ENFAL SURESİ

1

Ey Rasûlüm Muhammed!

Sana ganimetlerden onun hükmünden

sorarlar. Buradaki sormaktan kasıt, bilgi istemektir, bilginin dışında bir şey isteme anlamına gelmez. Onun içindir ki, ”se-e-le" fiili, ”an" harf-i ceriyle geçişli yapılmıştır.

"Nefl" kelimesi, ”fazlalık" anlamına gelir. Buradaki anlamı ise, ganimettir. Çünkü ganimet, Allahü teâlâ tarafından, ci had eden Mü’minlere, âhirette verilecek olan mükâfatın dışında verilen bir lütuf tur. Ayrıca bu, bizlerin dışında hiçbir ümmete verilmeyen bir fazlalıktır. Çünkü diğer ümmetlere, savaşlarda elde edilen ganimetlerden hisse almak helâl değildi.

Rivayet edildiğine göre; Müslümanlar, Bedir savaşında elde edilen ganimetler ve onların pay edilmesi konusunda ihtilâf etmişlerdi. Bunların ne şekilde bölüşüleceği, nerelere harcanacağı ve de ganimeti, ensarın mı yoksa muhacirlerin mi taksim edeceği konusunu Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sormuşlardı. İşte bu durum üzerine, Allahü teâlâ bu âyeti indirmiş ve müminlere bilgi verilmiştir. Âyette geçen ”sorarlar" ifadesi, Bedir savaşma katıları mü'minleri ifade eder. Âyetin açık anlamı: ”Ganimetler konusunda senden fetva isterler" şeklindedir.

De ki: 'Ganimetler konusunda hüküm ve karar vermek,

Allah'ın ve Rasûlündür. Bu konuda ancak Allah karar ve hüküm verir. Peygamber de ancak kendisine verilen emirler doğrultusunda ganimetleri bölüştürebilir. Bunda hiçbir kimsenin görüşü geçerli olamaz.

Eğer gerçekten mü'minler iseniz, Allah'tan korkun ve aranızı düzeltin, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin.' Ganimetler konusunda karar vermek, sadece Allah'a ve O'nun Rasûlüne ait olduğuna göre, O'ndan korkun ve içinde bulunduğunuz kavga ve ihtilâftan uzak durunuz. Çünkü bu kavga ve ihtilâf, Allah'ın öfkesini üzerinize çeker. ”Aranızı düzeltin." İnsanlar arasında meydana gelecek ihtilâflarda, eşitlik ve adalet esasına riayet edin. Allah'ın size ikram ettiği rızıklar konusunda birbirinize yardımcı olun. Savaşa bizzat katılıp mücadele veren kişiler, ganimetlerin kendilerine ait olduğunu, sancağın yanında bulunan yaşlılarla eşit tu kılmamalarını istiyorlardı.

Ubâde b. Sâmit şöyle der: ”Bu âyet, biz Bedir'e katılan topluluk hakkında nazil olmuştur. Savaştan sonra, ganimetler konusunda ihtilâfa düşmüştük ve ahlâkımızı bozmuştuk. Allahü teâlâ da, ganimetleri bizden alıp peygamberine verdi. O da eşit bir şekilde Müslümanlara dağıttı."

Eğer gerçekten kâmil müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, emirlerine ve yasaklarına teslim olma konusunda, Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Çünkü kâmil iman bu üç şeyin yerine getirilmesine bağlıdır.

Biliniz ki, çok soru sormak bıkkınlık verir. Bunun için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allahü teâlâ size, annelerinize karşı gelmeyi, verilecek borcun verilmemesini, verilmeyen bir şeyin alınmasını ve kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini haram kıldı. Yine size, dedikodu yapmayı, çok soru sormayı ve malı boşa harcamayı da çirkin gördü" buyurdu.'

Hadiste üç husus göze çarpmaktadır: Anne ve babaya karşı gelmek. Bu durum, büyük günahlardandır. Sadece anne zikredilmiş, fakat kasıt hem anne hem de babadır. Allahü teâlâ'nın: ”Allah'ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleri daha gereklidir." (Tevbe: 62.) âyetinde olduğu gibi. Yahut da, annenin çocuğa daha çok emeği geçtiği için, sadece anne hatırlatılmak suretiyle, baba da kastedilmiştir.

Yine hadiste, cahiliye döneminin âdetlerinden biri olan, kız çocuklarının diri olarak toprağa gömülmesi yasaklanmıştır. O dönemde, bir kimsenin kızı doğarsa, onu diri bir şekilde toprağa gömer, erkek çocuğu doğarsa, hoşuna giderdi. Onları bu kötü işi yapmaya sürükleyen şey ise, rızık korkusu ve böylece de kendilerinden bir utanç vesilesini kaldırıp atmaktı.

Hadisin devamında da, edâ edilmesi gereken şeyi edâ etmekten kaçınmak; mekruh ve haram olan şeyin alınması, dedikodu yapılması, çok soru sorulması ve malın boş yere harcanmasının çirkinliği anlatılmıştır.

2

İmanlarında kemale ermiş ve ihlâsa ulaşmış

mü'minler ancak o kimselerdir ki, onların yanında

Allah anıldığında kalbleri ürperir. Allahü teâlâ'nın celâl ve yüceliğini düşünmek, onların kalplerini ürpertir. Bu korku ve ürperiş, iman bakımından kemale ulaşmış, Allah'a yakınlık kazanmış bütün meleklere, gönderilen nebilere, takvaya erişmiş müminlere gerekli olan bir durumdur. Biliniz ki iman nurunun görevi, kalbi inceltip, hassas bir duruma getirmek suretiyle, nefsin bulanık ve karanlıklarından temizlemek, kalbin katılıklarını yumuşak bir hale getirip, Allah'ı hatırlamaya yöneltmektir.

Bunun sonucu olarak da, kalb Allah'a karşı büyük bir şevk duyar hale gelecektir.

Kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğu zaman bu, onların imanlarını artırır. Allahü teâlâ'nın, Kur'an'daki emir, yasak ve buna benzer âyetleri kendilerine okunduğu zaman, bu âyetler onların imanlarını artırır Çünkü, Allah hakkındaki delil ve kanıtların ortaya çıkması, insanların imanla rını kuvvetlendirip, onlara yakın derecesinde iman etmeyi temin edecektir

Ebû's-Suud, Tefsir'inde şöyle der: ”Bizzat tasdik, eksiklik ve fazlalığı kabul eder. Çünkü peygamberlerin ve mükaşefe ehlinin yakini (kesin imanı) ile halkın yakîni (imanı) arasında açık fark vardır. Bunun içindir ki Hazret-i Ali 'Perde ortadan kalkmış olsa bile, benim yakînim yine de artmaz' demiştir." Böylece, birçok delil getirdikten sonra elde edilen tasdik derecesiyle, bir tek delille elde edilen tasdik derecesi arasında fark vardır.

Ve sadece Rabb'lerine güvenirler. Onlar sadece, kendilerinin maliki ve işlerinin düzenleyicisi olan Rabb'lerine tevekkül edip güvenirler. İşlerin de O'nu vekil edip, ondan başkasından korkmazlar ve sadece O'na güvenirler O'ndan başkasından bir şey istemezler.

Burada öncelikle, Allah hatırlandığı zaman, ürperme ve korkma gibi kalbe ait işler zikrediliyor. Bunun arkasından da organların yapması gereken namaz ve zekât gibi konular ortaya atılıyor. Ki bu organların yapacağı işlerin dayanağı da kalbin ürpermesinden geçer.

3

Onlar, namazlarını abdest, rükû ve secdesiyle, tam vaktinde ve

dosdoğru kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah için

harca yanlardır. Burada Allahü teâlâ'nın sadece, namazı ve zekâtı, zikretmesinin sebebi, bunların şanının yüceliğine işaret ve durumlarını pekiştirmek içindir.

4

İşte onlar, yani kalb ve kalıbıyla birlikte Allah'ın emrettiğini yerine getirenler,

gerçek mü'minlerdir. Onlar, imanlarına salih amelleri de ekleyerek gerçek imana ulaşan kimselerdir.

Rabb'leri katında onlar için -dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır. Onlara âhirette, dün yada işledikleri amellerin karşılığı olarak çok yüce derece ve makamlar var dır. Bunlar. Allah'ın ikramıdır. Günahları da bağışlanmış olacaktır. Dünyada eşi ve benzeri olmayan, ebediyyen bitip tükenmeyen bir rızık verilecek onlara.

5

Onların bu durumu, bir grup mü'minin, kesin olarak istememiş olduğu halde, Rabb'inin seni, hak ile evinden çıkardığı zamanki durumları gibidir. Allahü teâlâ’nın onu evinden çıkarmasından maksat, ona Medine’deki evinden çıkmasını emretmesidir.

6

Hak ortaya çıktıktan gerçek kendilerine gösterildikten

sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, seninle hak konusunda tartışıyorlardı. Bu kimseler sanki zoraki bir şekilde ölüme gidenlere benzetiliyor. Halbuki onlar ölüm işaretlerine bakıyor ve tıpkı gözleriyle görüyorlar.

7

Ey mü’minler!

Allah size iki gruptan birinin sizin olduğunu söz verdiği zamanı hatırlayın. Allah size böyle

vadediyordu.

Siz de, kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Bu da, kervanın bulunduğu gruptu. Yani, silah ve cephanesi olmayan grup.

Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek, kâfirlerin ardını kesmek istiyordu.

Yüce Allah da, size savaşmayı emretmek suretiyle, hakkı gerçekleştirmeyi ve yüceltmeyi diliyordu. Böylece de, onların bir anda kökünü kurutacaktı.

Bu âyet: ”Sizler, hiçbir zorlukla karşılaşmadan, bazı mallar elde etmek istiyordunuz. Allah ise, dinini yüceltmek, hakkı ortaya çıkartmak ve size iki dünyanın da mutluluğunu vermek istiyordu" anlamına gelmektedir.

8

Bu, suçlular istemese de, Allah'ın hakkı gerçekleştirmesi ve bâtılı ortadan kaldırması içindir. Allahü teâlâ'nın böyle dilemesinin yüce amacı, hak dini ortaya çıkarıp, bâtılı yok etmekti. Yaptığını da bunun için yapmış, başka bir şey için yapmamıştır. ”Hakkı gerçekleştirmek''ten maksat, hakkın hak olduğunu ortaya koymaktır. Bunun böyle olmasını şu müşrikler istememiş olsa bile, Allah'ın dileği, böyle olmasıdır. Yani, hakkın gerçekleşmesi, bâtılın da ortadan kalkmasıdır.

9

Hani, Rabbinizden yardım dilemiştiniz de O: 'Ben size, peşpeşe bin melekle yardım edeceğim' diye cevap vermişti. Rabbinizden, yardım, üstünlük ve zafer dilediğiniz zamanı hatırlayın. Onlar, savaşın kaçınılmaz olduğunu anlayınca, Allahü teâlâ'ya duâ etmeye ve: ” Ey yardım dileyenlere yardım eden Allahımız! Bize de yardım eyle!" diye yalvarmaya başlamışlardı.

Hazret-i Ömer'den şöyle rivayet edililir: Peygamber Efendimiz, sayısı bin kişi olan müşriklere ve sayısı üç yüz on küsur olan müminlere baktı, kıbleye döndü, ellerini uzattı ve: ”Ey Allah'ım! Bana söz verdiğini yerine getir! Ey Allah'ım! Eğer bu topluluk helak olursa, yeryüzünde sana ibadet eden kalmaz!" diye duâ etti ve bunu sürekli tekrarladı. Derken, üzerine almış olduğu elbise yere düştü. Ebû Bekir de bu elbiseyi alıp, tekrar omuzlarına attı ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e dedi ki: ”Ey Allah'ın Peygamberi! Rabbinden istediklerin yeter artık. O, sana söz verdiğini mutlaka yapacaktır." (3)

'Bu yardım dileme, Hazret-i Peygamber'den ve Mü’minlerdendi. Çünkü Hazret-i Peygamber duâ edip yalvarmıştı, mü'minler de ona âmin demişlerdi. Bunun üzerine Allah onlara bin melekle yardım etmiş, daha sonra meleklerin sayısı üç bin olmuş, sonra da beş bin olmuştu.

10

Allah bunu, sadece müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı. Yardım, sadece Allah katındandır. Allahü teâlâ, doğrudan doğruya melekler indirmek suretiyle, sizlere yardım etti. Size yapılan bu yardım, herhangi bir şey için değil, sadece size bir müjde olsun diyedir. Yani bundan kasıt, sizin zafere ulaşacağınızı müjdelemek ve sizin kalblerinizin tatmin olmasını temin etmektir. Böylece de, sizin azlığınızdan dolayı kalbinizdeki ürperti ve güçsüzlük duygusu giderilmiş olur.

Meleklerle yardımın ”sadece müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın," diye kayıtlanması, meleklerin savaşa katılmayıp, sadece mü'minlerin kalblerini takviye ve onların sayısını çok göstermek olduğuna işaret eder. Allahü teâlâ, melekleri savaş için göndermiş olsaydı, bir tek melek bile yeterdi. Sadece Cebrail bile, kanadındaki bir tek tüyle, Lût kavminin yedi kentini helak etmişti. Bir tek sesle, Semûd kavminin ülkesini alt üst etmişti.

Haddâdî: ”Bu görüş, âyetin zahirî anlamına daha yakındır" der. Bir rivayete göre de melekler, Bedir savaşında çarpışmışlar. Ahzap ve Huneyrı'de ise çarpışmamışlardır.

Bir adamın şöyle dediği rivayet edilir: ”Bedir savaşında, müşrik bir adamın boynunu vurmak için, kendisini izliyordum. Kılıcım kendisine kadar uzanmadan önce, kafası önüme düşüverdi."

Gerçek yardım ve zafer, sadece Allah katındandır. Bu ise, sebepler yönünden hiçbir ortağı olmaksızın Allah tarafından yapılan yardımdır. Meleklerin yardımı ve savaşanların çok olmasına gelince, bu konuda onların hiçbir tesiri yoktur. Onlardan ne zafer ümidi beklenir, ne de olmayınca ümit kesilir. Bir beyitte şöyle söylenir:

Yardım ve zafer, donatılmış ordularla değil, Allah'ın mutluluk ve başarı ihsanıyladır.

Şüphesiz ki Allah, azizdir, hakimdir. Allah, öyle azizdir ki, onun verdiği karara kimse galip gelemez ve O'nun hükmüne de kimse itirazda bulunamaz. O Allah, öyle bir hikmet sahibidir ki, hikmetin ve maslahatın gereği neyse onu yapar.

Bilmiş olunuz ki, bizler görmesek bile, melekler yardıma koşarlar. Yüce Allah huzur indirir. Bu huzur, düşmanla karşılaşıldığı zamanki kalb rahatlığıdır. O esnada kalb, ruh, ışık ve gücü toplamış olur. Bununla korkan kimse teskin olur, üzüntülü kimse ise, teselli bulmuş olur. Bu durumlar, bazı hallerde ve olaylarda gözükmezler. Çünkü Allahü teâlâ bunu, gafil kimselerin gözünden saklamıştır. Bu durum da Allah'ın yüce hikmetinin bir gereğidir. Bu tip olaylar, aşamalı olarak her çağda görülebilir. Onun içindir ki, bu devirde, bazı seferlerde zafer görünmez. Denir ki, ”Ey Kâfirler! Günahkârları öldürün bakalım!"

Hazret-i Ali'ye: ”Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer'in halifeliğine bak, bir de senin halifeliğine bak. Senin halifeliğin hep sıkıntılarla geçiyor. Bunlar hiç mukayese edilir mi?" demişler. Hazret-i Ali de bunlara: ” Ömer ve Ebû Bekir'in, ben ve Osman gibi yardımcıları vardı. Benim ve Osman'ın yardımcıları ise, sen ve senin gibileridir" cevabını vermiştir.

Mücahidin yapması gereken şey, Rabbinden yardım isteyip, O'na yalvarmasıdır. Tıpkı ashabın yalvardığı gibi. Allahü teâlâ, ancak böyle zaferini gösterir. Ve yine bilmiş olunuz ki, sözlerin en doğrusu, Allah'ın ve O'nun peygamberinin sözleridir. O, söz vermiş ve yardımını ulaştırmıştır. Senin yapacağın şey, imanını kuvvetletıdirmendir.

Şeyh Muhyiddin şöyle der: ”Bizim ileri gelenlerimizden bir tanesi, cüzzam hastalığı ile imtihana tâbi tutuldu. (Bu hastalığa yakalanmaktan Allah'a sığınırız!) Onu gören bütün doktorlar, bu hastalığın şifası olmadığını söylediler. Hadis âlimlerinden olan birisi bu hastayı gördü ve yüce bir hadise imanı tanı olduğu için hastaya dedi ki: 'Ey adam! Neden tedavi olmuyorsun?' Hasta ise: 'Doktorlar, bu hastalığın şifası olmadığını söylüyorlar' cevabını verdi. Bunun üzerine hadis bilgini: 'Doktorlar yalan söylüyorlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) daha yüce bir doktordur. O yüce Peygamber, habbetu's-sevdâ'nın (çörek otu) bütün hastalıklara iyi geldiğini söylüyor.''4' Senin hastalığın da bu hastalıklardan birisidir' dedi ve bal ile çörek otu istedi. Bunları birbirine karıştırıp, hastanın bütün bedenine, yüzüne, başına ve ayaklarına kadar her yerine sürdü. Bu karışımdan biraz da hastaya yedirdi ve bir zaman bekledi. Daha sonra bedenini yıkadı ve bu karışımı bedenden temizledi. Bunun üzerine, bedenin eski derisi değişti ve yerini başka bir deri aldı. Böylece, hastalığı iyileşmiş ve eski haline dönmüş oklu. Ondan sonra da, bütün doktorlar ve insanlar, hadis bilgininin bu hadise olan imanına hayran kaldılar. O şahıs, her yakalandığı hastalıkta, bu çörek otunu (Habbetü's-sevdâ) kullanırdı. Göz hastalıklarında bile. Gözü ağrıyınca, gözüne bunu sürme gibi çekerdi ve derhal iyileşirdi."

11

Hani bir zaman sizi, katından bir güven olmak üzere, hafif bir uykuya bürümüştü. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ashabıyla birlikte, ayaklarının kızıl kumlara gömüldüğü bir kum tepesine varmış ve o gece de, orada gecelemiş ve susuz bir şekilde uyumuşlardı. Müşrikler de, onlardan hayli uzak bir yere varmış ve orada geceleyerek uyumuşlardı. Uyandıklarında, birçoğu cenabet olmuştu. Suları da yoktu. Şeytan onların şekline girmiş ve onlara vesvese vererek demişti ki: ”Sizler, haklı olduğunuzu ve Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Cenabet olmanıza rağmen, abdestsiz namaz kılıyorsunuz. Eğer haklı olmuş olsaydınız, suya yakın olma konusunda, müşrikler sizden ileri geçemezdi ve bu konuda size üstün gelemezlerdi. Susuzluğun sizi zayıf düşürmesinden başka ne bekliyorsunuz artık? Onlar üzerinize gelerek boyunlarınızı vururlar ve istediklerini öldürürler. Sonra da, geriye kalanlarınızı Mekke'ye sürerler." Bunun üzerine çok üzüldüler.

Yüce Allah da onlara, geceleyin bir yağmur ihsan ederek, vadide sular akıttı ve vadi sularla doldu. Müslümanlar yıkandılar, abdest aldılar, içtiler ve hayvanlarına içirdiler. Yanlarına havuzlar yaptılar, kumlar sertleşti ve bulundukları yer katılaştı. Artık yürürken ayakları kaymadı. Şeytanın vesvesesi gitti, nefisler huzura kavuştu, kalbler kuvvetlenip, sonraki gün için savaşa hazır hale geldi. Bu olay üzerine: ”Hani bir zaman sizi, katından bir güven olmak üzere, hafif bir uyku bürümüştü" âyeti indirildi.

Ey Mü’minler! Allahü teâlâ'nın sizi, hafif bir uykuya bürüdüğü zamanı hatırlayın. O hafif uyku, sizi tamamen uykuya daldırmadan önceki ilk uykudur. Sizi hafif bir uyku kapladı ve Allah'tan bir güvence olmak üzere, hafifçe uyuyakaldınız. Bu uyku, bir yorgunluk ve zayıflık uykusu değildi.

İbn Mes'ûd der ki: ”Savaş zamanında nüâs (hafifçe uyku), Allah tarafından ikram edilen bir güvencedir. Bu durum, namazda olursa şeytandandır."

Hasan el-Basrî de şöyle der: ”Şeytanın, kaşığı ve sürmedenliği vardır. Kaşığı yalan, sürmedenliği ise, zikir esnasında uyumadır."

Sizi temizlemek, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalblerinizi birbirine bağlamak ve ayaklarınızı sabitleştirmek üzere, size gökten su indirmişti. Böylece, yağmur yağdırmak suretiyle indirilmiş olan bu su ile yıkanır, maddî ve manevî kirlerden temizlenirsiniz. Şeytanın size vermiş olduğu vesvese pisliği de giderilmiş olur. Onun verdiği vesvese, sizi susuzlukla korkutmaktı.

Denilir ki: ”Şeytanın pisliği'ndcn kasıt, iht ilânı olmak suretiyle, nui'minlere bulaşan cenabet olma durumudur. Cenabet olma durumu, insanlara şeytanın vermiş olduğu bir durumdur. Onun hile ve vesvesesidir. Yine Allahü teâlâ lütuf ve ihsanı ile sizin kalblerinize güç veriyor, imanınıza güven katıyordu. Böylece, kalbler güven doluyordu. İndirilen bu yağmur sularıyla da, onların ayakları sabitleşiyor, kumlara batıp düşmekten kurtuluyorlardı.

Âyet-i kerimede, suyun nimet olduğu, açlıktan, susuzluktan korkmanın şeytanın vesvesesinden olduğu açıklanıyor. Kişinin tevekkülü kuvvetli olursa, onun için varlık, da, yokluk da aynıdır. Çünkü. Allahü teâlâ'nın isimleri arasında ”Halik" ve ”Râzik" (yaratıcı ve rızık verici) isimleri de vardır.

Derler ki, aslanın açlığa olan sabrı ve suya olan ihtiyacının azlığı, diğer yırtıcı hayvanlarda yoktur. Başkasının avını yemez. Kendi avını yeyip doyduktan sonra, kalanı bırakır. Artık buna geri dönmez. Yemekle karnı dolunca, buna razı olur ve köpeğin yaladığı kaptan içmez. Mü'min de, bu gibi konularda aslandan daha aşağı olmamalı.

Kişinin, halini güzelleştirmesi için çalışması gerekir, Zaman ona yardım edecek değildir.

12

Rabbin meleklere: 'Ben mutlaka sizinleyim. İman edenlere destek olun. diye vahyetmişti. Kalblerine güç verecek olan kalabalıklığınızla ve onlara müjdeler vermek suretiyle, iman edenlere destek verin. Destek verme (tesbit), savaş alanında sebatlı davranmak suretiyle tahammül göstermek, savaşmanın vermiş olduğu zorluklara karşı koymaktır.

Kâfirlerin kalblerine korku salacağım. Kâfirlerin gönüllerine, mü'minlerin korkusunu salacağım.

Siz boyunlar üzerine, yani üst taraflarına

vurun. Ki o kısımlar, boğazlanma yerleri ve kafalarıdır. Burada Allahü teâlâ, boyunlarına vurulmasını emrediyor. Çünkü boyun, bedenin en üst kısmıdır, öldürme yeridir.

Ve onların bütün parmaklarına da vurun.' Âyette geçen ”bencin" kelimesi, parmaklar ve diğer organlar anlamına gelir. Buradaki mânâ: ”Rabbin size onların, yukarıdan aşağı bütün organlarına vurun"

diye vahyetmişti. demektir. Vahy, gizli bir şekilde nefse atılan mânâdır. Durum bu olunca, âyete şöyle anlam veririz: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Allahü teâlâ'nın, meleklere: ”Ben yardım, tevfik ve inananları destekleme hususunda sizinle beraberim, onlardan sakın korkmayın." diye vahiyde bulunduğu zamanı hatırla.

13

Bunun sebebi; onların, Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmeleridir. Bu dövme, öldürme ve cezalandırma, onlara mahsustur. Çünkü onlar, Allah'a ve O'nun peygamberine karşı gelmişlerdi. Kesinlikle yenemiyeceklerini yenmeye çalışmışlar ve meydan okumuşlardı. Âyetteki ”şâkka" kelimesi ”şıkk" kelimesinden türemiştir. Şıkk, taraf demektir. Çünkü onlar, Müslümanların karşısına geçip, karşı bir taraf oluşturmuşlardı. Kulun, dünyada ve âhirette kazanmış olduğu mutluluk ve sıkıntı, kulun oradaki kazancına bir giriş mesabesinde olur.

Her

kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, O'nun dostlarına ve peygamberlerine karşı çıkarsa, işte bunlar için,

Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

14

İşte size Allah'ın azabı! Tadın bakalım onu! Kâfirlere bir de cehennem azabı vardır. Sizin için Allah'ın takdir buyurduğu bu hükmü tadın. Cezanın gerçekleşmesi hemen olacaktır. Cehennem azabı ise, daha sonra olacaktır. Dünya azabı hakkında: ”Tadın bakalım onu!" denmiştir. Çünkü az tadmak, bir şey ifade eder. Kâfirlere isabet eden dövme, esir alma ve öldürme gibi şeyler, onların âhirette karşılaşacakları azaba nisbetle bir tadımlıktır.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. O şöyle anlatır: ”Hazret-i Peygamber'in ashabı saflarını düzeltti, sancaklarını önlerine aldı ve konması gereken yere koydular. Hazret-i Peygamber de orada devesinin üzerinde durdu, Allah'a duâ edip yardım istedi. Sağ taraflarından Cebrail 500 kişiyle, sol taraftan da Mikail 500 kişiyle iniverdi. Allahü teâlâ kâfirlerin kalblerine korku saldı. Sonra da, Müslümanlar müşriklere bir hamle yapıp, Allah'ın izniyle onları yendiler. Hazret-i Peygamber de bu mutlu kimseler için: 'Allahü teâlâ, Bedir ehlinin bu haline muttali oldu ve dilediğinizi yapın, artık sizi bağışladım' buyurdu dedi."

15

Ey iman edenler! Toplu halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman, sakın onlara arkanızı dönmeyin! Burada âyetin aslında geçen ”zahf kelimesi; ”arkası üzerine sürünerek yürüme" anlamına gelir. Bebeklerin, kıçları üzerine yavaşça sürünerek yürümelerine de ”zahf" denir. Bu âyette de, ordudan söz edilirken aynı kelime kullanılmıştır. Çünkü bu ordu, kalabalık bir ordudur ve düşmana yöneldiği zaman da, sanki sürünerek yaklaşmaya çalışıyor gibi görünmektedir. Durum böyle olunca, âyeti şu şekilde anlamak mümkün olur: Sizin sayınız az, düşman ise çok fazla iken onlarla karşı karşıya geldiğiniz zaman sakın kaçmayın! Onları karşılayın ve savaşçılarınızla birlikte, savaşın onlarla!

Âyette, ”zahr-sırt" kelimesi yerine, ”el-edhâr-cırka" kelimesi kullanılmıştır. Bu da askerden kaçmayı ayıplanacak ve yenilgiye uğramayı da aşağılık bir durum olarak görmektir.

16

Savaş için taktik kullanan... O gün, düşmanla karşılaşma ve savaşma anında, taktik kullanmak için arka çevirme iki türlü olabilir. Ya bu gruptan daha önemli bir düşman grubuyla savaşmaya yönelmek için olur, ya da, düşmanı aldatmak ve taraftarları arasından çıkarmak, ardından da yalnız başına veya mevzide bulunan arkadaşlarıyla hücuma geçmek gayesiyle o düşmana yenik düştüğünü göstermek üzere geri çekilmek şeklinde olur. Bu, bir savaş taktiği ve hilesidir.

Veya bir başka gruba katılan dışında...Yani, bir başka mit'min topluluğa katılmak üzere düşmana arkasını çevirir ve o Mü’min topluluk yanında savaşır. Bunun dışında düşmana arka çevrilmez. Bu iki durumun dışında savaş meydanından geri çekilmek haramdır.

Bu iki durumda geri çekilmek, gerçekten yenilgi olmayıp, savaşa hazırlanma ve güç kazanmadır. Bu iki durumun dışında

içinizden her kim, öyle bir günde düşmana arkasını dönerse, Allah'ın gazabına uğramış olur. Onun varıp kalacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir! Bu iki sebep dışında düşmana sırt çeviren, Allah'ın çok büyük bir gazabına uğramış olur. O kimsenin ahiretteki varacağı yer ise, cehennemdir. Cehennem, onun kaçmasının bedelidir. Âyette geçen ”me'va" kelimesi, insanın varıp sığındığı yer anlamını taşır. Orası ne kötü bir varış yeridir. Bu, cehennemdir.

Bu ceza, her ne kadar görünürde kâfirlerle karşılaşıldığı zamanda, onlara sırt çeviren herkese şamil gibi ise de, düşmanın, Müslümanlardan çok daha fazla olmaması durumunda geçerlidir. Çünkü bir başka âyet-i kerimede: ”Allah, şimdi sizden yükü hafifletti. Çünkü, sizde zaaf olduğunu biliyordu. Allah'ın izniyle, sizin yüz tane sabırlı ve metanetli kimseniz, iki yüz kişiyi yener. Sizin bin kişiniz de iki bin kişiyi yener" (Enfâl: 66) buyurulmuştur.

İbn-i Abbas (radıyallahü anh) der ki: ” Üç kat düşmandan kaçan kaçmamış olur. İki kat düşmandan kaçan ise kaçmış olur." Yani haram işlemiş olur.

Savaş meydanından kaçmak, büyük günahlardandır. İlim adamları, büyük günahların sayısını yetmişe kadar saymışlardır. Savaş halinde olan ordudan kaçmak da, onlardan biridir. Bu durum, Müslümanlarla düşmanın sayısı eşit, ya da düşmanının iki kat olduğu zamanlardadır. Bu ve buna benzer şeyler, müslümanlar arasında kötü sayılan şeylerden olup Allah'a ve dine karşı işlenmiş bir cinayettir. Günahların büyüklerindendir ve bu kimsenin, şahitlik yapması kabul edilmemektedir.

Akıllı kimsenin yapması gereken de, savaşa cesur bir yürekle katılmaktır. Bilmelidir ki, korkunun eceli geciktirmesi imkânsızdır. Savaşa katılmak, hiçbir kimsenin ölümünü öne almaz.

17

Bedir gününde, düşmanları öldürmekle gurur duymaktasınız. Halbuki,

onları siz öldürmediniz. Biliniz ki, onları kendi kuvvet ve gücünüzle öldürmediniz,

fakat Allah öldürdü. Size yardım etmek, sizi onlara egemen kılmak ve kalplerine korku ve dehşet salmak suretiyle, onları Allah öldürdü.

Rivayet edildiğine göre, arkasında saklanmış oldukları kum tepesinden ayrılarak, vadiye gelen Kureyşlileri gören Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle der: ”Ey Allahım! Bunlar, kibir ve gururlanyia övünerek gelen ve senin peygamberini yalanlayan Kureyşlilerdir. Ey Allahım! Senden, bana söz verdiğin şeyi istiyorum!" Hazret-i Peygamber daha sonra, yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne doğru atar ve: ”Yüzler çirkinleşti" der. Bu toprağın, gözlerine ve burunlarına isabet etmiş olduğu müşriklerden hepsi yenilgiye uğramıştır. Mü'minler de bunları takip etmiş, bir kısmını öldürmüş, bir kısmını da esir almıştır.

Ey Rasûlüm Muhammed!

Attığın zaman da gerçekten

sen atmadın. Görünüşte sen atar gibi göründüysen de -çünkü atmak, beşerin yapageldiği eylemler cinsinden şeylerdir- gerçekte

Allah attı. Allah, bu toprak parçalarını, müşriklerin gözlerine ulaştırdı ve onlar yenildiler. Sizler de, onları perişan ettiniz. Buradaki ”atma" eylemi, şekil olarak Hazret-i Peygamber tarafından gerçekleştirilmiştir. Aslında ise, bunu yapan Allahü teâlâ'dır. Bir kimsenin, bir avuç toprak atmasıyla, bütün düşmanın gözlerinin kör olması ve mahvolmaları beşerin yapabileceği bir şey olamaz. Düşmanın öldürülmesi sebeplerini var eden Allah'tır. Meleklerini indirerek Müslümanların yardımına koşmuştur. Kâfirlerin kalbine korku salmış, mü'minlerin gönlünü de kuvvetlendirmek suretiyle sebepler kılıp, böylece isteğini gerçekleştirmiştir.

Ve bunu, mü'minleri kendi katından güzel bir imtihana tâbi tutmak için yaptı. Böylelikle, yüce Allah, kendi katında bulunan şeylerden sevgili kullarına ikram edecek ve onları güzel bir şekilde ve çok büyük ödüllerle ödüllcndirecektir. Onlara zafer ve ganimet bahşedecektir.

Bu âyetin görünümünden, mü'minlerin bir takım belâ ve musibetlere uğrayarak çile çekecekleri değil, birtakım şeylerle denenmeye tâbi tutulacakları anlaşılmalıdır. Belâ kelimesi, nimet ve külfet anlamına gelir. Bu belâ, sabrı ölçmek için külfet, şükrü ölçmek için nimet olarak da karşımıza çıkabilir. Her iki durumda da deneme gayesi taşır.

Şüphesiz ki Allah, çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. Allahü teâlâ, onların yardım istemelerini ve dualarını çok iyi işitir. İcabet etmek için gerekli olan durum ve niyetlerini de çok iyi bilir.

18

İşte durumunuz! Burada, mü'minlerin güzel bir imtihana tâbi tutulduklarına işaret edilmektedir.

Gerçekten Allah, kâfirlerin tuzağını güçsüz kılar. Maksat mü'minleri güzel bir şekilde denemek, kâfirlerin tuzaklarım güçsüz hale getirmek ve hilelerini boşa çıkarmaktır. Âyetten anlaşıldığına göre, buradaki etki Allah'tandır, kul ise bu etkinin âleti, yani aracıdır. Onun içindir ki kişi, kendisini ve yapmış olduğu işi beğenip gurur ve kibire kapılmamalıdır.

Hazret-i İsa (aleyhisselâm) şöyle demiştir: ”Ey Havariler topluluğu! Nice kandiller vardır ki, onu basit bir rüzgar söndürmüştür. Nice ibadet eden kul vardır ki, onu da birazcık kendisini beğenme fesada uğratmıştır."

Akıllı kimsenin yapması gereken şey, yaptığı amelin basitliğini ve azlığını görebilmek, Allah'ın kendisine olan lütfunun, kendi amelinden daha şerefli olduğunu farkedebilmek, Allah için geçersiz olan bir fiili işlemekten sakınmak, Allah'ın rızâsından başka bir şey işlememektir. Aksi halde, elde etmiş olduğu değer de gidiverir. Elinde olan değer, liradan kuruşa döner. Bunun durumu şuna benzer: Bir salkım üzümün pazardaki fiyatı bir daniktir. (Danik, bir para birimidir,) Bu üzümü birisi krala hediye etmiş olsa, O da bunu beğenirse buna karşılık olarak, kendisine bin dinar verir. Böylece, bir tanenin değeri bin dinar olur. Kral bunu beğenmemiş olsa veya kendisine geri verse değeri aşağı düşer. Danikten de aşağı olur. Bizlerin içerisinde bulunduğumuz durum da buna benzemektedir.

19

Ey kâfirler!

Eğer fetih istiyorsanız... Buradaki hitap Mekkelileredir ve onları aşağılama ifadesi taşımaktadır. Çünkü onlar, Bedir'e çıkacakları zaman, Kabe'nin örtülerine tutunmuş ve: ” Ey Allah'ım! İki ordudan en yücesine, gruplardan en doğrusuna ve toplulukların en üstününe yardım et!" diye yalvarmışlardı.

Rivayet edildiğine göre Ebû Cehil, Bedir günü şöyle demiş: ” Ey Allah'ım! İki topluluktan en faziletlisine ve zafere en lâyık olana yardım eyle! Ey Allah'ım! Hangimiz en çok akrabalarından uzak duruyorsa ve topluluğu bozuyorsa onu mahveyle!" Böylece o, aptallığından dolayı kendi aleyhine beddua etmişti.

Ey Mekkeliler! Eğer iki ordudan, üstün olanının zaferini istiyorsanız,

işte size fetih geldi. Üstün olanı zafer elde etti. Halbuki siz, kendinizin üstün olduğunuzu iddia ediyordunuz. Buradaki ”fetih" kelimesinde, onları aşağılanıa, alay etme, yenilgiye uğratıp kahretme ve rezil etme vardır.

Eğer inkarcılıktan ve Hazret-i Peygamber'c düşmanlık etmekten

vazgeçerseniz, o vazgeçme durumunuz

sizin için, zorluğunu tatmış olduğunuz savaştan

daha hayırlıdır. Eğer tekrar savaşa dönerseniz, Biz de mü'minlere

yardıma döneriz. Topladığınız ve de kendilerinden yardım istediğiniz

grubunuz sayı bakımından

çok bile olsa, sizden hiçbir şeyi savamaz. Çünkü Allah, mü'minlerle beraberdir. Zaferi onlara verir, yardımı onlara yapar.

Âyet-i kerime'de, kurtuluş ve başarının, yüce Allah'a inanmakta ve O'nun emirlerine teslimiyette olduğuna dair işaretler vardır. Bâtılın sonu ise, izmihlale uğrayıp yok olmaktır. Biraz gecikmeyle bile olsa.

Mutluluğun gözleri seni gözetlediğinde uyu, Çünkü o zaman bütün korkulardan emin olursun.

20

Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlüne itaat edin! İşittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin! Ayette geçen ”ondan" kelimesi, ”Rasûlullahtan" anlamınadır. ”O ikisinden" ifadesi kullanılmamıştır. Çünkü Allah'a itaat, O'nun Rasûlüne itaattan geçer. Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur'an'ı işitiyorsunuz. Ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.

21

Emir ve yasaklara muhalefet ederek,

işitmedikleri halde, 'işittik' diyenler gibi olmayın! Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylüyorlar. Tıpkı, ”işittik ve karşı geldik" diyen kâfirlerle, dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde, kalpleriyle yalanlıyan münafıklar gibi.

22

Gerçekten de Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü, akıllarını kullanmayan sağır ve dilsizlerdir. Allah'ın hükmüne göre, yer yüzünde hareket edenlerin veya hayvanların en kötüsü, hakkı duymayan sağırlar, onu konuşmayan dilsizlerdir ki, onlar akıllarını kullanmıyanlar, akıllarıyla hakkı bulamıyanlardır. Allahü teâlâ, bunları hayvanlardan saymış ve onları hayvanların ”en şerlileri-en kötüleri" olarak nitelemiştir. Bunun sebebi, onlara özellik kazandırıp ve onları faziletli kılan kişiliklerini iptal etmektir. Onların, akılsızlıkla vasıflandırılmalarına gelince sağır ve dilsizin aklı olsa, bazı şeyleri anlayabilir ve böylece bazı isteklerini elde edebilir. Eğer aklını da kaybetmiş olursa, işte burası, şerrin ve fenalığın en son noktasıdır.

23

Eğer Allah, onlarda bir hayır, hayır cinsinden bir şey

olduğunu bilseydi, onlara mutlaka işittirirdi. Onlar da, Rasûl ün gerçek olduğunu kabul eder, ona itaat eder ve ona inanırlardı. Fakat onlar hayırdan uzak oldukları için Allahü teâlâ, onlarda bu tür bir hayır görmedi. Onlarda, hayır adına hiçbir varlık görülmediği, ”Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi" şeklinde ifade edilmiştir. Çünkü bu ifade, onlarda hayır olmadığını daha açık bir şekilde anlatmaktadır.

Allah onlara işittirseydi bile, işitmiş oldukları haktan

yine de yüz çevirirlerdi ve haktan faydalanma yönüne gitmezlerdi.

Onlar zaten yüz çeviricidirler. Onlar, gerçeklere sırtlarını çevirirler, kalplerinin işitmiş olduğu şeylerden, inatlarından ötürü yüz çevirirler.

Şüphesiz insan, eğitilmeye ve yükselmeye elverişli, meleklerin bile yükselemiyeceği bir mertebeye yükselmeye aday bir şekilde yaratılmıştır. İlk yaratılış anında ise o, melekten alt, hayvandan üst bir mevkideydi. Şeriatın onu eğitmesi sebebiyledir ki, meleklerden üstün olur ve yaratıkların en hayırlısı düzeyine ulaşır. Şeriata karşı gelmek ve nefsinin emirlerine uymakla o, hayvanlardan daha aşağı bir seviyeye iner ve yaratıkların en kötüsü durumuna gelebilir.

Akıllı insanın yapması gereken şey, Allah'ın kanunlarına ve Rasûlüllah'ın sünnetine karşı gelmemektir. Rasûlüllahın insana emretmiş olduğu her şeyde ve yasaklamış olduğu her hususta, mutlaka bir fayda ve hikmet vardır. İnsan, kendisine verilen emirlerin sebeplerini sorup araştırmakla değil, o emirlere itaat edip, boyun eğmekle görevlidir.

Doktorun, sana vermiş olduğu ilaçlar hakkında söylemiş olduğu tavsiyelere uyar, onları yerine getirmeye çalışırsın da, Kâinatın Efendisinin söylediği haberlere nasıl uymazsın? Onun emretmiş olduğu şeyleri yapma konusunda nasıl gevşek davranırsın?

Bilmiş ol ki, Allah'a ulaşmak ancak şu iki yolla mümkündür:

1) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i sevip, ona olan sevgini bütün sevdiklerine tercih etmekle,

2) Hazret-i Peygamberin bütün emir ve yasaklarını yerine getirmekle.

İşte, ancak bunları yapmakla, Allah'la olan ilişkilerin kuvvet kazanır. Ona tam anlamıyla uymakla, olgunluğun zirvesine yükselmiş olursun. Kur'an'ı sevmek ve okumak da, O'nu sevmenin işaretlerindendir. Aksi halde, Rasûlüllah'ın yoluna girmekten yüz çevirmiş olanlardan olursun. O'nu tam anlamıyla sevmenin diğer bir belirtisi de, yoksullara yardımda bulunmak ve dünyada zühd hayatı yaşamaktır.

Ey Allah'ım! Bizi, helak eden şeylerden koru ve bizi, hayırlı yollara gidenlerden eyle!

24

Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'a ve Rasûlüne uyun! Allah'a ve O'nun rasûlüne itaat ederek çağrısına uyun! Rasûlüllah'ın sizi bir şeye çağırması, Allah'ın çağırması anlamınadır. Çünkü Rasûl, Allah'ın emriyle bu çağrıyı yapmaktadır. Öyleyse, bu çağrı da Allah'ın çağrısıdır. ”Size hayat verecek şeyler" çeşitlidir. Bunlardan bin de din ilimleridir. Çünkü onlar, kalbe hayat verir, cahillik ise, kalbi öldürür. Şâir şöyle der:

Câhil, elbisesine bakıp kendini beğenmesin. Câhil ölü, elbisesi ise kefendir.

Bir rivayette şöyle denir: ” Allahü teâlâ, yağmur taneleriyle ölü toprağı dirilttiği gibi, ilimle de ölü kalbleri diriltir.

Ve bilmiş olun ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer. İki şeyin arasını ayıran her şey, onların arasına girmiş olur. Bu anlatını, Allahü teâlâ'nın, kuluna çok yakın olduğunu bildirmektedir. Allah, kulun gönlüne, kendisinden daha yakındır. Çünkü, seninle başkası arasında dolaşan şey, o şeye senden daha yakındır. Yahut da bu ifade, kulları, ölüm gelip çatmadan önce, Allah'ın ölüm vasıtasıyla, kişiyle kalbi arasına girmesinden önce, kalplerini temizleyip, ihlâs ve samimiyete koşmaya teşvik etmek içindir.

Burada sanki şöyle denmiştir: ” Fırsat kaçmadan önce, nefislerinizi olgunlaştırmaya çalışın. Allahü teâlâ'nın, bazı sebepler yaratması suretiyle, kulların kalblerini temizlemeye imkanı kalmayabilir. Böylece kullar, nefislerini ıslah edemezler ve Allah'ın emrine ve peygamberin çağrısına uymadan ölmüş olurlar."

Allahü teâlâ'nın, ”kişi ile kalbi arasına girmesi"nden kasıt, O'nun, kulun kalbine hakim olması ve gönlüne galip gelmesi anlamına da gelebilir. Böylece Allah, kulun kasdını ortadan kaldırır, niyet ve maksatlarını değiştirir ve kul onları, kendi istekleri doğrultusunda gerçekleştiremez. Allah, kulun saadetini dilediği zaman, kendisiyle inkâr arasına girer, mutsuzluğunu istediği zaman da, kendisiyle iman arasına girer. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) çoğu kez şöyle dua ederdi: ”Ey gözleri ve gönülleri evirip çeviren Allahım! Benim gönlümü de (kalbimi de) senin dininde sabit kıl!"(5)

Yine bilmiş olun ki,

mutlaka siz, başkasının değil,

O'nun huzurunda toplanacaksınız ve yaptıklarınızın hesabını vererek, karşılığını bula caksınız. Hayır yapmışsanız hayır, şer yapmışsanız da şer bulacaksınız. Bundan dolayı sizler, Allah'a ve O'nun peygamberine itaat etmekte acele davranın! Onların çağrılarına uymakta çok itinalı olun.

25

Bir de, öyle bir fitneden sakının ki, o fitne, içinizden sadece zulüm yapanlara dokunmakla kalmayacaktır. Bu fitne, sadece zulüm ve haksızlık yapanları değil, bu haksızlık ve kötülükleri kabul edenleri de etkisi altına alacaktır. Bu fitne, iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamayan ve emirleri yerine getirmekte pısırıklık gösterenleri de kapsayacaktır. Yine bu fitne, birliği parçalayanlara, bidatçılara ve ci had yapma konusunda tembellik gösterenlere de şamil olacaktır.

Ve yine biliniz ki, Allah'ın azabı çok çetindir.

Fitneye doğrudan doğruya sebep olmayanlara bile, azap dokunacaktır. İşte bu ifade, fitneyi uyandıranların cezasının şiddetine dikkat çekip, ondan uzak kalmayı öğütlemektedir. Bir rivayette: ”Fitne uykudadır. Allah, onu uyandıranın belâsını versin!" denilmektedir.(6)

Kurtûbî Şöyle der: ”Allah'ın, 'Hiçbir kimse, bir başkasının günahını çekmez' (En'am: 164) âyetine dayanılarak, hiçbir kimsenin, başkasının günahından dolayı hesaba çekilemeyeceği; günahın, sadece o günahı işleyen kimseyi ilgilendirdiği anlaşılmaktadır şeklinde ortaya çıkan soruya, şöyle cevap verilebilir: İnsanlar kötülükleri alenen yapmaya başladıklarında, bu durumu gören kimselere, o kötülüğü değiştirmek farz olur. Eğer bu durumu görür de ses çıkarmazlarsa, hepsi birden âsi olmuş olurlar. Bunların bir kısmı suç işlemek sebebiyle, diğer bir kısmı da, suça razı olup, onunla mücadele etmemek suretiyle âsi olmuştur. Böylelikle de, hepsi cezayı haketmiş olur."

26

Ey Muhacirler!

Hatırlayın ki, bir zaman sayınız azdı. Sayı bakımından az olduğunuz zamanı hatırlayın.

Yeryüzünde zayıftınız. Mekke'de, Kureyşlilerin ellerinde kahroluyordunuz.

İnsanların sizi kapıp yakalamasından korkuyordunuz. Kureyş kâfirlerinin sizleri kıskıvrak yakalayıp, Mekke'den dışarı atmalarından ve sizi oradan uzaklaştırmalarından korkuyordunuz. Böyleyken

Allah sizi barındırdı. Sizleri oraya varıp ve rahata kavuşacağınız Medine'ye, göç yurduna yerleştirdi. Sizleri, kâfirlere karşı

yardımıyla destekledi ve sizi, daha önceki milletlere helâl olmayan

helâl şeylerle ganimetlerle

rızıklandırdı ki, rızıklanmış olduğunuz bu nimetlere

şükredesiniz.

Cüneyd Bağdadî şöyle der: ”Serinin yanındaydım. Yanında bir grup insan da vardı ve şükür hakkında konuşuyorlardı. Bana: 'Sana göre şükür nedir?' diye sordu. Ben de: 'Allah'ın nimetlerine isyan etmemendir' dedim. Bunun üzerine o: 'Allah, en büyük nimet olarak sana dilini lütfetmiştir, ne güzel ifade ettin,' dedi. (Sevincimden dolayı) hâlâ ağlarım."

27

Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlüne hainlik etmeyin!

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, Kurayza kabilesini 21 gece ablukaya almıştı. Onlar da, kardeşleri Nadir oğulları gibi barış istemişlerdi ki, Şam'ın Azruat ve Eriha bölgelerinde bulunan yakınlarına kavuşsunlar. O da, buna diretmiş ve Sa'd b. Mu'azin hakemliğini ileri sürmüş. Karşı taraf ise, buna itiraz etmiş ve: ”Bize Ebû Lübâbe b. Abdülmunzir'i gönder" demişlerdir. Ebû Lübâbe, onların iyiliğini isteyen bir kimse idi. Çünkü malı mülkü, çoluk çocuğu onların yanında bulunuyordu. Ebû Lübâbe'yi onlara gönderdi. Ona: ”Ne dersin, acaba Sa'd'ın kararma uyalım mı?" diye sordular. O da eliyle, boğazlanma işareti yaparak: ”Şayet Sa'd aranızda hükmederse kendi elinizle ölüme gidersiniz. Bu sebeple onun hakemliğini kabul etmeyin!" demiştir. Bunun üzerine Ebû Lübâbe: ”Allah'a ve Rasûlüne hainlik ettiğimi hemen anladım." Çünkü Rasûlüllah, onların Sa'd'ın kararma uymalarını ve ona razı olmalarını istemişti. Ben ise onları bundan alıkoymuştum. İşte bu olay üzerine bu âyet indi. Âyet indikten sonra Lübâbe, kendisini mescidin direklerinden birine bağlamış ve: ”Ölünceye ya da Allah benim tevbemi kabul edinceye kadar kendimi çözmeyeceğim" demişti. Bu halde yedi gün kaldıktan sonra, bayılıp düşmüştü. Bunun üzerine Allahü teâlâ tevbesini kabul etti ve kendisine şöyle denildi: ”Tevben kabul edildi. Kendini çöz artık." Bunun üzerine o: ”Vallahi Hazret-i Peygamber çözünceye kadar kendimi çözmeyeceğim" dedi. Daha sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gelip onu çözdü. Ebû Lübâbe şöyle dedi: ” Tevbemin tamamlanması için, günah işlediğim yeri, kavmimin bulunduğu yeri terketmem gerekir, mallarımdan sıyrılıp ayrılmam gerekir." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: ” Malının üçte birini tasadduk etmen yeter."

Böylece

bile bile kendi aranızda bulunan

emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz. Onlara hainlik etmeyin. Sizin hainlik etmiş olmanız, yanlışlıkla değil, kasten yapılmış olur. Hainlik yasaklanınca hainliğe götüren şeye, mallara ve çocuklara olan aşırı sevgiye dikkat çekilmiştir. Dikkat edilirse görülecektir ki, Ebû Lübâbe'yi hainlik etmeye götüren şey, Beni Kurayza yanında olan, mal, çoluk çocuk ve ailesidir. Ebû Lübâbe bunlar için onların iyiliğini dilemiş ve Müslümanlara hainlik etmişti. İşte bundan dolayı gelecek âyette buna işaret edilmiştir.

28

Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir.

Fitne: Belâ ve âfet demektir. Denenme ve imtihan edilmeye de fitne denir. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: ”Sizin mallarınız ve çocuklarınız, sizleri âfete sürükleyen etkenlerdir. O âfet de, sizin dünyada işlemiş olduğunuz isyandır, âhirette uğrayacağınız cezadır."

Büyük mükâfat Allah kalındadır. Bu mükâfat, Allah'ın rızâsını tercih eden ve O'nun, kendileri için koyduğu sınırları gözetenler içindir. Sizleri fitneye götürecek olan şeylere dikkat ediniz ki, onlara olan sevginiz, sizleri hainliğe itmesin!

Geçmiş bilginlerden biri şöyle demiştir: ”Mal ve çocuk gibi sizi Allah'la meşgul olmaktan alıkoyan şey, sizin için uğursuzluktur. Dünyada sizi Allah'a yaklaştırıp, O'na ibadete sürükleyen şey ise, her dille övülmüştür. Bu durum, her insan için övülmeye lâyık bir davranıştır.

Biliniz ki, hıyanet de çeşit çeşittir. Farzlar ve sünnetler, tanı vakitlerinde yerine getirilmeleri için Allahü teâlâ'nın kullarına emanet ettiği amellerdir. Bunların .sınırları gözetilip, haklarına riayet edilmesi gerekir. Bunları yerine getirmeyen, Allahü teâlâ'ya hainlik etmiş olur.

Ceset, ona bağlı olan organlar ve güçler de birer emanettir. Aile, çocuklar ve mallar da emanettir. Yetimler, köleler ve diğer hizmetçiler de birer emanettir. Devlet işlerinin yürütülmesi, yönetimler, yargı, fetva ve buna benzer hizmetlerin tümü de emanetlerdir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Her kim, daha lâyık bir kimse dururken, bir başkasına görev verirse, Allah'a, Rasûlüne ve mü'minler topluluğuna hainlik etmiş olur."(7) Bir başka hadiste de şöyle buyurulur: ”iki ortaktan birisi, arkadaşına hainlik etmediği müddetçe, ben onların üçüncüsüyüm. Eğer hainlik ederse, ben aralarından çıkarım ve şeytan gelir. ”(8)

Bu konularda, bütün kulların, hain değil, güvenilir kişiler olması gerekir. Aksi halde, Allah'ın gazabına uğrarlar. İbn Abbas Şöyle der: ”Güvenilir köpek, hâin arkadaştan iyidir."

Haris b. Sa'sa'nın eğlence arkadaşları vardı. Onlardan hiç ayrılmazdı ve onları çok severdi. Bir geziye çıkıyordu ve arkadaşları da onunla beraberdi. O arkadaşlarından bir tanesi geri kalıp, hanımıyla birleşir. Yiyip içtikten sonra uyuyakalırlar ve köpek gelip üzerlerine çullanır. Haris evine döndüğünde, onları ölü olarak bulur, durumu anlar ve şu şiiri söyler:

Köpeğim bana sadık, benden ayrılmaz. O, ırzımı korur, dostum ise hıyanetten geri kalmaz. Ailemle beraber olmayı helâl gören dosta şaşarım Köpeğimin ise ailemi nasıl koruduğuna şaşarım.

29

Ey iman edenler! Eğer yaptığınız ve yapmadığınız her işte

Allah'tan korkarsanız, O size, bu konularda

iyi ile kötüyü birbirinden ayırabilecek bir anlayış, hakla bâtılı ayırdedebileceğiniz bir hidayet vesilesi

verir, suçlarınızı örter, sizi cezalandırmaktan vazgeçer

ve sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir. Allah'ın, kullarına olan lütfü çok büyüktür. Bu ifade, daha önceki ifadeyi açıklar ve Allahü teâlâ'nın, kullarına vereceği mükâfatın, O'nun bir lütfü ve ihsanı olduğuna, yoksa takvalarının karşılığı olmadığına dikkati çeker. Bir efendinin, kölesinin hizmetine karşılık olarak, ikramda bulunacağını va'detmesi gibi değildir. Âyette birkaç durum belirtilmiştir:

1) Takva: Şeriattaki mertebesine: ”Gücünüz yettiği kadarıyla Allah'tan korkunuz"(Teğâbûn: 16) âyeti işaret eder. Hakikatteki mertebelerine ise şu âyetle işaret edilmiştir: ”Allah'tan gereği şekilde korkun." (Âl-i İmran: 102)

2) ”Takva" muhataplara, ”furkân" (iyi ve kötüyü birbirinden ayırabilme gücü) ise Allah'a isnat edilmiştir. Allahü teâlâ, bir kula hayır dilerse, onu kendine seçer. Onun kalbinde kendi kudsî nurundan bir kandil yaratır. Bu kandil vasıtasıyla da, hak ve bâtılı, varlık ve yokluğu, hudûs (sonradan olan) ve kıdemi başlangıcı olmayıp (ezelî olan) birbirinden ayırır, bu kandil vasıtasıyla yine, kendi nefsinin işlediği ayıp ve kusurları görür.

Makdisî'nin şöyle dediği rivayet edilir: ” İbrahim b. Edhemle arkadaş oldum ve ona bu durumunun başlangıcını sordum. Fânî hükümdarlıktan, bakî hükümdarlığa nasıl geçtiğini öğrenmek istedim. Bana şöyle dedi:

"Ey arkadaş! Günün birinde, kral köşkünün en üst katında oturuyordum. Köşkün ileri gelen kişileri de etrafımdaydılar. Bir ara kafamı dışarı çıkarıp baktığımda, köşkün avlusunda oturan bir fakir gördüm. Elinde, bir parça kuru ekmek vardı. Su ile ıslatıp, ince tuzla yiyordu. Yemesini bitirinceye kadar ona baktım. Daha sonra, biraz da su içti ve Allah'a hamd ve senada bulundu, sonra köşkün avlusunda uyudu. Allah bana, bu adam hakkında düşünmemi emretti. Kölelerime dedim ki: ”Bu fakir adam uyanınca, onu bana getirin." Adam uyanınca, ” köşkün sahibi seninle konuşmak istiyor" demişler. Fakir: ”Allah'ın adıyla başlarım ve ona güvenirim, güç ve kuvvet ancak Onundur" demiş ve kalkıp huzuruma gelmişti. Beni görünce selâm verdi ve ben de selâmına karşılıkta bulundum. Oturmasını söyledim. Biraz sonra rahatlık hissedip huzura erişince: ”Ey fakir adam! Bir parça ekmeği yedin. Acıkmıştın doydun." dedim. O da: ”Evet" dedi. ”Susamıştın, içtin ve suya kandın" dedim. ”Evet" dedi. Daha sonra: ” Güzel bir şekilde, sıkıntısız ve gamsız bir halde uyudun ve rahatladın" dedim. Buna da ”evet" cevabını verdi. Daha sonra, kendi nefsimi kınayarak dedim ki: ”Ey nefis! Dünyayı ne yapayım! Ey nefis! Gördüğüm ve işittiğimle yetinmiyor musun?" Bundan sonra, Allahü teâlâ'ya kesin bir surette tevbe ettim. Gün batıp gece olunca, yün bir elbise ve yün bir başlık giyerek, yalınayak bir şekilde Allahü teâlâ'ya yöneldim."

3) Mağfiret, Allahü teâlâ'nın büyük bir lütfudur. Kul, Allah'a hüsnü zanda bulunmalıdır. Mağfiret, kesin değildir. Allahü teâlâ'nın, Mûsa Peygambere şunları vahyettiği anlatılır: ”Sana, dinin direği olan beş şey söyliyeceğim:

1) Mülkümün bittiğini bilmedikçe, bana itaat etmekten vazgeçme,

2) Hazinelerimin tükendiğini bilmedikçe, rızkına aldırış etme bu konuda endişen olmasın,

3) Düşmanın olan şeytanın ölmüş olduğunu bilmedikçe, onun sana sürpriz yapacağından emin olma ve onunla savaşı bırakma,

4) Seni bağışladığımı bilmedikçe, günahkârları ayıplama,

5) Cennetime girmedikçe de, azabımdan emin olma."

Akıllı kimse, ömrünün sonuna kadar çalışmak zorundadır ki, Allahü teâlâ da onun fânî varlığının günahlarını bağışlasın. Celâl ve Cemâl'inin nurlarıyla o kimseyi kaplasın.

30

Kâfirlerin seni tutup bağlamaları... Burada Kureyşlilerin, Mekke'deyken kurduğu tuzaklar hatırlatılmaktadır ki, o tuzaklardan kurtulduğu için Allah'ın nimetine şükretsin. Kureyşliler, ibn Kilâbin Mekke'de yapmış olduğu binada (Dâr'un-Nedve) toplanıp, Hazret-i Peygamberin durumu hakkında istişarede bulunmuşlardı. Kureyşliler, her konuyu burada görüşürlerdi. Bu görüşmeye katılanlardan bazıları, Ebû Rebîa'nın oğulları Ut be ve Şey be. Ebû Cehil, Ebû Süfyân, Nadr b. Haris gibi ileri gelen kimselerdi. Bu arada şeytan, yaşlı bir adam kılığında bunların arasına girdi. Sırtında, eski bir elbise vardı. Bu kılığıyla onlar arasında oturunca: ” Sen kimsin be adam! İzinsiz olarak aramıza nasıl girebildin?" diye sordular. O da: ”Ben Necid'lilerdenim. Mekke'ye geldim ve neler konuştuğunuzu duymak istedim. Görüşünüzü ve öğüdünüzü benden gizlemeyin" dedi. Onlar da: ”Bu adamdan size zarar gelmez" dediler ve aralarında bildikleri gibi konuşmaya devam ettiler.

Amr b. Hişam konuşmaya başladı ve: ”Benim görüşüm, Muhammed'i yakalayıp, bir eve tıkayarak kapısını kapatmanız, ona kelepçe takmanız, küçükçe bir delikten yemek ve suyunu vermeniz ve de ölünceye kadar orada hapis tutmanızdır" dedi. Şeytan dedi ki: ” Bu ne kötü görüştür! O kişinin toplumundan savaşçı birisi gelir ve onu sizden kurtarır!" Bunun üzerine dediler ki: ”Vallahi yaşlı adam doğru söylüyor."

Bundan sonra, Ebû'l-Buhtürî konuştu ve: ”Benim görüşüme göre, onu bir deve üzerine yüklemeniz, kelepçelerini takmanız, sonra da ölünceye kadar kendi toprağınızdan çıkarmanızdır, ya da dilediği yere gitmesidir" dedi. Şeytan: ”Ne fena görüş! Topluluğunuzu bozan ve kendisiyle sizden de bir grup bulunan bir adama yöneliyorsunuz ve de onu, aranızdan çıkarmayı amaçlıyorsunuz. Halbuki o, diğer bir topluluğa gidip, tatlı dili ve güzel sözleriyle o topluluğu da bozar. Araplar, onun etrafında toplanıp, onun güzel sözlerini dinlemeye başlarlar. Daha sonra sizin üzerinize yürür ve sizi yurdunuzdan çıkarır, içinizde bulunan ünlü kişileri öldürürler!" dedi. Onlar da: ” Vallahi yaşlı adam doğru söylüyor" dediler.

Bunun üzerine Ebû Cehil konuştu ve şöyle dedi: ”Benim görüşüme göre, her kabileden bir adamın toplanıp bir araya gelmesi, kılıçlarını alıp, hep birlikte onun boynunu vurması gerekir. Böylece, kanı bütün kabilelere dağılır ve onlar da, bunun intikamını hangi kabileden alacaklarını bilemezler. Bütün

Kureyş kabilesine de savaş açamazlar ya. Eğer diyet isterlerse, diyet ödeyip rahata kavuşabiliriz." Bunun üzerine şeytan: ”Vallahi bu genç en güzel görüşü ortaya koydu. Doğrusu onun dediğidir, bundan başkası da olamaz" dedi. Bu söz üzerinde karar kılıp dağıldılar.

Daha sonra da Cebrail inerek, olup bitenleri Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bildirdi. Her gece sabahlamış olduğu yatağında gecelememesini, Medine'ye göç etmesini söyledi. Hazret-i Peygamber de yatağına Hazret-i Ali'nin yatmasını söyledi. Daha sonra, Hazret-i Ebû Bekir'le yola çıktı ve mağaraya vardı.

"Mekr", hile, başkasına tuzak kurma ve gizli bir şekilde onun düzenini bozma anlamına gelir. Bu işi öyle ince bir ustalıkla yapar ki, olay meydana gelinceye kadar, kendisine tuzak kurulduğu anlaşılmaz. Durum bu olunca, âyetin anlamı şöyle olur: ” Ey Rasûlüm Muhammed! Sana tuzak kurup, seni kelepçelerle bağlamayı ve hapse atmayı tasarladıkları zamanı hatırla!"

Veya seni, Ebû Cehil'in görüşüne göre, her kabileden birinin kılıçlarıyla

öldürmeleri, yahut da seni, (yurdundan) Mekke'den, kendi aralarından

çıkarmaları için, sana tuzak kurduklarını hatırla! Onlar (sana) tuzak kurarlarken, Allah da onların

tuzaklarını boşa çıkarıyordu. Allahü teâlâ, kimseye tuzak kurmaz. Ancak, tuzak kuranların tuzağını boşa çıkarır. Tuzak kurma olayı, bir hile olduğu içindir ki, Allahü teâlâ buna başvurmaz, sadece, bu taktiği kullanana karşılık verir. Bu taktiğe başvurmak, Allahü teâlâ'nın büyüklüğüne uygun olmaz.

Allah, tuzakları bozanların en hayırlısıdır. Allah'ın tuzağı karşısında onların tuzaklarının önemi yoktur. Çünkü O, onların hilelerine, doğru ve gerçek olarak karşılık verecektir. Halbuki, onların hileleri bâtıl ve haksızdı.

Biliniz ki, halkın da Hakkin da tuzağı vardır. Halkın tuzağı, hile ve acizlikten kaynaklanır. Hâlikın (Yaratıcının) tuzağı ise, kudretin ve hikmetin eseridir. Hakkin tuzağına karşı halkın tuzağı, bâtıldır, boşunadır. Hakkin tuzağı ise, gerçektir, doğrudur.

Ebûl-'Aynâ anlatıyor: Benim, zalim hasımlarım vardı. Onları, Ahmed b. Ebî Davud'a şikâyet ettim ve dedim ki: ” Bunlar, birbirlerine arka çıkıp, tek yumruk haline geldiler." O bana: ”Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir" (Fetih: 10) anlamına gelen âyeti okudu. ”Onların tuzağı vardır" dedim, ”kötü tuzak, ancak sahihine dokunur" (Fahr: 43) âyetini okudu. ”Onlar kalabalıktır" deyince de: ”Nice az topluluklar vardır ki, kalabalık topluluklara galip gelmişlerdir" âyetini okudu. Bunun üzerine, gönlüm rahat olarak dönüp gittim.

31

Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman: 'İşittik, biz istesek, bunun aynısını söyleyebiliriz dediler.

Rivayet edilir ki: Abdü'd-Dâr oğullarından Nadr b. Haris adında bir zat vardı. Bu zat, tüccar olarak sık sık İran, Bizans ve Hîre'ye gidip gelirdi. Bu esnada oralarda, birçok uydurma haberler ve sözler duyardı. Yahudi ve Hıristiyanlara uğrar, onların da İncil ve Tevrat okuduklarını, rükû ve secde ettiklerini görürdü. Mekke'ye gelince de, Hazret-i Peygamberin Kur an okuduğunu görünce hemen alaycılarla beraber olup, daha önce duymuş olduğu efsane ve saçmalıkları okuyup anlatmaya başlardı. Bu efsaneler, geçmiş milletlerin hayat hikâyeleri ve onlara ait birtakım düzmece haberlerdi. Bu efsanelerin, Hazret-i Peygamberin getirdiği ve anlattığı Kuran âyetleri gibi olduğunu iddia ediyordu. Böylece Nadr ve emsali, Kuran gibi sözler söyleyebileceklerini iddia ediyorlardı. Görüldüğü gibi, inat ve büyüklük taslamada, çok ileri gitmişlerdi.

Kur'an-ı Kerim, bunlara tam on yıl meydan okudu. Buna bir benzer getirme konusunda, ne kadar uğraştılarsa da, kesinlikle yenilgiye uğradılar. Özellikle de, Kur'an'ın fesahat ve beyânı karşısında aciz kaldılar. İşte kâfirler, Kur an'a benzer bir söz getiremiyeceklerini anlayınca, bu hususta yenilgiye uğrayınca, yine de inatlarından ve karşı çıkma huylarından vazgeçıneyip, Kur'an'ın asimin da efsane olduğunu iddia etmeye başladılar ve:

Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir' dediler. Yani bu Kuran, daha önceki insanların, kendi kitaplarında yazmış oldukları efsanelerden başka bir şey değildir, dediler.

32

Hani bir zaman onlar: 'Ey Allahımız! Eğer bu Kuran

senin katından gelmiş bir

gerçek ise, Lût kavmine ve fil topluluğuna verilmiş ceza gibi

gökten üzerimize taş yağdır, yahut bize, kendilerine azap edilmiş diğer milletler gibi

acıklı bir azap ver' demişlerdi. Bu ifadeyi kullanan, Nadr b. Haris ve taraftarlarıydı. Böyle duâ ederek, güya kendilerinin haklı olduklarım, aksi halde cezalandırılmalarını istemişlerdi. Onların bu ifadelerinden, alay ederek gerçekleri inkâr ettikleri ve tamamen bâtıl bir düşünce üzere oldukları anlaşılıyor. Onların sapıklıklarına ve cahilliklerine bakınız ki, ”Ey Allah'ımız! Eğer bu Kuran, senin katından indirilen bir gerçek ise, bizi ona kavuştur! Onu bizim kalblerini ize şifa eyle! Gönlümüzü onunla aydınlat!" diyecekleri yerde, tam tersini söylüyorlar.

33

Sen, onların içerisinde bulunurken, Allah da onlara azap edecek değildi ya. Çünkü, bir millete azap inince, o milletin tüm fertlerini kapsar. Bir millete azap inmesi için, onların arasından, peygamberlerin ve gerçekten inanmış olanların ayrılmış olmaları gerekir. Âyette. Hazret-i Peygamber'i yüceltme ve onun saygınlığını koruma ifadesi vardır. Allahü teâlâ onu, âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Rahmet ve azap, birbirlerinin zıtlarıdır. İki zıt bir arada bulunamaz. Âyet, Hazret-i Peygamber'in şerefine ve Allah katındaki saygınlığına da işaret eder. Allah onu, kullarına güvence yapmıştır. Onun olduğu yere azap olmaz. Yine âyette, sâlih ve takva sahibi kimselerle yakın ilişkisi olan toplumlara da azap edilmeyeceğine işaret vardır.

Bağışlanmalarını dilerlerken de, Allah onlara azap edecek değildir. Buradaki ”bağışlanma isteği'nden kasıt, onlar arasında kalan güçsüz mü'minlerin bağışlanma istekleridir. Ki onlar, kâfirleri bırakıp da göç etmeye imkân bulamıyanlardır. Bir görüşe göre de, onların nesillerinden, bağışlanma dileğinde bulunanlardır. Bir başka görüşe göre ise, onlar arasında, inkârdan vazgeçerek, dönüş isteğinde bulunanlardır.

Mü'minlerin Emiri Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle der: ”Yeryüzünde iki tane güvence vardı. Biri ortalıktan kayboldu, diğeri ise duruyor. Ortalıktan kaybolan, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir, duran ise, istiğfar (bağışlanma isteği) dır." Bu ifadeyi kullandıktan sonra da, yukarıdaki âyeti okur.

34

Onlar, Mescid-i Haram'dan alıkoyarlarken, Allah onlara niçin azap etmesin ki? Onların azap çekmesini ne önleyebilir? Onlara nasıl azap edilmez? Hazret-i Peygamber'i ve mü'minleri Hudeybiye yılında olduğu gibi Beytullah'a girmekten alıkoyan ve tavaf etmelerine izin vermeyenler onlar değiller miydi? Onların bu tutum ve davranışları, Hazret-i Peygamber'i göç etmeye zorladı. Onlar, Beytullah'ın velileri ve koruyucuları olduklarını iddia ediyor, oraya istediklerimizi sokarız, istemediklerimize engel oluruz, diyorlardı. Allah da, onların bu iddialarını reddediyor ve:

Onlar, Mescid-i Haram'ın dostları da değillerdir. Onlar, Allah'a ortak koştukları sürece, Mescid-i Haram'ın koruyucuları ve onunla ilgili görevleri yerine getirmeye layık olamazlar.

Onun, yani Mescid-i Haram'ın

dostları, ancak Allah'tan korkanlar, Mescid-i Haram'da Allah'tan başkasına kulluk etmiyenler, Allah'a ortak tanımayanlar

olabilir. Fakat onların çoğu, bunu bilmezler. Onların, Mescid-i Haram'a karşı velayetleri yoktur. Âyette, onlardan bir kısmının bunu bildikleri, fakat inatları dolayısıyla ısrar ettiklerine işaret edilmektedir. Azlıktan yokluk kastedildiği gibi ”onların çoğu bunu bilmezler" ifadesinden ”onların hiçbir tanesi bunu bilmezler." de kasdedilmiş olabilir.

35

Onların, yani müşriklerin,

Beytullah yanındaki duaları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Müşrikler Kabe'de, el çırpmak ve ıslık sesi gibi ses çıkarmak suretiyle Allah'a yaklaştıklarına, O'na bu şekilde duâ edip tesbihte bulunduklarına inanırlardı. Bunu, bir çeşit duâ ve ibadet telâkki ederlerdi.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, o şöyle der: ” Kureyşliler, Beytullah'ı çıplak olarak, kadın ve erkekler parmaklarını birbirlerine kenetlemiş halde, ıslıklar çalarak ve de alkış tutarak tavaf ederlerdi."

O halde,

inkârınızın karşılığı olarak, Bedirde öldürülmek ve esir olmak suretiyle

tadın bakalım

azabı! İnkâr ve isyan, azabı gerektirir. Tevbe etmek ve bağışlanma dilemek ise, Allah'ın feyiz ve rahmetine ulaşmaya vesiledir. Tevbe ve istiğfar, günahları temizleyen bir sabun gibidir.

Aşağıdaki âyet, Bedir savaşında, Kureyş askerlerine yemek ikram edenler hakkında inmiştir. Bu ikramı yapanlar on iki kişiydiler ve Kureyş'in ileri gelen kimseleriydi. Bunların her biri, kâfir askerlerine her savaş günü on deve yedirirlerdi.

36

Kâfirler, mallarını, Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar ve harcıyacaklardır da. Bunlar, ellerindeki malları, Hazret-i Peygambere düşmanlık etmek üzere, insanları Allah'ın dininden uzaklaştrmak için, O'nun dinine uymamak için harcıyorlar. Çünkü bu yol, sevap yolu ve cennette devamlı olarak kalmanın yoludur. Hatta o kâfirler, bu harcamaya devam edeceklerdir.

Sonra bu, onlar için bir yürek acısı olacak ve yenilgiye uğrayacaklardır. Kâfirlerin harcadığı bu mallar, kendileri için bir hasret, sıkıntı ve üzüntü olacaktır. Çünkü onlar, umduklarını bulamamışlardı. Harcamaları, kendilerinin karşısına, bir ceza olarak çıkacaktır.

Daha sonra, inkârlarına devam eden

kâfirler, cehenneme toplanacaklardır. Onlar, cehennemden başka bir yere götürülmezler.

37

Bu, Allah'ın, murdarı temizden ayırıp, bütün murdarları üst üste koyarak, hepsini bir araya yığması ve cehenneme atması içindir. Ayette geçen ”habis" (murdar-pis) kelimesi, kâfirler grubunu, ”tayyib", yani temiz kelimesi ise, müminler grubunu göstermektedir. Allahü teâlâ, bu pis ve murdar inkarcı grubun tümünü, bir araya yığınak suretiyle cehenneme atacaktır.

İşte onlar, pis inkarcılar grubu,

zarara uğrayanların tâ kendileridir. Çünkü onlar, mallarını ve canlarını kaybetmişlerdir.

Rivayet edildiğine göre Allahü teâlâ, pis malları üst üste yığarak cehenneme atacak ve sahiplerine azap edecektir. Bu olaya: ”O gün bunlar, cehennem ateşinde kızdırılır. Bununla, onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır" (Tevbe: 35) âyetiyle de işaret edilmiştir.

Rivayet edildiğine göre Ebû Süfyân, Uhud savaşında, Hazret-i Peygambere karşı savaşmak için, iki bin Arap kiralamıştı ve onlara kırk ukye(9) harcamıştı.

Kâfirlerin, bâtıl bir amaç uğruna insanları Allah yolundan alıkoymak için harcadıkları çabaya ve cesaretlerine bak. Kalpleri sevgilinin rızâsına çekmek ve ona yöneltmek için mallarım sarfeden Müslümanların sayısı, ne kadar azdır. Kişinin yapması gereken şey, âşinâ olduğu şeyden kendisini kesip ayırmasıdır. O da, mal sevgisidir.

Cüneyd Bağdadî der ki: ”Tasavvufu kîl-û kâl'den (dedikodudan) almadık. Fakat, açlıktan, dünyayı bırakmaktan, âşinâ olduğumuz ve güzel gördüğümüz şeylerden ilgiyi kesmekten aldık."

Ebû Sa'îd el-Hudrî de şöyle anlatır: ”Adamın biri, Hazret-i Peygambere: ”İnsanların en faziletlisi hangisidir? ” diye sorar. O da: ”Malıyla ve canıyla Allah yolunda cihad eden mümindir" cevabını verir. ”Sonra kimdir?" diye sorunca da o: ”Bir yere çekilip, Rabbine kulluk eden ve insanların şerrinden uzaklaşan kimsedir"m cevabını verir. Bu hadiste, zaman bozulunca, fitneler çoğalınca, insanlar değişince uzlete çekilmenin faziletine ve müstehap olduğuna işaret edilmiştir. Sahabeden bir grup da aynı şeyi yapmışlardır.

38

İnkâr edenlere: 'Eğer İslâm'a girerek Hazret-i Peygambere düşmanlık yapmaktan

vazgeçerlerse, geçmişin günahlarının

bağışlanacağını'' söyle. İnkâr edenlerden kasıt, Ebû Süfyân ve arkadaşlarıdır. Bunlar, İslâm'ı kabul ederlerse, İslâm'dan önceki günahları bağışlanır.

Eğer yine de onunla savaşa

dönerlerse, onlardan intikam alır ve onları helak ederiz. Böylece,

öncekilerin başına gelenler, onların da başına gelecektir. Öncekiler peygamberlerine düşmanlıkta birleştiler. Bedir ehlinin başına gelenler bellidir. Bu durumun tekrar ortaya çıkması da mümkündür. Şâir der ki:

"inkâr edenlere de ki: İnkârlarından Vazgeçerlerse, geçmiş günahları bağışlanır," Âyeti gereğince, eğer bir genç de yaptığını itiraf eder ve vazgeçerse, bağışlanmayı hak eder.

39

Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar, onlarla savaşın! Ayette geçen ”onlar" kelimesinden kasıt, müşriklerdir, ”fitne" den kasıt da, Allah'a ortak koşmaktır. Yeryüzünde şirk kalmayıncaya kadar ve bâtıl dinlerin hepsi ortadan kalkıncaya, bâtıl dinlere inanan kimseler topyekün helak edilinceye veya öldürülme korkusuyla şirkten dönünceye kadar müşriklerle savaşın!

Eğer inkârdan

vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını çok iyi görür. Onların, şirkten vazgeçip, İslâm'a döndüklerinden ötürü, kendilerine mükâfat verir.

40

Eğer yüz çevirirlerse, hakkı kabul etmeye yanaşmazlarsa,

biliniz ki Allah, sizin dostunuzdur. O size yardımcıdır, O'na güvenin, kâfirlerin düşmanlığına aldırmayın!

O, ne güzel dost, ne güzel yardımcıdır. Kendisine güvenenleri yüzüstü bırakmaz, onun yardım ettiği kimseler asla yenilmez. Âyette, cihada teşvik etmek vardır. Hadiste ise: ” Allah yolunda tutulan bir saat nöbet, Hacerul Esved yanında kadir gecesini ifa etmekten daha hayırlıdır" buyurulmuştur.'"'

41

Ey Mü'minler!

Eğer Allah'a ve kulumuz Muhammed'e indirdiğimize iman ettiyseniz, bilmiş olun ki, hak ile bâtılın

ayrılma günü, iki grubun karşılaştığı gün, kâfirlere karşı güç ve kuvvet kullanmak suretiyle

ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'ın, Râsûlün, yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kadirdir.

Âyette geçen ”şey" den kasıt, savaşta elde edilen her şeydir. Yani, iğneden ipliğe ne elde edilmişse, hepsi ganimettir. Ancak, devlet başkanının izin vermesi halinde, öldürülen kimsenin üzerindeki şeyler onu öldüren kimseye kalır. Esirler hakkında ise, devlet başkanının yetkisi vardır.

Ganimet mallarının, beşte biri ayrılır. Ayrılan bu beşte birlik kısım, Allah için, Allah'ın Rasûlü ve yakınları için yetimler, düşkünler ve yolcular için ayrılır, yâni bunlara verilir. Allah Resulünün yakınları, Muttalib oğulları ve Haşim oğullarıdır. Nevfel oğulları ve Abdüşşems oğulları bunun dışındadır. Haşim oğulları ve Muttalib oğullan, İslâm'dan önce de sonra da Hazret-i Peygamber'i yalnız bırakmamıştır. Onun içindir ki, ganimetten bu gruba da pay verilmiştir. Yetimlerden maksat babası ölen ve küçük yaşta babasız kalan müslüman çocuklardır. Eğer bunlar fakir ise pay verilir. İhtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan fakir Müslümanlara da pay verilir. Ganimetten pay alacak olan diğer bir grup da, mal ve mülkünden uzak kalan Müslümanlardır.

Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre, ganimetten pay alacak grup altıdır. Ancak, ilim adamları, Allah'ın da pay alması ifadesininin, söze Allah'ın adıyla başlamak için teberrüken kullanılmış olduğunu söylemektedirler. Yoksa, Allah'ın da ganimetten pay alması diye bir olay düşünülemez. Çünkü, dünya ve âhirette olan herşey, Allahü teâlânındır. Hazret-i Peygamberin payı da, O'nun vefatıyla sona ermiştir. Peygamberler miras da bırakamazlar.

İbn Şeyh şöyle der: ”Hazret-i Peygambere, kendisinden sonra hiçbir kimse peygamber olarak halef olmamıştır. Dolayısıyla, payını almak için de kimseyi halef bırakmamıştır. Bu görüş, İmam A'zam'a göredir. Şafiî'ye göre ise Peygamberin payı, müslumanların menfaatleri ve İslâm'ın güçlenmesi doğrultusunda harcanır."

Hazret-i Peygamberin vefatıyla, onun yakınlarının da pay alma durumu ortadan kalkmıştır. O'nun yakınlarına, yakınları olduğu için değil, fakir oldukları için ganimetten pay verilir. Hazret-i Peygamber, zenginlerine de, fakirlerine de verirdi. Bu durum, yakınlıktan ötürüydü. Hatta, Abbas b. Abdulmuttalib'e, malı çok olmasına rağmen pay verirdi. Sonuç olarak, şunu söylemek isteriz ki, ”yakınlar" diğer fakirlere örnektirler. Yani, ”düşkünler-fakirler" ifadesinin içinde değerlendirilir ve diğerlerinin önüne geçerler. Fakat yakınların zenginlerine verilmez.

Şerhu'l-Âsâr isimli eserde bildirildiğine göre, Ebû Hanife şöyle der: ”Haşim oğullarına zekât ve ganimet vermek caizdir. Bunun haram olması.

Hazret-i Peygamber zamanındaydı. Çünkü, ganimetlerden pay alıyorlardı. Bu pay düşünce, zekât alma imkânları ortaya çıkmıştır. Elde edilen ganimetin kalan beşte dördü mücahidler arasında bölüştürülür. İki pay atlılara, bir pay da yayalara verilir."

Eğer Allah'a ve O'nun peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiğimiz âyetlere ve onun zaferine inanıyorsanız, Allah, beşte biri bu grublara tahsis etmiştir. Bu payları onlara verin ve tamahlarını giderin. Geriye kalan beşte dörtle de yetinin.

Âyette geçen ”ayrılma günü", Bedir gününü ifade eder. Çünkü bu gün, müminlerin zafere ulaşması, kâfirlerin de yenilmesiyle, hak ile bâtılı birbirinden ayırmıştır, ”iki grup ”Um kasıt da, Müslümanlar ve kâfirlerdir. Bedir günü, Hazret-i Peygamber'in, dinin yücelmesi için, katıldığı müşriklere karşı yapılan ilk savaştır. Allah'ın, her şeye gücü yettiği için, azlıkları çokluklara, güçsüzleri de güçlülere galip getirir. İşte size, Bedirde bunu yaptı.

42

Hani siz, vadinin şehre

en yakın tarafında, onlar, yani düşmanınız

da en uzak tarafında, kervanın süvarileri ise, sizin daha aşağınızda idiler. ”Kervanın süvarileri ”nden maksat, Şam'dan gelmekte olan kafiledir. Bu kafile, deniz sahiline yakın bir yerdeydi. Müslümanlarla onlar arasında üç mil kadar mesafe vardı. Burada, bazı durumların belirtilmiş olması, düşmanın gücünü ve müslümanlann zayıflığını belirtmek içindir. Vadinin yakın tarafı, yumuşak bir yerdi. Yürümek zordu, insanlar adım atamıyor ayakları kuma gömülüyordu. Çok büyük bir zorlukla yürünebiliyordu. O kısımda su da yoktu. Halbuki vadinin uzak kısmında su vardı. İşte bu durumların bildirilmiş olması, müslümanlann güçsüzlüğünün ve bu durumda olan Müslümanlara Allah tarafından bir fetih ve zafer verilmiş olduğunun anlatılması içindir. Böylece, müslümanlann iman ve şükürleri artmış olacaktır.

Eğer siz onlarla savaşacağınız hususunda

daha önce sözleşnıiş olsaydınız ve kendi durumunuzla onların durumlarını bilseydiniz, onların heybetinden korkar ve zafere ulaşacağınızdan umutsuzluğa kapılırdınız ve

buluşma vaktinde ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı.) Randevu olmadan bile. Allah sizi bir araya getirdi. Bunun gayesi, Allahü teâlâ'nın, dostlarını galip getirip, düşmanlarını yenilgiye uğratmaktır. Allah, kendi katında gerçek dinin İslâm olduğunu gösterdikten sonra ölen ölsün, yaşayan da yaşasın diye böyle yaptı.

Bu durumu gördükten sonra, dileyen iman eder ve gerçek imana ulaşır, dileyen ise, eski durumu üzere kalır. Fakat, herkes bu sahneyi görmüş olur. Bedir olayı, İslâm'ın yüceliğine işaret eden apaçık delillerdendir. Bu açık gerçeği gördükten sonra, inkârına devanı edenler, matlıklarından ve büyüklük tasladıklarından dolayı inanmıyorlar.

Gerçekten Allah, inkâr edenin küfrünü ve cezasını, iman edenin de imanım ve sevabını

hakkıyla işitici, hakkıyla bilicidir.

43

Ey Rasûlüm Muhammed!

Hani, sen uykudayken, Allah onları sana az gösterdi. Müşrikleri, Allahü teâlâ'nın sana az olarak gösterdiği zamanı hatırla! Sen uykudayken, Allah onların miktarını sana az göstermişti. Mücahit'ten rivayet edildiğine göre, o şöyle anlatır: ”Allahü teâlâ, Peygamberi uykudayken, Kureyş kâfirlerinin sayısını ona az gösterdi. Peygamber de, ashabına böyle bildirdi. Bunun üzerine ashab: ” Peygamber'in rüyası doğrudur ve o topluluk azdır" dediler. Ashabın gönüllerinin güçlü olması da bundan dolayıdır."

Eğer onları sana çok gösterseydi, yılardınız korkardınız, asker saflarına katılmakta gecikirdiniz,

ve iş konusunda çekişirdiniz. Savaş konusunda görüş ayrılığına düşerdiniz. Savaşa katılmak veya katılmamak konusunda ihtilafa düşerdiniz.

Fakat Allah, (sizi bu durumdan) kurtardı. Sizi, birbirinize düşerek kayba uğramaktan kurtardı.

Çünkü O, kalblerin özünü bilendir. O Allah, meydana gelecek olan, yiğitliği ve korkaklığı, sabrı ve sabırsızlığı çok iyi bilir. Yaptıklarını da buna göre yapar.

44

Allah, yapılması gereken emri yerine getirmek için, karşılaştığınız zaman, onları sizin gözünüze az gösteriyor. Allahü teâlâ onları, Müslümanların gözüne az gösteriyordu. Bu konuda İbn Mes ud, yanında bulunan kimseye: ” Onları yetmiş kişi olarak mı görüyorsun?" diye sorduğunda: ”Onları yüz kişi olarak görüyorum" cevabını alır. Halbuki onlar, tam bin kişiydiler. Bu durum, onları cesaretlendirmek, kalblerini güçlendirmek ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in rüyasını gerçekleştirmek içindi. Çünkü o rüya, vahiydi. Vahiyde ise yanılgı olmazdı.

Sizi de onların gözünde azaltıyordu. Ebû Cehil: ”Muhammed ve O'nun ashabı, ancak bir deve yiyecek kadar kalabalıktır" demiştir. Bu ifade, grubun azlığına, bir tek devenin bile onları doyurmaya yeteceğine işaret etmektedir.

Allahü teâlâ savaştan önce onları, gözlerine az olarak gösterdi ki, savaşa cesaretle katılsınlar, çalışmalarında ileri gitmesinler, savaşa tam anlamıyla hazırlıklı olmasınlar. Daha sonra da, Müslümanları onların gözüne iki kat olarak gösteriyor ki, sürpriz olsun, donakalsınlar ve moralleri bozulsun, gönülsüz olsunlar.

Bütün işler, ancak Allah'a döndürülür. Allah, bütün işleri, dilediği gibi yapar, yönetir. O'nun işini hiçbir kimse geri çeviremez, O'nun kararma kimse karşı çıkamaz.

45

Ey iman edenler! Savaşmak için,

herhangi bir toplulukla karşılaştığınızda, sebat edin. Yani, kâfir bir grubla savaştığınızda, sakın yenilmeyin! Bir hadiste: ”Düşmanla karşılaşmayı dilemeyin! Onlarla karşılaştığınız zaman ise, sabredin!" buyurulur.(12)

Hazret-i Peygamber bu hadisiyle, düşmanla karşılaşmayı istemeyi yasaklamıştır. Çünkü bunda, kuvvete güvenme ve kendini beğenme vardır. Ayrıca düşmana önem verilmemiş, küçük görülmüş olur. Çünkü ona önem vermezse zayıf sözler sarfedebilir. Bu da kendi aleyhine olur. Böylece zayıf olan hasmı galip gelir, bu durum ise, tedbirli davranmaya engel teşkil eder. Münazara adabında da, şöyle bir durum var: Bir kimse, karşısındaki kimseyi küçük, hor ve hakir görmemelidir. Kendisi zayıf ve aşağı duruma düşer. Güçlüler güçsüz, güçsüzler de güçlü olabilir.

Ve Allah'ı çok anın ki, başarıya ulaşasınız. Savaşın şiddetlendiği ve güçlüklerin ortaya çıktığı zamanlarda; tekbir, tehlil gibi şeylerle Allah'ı zikredin. Mum inlerin zaferi ve kâfirlerin yüzüstü düşmesi için duâ edin. Umulur ki bu durum, dileklerinize ulaşmanıza ve zaferi kazanmanıza sebep olur. Zaferi elde eder ve sevabına kavuşursunuz.

Burada, bir tenbih yapılmış ve her halükârda kulun, Allah'ı zikretmekten geri kalmaması tavsiye edilmiştir. Kul, her türlü şiddet anında Allah'a sığınmalıdır. Bütünüyle Allah'a yönelmelidir. Gönül huzuruyla O'na güvenmeli ve hiçbir şekilde O'nun lütfunun kendisinden ayrılacağını sanmamalıdır. Çünkü Allah'ı anmanın, kul için, belâların uzaklaştırılıp birçok faydalar elde etmede büyük bir etkisi vardır. Hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Allahü teâlâ'nın, zikir halkalarını arayan gezgin melekleri vardır. Bunlar, o zikir halkalarına uğradıklarında, hemen etraflarını kuşatırlar, başkanlarını semaya, Allahü teâlâya gönderirler. Onlar da derler ki: 'Ey Rabb'imiz! Senin nimetlerini yücelten, Kitabını okuyan, peygamberine salevât getiren, dünya ve ahiretleri için istekte bulunan kullarına uğradık.' Allahü teâlâ da: 'Onları rahmetimle kaplayın. Onlar öyle topluluklardır ki, onlarla birlikte olan sapıtmaz' buyurur. ”(3)

Nitekim Envâru'l-Meşârik isimli eserde denilmiştir ki, halka halinde zikir yapmak da müstehabtır. Halka halinde zikir yapılırken, açıktan zikir yapmak âdet haline gelmiştir. Birtakım problemlerin ortaya çıkacağından emin olunmazsa, insanlar toplanır ve içlerinden zikir yaparlar. Yüksek sesle zikir yapmak, bu işe yeni başlayanların gönlünde daha büyük bir etki yapar. Ayrıca, sesli olarak zikir yapıldığı zaman, binalar, evler ve işitenler, zikrin bereketinden faydalanırlar. Kıyamet günü ise, bu sesi işiten her kuru ve yaş, onun için şahitlik eder. Özellikle, gafil ve cahil halk kitlelerinin bulunduğu yerlerdeki insanlar.

İnsanın, Allah'ın anılmadığı ve Peygambere salevat getirilmeyen bir yerde, oturması yasaklanmıştır. Böyle bir yerde bulunmak, kıyamet gününde o kimse için bir hasret olacaktır. Hadiste şöyle buyurulur: ”Her kim, ileri geri konuşulan bir toplantıda bulunur da, oradan ayrılmadan önce: 'Ey Allah'ım! Seni, sana yaraşır bir hamdle tesbih ederim. Senden başka tanrı olmadığına şahitlik ederim. Senden bağışlanmamı diler ve sana tevbe ederim' diye yalvarır sa, bu toplantıda işlediği hatalar bağışlanır. ”(14) Akıllı insanın dili; zikir, duâ ve istiğfara her zaman alışkın olmalıdır. Özellikle, mübarek zamanlarda.

Temiz bir kalple, bolca zikir yapmak, arif insanın dünyadaki cennetidir. O insan, Allah'ı zikretme sayesinde, kötülükleri emreden nefisten ve onun fenalıklarından böylece kurtulur ve huzurlu bir âleme ulaşır.

Ebû Bekir el-Ferğânî anlatır: ”Günlerden bir gün kervandan geri kaldım ve dedim ki: 'Ey Allah'ım! Bana ism-i a'zam'ı öğı etsen.' Bunun üzerine yanıma iki kişi gelip biri diğerine: 'İsm-i azanı, ”Yâ Allah" demendir' dedi. Buna çok sevindim. Yine o: 'Senin demen gibi değil, denize düşüp de, Allah'tan başka sığınacağı kimsesi olmayanın yaptığı gibi darda kalan kimsenin sıdkile O'na iltica etmesidir' dedi."

Biliniz ki cihad, en büyük itaattir. Onun içindir ki, mücahidin ayak tozu ile cehennem dumanı bir arada bulunmaz. Mücahidin bir adımı sebebiyle bir günahı bağışlanır, diğer adımı sebebiyle de kendisi için bir sevap yazılır. Fakat mücahit, niyetini temiz tutmalıdır, savaş meydanında sabretmelidir, meydanı terketmemelidir. Çünkü, insanların değerleri kalbin ve ayakların sabretmesiyle belli olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatını duyan Hazret-i Ebû Bekir'in karşılaştığı acıklı durum da böyleydi. Ebû Bekir: ”Kim Muhammed'e tapıyor idiyse, bilsin ki o öldü. Kim Allah'a ibadet ediyor idiyse, o da bilsin ki, Allah diridir, ölmez" diyordu. Düşmanları yenmek, mukaddes güçle ve ilâhî destekledir. Maddî güç ve kuvvetin, araç ve gerecin çokluğuyla değildir.

İskender, ordusunun bir gösteri yapmasını istemişti. Topal bir ata binen eri görünce, onun attan inmesini istemişti. Bunun üzerine er, kahkahayla gülmüştü. Bu gülüş, İskender'in dikkatini çekmiş ve sormuştu. ”Niçin gülüyorsun? Senin attan indirilmeni emretttim." Er: ”Sana şaşıyorum" deyince, İskender ”niçin?" diye sorar ve şu cevabı alır: ”Senin altında kaçma âleti var. Benim altımda ise, sabır ve sebat etme âleti vardır. Hal böyleyken, beni attan indiriyorsun." Bu cevap İskender'in hoşuna gider ve eri tekrar ata bindirir.

46

Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Yaptıklarınızda ve terkettiklerinizde O'na itaat edin! Özellikle, cihad emrine uymakta ve savaş alanında sabırlı olup sebat etme konusunda. Görüş ayrılığına düşerek

birbirinizle de çekişmeyin! Yoksa korkar, başarısızlığa düşersiniz ve devletiniz, elden gider. Sabırlı olun. Savaşın zorluklarına dayanın! Müşriklere karşı çetin bir savaş vermeye dikkat edin ve onlara sırt çevirmeyin!

Çünkü Allah, sabırlı olanlarla beraberdir. Allahü teâlâ, zaferini sabredenlere ulaştırır. Onun lütuf ve yardımı, sabredenlerindir.

47

Ey mü'minler!

Sakın, ülkelerinden böbürlenerek, insanlara gösteriş yaparak çıkanlar ve Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın! Yani, Şam'dan gelmekte olan kervanı karşılayacak olan Mekkeliler gibi olmayın. Onlar, büyük bir gurur ve gösteriş içerisinde, kervanı karşılamaya çıkmışlardı. Geçmişleriyle övünüyorlardı. Birtakım hayalî nimetleri düşünerek büyüklük taslıyorlardı. İnsanları Allah yolundan, cennet yolundan ve sevap işlemekten alıkoyuyorlardı. İşte sizler, bu grublar gibi olmayın! Onlar bu davranışlarını, kendileri övünmek için, başkaları da onları övsün diye yapıyorlardı. Böylece onlar, Cuhfe denilen yere vardıklarında, Ebû Süfyân'ın elçisi kendilerine ulaşıyor ve: ”Geri dönün! Kervanınız, Muhammed'den ve onun ashabının yağmalamasından kurtuldu" diyor. Ebû Cehil ise: ”Hayır! Bedir'e varıncaya, orada içkilerimizi içip, kölelerimiz bize çalgılar çalıncaya kadar, orada toplanan Araplara ikramda bulununcaya kadar devam edeceğiz" diyordu. Bu isteklerine ulaştılar. Fakat, içki yerine ölüm içtiler. Kölelerin şarkıları yerine de, ölüm ağıtları dinlediler. Mü'minler, onlar gibi gösterişli ve kendilerini beğenen olmaktan kaçınırlar. Çünkü bu gibi şeyler, mü’minlere yasaklanmıştır. Onlar, takva ve ihlâslı olmakla emrolunmuşlardır.

Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır. İnsanlara, yaptıkları şeylere göre ceza veya mükâfat verir. Ayette, çirkin amel işleyenler için bir tehdit ifadesi vardır. Özellikle, âyette konu edilen gösteriş ve büyüklük taslama eylemlerini işleyenler için. Bu, gösteriş diye Türkçeye çevirdiğimiz riya, güzeli açığa vurma ve kötüyü de gizleme eylemidir ki, bu da nefis için yerilmiş olan eylemlerdendir.

Sâlih kimselerden birisi şöyle anlatır: ”Gecenin birinde, seher vaktinde, yola yakın olan odamdaydım ve Tâhâ sûresini okuyordum. Bitirdiğimde hafif bir uykuya daldım ve elinde bir sayfa olarak gökten inen bir kimse gördüm. O sayfayı önüme açtı ve Tâhâ sûresi olduğunu anladım. Her kelimenin altında, on tane sevap olduğunu gördüm. Bundan sadece bir kelime müstesna idi. O kelimenin yerinin silinmiş olduğunu, altında da başka bir şeyin olmadığını gördüm. Kendi kendime dedim ki: 'Ben bu kelimeyi de okumuştum, fakat sevap namına bir şey yok.' O şahıs dedi ki: 'Doğru söylüyorsun. Onu okudun, biz de yazdık. Fakat gökten birisi seslenerek ' onu silin ve sevabını düşürün' dedi. Biz de sildik. Uykumda ağladım ve dedim ki: 'Bunu neden yaptınız?' O dedi ki: ”Bir adam geçiyordu. Sesini duysun diye o kelimeyi yüksek sesle okudun. Böylece de sevabın kayboldu."

Akıllı olan insan, amelinde ihlâslı olur. İhlâs, Allah'a yaklaşma isteğidir, O'nun emirlerini yüce tutma isteğidir, O'nun çağrısına uyma arzusudur. İster mâlî, isterse bedenî ibadetlerde olsun, durum böyledir.

Tatarhaniye isimli kitapta şu yazılıdır: Bir kimse halis niyetle namaza başlar da sonradan kalbine gösteriş girerse, başladığı gibi kalır. Gösteriş şöyle olur: Bir kimse insanlardan uzak olursa namaz kılmaz, insanlarla beraber olursa kılar. Ayrıca insanlarla kıldığı zaman güzel kılar, ayrı kıldığı zaman güzel kılamaz. Kendisine namaz sevabı verilir, fakat güzel namaz kılma sevabı verilmez. Oruçta, gösteriş olmaz. Ancak insanlar seni takva sahibi ve sâlih kimse sansınlar diye yüzünün sararması ve bedeninin zayıflaması için oruç tutarsa o zaman riyâ olur. İnsanların hatırı için çekilen şu yorgunluğa bakınız! Akıllı ve düşünceli adam böyle yapar mı hiç? Bu gibiler hakkında ”akıl bakımından serçeden daha hafif" yani ”kuş beyinli" tabiri kullanılır. Hazret-i Peygamber'in Şâiri Hasan b. Sâbît şöyle der:

Kavmin uzun ve büyük olmasının pek önemi yoktur.

Tıpkı, katırların cüsseli olmasının ve serçelerin akıllarının önemi olmadığı gibi.

Dünya, nedir ki akıllı insanın ilmiyle onu istesin ve eceli gelinceye kadar ömür tüketsin? Rivayet edilir ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), eskiden insanların yaşamış olduğu bir harabeye uğrar, orada bir hayvan leşi görür ve: ”Sahibinin buna ihtiyacı yok mu?" diye sorar. Onlar: ”Ey Allah'ın Nebisi! Onların buna ihtiyacı olsaydı atmazlardı" derler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah'a yemin ederim ki, dünyanın Allah katındaki değeri, bu leşin sahibine olan değerinden daha azdır" buyurur.

48

Hani Şeytan, onların yaptıklarını kendilerine güzel göstermiş ve: Ey Rasûlüm Muhammed! Şeytanın, Mekke kâfirlerine, ınüslümanlara karşı düşmanlık yapma eylemlerini güzel gösterdiği zamanı hatırla!

'Bugün sizi yenecek hiçbir insan yoktur. Ben de kesin olarak sizin yanınızdayım' demişti. Şeytan onlara: ”Sizin sayınız çoktur, onlar ise azdır. Ben sizi korur ve sizin yardımınıza koşarım" demişti. Ayette geçen ”câr" kelimesi, arkadaşını koruyan ve ona gelebilecek her türlü zararı engelleyen anlamına gelir. Komşunun komşuyu koruduğu gibi. Ayette geçen ”insanlar" ifadesi ile, mü'minler kastedilir.

İki topluluk Bedirde

birbirine görününce, yani karşılaşınca

geri dönüp: 'Ben sizden uzağım. Sizin görmediklerinizi görüyorum. Yenilgiye uğrayan kimse, savaş alanından gerisin geriye kaçar. Çünkü, düşmandan korkan böyle yapar. Burada görülenler, müminlerin imdadına yetişen meleklerdir. Haris der ki: ”Biz, Yesrib'li bodur boylu kimselerden başkasını görmedik."

Allah'tan korkarım. Allah'ın cezası pek çetindir' demişti. Bana bir kötülük isabet etmesinden ya da helak olmaktan korkarım. Allahü teâlânın, O'ndan korkmayana vereceği ceza çok çetindir. Burada, yalancı olan şeytan bile, Allah'ın azabından korktuğunu söylemektedir. Allah'ın cezası üzerine bir düşüverse, perişan olurdu, yok olurdu. Onun içindir ki, Hazret-i Ömer'in gölgesinden dahi kaçıyordu. Hazret-i Ömer bir yol takip ederken, şeytan mutlaka ondan kaçıp, bir başka yol takip ederdi. Şeytan, kendisinin azaba uğrayıp, cezaya çarpılacaklardan olduğunu biliyordu. Onun korkusu, Allah'ın azabının şiddetindendi. Çünkü biliyordu ki, Allah'ın azabının ve cezasının sonu yoktur. Şeytanın âdetlerinden birisi de, kendisine itaat eden kimseyi, helakin içine atıp, kendisinin temize çıkıp savuşmasıdır.

Anlatıldığına göre âbidin biri uzun yıllar manastırında kulluk yapmıştı. Kralın da bir kız çocuğu dünyaya gelmişti. Kral, bu kıza erkeklerin dokunmasından kaçındığı için, âbidin manastırına götürmüş ve oraya yerleştirmişti. Böylelikle de, onu birinin tanımasına ve istemesine engel olmayı düşünmüştü. Derken kız büyümüştü. Günün birinde şeytan, şeyh kılığına girerek âbide gelmiş, onu aldatmış ve o kızı iğfal ettirmiş, kız da hâmile kalmıştı. Kızın hamile olduğu anlaşılınca, şeytan tekrar âbide gelmiş ve:

"Sen bizim zâhidimizsin. Bu kız doğurursa, senin zina yaptığın ortaya çıkacak ve büyük bir skandal olacak. Doğumu yapmadan önce bu kızı öldür. Babasına, kızın öldüğünü söylersin, o da sana inanır ve cezadan kurtulursun" der. Zâhid, kızı öldürür. Bunun üzerine şeytan, bir ilim adamı kılığına girerek krala gelir ve zahidin kızma yaptıklarım bildirir. Sonra da:

"Eğer işin gerçeğini öğrenmek istersen, kabri aç görürsün" der. Kral da öyle yapar ve işin doğru olduğunu anlar. Zahidi alıp devesine bindirir, şehre götürür ve orada asar. Şeytan, asılı halde bulunan bu zahide gelir ve:

" Benim emrimle zina yaptın, cana kıydın. Şimdi bana iman et de seni kralın azabından kurtarayım" der. Sapıklığa batmış olan zahit, bu sefer de şeytana iman eder. Şeytan zahitten kaçar ve uzak bir yerde durur. Zâhid: ”Beni kurtar" dediğinde: şeytan ona:

"Alemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarını" cevabını verir. Akıllı olan kimse, şeytanın tuzağından sakınmalıdır. Biliniz ki şeytan, Allah yolunda olan kimseye galip gelince, o kimseyi kuvvetle ve üstünlükle kandırıp, ona istediğini yaptırır.

49

Hani, Medine'de bulunan Evs ve Hazrec kabilesinden

münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar: Kalblerinde hastalık bulunanlar, yeni müslüman olan ve imanları kuvvet kazanmayan ve yakınları engel olduğu için hicret edemeyen Kureyş'lilerdi. Kureyşliler Bedke çıktıklarında, onları zorla götürmüşlerdi. Müslümanların sayısını az görünce, şüpheye düşüp, dinlerinden dönmüşler ve Mekkelilere:

'Bunları dinleri aldattı' demişlerdi. Güya mü'minleri dinleri aldatmışmış. Bir avuç müslüman, sayı ve hazırlığı çok az bir grup, sayı ve güç bakımından kalabalık olan Kureyşe karşı savaşa çıkmış. Bunlar, kesinlikle Kureyşlilerin yeneceğine inanıyorlarmış. Çünkü onların sayısı bin civarındaydı; Müslümanların sayısı ise üçyüz on küsurdu. Allahü teâlâ da bunlara cevap olarak:

Oysa kim Allah'a dayanırsa... Her kim bütün işlerini Allah'a havale eder, O'na dayanır, O'na güvenir ve O'nun hükmüne razı olursa,

bilsin ki O Allah, azizdir, hakimdir. Allah mutlak galiptir. O'na dayanan perişan olmaz. Akıllar kavrayamasa bile O, yaptığı her şeyi bir hikmete dayalı olarak yapar. Onun yaptıklarını, akıllar şaşkınlıkla dahi karşılasa, O'nun her yaptığında bir hikmet vardır.

Haccac b. Yusuf Mekke'de bulunduğu bir sırada, Beytullah'ın etrafında yüksek sesle telbiyede bulunan bir ses duyar ve:

"O adamı bana getirin" diye emir verir. Adam kendisine getirildiğinde:

" Bu adam neyin nesidir?" diye sorar. Adam: ” Müslümanlardanım ” cevabını verir. Haccac: ”Müslümanlığını sormadım" deyince, Adam: ”Neyimi soruyorsun?" der. Haccac:

"Ülkeni soruyorum" deyince. Adam: ”Yemenliyim" der. Bunun üzerine Haccac:

" Muhammed b. Yusuf'u (Haccac'ın kardeşidir) nasıl tanırsın?" diye sorar. Yemenli zat:

" Onu, boyu bosu yerinde, kocaman bir adam olarak tanırım" der. Haccac: ”Ben onun gidişatını soruyorum" deyince, Yemenli adam:

"Ben onu; zâlim, câhil, yaratıklara itaat eden, yaratıcıya karşı çıkan birisi olarak tanırım" der. Bunun üzerine Haccac:

" O adamın, benim yakınım olduğunu bildiğin halde nasıl böyle konuşabilirsin?" diye sorar. Yemenli adam hiç istifini bozmadan şu cevabı verir:

"Acaba, onun sana olan yakınlığı, benim Allah'a olan yakınlığımdan daha mı üstündür'? Ben. O'nun evinin ve peygamberinin ziyaretçisiyim ve O'nun dinine uymuşum!" Bu cevap üzerine Haccac susakalır ve hiçbir cevap vermez. Adam da izin almaksızın huzurundan ayrılır ve gidip Kabe örtüsüne tutunarak şöyle yalvarır:

"Ey Allah'ım sana sığınırım! Sana dayanırım! Allahım, kısa zamanda sıkıntılardan kurtarmam, ezelî ihsanını ve güzel âdetini bizlere nasib et."

Yaratıktan korkmadan, bütün açıklığıyla hakkı ortaya koyan şu adama bakınız! Özellikle, kendi çağında, yaratıkların en zâlimi olan ve kan döken zâlim Haccac'a karşı nasıl bir cevap veriyor. Öyle bir cevap veriyor ki, sözle anlatmakta bile güçlük çekiyoruz. Demek ki insan, Allah'a dayanıp, O'ndan yardım alınca, her şeyi yapabiliyor.

Biliniz ki, kalblerde olan hastalık iki türlüdür:

Birincisi; dinde ve imanda olan şüphedir. Bu hastalık, kâfirlerin ve münafıkların kalblerinde bulunan şüphedir.

İkincisi ise; insanın, nefsânî zevk ve şehvetler için dünyaya yönelmesidir. Bu hastalık da, Müslümanların kalp hastalığıdır.

Kâfir ve münafıkların kalp hastalığının tedavisi; iman, tasdik ve yakîn iledir. Onlar, bu hastalıkla ölürseler, helak olurlar. Müslümanların kalplerindeki hastalığın tedavisi ise; tevbe, istiğfar, zühd, ibadet, vera' ve takva iledir.

50

Meleklerin, onların

yüzlerine ve arkalarına vurarak ve: 'Tadın ateş azabını' diyerek o kâfirlerin canlarını alırken (onları) bir görseydin! Ey Rasûlüm Muhammed! Ölüm meleği yardımcılarının, kâfirlerin canını nasıl aldığını bir görsen! Bu melekler onlara demir kamçılarla her vurduklarında, vurdukları organlarından ateş fışkırır. Dünyadaki kılıç azabından başka, bir de ”tadın bakalım cehennem azabını" denir onlara. Bu ateş azabı da, ahiretteki azabın başlangıcıdır. Anlatılması imkânsız olan bu feci durumu bir görsen!

51

İşte bu, kendi ellerinizle yapıp

sunduklarınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullarına zulmetmez. Meydana gelen bu dövme ve azap, sizin yapmış olduğunuz isyan ve inkâr sebebiyledir. Gerçekten de Allahü teâlâ, daha önceden günah işlemeyen hiçbir kuluna azap etmez.

52

Bunların davranışları da

tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi: Bu ifade, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i teselli etmek içindir. Kureyşlilerin inkâr ve inatları da, çirkin eylemleriyle ün yapan Firavun ailesinin âdetleri gibidir. Âyette geçen ”de'b" bir işe devam etmek, âdet haline getirmek ve kendini yormak anlamınadır. Firavun ailesinden maksat ise Firavun ve ona tâbi olanlar demektir. Firavun'dan önceki, Nuh, Semûd, Âd kavmi ve daha başka inkarcılar da vardı. Kureyşlilerin tutumları da tıpkı onların tutumlarına benzemekteydi.

Onlar da

Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de, bu günahları sebebiyle Allah onları yakalamıştı. Gerçekten Allah, güçlüdür, cezası da çetindir. İnkâr ettikleri âyetler, Allah'ın birliğine işaret eden gizli ve açık delillerdi. Yahut da. Peygamberlerin kesin mucizeleriydi. Allahü teâlâ onları, inkarcı olmaları ve diğer isyanları sebebiyle cezalandırdı, Allahü teâlâ çok güçlüdür. O'nun vereceği bu cezaya hiçbir kimse engel olamaz.

53

Bu durum;

bir millet, kendinde bulunanı değiştirmedikçe, Allah'ın da onlara verdiği nimeti değiştirmiyeceği sebebiyledir. Bu kötü eylemlerden dolayı cezaya çarptırılmalarının sebebi, Allah'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetleri değiştirmeleridir. Kendilerine birçok nimetler verildikten sonra, bu iyi ve güzel hallerini değiştirip, kötülüğe saptıkları için cezayı hak etmişlerdir. Tıpkı, o kâfirlerin durumları gibi. Hazret-i Peygamber'e peygamberlik gelmezden önce, putlara kulluk eden kâfirler vardı. Kendilerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) birtakım delillerle gönderildiğinde. Onu yalanladılar, O'na ve yanında bulunan Müslümanlara düşmanlık ettiler. Onlar etrafında gruplara ayrıldılar ve o Müslümanlara kötülük yapmak istediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onlara vermiş olduğu azaplarını erteleme nimetini değiştirdi ve kendilerine derhal azap verdi.

Haddâdî der ki: ”Allah onları açlıktan ve korkudan kurtardı. Onlara, kendilerinden bir peygamber gönderdi. Kendi dillerinde bir kitap gönderdi. Bütün bu nimetleri değiştirdiler ve bu nimetlere şükretmediler. Allah da onları değiştirdi ve Bedirde onları cezalandırdı."

Gerçekten Allah, çok iyi işiten ve bilendir. Allah, geçmişte ve gelecekte yapılan bütün eylemleri bilir ve bütün sözleri de işitir. Ondan dolayıdır ki, bunlara ceza verir.

54

Bunların gidişi de.

Tıpkı Firavun ailesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Rabb'lerinin âyetlerini yalanlamışlardı, Biz de onları günahlarından dolayı helak etmiştik ve Firavun ailesini boğmuştuk. Onların hepsi zalimdiler. Âyetteki ”boğmuştuk" ifadesi, ”helak etmiştik" ifadesinin şümulüne girdiği halde onun üzerine atfedilmesi boğulmanın zorluğunu ve feciliğini bildirmek içindir. Kureyş ölülerinin ve Kıptî'lerin tümü, inkâr ve isyanla kendilerine haksızlık etmişlerdi. Bunun için lıelâka maruz kaldılar.

İmam Gazâlî şöyle der:

"Nimet, onun değerini bilmeyenlerden çekilip alınır. Bu konuda şu örneğe dikkat et! Kralın biri, kölesine ikramda bulunmuş ve ona birtakım özel elbise vererek, kendisinin has hizmetçisi kabul etmişti. Onu, diğer muhafız ve hizmetçilerinden üstün tutmuş ve kapısının bekçiliğini ona vermişti. Ona, kendi köşkünün içinde bir ev yapıp, oraya koltuklar koymasını, sofraları hazırlayıp, cariyeleri süslemesini emretti ki, kral işten döndüğü zaman kendisine yaraşır bir biçimde orada rahat etsin. Bu kölenin yapacağı işler, günde bir saat bile değildi. Yine de bu köle, kralın kapısında ekmek yiyen bir hayvan bakıcısı, ya da kemik yalayan bir köpek görse, kralın kendisine yaptığı bütün ikramları unutur, onlara bakardı. Kralın kendisine yapmış olduğu iyilikler hiçe sayılırdı. Bu hayvan bakıcısına koşar, ondan bir parça ekmek isterdi. Yahut da kemik etrafına toplanan köpeği üstün tutardı. Kral bu kölenin durumuna bakarak: 'Bu köle, kendisine yaptığım iyiliklerin kıymetini bilmedi. Halbuki ben ona, birçok iyiliklerde bulunmuş, onu özel bir mevki ye yükseltmiştim. Bunun yaptıkları ise, çok basit ve cahil birisinin yaptıkları gibi. Ondan çekin alın elbiselerini ve kovun kapımdan' demez mi?

İşte, dünyaya yönelen ilim adamının durumuyla, nefsine uyan âbidin durumu da aynen buna benzer.

Ey insan! Senin yapman gereken şey, Allah'ın nimetlerini tanıman için gerekli bütün çabayı harcamaktır. Nimetin belâ olmasından, izzetin zillet olmasından ve iyi talihin kötüye dönmesinden kesinlikle sakın! Çünkü Allah, nimetlerine karşı çok kıskançtır."

Allah'ı ve O'nun nimetlerinin değerini bilen dünyaya iltifat etmeyi bırakıp, her şeyden yüce olan Allah'a yönelir. Çünkü Allah her şeyden daha yücedir. O'nu anmak, her türlü sözden daha faziletlidir.

Anlatıldığına göre, Süleyman b. Dâvûd (aleyhisselâm), etrafında bulunan alayla gidiyordu ve kendisine kuşlar gölgelik yapıyorlardı. Sağ ve solunda ise, vahşi hayvanlar, hayvan sürüleri, cinler, insanlar ve diğer yaratıklar vardı. İsrail oğullarından Allah'a kulluk eden birisine uğradı. Adam ona:

" Ey Davud'un oğlu! Allah sana, büyük bir mülk vermiş" dedi. Süleyman bu sözü duydu ve:

"Müminin amel defterindeki bir tesbih. Süleyman'a verilenden daha hayırlıdır. Dâvûd' un oğluna verilen gider, tesbih ise kalıcıdır" dedi. Bu söz, âhireti isteyen ve onun için çalışanlara güzel bir irşaddır, dünya meşgalesinden sıyrılarak, yüce Mevlâ'ya da bir yönelme vesilesidir.

55

Allah katında, canlıların en kötüsü, inkâr edenlerdir. Onlar iman etmezler. Allah'ın hükmüne göre, yeryüzünde bulunan ve hareket kabiliyeti olan canlıların en kötüsü, inkârda ısrar eden böylece kâfir olan kimselerdir. Onların iman etmeleri beklenmez. Çünkü bunların kalpleri mühürlenmiştir. Bu kimseler, insanların değil, canlıların en kötüsü olarak vasıflandırılmışlardır. Bunun sebebi, o inkarcı grubun, insanların topluluğundan ayırdedilmiş olmasıdır. İnkarcı olanlar, canlı yaratıklar grubundandırlar ve onların da bütün fertlerinden daha kötüdürler. Allahü teâlâ bir başka âyette: ”Onlar hayvanlar gibidirler. Belki daha da sapıktırlar''(Furkân: 44) buyurmaktadır.

56

Onlar, kendileriyle anlaşma yaptığın, sonra her defasında hiç çekinmeden anlaşmayı bozan kimselerdir. Kendilerinden bir söz almış oldukların, verdikleri sözü devamlı surette bozuyorlar. Anlaşmayı bozmanın kötülüğünden korkmuyor, bundaki ayıba ve cehenneme aldırış etmiyorlar. İşte bunlar, Kureyza Yehudileridir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), bunlarla bir sözleşme yapmış ve İslâm düşmanlarına karşı yardım etmemeleri konusunda anlaşmışlardı. Fakat onlar, bu anlaşmayı bozdular ve Bedir savaşında. Mekkeliler'e silâh yardımı yaptılar. Daha sonra da:

"Unutarak yaptık. Hatalı davrandık" dediler. Sonra tekrar sözleşme yaptılar ve bu sözleşmeyi de Hendek savaşında da bozdular ve müşriklere yardım ettiler. Bedir savaşında, Müslümanların galip geldiğini görünce dediler ki: ”O, ahir zamanda gönderileceği vâdedilen peygamberdir. Onunla hiçbir kimse savaşamaz." Sonra bunlar, Uhud'da olup bitenleri görüp, Müslümanların zayıf durumda olduğunu anlayınca, tekrar şüpheye düştüler. Hazret-i Peygamber'in getirdiği dinin yayılmasından ve Müslümanların güçlenmesinden ciğerleri yanmıştı. Benî Kurayza kabilesinin başkanı Ka'b b. Esed, arkadaşlarıyla birlikte Mekke'ye gittiler ve Hazret-i Peygamber'e savaş açmak için, müşriklerle anlaşmaya vardılar. Bu anlaşma neticesinde Hendek savaşı patlak verdi.

57

Eğer savaşta onları yakalarsan, onlaria vereceğin ceza) ile arkalarmdakileri darmadağın et ki ibret alsınlar. Durum bu olunca, sen bu anlaşmayı bozanları savaşta, zayıf bir durumda yakalamışken ve yenmişken, onları cezalandırmak suretiyle arkalarındakini paramparça et. Onları yen ve darmadağın eyle ki, onların arkasından gelen senin inkarcı düşmanların da senden korksunlar. Belki onlardan sonra gelenler, bu münafıkların başına gelenleri görürler ve ibret alırlar. Böylelikle de, anlaşmayı bozmaktan veya inkârdan vazgeçerler.

58

Eğer anlaşma yapan

bir milletin, anlaşmayı bozma belirtisi görerek

(anlaşmaya) ihanet yapmasından kor karsan, sen de onlara karşı (anlaşmayı bozarak) aynı şekilde davran. sözleşmeyi bozarak onlara at...

Onlar seninle yaptıkları anlaşmayı bozdukları gibi, sen de düşmanlıkta eşit bir yol izleyerek sözleşmeyi kendilerine at. Onlar açık bir şekilde, senin de onlarla aranızda olan bağı kestiğini anlasınlar. Bunu onlara açıkça bildir. Onlar, anlaşma devam ediyor zannına kapılmışken, kendileriyle savaşa girişme ki, asla senin tarafından ihanet yapıldığına dair bir şaibe ortaya çıkmasın.

Allah, ihanet edenleri sevmez. Bu ifade, anlaşmanın kendilerine atılmasının sebebini açıklayan ifadedir. Sanki deniyor ki: ”Bize neden emir verdin ve anlaşmayı kendilerine atmadan önce savaşmayı yasakladın?" İşte bu somya verilen cevap!

59

Hazret-i Peygamber'e eziyet veren ve isyanda çok ileri giden

kâfirler, yenilgiden kurtulmuş olarak ve

yakayı kurtararak geçip gideceklerini sanmasınlar. Çünkü onlar, kesinlikle âciz bırakamazlar. Onlar, geçip gideceklerini ve arkalarından takip edenlerin de kendilerini yakalayamıyacaklarını zannetmesinler. İşte bu âyette, isyanlara cesaret eden nefislere tehdit vardır. Aslında bu cesaretli nefis, Allah'a karşı cesaretlenmiş durumdadır.

Serî es-Sakatî şöyle anlatır: ”Günün birinde, şehir camiinde konuşuyordum. Güzel giyimli bir genç beni dinliyordu. Yanında arkadaşları da vardı. Konuşmamda: ”Güçsüzün güçlüye isyan etmesine şaşarım" dediğimi duydu ve yüzü kızardı. Daha sonra da çıkıp gitti. Sonraki gün, yine ben aynı yerde oturuyordum, birden çıkageldi ve iki rekat namaz kıldıktan sonra, şunu dedi:

"Ey Serî! Dün seni dinledim. 'Güçsüzün güçlüye isyan etmesine şaşarım' diyordun. Bunun anlamı nedir? Ben de dedim ki: 'Allah'tan daha güçlü hiçbir varlık yoktur. Kuldan daha güçsüz kimse de yoktur. Böyle olmasına rağmen, kul Allah'a isyan ediyor' dedim. Çocuk kalkıp gitti ve sonraki gün tekrar geldi. Üzerinde iki beyaz elbise vardı ve yanında kimse yoktu. Bana şunu sordu: 'Ey Serî! Allah'a giden yol hangisidir?' Ben de ona:

'Kulluk yapmak istersen, gece namaz kıl, gündüz oruç tut. Allah'a ulaşmak istersen, O'ndan başkasını terket. O'na varırsın. Dünyada, harap olmuş yerlerden, tnescidlerden ve kabirlerden başka bir şey yoktur' dedim. Genç adam ayağa kalktı ve: 'Allah'a yemin ederim ki en zor bir yola koyuldum' dedi ve çıkıp gitti. Birkaç gün sonra, birçok hizmetçi geldi ve 'Kâtip Ahmed b. Yezid ne yaptı?' diye sordular. Ben de onlara, olup bitenleri anlattım ve başka bir şeyden haberim olmadığını belirttim. Bunun üzerine bana dediler ki: 'Allah aşkına bize söyle! Onun durumunu öğrenirsen bize bildir ve evini de haberdar et.' Ben bir yıl bekledim ve onun durumunu öğrenemedim ve ondan bir haber de alamadım. Gecenin birinde, yatsıdan sonra evimde oturuyordum.

Birden kapını çalındı ve içeri girilmesine izin verdim. Ansızın bir genç çıkageldi. Belinde bir parça elbise ve omuzunda da bir başka elbise parçası. Yanında bir zenbil ve içerisinde de azığı vardı. Gözlerimden öptü ve:

'Ey Serî! Allah beni, dünyaya esir olmaktan kurtardığı gibi, seni de cehennem azabından kurtarsın' dedi. Ben de arkadaşıma işaret ettim ve evine giderek haber vermesini söyledim, o da gidiverdi. Bir de baktım ki eşi, yanında çocuğu ve hizmetçileriyle beraber geldi. Çocuğun üzerinde kıymetli elbiseler ve süs vardı. İçeri girip, çocuğu odaya attı. Kadın ona dedi ki: 'Ey Adam! Beni dul bıraktın, sen ise yaşıyorsun. Çocuğunu yetim bıraktın, sense yaşamaktasın.' Genç bana baktı ve:

'Ey Serî bu ne vefa!' dedi. Daha sonra kadının üzerine doğru gitti ve: 'Allah'a yemin ederim ki sen, benim kalbimin meyvesi ve gönlümün sevgilisisin. Bu çocuğum bana, yaratıkların en değerlisidir. Ancak, bu Serî bana:

'Allah'a varmak isteyenin O'ndan başka her şeyi terketmesi gerektiğini' söyledi. Daha sonra bu adam, çocuğun üzerinde olanı çıkararak ve 'kadına: 'Bunu aç, ciğerlere ve çıplak cesetlere koy' yani bunu satarak değerini yoksullara yedir ve giydir diyerek, kendi elbisesinden bir parça kesti. Çocuğu bu parçayla sardı. Kadın ise: 'Çocuğumu bu halde görmek istemiyorum' dedi ve çocuğu adamdan çekip aldı. Kadının çocukla uğraştığını gören adam ayağa kalktı ve:

'Bir gecemi boşa geçirdiniz. Allah hakkınızdan gelsin' diyerek dışarı çıktı. Ev ağlama sesiyle çınladı. Kadın: 'Ey Serî! Bu adam geri dönerse, yahut bir haber alırsan, derhal bana bildir!' dedi. Ben de: ”İnşallah" dedim. Bir süre sonra, bana yaşlı bir kadın geldi ve:

'Ey Seri! Yanımızda bir genç var. Seninle görüşmek istiyor' dedi ve geçip gitti. Bir de baktım ki, yere uzanmış birisi ve başının altında bir kerpiç. Kendisine selâm verdim, gözlerini açtı ve bana:

'Ey Serî! Ne dersin? Sana göre bu günahlarım bağışlanır mı? dedi. Ben de 'evet' dedim. 'Benim gibileri bağışlanır mı?' diye sordu. Yine 'evet' dedim. 'Ben batmışım' dedi. 'O, batanları kurtarır' dedim. ' Birçok haksızlıklar işlemişim' dedi. Ben de: 'Bir haberde bildirildiğine göre, günahlarından tevbe eden kimseler kıyamet günü ortaya çağrılır. Hasımları da ortaya getirilir ve: 'Bırakın onu, Allah sizin hakkınızı ödeyecektir' denir. Bunun üzerine adam bana dedi ki:

'Ey Serî! Biraz param var. Eğer ölürsem, kefenime ve ihtiyaçlarıma harca. Bunu aileme bildirme ki kefenimi haramla değiştirmesinler.' Yanında biraz oturdum. Gözlerini açtı ve: 'Çalışanlar bunun için çalışsınlar (Saffât: 61) dedi ve öldü. Paraları aldım ve ihtiyaçlarını temin ettim. Sonra da kendisine doğru yürüdüm. Baktım ki insanlar koşuşuyorlar. ”Ne var?" diye sorduğumda: 'Allah dostlarından birisi ölmüş, namazını kılmak istiyoruz' cevabını aldım. Sonra da gidip cenazesini yıkadım ve gömdük. Biraz sonra da ailesi birini gönderip durumu sordu. Ben de öldüğünü söyledim. Ağlayarak hanımı geldi. Durumunu kendisine bildirdim. Kabrini kendisine göstermemi istedi. 'Kefenini değiştirmelerinden korkarım' dedim. Kadın: 'Hayır. Vallahi değiştirmezler' deyince, ben de kabri gösterdim. Kadın biraz ağladı ve iki şahidin gelmesini söyledi. İki şahit gelince, cariyelerini serbest bıraktı, arazisini vakfetti ve malını da tasadduk etti ve ölünceye kadar da kabri yanından ayrılmadı. Allah kendilerine rahmet eylesin."

60

Onlara karşı, gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın ki... Kâfirlerle savaşmak için, savaşta size yardımcı olabilecek; silâh, at gibi her türlü malzemeyi elde edin. Bir hadiste: ”Dikkat edin! Kuvvet atmaktır" (16) buyurulur.

Rivayet edildiğine göre, Sa'd b. Ebî Vakkas, Uhud savaşında bin tane ok atmıştı. Onun her oku atışında Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Anam baham sana feda olsun Ey Sa'd! ” diyordu. Bazı ilim adamları, bir müslümanın, ana ve babasını feda etmesini uygun görmüyorlar. Bu konuda İmam Nevevî şöyle der: ” Geçerli olan görüş, bu sözün söylenebileceğidir. Çünkü, gerçekte bir feda etme olayı yoktur. Sözün gelişi olarak bu ifade kullanılmaktadır. Karşındaki kimseye sevgisini gösterme ifadesidir."

Hadiste, atıcılığın fazileti ve hayırlı bir iş yapana duâ etmeye teşvik vardır. Bir hadiste de şöyle buyurulur: ”Allah, bir okla üç kişiyi cennete koyar. Yapmasında hayır olduğunu umarak ok yapan ustayı, onu hediye edeni, ve oku atanı."

Diğer bir hadiste ise: ”Allahü teâlâ zikredilmeyen her şey oyun ve eğlenceden ibarettir. Ancak şu dört şey hariç: Bir kimsenin, iki hedef arasında yürümesi, atını eğitmesi, eşiyle şakalaşması ve yüzmeyi öğretmesi."

Atlar da üç kısımdır. Allah'ın atı: Bu ata binilir ve Allah'ın düşmanlarıy la savaşılır. Şeytanın atı: Bu at rehin verilir ve onunla kumar oynanır. İnsanın atı: Bu attan da insanlar istifade ederler ve yoksulluktan kurtulurlar.

Onunla Allah'ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilemediğiniz, sadece Allah'ın bildiği diğerlerini korkutasmız. Bu savaş atlarıyla, sizlere düşmanlıkta çok ileri giden ve sınırı aşan Mekke kâfirlerini korkutup ürkütürsünüz. Yine o atlar sayesinde, diğer yahudi kâfirlerini ve münafıkları korkutursunuz. Öyle ki, onları siz gözlerinizle görüp tanıyamazsınız. Sadece Allahü teâlâ bilir.

Az veya çok,

Allah yolunda cihad etmek için her

ne harcarsanız, karşılığı tam olarak

size ödenir, kesinlikle haksızlığa uğratılmazsınız.

Yaptıklarınızın sevabından ve mükâfatından hiçbir şey eksik kalmadan size ödenir. Sevabınız terkeclilmez veya noksanlaştırılmaz, denilmeyip de ”haksızlığa uğratılmazsınız" denilmesi, Allahü teâlânm, bu gibi çirkinliklerden beri olduğunu beyan etmek içindir.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) miraca çıktığında bir toplulukla karşılaşmış. Bunlar, bugün ekin ekip, yarın hemen biçiyorlarmış. Her biçtiklerinde ise, tekrar eskisi gibi oluyormuş. Hazret-i Peygamber: ”Bunlar nedir Ey Cebrail" diye sorunca, 'Bunlar, Allah yolunda savaşan mücahitlerdir. Onların bir tane iyiliği, yediyüz kat artırılır. Bir şey harcadıklarında, arkasından hemen yenisi gelir' cevabını alır."

61

Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah'a dayan.

Kâfirler, kendilerini korkutarak, kalplerine vermiş olduğun ürpertiden dolayı, teslim olmaya ve anlaşma yapmaya yanaşırlarsa, sen de anlaşma yapmak üzere onlara yanaş. Anlaşma yapma konusunda, içlerinde gizledikleri hilelerden sakın korkma. Kuşkusuz Allah, seni korumaya almıştır.

Çünkü O, çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. Allahü teâlâ, onların gizli toplantılarında bile yaptıkları konuşmalarını duyar. Onların gizli niyetlerini de çok iyi bilir ve tuzaklarını onların kendi aleyhlerine çevirir.

Ayette geçen ”yanaş" emri, ibaha içindir. Mecburiyet yoktur. Bu konudaki yetki, devlet başkanına verilmiştir. Devamlı surette onlarla savaşmaya mecbur değildir. Onlarla anlaşma yapmaya da mecbur değildir. Durumu inceler ve Müslümanların menfaatleri doğrultusunda karar verir. Eğer Müslümanlar güçlü ise, anlaşma yapmaz. Teslim olup cizye verinceye kadar kendileriyle savaşır. Eğer devlet başkanı, Müslümanların menfaatini anlaşma yapmakta görürse, o zaman anlaşma yapar. Ancak bu anlaşmanın müddeti tam bir yıl ve daha uzun süreli olmamalıdır. Müşriklerin, güç ve kuvveti ellerinde bulundurması halinde ise, on yıllığına bile anlaşma yapması mümkündür. Bundan daha uzun süreli anlaşma yapamaz. Çünkü Hazret-i Peygamber de Mekke müşrikleriyle böyle yapmıştı. Sonra da onlar, müddetin bitmesinden önce, anlaşmayı bozmuşlardı. Bu durum, Mekke'nin fethine sebep olmuştu.

62

Eğer seni aldatmak isterlerse, Allah sana yeter. Seni, yardımıyla ve mü'minlerle destekliyen O'dur. Senden anlaşma yapmanı isteyenler, sana karşı anlaşma gösterisinde bulunarak seni oyuna getirmek isterlerse, onların kötülüklerine karşı, Allah sana yeter ve sana yardım eder. Kendi katındakilerle, ensar ve muhacirle seni destekler. Daha sonra Allahü teâlâ, Peygamberini mü'minlerle nasıl desteklediğini şöyle açıklıyor:

63

Ve onların gönüllerini birleştiren de O'dur. Halbuki daha önce, onların arasında taassup ve kincilik vardı. Öyle ki, o toplumda, iki gönül bile bir araya gelemezdi. Bir kimse, diğer bir kabilenin adamına bir tokat atsa, bu tokat yüzünden, intikamlarını alıncaya kadar iki kabile savaşa girişirdi. İşte onlar bu durumdayken, bir tek nefis gibi oluverdiler. Bu durum, Hazret-i Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) en göz kamaştırıcı mucizelerinden biridir.

Sen, yeryüzündekilerin hepsini harcasaydın, yine de onların gönüllerini birleştiremezdin. Onlar, birbirlerine o kadar düşman olmuşlardı ki, aralarını bulmak için, yeryüzünde bulunan bütün mal ve değerli maddeleri versen, yine de onları barıştıramazdın.

Fakat Allah, onların gönüllerini birleştirdi. O azizdir, hakimdir.

Allahü teâlâ, göz kamaştıran kudretiyle, onları hem ruh, hem de beden olarak birbirlerine yanaştırdı. O, gönüllerin sahibidir. Onları dilediği gibi evirip çeviren O'dur. O Allah, tam kudret ve tam güç sahibidir. Hikmet ve maslahatın gereğinden başkasını asla yapmaz. O, ruhların birbiriyle muhabbet kurmasına ve böylece kardeşlerin bir araya gelip dost olmalarına kudreti olandır. Hadiste: ”Mümin, başkasıyla kolayca kaynaşan ve kendisiyle kolayca dost olunan kimsedir. Başka siy le kaynaşmayan ve kendisiyle dost olunmayan kişide hayır yoktur" buyurulmuştur.' Bir başka hadiste ise: ”Karşılaşan iki müminin durumu, birbirini yıkayan ellerin durumuna benzer. Hiçbir mü'min yoktur ki, birbirleriyle buluştuklarında, birbirine faydaları dokunmamış olsun" büyütülür.

Bunun içindir ki Allahü teâlâ, mahalle halkının, günde beş defa mescitlerde toplanmalarını emretmiştir. Her şehir halkının da, haftada bir defa camide Cuma namazı için buluşmalarını emretmiştir. Yılda iki bayramda, kalabalık bir insan grubunun bir araya gelip bayramlaşmaları da bunun açık örneklerindendir. Umrede ve hacda yapılanlar da, bunun en bariz örneklerindendir. Bütün bu örnekler, mü'minler arasındaki sevgiyi kökleştirmeye yöneliktir. Hadis-i Şerifte şöyle btıyurulur: ”Mü’minler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta, birbirini korumakta, tek bir vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, diğer organları da bu yüzden ateşlenir ve uykusuz kalır."

Hayırlı kimselerle bir arada bulunup, onlarla sohbet etmek çok etkilidir. Hayırlı insanlara sadece bakmak bile, insanlara iyilik etkisi yapar. İnsanların yüzlerine bakmak, kendisine bakılana uygun bir ahlâk tesiri yapar. Üzgün kimseye sürekli bakan kimse üzülür. Neşeli kimseye bakan ise, neşelenir. Denir ki: Bakışı fayda vermeyenin, sözü de fayda vermez. Serkeş deve, uysal deveye yakın oldukça uysallaşır. Bir şeye yakın olmak bile, hayvana, bitkiye ve cansız maddeye uysallık kazandırır. Su ve hava bile, leşe yakın olunca bozulur. Tek başına kalmak veya uzlete çekilmek bile, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten daha iyi sayılır. İlim ehli ve fazilet sahibi insanlara gelince, onlara yakın olmak ve onlarla sohbet etmek ganimettir. Onlarla ilişki halinde olmak, Allahü teâlâ ile ilişkili olmaya benzer. Onlara olan sevgi, Allah'a olan sevgiden kaynaklanır. Onlarla birlikte olmak, hakla bağlantı halinde olmak demektir. Başkalarıyla bağlantı halinde olmak ise, tabiatın gereğidir. Mü'min, mu ininin aynasıdır. Mü'min, bir mü'min kardeşiyle karşılaşınca, şifalı sözlerinden deva bulur. Müminin amelleri, başkalarının farkına varmadığı, ilâhî tecelliler ve gizli bilgi ve kavrayışlardır. Fakat bunu, ancak nur ehli kavrayabilir.

Fakir der ki: İki hanımı birbirine dargın olan âbid şeyhlerden ve verâ' sahibi ilim adamlarından birinden şöyle dediğini duydum: ”Allah, onların gönüllerini birleştirdi" âyetini sonuna kadar, içinde su bulunan bir testiye okudum. Sonra içine üfleyerek, bu suyu o eşlerin ikisine iç irdim. Allah'ın izniyle, aralarındaki dargınlık gitti ve birbirlerine dost oldular. Şimdiye kadar da, aralarında hiçbir nefret ve kin olmadı.

64

Ey Allahü teâlâ'dan haber veren şanı yüce

Peygamber! Sana ve sana uyan mü'minlere bütün işlerinde

Allah yeter. Ayette geçen ”vav" harfi, iki anlam ifade eder. Birisi birliktelik, diğeri de atıf. Birliktelik ifade ederse, âyetin meali: ”Ey Peygamber! Sana ve sana uyan mü'minlere yardımcı olarak Allah yeter" şeklinde olur. Atıf ifade ederse o zaman da ”Ey Peygamber! Sana ve mü'minlere Allah yeter" şeklinde olur.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle anlatır: ”Bu âyet, Hazret-i Ömer'in müslüman olması üzerine Mekke'de nazil olmuştur. Fakat, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emri üzerine, Medine'de nazil olan âyetler sırasına yazılmıştır."

Rivayet edildiğine göre, Müslüman olanların sayısı, Hazret-i Peygamberle birlikte, 33 erkek, 6 da kadındı. Sonra da Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) müslüman oldu ve Allahü teâlâ Müslümanların sayısını onunla birlikte kırka tamamladı. İşte bunun üzerine de bu âyet indi.

Hazret-i Peygamber şöyle dua etmişti: ”Ey Allah'ım! İslâm'ı, şu iki adamın birisiyle kuvvetlendir. Ya Ebû Cehil bin Hişam, ya da Ömer bin Hattab." Hazret-i Peygamber bu duayı çarşamba günü yapmıştı. Perşembe günü de Ömer müslüman olmuştu. Müslüman olduğunda yirmi altı yaşındaydı. Hazret-i Hamza ise, ondan üç gün önce müslüman olmuştu.

Rivayet edildiğine göre ”Siz de, Allah'tan başka taptıklarınız da cehennem yakıtısınız. Oraya gireceksiniz." (Enbiya: 98) âyeti indiğinde, Ebû Cehil b. Hişam ayağa kalkıyor ve: ”Ey Kureyş topluluğu! Muhammed sizin tanrılarınıza hakaret ediyor ve sizi hafife alıyor. Bununla da kalmayıp; sizin, babalarınızın ve tanrılarınızın cehennemlik olduğunu iddia ediyor. Muhammed'i öldürebilecek birisi yok mu? Onu öldürene, yüz kırmızı deve ve de bin okıyye gümüş vereceğim" şeklinde bir konuşma yapıyor. Bunun üzerine, Ömer b. Hattab ayağa kalkıyor ve: ”Bu işi ben üzerime alıyorum Ey Ebıı'l-Hakem!'" diyor. Ömer'in dayısı olan Ebû Cehil de ”peki ” diyor ve Ömer'in elinden tutarak Kabe'ye giriyorlar. Kabe'de bulunan ve adına Hübel dedikleri putun önünde yemin ediyorlar ve Hazret-i Muhammed'i öldüreceklerine putu şahit tutuyorlar. Onların bir âdeti de, savaş gibi, satış gibi, nikâh gibi bir iş yapacaklarında, putlardan birini şahit tutmalarıydı. Puttan birisini şahit tutup, ondan emir almadan bu gibi işleri yapmazlardı. Hazret-i Peygamber'i öldürme işine de, Hübel denen putu şahit tutup, ondan emir almışlardı.

Ebû Cehil, İslâm öncesi dönemde Ebu'l-Hakem diye adlandırılırdı. Onun, hikmet sahibi bir ilim adamı olduğunu iddia ederlerdi. Peygamber bu adama ”Ebû Cehil" adını vermişti. Ebû Cehil, bilgisizliğin babası manasınadır. Ondan sonra da hep bu isimle anılır olmuştur. Ebû Cehil'in kız kardeşi, Hazret-i Ömer'in annesidir. Dolayısıyla Hazret-i Ömer, Ebû Cehil'in yeğenidir.

Daha sonra Ömer, kılıcını kuşanmış olduğu halde yola çıkıyor, doğruca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürmeye gidiyordu. Hazret-i Peygamber ise, İbn Erkâm'ın evinde, Mü’minlerle beraber saklanıyordu. Orada Allah'a ibadet yapıyorlar ve Kuran okuyorlardı. Hazret-i Peygamberin bulunduğu eve gelen Ömer, evin kapısını çaldığında, adamın birisi kapı aralığından bakıyor ve Ömer'in kılıcını dehşetle sıyırdığını görüyor. Adam, büyük bir korkuyla Hazret-i Peygambere dönüyor ve: ” Ey Allah'ın Rasûlü! Ömer kılıcını sıyırmış geliyor. Niyeti kan dökmektir! ” diye sesleniyor. Bunun üzerine, içeride bulunan Hazret-i Hamza: ” Bırakın gelsin. Eğer iyilik istiyorsa veririz. Kötülük istiyorsa, kendi kılıcıyla kendisini öldürürüz" diyor. Bırakıyorlar ve içeri giriyor. Hazret-i Peygamber Ömer'i görünce:

"Ey Ömer! Sen hâlâ vazgeçmedin mi? Allah sana bir belâ mı versin istiyorsun?" diyerek, kolundan tutuyor. Peygamber'in heybeti karşısında Ömer, irkiliyor ve hemen oturuveriyor. Daha sonra: ”Bana, kendisine çağırdığınız İslâm'ı açıkla" diyor. Hazret-i Peygamber de: ”İslâm, tek olan Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik etmen, Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmendir" diyor. Ömer de: ”Şahitlik ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Sen de O'nun elçisisin" diyor ve şahitlik ediyor.

Bunun üzerine, orada bulunan Müslümanlar da, sesli bir şekilde tekbir getiriyorlar ve Mekke sokaklarından duyuluyor. Hazret-i Ömer müslüman olduğu zaman. Peygamber efendimiz onun göğsüne eliyle üç defa vurarak: ”Ey Allah'ım! Ömer'in gönlündekini çıkar ve onu imana döndür" buyuruyor. Bunun üzerine Cebrail iniyor ve: ”Ey Muhammed! Göklerdekiler, Ömer'in müslüman olması ile sevindiler" diyor. Ömer müslüman olunca, müşrikler diyorlar ki: ”Müslümanlar bizden intikam aldı."

Hazret-i Ömer'e: ”Neden Hazret-i Peygamber sana 'Fârûk' adını verdi?" diye soruyorlar. O da şu cevabı veriyor: ” Ben müslüman olduğumda, Hazret-i Peygamber ve ashabı gizleniyorlardı. Ben kendisine: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Bizler, ölsek de, yaşasak da haklı değil miyiz?' diye sordum. 'Evet haklıyız' cevabını verdi. Öyleyse gizlenmenin anlamı yok. Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki benim bulunduğum ve küfür dolu olan topluluk içerisinde Müslüman olduğumu açıkça ilan edeceğim. Korkmaya ve saklanmaya ne gerek var! Allah'a yemin ederim ki, artık bugünden sonra, gizli ibadet etmeye gerek kalmadı."

Elindeki kılıcıyla, Hazret-i Ömer önde olmak üzere, Peygamber ve ashabı Mekke sokaklarına çıktı lar. ”Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah" diye yüksek sesle bağırarak mescide girdiler. Bunları Kureyşliler duydular. Ömer onlara: ”Yerinden kıpırdayalım boynunu vururum" dedi. Sonra da, tavaf yapan Hazret-i Peygamberin önüne geçti ve birlikte tavaf yapmaya başladılar. Daha sonra, Kabe'nin etrafında namaz kıldılar ve açık sesle Kur'an okudular. Bu zamana kadar, Kabe'de namaz kılamıyorlardı. Açık sesle Kur'an okuyamıyorlardı. Bu sebepledir ki, Hazret-i Peygamber ona ”Fârûk" adını vermişitir. Allahü teâlâ, Ömer vasıtasıyla, hakla bâtılı ayırmıştır. Ömer'i sevmek imandan, ona kin beslemek ise, nifaktandır. Ona münafıklardan başkası kin besleyemez.

İsmail b. Hammad b. Ebû Hanife anlatır : ”Benim, râfizi mezhebine mensup, lânetlik bir komşum vardı. Kendisi değirmenciydi. İki tane de katırı vardı. Birine Ömer, diğerine de Ebû Bekir adını vermişti Gecenin birinde, katırın biri kendisini teperek öldürmüştü. Dedem Ebû Hanife bu olayı duyunca: ”Ben, onu öldürenin Ömer adlı katır olduğundan eminim" dedi. Araştırıp baktılar ki, gerçekten de öyleymiş."

Hazret-i Ömer umre yapmak istemişti. Hazret-i Peygamber de izin vermiş ve kendisine: ”Ey kardeşim, bizi de duadan unutma" demişti. Hazret-i Ömer der ki : ”Benim için, Hazret-i Peygamberin bana söylediği 'Ey Kardeşim' sözü, üzerine güneşin doğduğu her şeyden yani dünyada olan her şeyden daha sevimlidir."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur : ”Sizden önceki milletlerin feraset sahibi kimseleri vardı. Benim ümmetimin feraset sahibi insanı da Ömer b. Hattab'dır. ”

Bir başka hadiste de şöyle buyurulur : ” Devam et ey Ömer! Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, seni bir yolda gören şeytan, yolunu değiştirip, başka yola sapıyor." Bu hadiste, Hazret-i Ömer'in manevî derecesinin yüceliğine ve dindeki sağlamlığına işaret edilmiştir. Hazret-i Ebû Bekir'in yüzük taşında ” Allah ne yüce güç sahibidir" yazılıydı. Hazret-i Ömer'in yüzük taşında ise ” Ey Ömer! Ölüm öğütçü olarak yeter!" yazılıydı.

65

Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et! Ey şanı yüce olan Peygamber! Müslümanları, kâfirlerle savaşmaya iyice teşvik et. Bu işte sevap olduğunu kendilerine bildir! Bir şeye teşvik etmek için, önce insanın kendisi yapmalıdır ki, başkaları da kendisine uysun. Onun içindir ki Hazret-i Peygamber, savaşın şiddetli anlarında, düşmana daha yakın mevzilerde olmuştur. Bu konuda Hazret-i Ali şöyle der: ”Topluluklar birbiriyle karşılaşıp, zorluklar artınca, Hazret-i Peygamberle korunur, onu kendimize siper ederdik. Hiçbirimiz, düşmana, ondan daha yakın olamazdık."

Ey Mü'minler!

Eğer içinizde, savaş alanında

sabreden yirmi kişi bulunursa, bunlar kâfirlerden

ikiyüz kişiyi yenerler. Eğer sizden sabreden

yüz kişi olsa, kâfirlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar, anlamayan bir millettir. Onlar, Allah'ı ve âhiret gününü bilmezler. Allah'ın emrine uyarak, O'nun rızâsını kazanmak için O'nun kelâmını yüceltmek üzere savaşmazlar. Onlar sadece, cahiliye duyguları, beşerî istekleri ve şeytana uymak için savaşırlar. Onun içindir ki, kahrolup, yüzüstü bırakılmaya hak kazanırlar.

66

Şimdi de Allah, içinizde zayıflık olduğunu bildiği için, sizin yükünüzü hafifletti. İbn Abbas der ki: ”Karşısında bulunan üç düşmandan kaçarsa, kaçmamış olur. İkiden kaçarsa, kaçmış sayılır." Yani, büyük bir haram işlemiştir.

Bundan böyle, içinizde sabreden yüz kişi bulunursa, bunlar ikiyüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa, bunlar da, Allah'ın izniyle ikibin kişiyi yenerler. Allah, sabredenlerle beraberdir. Kendilerine her türlü kolaylığı ve zaferi sağlar. Bu sayede de kesinlikle yenilmezler.

67

Hiçbir Peygamberin, -yeryüzünde ağırlık kazanıncaya (duruma tamamen hakim oluncaya) kadar- esirlerinin bulunması yakışmaz.

Hiçbir peygambere, kendisi tamamen duruma hakim oluncaya, kâfirler zelil olup, İslâm kuvvet kazanıncaya kadar, esir almak yakışık almaz ve doğru da olmaz.

Rivayet edildiğine göre, Bedir savaşından sonra yetmiş tane esir alınmıştı. Bu esirler içerisinde; Abbas, Akîl b. Ebû Tâlib gibi kimseler de vardı. Hazret-i Peygamber esirler konusunda ashabına danışmıştı. Hazret-i Ebu Bekir: ” Onlar senin toplumun ve yakınlarındır. Onları bırak, belki Allah onlara hidayet verir. Onlardan sadece fidye al. Bu fidye ile ashabın güçlenir" demişti. Hazret-i Ömer de: ”Onlar seni yalanladılar, yurdundan çıkardılar ve sana savaş açtılar. Onların boynunu vur. Onlar küfrün önderleridir. Bize fırsat tanı, boyunlarını vuralım. Hazret-i Ali Akîl'in, Hamza da Abbas'ın boynunu vursun" diye fikir ileri sürdü. Fakat bu fikir, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hoşuna gitmedi. Buyurdu ki:

"Allahü teâlâ, adamların gönlünü öyle yumuşatır ki, sütten de yumuşak olur. Ve yine bazı adamların gönlünü de öyle katılaştırır ki, taştan daha katı kesilir. Ey Ebû Bekir, senin durumun İbrahim'in durumuna benzer. O şöyle demişti: 'Kim bana uyarsa bendendir. Kim isyan ederse, Allah gafurdur, rahmidir (İbrahim: 36) âyetini okudu. Daha sonra da ”Ey Ömer! Senin durumun da, Nûh peygamberin durumuna benzer diyerek: '"Yeryüzünde dolaşan hiçbir kâfir bırakma' (Nûh: 26) âyetini okudu."

İşte bu olaylar üzerine, Bedir esirlerinin, fidye karşılığında serbest bırakılacağı konusundaki bu âyet indirildi.

Bir süre sonra Hazret-i Ömer, Hazret-i Peygamber'le Ebû Bekir'in bulundukları yere gitti. Hem Peygamber'in hem de Ebû Bekir'in ağladığını gördü. Ömer: ” Ey Allah'ın Rasûlü! Sizi ağlarken görüyorum. Neler oluyor söyler misin?" dedi. Hazret-i Peygamber de: ”Arkadaşlarına ağlıyorum. Arkadaşlarının onlardan fidye almasına. Onların çektiği azap, bana şu ağaçtan (yakınlarında bulunan bir ağaca işaret ederek) daha yakın bir şekilde gösterildi" buyurdu.

"es-Sîretül-halebiyye" isimli kitapta deniyor ki: ” Bedir esirlerinin bazıları fidye karşılığında, bazıları da fidye alınmadan serbest bırakıldı. Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebî Muayt gibi bazıları da öldürüldü.

Sizler, fidye almak suretiyle,

dünya malını istiyorsunuz. Mala, sabit olmadığından dolayı ”araz" denilmiştir. Dünyanın menfaatleri ve malı kalıcı değillerdir.

Allah ise âhireti istiyor. Allah, sizin ahiret sevabı kazanmanızı istiyor. Ahiret sevabının miktarı, dünyaya ve orada bulunanlara göre ölçüsüzdür.

Allah azizdir, hakimdir. Allahü teâlâ azizdir; kendisine dost olanları, düşmanlanna galip kılar. Hakimdir, her şeyi ve her durumu çok iyi bilir.

Müşriklerin ağırlıkta oldukları zaman fidye alınmamasını ve Müslümanların ağırlık kazanıp hâkim oluncaya katlar sabredilmesini de bu âyetle hükme bağlamıştır. Mü'minler kuvvet kazanıp, hâkimiyeti ele aldıkları zamanlarda ise ”ya karşılıksız, ya da fidye karşılığı" (Muhammed: 4) âyetiyle, salı venue hususunda, serbestlik veriyor.

Bazı ilim adamları derler ki: ”Bu âyet. Peygamberlerin müctehid olduklarına delildir. Oradaki kınama, Hazret-i Peygamberin bu görüşünün vahiyden kaynaklanmadığını ve doğru da olmadığını, Peygamberlerin yanılabileceğini, ama öylece bırakılmayacaklarını, doğru olanın kendilerine bildirileceğini ifade etmektedir."

68

Eğer Allah'ın, geçmişte Levh-i Mahfuzda

verilmiş bir hükmü olmasaydı (fidye olarak) aldıklarınızdan dolayı mutlaka size, büyük bir azap dokunurdu. İçtihadında hata yapan bir kimsenin cezalandırılmayacağı hakkında. Allahü teâlânın. Levh-ı Mahfuz'da olan bir hükmü daha önce verilmemiş olsaydı, almış olduğunuz fidyelerden dolayı, size de bir azap verilecekti. Bu azap öyle büyük bir azaptı ki, büyüklüğü ölçüye bile sığmazdı. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:

"Eğer azap inmiş olsaydı, Ömer'den başkası o azaptan kurtulamazdı." Abdullah b. Ömer de: ” İnsanlar bir durumla karşılaştıkları zaman bir hüküm söyleseler, Hazret-i Ömer de bir hüküm söylese Kur'an (âyet) Hazret-i Ömer'in dediği gibi inerdi" demiştir. Bir hadis-i Şerifte de: ”Allahü teâlâ, doğruyu, Ömer'in diline ve gönlüne vermiştir" buyurulmuştur.(28)

69

Elde ettiğiniz ganimetleri, temiz ve helâl olarak yiyin artık!

Rivayet edildiğine göre, ganimetlerden vazgeçmişlerdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ, ganimetlerin yenmesinin mubah olacağını bildirmiştir. Daha önce bir kınama olayı geçtiği için, mü'minler çekimser davranmışlar. Ganimetin helâl olup olmayacağı endişesine kapılmışlar. Bunun üzerine, elde edilen ganimetlerin helâl olduğu belirtilerek, nefislerdeki endişe giderilmiştir. ”Tayyib-temiz" lezzet alınan demektir. Helâl olan şey için, bu ifade kullanılmıştır. Çünkü, lezzet alınan şeyde, nefislerin tiksineceği hiçbir şey yoktur. Helâl de böyledir. Yenmesinde, din açısından hiçbir sakınca yoktur.

Allah'tan da korkun! Allah gafurdur, rahimdir. Emir ve yasaklarına uyma konusunda, Allah'tan korkun! Fidye konusunda, Allahü teâlâ cian izin gelmeden önce, aşırılığa gidenleri O bağışlar. Allah'a uyarsanız ve tevbe ederseniz, O sizin tevbelerinizi kabul eder ve size merhamet eder.

İbn Abbas der ki: ” Önceki Peygamberlerin ganimetten pay almaları haramdı. Bir ganimet elde ettiklerinde, onu tasadduk ederlerdi. Gökten bir ateş iner ve o ganimeti yer bitirirdi."

70

Ey Peygamber! ”Nebi" kelimesi, Hazret-i Peygamber'in şerefli lâkablarından biridir. Ey Allah'tan ve O'nun hükümlerinden haberler veren Peygamber!

Elinizde bulunan esirlere de ki:

Rivayet edildiğine göre bu âyet, Hazret-i Peygamberin amcası Abbâs b. Abdulmuttalib hakkında inmiştir. Abbas, Bedir savaşında esir alınanlardandı. Şam'dan gelmekte olan kervanı korumak için Bedir savaşına çıkan müşriklere yardımda bulunup, onları doyuracak on kişiden birisi de Abbas'tı. Kâfirlere yedirmek için, yirmi okıyye (bir nevi ölçektir) altın ayırmıştı. Savaş başladı ve kâfirlere yedirmeye fırsat kalmadan esir düştü. Yirmi okıyye altını kendisinde kaldı ve savaş esnasında kendisinden alındı. Hazret-i Peygambere gelerek, kendisinden alınan altınlar karşılığında serbest bırakılmasını söyledi. Hazret-i Peygamber de buna razı olmadı ve:

"Bizim aleyhimize kullanılmak üzere ayırdığın şeyi, senin fidyen olarak sayıp seni bırakmanı" dedi. Daha sonra da, sadece kendisinin salıverilmesi için, yüz okıyye fidye vermesini söyledi. Çünkü o, sıla-i rahmi terketmişti. Ayrıca, yeğenleri Âkıl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b. Hâris'ten her birisi için kırkar okıyye fidye vermesini de ilâve etti. Bunun üzerine Abbas:

"Ey Muhammed! Beni yaşadığım sürece Kureyş'e el açacak şekilde bıraktın!" dedi. Yani, Müslümanlar malımı aldılar. Bir şeyim kalmadı ki, fidye verip de kendimi kurtarayım, dedi. Bu sözler üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Mekke'den çıktığın ve Eşin Ümmül-Fadıl'a bıraktığın altınlar nereye gitti? Onları eşine bırakarak ' bunlar sende kalsın. Benini ne olacağım belli olmaz. Eğer dönmezsem, bunları şu üç çocuğumla sana bırakıyorum' demiştin?" diye sordu. Bu sözleri duyan Abbas:

"Bunları nereden öğrendin?" diye sordu. Hazret-i Peygamber de: ”Rabbim bildirdi" dedi. Bunun üzerine Abbas: ”Senin doğru olduğuna ve Allah'tan başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. Sen Allah'ın elçisisin. Allah'a yemin ederim ki, o altınları eşime teslim ettiğimi, Allah'tan başkası bilmiyordu. Gecenin zifiri karanlığında teslim etmiştim. Senin hakkında şüpheliydim. Şimdi ise tamamen inandım. Çünkü sen, gizli yapılan şeylerden haber verdin" dedi ve müslüman olduğunu belirtti.

'Allah, sizin gönlünüzde herhangi bir hayır, iman ve samimiyet

olduğunu bilseydi, sizden fidye olarak

alınandan daha iyisini size verirdi ve sizi bağışlardı. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir.'

Hazret-i Abbas şöyle der: ” Benden alınanın yerine, Allah bana daha iyisini verdi. Şu anda benim, yirmi tane kölem var. Her biri ticaret yapıyor. En kötüsü, yirmi bin dirhemle ticaret yapıyor. Allah bana, zemzemin korumacılığım verdi ki, Mekke'nin bütününü bana verseler, bu kadar sevinmezdim. Benim için birinci söz gerçekleşti. Şimdi de ikincisini bekliyorum. O da, Rabbimin beni bağışlamasıdır. Çünkü, O sözünden caymaz."

71

Eğer esirler, İslâm'a dair sana vermiş oldukları ahdi bozarlar, İslâm'dan döner ve yine atalarının dinlerini kabul etmek suretiyle,

şimdi sana hainlik yapmak isterlerse, bilmiş ol ki,

daha önce de Allah'a hainlik etmişlerdi de, Allah da, onlara karşı sana imkân vermişti. İnkâra saplanıp, ezelde verdikleri sözü bozmuşlardı. Allah da Bedir gününde, onların hakkından gelmişti. Tekrar sana ihanet ederlerse, Allah sana da güç verir ve onların hakkından gelirsin.

Allah alimdir, hakimdir. Allahü teâlâ, onların hem niyetlerini, hem de hakettikleri cezayı bilir. Yaptıklarını da, yüce hikmetinin gereği olarak yapar.

72

İman ederek hicret edenler, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihad edenler, (muhacirleri) barındırıp yardım edenler, işte onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. Kur'ân'a ve Hazret-i Muhammed'e iman eden mü'minler, Allah'a ve O'nun peygamberine olan sevgileri uğruna, öz vatanları olan Mekke şehrini terkedenler, mallarını satıp silah satın almak suretiyle cihad edenler ve bizzat savaşa katılmak suretiyle, savaşın tehlikelerine göğüs gerenler...

Âyette, ”mallar" ifadesi, ”nefisler" ifadesinden önce zikredilmiştir. Bu durum, cihadın, daha ziyade mallarla yapıldığına işaret eder. Malla mücadele vermeden, nefisle mücadele verilemez. ”Allah yolunda"n maksat, Allah'ınsevabına, cennetine, yakınlığına götüren ve manevî derecelere ulaştıran yol demektir. Buna da ihlâsla ulaşılır. Gösteriş için mal ve canı feda etmek insanı Allah'ın rızasına ulaştırmaz.

Medine şehrinde bulunan müminler, kendilerine gelen Hazret-i Peygamber'i ve beraberindeki müminleri bağırlarına basıp, evlerini onlara verdiler. Hicret edip kendilerine gelen müminleri yanlarına alıp, barındırdılar. Düşmanlarına karşı, onlara yardım ettiler. Onlara, kâfirleri yenmeleri için, kılıçlarıyla yardım ettiler. Bunlara ”ensâr" adı verilmiştir. Çünkü bu müminler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmişlerdi. İşte, bütün bu güzel özelliklere sahip olan müminler, mirasta da birbirlerinin dostlarıdırlar. Muhacirler ve ensar, birbirlerine, hicret ve yardım esasına göre mirasçı oluyorlardı. Akrabalık bağı miras sebebi olmuyordu. Bu durum, daha sonra ”akraba olanlar, birbirlerine mirasçı olmaya daha uygundur" (Ahzâb: 6 ; Enfâl: 75) âyetiyle neshedildi.

İlk zamanlarda, insanlar birbirlerine, hicret ve yardım esasına göre mirasçı oluyordu. Akrabalıklarına göre mirasçı olamıyorlardı. Muhacir bir mü'min, ensardan bir Mü’min kardeşine mirasçı oluyordu. Ensar'ın, Medine'de muhacir mirasçısı olmayınca, muhacir olmayan bir müslüman kardeşi ona mirasçı olamazdı. Bu durum, Mekke'nin fethine kadar devam etti. Mekke'nin fethinden sonra, bu durum değişerek, kan akrabalığı esas alındı.

İman edip de hicret etmiyenler ise, onlar hicret edinceye kadar, aranızda hiçbir dostluk yoktur. Allah'a ve O'nun peygamberine iman etmesine rağmen, hicrete katılmayan Mü’minler, sizin en yakın akrabanız bile olsa, onlarla aranızda hiçbir dostluk bağı olamaz. Allahü teâlâ, hicret etmiyen Mü’minle diğer müminler arasındaki dostluk bağının koptuğunu açıklayınca aralarındaki durumun müminle kâfir arasındaki durum gibi olduğu zannedilince, bunu ortadan kaldırmak için şöyle buyurmuştur:

Eğer onlar, din konusunda sizden yardım isterlerse, kendileriyle aranızda anlaşma bulunan topluluğun aleyhine olmamak üzere, onlara yardım etmelisiniz. Allah, yaptıklarınızı görür. İman edip de, hicret etmeyenler, dinleri için kendilerine saldıran kimseler aleyhine, sizden yardım isterlerse, onlara yardım etmeniz gerekir. Fakat, kendileriyle aranızda anlaşma bulunan kâfirler aleyhine sizden yardım isterlerse, o zaman size ahde vefa göstermek, onlarla savaşmamak gerekir. O takdirde sizin bunlar aleyhine o hicret etmeyen müminlere yardım etmeniz gerekmez. Fakat, o iki grup arasında arabuluculuk yaparak, savaşsız bir çözüm arayabilirsiniz. Allahü teâlâ, sizin yaptıklarınızı görür ve bilir. Onun için, O'nun emirlerine aykırı davranarak cezayı hak etmeyin.

73

Kâfirler de birbirlerinin dostudurlar. Maksat müminleri, onları dost edinmekten menetmek ve aralarında akrabalık bağı olsa bile onlardan uzak durmanın gerekli olduğunu belirtmektir. Çünkü kâfirler arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminler arasındaki dostluk da, iman bağından kaynaklanmaktadır. Bunların biri ışıktır, diğeri ise, karanlıktır. Kâfir Allah'ın düşmanıdır. Mü'min ise Allah'ın dostudur. Öyle ise arayı iyice ayırmak ve kendinden olmayandan ilişkiyi kesmek gerekir.

Eğer siz birbirinize dost olmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk olur. Eğer Allah'ın emrettiklerine uymazsanız, aranızdaki ilişkiyi güçlendirmeyip, kâfirlerle aranızdaki bağı koparmazsanız, yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir. O da, imanın zayıflaması ve küfrün açığa vurulmasıdır. Böylece, iki dünyada da yıkımla karşılaşırsınız.

Burada, yardım isteyen kim olursa olsun, kendisine yardım etmenin gereğine işaret ediliyor. Çünkü yardım edilmezse, zarara uğranır ve güven ortadan kalkar. Bir hadiste: ” Zâlim de olsa, mazlum da olsa din kardeşine yardım et!" buyurulur. Zâlime yardım etmek, onun zulmünü engellemektir.

Fetâvâ Kadıhan isimli eserde şöyle denir: ”Rumlar tarafından seferberlik ilan edildiği zaman, savaşa gücü yeten herkesin, savaşa katılması gerekir. Eğer azığı ve bineği varsa, açık bir özürü bulunmadıkça, savaştan geri kalması caiz olmaz."

Kişinin, dinini belâdan korumak için göç etmesine diyecek yoktur.

Hazret-i Peygamber, Kureyş kâfirlerinin Müslümanlara verdiği eziyeti görüp, karşı koyma imkânlarının olmadığını ve kendisinin de o Müslümanları kurtaramıyacağım bildiği için, kendilerine göç etmelerini söylemiştir. Onlara demiştir ki: ” Habeşistan'a gidiniz. Orada büyük bir hükümdar vardır. Onun ülkesinde kimseye haksızlık yapılmaz. Orası doğruluk ülkesidir. Belki Allah size, bir kolaylık ihsan eder." Bunun üzerine insanlar, dinleri için Allah yolunda Habeşistan'a göç etmişlerdir. Bu göç edenler arasında, sadece kendi başına gidenler olduğu gibi, ailece gidenler de vardı. İşte bu hicret, birinci hicrettir. Demek ki, bozgunculuk olan bir yerden hicret etmek gerekir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle anlatıyor: ”Sizden önceki milletler içerisinde yaşayan bir adam, doksan dokuz kişiyi öldürmüş ve yeryüzünün en bilgin adamını aramaya koyulmuştu. Kendisine bir rahip gösterdiler. Rahib'e gitti ve ona, 'doksan dokuz kişiyi öldürdüğünü, tevbesinin kabul edilip edilmeyeceğini' sordu. Rahip de ' kabul edilmez' cevabını verdi. Adam rahibi de öldürdü ve öldürdüğü kimselerin sayısı tam yüz oldu. Yine yeryüzünün en bilgin adamını sordu. Bu sefer de, kendisine bir başka ilim adamını gösterdiler. Katil adam o bilgine giderek, 'yüz kişiyi öldürdüğünü tevbesinin kabul edilme' durumunu sordu. Bilgin de:

'Evet tevben kabul edilir. Tevbenle senin arana ne girebilir ki? Falan yere git. Orada bir takım insanlar var, devamlı surette Allah'a ibadet ediyorlar. Sen de onlarla birlikte Allah'a ibadet etmeye devam et. Önceki vatanına tekrar dönme. Çünkü orası, kötü bir yerdir' diye tavsiyede bulundu. Adam yola koyulup giderken, tam yolun yarısında ölüm anı geldi. Bunun üzerine, rahmet melekleriyle azap melekleri tartışmaya girişti. Rahmet melekleri dedi ki:

'Bu adam tevbe etmişti ve kalbiyle Allah'a tam yönelmişti.' Azap melekleri ise:

'O adam hiçbir hayır yapmamıştı' dedi. Derken, insan şekline giren bir melek geldi ve onu hakem tayin ettiler. Bu hakem şöyle dedi:

' İki tarafta olan yolu ölçün. Hangi tarafa yakın ise, ona göre muamele yapın. ' Bunun üzerine yolu ölçerler ve bu adamın, dilediği kurtuluş ülkesine daha yakın olduğu anlaşıldı. Böylece, canını da rahmet melekleri aldı."

Eğer derseniz ki: ” Kul hakları tevbe etmekle bağışlanır mı?" Biz de deriz ki: ” Eğer zalim kimse tevbe ederde, Allah da onun tevbesini kabul ederse, Allah'ın emrine karşı çıkma günahını bağışlar. Onun üzerinde kul hakkı kalmış olur. Bu durum Allah'ın gücü dahilindedir. Dilerse hasmını razı eder, onu da bağışlar, dilerse ondan hakkını alır. Hadis birinci kısımdandır. Hadiste, günah işleyen kimsenin, günah mahallini terkctmesi isteniyor. Böylece, sâlih insanlarla sohbetine imkân verilmiş olur. Ey Allah'ım! Bizi de sâlih kullarına kat!"

74

İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ve bir de (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onlar gerçek mü'ilimlerdir. İnanılması gereken şeylere detaylı bir şekilde iman edenler, Allah'ın rızâsını kazanmak ve peygambere uymak için kendi vatanlarını terkedenler, Allah'ın dini uğruna kâfirlerle savaşanlar, hicret eden müminleri bağrına basanlar ve onlara, düşmanlarına karşı yardım edenler var ya, işte bunlar, gerçekten iman edenlerdir. Çünkü bunlar, imanlarının gereği olan, cihad emrini yerine getirmişlerdir. Mallarını harcayarak, hakkı zafere ulaştırmışlardır.

Birinci âyet, onlar hakkındaki miras hükmünü ve birbirlerine karşı davranış durumlarını açıklıyor. Bu âyette ise, imanda tam zirveye ulaşanların, ilk olarak hicret edenler ve ensar olduğu açıklanıyor. Burada âyet tekrarı yoktur.

Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. O iki grup mü'min topluluğu için günahlarının bağışlanması vardır. Bol rızık vardır kendilerine. Allahü teâlâ onlara, cennet yemeklerinden yedirecektir. Bu yiyecek misk gibidir. Onların içerisinde hiçbir ağırlık yapmaz ve karından da ne koku ve ne de dışkı halinde çıkmaz.

Daha sonra bu, iki vasıfta kendileri gibi olanlar üzerinde duruluyor:

75

Sonradan iman edip hicret edenler ve sizinle birlikte cihad edenler var ya, onlar da sizdendir. Ey Muhacirler ve Ensar! Birinci hicretten sonra, ikinci aşamada hicret edenler ve sizinle birlikte bazı savaşlara katılanlar da sizdendir. Allah, ikinci aşamada hicret edenleri de, ensar ve muhacir topluluğuna katıyor. Böylece, onların imanlarına ve hicretlerine değer verilmiş oluyor ve hicrete teşvik ediliyor.

Akraba olanlar, Allah'ın kitabına göre, birbirlerine (vâris olmaya) daha uygundurlar. Allah'ın hükmüne göre, akraba olanlar, birbirlerine vâris olma konusunda, yabancılardan daha uygundurlar.

Gerçekten Allah, her şeyi çok iyi bilir. Allahü teâlâ, miras konusundaki yakınlığı nesebe bağlamasının hikmetini çok iyi bilir.

Biliniz ki ilk muhacirler, imanın esasını ortaya koyan kimseler oldluğu için ensardan daha üstündürler. Hazret-i Peygamber de bu konuda şöyle buyurur: ”Hicret olmasaydı, ensardan bir kimse olurdum." Bunun anlamı, ensara değer vermektir. Hicretten sonra, dine yardım etmekten daha büyük bir rütbe yoktur.

Muhacirler de tabaka tabakadır. Hazret-i Peygamberle birlikte yahut da Hudeybiye anlaşmasından önce hicret edenler. Bunlar ilk muhacirlerdir.

Hudeybiye anlaşmasından sonra, fakat Mekke'nin fethinden önce hicret edenler. Bunlar da ikinci hicret edenlerdir.

Üçüncü bir grup da, iki defa hicret edenlerdi. Bu hicretin birisi Habeşistan’a, diğeri de Medine'ye olmuştur.

Hazret-i Peygamber Medine'ye hicret ettikten sonra, gücü yeten mü'minlerin de hicret etmeleri farz olmuştur. Gücü yeten mü'minlerin bu hicrete katılması, Allah'ın Rasûlüne yardım etmesi ve Allah'ın dinini yüceltmesi gerekmekteydi.

Mekke'nin fethinden sonra, farz olan hicretin sona erdiği kendilerine bildirildi. Bundan sonra, hiçbir kimsenin hicret faziletine ulaşması mümkün değildir. Mü'min in bundan sonra yapacağı hicret, dininin yücelmesine yardımcı olmaktır. Bu tür hicret, kıyamete kadar devam edecektir. Hadis-i Şerifte: ”Fetihten sonra hicret yoktur, cihad ve niyet vardır. Savaşa davet edildiğiniz zaman topyekün icabet ediniz" buyurulmuştur.

Allah'ın yardımıyla Enfâl Sûresi'nin tefsiri bitti.

0 ﴿