleri öğütleri terkedip onlardan tamamen yüz çevirince,

Biz de kötülükten yani avlanmaktan

men edenleri kurtardık -ki bunlar adı geçen iki fukadır.-

Hasan-ı Basrî der ki: ”İki fırka kurtuldu ve bir fırka helak oldu."

Aşırılıkla ve emre muhalefetle

zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık. Taatten çıkış, zulüm ve düşmanlıktan ibaret olan fıskta devanı etmeleri sebebiyle adı geçen azapla onları yakaladık.

166

Kibirlerinden ve inatlarından

dolayı kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: İnsanlardan uzak zelil ve:

'Aşağılık maymunlar olun' dedik.

Rivayet edildiğine göre Yehudiler, bizim emrolunduğumuz Cuma günüyle emrolundukları halde onu terkedip Cumartesiyi seçtiler. Yüce Allah'ın şu sözü bunu ifade eder: ”Cumartesi ibadeti, ancak onda ihtilâf edenlere (farz) kılınmıştı." (Nahl: 124) Böylece onunla imtihan oldular, avlanma kendilerine haram kılınıp o güne saygıyla emrolundular. Balıklar kendilerine Cumartesi günü gelir, çokluğundan dolayı suyun yüzü görülmezdi. Diğer günlerde gelmezlerdi. Bunun üzerine balıkların girmeleri kolay, fakat çıkmaları zor olan havuzlar yaptılar. Cumartesi günü balıkları oraya doğru sürmeye başladılar. Böylece balıklar bu havuzlara giriyor ve artık dışarıya çıkamıyorlar, pazar günü de balıkları oradan alıyorlardı. Bu şekilde devam ettiler, avlandılar, yediler ve sattılar. Hepsi yetmiş bin kişi civarındaydı.

Şehir halkı üç gruptu. Üçte biri yasaklamaya devam etti, üçte biri öğütten usandı ve öğüt verenlere ”niye öğüt veriyorsunuz?" dediler. Diğer üçte biri de yasağı işlemeye başladılar. Onlar bundan vazgeçmeyince, Müslümanlar: ”Biz sizinle oturmayız" dediler ve şehri bir duvarla böldüler. Müslümanların bir kapısı, mütecavizlerin de bir kapısı vardı. Davud (aleyhisselâm) onları lanetledi. Yasaklayanlar bir gün sabah olunca kendi kapılarından çıktılar, işlerini görmek üzere dağıldılar. Mütecavizlerden hiçbir kimse çıkmadı. Dediler ki: ”Belki içki onlara galip geldi." Duvara çıkıp baktıklarında, hayretler içinde gençlerin maymun, yaşlıların da domuz olduklarını gördüler. Kapıyı açıp yanlarına girdiler. Maymunlar insanlardan olan soylarını tanıdılar. Oysa insanlar onları tanımıyorlardı. Bir maymun soydaşına geliyor, elbiselerini kokluyor ve ağlıyordu. Üç gün bekledikten sonra öldüler. Nitekim İbn Abbas, İnsan şeklinden değiştirilip hayvan şekline giren hiçbir kimsenin üç günden fazla yaşamadığını belirtmiştir. Cumhur da bu görüştedir. Mücâhide göre, bunların sadece kalbleri mesnedi İmiş, anlayışları maymun anlayışlarına çevrilmiştir. Mücahid, bu görüşüyle bütün ulemâdan ayrılmaktadır.

Fakir der ki: Kalbin meshi, bütün ümmetlerin asîleri arasında müşterektir. Allah'ın kanunu ise, en çirkin ve çok şiddetli bir şekilde dünya azabını acele kılmaktır. İnsanın güzel suretini, hayvanların en âdisinin suretine çevirmekten daha büyük bir ceza yoktur. Bu suret, çirkin maymun ve domuzların suretidir. Bundan Allah'a sığınırız.

167

Hatırla ey Muhammed!

Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara, yani Yahudilere, aşağılama, cizye verme ve daha başka, çeşit çeşit

azabın en kötüsünü yapacak kimseler göndereceğini ilân etti. Yüce Allah Süleyman (aleyhisselâm)'dan sonra Yehudilere Buhtunnasıri göndermişti. O da yurtlarını harap etmiş, savaşanlarını öldürmüş, kadınlarını ve çocuklarını esir almış ve onlardan geri kalanlara da vergi yüklemişti. O vergiyi mecûsilere veriyorlardı. Sonunda Allah, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gönderdi, o da onlara yapacağını yaptı, sonra vergi yükledi. Sonuna kadar bu vergi yükü devam etti.

Bu âyette, kıyamet gününe kadar Yehudilerin bayrağının yükselmeyeceğine işaret edilmektedir.

Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Dünyada onları cezalandırır.

Ve O, çok bağışlayan, tevbe edip onlardan iman edenler için

çok esirgeyendir.

168

Onları yani Yehudileri

parça parça topluluklar olarak yeryüzüne dağıttık. Onlardan her grubu, haktan yüz çevirip ona sırtlarını dönmelerinin cezası olarak, sonsuza kadar bir araya gelip bir güç oluşturmamaları için yeryüzünün her bir yerine dağıttık.

Onlardan kimi, Mûsa (aleyhisselâm)'nın dinine tabi olan

iyi kimselerdi, kimi de iyi değil! Bu son gruptakiler onların fasık ve kâfirleridir. Yaptıkları kötülüklerden küfür ve günahlardan

belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle, bazan bolluk ve afiyet kapısını; bazan da kıtlık ve zorluklar kapısını kendilerine açmak suretiyle nimet ve sıkıntılarla

imtihan ettik.

169

Onların yani adı geçenlerin

ardından da âyetleri tahrif karşılığında

şu değersiz dünya malını alıp, 'nasıl olsa bağışlanacağız', Allah bizi onunla hesaba çekmez ve ondan vazgeçer

diyerek Kitab'a, yani geçmişlerinin okuduğu ve içindekilere vakıf oldukları Tevrat'a

vâris olan birtakım kötü kimseler geldi ki onlar, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yaşadığı dönemde bulunup, Allah'ın yeryüzüne dağıttığı Yehudilerin ardından gelenlerdir. Burada ifade edilmek istenen şey, onların hükümet işlerinde rüşvet almaları ve sözü, asıl anlamlarının dışına çıkararak tahrif etmeleridir. Ayette geçen ”half aslında mastar olup, sıfat manasında kullanılmıştır. Bu sebeple tekil için de kullanılır, çoğul için de kullanılır. Birinin yerine ondan sonra gelen kimseye halef denir. İbnu'l-A'râbî'nin belirttiğine göre sonradan gelen iyi kimse ise ”halef" kötü kimse ise ”half denir. Dünya metâı, geçici oluşundan dolayı ”araz" olarak isimlendirilmiştir. Bununla onun geçici, yani ârizî olduğu ve yok olup gittiği belirtilmiştir. Âyette geçen ”ednâ", ”dünyâ" manasınadır. ”Dünya" kelimesi ”yakın" anlamında olan ”dünüv" kelimesinden türemiştir. Âhirete yakın olmasından dolayı bu isim verilmiştir.

Onlara ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Yani, hükümlerde rüşvet alırlar ve derler ki: Allah, dünya menfaatinden aldığımız şeyden dolayı bizi hesaba çekmez ve onu affeder. Yani onu almaya devam ederler, ondan tevbe etmezler.

Peki, Kitap'ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine yani Allah'a iftira etmiyeceklerine

dâir onlardan söz alınmamış mıydı ve onlar Kitap'ta olanları yani Tevrat'taki söz konusu ahdi

okumamışlar mıydı? Yani, onlardan Kitab'ın ahdi alındı ve onlar. Kitap'ta olanı okudular.

Elbette âhiret yurdu, günahlardan şirkten, haram yemekten ve Allah'a iftira etmekten

sakınanlar için daha hayırlıdır. Halâ aklınız ermiyor mu? Düşünmüyor musunuz? Öyleyse düşünün ve azaba götürücü âdi şeyleri, ebedî nimetlerle değiştirmeyin.

170

Din işlerinde

Kitab'a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte Biz böyle iyiliğe çalışanların ecrini zayi etmeyiz. Sözde ve amelde onların ecrini veririz.

Mücahid der ki: ”Kir ah'a sımsıkı sarılanlar," kitap ehli içindeki iman edenlerdir. Abdullah ibn Selâm ve arkadaşları gibi. Onlar Mûsa (aleyhisselâm)'nın getirdiği Kitab'a sımsıkı sarıldılar ve onu tahrif etmediler, içindeki gerçekleri saklamadılar ve onu insanların mallarını yemek için kullanmadılar.

Atâ da, bunların Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmeti olduğunu söylemiş: Kitab'ın da Kur'an olduğunu belirtmiştir.

"Namazı dosdoğru kılarlar" cümlesi, genelin zikredilmesinden sonra özeli zikretme kabilindendir. Bu da özelin şeref ve üstünlüğüne dikkat çekmek içindir. Çünkü namazın dosdoğru kılınması, imandan sonra ibadetlerin en büyüğü ve üstünüdür. Diğer sımsıkı sarılacak şeylere nisbetle değerinin yüceliğinden dolayı, özellikle zikredilmiştir.

Bil ki, âhir zamanda en sık meydana gelecek şey. Kur'an'la amelin terkedilmesidir. Mutlu ve iyi insanlardan sonra, dünyanın süslerine gönül veren şakiler gelmiştir.

Hasan-ı Basrî der ki: ”Yetmiş Bedir ashabı gördüm, Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şeyler konusunda. O'nun size haram kıldığı şey hususunda sizden daha fazla dikkatli idiler. Belâya karşı, sizin rahatlığa karşı duyduğunuz sevinçten daha fazla sevinç duyuyorlardı. Bu yüzden eğer onları görseydiniz deli derdiniz. Onlar da sizin en iyilerinizi görseydi, bunların İslâm'dan nasiplerinin olmadığını söylerlerdi. Kötülerinizi gönn üş olsalardı, onların âhiret gününe inanmadıklarına hükmederlerdi. Kendilerine helâl olan bir mal sunulduğunda, kalbi erinin fesada uğrayacağından korktukları için onu terk ederi erdi."

171

Bir zaman da dağı yerinden sökerek

kaldırıp İsrail oğullarının üzerine gölge gibi çektik de, üstlerine düşecek sandılar. Çünkü dağ havada sabit durmaz. Ve onlar, Tevrat'ın hükümlerini kabul etmedikleri takdirde o dağla tehdit ediliyorlardı.

Buradaki dağ, Tur dağıdır. Rivayete göre Mûsa (aleyhisselâm) Tevrat'ı İsrail oğullarına getirip okuduğunda ve onlar da Tevrat'taki zor teklifleri işittiklerinde, onu kabul etmekten ve içindekine boyun eğmekten kaçındılar. Bunun üzerine yüce Allah, dağa emretti, o da kökünden koptu, varıp başları üzerine dikildi. Onlara denildi ki: Ya bu Tevrat'ın içindekileri kabul edersiniz, yoksa bu dağı üzerinize düşüreceğiz. Dağa baktıklarında, içlerindeki herkes başlarının sol tarafı üzerine secdeye kapandı. Düşeceğinden korktuğu için sağ gözüyle de dağa bakıyordu. Bu yüzden bütün Yehudiler sol tarafa secde ederler. Derler ki: ”O öyle bir secdedir ki, bu secdeyle bizden azap kaldırılmıştır." Böylece cebren onu kabul etmişlerdir.

Onlara:

Size verdiğimizi yani Kitab'ı

kuvvetle, ciddi olarak ve zorluklarına katlanarak

tutun ve içinde olanı amel etmekle

hatırlayın, onu unutulmuş bir şey gibi terketmeyin ve onunla amel edin

ki bununla azabımızdan, çirkin işlerden ve kötü huylardan

konmasınız, (dedik).

172

Ey Rasûlüm Muhammed! İsrail oğullarına şunu hatırlat:

Kıyamet gününde her şey açığa çıkınca:

'Biz bundan yani Allah'ın Rubûbiyyetinin vahdaniyetinden ve onun hükümlerinden

habersizdik' ona karşı uyarılmadık

demeyesiniz diye Rabbin, Âdemoğullarından yani, Hazret-i Âdem ve nesilden nesle onun evlâtlarından,

onların bellerinden zürriyetlerini asırdan asra nesillerini

aldı, yani dünyada çoğaldıkları gibi bazısını bazısından çıkardı

ve onları kendilerine yani o zürriyetlerden her birini, kendi kendisine tam Rubûbiyetini bildirmek için

şahit tutarak (dedi ki:) Hiç kimsenin dahli olmaksızın:

'Ben sizin Rabbiniz ve işlerinizin sahibi

değil miyim?' Onlar da: 'Evet, Rabbim iz olduğuna

şahit olduk' yani, kendimize şahit olduk ki sen bizim Rabbimiz ve ilâhımızsın, bizim senden başka Rabbimiz yoktur,

dediler.

Bu bir benzetmedir. Afaki ve enfiisî (objektif ve sübjektif) deliller ortaya koymak, kendilerinde yarattığı kabiliyet dolayısıyla Rubûbiyetini tanımaya muktedir kılınmaları, bir bakıma şahit tutulmaları olarak değerlendirilmiştir. Oysa gerçekten zürriyetlerini bellerinden alma, şahit tutma, soru ve cevap yoktur. Benzetme konusu, çok geniş bir konudur. Kur'an'da, hadislerde ve belâğatçıların sözlerinde sık sık görülür. Nitekim şu âyette de böyle bir benzetme yoluna gidilmiştir: ”Göğe ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek gelin' dedi. İkisi de 'isteyerek geldik' dediler." (Fussilet: 11)

173

Yahut: 'Daha bizim zamanımızdan

önce babalarımız Allah'a ortak koştu, yani, şirki icad etti ve o yolu tuttu,

biz de onlardan sonra gelen yolunu bulamayan, delille istidlale gücü yetmeyen

bir nesildik. Onun için biz de onların izinden gittik. Onlara uyduk.

(Verdikleri sözü) iptal edenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak edecek misin?' demeyesiniz, diye. Yani yoldan saptıran atalarımızın suçlu oldukları açığa çıkmasına rağmen, onların ahdi bozmalarından dolayı bizi hesaba çekerek helak edecek misin? Burada inkarcıların anlatılan mükemmel yetenekleri, onlara özür beyan etme kapısını kapamaktadır.

174

işte böylece, yani anlatılan yüce menfaatlere tabi olmayı isteyen bu beliğ açıklamalarla, kâfirlikten, yani içinde bulundukları bâtıl üzere ısrardan ve babalarını taklitten

dönmeleri için başka değil, adı geçen

âyetleri açıklıyoruz.

Birçok âlim, bir önceki âyette geçen ”söz almanın" gerçek olduğu görüşündedir. Çünkü İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan şöyle rivayet edilir: Allah Âdem'i yarattığında sırtını mesnetti, böylece, kıyamete kadar yaratacağı her insanı ondan çıkardı. Buyurdu ki: ”Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Onlar da: ”Evet, sen bizim Rabbimizsin." O gün nida edildi. Kıyamete kadar olacak şeylerin (mukadderatını yazan) kalemin mürekkebi kurudu."

Rivayet edildiğine göre, kendisine bu âyet-i kerime sorulduğunda Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: Bu âyetin Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorulduğunu işittim. O, şöyle buyurdu: ”Şüphesiz ki Allah Âdem'i yarattı, sonra eliyle sırtını meshetti ve ondan bir neslin çıkmasını istedi. Sonra buyurdu ki: Onları cennet için yarattım. Cennet ehlinin ameliyle amel ederler. Sonra tekrar sırtını meshetti ve ondan bir neslin çıkmasını istedi ve buyurdu ki: Onları da cehennem için yarattım ve onlar cehennem ehlinin ameliyle amel ederler. ”

Eğer: ”Bu durumda söz, onlardan kâfir olanların aleyhinde nasıl delil olur? Onlar, Allah'ın kendilerini Âdem'in sulbünden çıkardığı zamanı hatırlamıyorlar?" diye sorulursa, şöyle deriz: Allah peygamberleri gönderdiğinde onlara bu ahdi haber verdiler. Onlar hatırlamasalar bile, peygamberlerin sözü aleyhlerinde bir delil olmuştur. Çünkü bilirsin ki, bir kimse namazından bir rekât terketse ve bunu unutsa, ardından güvenilir kimseler bunu kendisine hatırlatsa, onların sözü, aleyhinde delil olur.

Ebû's-Sutıd der ki: ”Bunun anlamı şudur: Ey kâfirler! Kıyamet gününde: 'Biz bu ahdden habersizdik, teklif yurdunda bu konuda uyarılmadık, yoksa onun gereğiyle amel ederdik' demenizi istemediğimiz için ahdi ve onun açıklamasını zikretmek suretiyle yapacağımız şeyi yaptık."

175

Ey Rasûlüm Muhammed!

Onlara, yani Yehudilere

kendisine âyetlerimizi verdiğimiz, yani ulûhiyet ve vahdaniyet delillerini öğrettiğimiz ve o delillere vâkıf kıldığımız

fakat onlardan yani o delillerden, derinin koyundan ve yılandan sıyrılıp çıktığı gibi

sıyrılıp çıkan, o yüzden de şeytanın takibine uğrayan ve sonunda azgınlardan, başta doğru yolda olduğu halde sonradan azgınlıkta ileri derecede olan sapıklar zümresinden

olan kimsenin önem taşıyan

haberini oku. Ayette geçen ”riebe"' kelimesi, önemli bir şeyden haber vermektir.

Kendisine âyetler verilen kimse, İsrail oğulları âlimlerinden biri olan Bekam ibn Bâûrâ'dır. Bu adam İsrailoğullarmm âbidlerindendi. Mûsa (aleyhisselâm)'nın gitmek istediği şehirde bulunuyordu. O şehrin halkı kâfirdi ve Bel'am'ın yanında Allah'ın ism-i âzami vardı. Kıralları, Mûsa (aleyhisselâm)'ı o şehirden uzaklaştırmak için Bel'am'dan, ism-i âzami okumasını isteyince Bel'am: ”Onun diniyle benim dinim bir. Bu olacak şey değil. Ben onun aleyhinde nasıl duâ ederim? O Allah'ın peygamberi ve onunla birlikte melekler ve mü'minler vardır. Ben ise, bana verilen ilmin Allah tarafından verildiğini biliyorum. Eğer ben bu dediğinizi yaparsam, dünyamı da, âhiretimi de kaybederim" dedi. Fakat kendisini mallarla ve hediyelerle kandırmaya çalıştılar ve sonunda bunu başardılar.

"Şeytanın takibine uğrayan" cümlesiyle, şeytanın onu saptırmak için hep peşinde koştuğunu gösterir. Sonunda Allah'ın âyetlerinden sıyrılıp çıkınca şeytan ona yanaşmıştır.

176

Yükseltmeyi

dileseydik elbette onu ulemâdan ebrârın derecelerine

âyetlerle yani o âyetler ve onlara sımsıkı sarılması sebebiyle

yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı. Dünyaya meyletti

ve dünyayı tercih etmede

hevesinin peşine düştü de alçaldıkça alçaldı, esfel-i sâfiline düştü. Yüce Allah, onun bu haline şöyle işaret etti:

Onun durumu tıpkı yani, rezalet ve adiliği temsil eden sıfatı,

şu köpeğin durumuna benzer: İşte o köpek:

Eğer üstüne varsan, dilini çıkarıp solur, bıraksan da dilini sarkıtıp solur. Köpek, ister azarlamak ve kovmak için üzerine varılsın, ister terkedilip kendisine ilişilmesin, hep solur. Çünkü köpekte öyle bir yaratılış vardır ki, diğer hayvanların aksine, kalbinin zayıflığı ve yüreğinin yetmemesi yüzünden, kolayca sıcak havayı çıkarmaya ve soğuk havayı almaya gücü yetmez. Oysa diğer hayvanlar şiddetli soluğa ihtiyaç duymaz. Yorgunluk ve bitkinliğin dışında onlara sıkıntı ve daralma gelmez. Nasıl ki köpek devamlı soluk alma ve sıkışık durumda ise, kâfir de aynı bunun gibidir. Onu azarlasan da, öğüt versen de, ne azardan anlar, ne de öğüt dinler. Kendi başına bıraktığında da ne yolunu düzeltir, ne de aklını kullanır. O, rezillik ve alçaklıkta sonu bulunmayan şeye doğru gider gelir.

Dünya sevgisine ve onun uğursuzluğuna bak ki, özellikle âlimlerin başına neler getiriyor. Nimet ancak onun değerini bilmeyenden çekip alınır. O, nimetinin şükrünü eda etmeyen bir nankördür. Nitekim köpek, ihanetle ikramı, yücelikle alçaklığı birbirinden ayırıp tanımaz. İstersen kendi yanında onu koltuğa oturt, istersen toprak ve pislik üzerinde olsun, onun gözünde bütün ikram, tadacağı birtakım kırıntılar, yahut önüne atılan sofra artıklarından ibarettir. Kötü kul da böyledir. İkramın değerini bilmez, nimetin hakkını tanımaz. Böylece lütuf ve kerem libâsından sıyrılıp çıkar, kalır ve mekr libâsını giyer.

İşte bu kötü durum,

âyetlerimizi yalanlayan kavmin yani Yehudilerin -

durumu budur. Nasıl ki Belanı, kendisine âyetler verildikten sonra onlardan sıyrılıp çıkmış, dünyaya meyletmiş ve sonunda köpekleşmişse, ya-İmdiler de kendilerine Tevrat verildikten sonra. Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) hakkındaki itikat ettikleri şeylerden sıyrılıp çıktılar. Onu yalanladılar ve ismini tahrif ettiler.

Bu kıssayı anlat, umulur ki düşünürler, ibret alırlar.

177

Âyetlerimiz üzerine ve âyetlerle onlar üzerine delil getirildikten sonra

âyetlerimizi yalanlayan ve yalanlamakla ancak

kendilerine zulmetmekte olan kavmin durumu ne kötüdür! Çünkü o zulmün vebali kendilerinden başkasına geçmez. İşte böyle bir kavmin vasfı çok çirkindir. Bu kötülük, bizzat ”durum ”a değil, sadece fiillerine racidir. Sanki Allah şöyle buyuruyor: Onlara çirkin bir nitelik kazandıran fiilleri ne kötüdür! ”Durum"a gelince o, Allah tarafından bir hükümdür ve doğrudur.

178

Allah kimi hidâyete erdirirse, kimin içinde hidâyete erecek bir ışık meydana getirirse,

doğru yolu bulan odur. Kim olursa olsun ondan başkası değildir. İbret alma ve düşünme, hidâyete ermenin meydana gelişinde sâdece normal vesileler kabilindendir.

Kimi de içinde hidâyete ermek için bir yetenek vermemesi, aksine seçimini o yönde yaptığı için, Allah’ın onun hakkında sapıklığı yaratması sebebiyle

saptınrsa, işte onlar ziyana uğrayanlardır. Başka konuda değil, ziyanda kemâle ulaşanlardır. Kime inayet ve hidâyet yetişirse, yüce mertebelerden, aşağı tabakalara inmez. Allah kimi yalnız bırakır, böylece hevâsına uyar, hevâsı da onu Allah yolundan saptırırsa, işte onlar, bu nurun kendilerine ulaşmadığı ve isabet etmediği kimselerdir. Böylece sapıklık ve ziyan içine düşmüşlerdir.

Süfyan-ı Sevrî sanki bir geminin içinde olup batmaktan korkar bir vaziyette: ”Allah'ım kurtar, kurtar" derdi.

Yakub (aleyhisselâm)'a müjdeci geldiğinde, ona: ”Onu (Yusuf aleyhisselâm’ı) hangi din üzere bıraktın?" diye sordu. O: ”İslâm dini üzerine" dedi. Bunun üzerine: ”Şimdi nimet tamamlandı. Allah katında şükür hususunda kulun şöyle demesinden daha güzel söz yoktur: Hamd bize nimet veren ve İslâm'a hidâyet eden Allah'a mahsustur" dedi.

Şükürden gafletten; sende bulunan marifet, başarı ve günah işlememe gibi şeylerden dolayı gururlanmaktan sakın! Çünkü bunlarla beraber emniyet ve gafletin yeri yoktur ve işler, sonuçlarına göre değerlendirilir. Kıymetli bir mücevheri olan kimsenin bunu bin dinara satması mümkünken, kalkıp da bir i'ülüse satması büyük bir ziyan ve aldanma olması yanında, aynı zamanda aklın zayıflığına ve gaflete apaçık bir delildir. O halde uyan ki, âhiretin zayi olmasın! Gözünü aç, çünkü iş çok önemli, ömür kısa, her şeyi kontrol eden ise, bütün ayrıntıları görücüdür.

179

Yemin olsun, Biz cin ve insandan, Allah'ın ilini hakkında küfür üzerine ısrar eden

birçoğunu cehenneme girmek ve orada azab etmek

için yarattık. Cehennem âhirette Allah'ın bir hapishânesidir. Çok derin olduğu için cehennem ismini almıştır. Cinler, lâtif cisimler olup, çeşitli şekillere girmeye güçleri yeter. Akıl ve idrakleri vardır. Zor işleri başarabilirler. İnsanlardan ayrıdırlar. Gözden gizlenmeleri ve saklanmalarından ötürü bu ismi almışlardır.

Âyette geçen ”ins" ise insan demektir. Bir şeyi gördü anlamında kullanılan ”ânese" kelimesinden türemiştir.

Burada, sayılarının çokluğu ve yaratılış bakımından önce olmaları sebebiyle ”cin", ”insan'dan önce zikredilmiştir. Aynı zamanda ”ins" kelimesi şeddesiz ”nun" ve söylenmesi hafif olan ”sin" harfleriyle yazıldığı ve böylece söylenmesi kolay olduğu için daha sonraya alınmıştır. Çünkü söylenişteki rahatlıktan dolayı, ağır kelimeden sonra gelmesi daha iyidir. Cinlerin özellikle bu şeriat le amel ettiklerinde ve peygamberlerimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in insan ve cinlere gönderildiğinde icmâ vardır. Şüphesiz ki onlar, bu ümmet içinde de mükkellef oldukları gibi, geçmiş ümmetler için de mükellef idiler. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurur: ”İşte onlar, kendilerinden önce gelmiş geçmiş insan ve cinden ümmetlerle beraber azabı hak eden kimselerdir. Şüphesiz onlar, hüsrana uğrayanlardır." (Ahkâf: 18)

Onların kalbleri vardır, ama onlarla gerçeği kavramazlar. Çünkü onları gerçeği tanımaya ve gerçeğin delillerine bakmaya, yöneltmezler. Kalp ayna gibi olup inkâr ve gafletten dolayı paslanır. Cilası ise iman esaslarını tasdik ve tevbedir.

Gözleri vardır, ama onlarla görmezler. Allah'ın yarattığı şeylere ibret gözüyle bakmazlar.

Kulakları vardır, fakat onlarla âyetleri ve öğütleri

işitmezler. İşte onlar, yani bu nitelikte olanlar, gerçeği kavramamada, ibret gözüyle bakmamada

hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. Burada geçen ”hatta" anlamındaki ”bel" edatı, iptal için değil, bir hükümden diğer hükme geçişi bildirmek içindir. Dolayısıyla onlar hayvan olmaktan da öte, yol bakımından daha da sapıktırlar. Çünkü hayvanlar, menfaat ve zararları idrak eder, menfaatları elde etmek veya zararları uzaklaştırmakta büyük çaba harcarlar. Bu tür insanlar ise böyle değildir. Ayrıca bu konuda, hayvanların sahiplerini tanıdığı ve itaat için böyle nitelendirildikleri de söylenmiştir.

Onlar âhiret işinden, orada âsiler için hazırlanan şeyden

gaflete düşenlerin tâ kendileridir.

İnsanda hem ruhanî yön, hem de cisınanî yön vardır. Ona akıl ve şehvet verilmiştir. Eğer aklı hevâsına üstün gelirse, meleklerden üstün; nefis ve hevâsına mağlûp olursa hayvanlardan daha alçak ve aşağı olur.

180

En güzel en yüce

isimler Allah'ındır. Çünkü bu isimler, en güzel ve en şerefli mânâlara işaret ederler.

O halde O'na o güzel isimlerle duâ edin. O isimlerle isimlendirin ve O'nu onlarla anın. Bu isimlerden murat, çeşitli mânâlara işaret eden lâfızlardır. Burada ismin, isimlendirilenden ayrı olduğuna işaret vardır. Eğer isim, onunla isimlendirilenin kendisi olsaydı, isimler sayısınca isimlendirilen kimse olurdu ki, bu da imkânsız bir şeydir. Nitekim Gazzali de: ”Şüphesiz isim, isimlendirilenden başkadır. Çünkü bu isimler müteradif olmayan birbirinden ayrı isimlerdir" demiştir.

Hadiste de şöyle buyurmuştur: ”Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Kim onu sayarsa cennete girer. ”(37)

O, kendinden başka ilâh olmayan Allah'tır. O,

Rahmân, Rahîm, Melik, Kuddûs, Selâm, Mu’min, Müheymin, Azîz, Cebbâr, Mütekebbir, Hâlık, Bâri', Mûsavvir, Gaffâr, Kahhâr. Vehhâb, Rezzâk, Fettâh, Alîm, Kâbıd, Bâsıt, Hâfıd, Rafi', Muizz, Müzill, Semi', Basîr, Hakem, Adl, Lâtîf, Habîr, Halîm, Azîm, Gafûr, Şekûr, Aliyy, Kebîr, Hafîz, Mııkît, Hasîb, Celîl, Kerîm, Rakîb, Mucîb, Vâsi', Hakîm, Vedûd, Mecîd, Bâis, Şehîd, Hakk, Vekîl, Kaviyy, Metîn, Veliyy, Hamîd, Muhsî, Mübdi', Muîd, Muhyî, Mümît, Hayy, Kayyûm, Vâcid, Mâcid, Vâhid, Samed, Kadîr, Muktedir, Mukaddim, Muahhir, Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın, Vâlî, Müteâlî, Berr, Tevvâb, Müntakım, Afüvv, Raûf, Mâlikü'l-Mülk, Zü'l-Celâli vel-İkrâm, Muksıt, Câmi', Ganiyy, Muğnî, Mâni', Dârr, Nâfi', Nûr, Hâdî, Bedi', Bâki’, Vâris, Reşîd, Sabûr'dur.

Eski âlimler söze şöyle başlamayı güzel görürler ve: ”Allah'ım senden isteriz Yâ Rahman, Yâ Rahmi..." diyerek bütün isimleri nida harfiyle söylerler, hepsinin sonunda da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve âlini mağfiret etmeni ve beni rızıklandırmanı..." diye duâ ederlerdi.

O'nun isimleri hakkında eğriliğe sapanları bırakın. Doğru yoldan sapmak ”ilhad"aıv. Burada mana, ”Allah'ın isimleri konusunda haktan sapıp bâtıla meyledenleri bırakın" şeklinde olur.

Rivayete göre, sahabeden birisi, namazında ”Allah" ve ”Rahman" isimleriyle duâ etti. Müşriklerden birisi dedi ki: ”Muhammed ve arkadaşları bir olan Rabb'e ibadet ettiklerini iddia etmiyorlar mı? Bu adama ne oluyor ki, iki Rabba duâ ediyor?" Bunun üzerine yüce Allah şu âyeti indirdi: ”De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin..." (İsrâ: 110) Çünkü ismin çokluğu onlarla isimlendirilenin çokluğunu gerektirmez.

Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır. Onların başına gelen şeyin sizin başınıza gelmemesi için, ilhaddan kaçının. Çünkü onlara, ilhadlarının cezası mutlaka isabet edecektir.

181

Yarattıklarımızın bazılann

dan, dâima hak ile doğru yolu gösteren Hakkı konuşmak suretiyle insanları doğruya ulaştıran ve onlara istikameti gösteren

ve onunla yani hak ile

âdil davranan aralarında geçen hükümlerde hak ile hükmeden ve zulme sapmayan

bir ümmet yani bir çok millet ve kabile

vardır.

Şüphesiz hak ehli neye kavuşmuşsa, kendi içlerinde doğru yolda ve adalet üzere olduktan sonra, insanlara da doğruyu göstermelerinden, halk arasında âdil davranmalarından dolayı kavuşmuşlardır.

Abdullah ibn Mübarek ticaretle uğraşır ve: ”Beş kişi olmasaydı ticaretle uğraşmazdım. İki Süfyan, Fudayl, İbn-Semmâk ve İbn Uleyye" derdi. Bu vesileyle onları ziyaret ederdi. Aradan bir yıl geçtikten sonra ona, İbn Uleyye'-nin kadı olduğu söylendi. Bunun üzerine onu, ziyaret etmekten vazgeçti. İbn Uleyye kendisine geldiğinde başını kaldırıp da bakmadı. Sonra İbn Mübarek şöyle bir şiir yazdı:

Ey ilmi kendisine tazı yapıp, Fakirlerin mallarını avlanan!

Dini yok eden bir hileyle.

Dünya ve dünya menfaati için hileyi kullandın.

Delilere deva olduktan sonra Dünya yüzünden deli oldun.

Sultanların kapılarını ter ket nie hususunda

Heri sürdüğün rivayetler nerede?

Eğer ”bunu söylemeye zorlandım" dersen, Bu bâtıldır, ilmin eşeği çamura şimdi battı.

İsmail ibn Uleyye beyitleri okuyunca doğruca Haran Reşid'e gitti, kendisini kadılıktan affetmesini istedi, o da kabul etti.

182

Hakkın ölçüsü olan

âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden ceza ve azab mertebelerinin en sonuna ulaşması için

yavaş yavaş helake tehlike basamaklarına

yaklaştıracağız. Onlar onu Allah'tan bir ikram zannedecekler. Böylece istidrac, aslında bir şeyi yukarıdan aşağıya nakletmektir. Kendilerine azab hükmü gerçekleşinceye kadar şımarıklıkları ve taşkınlığa dalmaları artacaktır.

183

Onlara mühlet veririm. Cezalarını erteler, hesaba çekme konusunda acele etmem.

Çünkü Benim tuzağım yani önce mühlet verip sonra yakalamam

çetindir. Çok şiddetlidir. Burada ”tuzak" anlamına gelen ”keyd", görünüşte ihsan, ama gerçekte yalnızlık ve terkedilmişliği ifade eder. Buna ”keyd" denilmesinin kendilerine isabet eden şeyin, bilmedikeri bir yerden gelmesi dolayısıyla olduğu da söylenmiştir. Ayrıca ”keyd", gizlice yakalamak anlamına da gelir.

Sehl bu âyetin mânasında der ki: ”Onlara bol nimetler verir, şükrünü unuttururuz. Nimete meyledip, onu verenden uzak kaldıkları zaman ansızın yakalanıverirler."

Şeyh der ki: ”İstidrac, Fitne korkusu olmaksızın ihsanın peşi peşine gelmesidir."

"Yüce Allah'ın dünyada âsilere mühlet vermesindeki hikmet nedir?" diye sorulursa, derim ki: Bunun hikmeti, Allah yanında af ve ihsanın, ansızın yakalama ve intikamdan daha sevimli olduğunu kulların görmesidir. Ayrıca bununla insanlar, O'nun şefkati, iyiliği, keremi ve rahmetinin gazabının önünde olduğunu göreceklerdir.

184

Düşünmediler mi ki, arkadaşlarında yani Hazret-i Muhammed'de

delilikten hiçbirşey yoktur? Buradaki soru hemzesi inkâr, taaccüb ve kınamak içindir. Ondan sonraki ”vav" da mukadder olan bir şeye cümleyi atfetmek içindir. Buna göre mânâ şöyle olur: Onlar âyetlerimizi yalanladılar ve arkadaşlarında delilikten hiçbir şey olmadığını düşünmediler mi ki bu düşünceleri kendilerini Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğuna götürsün ve ona iman etsinler. Burada Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ta delilikten hiçbir eser olmadığının belirtilmesi, inkarcıların alçakça iftiralarına karşı bir cevaptır.

O, (sallallahü aleyhi ve sellem)

sadece apaçık bir uyarıcıdır.

185

Göklerin ve yerin melekûtuna, hükümranlığına: mülkün büyüklüğü ve kudretin kemali açısından göklerin ve yerin işaret ettiği şeye

Allah'ın yarattığı, sayısını belirlemenin mümkün olmadığı cinslerden büyük küçük

her hangi bir şeye ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine düşünce ve istidlal gözüyle

bakmadılar mı? Allah'ın yeri ve gökleri boşa yaratmadığını ve kullarını da başı boş bırakmadığını anlamak için bütün bunlara bakmadılar mı? Buradaki soru onların bütün bu sayılan şeylere ibret gözüyle bakmadıklarını gösterir. Buradaki ”melekût"', büyüklük ve genişlikte benzeri olmayan mülk demektir. Varlıklardan herbiri, düşünce, ibret merkezi; yaratıcıya ve O'nun vahdaniyetine götüren delillerin bulunduğu yerdir. Nitekim şiirde şöyle denilmiştir:

Her şeyde bir delil vardır zahir, Ne şüphe elbette O birdir bir!

Buradaki ”ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bakmadılar mı?" ifadesinin anlamı şöyledir: Ecellerinin yaklaşmış olabileceği konusunda dikkat etmediler mi? Belki de çok yakında ölürler. Öyleyse hakkı istemek ölüm gelmeden ve azap inmeden önce kendilerini kurtaracak şeye yönelmek konusunda niçin acele etmiyorlar? Bu konularda neden böylesine hissiz davranıyorlar?

O halde bundan yani Kurandan

sonra, ona inanmadıkları zaman

hangi söze inanacaklar? Halbuki o, beyanda sondur. Ondan sonra inecek bir kitap ve gönderilecek bir peygamber yoktur.

186

Allah kimi saptırırsa, yani Allah kimi dalâlet içinde bırakırsa, hiç kimsenin onu imana eriştirmeye gücü yetmez ve

artık onun için yol gösteren yoktur. Ve onları azgınlıkları, küfürlerinde ve haddi aşan davranışları

içinde şaşkın ve mütereddid

olarak bırakır.

Ayette, düşünmeye teşvik ve akıllı bir kimsenin, mucizeleri bir tarafa, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ahlâkı ve yaşayışı hakkında, vehim, hayal ve taklit âfetlerinden uzak bir akılla düşündüğü takdirde onun doğruluğuna ve çağırdığı şeyin hak olduğuna, kendisinin ancak bu düşünce sebebiyle kurtulacağı hususuna işaret vardır. Nitekim Allahü teâlâ cehennem ehlinin halini şöyle haber vermektedir: ”Ve: 'Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şimdi şu alevli cehennemin mahkûmları arasında olmazdık' derler." (Mülk: 10)

187

Sana kıyamet saatinden, onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. Burada ”kıyamet saati" anlamını verdiğimiz ”saat" kelimesi, kıyametin kopuş vakti anlamında kullanılan bir isimdir. Kıyametin ”saat" olarak ifade edilmesi, ansızın meydana gelmesinden, ya da onda vukubulacak hesabın kısa bir anda tamamlanıp sonuçianmasındandır. ”Saat"ın aslı, insanların kabirlerinden kalkma anıdır. Çok kullanıldığı için, belirgin hale gelmiş ve izafetten müstağni olmuştur. Ayette geçen ”eyyâne" kelimesi zarf-ı zaman olup soru anlamı içermektedir.

Rivayet edildiğine göre Yehudilerden bir grup: ”Ey Muhammed! Eğer sen peygambersen, bize kıyametten haber ver?" dediler. Bu, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)i: Bir tür imtihan etmekti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

De ki: 'Onun ilmi, yani ne zaman gelip çatacağı konusundaki bilgi

ancak Rabbimin katındadır. Özellikle onun bilgisini kendine ayırdı. Ne bir mukarreb meleğe, ne de bir gönderilen peygambere onu bildirmedi.

Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. Yüce Allah, onun meydana gelme vaktini, ortaya çıkıncaya kadar devamlı olarak başkasından gizli tutar. Allah, mükelleflerin bütün vakitlerde tevbe ve ibâdete koşması için kıyametin ne zaman kopacağını insanlardan gizli tutmuştur. Çünkü, eğer kıyamet saati bilinmiş olsaydı, insanlar devamlı tedbirli olmazlar, ona karşı tedbirde kusur ederdi. Nitekim, Kadir gecesi de gizli tutulmuştur. Böylece mükellefin, bütün Ramazan ayı gecelerinde ibâdetle meşgul olması sağlanmıştır.

O, göklere de yere de ağır gelmiştir. Kıyametin kopması, gökteki meleklere ve yerdeki insan ve cinlere zor gelmiştir. Bu zorluğun, göklere ve yere ağır gelmesi, onun dehşet ve şiddetinden korktukları içindir.

O size haberiniz yokken

ansızın gelecektir.' Biri sürüsünü sularken, biri havuzunu tamir ederken, biri terazisini indirip kaldırırken, biri de ağzına lokmayı götürüp henüz ağzına koymadan kopacaktır.

Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. Yani senin durumunu kendi yanlarında onu çok iyi bilen birinin durumuna benzeterek sana soruyorlar.

De ki: 'Onun bilgisi ancak Allah'ın katındadır. Bunun tekrarlanmasından amaç, bütün bilgileri Allah'a havale etmek içindir. Bu durumda tekrar; pekiştirmek ve cehaletlerini göstermekten ibarettir.

Ama insanların çoğu, onun ilminin Allah'a mahsus olduğunu

bilmezler.' O bakımdan onu bazısı inkâr eder, bazısı da onu bilmenin peygamberliğin gereklerinden olduğunu iddia eder. Böylece o hususta soru sormayı senin peygamberliğini ayıplamaya bir vesile edinirler.

188

De ki: 'Ben, Allah'ın dilediğinden, bir şeye sahip olup da beni ona muktedir ve güç yetirir kılmasından

başka kendime herhangi bir fayda sağlayacak

veya zarar verecek ve onu uzaklaştıracak

güce sahip değilim. Kendisine nelerin fayda, nelerin zarar vereceğini bilemeyen kimse, kıyametin ne zaman kopacağını nasıl bilebilir?

Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim. Çok mal ve menfaat edinmeye çalışırdım

ve bana düşmanın tuzağı, fakirlik, zarar ve daha başka şeyler türünden

hiçbir kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim.' Ben sadece uyarma ve müjdeleme için gönderilmiş bir kulum. Benim durumum, dinî ve dünyevî ilimler açısından uyarına ve müjdelemeyle alâkalıdır. Yoksa gayb üzerinde durmak değildir. Benim uyarıcı ve müjdeci olma özelliğim, inananlar için geçerlidir. Çünkü onlar müjdeden faydalandıkları gibi, uyarmadan da faydalanırlar.

Âyet, dünyanın müddetini bilme iddiasında olan kimsenin sözünün bâtıl olduğuna işaret etmektedir. Bazılan dünyanın ömrünün yedi bin yıl olduğunu söylerler. Eğer öyle olsaydı, kıyametin kopma anı bilinirdi. Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şehâdet parmağı ile orta parmağına işaret ederek: ”Benim peygamberliğimle kıyametin kopması şu ikisi gibidir" sözüne gelince, bunun manâsı vaktin yakınlığıdır, yoksa sınırlandırılması değildir. Nitekim yüce Allah'ın: ”Şüphesiz onun alâmetleri belirmiştir" (Muhammed: 18) buyruğu da böyledir.

189

Hiç bir şekilde başkasının rolü olmaksızın tek başına

sizin hepinizi

bir tek nefisden yani Âdem'den

yaratan, gönlü ısınsın diye ondan da yani o bir tek nefis cinsinden veya onun cesedinden de

eşini, Havva'yı

yaratan O'dur.

Bir diğer rivayete göre yüce Allah Havva'yı Âdem (aleyhisselâm)'in kaburga kemiklerinin birinden yaratmıştır.

Birinci anlam daha uygundur. Çünkü gelecek gayeye ulaştıran cinsiyettir, cüz'iyyet değildir.

Eşini sarıp örtünce, yani onunla birleşince, işin başlarında

eşi hafif bir yük yüklendi. Yani hamile kaldı. Çünkü nutfe veya alâka halindeyken hamilelik, daha sonraki merhalelere nisbetle kendisi için daha hafiftir. İnsanın karnındaki veya ağacın başındaki ağırlığa (yüke) ”hami"; insanın veya hayvanın sırtındaki ağırlığa yani yüke de ”hıml" denir. Âyette geçen ”teğaşşâ" kelimesi örtmek anlamına olup burada cinsi münasebetten kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü erkek cinsî münasebet esnasında kadının üstüne abanıp onu örter.

Onu bir müddet taşıdı. Havva, oturup kalkarak, alıp bırakarak önceden olduğu gibi onunla bir müddet gitti geldi. Karnındaki çocuğun büyümesiyle

hamileliği ağırlaşınca, duâ ancak kendisine has olan, her ikisinin işlerinin sahibi

Rableri Allah'a: 'Yemin olsun, bize azası düzgün veya din konusunda

kusursuz bir çocuk verirsen muhakkak bu yenilenen nimete karşı

şükredenkrden olacağız' diye duâ ettiler.

190

Fakat Allah onlara yani Âdem ile Havva'nın müşrik çocuklarına eli ayağı düzgün

kusursuz bir çocuk verince, bu anne ile baba

kendilerine verdiği bu çocuk hakkında çocuklarını ”Abdü'l-Uzzâ", ”Abdümenâf ' ve benzeri şeylerle isimlendirmekle

Allah'a ortak koştular.

Daha açığı, Ebus-Suud'un teshilidir. O, 'Allah onlara kusursuz bir çocuk verince" âyetinin tefsirinde şöyle demiştir: ”Âdem ile Havva'nın asaleten ve nesilden nesile üreyen çocuk ve çocuğun çocuğundan istedikleri şeyi verince, çocuklarına verdiği çocuklar hakkında, Allah'a ortak koştular."

Bu sözde, muzatîn hazfedilip muzafünileyhin onun yerine konması vardır. Yoksa Âdem ile Havva'nın şirke nisbet edilmesi gerekir. Onlarsa bundan ittifakla uzaktır. Adı geçen hazfe Allahü teâlâ 'nın

Allah ise onların ortak koştuğu şeyden yücedir âyetindeki çoğul sığası işaret etmektedir. Yani, onların çocuklarını adı geçen şekilde isimlendirmelerinden yücedir. Eğer âyette Âdem ile Havva kasdedilseydi tesniye (ikil) kipi kullanılırdı.

191

Kendileri yaratıldığı yaratılmış birer varlık oldukları

hakle hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları yani putları

(Allah'a) ortak mı koşuyorlar?

192

Halbuki putlar gerek bir menfaat sağlama, gerekse bir zararı uzaklaştırma bakımından

ne onlara yani, zor durumda kaldıklarından kendilerine tapanlara her hangi

bir yardım edebilirler, ne de kendilerine bir yardımları olur ki, başlarına gelen herhangi bir durumda kendilerini savunsunlar. Nitekim birisi o putları kırmak veya pislik bulaştırmak istese, kendilerini savunamazlar. Kaldı ki, putların ağızlarına yiyecek ve süt bulaştınrlar ve sinekler onların üzerine toplanırdı da, putlar yine de onları kentlilerinden uzaklaştıramazdı.

193

Ey müşrikler!

Doğru yolu göstermeleri için onlara yani putlara

dua etseniz, size icabet etmezler. Bu yüzden istediğiniz şeyi elde edemezsiniz. Onlar. Allah'ın icabet ettiği gibi, sizin dualarınıza icabet etmezler. Çünkü ey müşrikler,

onlara duâ etseniz de etmeyip

sııssanız da sizin için birdir. Yani, onları çağırmakla susup hiç sesinizi çıkarmamanız arasında bir fark yoktur. Çünkü her iki durumda da, cansız oldukları için onlarda bir değişiklik veya etkilenme söz konusu olmaz.

194

Ey kâfirler!

Allah'tan başka taptıklarınız da putlar ve kendilerini tanrı diye isimlendirdikleriniz de

sizler gibi kullardır. Allah'ın kulu, O'nun emrine amade, fayda ve zarar vermekten âciz olmaları açısından size benzerler. Burada putlar da ”kullar" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü müşrikler onları insan suretinde tasvir ediyorlardı. Onların ilâhlığı konusundaki iddianızda ve sizin âciz kaldığınız şeylere onların gücünün yettiği şeklindeki zannınızda

eğer doğru iseniz, bir faydayı elde etme ve zararı uzaklaştırma için

onları çağırın da size cevap versinler bakalım.

195

Onların yani, putların

yürüyecek ayakları mı var ki size icabet etmeleri mümkün olsun? Ayakların zaten yürüme organları olduğu halde ”yürüyecek ayakları" şeklinde belirtilmesi, ayakların ayak olabilmesi için yürüme özelliğine sahip olması gerektiğini bildirmek içindir. Dolayısıyla o putların, ayakları olsa bile, bunlar kesinlikle yürümeye yaramazlar.

Yoksa tutacak ve istediklerini alacak

elleri mi var, yahut görecekleri gözleri mi var, ya da işitecekleri kulakları mı var? Burada ”tutacak eller", ”yürüyecek ayaklar'dan sonraya alınmıştır. Çünkü ”yürümek", yürüyenin kendisiyle ilgili bir fiil olduğu halde, ”tutmak" aynı zamanda başkasını da ilgilendiren bir fiildir. Aynı zamanda bu ”tutmak" fiili de ”görmek" fiilinden önceye alınmıştır. Bu da, ellerle ayaklar arasındaki karşılaştırmaya uygun olması içindir, ”Gözler'in ”kulaklar'a takdimi ise, gözlerin kulaklardan daha meşhur ve sanat bakımından daha açık olmasındandır.

Sonra kâfirler ilanlarıyla Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'i şöyle diyerek korkutmaya çalışıyorlardı: ”Bazı ilâhlarımızın sana kötülük yapmasından korkuyoruz." Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu:

De ki: Ey müşrikler!

'Ortaklarınızı çağırın, bana düşmanlıkta onlardan yardım isteyin,

sonra bana istediğiniz tuzağı kurun siz ve ortaklarınız gücünüz yettiğince tuzak kurun ve zarar vermeye çalışın

ve elinizden geliyorsa

bana göz bile açtırmayın!' Bir an bile mühlet vermeyin. Çünkü ben, Allah'ın yardım ve korumasına olan bağlılığımdan dolayı size aldırış etmem.

196

Şüphesiz ki, benim velîm benim yardım ve korumamı üstlenen

kitabı yani Kuran

indiren, onu bana vahyetme ikramında bulunan

Allah'tır. Ve aynı zamanda

O, bütün sâlih kullarına, peygamberleri şöyle dursun kulları içindeki salih amel işleyen kimselere

sahip çıkar. Onları yalnız başlarına ve yardımsız bırakmaz.

197

Ey putlara tapanlar!

O'ndan, yani Allah'tan

başka taptıklarınız ise herhangi bir hususta

ne size yardıma güçleri yeter, ne de başlarına bir musibet geldiği zaman

kendilerine yardım edebilirler. Daha önce geçen ”Allah'tan başka taptıklarınız" (A'raf: 194) âyeti, puta tapanları kınamak içindi. Burada geçen ”O'ndan başka taptıklarınız" ifadesi ise, onlara aldırış etmemek gerektiğini belirtmek için zikredilmiştir. Dolayısıyla herhangi bir tekrar sözkonusu değildir.

198

Doğru yolu göstermeleri için onlara yani putlara,

dûa etseniz, sizi tuzak ve benzeri şeylerden kurtarmalarını isteseniz yardım ve imdat bir tarafa, çağrınızı bile

işitmezler. Ey gözüyle gören!

Onların yani putların

sana baktıklarını, sana bakar gibi olduklarını

sanırsın. Çünkü onlar putlarına parıl parıl, ışık veren değerli taşlardan gözler yapmışlardır. Öyle ki gözlerini oraya buraya çevirerek bir şeye bakar gibi yapmışlardır.

Oysa onlar görmezler. Onların görmeye güç yetirdiklerini düşünmek imkansızdır. Bu, işitmekten âciz olduklarını açıkladıktan sonra görmekten de âciz olduklarını belirtmektir. Bu âyetin anlamıyla ilgili olarak şöyle de denmiştir: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Müşriklerin sana gözleriyle baktıklarını görürsün. Halbuki onlar, basiretleriyle seni, bulunduğun hal üzerinde göremezler. Tevhide ve risaletin doğruluğuna inanmadıkça, seni gerçek anlamda tanıyamazlar."

Rivayete göre Sultan Mahmut Gazi, ziyaret için Hasan el-Harkanî'nin yanına girer, bir müddet oturduktan sonra: ”Ey şeyh! Ebû Yezid el-Bestâmî hakkında ne dersin?" diye sorar. Şeyh der ki: ”O öyle bir kişidir ki, onu gören hidâyete erer, gizlenmeyecek bir saadete ulaşır." Bunun üzerine Sultan Mahmud şöyle der: ”Bu nasıl olur? Halbuki Ebû Cehil Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gördü ama, saadete ulaşmadığı gibi şekavetten de kurtulamadı." Bunun üzerine Şeyh şöyle der: ”Şüphesiz ki Ebû Cehil Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görmedi. O sâdece Muhammed b. Abdullah'ı, Ebû Tâlib'in yetimini gördü. Eğer Resulüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görseydi, elbette şekavetten çıkıp, saadete girerdi." Sonra şeyh şöyle devanı etti: ”Bunu doğrulayan şey Allah'ın şu kelâmıdır: ”Onların sana baktıklarını sanırsın. Oysa onlar görmezler."

Sonra rü'yet (görme) uyanıklık ve uyku içinde olanı içine alır. Gerçek rüya, uykuda bir melek tarafından gösterilendir. Çünkü yüce Allah hikmet ve ibretli sözlerle bilinen bir meleği rüyaya vekil kılmıştır. Allah onu, Âdemoğlunun kıssalarına muttali kılmıştır. O, her kıssa için bir örnek ortaya koyar. Kişi uyuduğu zaman, hikmet tarzında o şeyler kendisine gösterilir. Bu onun için bir müjdeci, ya da korkutucu veya insanların yaptıkları işleri bilerek yapmaları için bir azarlama olur.

Şunu da bil ki, şeytan ne rüyada ne de uyanık iken peygamberlerin şeklinde görünemezler. Hakkın batıla karışmaması için bütün peygamberler bundan korunmuştur.

199

Ey Rasûlüm Muhammed!

Sen affı kolaylık yolunu

tut.

Rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail'e: ”Af nedir?" diye sormuş, o da: ”Bilmiyorum! İzzet sahibi Rabbime sorayım" demiş sonra dönerek: ”Ey Muhammed! Şüphesiz Rabbin, sana vermiyene vermeni, seninle ilişkiyi keseni ziyaret etmeni ve sana zulmedeni affetmeni emretti" demiştir.

Said ibn Hişâm der ki: ”Aişe (radıyallahü anh)'nin yanına girdim ve ona Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in ahlâkından sordum. Bana: 'Sen Kur'an okumaz mısın?' diye sordu. Ben: 'Evet okurum' dedim. Bunun üzerine: 'Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ahlâkı Kuran idi.' dedi."

Yüce Allah, Rasûlü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i Kurandaki: ”Sen affı tut, iyiliği emret ve câhillerden yüzçevir", ”...Başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeğe değer işlerdir." (Lokman: 17), ”Yine de sen onları affet ve aldırış etme" (Mâide: 13) ve daha bunlar gibi, O'nun güzel ahlâkına işaret eden âyetlerle edeplendirmiştir.

iyiliği güzel görülen fiilleri

emret. Çünkü bu fuller, insanlar tarafından kolaylıkla kabul görür. Meselâ: Allah korkusu, yakınları ziyaret, dili yalandan, gözü haramlardan koruma ve azaları günahlardan alıkoyma gibi.

Ve câhillerden yüz çevir. Ahmakların ahmaklıklarına mukabele etme, onlara sabret ve onlardan seni üzen şeye aldırma. Nitekim bazı cahiller, teşvik ve korkutma durumunda sefahet ve ezaya, gülmeye ve alay etmeye koyulurlar. Bu sebeple yüce Allah, âyetin sonunda Habib'ine, ezaya katlanmayı ve kendisine cefâ verene karşı sabırlı olmayı emretmiştir. Bundan açıkça anlaşıldığına göre âyet, güzel ahlâkı ihtiva etmektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), çirkin iş yapmaz, çirkin söz söylemez, sokaklarda bağırıp çağırmaz, kötülüğe karşı kötülükle karşılık vermez, ancak affederdi.

200

Eğer şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse... Burada şeytanın verdiği vesvese ve onları günah işlemek üzere kandırması, sürücünün sürdüğü şeyi dürtüklemesine benzetilmiştir. Dolayısıyla şeytan, kötü düşüncelere doğru seni şiddetle iterse, onun şerrinden

hemen Allah'a sığın ve O'na sımsıkı sarıl.

Çünkü O, yani yüce Allah, sözle kendisine sığındığını

işitendir, sözlü ve söz dışında kalben kendisine yakarışını

bilendir. Dolayısıyla seni şeytanın şerrinden korur.

Alimler kasdedilen şeytan mı yoksa yalnız karin (devamlı beraberinde olan şeytan) mi olduğu hususunda ihtilâfa düştüler. Anlaşılan o ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında onun iblis olduğudur, çünkü O'nun karini müslüman olmuştur. O bakımdan ondan değil, başkasından sığınmıştır. Bunun iblis veya askerlerinin en büyüğü olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü hadiste şöyle rivayet edilmiştir: ”iblisin tahtı yeşil deniz üzerinde olup askerleri de onun etrafındadır. Ona en yakın olanlar, en güçlüleridir. Onlardan her birine ne yaptığını ve (nasıl) kandırdığını sorar. O ancak büyük işler peşinde koşar."(38)

Gerçek şu ki, İblis'in yanında Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın durumu çok önemlidir. O bakımdan onunla, neslinden hiçbirisine bırakmadan, bizzat kendisi uğraşır. Nitekim hadiste şöyle buyuru hır: ”Şüphesiz Allah'ın düşmanı İblis, yüzüme koymak için ateşten bir kıvılcım getirdi. Bunun üzerine üç defa: 'Senden Allah'a sığınırım' dedim. Sonra üç defa: 'Seni Allah'ın tam lânetiyle lanetlerim' dedim. Fakat geri çekilmedi. Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz Süleyman 'ın duası olmasaydı, onu bağlardım da Medine ahâlisinin çocukları onunla oynarlardı." m

Bazı âlimlere göre: ”Eğer şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse..." âyetindeki hitap, her ne kadar peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e olsa da, kasdedilen ümmetidir. İstiâzenin teşriî de onlar içindir.

Bil ki, Allah'tan başkası için öfkelenme, şeytanın fitlerindendir. Ancak o, istiâze ile yatışır.

201

Takvaya erenler, yani kendilerine zarar veren şeyden korunma sıfatıyla süslenenler

şeytan tarafından en ufak

bir vesveseye uğrayınca (Allah'ı), O'nun emir ve yasaklarını

hatırlayıp, yahut O'na sığınıp ve O'na tevekkül edip, bu hatırlama sebebiyle

hemen gerçeği, hata ettikleri noktaları ve şeytanın tuzaklarını

görürler. Dolayısıyla onlardan sakınırlar ve o hususlarda şeytana uymazlar.

Ayette geçen ”tâif kelimesi ism-i fail olup ya, bir şeyin etrafında dönüp dolaştı, anlamındaki ”tâfe - yetûfü" fiilinden türemiştir. Buna göre sanki vesvese onun etrafında dönüp dolaşır. Ya da insanın başına bir şey gelmek, arız olmak anlamındaki ”tâfe - yetîfü" fiilinden türemiştir.

202

Azgınlığa dalmış, kendilerini zararlardan korumaktan yüz çeviren

şeytanların dostlarına gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler.

Yani azgınlığı süslü göstererek onlara bu konuda yardımcı olurlar ve onları azgınlığa sevkederler.

Sonra da yakalarını bırakmazlar. Onları doğru yoldan saptırma konusunda sürekli olarak çalışırlar. Akıllı kimseye düşen, azgınlardan ve şeytanın vesvesesinden uzak kalmaktır.

Bilinmelidir ki, insanın içinde beliren şey iki kısımdır. Birisi, meleğin koymasıyla, diğeri ise şeytanın koymasıyla olur. Fark şudur: Hayra sebeb olan, ondan sonra hakka tam yönelmeyi ve ibâdete teşvik eden, büyük bir lezzeti meydana getiren her şey melekî, bunun tersi de şeytanîdir.

203

Onlara yani. Mekke'lilere Kurandan

bir âyet veya ölmüş olan falan kişiyi bizim için dirilt de bize konuşsun ve davet ettiğin şey hususunda seni tasdik etsin gibi ileri sürdükleri şeyleden istedikleri bir âyeti yani mucizeyi

getirmediğin zaman: '(Ötekiler gibi) onu da derleyip toplasaydın ya' derler. Onlar Kur'an'ın Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından uydurulduğunu ileri sürdükleri için: ”Kur'an'dan, okuduğun diğer şeyler gibi, uydurarak o âyetleri de kendi tarafında toplasaydın ya!" derler.

Onlara cevap olarak

de ki: 'Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Âyetleri uyduran ve hazırlayıp ileri süren ben değilim.

Bu Kuran âyetleri,

Rabbinizden gelen basiretlerdir. Gönül gözlerini açan nurlardır ki, hak onlarla görülür, doğru onlarla idrak edilir

ve inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir.' Çünkü onun nurundan istifade edenler ve onun tesirinde faydalananlar ancak onlardır.

204

Sânının yüceliği zikredilen

Kur'an okunduğu zaman, onu kabul kulağı ve içindekiylc amel etmek üzere

dinleyin. Çünkü onun durumu, mutlak kulak vermeyi gerektirir. ”Miistemi"' ile ”sânıi"' arasında fark vardır. Mü stern i' dinlemeye niyet eden, ona kulak veren; ”sâmi"' ise, dinlemeye niyet etmeksizin kulağına ses gelen kimsedir.

Ve susun yani okunurken konuşup gürültü yapmayın, dinlemeyi tamamlamak onu tazim etmek için bitinceye kadar buna riâyet edin

ki size merhamet edilsin. Böylece onun en son semerelerinden olan rahmete nail olasınız. ”İnşat" ile ”sükût" arasında fark vardır. İnşat, kulak vererek susup dinlemek demektir. Sükût ise kulak vermek ve düşünmek olmaksızın susınaktır.

İbn Abbâs (radıyallahü anh) der ki: ”Bu âyet nazil olmadan önce Müslümanlar namazda konuşuyorlar, ihtiyaçlarını söylüyorlardı. Birisi namaz kılmakta olan cemaate gelip kaç rekât kıldıklarını, ne kadar kaldığını soruyordu. Onlar da buna cevap veriyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi ve onlara, namazın en büyük rükünlerinden olduğu için namaz esnasında okunan Kur'anı dinlemelerini emretti.

İmam Ebû Hanife bu âyeti, imama uyanın susınasının vâcib ve imamın kıraatinin imama tabi olanın kıraati olduğuna delil göstermiştir. İmam ister gizli okusun ister aşikar, cemaattekiler imamın arkasında okumaz. Çünkü yüce Allah ona iki şeyi vâcib kılmıştır: Dinleme ve susına. Dinleme fevt olduğu zaman, susına vâcib olarak kalır.

Ashab, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in arkasında namaz kılarlarken Kur'an okuyorlardı. Âyet özellikle namaz hakkında nazil olmuştur. Ebû Hanife cemâatten kıraati iskat etmiş, hatta, Câmiul-Ezher'de görüldüğü gibi imamın şaşırmasını önlemek için, imama şefkatinden dolayı imama uyanı kıraattan men etmiştir.

Ali (radıyallahü anh) der ki: ”İmamın arkasında okuyan kimse fıtrata, yani sünnete uymamış olur."

Rivayet edildiğine göre, ehl-i sünnetten bir cemaat, imamın arkasında kıraat hususunda tartışmak, kendisini susturmak ve yaptığı işin çirkin olduğunu belirtmek için Ebû Hanife'ye gelirler. Ebû Hanife onlara: ”Münazara için hepiniz birden gelmeyin. Tartışmayı içinizden en iyi bilen birisine havale edin de onunla konuşalım" der. Onlar da birisine işaret ederler. Bunun üzerine Ebû Hanife: ”En iyi bileniniz bu mu?" diye sorar ve onlardan ”evet" cevabını alır. Sonra ”Öyleyse onunla münazara sizinle münazaradır" dedi. Onlar buna da ”evet" derler. Bunun üzerine: ”Bunu nasıl kabul edersiniz?" diye sorar. Onlar da: ”Çünkü biz, onun imamlığına razı olduk. Onun sözü bizim sözürniizdür" derler. Ebû Hanife der ki: ”Biz namazda imamı seçtiğimiz zaman, onun kıraati bizim kıraatımızdır ve o bizi temsil eder." Bunun üzerine tartışmak için gelenler onu lastik ederler.

Fakihler derler ki: ”Kıraattan maksat, tedebbür, tefekkür ve onunla amel etmektir. Bu da ancak dinlemek ve susınakla mümkün olur. İmama uyan kimseye gerekli olan da budur. O tıpkı cuma günündeki hutbe gibidir ki, hutbe, hatırlatma ve öğüt için meşru kılınmıştır. Ondan faydalanmak için dinlemek gereklidir. Yoksa herkesin kendisi için hutbe okuması söz konusu değildir. Namazın diğer rükünleri böyle değildir. Çünkü diğer rükünler huşu için meşru kılınmıştır. Huşu da ancak imamla beraber secde ve rükû etmekle hasıl olur."

Bil ki, âyetin zahiri, namaz içinde ve namaz dışında Kur'an okunduğunda dinlemenin ve susınanın vücubunu gerektirir. Ulemânın çoğunluğu, namaz dışında dinlemenin müstehab olduğu görüşündedir.

Haddâdî der ki: ”Topluluğun, namazın dışında Kur'an okuyan herkesin okumasını dinlemesi, susınası gerekmez."

Bazıları, dinleme ve susınaya riâyet edilmeyeceğinden dolayı, Kur'anin topluca okunmasını kerih görmüşlerdir. Bir sakınca olmadığı da söylenmiştir.

Künyede der ki: ”Kur'an hatmi esnasında İhlâsı aşikâr okumak üzere toplanmalarında sakınca yoktur. Ancak birisinin okuyup diğerlerinin dinlemesi daha iyidir."

205

Ey Rasûlüm Muhammed!

Rabbini, içinden... zikret. Bu gizli sözle zikirdir. Çünkü gizleme, ihlâsa daha uygun, icabete daha yakındır. Bu zikir, kıraat ve duâ gibi bütün zikirleri içine alır. Sadece tehlil, tesbih, tekbir ve duaya münhasır değildir. Her hangi bir amelde Allah'a itaat eden herkes zikir ehlidir. Zikir gafleti defetmek için yapılır. Bu sebeple cennette zikir yoktur. Çünkü orası gaflet yeri değil, huzur yeridir.

Yalvararak yani tevazu ve mahviyet içinde, boyun eğerek... ”Yalvararak" kelimesinin tefsirinde bazı arifler derler ki: Namaz, hareketlerin; oruç, sekenâtın en üstünüdür. İbâdetlerin şekillerindeki yalvarma ise, dönüp duran feleklerin düğümlediği şeyi çözer.

Senin cömertliğinden, lütuf ve ihsanından umduğum ve istediğim şeyi Elde etmemi istemeseydin, bana istemeyi öğretmezdin.

Ve O'ndan korkarak İbnü'ş-Şeyh der ki: ”Bu korku amellerdeki herhangi bir noksanlıktan dolayı korkmayı son nefesindeki durumundan dolayı korkmayı içine alır. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: 'Kalem, kıyamete kadar olacak şeyler hakkında kurumuştur.'"

Yüksek olmayan bir sesle yani hafif bir şekilde. Çünkü bu güzel düşünmeye daha yakındır. Ayrıca Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in yüksek sesle okuduğunu görünce, ona sebebini sordu. O da: ”Uykudakini uyarıyor, şeytanı kovuyorum" deyince, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Sesini azıcık kıs" buyurdu. Sonra Ebû Bekr (radıyallahü anh)'e geldi, kısık sesle okuduğunu gördü ve ona sebebini sordu. O da şöyle dedi: ”Münâcât ettiğime duyurdum". Bunun üzerine Aleyhissalatü vesselam: ”Sesini azıcık yükselt" buyurdu.

Nevevî, açık zikrin müstehablığı konusunda varid olan hadislerle gizlisinin müstehablığı konusunda varid olan hadislerin arasını şöyle birleştirdi: ”Riyadan korkulan, namaz kılan yahut uyuyanların rahatsız olacağı yerde gizli yapmak; bunun dışında açık yapmak daha üstündür. Çünkü açık zikirde amel daha çoktur ve faydası da dinleyenlere sirayet eder. Aynı zamanda zikredenin kalbini uyarır, himmetini düşünce etrafında toplar, kulağını ona çevirtir, uykuyu kovar ve zindeliğini artırır. ”

Kısacası hayırlılarca ihtiyar edilen namaz ve benzeri şeyde yüksek sesle tekbir getirmekte aşırı gitmek mekruhtur. Ortası, riyadan uzak yalvarış, tevazu ve mahviyetle beraber açıkla gizlilik arasıdır. Bu ulemânın ittifakıyla caizdir, mekruh değildir. Envar'ul-Meşarik'ta da böyledir.

Keşşafın sarihinden nakledildiğine göre, mürşid şeyh, kalbine yerleşen düşünceleri söküp atması için mübtediye sesini yükseltmesini emredebilir.

Sabah ve akşam yani O'nu bu iki vakitte

an. Ayette ”sabah" anlamına gelen ”el-gudüvv", ”ğudve"nin çoğuludur ve sabah namazıyla güneş doğması arasıdır. ”Akşam" anlamını verdiğimiz ”el-Asâl" ise ”asıl'in çoğuludur ve ikindi sonrasında akşama kadar olan vakittir. Özellikle bu iki vakit zikredilmiştir. Çünkü bu iki vakitte dünyanın durumları hayret verici bir şekilde değişir. Bu da, söz konusu durumlarda etkili olan, apaçık hikmet ve kahredici kudretle mevsuf yüce Allah'a işaret eder. Bu değişiklikleri müşahede eden herkesin, bu değişiklikte etkili olanı, yalvarış ve yakarışla anması, durumunu dalia kötüye çevirmekten korkması gerekir.

Ayrıca, ”ğudüvv" ve ”âsâl'in gece ve gündüzden ibaret olduğu, günün bu iki tarafı zikredilerek bütününün kasdedildiği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın bu iki vakitte anılması, mümkün olduğu kadar ona devam etmek anlamım pekiştirir. Allah'ı anmak konusunda

gafillerden olma.

Evvelâ, diliyle söylediği zikirlerin mânâsını kendi içinde hazır bulundurur şekilde Rabbını zikretmesini emretmiştir. Çünkü Allah'ı içinde anmasından murâd, zikirlerden söylediği şeyin mânâlarını bilerek O'nu anmasıdır.

Sonra ”Gafillerden olma" sözüyle bunu takip etmiştir. Bu da, insan kalbinin Allah'ın azamet ve kibriyasından gafil olmaması gerektiğine işaret etmesi içindir.

206

Kuşkusuz Rabbinin katındakiler yani, şeref ve derece itibariyle O'na yakını olan mukarreb melekler -yoksa buradaki yakınlık mekan ve mesafe itibariyle değildir.-

O'na kulluk etmekten asla kibirlenmezler. Emrolundukları şekilde ona ibâdeti yerine getirirler.

O'nu tesbih yani, Cenab-ı Kibriyâsına lâyık olmayan her şeyden tenzih

eder ve yalnız O'na secde ederler. O'na kullukta büyük bir dikkat gösterir ve boyun eğerler. O'na hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Bu, üstü kapalı olarak diğer mükelleflere de söylenen sözdür. Onun için bu âyetin kıraati anında secde meşru kılınmıştır.

Şüphesiz ki secde, mahviyet ve tevâzuun son sınırıdır. O ancak bir yerde noksanı telâfi etmek için meşru kılınmıştır. Sehv secdesi gibi. Bir yerde de kâfirlere muhalefet, Müslümanlara da muvafakat için meşru kılınmıştır.

Zaruret olmadan secdeyi ertelemek mekruhtur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tilâvet secdesi konusunda şöyle derdi: ”Yüzüm, kendisini yaratana, ona en güzel şekli verene, güç ve kudretiyle onda işitme ve görme duyuları açan zât'a secde etti. Yaratıcıların en güzeli Allah ne yücedir." Ayrıca buna ek olarak şöyle derdi: ”Al la lu m! Secdem sebebiyle katında bana sevap yaz, onun sebebiyle benden günah yükünü kaldır, onu benim için kendi katında azık yap, kulun Davud'dan kabul ettiğin gibi, onu benden kabul et".

İnsan, namazdayken, sadece secdesi içinde iblisten korunmuş olur. Çünkü o anda şeytan, isyan ve günahını hatırlar ve seni bırakarak kendisiyle meşgul olur. Onun içindir ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Âdemoğlu, secde âyeti okur ve secde ederse, şeytan ağlayarak ayrılır ve: 'Yazık bana, insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti. Bunun karşılığında da ona cennet var. Ben de secdeyle emr olundum, ama itiraz ettim, benim için de ateş var' der.

Kul secdesinde, şeytandan korunmuş, fakat nefsinden korunamamıştır. Secdede akla gelen her şey, ya Rabbani, ya melekî veya nefistendir. Şeytan ona yol bulamaz. Kişi secdesinden kalkınca o sıfat şeytandan gider, üzüntüsü kaybolur ve seninle uğraşır.

Allahım! Şeytanın şerrini ve vesvesesini bizden uzak tut.

Allahü teâlâ'nın inâyetiyle A'raf Sûresi'nin tefsiri tamamlanmıştır.

0 ﴿