TEVBE SÛRESİ

Medine devrinde nazil olmuştur, 129 âyettir.

128. ve 129. Âyetler Mekke'de, diğer bütün âyetler ise Medine'de inmiştir.

Tevbe sûresinin başına besmele yazılmamıştır. Çünkü, besmele rahmet işaretidir. Bu sûrede ise azaba işaret eden âyetler mevcuttur. Bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim'de sadece bu sûrenin başında besmele yer almamıştır.

1

Bu âyetler, Allah ve Rasûlü'nden, kendileriyle anlaşma yaptığın müşriklere bir ihtardır. Ey Müslümanlar! Bu âyetler, yüce Allah ve O'nun Rasûlü tarafından, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere ulaşan bir ültimatomdur. Allah'tan gelen ültimatom, anlaşmayı bozmak ve dokunulmazlıkları ortadan kaldırmaktır. Ültimatomun ne hususta olduğu zikredilmemiş, sıla cümlesinin muhtevası ile yetinilmiştir. ”Allah, ve Rasûlü, müşriklerle yaptığınız anlaşmadan uzaktır" ifadesinden bunu anlamak mümkündür. Böylece, anlaşmayı bozma olayı, müşriklere yüklenmiş olmaktadır.

Buradaki ”Anlaşma" (ahd), yeminle belgelenmiş sözleşme anlamınadır. Müslümanlar, Allah'ın izniyle, Mekke'liler ve diğer müşrik Araplarla anlaşma yapmışlardı. Müşrikler, bu anlaşmayı bozdukları için, müslüınanlar da, anlaşmayı bırakmak ve kendilerine dört ay mühlet tanımakla emrolundular.

2

Onlara: Savaştan ve her türlü korkudan emin olarak,

yeryüzünde, dört ay serbestçe, istediğiniz gibi

dolaşın. Ne saldırıya uğrayacaksınız ne de yağma edileceksiniz, denildi.

Âyette geçen ”siyaha" kelimesi, suyun yeryüzüne dağılarak yere sızması gibi, insanların da yeryüzüne dağılıp, kolaylıkla ve istedikleri gibi dolaşması anlamına gelir. ”Yeryüzü" ifadesinden kasıt da, yeryüzünde bulunan ve müslüman olan ve olmayan bütün ülkelerdir. ”Dört ay"dan maksat da, kutsal sayılan dört aydır. Bu aylar; şevval, zilkade, zilhicce ve muharrem aylarıdır.

Tevbe sûresi de, Hicretin dokuzuncu yılında, Mekke'nin fethinden sonra, şevval ayında inmiştir.

Müslümanlara, bu sûrede indirilen âyetlerle, belirtilen bu dört ay müddetince, müşriklere saldırmamaları emredildi. Çünkü, bu dört ay içerisinde savaş yapmak, uygun görülmüyordu. Daha sonra ise, bu aylarda savaşma yasağı da kaldırıldı. Artık bundan sonra, ya İslâm'a girecekler, ya da kılıç karşısına çıkacaklardı. Bunu iyice düşünüp anlamaları gerekirdi. Bu durum, onların müslüman olmasını temin içindi. ki, müslümanları sözleşmeyi bozarak ihanet ettiler diye suçlamasınlar.

Deniliyor ki: O mukaddes olan savaşmama süresi, zilhicce ayından on gün, muharrem, safer, rebiül evvel ve rebiul ahir ayından da on gündür. Çünkü, bu bildirinin tebliğ edildiği gün, nahir günüdür. (Nalıir günü, kurban bayramı günlerine denir.)

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), fetih yılında, Attab b. Esid'i, hac mevsiminde insanlara vakfe yaptırmakla görevlendirmişti. O yıl, hem Müslümanlar hem de müşrikler, vakfe yapmak üzere birlikte toplandılar. Dokuzuncu yılda, Hazret-i Ebû Bekir hac mevsiminde başkan olarak gönderilmişti. O Mekke'ye doğru yola çıktıktan sonra arkasından Peygamberimiz Hazret-i Ali'yi de Adbâ isimli devesi ile arkasından gönderdi. Hazret-i Ali, hac için gelenlere bu sûreyi okuyacaktı. Hazret-i Peygambere:

'Keşke o sûreyi Ebû Bekr'e gönder şeydin' dediler. Hazret-i Peygamber de:

"Benim görevimi, ancak benden olan birisi yerine getirebilir" buyurdu. Arap âdetlerine göre, bir anlaşmayı bozmakla ya da anlaşma yapmakla görevlendirilecek kimse, o kabilenin içerisinden birisi olmalıydı. Bu şahıs, onların başkanı olabileceği gibi, onun yakınlarından birisi de olabilirdi. İşte bu sebepten dolayı: ”Bu durum, bizim daha önce uyguladığımız âdetlerimize aykırı bir durumdur" demesinler diye, Peygamberimiz de Hazret-i Ali'yi göndermişti. Hazret-i Ali, Hazret-i Ebû Bekr'e yaklaşınca, bir deve hırıltısı duyan Hazret-i Ebû Bekir durmuş ve:" Bu ses. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in devesinin sesidir" demişti. Hazret-i Ali kendisine ulaşınca: ” Ey Ali! Sen başkan mısın, yoksa görevli mi?" diye sordu. ”Görevli" cevabını alınca birlikte gidiverdiler.

Terviye gününden önce, Hazret-i Ebû Bekir bir hutbe okuyarak hac ibadetinin nasıl yapılacağı konusunda bilgiler verdi. Hazret-i Ali de, nahir gününde Akabe cemresinin yanında ayağa kalkarak şöyle dedi: ” Ey İnsanlar! Ben, Allah, Rasûlünün size gönderdiği bir elçiyim." Bunun üzerine halk:" Ne getirdin?" diye sorunca, Hazret-i Ali onlara, bu sûrenin ilk otuz veya kırk âyetini okudu ve şunu ekledi: ”Dört emir daha getirdim. Bu seneden sonra, müşrik bir kimse Beytullah'a yaklaşmayacak. Beytullah'ı çıplak olarak tavaf edemeyecek mü'min olandan başkası cennete giremiyecek ve her söz veren de, sözünü yerine getirecektir."

Allah'ı âciz bırakamayacağınızı ve Allah'ın da kâfirleri kesinlikle rezil edeceğini bilin. Yeryüzünün değişik ülkelerine dağılmış olmanız, Allah'ın sizi yakalayıp hesaba çekmesine engel değildir. Siz bu davranışınızla Allah'ı âciz bırakamazsınız. Kuşkusuz Allahü teâlâ, kâfirleri rezil edecektir. Allah sizi, dünyada ölümle ve esir bırakmak suretiyle zelil edecektir. Dünyadaki rezillikle de kalmayıp, âhirette de azaba uğratılacaksınız ve rezil olacaksınız.

Âyette, savaş ve inkârdan sonra barışa ve imana bir çağrı vardır. Her kim, inkâra saparak isyan ederse Rabbine düşmanlık etmiş olur. İşte bundan sonra da tevbe ve istiğfarı geciktirir, yüce Allah'ın kahrına aldırış etmezse büyük bir pişmanlık duyar.

Bazı veliler şöyle derler: ”Eğer dervişlerden olmak istersen, huyunu çocukların huyuna çevirmen gerekir. Çocuklarda beş huy vardır ki, o huylar büyüklerde olsa, derviş olurlar. Çocuklar; rızka önem vermezler, hasta olduklarında yaratıcılarından şikâyetçi olmazlar, yemeği toplu halde yerler, kavga ettikleri zaman çabucak anlaşmaya varırlar ve korktukları zamanlarda da gözlerinden yaşlar akar."

3

Hacc-ı ekbcr gününde, Allah ve Rasûlü'nden insanlara bir bildiridir: Bu, Allah Tcalâ ve O'nun peygamberinden bütün mü'min ve kâfirlere yönelik bir bildiridir. Âyetlerde, bildiri anlamında iki tane ayrı kelime geçmektedir Birisi ”berâe", diğeri ise ”ezan" kelimeleridir. ”Ezan" kelimesi genel, ”berâe" kelimesi ise, daha özel bir anlam ifade eder. ”Berâe" kelimesi, özellikle anlaşmayı bozanlar hakkında kullanılmaktadır.

Hacc-ı ekber (en büyük hace) konusunda iki görüş vardır. Birincisi: bacan rükünlerinden olan ziyaret tavafı ve bunun gibi diğer bazı ibadetlerin gerçekleştiği bayram günüdür. Bu günde, kurban kesme ve şeytan taşlama gibi birçok ibadet gerçekleştirilir. İkinci görüş ise; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Hac ar efedir" hadisine göre arefe günüdür. Hazret-i Peygamber, hacda yapılması gereken ibadetleri Arafat'ta vakfeye hasretmiştir. Çünkü Arafat'ta yapılan vakfe, haccın en önemli bölümüdür. Bunun içindir ki, Arafat'ta vakfeyi tamamlamış olan, hacca erişmiş demektir. Bu vakfeyi yapamayan ise, haccını yapamamış sayılır.

Hacc-ı ekber denmesinin bir diğer sebebi ise, umreye hacc-ı asğar denmesinden kaynaklanmaktadır. Bir de o gün, hem Müslümanlar ve hem de müşrikler bir araya toplanmışlardır. Yine, Müslümanların bayramıyla, kitap ehlinin bayramları aynı güne rastlamıştır. Daha önceleri böyle bir rastlantı olmadığı gibi daha sonra da olmamıştı.

'Allah ve Rasûlü müşriklerden uzaktır. Yani Allahü teâlâ  ve O'nun peygamberi, müşriklerin bozduğu anlaşmadan uzaktır. Burada müşriklerden maksat da anlaşmayı bozanlardır. Allah'ın Rasûlü de müşriklerden uzaktır.

Eğer inkârdan ve haksızlık etmekten vazgeçip

tevbe ederseniz, bu tevbe, her iki dünyada da

sizin için inkâr ve haksızlık üzere bulunmaktan

daha hayırlıdır. Eğer Allah'a tevbe etmekten,

yüz çevirirseniz, bilin ki, Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz. Sizin kaçınanız Allah'ı âciz bırakmaz. Siz geçip gidemezsiniz, Allah'tan da kaçamazsınız.

İnkâr edenlere, acıklı bir azabı müjdele!' ki bu, âhirette olacaktır. Buradaki hitap. Hazret-i Peygamberedir: Korkutma yerine müjde kullanılmak suretiyle, müşrikler alaya alınmıştır.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) şöyle anlatır: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ali'yi ihtar âyetiyle Mekke'ye gönderdiği zaman, ben onunla beraberdim." Bunun üzerine Ebû Hureyre'ye: ”Neyi ilân ediyordunuz?" diye sordular. O da: ”Mü'minden başkası cennete giremez, bu yıldan sonra Beytullah'ı müşrikler ve çıplaklar haccedemez, Hazret-i Peygamberle arasında anlaşma olanlara dört ay mühlet verilecek, dört ay geçtikten sonra ise Allah ve Rasûlü, müşriklerin anlaşmasından uzaktırlar diye ilân ediyorduk," cevabını verdi.

4

Ancak, kendileriyle anlaşma yaptığın müşriklerden, hiçbir şeyi eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize olarak hiçbir kimseye arka çıkmayanlar bu hükmün dışındadır. Onlarla anlaşmayı, müddeti bitinceye kadar yerine getirin. Burada kesin bir istisna yapılarak, sanki şöyle denmek istenmiştir: Anlaşmayı bozanlara, dört aydan daha fazla müddet tanımayın. Anlaşmasını bozmayanlarla bozanları aynı tutmayın. Onları da hemen öldürmeyi düşünmeyin. Onların, anlaşma müddetinin sona ermesini bekleyin. O zamana kadar sabırlı olun. Verilen müddet bitmeden önce, sakın onlara ilişmeyin. Burada, Hazret-i Peygamberle anlaşma yapmış olan Hıızaa kabilesi zikredilebilir. Benî Bekir kabilesi, Hazret-i Peygamber'in müttefiki olan bu kabileye düşmanlık etmişti. Kııreyşifler de silâhlarıyla onlara arka çıkmıştı.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Damre oğullarıyla Hudeybiye yılında Beytullah'ta anlaşma yapmıştı. Anlaşma bitimine de dokuz ay kalmıştı. Hazret-i Peygamber bu müddetin bitimini bekledi.

Çünkü Allah, sakınanları sever. Bu ifade, emre uymanın gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca, anlaşma şartlarını gözetmenin de, takvadan olduğuna dikkat çeker. Sözünde duranla durmayanı aynı düzeyde tutmak, takvaya aykırıdır. Anlaşma yapan kimse müşrik bile olsa, durum aynıdır.

Şeyh Nasr Âbâdi şöyle diyor: ”Müttekilerin dört özelliği vardır. Haddini bilmek, bütün çabayı sarfetmek, anlaşmalarına uymak, mevcutla yetinmek."

5

Haram aylar çıkınca... ”Haram aylar" diye ifade edilmesinin sebebi, o aylarda savaş yapmanın Allahü teâlâ  tarafından yasaklanmış olmasındandır. Bu aylar; şevval, zilkade, zilhicce ve muharrem aylarıdır. Bu aylarda, anlaşmayı bozanların gezip dolaşmasına müsaade edilmiştir. Bu aylar (Tevbe: 36) ve (Bakara: 217) âyetlerinde haram aylar olarak belirtilen ve her yıl dönüp dolaşan receb, zilkade, zilhicce va muharrem ayları değildir. Çünkü âyetin nazmı, adı geçen âyetlerin ard arda gelmesini gerektirmektedir. Bu durum öyle değildir. Çünkü, üç tanesi ard arda gelmiş, bir tanesi ise değişiktir.

[Bu aylar, (Tevbe: 2) âyetinde belirtilen Zilhiccenin onuncu gününden Rebiülâhir'in onuncu gününe kadar olan dört aydır. Bunlar Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rebiulevvel ve Rebiulâhir aylarıdır.]

Anlaşmayı bozan

müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Bu âyet anlaşmayı bozan müşriklerin bundan böyle her nerede yakalanırlarsa öldürülmelerini emretmektedir. Yine bu âyet. Kuranda müşriklerden yüz çevirmenin ve onların eziyetlerine sabretmenin gerekli olduğunu ifade eden bütün âyetleri neshetmiştir. Bu konuda bütün ilim adamları görüş birliği içindedir.

Onları yakalayıp ablukaya alın. Her gözetleme yerinde onları gözetleyin. Müşrikler, ister haremde isterse İnilde olsun, her bulundukları yerde yakalanarak, ablukaya alınır. Ülkede dolaşmalarına engel olunur ve gözetim altında bulundurulur. Bu ifadeyle müşriklerin yolculuklarında her geçit yerinde gözetilip, onların yollarının sıkıştırılması gerektiği anlatılmaktadır ki bu bir emirdir.

Eğer tevbe edip namazı dosdoğru kılarlar ve zekâtı da verirlerse, artık yollarını açın (onları serbest bırakın.) Eğer müşrik kimseler, şirklerinden vazgeçerek tevbe ederlerse, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, onların tevbe edip dönmelerini ve imanlarını doğru kabul ederek, kendilerini serbest bırakın. Hiçbir şekilde kendilerine saldırmayın. Burada, ibadetlerden iki tanesi zikredilmek suretiyle, geriye kalan diğer ibadetler de kapsama alınmış sayılmaktadır. Çünkü bu iki ibadet, bedenî ve malî ibadetlerin başında yer alır.

Allah gafurdur, rahimdir. Bu ifade ile de bir başka emir açıklık kazanıyor. Onları serbest bırakın. Çünkü Allah, onların geçmişte yapmış oldukları inkârı ve zulmü örtmüştür. İman, geçmişi silip atar.

Bilmiş olun ki Allahü teâlâ, bu âyetle cihadı emretmiştir. Cihad ise dört çeşittir. Evliyanın, kalple olan cihadı: Bu cihatla evliya, övgüye lâyık olan huylarla kalbi süsler. Zahidi erin nefisle olan cihadı: Bu cihadla zâhidler, nefisteki istenmeyen huyları bırakır. İlim adamlarının cihadı: Bu cihadla ilim adamları, özellikle doğruyu söylerler ve zâlim devlet başkanlarına gerçeği duyururlar. Gazilerin cihadı: Bununla da gaziler; mallarını, canlarını ve kendilerini feda etmek suretiyle cihad ederler. Bu tür cihad, cihadların en büyüğü ve en yücesidir.

6

Ey Rasûlüm Muhammed!

Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, sen de ona eman ver ki, Allah kelâmını dinlesin. Sonra onu, güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Çünkü onlar, bilmeyen bir topluluktur. Eğer sana, haram aylar çıktıktan sonra öldürmeni emrettiğim müşriklerden birisi gelir ve senden eman dileyip sana komşu olmak isterse, sen de ona eman ver, onu kabul et ve onu öldürmede acele etme. Çünkü, o kişinin Allah kelâmı olan Kur an'ı dinlemesi, lehinde ve aleyhinde olan ceza ve sevabın ne olduğunu bilmesi gerekir. Bazıları, bu âyeti delil göstererek, Allah'ın sıfatı olan Kelâm-ı Kadîm'i dinlemenin caiz olduğunu söylerler.

Allah kelâmını dinledikten sonra eğer iman etmezse, onu, eman bulabileceği, kendi kavminin ülkesi olan yere gönder. Bu durum, yani o müşrik kimseye eman verme ve onu kendi ülkesine ulaştırma durumu, onların bilgisiz bir topluluk olması sebebiyledir. Onlar, İslâm'ı ve dinin gerçeğini bilmiyorlar. Yine onlar, bilgisiz bir toplumdurlar. Onlara eman verilmesi, gerçeği anlamaları ve sonradan kesinlikle bahane göstermelerine imkan kalmaması içindir. Allah (celle celalühü), kendi fazlından, isyancı kullarına zaman tanır ki, o kullar da Allah'a dönsünler ve O'na itaat etsinler.

Rivayet edildiğine göre, İsrail oğullarında bir genç varmış. Tam yirmi yıl Allah'a ibadet etmiş, sonra da yirmi yıl isyanda bulunmuş. Daha sonra aynaya bakmış ve sakalında beyaz bir kıl görmüş. Bu kılı pek iyiye yorumlamayıp: ”Ey Allah'ım! Sana yirmi yıl ibadet, yirmi yıl da isyan ettim. Sana dönersem beni kabul eder misin?" diye söylenmiş. Bunun üzerine, evin arkasından şöyle bir ses duymuş: ” Bizi sevdin, biz de seni sevdik. Bizi bıraktın, biz de seni bıraktık. Bize isyan ettin, biz de sana zaman tanıdık. Eğer bize dönersen, biz de seni kabul ederiz."

Kulun, tevbe edip, Allah'tan bağışlanmasını dilemesi gerekir. Gencin tevbesi, yaşlının tevbesinden daha güzeldir. Çünkü, gencin arzuları kuvvetlidir ve devamlı isyana çağırır. Yaşlının istekleri ise zayıftır. Terkedilmesi daha kolaydır. Bu iki kişinin durumu aynı olamaz.

7

Müşriklerin, Allah ve Peygamber"! katında nasıl bir sözleşmeleri olabilir? Ancak, Mescid-i Haram yanında sözleşme yaptıklarınız bunun dışındadır. Onlar size doğru davrandıkça, siz de onlara doğru davranın. Allah, takva sahiplerini sever. Ayette geçen soru şeklinde, sorulan şeyin gerçekleşme imkânının olamayacağına işaret vardır. Çünkü müşrikler, sözleşmelerini bozmuşlardı. Böyle olunca artık sözleşme müddetinin bitimine kadar şartlarına uyulması da gerekmez. Yani onların uyulması gereken bir sözleşmeleri kalmamıştır.

Kendileriyle Mescid-i Haram'da sözleşme yaptığınız Benî Damre ve Benî Kinâne kabilesi bu kapsamın dışındadır. Onlar, sözleşme müddetinin bitimi konusunda verdikleri sözü yerine getirmeleri halinde, siz de onlara verdiğiniz sözde durun. Sözleşmeye uyun.

"Allah, takva sahiplerini sever." Bu ifade, dosdoğru olma konusunun sebebini bildiren bir ifadedir. Sözleşme şartlarına uymanın takva gereği olduğunu belirtir. Bir hadiste: ”Kıyamet gününde her gaddarın bir sancağı olacak ve yaptığı zulme göre bilinecektir" buyurulmuştur. Hadiste geçen ”sancak" ifadesi, gaddarların teşhir edileceğini bildirir. Yani gaddar kimseler, kıyamet gününde, yaptıkları zulme göre deşifre edilecekler ve rezil olacaklardır.

8

Onların nasıl sözleşmesi olabilir ki? Yani müşriklerin, nasıl Allahü teâlâ  ve O'nun Peygamberi nezdinde uyulmaya değer gerçek bir sözleşmeleri olabilir?

Onlar sizi yenselerdi, size karşı bir zafer kazanmış olsalardı

sizin hakkınızda ne akrabalık ne de sözleşme gözetirlerdi. Size hiç önem vermezlerdi. Ne sözleşme şaltlarına uyarlar ve ne de akrabalık hukukunu yerine getirirlerdi. Yine onlar, gaflete düşmeleri ve uymamaları halinde cezalandırılacakları bir sözleşmeyi de dikkate almazlardı. Yani, sözleşme yapan taraflardan her birinin uyması gereken şartlar vardır. Her iki tarafın da bu şartlara uyması gerekir. Eğer müşrikler, şartlara bağlı kalmazlarsa, siz nasıl bağlı kalabilirsiniz?

Müşrikler,

ağızlarıyla sizi razı etmeye çalışırlar, sözleşmelerine sadık kalacakları konusunda size söz verirler. Bu söz verme sadece dilleriyledir. Hatta bu sözlerini, yalan yere yemin etmek suretiyle de pekiştirmeye çalışırlar. Bir anlaşmazlık ortaya çıkması durumunda ise, birtakım yalan bahaneler ileri sürerek, kendilerini savunurlar. Aslına bakılırsa, onların gönüllerinde hiçbir doğruluk yoktur.

Kalbleri ise (size) karşı çıkar. Verdikleri sözler, sadece lâftan ibaretti. Dilleriyle vermiş oldukları söze, gönülleri karşı çıkmaktaydı. Sözleşmeye uyacaklarına dair verdikleri her türlü söz ve yemine, içlerinde gizledikleri duyguları karşı çıkıyordu. Onların söyledikleri her türlü tatlı söz, yalan, hile ve aldatmacadan başka bir şey değildi.

Çünkü onların, yani müşriklerin

çoğu, fâsıktırlar. Allah'a itaat etmeye karşı çıkmış ve küfürde bocalayıp durmaktadırlar. Onları, bu durumdan kurtaracak ne bir inançları, ne de bir caydırıcı kişilikleri vardır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Muaz'a bir vasiyeti vardır. Bu vasiyet, ahlâkın bütün güzelliklerini kendisinde toplamıştır. O vasiyet şöyledir: ”Ey Muaz! Sana şu tavsiyelerime uymanı öneririm: Allah'tan kork, sözünde doğru ol, verdiğin sözü yerine getir, emaneti koru, hıyaneti bırak, komşularla iyi geçin, yetime acı, yumuşak sözlü ol, herkese selâm ver, iyi ameller işle, uzun emel peşinde koşma, yemin ettiğinde riayet et, Kur'an'ı iyi anla, âhireti sev, hesap gününden kork ve alçak gönüllü ol." Bazıları da şöyle der:

Doğru ve takva sahihi ol, gururu ve gösterişi bırak. Nefis ve hevayı yen ki, istediğin rızık sana ulaşsın.

Akıllı kimse, nefisle mücadele eden, sözleşmelere uyan, hukuku koruyan, günahlardan uzak kalan ve isyan etmeyen insandır.

9

Az bir karşılığa, Allah'ın âyetlerini sattılar ve O'nun yolundan alıkoydular. Sözleşmeleri bozan müşrikler; her işte doğru olmayı ve verilen sözü yerine getirmeyi emreden âyetleri bırakıp, buna karşılık az bir dünya menfaatini aldılar. Kendilerini ve başkalarını Allah'ın yolundan alıkoydular. O'nun yolu, O'na ulaştıran yoldur. Yahut da, Beytullah'ın yoludur. Çünkü sözleşmeyi bozan müşrikler, hac ve umre yapmak isteyenlerin yolunu kesip onları ablukaya alıyorlardı. İşte

onlar, yani bu kötü sıfatları sayılanlar, bütün haksızlık ve kötülükleri işlemek suretiyle,

ne kötü şeyler yaptılar. Onların bu yaptıkları şeyler, ne kötü işlerdi.

Rivayet edildiğine göre, Ebû Süfyan b. Harb, Arapları toplayıp onlara bir yemek vererek, Hazret-i Peygambere uymamalarını ve peygamberle yaptıkları sözleşmeyi bozmalarını söylemişti. Bu yemek dolayısıyla, onlar da sözleşmeyi bozuvermişlerdi.

10

Hiçbir mü'minin, ne akrabalığını ne de sözleşmesini gözetirler. İşte bunlar, sınırı aşanlardır. Müşrikler, hiçbir Mü’minin ne hukukunu ne anlaşmasını ve ne de akrabalığını gözetmezler. Allahü teâlâ burada, müşriklerin bu kötü özelliklerini belirtmek suretiyle, onların; Müslümanların anlaşmalarına kesinlikle riayet etmediklerini ifade ediyor yoksa, âyetlerde bir tekrar etme durumu yoktur.

11

Tevbe eder, namazı dosdoğru kılar ve zekâtı verirlerse, din kardeşinizdirler. Bu kimseler, inkârlarından ve büyük günahlar işlemekten vazgeçerlerse, namaz kılmayı ve oruç tutmayı kabullenerek bunların farz olduğuna inanırlarsa, sizin din kardeşleriniz olmuş olurlar. Sizin iyiliğinize olan şeyler, onlar için de iyiliktir. Sizin için kötü olan şeyler, onlar için de kötüdür. Onlara kardeş gibi davranın. Bu üç esas olmayınca, din kardeşliği de olamaz, can ve mal dokunulmazlığı korunamaz.

Bilen bir topluluğa, âyetleri böyle açıklarız. Anlaşmalarını bozan müşriklerin ve diğerlerinin durumlarına ve onların iman ve inkârlanyla ilgili âyetleri ve hükümleri bu şekilde açıklarız. Bu açıklamayı da bizim hükümlerimizi bilen ve onları koruyan bir topluluğa yaparız.

12

Böyle yapmayıp da içlerinde gizledikleri kötülüğü açığa vurmak suretiyle

Sözleşme yaptıktan sonra, yeminlerini, yani yaptıkları anlaşmayı

bozar ve dininize dil uzatırlarsa, yani küçümser, dininizin hükümlerini yalanlar ve dininizi hatife alırlarsa, işte o zaman,

küfrün önderlerine karşı savaşın. Burada, onlarla savaşmanın sebebi, açık bir şekilde belirtilmiştir. Bu sebepler ortaya çıkınca, ölümü hak etmişler demektir. ”Küfrün önderleri"nden amacın, onların başkanları olduğu söylenmiştir.

Burada, özellikle önderlerden bahsedilmiş olması, sadece önderler öldürülüp, diğerleri öldürülmeyecek anlamı taşımaz. Liderlerin öldürülmesi en önemi isidir. Çünkü onlar, kötülük konusunda ileri gidenlerdir. Bunlar, kendi yandaşlarını kötü işler yapmaya çağıranlardır. Sanki burada: ”Anlaşmalarını bozanları öldürün. Özellikle onlara liderlik yapan başkanlarını" denmek istenmiştir.

Çünkü, onların yeminleri yoktur. Gerçekte onlar, ne anlaşmalarına sadık kalırlar ve ne de sözleşmeyi bozmakta bir sakınca görürler. İşte bu tiplerle savaşınız.

Umulur ki bundan

vazgeçerler. Yani bu savaş sebebiyle inkarcı ve büyük günahlar işleme tutumlarından vazgeçerler. Yoksa onlarla savaşmanızın sebebi, kendilerine eziyet vermek değildir.

13

Yeminlerini bozan, peygamberi yurdundan çıkarmaya kalkışan ve ilk defa kendileri sizinle savaşa başlayan bir toplulukla savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten, inanmış kimseler iseniz, Allah kendisinden korkmanıza daha çok hak sahibidir.

Kendileri aleyhine başkasına yardım etmemek üzere, Hazret-i Peygamber ve mü'minlerle sözleşme yapmalarına rağmen, Huzaa kabilesine karşı Beni Bekir kabilesine yardım eden ve böylece yeminlerini bozanlarla hâlâ savaşmıyacak mısınız? Hem onlar, Dârü'n-Nedve denen hükümet konağında toplanıp aralarında görüştükten sonra, Hazret-i Peygamber'i yurdundan çıkarmayı da kararlaştırmışlardı. Böylece onlar, ilk defa kendileri düşmanlık yapmak ve savaşmak suretiyle anlaşmayı bozdular. Halbuki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ilk olarak onlara açık bir kitap getirdi ve bu kitapla kendilerine meydan okudu. Onlar ise, bu kitaba karşı mücadeleden âciz oldukları için savaşa başladılar. Onlara saldırmanıza ve çarpışmanıza kim engel oluyor ki? Onlardan size bir kötülük gelir diye mi kendileriyle savaşnaktan geri kalıyorsunuz? Allah'ın emrini bırakmayın ve O'nun düşmanlarıyla savaşın. Allah'tan korkmak, onlardan korkmaktan daha önemlidir. Sizin için gerçekten lâyık olan, sadece O'ndan korkmaktır. Eğer gerçekten inanmış kimseler iseniz, sadece Allah'tan korkmalısınız.

14

Onlarla savaşın ki, Allah da sizin elinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, sizi onlara karşı zafere ulaştırsın, sizin hepinizi onların hepsine galip getirsin

ve mü'min topluluğun gönüllerini huzura kavuştursun. O mü'min topluluk, savaşı görmeyen Huzaahlardır. İbn Abbas şöyle der: ”Onlar, Yemen'den gelen bir kol ve Sebe kavmidir. Bunlar Mekke'ye gelip Müslüman olmuşlar ve Mekkelilerden birçok çile görmüşlerdi. Hazret-i Peygamber'e birisini göndererek dert yanmışlar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber de onlara: 'Gönlünüzü rahat tutun. Genişliğe çıkmanız yakındır' buyurmuştu."

15

Kalplerinin öfkesini gidersin. Allah, dilediğinin tevbesini kabul eder. Allahü teâlâ, kendilerine verdiği sözü en güzel biçimde sonuçlandırdı. Çünkü bu ifadede, bazı Mekkclilerin kabul edilecek bir şekilde tevbe edeceklerine kapalı bir şekilde işaret söz konusudur. Nitekim durum öyle gelişmiş ve birçok Mekke'li güzelce Müslüman olmuşlardır. Ebû Süfyân, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Sehl b. Anıt gibiler bunun açık örneklerindendir.

Allah alimdir, olanı da, olacak olanları da çok iyi bilir.

Hakîm'dir, hikmete uygun olmayan hiçbir şeyi yapmaz ve emretmez.

16

Yoksa sizler, Allah, sizden cihad edenlerle Allah'tan, peygamberinden ve mü'minlerden başkalarını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan başıboş

bırakılacağınızı mı sandınız? Şüphesiz ki Allah, (bütün) yaptıklarınızı bilir. Yoksa sizler, başıboş bırakılıp, içinizdeki cihad etmeyenleri Allah'ın bilmediğini mi sandınız'? İhmal edildiğinizi ve cihadın size emredilmediğini mi zannettiniz? Hayır durum hiç de sizin bildiğiniz gibi değildir. Burada, cihada katılmayanlar kınanmak suretiyle, cihadın emredilmiş olduğu vurgulanıyor.

Halbuki, cihad etmeyen diğerlerinin kurtuluşu henüz belli değildir. Allahü teâlâ sizin, sırdaş edindiklerinizi de çok iyi bilir. O, her şeyden haberdardır. Yaptığınız her şeyi çok iyi bilir. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Cihad yapmaktaki gayenizi de bilir. Acaba niyetiniz halis mi, yoksa bazı ganimet toplama veya övgü alma gibi şeylere mi ulaşmak istiyorsunuz?

Bu âyette de cihada teşvik vardır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Cennette yüz derece vardır. Allah bu dereceleri. Allah yolunda cihad edenlere hazırlamıştır, iki derecenin arası, yerle gök arası kadardır. Allah'tan istediğiniz zaman, Firdevs'i isteyiniz. Orası, cennetin tam ortasında ve en yüksek yerindedir. Onun üzerinde de Rahman olan Allah 'ın Arşı vardır. Cennet nehirleri de Firdevsten fışkırır. ” Mücahid, nefsiyle cihat edendir. İnsanların en yiğit olanı ise, nefsini ve şeytana götüren arzularını en iyi şekilde yenebilendir. Nice akıllı geçinen insan vardır ki esirdir. Arzuları ona emretmektedir. Şehvetinin kölesi olanlar, kölelerin en aşağı olanlarıdır.

Ayette, samimi Mü’minlerin, inkarcı ve münafıklardan kaçınmaları, onları sırdaş edinmemeleri gerektiğine işaret ediliyor.

17

Müşrikler, kendi inkârlarına kendileri şahitlik ederlerken, Allah'ın mescidlerini imar edemezler. Bu âyet, Bedir gününde esir düşen ve içlerinde Hazret-i Peygamber'in amcası Abbâs'ın da bulunduğu bir grup Kureyşli hakkında inmiştir. Hazret-i Peygamber'in ashabından bir grup onlara giderek, şirke saplanmalarını ayıpladı. Hazret-i Ali de, müşriklere yardım ettiği ve Hazret-i Peygamberle savaşarak akrabalık bağını kopardığı için Abbas'ı ayıpladı. Bu ayıplamasında da biraz ileri gidip kaba davrandı. Bunun üzerine Abbas: ”Size ne oluyor ki, güzel yönlerimizi saklayıp, hep kötülüklerimizi anlatıyorsunuz" diye çıkıştı. Hazret-i Ali de ona: ”Sizin de iyi yönleriniz mi var?" dedi. Abbas: ”Mescid-i Haram'ı biz tamir ederiz, Kabe'yi biz koruruz, hacılara biz su veririz" dedi. Bu olay üzerine de işte bu âyet indi.

Ayette anlatılmak istenen, müşriklerin, mescidi onaramayacakları değil, onarmayacaklarıdır. Yani müşrikler, hiçbir zaman mescid tamir etmezler. Ayette Mescid-i Haram çoğul şeklinde geçmektedir. Çünkü orası, kıbledir ve mescidlerin imamıdır. Orayı tamir eden, diğer mescitleri de tamir etmiş gibi olur.

Beytullah'ın etrafına putlar dikmek, onların şirke dalmış olduklarına işarettir. Açıktan açığa ”biz kâfirleriz" demeseler bile onların bu durumda oluşları, kendilerinin inkârda olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Bu durumda onlar, elbette mescidi tamir etmezler. Süddî şöyle der:

"Onların, kendi inkârlarına şahitlik etmeleri şundandır: Yahudiye 'sen nesin' diye sorulsa, ' yahudi' der. Hristiyan 'Hristiyan' olduğunu, mecusi de 'mecusi' olduğunu söyler." Yahut da onların: ”Bizi Allah'a yaklaştırması için putlara tapıyoruz." demelerindendir. İşte onların, Allah'tan başkasına kulluk etmelerinden ve bu yaptıklarının da boşuna olmasından dolayı, mescidleri tamir etmeleri imkânsızdır.

Onların (bütün) yaptıkları boşa gitmiştir. Onlar cehennemde ebediyen kalacaklardır. Kendileri inkarcı oldukları halde, Allah'ın mescidleri tamir edebileceklerini zansebepler ve böyle inananlar var ya, işte onların övüne geldikleri bütün amelleri boşa gitmiştir. Küfürlerinden ve isyanlarından ötürü, ebedî olarak cehennemde kalacaklardır.

Kadı İyad şöyle der: ”Kâfirlerin yaptıkları hayırlı işlerin, kendilerine fayda vermeyeceği konusunda icmâ vardır. Onlar, nimetlerden istifade edemeyecekleri gibi, azapları da hafif letilmeyecektir. Fakat bazıları, işledikleri suçlardan ötürü, diğerlerine göre daha şiddetli bir azap göreceklerdir."

Fıkıhçı İmam Beyhakî de şöyle der: ”Bu âyetlerden ve haberlerden, inkarcı kimselerin işledikleri hayırların bâtıl olduğu, kendilerine fayda vermeyeceği anlaşılır. İşledikleri hayırlar vasıtasıyla cehennemden kurtulamıyacak onlar. Ancak, inkârın dışında işlemiş oldukları cinayetlerden dolayı hak ettikleri azapları hafifletilecektir.

18

Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayanlar imar ederler. İşte onların, doğru yola ulaşmış olmaları umulur. Buradaki ”mescidler" ifadesi, hem Mescid-i Haram'ı, hem de diğer mescidleri kapsar. Bir tek olan Allah'a imanın içerisinde, peygambere iman da yer almaktadır. Ahiret gününün kapsamında; öldükten sonra diriltilmek, hesap vermek ve ceza görmek, ya da mükâfat elde etmek de vardır. Namazı da cemaatle kılmak gerekir. Çünkü hadiste: ” Bir kimsenin cemaatle kılmış olduğu namazın sevabı, çarşıda ya da evinde kılmış olduğu namazdan yirmi beş kat daha fazladır" buyurulmuştur. (4) Teravih namazında cemaat olmak, daha faziletlidir. Cemaat yapılması gerekenlerin, mescitte yapılması ise, en faziletli olandır.

Farz olan zekâtı da, gönül rızasıyla vermek gerekir. Âyette zekât, namazla birlikte anlatılmıştır. Çünkü, bunların biri olmadan, diğeri kabul edilmez. İşte, bütün bu ilmî ve amelî özellikleri kendisinde toplayan kimse, mescidleri de tamir edebilir.

Ayrıca bu kimse, Allah'tan başka hiçbir şeyden de korkmaz. Kınayanın kınamasından ve zalimin zulmünden çekinmez. İşte bu niteliklere sahip kimseler, cennetteki isteklerine ve oradaki yüceliklere ulaşırlar. Bu güzel sıfatlara ulaşmalarının anlatılmış olması, kâfirlerin amellerinin fayda vermeyeceğini belirtmek ve inkarcıları azarlayarak, kendilerinin doğruluğa erişmediklerini anlatmak içindir. Çünkü kâfirler, kendilerinin güzel şeyler yaptıklarını sanıyorlardı. Mü'minler bile, kendilerinde bu güzel vasıfların bulunmasına rağmen, ”belki, umulur ki" gibi ümit belirten kelimeler kullanılmak suretiyle ifade edilmişlerdir. Mü'minlerin durumu böyle olursa, bozgunculuk yapan kâfirlerin durumu ne olacaktır acaba?

Haddâdî şöyle diyor: ”Umulur" kelimesi, Allah için vücup ifade eder. Âyette bu kelimenin kullanılmış olmasının sebebi; insanın, yaptığı amellerin sevabını boşa çıkaracak olan şeye dikkat etmesi içindir.

Biliniz ki, mescidlerin onarılma olayı birçok şekilde olur. Yepyeni bir mescid yapmak, yıkılanı yeniden yapmak, döşemesini yaparak onları süslemek, süpürmek ve temizlemek... gibi. Hasan da: ”Cennetteki Hurilerin mehilleri, mescidleri süpürmektir" der. Mescidi döşeyip güzelleştirmek de böyledir. Bazıları da şöyle diyor: ”Mescidin altına ilk defa hasır döşeyen, Hazret-i Ömer'dir. Ondan önce küçük çakıl taşlarıyla döşeliydi." Mescitlere kandil asmak, mum yakıp onları aydınlatmak da tamir sayılır. Mescide ilk olarak kandil takan yine Hazret-i Ömer'dir. Ubey b. Kâ'b'ın etrafına, teravih namazı kılmak için insanlar toplandığında, Hazret-i Ömer oraya kandil asmıştı. Hazret-i Ali bunu parlar halde her gördüğünde: ” Ey Hattab'ın oğlu! Mescitlerimizi aydınlattın. Allah da senin kabrini aydınlatsın" diye duâ edermiş. Mescitlerin bakım ve koruma işi de tamire girer.

19

Hacılara su dağıtma ve Mescid-i Haram'ı imar etme işini (yapanları), Allah'a ve ahiret gününe iman edip Allah yolunda cihad eden gibi mi tutarsınız? Bunlar, Allah katında eşit değildirler. Allah, zalim topluluğu hidayete erdirmez.

Rivayet edildiğine göre müşrikler şöyle derlermiş: ” Hacılara su verme işini üzerine alıp bu işi yürütmek ve Mescid-i Haram'ı tamir etmek; iman edip cihada katılmaktan daha hayırlıdır." Onlar, Harem-i Şerifle övünür ve O'nun tamir ve diğer işleriyle çok uğraşırlardı. Bunun için de, kendilerini Harem'in tamircileri sayarlardı. Âyet bu durumdan dolayı indirilmiştir.

Âyetin anlamını şöyle açıklamak mümkündür: Ey hacılara su vermeyi ve mescidi tamir etmeyi, hicrete ve cihada tercih eden müşrikler! Siz bu işinizi hicretten ve cihattan daha üstün mü tutuyorsunuz? Hacılara su verenle mescidi tamir edenleri nasıl Allah'a iman edip O'nun yolunda cihad edene denk tutarsınız? Bunun daha faziletli olduğuna inanırsınız? Birinci grub kesinlikle ikinci gruba denk olamaz. Allah, zâlim inkarcıları hidayete erdirmez. Allah'ın hidayete erdirip doğruya ulaştırdıkları, kâfirlerle nasıl denk olabilir?

20

îman edenler, vatanlarını terkederek Hazret-i Peygambere

hicret edenler, Allah yolunda, Allah'a itaat etmek üzere, O'nun düşmanlarına karşı

mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler var ya, işte onlar, belirtilen bu yüce sıfatlarıyla,

Allah katında rütbece daha büyüktürler. büyük rütbeye ve ikrama ererler.

İşte bunlar, kurtuluşa erenlerdir. Bu yüce sıfatlara sahip olanlara, büyük bir kurtuluş vardır. Onlar, mutlak surette kurtuluşa ereceklerdir. Sanki diğerlerinin kurtuluşu, bunların kurtuluşuna göre, kurtuluş sayılmaz. Ayette geçen ”iman edenler" ifadesi, iman edenlerin faziletini belirtmek içindir.

21

Rableri onlara, katından bir rahmet, rızâ ve içinde hiç tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. Kendileri daha dünyadayken, azaptan kurtulup, büyük bir nimete ereceklerine dair, peygamberlerinin dilinden müjdeye ulaşmışlardır. Bu müjde, âhirette azaptan kurtulmuş olmaları ve büyük bir rahmete ulaşmalarıdır. Ayette geçen ”cennâf'tım maksat, yüksek bahçelerdir. O bahçelerde kendilerine, bitip tükenmek bilmeyen nimetler vardır.

22

Orada ebedî olarak kalırlar. Büyük mükâfat ise, Allah katındadır. O bahçelerde sonsuza dek kalacaklardır. Yine orada, kendilerine çok sevap vardır. Oradaki mükâfat, dünyadakiyle ölçülemez. Yine orada, Allahü teâlâ 'ya büyük bir yakınlaşma vardır. Her kim, indiyyet (Allah'ın yanında olma) makamına ulaşırsa. Allah da onun mükâfatını yüceltir. Durumu iyi kavra ve gerçeklerden gafil olma.

23

Ey iman edenleri Eğer babalarınız ve kardeşleriniz, inkârı imandan daha sevimli buluyorlarsa, onları dostlar edinmeyiniz! Sizden her kim, onları dostlar edinirse, işte onlar, zâlimlerin tâ kendileridir.

Bu âyetin iniş sebebi, Hazret-i Peygamberin, ashabına Medine'ye göç etmelerini emretmesiyle ilgilidir. Hicret emri verildiği zaman, bazı insanların eşleri, çocukları ve akrabaları peşlerine takılıp: ”Allah aşkına! Gidiyorsun ve bizi ortada bırakıyorsun. Bizler kaybolup gideceğiz" demişler. Bu sözler üzerine, onlar da şefkate gelmiş ve hicreti terketmişlerdi. İşte âyet bu olay üzerine inmiştir.

Ey Mü'minler! Mekke'deki inkarcı babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer onlar, imana karşı inkârı tercih ederlerse, dostlar ve kendinizin yardımcıları olarak tanımayın. Sizden her kim böyle yaparsa, dostluğu yanlış yerde aramış olur.

Fahrettin er-Râzî Tefsirinde der ki: ”Bu sûre, Mekke'nin fethinden sonra inmiştir. Öyleyse onu hicretin gerekli olduğu şeklinde yorumlamak nasıl olur? Halbuki, hicret Mekke'nin fethinden önce farz kılınmıştı. En doğru olan yorum, müşrik olan yakınlardan sakınmanın ve kaçınmanın gerekli oluşu, onları dost edinmekten sakınmak, onlarla sırdaş ve gönüldaş olmayı terketmektir. Eğer onlarla sırdaş ve gönüldaş olunursa, kendilerine sırlar verilmiş olur ve bunu yapanlar onların arasında kalmayı İslâm yurduna hicret etmeye tercih etmiş sayılır."

24

Ey Rasûlüm Muhammed! Göç etmeyenlere

De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, yakın ve uzak

akrabalarınız, Mekke'de

kazandığınız mallar, kâr etmek üzere satın aldığınız ve mevsimin geçmesi sebebiyle revaçtan düşerek

azalmasından korktuğunuz bir ticaret ve içerisinde oturmayı arzuladığınız

hoşunuza giden evler; ve bahçeleriniz, Medine'ye göç etmek konusunda,

sizin için, Allah'tan, Peygamberinden Allah'ın ve peygamberin verdiği emirden

ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, oralarda kalmak, Allah yolunda cihad etmekten daha çok hoşunuza gidiyorsa

Allah emrini getirinceye, yani size, er geç bir ceza gönderineeye

kadar bekleyin.

Bu ifade, nefsinin isteklerini dinine tercih edenlere cezanın verileceğine dair bir tehdit ifadesidir.

Allah, fası klar topluluğunu hidayete erdirmez.

Bu şekilde davranarak, fasıklardan olan, Allah'a itaattan ayrılan ve müşriklere dost olanları Allah, kurtuluş yoluna ulaştırmaz. Onları hayırlı olan şeylere yöneltmez.

Âyette, şiddetli bir tehdit vardır. Bu tehditten çok az kimse kurtulabilir. Zamammızdaki zâhid kardeşleri izlersen, onların basit bir dünya menfaatinin kaybedilmesiyle üzüntüye kapıldıklarını görürsün. Dînî hususlarda zamanın gelip geçtiğine hiç aldırış etmemektedirler. Halbuki âyet, dünyevî zevkleri Allah'a itaata tercih edenlerin, er geç cezaya çarptırılacaklarını belirtmektedir. Dünyayı tercih edenler, baksınlar bakalım, kendilerine inecek olan belâdan kurtulabilecekler mi? Ey Allah'ım! Affını ve bağışlamanı dilerim. Hadiste şöyle buyurulur: ” Sizin hiçbiriniz ben kendisine; malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olmaz."

İbni Melek de şöyle der: ”Buradaki ”iman"dan maksat, imanın tam olamayacağıdır. ”Sevgi"den maksat da, ihtiyarî olan sevgidir. Meselâ: Hazret-i Peygamber bir mü'mine, şehit oluncaya kadar bir kâfirle savaşmayı emretse, yahut da kâfir olan ebeveyniyle çocuklarını öldürmesini emretse, Hazret-i Peygamber'in emrine uymakta kurtuluş olduğunu bildiği için, burada seçim yapmak daha sevimli olacaktır. Hastanın, tabiatı gereği tedaviden kaçtığı gibi, bir seçim yapamaz. Fakat, bir tarafa meyleder ve menfaati orada olduğunu zannederek onu yapar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere karşı; bizlerden, anne ve babamızdan ve çocuklarımızdan daha şefkatlidir. Öyleyse böyle bir şeyi bize nasıl reva görür? Çünkü onun bizim için uğraşması bir menfaat için değildi. Onun sünnetine yardımcı olmak ve getirdiği dini savunmak onun sevgisinin ifadesidir."

25

Gerçekten Allah size, birçok yerde ve Huneyn savaşı

gününde yardım etmişti de... Ey Muhammed Ashabı! Allah'a yemin olsun ki, O size, düşmanlarınıza karşı yardım etmiş ve sizi onlara karşı üstün kılmıştı. Halbuki sizler, hem sayı ve hem de cephane bakımından azınlıktaydınız.

Âyette geçen ”birçok yer ”den maksat, savaşlar ve savaş alanlarıdır. Savaşlardan maksat ise; Bedir olayları, Ahzab, Kurayza, Nadir, Hudeybiye, Hayber ve Mekke'nin fethi gibi olaylardır.

"Huneyn günü" ifadesi, o günde bir savaş yapıldığı için kullanılmıştır. O savaşın adı, Huneyn gazvesidir. Bunun bir adı da, Hevâzin gazvesidir. Bu savaşa Evtâs gazvesi de denir ki gazvenin yapıldığı yere nisbetle böyle isimlendirilmiştir. Huneyn, Tâif’le Mekke arasında bir vadidir.

Çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti. Sayınızın çok ve malzemenizin bol olması, sizleri sevince boğmuştu. Huneyn gazvesi Müslümanlarla Hevazin ve Sakif kabileleri arasında olmuştur. Müslümanların sayısı on iki bin kişiydi. Bunların on bini, Mekke fethine katılan ensar ve muhacirler, diğer iki bini ise, Mekke'nin fethinde Hazret-i Peygamber tarafından serbest bırakılan (tulekâ) gruptu. Hevazin ve Sakif ise, dört bin kişiydi.

Rivayet edildiğine göre, Mekke'nin fethi. Ramazan ayının sonlarında olmuş, Hazret-i Peygamber de Mekke'de Şevval ayına kadar kalmıştı. Sonraki gün ise. Şevval ayının 6. günü olan cumartesi günüydü. İşte bu gün, Huneyn gazvesine çıkılan gündür. Hazret-i Peygamber, Attab b. Esîd'i Mekke'de vali olarak bıraktı. O, Mekke'lilere namaz kıldıracaktı. Mu az b. Cebel ise sünnet ve fıkıh öğretecekti.

Mekke fethedildiği zaman, çevredeki Arap kabileleri Hazret-i Peygamber'i tanıyıp itaat etmişlerdi. Hevazin ve Sakif ise, tanımamıştı. Bu iki kabile, azgın ve isyancı idiler. Hazret-i Peygamberin kendilerine gazve tertip edeceğinden korkup, yığınak yaparak azgınlıklarını artırmışlar: ” Muhammed, savaşmayı beceremeyen bir toplulukla karşılaşmış ve onun için galip gelmiştir" demişlerdi ve bu hususta ittifak etmişlerdi. Savaşa çıkarken kendileriyle beraber, hanımlarını, çocuklarını ve inallarını da almışlardı. Hanımları, erkek saflarının arkasında ve develer üzerinde taşıyorlardı. Daha arkada ise, develer, koyunlar ve diğerleri geliyordu. Böyle yapmalarının gayesi, herkesin kendi ailesi namına savaşması ve hiçbir kimsenin kaçmamasıydı. Nitekim böyle yaptılar ve Evtas denilen yere vardılar. Hazret-i Peygamber de bir gözcü göndererek, onların durumunu araştırmıştı. Bu gözcü, Benî Süleynı kabilesinden Abdullah b. Ebî Hazr idi. Gözcü onlara ulaştı ve Hevazinlilerin başkanı olan Mâlik b. Avf'ın topluluğa şöyle dediğini duydu: ”Sizler dört bin kişisiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman, onlara tek bir adammışsınız gibi bir anda saldırın, kılıçlarınızın kınlarını kırın. Allah'a yemin ederim ki, eğer dört bin kılıçla bir şeye vurursanız mutlaka parçalanır."

Hazret-i Peygamber'in gözcüsü geri dönünce, bu duyduklarını anlattı. Bunun üzerine Seleme b. Sekime el-Ensarî şöyle dedi: ”Ey Allah'ın elçisi! Bugün azlığız, yenenleyiz." Bu söz Hazret-i Peygamber'i çok üzdü. Çünkü bu söz, çokluktan dolayı şımarma ifadesidir. Hazret-i Peygamber bineğine bindi, zırhını kuşandı, bayrak ve sancakları açarak ensar ve muhacirlerle beraber yola çıktı. Huneyn vadisine vardıklarında, düşman ordusu karşılarına çıktı. Düşmanlar, vadi yamaçlarında ve geçitlerinde mevzilenmişlerdi ve okçu idiler. Şiddetli bir çarpışma oldu ve müşrikler yenildiler. Nesillerini bıraktılar ve bu arada Müslümanlar da bocaladılar. Müşrikler: ”Ey kötülük savunucuları! Kötülükleri anlatınız!" diye bağırıyorlardı. Tekrar geri dönüp onlara bir hamle daha yaptılar. Böylece, o şımarma kelimesi Müslümanlara ulaşıverdi. Yani, şımarmanın uğursuzluğuna uğrayıp dağıldılar, bir koyun sağacak kadar bile duramadılar.

Fakat bu size bir fayda sağlamamıştı. ifadesinden anlaşılan da işte budur. Yani, çokluğunuz size, ihtiyacınızı giderebileceğiniz hiçbir şey bırakmadı.

Yeryüzü ise, geniş olmasına rağmen size dar gelmişti ve sonra da gerisin geri kaçmıştınız. Korkunuzun şiddetinden, orada nefislerinizin uyum sağlayabileceği bir mekân bulamadınız. Yerine sığmayan kimse gibi, siz de orada bir yere yerleşemediniz. Şâir der ki:

Allah'ın ülkesi geniş olduğu halde, Aranan korkak için av tuzağı gibi dardır.

Daha sonra ise, inkarcılara sırtınızı dönerek, yenilmiş bir şekilde geri döndünüz. Böylece, Mekke'li bir grup, düşmanın yenilgisinden dolayı neşeyle doldu. Yenildiklerinde, Hazret-i Peygamber tek başına kalmıştı. Yanında, amcası Abbas'tan başka kimse yoktu. Abbas, Hazret-i Peygamber'in bineğinin yularını, amcasının oğlu Ebû Süfyân b. Harb de üzengisini tutuyordu. Bineği müşriklere doğru koşturuyor ve:

Ben yalancı olmayan bir nebiyim. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum diyordu. Bu bir şiir değildi. Çünkü kasten söylenmemişti. ”Ben Abdulmuttalib'in oğluyum" diyordu, ”Abdullah'ın oğluyum" demiyordu. Çünkü Araplar. Hazret-i Peygamberi dedesinin şöhretinden ve dedesi hayattayken babası öldüğünden dolayı ona nisbet diyorlardı. Yoksa Hazret-i Peygamberin bu ifadesi, atalarıyla övünmek için söylenmiş bir ifade değildir. Atalarla övünmek, câhiliye dönemine ait bir olaydır.

Şöyle rivayet edilmiştir: Hazret-i Peygamber inkarcılara bir hamle yapıyor ve onlar da kaçıyorlardı. Sonra inkarcılar ona hamle yapıyordu, o da karşı koyuyordu. Hazret-i Abbas şöyle der: ”Hazret-i Peygamberin bineğini, müşriklere doğru koşmaması için bağlıyordum." Böylece, onun yiğitliğinin nereye vardığını anlamış oluyoruz. Çünkü bu durum, onun yiğitliğini belgeler. Hazret-i Peygamber'in bu durumu, inkarcıların kendisine saldırmasından korktuğu için değildi. Çünkü o, Allah tarafından korunuyordu. Abbas'a ”insanlara seslen" diyordu. O da Etısar'a seslendi sonra da: ”Ey ağaç ashabı" diye bağırdı. (Bunlar bey'at-ı rıdvan ehli idi) Daha sonra da: ”Ey Bakara Sûresi topluluğu" diye seslendi.

Onlar sanki tek ağızdan cevap verir gibiydiler ve ”Emret! Emret!" diyorlardı.

26

Daha sonra Allah, peygamberine ve mü'minlere gönül huzurunu indirdi. Burada geçen ”gönül huzuru-sekine" den maksat, Allahü teâlâ 'nın, mü'min gönülleri huzura kavuşturduğu rahmetidir. Bu rahmete tam anlamıyla güveniyorlar ve yakında bir zafere kavuşacaklarını biliyorlardı. Âyette geçen ”mü'minlere" ifadesi, hem yenilenleri, hem de diğerlerini kapsamına alır. Çünkü, yenilenler de daha sonra zafere ulaşacaklardır.

Göremediğiniz askerler de indirdi. Bunları gözlerinizle göremezsiniz. Çünkü onlar, beyaz-siyah süvariler halinde gelen meleklerdir. Daha sonra Hazret-i Peygamber, bineğinden inerek, yerden bir avuç toprak aldı, müşriklere doğru attı ve ”yüzler çirkinleşti" dedi. Müşriklerden, gözü toprak dolmayan kimse kalmadı. Daha sonra O: ”Ka’be'nin Rabbi aşkına yenilin" buyurdu. Hazret-i Peygamber'in bir duası da şöyledir: ”Hamd sanadır, şikâyetler sanadır Allah'ım! Sen kendisinden yardım iste’ bu sözler, denizin yarılması anında Mûsa peygambere ilham edilen sözlerdir."

O gün yardıma gelen meleklerin sayısı hakkında ihtilâf edilmiştir. Bazıları ”beş bin", bazıları da ”sekiz bin" demişlerdir. Meleklerin savaşıp savaşmadığı konusunda da ihtilâf edilmiştir. Bazıları ”savaşmışlar" derken, bir başka grup da ”savaşmamışlardır, sadece Bedirde savaşmışlardır. Mü'minlerin gönüllerini kuvvetlendirmek ve müşrikleri de korkutup ürkütmek için gelmişlerdir" demektedir.

Esir almak ve öldürmek suretiyle

inkarcılara da azap etti. İşte budur inkarcıların cezası. Burada anlatılmış olanlar, onların dünyadaki cezalarıdır.

Allahü teâlâ, Huneyn vadisinde müşrikleri yenilgiye uğratınca, onlar da gerisin geri Evtâs denen yere inmişlerdi. Mal ve çocukları da oradaydı. Hazret-i Peygamber, Eş'arîlerden bir adamı (Ebû Âmir) göndermiş ve ona bir ordunun başında Evtas'a gitmesini emretmişti. Oraya gidip savaştılar ve Allah da müşrikleri yenilgiye uğrattı. Çoluk çocukları da esir olarak Müslümanlara kaldı. Komutanları olan Mâlik b. Avf kaçarak Taife geldi ve orada bir kaleye sığındı. Çoluk çocuğundan alabildiklerini aldılar. Hazret-i Peygamber Taife gelip kaleyi kuşattı ve ayın geri kalan kısmım da orada geçirdi. Haram, aylardan olan Zilkade ayma girince, Hazret-i Peygamber de Cirane denilen ve Tâif le Mekke arasında bulunan yere gitti. Orada on üç gün kaldıktan sonra, umre için ihrama girdi. Huneyn ve Evtas ganimetlerini dağıttı. Alman esirler altı bin kişi, develer yirmi dört bin, koyunlar da kırk binin üzerindeydi. İslâm'a ısındırılmak için, diğer insanlara da ganimetten pay veriliyordu. Bir kişiye yüz elli deve verilmişti. Ensardan bir grup çıkıp, buna itiraz ettiler ve: ”Tuhaf şey! Bizim kılıçlarımızdan hâlâ onların kanı damlıyor, ganimetlerimiz ise onlara veriliyor" dediler.

Bu ifadeler Hazret-i Peygamber'e ulaşınca, onları topladı ve: ”Ey Ensar topluluğu! Nedir bu söyledikleriniz?" diye sordu. Onlar da: ”Sana ulaşanlar doğrudur. Onları söyledik" dediler. Hazret-i Peygamber: ”Sizler, Allahü teâlâ 'nın, benim sayemde hidayete kavuşturduğu bir topluluk değil misiniz? Siz zelil bir millet iken, benim sayemde Allah sizi yüceltmedi mi?... İnsanların koyun ve develerle dönmesini, sizin de Hazret-i Peygamberle birlikte evlerinize dönmenizi istemez misiniz?" dedi. Onlar ise: ” İsteriz tabii ki Ey Allah'ın elçisi, biz o sözlerimizi Allah ve Rasûlü'ne olan sevgimizden dolayı söyledik" deyince, Hazret-i Peygamber: ”Allah ve Rasûlü, sizi doğrular ve özürünüzü kabul eder" buyurdu.

27

Allah, bundan sonra dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah gafurdur, rahimdir. Allahü teâlâ, hikmetinin gereği olarak dilediği kimsenin tevbesini kabul eder ve onları İslâm'ı kabul etmeye muvaffak kılar. Gafur olduğu içindir ki, isyan eden ve inkâra sapanların geçmişte yaptıkları günahları bağışlar. Rahim olduğu için de, tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder ve onlara kendi fazlından sevaplar verir.

Söylendiğine göre, onlardan bir grup insan Hazret-i Peygambere gelip, İslâm'ı kabul ettiklerini belirterek ona biat ederler ve: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Sen insanların en hayırlısısın, onların en iyisisin! Ailelerimiz ve çocuklarımız esir edildi, mallarımız alındı" derler. Hazret-i Peygamber de: ”Yanımda olanları görüyorsunuz. Sözün en iyisi, en doğru olanıdır. Ya hanımlarınızı ve çocuklarınızı ya da mallarınızı, seçin" buyurdu. Onlar da esir alınan çocuklarını ve hanımlarını tercih ettiler.

28

Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktirler. ”Neces" (pislik) kelimesi mastar olup mübalağa ifade eder. Onlar pisliğin bizzat kendisidirler. Onlardan kaçınmak ve uzak olmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir. Yahut da, onlar cenabetten ve pisliklerden dolayı yıkanmadıkları ve gerçek pisliklerden kaçınmadıkları için pis sayılmışlardır. Bundan dolayıdır ki, onlar pislik olarak nitelendirilmişlerdir. Onların görünen organlarında pislikler vardır. Yahut da onların içlerinde pislikler vardır. Çünkü onlar, şirk ve bâtıl inançlarla pislenmişlerdi.

Onun için, bu yıllarından sonra, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Onlar, pisliğin tâ kendileri oldukları için, değil mescide girmek, ona yaklaşmasınlar bile. Onların, mescide yaklaşmalarının pekiştirilerek yasaklanmış olması, ona girmelerinin daha fazla yasaklanmış olduğunu belirtir. Hatta: ”Harem'in hiçbir yerine giremezler" diyen bir görüş de vardır. Bu yasak, hicretin dokuzuncu yılında, Hazret-i Ebû Bekir'in hac emiri olarak hac yaptırdığı yılda olmuştu. Veda haccı da bundan bir yıl sonra yapılmıştır. Âyetten açık olarak anlaşılan bu görüşler İmam Şafii'nin görüşüdür.

İmam Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise, bu âyet, müşrikler oraya, hac veya umre yapmak için giremeyeceklerine işaret etmektedir. Âyetin anlamı: ”Bu seneden sonra, hac ve umre yapamazlar" şeklinde anlaşılmalıdır. Buna, Hazret-i Ali'nin ihtar olarak belirttiği şu söz açık bir delildir: ”Dikkat ediniz! Bu yılımızdan sonra, artık müşrikler hac yapamaz!" Onun görüşüne göre; Hareme, Mescid-i Harama ve diğer mescidlere müşriklerin girmesine engel olunmaz.

Müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmalarına mani olununca, Müslümanlardan bazıları: ”Ey Mekkeliler! Bunu yaptığınız zaman ne zorluklarla karşılaşacağınızı, etraftan gelen müşriklerin, gelmelerini kesmeleriyle ticarî faaliyetlerin azalacağını ve geçim sıkıntısı, çekeceğinizi bilmelisiniz" demişlerdi. Bunun üzerine âyetin şu kısmı inmişti:

Eğer yoksulluktan kork arsanız, Allah dilerse, yakında sizi kendi lütfuyla zenginleştirir. Müşriklerin hac yapmasından dolayı, onların Mekke'ye gelirken getireceği rızık ve kazançlarmızın kesilmesiyle, fakir düşeceğinizden endişe ederseniz, Allahü teâlâ, kendi lütuf ve keremiyle sizleri rızıklandırır. Gerçekten de Allahü teâlâ  bu sözünü gerçekleştirmiş ve yeryüzünün her tarafından insanlar, oraya akın etmişlerdir.

Allahü teâlâ burada ”eğer dilerse" buyurmak suretiyle, bir kayıt koymuştur.

Bunun birinci sebebi, gönüllerin söz verilen şeyin gerçekleşmesine takılmaması ve bunun, söz verenin bir ikramı olduğunu anlatmışıdır.

İkinci sebep va'dedilen bu zengin kılma işi Allahü teâlâ'ya vacip değildir. O, dilediğini kendi lütfundan zengin kılar.

Üçüncü sebep ise, söz verilen şeyin, bütün herkes için, bütün zaman ve mekânlarda söz verilmiş olmamasıdır.

Allah alimdir, hakimdir. Allahü teâlâ, sizin faydanıza oları şeyleri çok iyi bilir ve size verdiğini de vermediğini de hikmeti gereği yapar.

29

Kendilerine kitap verilenlerden; Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlarla... Kendilerine kitap olarak İncil ve Tevrat verilen yahudi ve hristiyanlarla gereği gibi savaşın. Yahudiler ikili, hristiyanlar ise üçlü inanç sistemine sahiptirler. Onların Allah'a olan inançları, inançsızlık gibidir. Yahudiler, cennette yeme ve içme gibi şeylerin olmadığı inancındadırlar. Hristiyanlar da, öldükten sonraki dirilmenin ruhen olacağına inanırlar. Onların ahiret bilgileri, bilgisizlik gibidir. Gerçek mü'min, hem cismânî hem de rûhânî haşri kabul eder. Çünkü, hem ruh ve hem de bedenin, kendisine uygun olan biçimde, cennetten payı vardır.

Allah'ın ve Rasûlü'nün haram kıldığını haram saymayanlarla..

Bir şeyin haram olması, ya okunan vahiyle sabit olur ki, bu okunan vahiy Kitaptır, ya da okunmayan vahiyle olur ki bu da sünnettir. Bu haramlardan bazısı kan, ölü hayvan eti ve domuz eti gibi şeylerdir.

Ve Hak din olan İslâmı kabul etmeyenlerle... İslâm dini, sabit kalan gerçek bir din olup, kendisinden önce gelen bütün dinleri ortadan kaldırmıştır. Allah katında geçerli olan din, sadece İslâm'dır.

Bunlar teslim olup, zelil bir halde kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın! Kendileri için hükme bağlanan cizyeyi, gönül rızalarıyla, zelil bir halde ve isteyerek getirip verinceye kadar, onlarla savaşınız. Yani onlar, tamamen teslim oluncaya kadar ve cizyeyi bizzat kendileri getirip verinceye kadar savaşın. Cizyeyi getiren yaya olarak gelir ve ayakta teslim eder. Teslim alan ise oturarak teslim alır. Cizye verene: ”Ver bakalım cizyeni ey zimmî veya Allah düşmanı!" denir.

Kâfirler üç guruptur: Birincisi, Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşılan ve Müslüman olmaları dışında kendilerinden hiçbir şey istenmiyen gruptur. Bunlar müşrik Araplar ve mürtedlerdir. Müşrik Araplara gelince, Hazret-i Peygamber onların içlerinden peygamber olarak gönderilmiş ve onlara mucizeler gösterilmiş olduğu için, onların inkârı en fena olan inkârdır. Mürtedler ise, gerçek dinin güzelliklerini görüp bildikten sonra, o dinden dönen kimselerdir. Bunların inkârı da en çirkin inkârdır. Ceza da, işlenen cinayete göredir. Cizyede, bir hafifletme vardır. Bunlar cizye vermeyi hak etmemişlerdir.

İkinci grup, İslâm'ı kabul edinceye veya cizye verinceye kadar kendileriyle savaşılan gruptur. Bunlar; yahudi, hıristiyan ve mecusîlerdir. Yahudi ve Hıristiyanlar, bu âyetin işaret ettiği gruptur. Mecûsiler ise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Onlara, kitap ehlinin kanununu uygulayın. Ancak, onların hanımlarıyla evlenmeyin, kestiklerini de yemeyin" hadisine tabidirler.

Üçüncü grup ise, mecusi, kitap ehli ve müşrik Araplardan olmayan inkarcılardır. Putperest Türkler ve Hintliler gibi. Ebû Hanife, bunlardan da cizye alınabileceğini söyler.

Alınacak bu cizyelerin miktarları ise, çalışan fakirlerden, her ay bir dirhem olmak üzere, yılda on iki dirhem. Bu durum, senenin çoğunu sağlam olarak geçiren içindir. Ancak yılın çoğunu hasta olarak geçirenden cizye alınmaz. Orta hallilerden, her ay iki dirhem olmak üzere yılda yirmi dört dirhem; zenginlerden ise, her ay dört dirhem olmak üzere kırk sekiz dirhem cizye alınır. Çalışıp kazanma gücü olmayanlardan, yaşlılardan, yatalaklardan, körlerden, çocuklardan ve kadından cizye alınmaz. Çünkü cizye, inkârı önlemek, İslâm'a kazandırmak için kanunlaştırılmıştır. Öldürme yerine geçer. Öldürme cezası verilemiyecek olan bu gruplardan, cizye de alınamaz. Bir de cizye, onlar savaşa katılmadıkları için alınır. Bu grup zâten, savaşa katılmayan gruptur.

Dinsizler, İslâm'a çatmak için şöyle derler: ”Kâfirlerin, İslâm olmak yerine, cizye vermek suretiyle inkârlarını söylemeleri nasıl olur?" Bu sorunun cevabı şudur: ”İnkarcılardan alınan cizye, onların inkârına rıza gösterildiğinden değil, onların inkarcı olarak kalmalarının cezasıdır."

Valilerin, yüce Allah'ın kitabında belirtilen sınırları aşmamaları gerekir. Haksızlık, hiçbir şekilde caiz değildir. Haksızlığın cezasını, haksızlık yapan çeker.

30

Yahudiler: 'Uzeyr Allah'ın oğludur' dediler. Rivayet edildiğine göre, Babilli Buhtunnasır İsrail oğullarını yendiği zaman, orada bulunan ilim adamlarını öldürmüş ve orada Tevrat'ı bilen hiçbir kimse kalmamıştı. Üzeyr, o zamanlar küçük olduğu için, ölümden kurtulmuştu. Alınan İsrailli esirlerle birlikte, Üzeyr'i de Babil'e götürmüşlerdi. Üzeyr, kendisine ait bir eşeğe binerek, Dicle kenarında bulunan ve Heraklius'a ait olan bir manastıra gitti. Köyün her yerini dolaştı, fakat kimseyi göremedi. Köydeki bütün ağaçlar meyveli idi. Meyvelerden yedi, üzümlerin de suyunu sıkıp içti. Meyvelerin fazlasını da sepete koydu. Meyve suyunun fazlasını ise, yine bir kaba koydu. Bu esnada, köyü de harap bir şekilde, mahvolmak üzereyken gördü ve: ”Allah, bunu ölümünden sonra nasıl diriltir?" dedi. Üzeyr bu sözü, öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiği için değil, hayretinden söylemişti. Yüce Allah ona bir uyku verdi ve onun ruhunu aldı. Tam yüz yıl ölü olarak kaldı. Eşeğini de öldürdü. Meyve suyu ve inciri yanındaydı. Allahü teâlâ, onu gözlerden koruduğu için, hiçbir kimse onu göremedi. Yüz yıl ölü olarak kaldıktan sonra, Allah onu ve eşeğini diriltti. Daha sonra da eşeğine binerek, eski yerine geldi ve İsrail oğullarına: ”Ey Millet! Allahü teâlâ beni, Tevrat'ınızı yenilemem için gönderdi" dedi. Onlar da: ”Tevrat'ı bize yazdır" deyince, Üzeyr kendilerine ezberinden Tevrat'ı yazdırdı. Bunun üzerine İsrail oğulları: ”Allahü teâlâ, Tevrat'ı, oğlundan başkasının kalbine atmaz" dediler. İşte o günden sonradır ki, eski Yehudiler, ”Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler.

Hristiyanlar da: '(İsa) Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Onlar bu sözlerini babasız bir çocuğun meydana gelmesinin imkânsız bir şey olduğu için söylediler. Çünkü İsa, babasız bir çocuktu. Yahut da, anadan doğma körleri iyileştirdiği ve abras hastalığına yakalananları iyileştirip ölüleri dirilttiği için böyle söylemişlerdi. Halbuki bunları, Allah'tan başkası yapamazdı. İşte bunun için o sözü söylemişlerdi.

Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. Bu sözlerini, önceki inkarcıların sözlerine benzetirler.

Bu sözler, onların anlamsız olarak söyledikleri sözlerdir. Bu sözde hiçbir delilleri olmayıp, sadece ağızlarıyla söyledikleri bir sözdür. Çünkü onlar, Allah'ın evlenmediğini itiraf etmelerine rağmen, çocuk sahibi olduğunu nasıl iddia ederler? Onların bu sözleri, kendilerinden önceki inkarcıların sözlerine benzemektedir. Kendilerinden önceki müşrikler: ”Melekler Allah'ın kızlarıdır, yahut da, Lât ve Uzza adındaki putlar, Allah'ın kızlarıdır" diyorlardı.

Allah onların canını alsın! Bu ifade, onların tümüne birden yapılmış bir beddua ifadesidir. Onların perişan olması istenmektedir. Çünkü, Allah tarafından canı alınan bir kimse, perişan olmuş demektir. Melzum zikredilmek suretiyle lazım kasdedilmiştir.

Haktan nasıl döndürülüyorlar? Bunlar, nasıl oluyor da haktan batıla dönüyorlar? Sorulan soru, hayret ifadesi olmaktadır

31

Allah'ı bırakarak; hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabbler edindiler. Yahudiler bilginlerini, Hıristiyanlar da, manastırlara çekilip Allah'a ibadet etmekle vakit geçiren rahiplerini rabler edindiler. ”ahhâr", ”hıbr" kelimesinin çoğulu olup yahûdî bilginleri hakkında kullanılır. ”Ruhban" ise ”rahip" kelimesinin çoğulu olup hristiyan âlim ve âbidieri hakkında kullanılır. Burada bir benzetme ifadesi kullanılmıştır. Onlar, kul olarak rablerine itaat etmeleri gerekirken, bilginlerine ve ibadet eden kimselere itaat etmişlerdi. Allah'ın haram dediklerine onlar helâl, helâl dediklerine de haram derlerdi. Meselâ, sütün haram olduğuna inanan kimse, şarabın helâl olduğuna inanan gibidir. Koyun etinin haram olduğuna inanmak da, domuz etinin helâl olduğuna inanmak gibidir.

Yine hristiyanlar, Meryem oğlu Mesih'i de kendisine ibadet edilen bir rab edinmişlerdi. Meryem oğlu İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu söylüyorlardı. Halbuki Allah, bu gibi şeylerden uzaktır ve O çok yücedir.

Halbuki onlar sadece, Tevrat ve İncirde

tek olan ve kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. O da, şanı çok yüce olan Allahü teâlâ idi. O'nun emirlerine itaat etmek ve ona uymakla emredilmişler, başkasının emrine uymaktan da yasaklanmışlardı.

Allah, onların ortak tanıdıklarından münezzehtir. Allahü teâlâ, itaat ve ibadet konusunda, kendisine ortak tanınmaktan uzak ve yücedir.

32

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler istemeseler bile, Allah, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz. Kitap ehli kimseler, Kur'an'ı reddetmek ve yalanlamak suretiyle, Allah'ın gönderdiği nuru ortadan kaldırmak isterler. Onlar, Kur’an'ın getirmiş olduğu; tevhid şirkten ve çocuk edinmekten uzak olma gibi ilkelerin tümüne birden karşı çıkıyorlardı. Helâl ve haram konusu da, kitap ehlinin karşı çıktığı konulardandı. Onların bu iddiaları, sadece ağızlarıyla söyledikleri lâflardan ibaret olup, hiçbir delil ve dayanakları yoktu. Yüce Allah ise, kendi kelâmını yüceltmek, dinini kuvvetlendirmek ve nurunu tamamlamaktan başka bir şey istemiyordu. Kâfirler istemeseler bile, yüce Allah'ın dilediği şey buydu.

33

O, müşrikler hoşlanmasalar bile, dinini bütün dinlere üstün kılmak üzere, hidayet ve hak din ile Rasûlü'nü gönderendir. Allahü teâlâ, peygamberini, muttaki insanlara hidayet rehberi olan Kur’an'la iç içe ve hak din olan İslâm la gönderdi ki, o peygamber, diğer din mensuplarına galip gelsin. Yahut da, hak din olan İslâm, diğer dinlerin tümüne galip gelsin.

"Müşrikler istemeseler bile ” ifadesiyle Allahü teâlâ 'nın, onların inkârını açıklamasından sonra, bir de müşrik olduklarını açıklaması, onların, peygamberi inkâr etmelerini, Allah'ı inkâr etmeye dayandırmalarından dolayıdır.

İbn Şeyh şöyle der: ”Hak dinin, diğer dinlere galip gelmesi, devamlı olarak artarak devam edecek ve İsa peygamberin yeryüzüne inişinde tamamlanacaktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet edildiğine göre, İsa peygamber indiğinde, İslâm milletinin dışında bütün milletler helak olacaklardır. Bu durumun, Mehdinin çıkışı sırasında olacağı da söylenmektedir. O zaman, İslâm'ı kabul etmeyen ve cizye vermeyen hiçbir kimse kalmayacaktır. Mehdi, Hazret-i Peygamberin neslindendir ve âdil bir devlet başkanı olarak gelecektir. Nebi ve Rasûl olmayacaktır. Hazret-i İsa ile Mehdi arasındaki fark, İsa'nın, kendisine vahiy gönderilen bir kimse; Mehdinin ise, nebi olmayan ve kendisine de vahiy gönderilmeyen bir kimse oluşudur. İsa peygamber, mutlak velayetin sonuncusu, mehdi ise mutlak hilâfetin (devlet başkanlığı) sonuncusudur. Bunların her ikisi de, dinlerin en hayırlısı ve Allah katında en sevimlisi olan bu dine hizmet edeceklerdir."

34

Ey iman edenler! Yahudi bilginleri olan

hahamlardan ve hıristiyan manastırlarındaki

rahiplerden birçoğu serî hükümleri değiştirmek için, rüşvet yoluyla

haksız yere insanların mallarını yerler, onların elinden mallarını alırlar. Allah'ın âyetlerini tevil etme ve muradını beyan etme hususunda kendilerini, insanlara bilgili ve becerikli göstermeye çalışırlar, kendilerini insanlara böyle gösterirler. Ayette, ”almak" yerine ”yimek" ifadesi kullanılmıştır. Bunun sebebi, almanın hedefinin genellikle yemek oluşudur. Yani alınan şeylerin hemen hepsi, yemek kastıyla alınmaktadır.

Ve Allah yolundan alıkoyarlar. Bu adamlar, insanları Allah yolundan ve İs lamdan alıkoyurlar, ya da, onların mallarını bâtıl yollarla yemek suretiyle dinden yüz çevirirler.

Altın ve gümüşü, her ne surette olursa olsun,

biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara, saklayıp zekâtını vermeyenlere, Allah'a ait olan hakkı çıkartıp sahiplerine ödemeyenlere,

acıklı bir azabı müjdele.

Onlara azabın verileceğinin müjdelenmiş olması, onları alaya almak ve küçümsemek içindir. Yoksa cezalar ifade edilirken ”müjde" ifadesi kullanılmaz. ”Kenz" Arapçada biriktirmek demektir. Biriktirilen şeye de ”meknuz" denir.

35

Bunlar, yani biriktirilen bu altın ve gümüş paralar

o gün yani kıyamet gününde

cehennem ateşinde kızdırılıp, biriktirenlerin alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. Bu azaların dağlanmasının sebebi zengin bir kimse, bir şey isteyen fakiri gördüğü zaman, kaşını çatıp, alnını kırıştırır. Fakir istemede ısrar ederse, ona yan döner, biraz daha ısrar ederse, yerinden kalkar, fakire sırtını döner ve yüzünü çevirir ve kendisine hiçbir şey vermez.

'Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir. Bu esnada kendilerine ” bunlar, sizin dünya hayat nidayken menfaatiniz için biriktirdiklcrinizdir. Şu anda ise, zararın ta kendisi ve azap görmenize sebep oldular" denir. Sonra da kendilerine şöyle denir:

Biriktirdiklerinizi tadın!' (denir.) İşte bu, biriktirmenizin günahıdır. O insanlar, dünyadayken ahiretten gafildiler. Gaflet uykusuna dalmışlardır. Bu azabı onun için tadacaklardır.

Uykuda olan kimse, uyku halindeyken dağlamanın acısını tadamaz. O acıyı, ancak uyanınca tadabilir. İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanacaklardır. Hadiste şöyle buyurulur: ”Hiçbir hazine sahibi yoktur ki, bu hazinenin zekâtını vermemiş olsun da, cehennemde o hazine ile dağlanmasın. O hazineler levhalar haline getirilir ve Allahü teâlânın, kulları arasında hükmünü verinceye kadar, hazine sahiplerinin alınları böğürleri ve sırtları dağlanır. Bu öyle bir günde olur ki oradaki bir günün miktarı, sizin saydıklarınızla elli bin yıldır. Daha sonra kendisine ya cennet ya da cehennem yolu gösterilir. Hiç bir deve sahibi yoktur ki, onların zekâtını vermesin de, kıyamet gününde o develerin altına, alabildiğine düz ve geniş bir sahaya yatırılarak, develerden bir tek yavru bile hariç kalmamak şartı ile onu ayakları ile ezmesin ve dişleriyle ısırmasınlar. Deve sürüsünün baş tarafı üzerinden geçince, son tarafı da üzerinden geçer. Bu olay, sizin sayınızla elli hin yıl olan bir günde Allah'ın kullar arasında hüküm vereceği zamana kadar devam eder. Sonra da kendisine, cennet ya da cehennem yolu gösterilir. Hiçbir koyun sürüsü sahibi yoktur ki, onların zekâtını vermesin de, kıyamet günü gelince, düz ve geniş bir yerde onların altına serilerek, bu hayvanlardan hiçbiri hariç kalmamak üzere, içlerinde çarpık boynuzlu, boynuzsuz, kırık boynuzlu bulunmamak şartı ile, onu boynuzları ile süsmesin ve tırnakları ile ezmesinler. Öndekiler üzerinden geçtikten sonra, arkadakiler de geçerler. Bu durum, sizin sayınızla elli bin yıl olan bir günde Allah'ın kullar arasında hüküm vereceği zamana kadar devam eder. Daha sonra ise, kendisine ya cennet, ya da cehennem yolu gösterilir. Şüphesiz ki, zekât, mal nimetinin şükrüdür. Orucun, namazın ve haecm beden nimetinin şükrü olduğu gibi. Zekât, iki yüzde beş dirhem olup, Allah için ve O'nun rızasını kazanmak üzere fakir müslüman kıra verilir.

Zekât ve adakta, malın değeri de zekât olarak verilebilir. Eğer bir kimse ”şu fakire bugün şu dirhemi vereceğim" der ve sonraki gün de başka bir dirhem verirse, bizim mezhebimize göre bu caiz olur. Hasta olan kimse, mirasçılarından korkması halinde, onlardan gizli olarak zekâtını verir.

36

Allah'ın yazısına göre; gökleri ve yeri yarattığı gün, Allah katında ayların sayısı on iki ay olup... Hac, umre, oruç, zekât ve bayramlar gibi dini hükümlere, ilişkin ayların sayısı on ikidir. Bu aylar, Arabî-kamerî olup bir hilâlin görünüşünden, diğer hilâlin görünüşüne kadar olan zamandır ki, bu da bazan yirmi dokuz, bazan da otuz gündür. Ay yılının müddeti ise, üçyüz elli dört gün ve sekiz saattir. Güneş yılının müddeti de, iiçyüz altmış beş gün ve altı saattir. Ay yılı, güneş yılından kısa olduğu için, kamerî aylar, mevsimden mevsime kayarlar. Oruç, hac ve bayramlar, bazan yaz aylarına, bazan da kış aylarına rastlar. Diğerlerinde ise, güneşin tam bir dönüşümüyle hareket edildiği için, bayramlar ve oruç, hep aynı mevsime rastlar.

Ayların sayısının on iki oluşu, Allahü teâlâ tarafından Levh-i Mahfuz'da sabit kılınmıştır. O'nun hükmü böyledir. Bu durumun böyle oluşu, yüce Allah'ın eşyayı cisimleri yaratışından beri böyledir. Böyle söylenmesinin sebebi şudur: Çünkü Allah, gökleri ve yeri yarattığı gün, ay ve güneşi göklerde hareket ettirmiştir. Ay sayısının toplamı on ikidir. Bu ne eksiltilir ne de artırılır. İlk ay Muharrem, son ay ise Zilhiccedir.

Ikdü'd-Dürer adlı kitapta şunlar yazılıdır: ”Bazı ilim adamları, ayların isimlerinin anlamları olduğunu söylerler. Araplar, efendileri gördüklerinde, âdetlerini bırakır ve saldırmayı terkederlerdi ve ”Muharrem" (haram/yasak/mübarek) derlerdi. Bedenleri hastalanıp, organları zayıflayınca ve renkleri sararınca da ”Safer" derlerdi. Çiçekler çıkıp, bahçeler yeşerince ”Rabî'ayn" (rebîu'l-evvel ve Rebîu'l-âhir), meyveler azalıp, hava soğuduğunda ve sular donduğunda ise ”Cemâdeyn" (cemâziyel-evvel, Cernâziyel-âhir) derlerdi. Denizler dalgalanıp, nehirler aktığında ve ağaçlar depreştiğinde ”Receb" derlerdi. Kabileler birbirlerinden ayrılıp, aralarındaki ilişkiler kopunca ”Şa'bân", gökyüzü ısınıp, kumsal da sıcaklaşınca ”Ramazan" derlerdi. Toprak tozlaşıp, sinekler çoğalınca, develer de kuyruklarım sallayınca ”Şevval" derlerdi. Tüccarları görünce, sefere çıkmayı bırakırlar ve ”Zülka'de", her taraftan hacılar toplanıp gelince, ortalığın kalabalıklaştığı ve Kurbanların kesildiği zamana da ”Zilhicce" derlerdi."

Bunlardan dördü haram aylardır... Bu aylardan dört tanesi haram (kutsal) aylardır. Bunlardan birisi tektir ki o da Recep ayıdır. Diğer üçü ise peşpeşe olup, Zi'lkade, Zi'lhicce ve Muharrem aylarıdır. Bu dördü mukaddes aylar olup, bu aylarda savaşmak haramdır.

Doğru din budur işte! Belirtilen bu dört ayın kutsal olması var ya, işte gerçek din budur. Bu, gerçek din; İbrahim ve İsmail peygamberlerin dinidir. Araplara bu din, o iki peygamberden miras kaldı.

O aylarda kendinize haksızlık etmeyin. O ayların kutsiyetini çiğnemek ve yasaklanan şeyleri yapmak suretiyle, kendinize haksızlık etmeyin.

İlim adamlarının çoğunun kanaatine göre, bu aylarda savaşmanın haram oluşu yürürlükten kaldırılmıştır. Yani bu âyet, mensuh bir âyettir. Ayette geçen ”zulüm" (haksızlık) kelimesini, ”büyük günahları işlemek" şeklinde yorumlamışlardır. O büyük günahları işlemek, Harem'de ve ihramlıyken günah işlemek gibi büyük günahlardandır. Haksızlık yapmak her zaman yasak olmasına- rağmen, bu dört ay içerisinde kendine karşı haksızlık yapılmamasına özellikle dikkat çekilmiştir. Bu aylarda işlenen haksızlığın, en ağır haksızlık olduğu açıklanmak istenmiş ve sanki ” o aylarda özellikle kendinize haksızlık etmeyin" denmiştir.

Müşriklerin sizinle topyekün savaştığı gibi, siz de onlarla topyekün savaşın. Müşriklerin tümüne karşı, siz de bir bütün olarak her zaman savaşın. Bu konuda birbirinize arka çıkın ve yardımlasın. Tıpkı onların, Hıll'de ve Harem'de sizinle topyekün savaşmış oldukları gibi. Cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Onun içindir ki, onlarla her zaman savaşınız.

Allah'ın, muttakilerle beraber olduğunu da bilin! Savaşa giriştiğiniz zaman, Allahü teâlâ yardım ve desteğiyle sizinledir. Bu ifadeyle, onların takvaları övülmüş ve böylelikle de, yardıma kavuşacakları belirtilmiştir. Ayette geçen ”takva" kelimesinden maksat kelime-i şehâdettir. Mü'min, kelime-i şehâdette dünya hayatında, kendisini ve ailesini ölümden ve âhirette de azaptan korur. Hadiste: ”Cennet, kılıçların gölgeleri altındadır" buyurularak, mücahidin savaşta olma durumunun, cennete girmesine sebep olacağı vurgulanmıştır. Cennetin kapıları, sanki mücahid için hazırlanmıştır. Hadiste kılıcın zikredilmiş olması. Arapların en önemli silahının kılıç olmasından dolayıdır.

37

(Kutsal ayları) ertelemek, ancak inkârda ileri gitmektir. Araplar savaş halindeyken, kutsal ayların biri girdiğinde, o ayı helâl kabul ederler ve gelecek olan ayı kutsal kabul ederlerdi. Yani, içinde bulundukları ayın kudsiyetini, bir sonraki aya ertelerlerdi. Allahü teâlâ ise, bu erteleme olayının inkârda ileri gitmek olduğunu söylüyor. Çünkü bu durum, Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helâl, helâl kıldığı bir şeyi de haram saymaktır. Bu durum ise, inkârlarına katılan son bir inkâr ve inkarcıların bid'atlarına bir katkıdır.

Çünkü onunla, inkarcı olanlar saptırılırlar. Onları saptıran Allah'tır. Çünkü onların savaşa başlamalarının sebeblerini ve sapıklıklarını yaratan Allah'tır. Yahut da, onları başkanları saptırmıştır. Çünkü onlar bu kimselere uyarlar ve dolayısıyla sapıtırlar.

Allah'ın haram kıldığının sayısını denkleştirmek ve O'nun haram kıldığım helâl kılmak için, kutsal ayı, bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. Ertelemiş oldukları ayı, senenin kutsal aylarından biri sayarlar. İçinde bulundukları ayı ise, kutsal saymazlar. Daha sonraki bir yılda ise, kendi gayelerinin değişmesine ilişkin olmayan kutsal bir ayı, kendileri için kutsal sayarlar. Onların böyle yapmalarının sebebi ise, Allah'ın kutsal kıldığı ayları çiğnemektir. Allah'ın kutsal kıldığı aylar dört tanedir. Onlar şöyle derler: ”Kutsal aylar dört tanedir. Biz de zaten dört tane ayı kutsal kılıyoruz." Böylece onlar, bir hile yoluna başvurmak suretiyle, Allah'ın mukaddes kıldığı belli bir ayı ihlâl ediyorlar.

Onların kötü işleri, kendilerine güzel gösterildi. Onların bu kötü davranışları, kendileri için tatlı bir duruma getirildi ve nefislerine daha sevimli gösterildi. Bu kötü durumu süslü gösteren, ya Allah'tır, ya şeytandır ya da nefistir.

Allah, inkarcılar topluluğunu hidayete erdirmez. Onları hidayete ulaştırmaz. Onlar hidâyet yolunu tutarlarsa, kendilerini hidâyete ulaştırır. Oysa onlar, kendi hür iradeleriyle, kötü bir seçim yaparak, Allah'tan yüz çevirmişler ve büyüklenmek suretiyle, sapıklık çölüne düşmüşlerdir. Âyette adı geçen erteleme olayına, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de şu hadisiyle işaret buyurmuştur: ”Bir hastalığın kendiliğinden başkasına geçmesi, uğursuzlarıma, baykuşu uğursuz sayma ve Safer ayını uğursuz sayma yoktur."

Cahil iye dönemi Arapları, Allah'ın takdirini gözardı ederek, hastalıkların kendiliğinden bulaşıcı olduğuna inanırlardı. Halbuki hastalığın bulaşması, Allah'ın takdiridir. Bu duruma, Hazret-i Peygamber'in şu sözü ne güzel bir delildir: ”Hasta develeri, sağlam develer yanına uğratmayınız!"“0) Bu ifade, belâya sebep olan şeylerden kaçınmayı öğütlemektedir. İnsan, kendisini suya, ateşe atmamakla ve yıkılabilecek bir şeyin altına girmemekle emrolunmuştur. Çünkü, orası yıkılınca, acı çeker, ya da helak olma olur. Yine bunun gibi, ciizzam hastalarına yaklaşmamak ve taun hastalığı bulunan ülkeden uzaklaşmak da emredilmiştir. Bütün bu sayılanlar, hastalık ve helak olma sebebidir. Allahü teâlâ, hem sebeplerin, hem de müsebbiplerin yaratıcısıdır. Belâlardan kaçınmanın emredilmiş olması, zayıf mümini korumak içindir ki, tesirin sebeplerden oluşuna inanmasın. Yani, belâ geldiğinde, yahut hastalık bulaştığında: ”Bu tabiîdir, Allah'ın kaza ve kaderiyle değildir" demesin. Fakat insanın Allah'a güveni sağlam, kaza ve kadere imanı da tam olursa, o insanın bu sebeplerin bazısından kaçınmaması caizdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cüzzam hastalığına yakalanmış kimselerle birlikte yemek yediği ve: ”Allah'ın adıyla, O'na güvenerek, O'na dayanarak" dediği rivayet edilmektedir.

Yukarıda geçen hadiste ”hâme" (gece kuşu veya baykuş) kelimesi geçmektedir. Bu kelimeye iki anlam verilmiştir. Bunlardan birine göre, Araplar, baykuşu uğursuz kabul ederlerdi. Baykuş, birisinin kapısına düşünce, ”kendisinin veya ailesinin ölüm haberini getirdi" derlerdi. İkinci anlamı ise, Arapların şu yanlış inançlarıdır: Bir kimse öldürülür de intikamı alınmazsa, o ölünün ruhu baykuşa döner ve kabrinin yanında kanat çırpar. Bu esnada da: ”Beni öldürenin kanından bana içirin! Bana onun kanından içirin!" diye feryad eder. İntikamı alınınca uçup gider. Yine denilir ki, Arapların iddiasına göre, ölünün kemikleri çürüyünce ”hâme"ye dönerin iş. Bocalayarak kabirden çıkar ve ölüye, ailesinden haberler getirilmiş. Bu ifade, birçok müfessirin yorumu olup, meşhur olmuştur.

Hazret-i Peygamberin ”safer ayını uğursuz sayma yoktur" ifadesinde de iki anlam vardır. Birincisi: Cahiliye dönemi Arapları, insan karnında bir yılan olduğuna, acıktığı zaman insanın ciğerini ısırmış olduğuna ve bu yılana safer, denildiğine inanırdı. İkinci anlam ise: Muharrem ayının kutsallığını Safer ayına ertelemiş olmalarıdır. Bir başka izaha göre Araplar Safer ayını uğursuz sayıyorlardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü ile Safer ayında uğursuzluk olmadığını belirtmiştir.

İkdü'd-Dürer adlı kitapta şöyle denilir: ”Cahiliyye Araplarının çoğu, Safer ayını uğursuz kabul eder ve yolculuğa da çıkmazlardı. Safer ayını uğursuz saymak, yasaklanan uğursuzlanmalar türündendir. Çarşamba gününü uğursuz kabul etmek, kışın sonundaki ”eyyâmü'l-acaiz" kocakarı günlerini uğursuz saymak da yasaklanmış olan şeylerdendir. Cahiliye insanlarının, sadece Şevval ayında nikâh yapmalarının uğursuzluk getireceğine inanmaları da yasaklanmıştır. Bu konuda şöyle söylenir: Geçmiş yıllarda bir Şevval ayında, taun hastalığı ortaya çıkmış ve birçok gelin-damat ölmüştür. Onun içindir ki, cahiliye Arapları şevval ayını uğursuz, kabul ederlerdi."

Dinimiz bu bâtıl inançları yasaklamıştır. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) annemiz şöyle der: ”Hazret-i Peygamber, benimle Şevval ayında evlendi. Şevval ayında benimle zifafa girdi. Ona, hangi hanımı benden daha değerliydi?"

Zamanların, birini diğerinden ayırmak suretiyle, uğursuzluğu Safer ve benzeri aylara özgü kılmak, doğru olmayan bir inanıştır. Çünkü bütün zamanlar, Allah'ın yarattığı şeylerdir. İnsanlar zaman içinde yaşarlar... Öyleyse, bütün zamanlar insana uğursuzdur. Aslına bakılırsa, uğursuzluk anlayışı, büyük bir günahtır. İbn Mes'ûd: ”Bir şeyde uğursuzluk olsaydı, iki sakal arasında (yani dilde) olurdu" der. Bir hadiste ise şöyle buyurulur:

" Üç şeyde uğursuzluk vardır: Kadında, evde ve atta." Bu hadisin yorumu şöyledir: Kadının doğurgan olmaması, onun uğursuzluğuna; evin uğursuz olması, komşunun kötü olmasına ve ondan sıkıntı çekilmesine; atın uğursuz olması ise, üzerine binilerek Allah yolunda cihad edilmemiş olmasına işarettir. Atlar da üç çeşittir. Rahmanın atı, insanın atı ve şeytanın atı. Rahmanın atı, üzerine binerek Allah yolunda savaşmak içindir. İnsanın atıyla döl alınmak suretiyle fakirlikten korunulur. Şeytanın atıyla da, kumar oynanır ve yarış yapılır.

38

Ey iman edenler! Bu, Te bük savaşım anlatmak için yapılan bir başlangıçtır. Tebük, Şam'la Medine arasında bir yerdir. Bu savaşa, ”üsre" (zorluk) savaşı da denir. Rivayet edildiğine göre, Mekke fethedilip Havazin'le savaşıldığında, Hazret-i Peygamber rumiarla savaşı emretmişti. Bu olay, hicretin 9. yılında Recep aynıdaydı. Hazret-i Peygambere, rumların toparlanarak Şam'da yığınak yaptığı haberi gelmişti. Bu haber, insanların darlıkla başbaşa olduğu bir zamana rastlamıştı. Ülkede kuraklık ve sıcak vardı. Medine'nin meyveleri olgunlaşmıştı. Bu durumda, savaşa çıkmak kendilerine zor geliyordu. İşte bu durum üzerine, Allahü teâlâ da bu âyetini indirdi ve şöyle buyurdu: Ey mü’minler!

Size ne oldu ki: 'Allah yolunda savaşa çıkın!' denildiği zaman, yere çakılıp kalıyorsunuz? Bu ifade, söz olarak bir soru olmasına rağmen, anlam olarak böyle yapanları kınıyor ve uyarıyor. Yani, Ey iman edenler! Size Allah'ın emrini getiren peygamberin emrine neden karşı çıkıyorsunuz ve Allah yolunda savaşı istemiyorsunuz? Savaşmaya çıkınız! Size neler oldu da, dünyaya bu kadar yöneliyor ve geçici olan istekler ardında koşuyorsunuz da, ebedî rahatlığa kavuşabileceğiniz cihadın zorluklarını hoş görmüyorsunuz?

Yoksa siz,

âhireti bırakıp, dünya hayatına mı razı oldunuz? Bu ifade, kınamayı anlatan bir sorudur. Yoksa sizler, ahiret hayatını ve ahiret nimetlerini bir tarafa bırakarak, dünya hayatının lezzetlerini, meyve ve serinlik yerlerini mi tercih ediyorsunuz?

Dünya hayatının zevkleri, ahiretin yanında pek azdır. Dünya lezzetleri ahiret nimetleri yanında değersiz ve önemsizdir. Çünkü dünya nimetleri, fânî ve noksandır. Ahiret nimetleri ise, kalıcı ve çok istenen nimetlerdir. Hadiste: ”Allah'a yemin olsun ki, âhirete nisbetle dünyanın durumu sizden birinizin parmağını denize sokup çıkardığı zaman, parmağında kalan kadardır. Baksın parmağında ne kalır" buyurulur.

39

Eğer Allah yolunda savaşa çıknıazsanız, O size acıklı bir şekilde azap eder, sizin yerinize başka bir millet getirir ve O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Eğer siz müslüınanlar, Allah yolunda savaşa çıknıazsanız, Allahü teâlâ da size acıklı bir şekilde azap eder, kalpleriniz ve vücutlarınız acı içinde kıvranır. Sizi, feci bir kıtlıkla ve düşman istilasıyla helak eder. Siz helak edildikten sonra, sizin yerinize, Allah'a itaat eden, âhireti dünyaya tercih eden bir milleti getirir. Cihadı terketmekle, Allahü teâlâ'ya hiçbir zarar veremezsiniz. Sizin yere çakılıp kalmanız, O'nun dinine yardım ulaşmasına asla engel olamaz. O, hiçbir konuda, hiçbir şeye muhtaç değildir.

Allah, her şeye kadirdir. Allahü teâlâ'nın gücü, her şeye yeter. Onun içindir ki O, sizi helak edip, yerinize başka bir millet de getirebilir. Hadiste: ”Allah yolunda cihad için sabah erkenden ya da günün sonunda yola çıkmak, dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır" buyurulmuştur. Yani, Allah yolunda olup, O'nun rızası için çaba sarfetmek, dünya nimetlerinden çok daha hayırlıdır. Çünkü, dünya geçici, ahiret nimetleri ise kalıcıdır. Cihad için gerekli olan, dinin zaferi için niyet etmek, Allah rızası için canları feda etmek ve Allah'ı fazlaca zikretmektir. Bu haliyle cihad, amellerin en faziletli olanıdır. Nitekim Allahü teâlâ: ”Size, sizi acıklı bir azaptan kurtaracak olan ticareti göstereyim mi? Allah'a ve Rasûlüne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz" (Saff: 10-11 ) buyurmaktadır. Allah'ın emrine uymakta, çok iyi bir netice vardır. Çünkü, birçok şey vardır ki, nefisler onları istemedikleri halde sonuç bakımından sevimli olur. Cihad da bunlardan biridir. Allah katında cihad, çok sevimlidir. Kişi, rahatı bırakıp zorluğu seçmekle, dünya ve ahiretteki arzularına kavuşabilir.

40

Siz ona yardım etmeseniz de, Allah ona yardım etti. Siz, Tebük savaşında Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yardım etmemiş olsanız bile, Allahü teâlâ ona yardım eder. Nitekim etti bile.

Hani, inkâr edenler onu yurdundan

çıkardıklarında... Onu öldürmeyi tasarladıkları için, yurdundan çıkmasına sebep oldular. Ancak, Hazret-i Peygamber, Allah'ın izni ve emriyle yola çıkmıştı. İnkarcıların çıkarmak istemesiyle çıkmamıştı.

Mağaradaki iki kişiden biri olarak... O ikiden biri Hazret-i Peygamber, ikincisi de Hazret-i Ebû Bekir'di. Bu mağara, Sevr tepesindeki bir mağaradır. Mekke'ye bir saat uzakta, Mekke'nin sağında ve güney taralindadır.

Olayı şöyle anlatmak mümkündür:

Mekke'li müslüınanlar, inkarcıların birçok eziyetlerine maruz kalınca, Hazret-i Peygamber onlara göç etme izni verdi ve: ”Hurmalık bir yerde iki kayalığın arasında sizin göç edeceğiniz yeri gördüm" dedi. Daha sonra ise: ”Oraya göç etmek için bana izin verilmesini ümid ediyorum ” dedi. Hazret-i Ebû Bekir de: ”Babam sana feda olsun, orasını istiyor musun?" diye sordu. Hazret-i Peygamber de ”evet" cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Bekir, göç esnasında Hazret-i Peygambere arkadaşlık etmek için kendini adadı. Bu konuda hiç gecikmediler. Herkes hicret etti. Yalnız Hazret-i Ebû Bekir, Ali, Süheyb, hapiste olanlar, hasta olanlar ve yola çıkmaya gücü yetmeyenler bu göçe katılmadılar. Bu arada Hazret-i Ebû Bekir de sekiz yüz dirhem ödeyerek iki tane deve aldı. Onları yolculuğa hazırlamak üzere en iyi şekilde yemledi. Bu iki hayvan, Hazret-i Ebû Bekir'in yanında üç ay kadar kaldı. Çünkü göç, Zilhicce ayında başlamıştı. Hazret-i Peygamberin göçü ise, Rebîul evvel ayında gerçekleşmişti.

Kureyşliler, Hazret-i Peygambere biat eden Evs ve Hazrec kabilcleriyle. Peygambere yardımcı olan diğer kabileleri görünce, Onun Mekke'den çıkıp insanları etrafında toplayarak kendileriyle harbetmesinden korktular. Hazret-i Peygamber'in durumunu görüşmek üzere, Dâru'n-Nedve denen yerde bir danışma toplantısı yaptılar. Dâru'n-Nedve, Mekke'de bulunan ilk ev olup, Kusay b. Kilâbin evinin yerinde idi. Hicr tarafı, şu andaki Makam-ı Hanefi yanındadır. Onun mescide açılan bir kapısı vardır. Orada kongreler yapıldığı için bu adı almıştır.

Kureyşliler danışma toplantısındayken, şeytan, Necid ülkesinden yaşlı bir adam kılığına girerek yanlarına gelir ve: ”Ben Necid'liyim" der. Adamın böyle demesinin sebebi, Kureyş'l ilerin ”bu toplantıya Tihame halkından kimse katılmasın" demeleriydi. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamberden yana idiler. Bu adama da, Mekke'den olmadığı için, ses çıkarmadılar. Onun toplantıda bulunması, Mekkelilere zarar vermezdi. Bu toplantıda, bazıları Hazret-i Peygamberin hapsedilmesini, bazıları da sürgüne, gönderilmesini teklif etti. Allahü teâlâ bu konuya: ”Hani, inkarcılar seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek, ya da sürmek için sana tuzak kurmuşlardı" (Enfal: 30) buyurmak suretiyle işaret eder.

Yaşlı adam kılığındaki şeytan, onların bu fikirlerine engel oldu. Sonunda Ebû Cehil'in teklifi oy birliğiyle kabul edildi. O şu görüşü ortaya atmıştı: ”Kııreyş'in her kabilesinden, iyi kılıç kullanan bir delikanlı seçilip, Muhammed'i birlikte öldürecekler. Böylece, onun kanı bütün kabilelere dağıtılmış olacak. Abdi Menaf oğulları da, bütün Kureyş kabilelerine savaş açamıyacak ve diyet ödenmesini kabul edecekler." Ebû Cehil'in bu görüşünü İblis de güzel buldu ve anlaşmış olarak dağıldılar. Daha sonra, Cebrail Hazret-i Peygambere gelerek, Mekkelilerin hilesini bildirdi ve o gece yatağını terketmesini emretti. Hazret-i Peygamber bu durumu öğrenince, Hazret-i Ali'ye: ”Yatağımda uyu! Benim elbiseme sarıl. Sana hoşlanmıyacağın bir şey yapamazlar" dedi. Ali'ye, yatağına yatmasını emretmesinin sebebi, Ali'nin onlara karşı koyabilecek bir güce sahip olmasındandır. Böylece Hazret-i Peygamber ve Hazret-i Ebû Bekir Allah'ın emrettiği yere kadar ulaşmış olacaklardı.

Gecenin üçte biri geçip, tamamen karanlık basınca, ayarlanan kılıçlı gençler, Hazret-i Peygamber'in kapısında toplandılar. Bunlar yüz kişiydiler. Duvar üzerine tırmanmış, üzerine çullanmak ve derhal öldürüvermek için Hazret-i Peygamber'in uyumasını bekliyorlardı. Bu esnada Hazret-i Peygamber, Yâsîn suresinin ilk dokuz âyetini okuyarak aralarından çıkıverdi. Allahü teâlâ, onların görme duyularını aldığı için Hazret-i Peygamberin çıktığını görememişlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onların arasından çıkıp giderken, yerden bir avuç toprak alıp suratlarına doğru atmıştı. Bir süre sonra oradan geçen birisi bekleyenlere: ”Ne bekliyorsunuz?" diye sorunca. ”Muhammed'i bekliyoruz" dediler. O da: ”Allah cezanızı versin. Muhammed aranızdan çıkıp gitti. Her birinizin başına da bir avuç toprak serpti. Halinizi görmüyor musunuz?" dedi. Ellerini başlarına götürürler ve topraklı olduğunu görünce, Hazret-i Ali'nin yanına girerek ”Muhammed nerede?" diye sordular. O: ”Nereye gittiğini bilmiyorum" cevabını verdi. Hazret-i Peygamber ise, Cebrail'in işareti üzerine, Ebû Bekir'in evine gitmişti. Eve girince: ”Hicret etmem için izin verildi" demiş, Ebû Bekir de: ”Babam sana feda olsun, sana arkadaş olmak istiyorum" demişti. Resûlullah'ın bunu kabul etmesi üzerine de, sevinç gözyaşlarını tutamamıştı. Şâir der ki:

Neşe bana o kadar saldırdı ki,

Sevincimden ağlar oldum.

Ey göz! Göz yaşı senin âdetin oldu.

Bazan neşeden, bazan da hüzünden ağlarsın.

Hazret-i Ebû Bekir: ”Bu iki binekten birini al. Bunları hicret için hazırlamıştım" deyince, Hazret-i Peygamber: ”Olur; ancak, ücretini vermek şartıyla" cevabını verdi. Bu ifade, yapılan göçün canıyla ve malıyla olmasını sağlamak içindi. Yoksa, Ebû Bekir Hazret-i Peygamber için malının çoğunu harcamıştı. Sonra Hazret-i Peygamber ve Ebû Bekir, Abdullah b. Ureykıt adında bir adam kiraladılar. Kureyşlilerin dininden olan bu adam, onlara Medine'ye gitmek için kılavuzluk yapacaktı. Bineklerini bu adama verdiler ve üçüncü gecenin sabahında iki binekle beraber Sevr mağarasına gelme konusunda sözleştiler. O gece Ebû Bekir'in evinde kaldıktan sonra, ertesi gece mağara tarafına doğru çıktılar. Ebû Bekir, bazan peygamberin önünde, bazan da arkasında yürüyordu. Bunun sebebini sorunca da şu cevabı veriyordu: ” Ey Allah'ın Rasûlü! Önden pusu kuracaklarını düşününce öne geçiyorum, arkadan takip edilebileceğini düşününce, arkaya geçiyorum."

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) mağaraya girmek isteyince: ” Dur ey Allah'ın Elçisi! Mağarayı temizleyeceğim" diyerek mağaraya girdi. Mağarayı temizlerken, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e zarar verecek bir şey çıkıp da eziyet etmesin diye, bütün delikleri elbisesiyle kapatıyordu. İkisi de mağaraya girince, Allahü teâlâ'nın izniyle mağaranın önünde bir ağaç meydana geldi ve etrafına dal budak salarak tüm mağaranın önünü kapattı. Daha sonra da yine Allah'ın emriyle bir örümcek, bu ağacın dalları arasına sıkı bir şekilde ağ ördü. Böylece, Allahü teâlâ iki kulunu onların şerrinden korudu. Kasîde-i Bürde de şöyle denir:

Onlar, güvercini ve örümceği,

Yaratıkların en hayırlısı için ağ örmez ve O'nu koruyamaz sanmışlardı.

Müşrikler Hazret-i Peygamber'i ellerinden kaçırınca, bu durum, onların zoruna gitmiş ve korkmuşlardı. Onu Mekke'de bulamayınca bir grup izci göndermek suretiyle, aratmaya başladılar. Mağaranın ağzına geldiklerinde, içlerinden birisi: ” Mağaraya girin" dedi. Ümeyye b. Halef de: ” Mağaraya girmenize ne gerek var. Mağaradaki örümcek ağı, Muhammed'in doğumundan önce örülmüş. Oraya girmiş olsa, bu ağ örülmüş olmazdı" dedi. Onlar mağaranın etrafında dolaşıp durdukça, Hazret-i Ebû Bekir de Hazret-i Peygamber'e bir şey yapacaklarından korkarak üzülüyordu. İşte bu durum üzerine Hazret-i Peygamber, mağara arkadaşına: ”Üzülme, Allah bizimledir" diyordu. Âyet de buna işaret etmektedir:

Arkadaşına: 'Üzülme! Allah bizimle beraberdir' diyordu. Bundan dolayıdır ki, ”Ebû Bekir'in sahabe olduğunu inkâr eden, Allah kelâmını inkâr etmiş ve kâfir olmuş olur" demişlerdir. Yine Râfizilerden her kim, Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer'e söver ve o ikisini lanetlerse, kâfir olurlar. Hazret-i Ali'yi onlara tercih ederlerse, bu sefer de bid'atcı olurlar. Hazret-i Ebû Bekir'in bir topluluğa şöyle dediği söylenir: ” Tevbe sûresini hanginiz okuyabilir?" Bunun üzerine adamın biri ”ben okurum" diye okumaya başlamış ve: ”Hani mağaradaki arkadaşına... diyordu" kısmına gelince, Ebû Bekir ağlamış ve şunu söylemiştir: ”Vallahi oradaki arkadaşı bendim."

Ebû Bekir'e ”korkma" demiyor, ”üzülme" diyor. Çünkü, onun Hazret-i Peygamber için çektiği üzüntü, kendisi için üzülmeyi unutturmuştu. Bu ifade, Ebû Bekir'e bir müjde ve onu sevindirmedir. Nitekim Allah'ın Hazret-i Peygamber'e ”Onların sözleri seni üzmesin" (Yunus: 65; Yasin: 76) hitabı bu kabildendir. Böylelikle, Râfizilerin: ”Hazret-i Peygamber bu sözü Ebû Bekir'e kızarak ve kınayarak söylemiştir," şeklindeki sözleri de reddedilmiş oluyor. Onun üzüntüsü, peygambere olan itaatından idi. Hazret-i Peygamber niçin onu itaat etmekten engellesin ki?

"Allah bizimle beraberdir." Bizi korur ve bize yardım eder. Hazret-i Peygamber'in bu ifadesi ile, Hazret-i Mûsa'nın: ”Rabbim benimledir" ifadesi arasındaki farkı düşündüğümüzde Hazret-i Peygamberin ne kader hassas olduğunu görürüz. Hidayet veren ancak Allah'tır.

Rivayete göre, müşrikler mağaraya tırmandıklarında, Hazret-i Ebû Bekir Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i görürler diye korkmuştu. Bunun üzerine Peygamber ona: ”Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkındaki görüşün ne?" diye sormuştu. Mağara önüne varanların basiretleri kendilerinden alındığı için etrafta dolaşmışlar, fakat içerdekileri görememişlerdi. Âyette, ”sıddık"lık mertebesinin yüceliğine ve Hazret-i Ebû Bekir'in, Hazret-i Peygamberin önde gelen sahâbisi olduğuna işaret vardır, O, hicret esnasında Allah Rasûlünün ikincisiydi, mağaradakilerin ikincisiydi ve Hazret-i Peygamber'den sonra halifelerin de ikincisiydi. Hazret-i Peygamber'in ölümünden sonra, oradaki ikinci mezar da onundu. Diriliş gününde yer yarılınca, ikinci kişi olacak, cennete ilk giren ikinci olacak. Hazret-i Peygamber: ”Ey Ebû Bekir! Ümmetimin cennete ilk girecek olanı sen olacaksın" buyurmuştur.

Bunun üzerine Allah ona (huzur veren) güveni indirdi. Allahü teâlâ ona bir güven verdi ve gönlü ferahladı. Bu güvenceden kasıt, etrafında korku şaibesinin dolaşmamasıdır.

Onu, sizin göremiyeceğiniz bir ordu ile destekledi ve inkarcıların sözünü alçalttı. Yüce olan, ancak Allah'ın sözüdür. ”Görünmeyen ordu," Bedir savaşında ve Ahzab'da Müslümanlara yardım için inen meleklerdir. İnkarcıların sözünün alçalması; yüce Allah'ın kıyamete kadar şirki kesin olarak lanetlemesi, mahkûm etmesi veya onların insanları inkâra çağırmalarını reddetmesidir. Tevhid kelimesi ve İslâm'a çağrı ise, kıyamete kadar devam edecektir. Bu durum, Allahü teâlâ'nın, peygamberini inkarcılar arasından çıkarmasıyla da gerçekleşmiştir.

Allah azizdir, hakimdir. Allahü teâlâ: bütün emirlerinde, işlerinde ve hükümlerinde yücedir ve hikmet sahibidir.

Hicret olayının kalan bölümü şöyledir:

Kureyşliler mağaradan ayrılıp Rasûlüllah ve Ebû Bekir'i yakalamaktan ümitlerini kesince, sahillere adamları göndererek, onları yakalayana veya öldürene yüz adet deve vereceklerina dair söz verdiler. Onlar mağarada üç gece kaldılar. Ebû Bekir'in oğlu karanlık basınca oraya geliyor ve Mekke'de olup bitenleri kendilerine bildiriyordu. Fecir vaktinde, Mekke'ye dönüyor, sabah olduğunda, sanki Mekke'de sabahlamış gibi oluyordu. Ebu Bekir'in kölesi olan Amir b. Fuheyre, koyunları sağıp kendilerine süt getiriyordu. Ebû Bekir'in kızı Esma da, akşam olunca kendilerine yiyecek ve içecek getiriyordu.

Üçüncü gecenin sabahında, daha önce anlaştıkları ve kendilerine yol gösterecek olan Uraykıt iki deveyle birlikte geldi. Develere bindiler ve Medine'ye doğru yola çıktılar. Mekke'den ayrılmak üzereyken, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'ye doğru dönerek: ”Ey Mekke! Senin, Allah'ın en sevgili ve en değerli ülkesi olduğunu biliyorum. Eğer, senin insanların beni çıkarmasaydı ben senden ayrılmazdım" dedi ve ağladı. Bu da gösteriyordu ki, Mekke ülkelerin en faziletlisidir.

41

Ey Müminler!

Gerek hafif, gerekse ağır olarak hep birlikte savaşa çıkın! Genç, ihtiyar, veya yaya, binekli, ya da hasta veya sağlıklı herkes. Peygamberle birlikte Tebük savaşma çıkın! Her ne durumda olursanız olun, bu savaşa mutlaka katılın! Zengin-fakir, zor-kolay demeden, herkes bu savaşa katılsın!

Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin! Cihad:

Bütün gücünü harcamak suretiyle, kâfirlerle savaşmak ve onları İslâm'a kazanarak, putlara tapmalarına engel olmaktır.

Bilmiş olunuz ki, Hazret-i Peygamberin rahmet peygamberi olması, cihada engel teşkil etmez. Hazret-i Peygamber, kendisiyle savaşan milletlere karşı, otilan inkârdan vazgeçirmek için kılıç kullanmakla emrolunmustur. Daha önceki milletlerden, peygamberlerine karşı gelenlerin cezası helak edilmeleri ve köklerinin kazınması idi. Bu ümmetin cezası, peygamberlerine olan ikramdan ötürü, ayın şekilde olmamıştır. Sadece kılıçla cihad etmek şekline dönüşmüştür.

Cihada, imkânı olanların mal ve canlarıyla katılmaları gerekir. Buna imkânı olmayan sadece malıyla katılır. İmkânı olanlar hem malı hem de canıyla katılır. Malı olup kendisi katılamayan ise yerine başkasını gönderir.

"Allah yolunda.." ifadesi, genel bir ifadedir. Allah rızası için yapılan bütün faaliyetleri kapsamına alır. Allah'a itaat etmek için yapılan bütün farz, ya da nafile ibadetler ve itaati ar bu ifadenin kapsamındadır. Fakat genel olarak bu ifade, daha çok cihad için kullanılır. ”Allah yolunda" ifadesinin bir diğer anlamı da, cennete, Allah'a ve rızaya ulaştıran yolda bulunmak, heva ve hevese uymamaktır.

Anlatıldığına göre Kuteybe b. Müslim, Buhara kentini fethetmek için yola çıkarak Ceyhun'a varır. İnkarcılar, müslüman ordusunun karşı tarafa geçememesi için bütün gemilere el koyarlar. Bu olay üzerine Kuteybe: ” Ey Allah'ım! Senin yolunda cihad etmek, senin dinini yüceltmek ve senin rızanı kazanmak için yola çıktığımı biliyorsun. Beni bu nehirde boğma!" diye duâ ettikten sonra atını Ceyhun nehrine sürer ve Allah'ın izniyle, ordusuyla birlikte karşıya geçer.

Yine anlatıldığına göre adamın biri, şeytanı bir tanıdık kılığına girmiş halde görür. Cılız tenli, soluk benizli ve ağlamaklı bir haldedir.

Kendisine: ”Bedenini cılızlaşman nedir?" diye sorar. Şeytan:

"Allah yolundaki atın kişnemesi" der.

"Rengini solduran nedir?" sorusuna ise: ” Toplumun itaatte yardımlaşması dır. Eğer isyanda yardımlaşsalardı, benim için daha sevimli olurdu" cevabını verir.

"Seni ağlatan nedir?" sorusuna ise şu cevabı verir: ”Hacıların, ticaret amacı olmadan hacca gitmesidir. Bu durumdan da çok korkuyorum ve beni üzüyor."

Sahihayn’da Ebû Said'in rivayet ettiğine göre:

"Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanların en faziletlisi hangisidir?" diye soruldu.

Hazret-i Peygamber de: ” Canıyla ve malıyla cihad eden mümindir" buyurdu.

"Sonra kimdir?" diye sordular,

bu sefer de: ”Vadilerin birinde yaşayan, Allah'tan korkan ve insanlar dinine zarar vermesin diye onları terkeden mümindir" buyurdu.

Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Bu cihada çıkma, işin bilincine varırsanız, sizin için en hayırlı olanıdır. Cihad, evlerde oturup cihadı bırakmaktan, keyf çatmaktan ve hayatın zevklerini tatmaktan daha hayırlıdır. Bunun daha hayırlı olması, dünyanın ve ahiretin hayırlarına vesile olduğu içindir.

Enes (radıyallahü anh)'in anlattığına göre Ebû Talha, Tevbe sûresini okurken, tefsirini yaptığımız bu âyete geldiğinde çocuklarına: ”Yavrularım! Beni savaşa hazırlayın!" der. Çocukları ise: ”Allah sana merhamet eylesin. Hazret-i Peygamber vefat edinceye kadar onun yanında savaştın. Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer vefat edinceye kadar da onların yanında savaştın. Şimdi dur da senin yerine biz savaşalım" dediler. O: ”Hayır! Allah bizden, her şeyimizle, bütün varımız ve yoğumuzla savaşa çıkmamızı istiyor" dedi. Daha sonra bir deniz savaşına katıldı ve denizde şehit oldu. Kendisini gömecek bir kara parçası bulunamadı ve tam yedi gün sonra karaya çıkınca gömüldü. Bütün bu süre içerisinde, cesedi bozulmadan ölümünden önceki halini koruyordu.

42

(Onları çağırdığın şey) yakıtı bir dünya menfaati ve orta bir yolculuk olsaydı, mutlaka sana uyarlardı. Fakat güçlükle aşılabilecek mesafe onlara uzak geldi. Ey Rasûlüm Muhammed! Senin insanları çağırdığın şey, elde edilmesi kolay olan bir mal veya zenginlik, ya da orta halli bir yolculuk olmuş olsaydı, mal kazanmak için hemen yola çıkar ve senin çağrına uyarlardı. Fakat, aşmanız gereken yol kendilerine çok zor geldi.

Bir de: 'Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık' diye Allah'a yemin edeceklerdir. Kendilerini perişan ediyorlar. Siz Tebük savaşından döndükten sonra, savaşa katılmayan insanlar Allah'a yemin edecekler ve bir takım bahaneler uyduracaklardır. ”Gücümüz yoktu, silahımız yoktu da savaşa çıkamadık. Bunlar olsaydı sizinle savaşa gelirdik..." gibi. Nitekim savaş sonrasında aynı şeyleri söylediler. Hazret-i Peygamber, mucize olarak bunları önceden bildirmişti. Onlar, yalan yere yemin etmekle, sadece kendilerini perişan ediyorlar. Onun için Hazret-i Peygamber: ”Yalan yere yapılan yemin, ülkeleri çoraklaştırır ve evlerdeki rızkı giderir. ” buyurmuştur. Yani, mal mülk ve dünyayı kazanmak için kim yalan yere yemin ederse, elindeki inalları da kaybeder, muhtaç bir duruma düşer ve yeri yurdu perişan olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Yalan yere yemin etmek, ticareti yapılan malın sürümünü artırır, fakat kazancın bereketini yok eder." buyurmuştur.

Allah, onların yalancı olduklarını biliyor. Onların iddialarının gerçek dışı olduğunu, savaşa katılmaya güçleri yettiği halde kasten çıkmadıklarını Allah çok iyi biliyor.

43

Allah seni affetsin!.. Hangi sebepten dolayı, onlar mazeret ileri sürdükleri zaman savaşa katılmamalarına izin verdin? Bu âyet, savaşa katılmayanlara Hazret-i Peygamber'in izin vermiş olduğunu göstermektedir. Âyette ”Allah seni affetsin" buyuruluyor. Af, işlenmiş bir hatadan dolayı olur. Fakat bu hata, günah türü bir hata olmayıp, sadece en faziletli ve daha iyi olan şeyi bırakmasıdır. Daha faziletli olan şey sabredilmesi ve durum açığa kavuşuncaya kadar beklemesi idi. Burada: ”Böylece Allah senin, geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar..." (Fetih: 2) âyetini tasdik edici olarak, affetme olayı âyetin başında zikrediliyor.

Doğru söyleyenler sana belli olup, böylece

yalancıları bilinceye kadar niçin onlara izin verdin? Sana gelip özür beyan edenlerin, malı ve mülkünün bulunmadığını, sağlığının yerinde olmadığını belirtenlerin gerçek durumlarını bilmeden, iki grup arasındaki farkı anlamadan, kendilerine neden izin verdin? Halbuki, böyle yapsaydın, yani; onlara izin vermeyip de, işin açıklığa kavuşacağı zamanı bekleseydin daha iyi olurdu.

"Niçin izin verdin?" ifadesi, Hazret-i Peygamber'e bir uyarı değil, Allah'ın ona olan lütuf ve merhametidir. Ebû Süfyan b. Uyeyne şöyle der: ”Şu lütuf ve ihsana bakınız! Affedilen belirtilmeden, af belirtiliyor."

Biliniz ki birinci âyet, dünyalık isleyen herkesin, aradığını bulabileceğini, kendisine birçok yardım edenlerin oldıığunıı belirtiyor. Buna karşılık olarak, hakkı arayan ve ona varmak isteyenlerin ise yardımcı bulamıyacağı, sadece bir kaç kişiyle başbaşa kalacağı ifade ediliyor. Son âyet ise, işlerde acele etmemeyi ve araştırmayı ifade ediyor. Acele etmek, şeytanın özelliklerinden birisidir.

44

Allah'a ve ahiret gününe iman edenler; mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek için senden izin istemezler. Onlar içerisindeki samimi insanlar, savaşa gitmemek için bahane ileri sürmek şöyle dursun, izine gerek duymadan, derhal çağrıyı yerine getirmeye koşarlar. Savaşa katılmamak için bahane ileri sürerek izin istiyenlerin bu istekleri, kendilerinin münafık olduğunun işaretidir.

Allah takva sahiplerini bilir. Bu ifade, onların muttakilerden olduğuna tanıklık ediyor ve bahane ileri sürerek izin istemenin takvayı zedeleyeceği belirtiliyor.

45

Senden ancak, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar, kalpleri kuşkuya düşüp, şüphe içinde bocalayanlar cihaddan geri kalmak için

izin isterler. O zamanki izin istemek, münafıklık işaretiydi. Demek ki, kalpleri kuşkuya düşen kişiler, müslümanlann dışında olan kimselerdi. Onlar, gönü İleri ndeki bu kuşkudan ötürü, şaşkına dönmüş durumdadırlar. Çünkü bocalamak, şaşkının âdetidir. Tıpkı sebatın, basiretli adamın âdeti olduğu gibi.

46

Eğer cihada

çıkmak isteselerdi, ona bir hazırlık yaparlardı.

Savaşa katılmayanlar şu bahaneyi ortaya atmışlardı: ”Biz savaşa çıkmayı istiyoruz. Fakat hareket yaklaştığı için, hazırlık yapamadık." İşte âyet, bu iddiaları yalanlıyor. Eğer onlar, Tebük savaşına çıkmak isteselerdi, her türlü hazırlığı yapabilirlerdi. Silâh, azık, binek ve yolculuk için gerekli olan her şeyi bulabilirlerdi.

Fakat Allah, onların savaşa çıkmak için

davranışlarını beğenmedi de alıkoydu. Kendilerine de: 'Oturanlarla beraber siz de

oturun' denildi. Yüce Allah, onların olduğu yerde kalmalarını, savaşa çıkmamalarını hoş gönnedi. Çünkü onlar, korkak ve tembel insanlardı. Evlerinde oturmayı âdet haline getiren; hasta, kör, kadın ve çocuklar gibi oturun bakalım evinizde. Bu ifadede, onları kınama vardır. Daha sonra Allahü teâlâ, onları neden hoş görmediğinin sırrını gelecek olan şu âyetle açıklığa kav ustu ruyon

47

Eğer sizin içinizde savaşa

çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı. Onlar, sizin aranıza karışmak suretiyle, sizinle birlikte savaşa katılmış olsalardı, size hiçbir katkıda bulunmazlardı. Sadece aranıza, fesat, şer, korkaklık, ürperti, mü'minler arasında dedikodu, iki kişinin arasını bozma gibi şeyler sokarlardı. Bu savaşta münafıklar fazla idiler. Onların bozguncu olduklarında şüphe yoktur. Eğer bu insanlar da savaşa katılsalardı, bir araya toplanır ve bozgunculuklarını artırırlardı.

Sizin fitneye düşmenizi isteyerek aranızda koşuşurlardı. Onlar sizinle savaşa katılmış olsalardı, bütün güçleriyle düşmanlığı körükleyip sizi birbirinize düşürürlerdi. Yahut da, sizi yenilgiye götürecek davranışlarda bulunurlardı. Aranızın açılmasını ve birliğinizin bozulmasını isterlerdi.

İçinizde, onları dinleyenler de vardır. Sizin içerinizde, konuştuğunuz sözleri ' karşı tarafa iletecek kimseler de vardır. Yahut da, sizin içinizde zayıf kişiler var, size itaati an ayrılır ve münafıklara uyarlar.

Allah zalimleri bilir. O, zalimlerin içini ve dışını kuşatmıştır. Onların her şeyini çok iyi bilir. Bu ifade, her iki grubu kapsamına alır. Hem evlerinde oturanları, hem de dinleyenleri.

48

Önceden (Uhud harbinde) de fitne çıkarmak istediler ve işleri sana tersyüz ettiler. Bu münafıklar, Tebük savaşından daha önce, yani Uhud'da, senin gücünü dağıtmak, arkadaşlarını senden uzaklaştırmak istemişlerdi. Obey, üç yüz arkadaşıyla çekip gitmişti ve geride peygamberle birlikte yedi yüz samimi mü'min kalmıştı. Münafıkların reisi Übey b. Selûl ile beraber olan bu grup, Tebük savaşına da katılmaktan çekinmişti. Yine bu münafık grup, Hendek savaşında fitne çıkarmak istemiş ve: ”Ey Medineliler! Sizin yeriniz yok, geri dönün!" (Ahzab: 13) diye bağırmışlardı. Böylelikle onlar, çalışıp çabalamak suretiyle, işleri tersyüz edip, tuzaklar kurmuşlardı. Senin emirlerini tersyüz etmek için, görüşleri reddetmişlerdi.

Sonunda hak geldi ve istemedikleri halde Allah'ın emri galip geldi. Daha sonra, Allahü teâlâ'dan yardım ve zafer gelmesiyle, O'nun dini galip geldi ve dinin şerefi yükseldi. Onlar bunu istemiyorlardı. Buna rağmen zafer gerçekleşti.

Şu âyetlere bir bak da münafıkların durumunun nasıl aşağılandığını gör. Buna karşı, Rasûlüllah'ın ve müminlerin nasıl teselli edildiğini, muttaki insanların durumlarının ne olacağını da gör. Her zaman samimi Müslümanlar arasına karışmış münafıklar vardır. Fakat, niyeti doğru ve dürüst olanlar, gösterişçi, nevasına uyan ve dine uzak olan gruptan ayrılmayı yeğlerler. Çünkü, kendi türünün başkasıyla ilişkilerde bulunduğun zaman, din konusunda bir takını karışıklık ve ayrılıklara sebep olur. Daha sonra ise Allahü teâlâ'nın: ”...Sizi birbirinize düşürmek için aranıza fitne sokarlardı." hükmü gerçeklik kazanır. Bu ifade, söz taşıyanları ve söz taşımayı kınayan bir ifadedir. Söz taşımak (nemime), açıklanması istenmeyen bir şeyi açıklamak anlamına gelir. Kabir azabının üçte biri, söz taşıma yüzündendir.

Rivayet edildiğine göre, adamın biri. Hasan-ı Basrî hazretlerine bir dedikodu getirir ve: ”Falanca adam senin aleyhinde konuştu" der. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî, ”ne zaman?" sorusunu sorar. Adam da ”bugün" der. ”Onu nerede gördün" diye sorunca da ”evinde" cevabını alır. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî: ”Onun evinde ne işin vardı?" diye sorar ve: ”O kişi ziyafet vermişti" cevabını alır. Hasan-ı Basrî tekrar: ”Orada ne yediniz?" diye sorar. Adam da:

"Şöyle şöyle... Tam sekiz çeşit yemek yedik" der. Hasan-ı Basrî de şöyle der: ”Senin karnına sekiz çeşit yemek sığdı. Fakat bir tek söz sığmadı. Defol çık yanımdan ey günahkâr adam!"

Bundan söz taşıyanların sözüne inanmamak ve onlara buğzetmek gerektiği anlaşılıyor.

Gönül adamlarından biri, arkadaşlarını ziyarete gitmiş ve orada kendisine başkasından bir haber nakledilmişti. Gönül adamı bu haberi getiren adama şöyle dedi: ” Ziyarette geciktim diye mi bana üç tane cinayet getirdin? Kardeşim hakkında beni öfkelendirdin, gönlümü boş şeylerle meşgul ettin ve kendini töhmet altında bıraktın." Akıllı insanın yapması gereken şey, dilini tutması ve bütün organlarını boş sözlerden korumasıdır.

49

Onlardan bazıları: 'Bana izin ver, beni fitneye düşürme!' der. Ey Rasûlüm Muhammed! Tebük savaşına katılmamak için, bir takım bahaneler uydurmak suretiyle senden izin isteyen münafıklar: ”Bana izin ver, beni fitneye düşürme" derler. Buradaki fitnenin anlamı, günah ve isyandır. Onların izin istemelerinin sebebi, güya imkânlarının olmayışıdır. Yine onlar: ”Bizim imkânlarımız yok. Sen bize izin versen de vermesen de, savaşa katılmadığımız için günaha girmeyiz. Çünkü, bizim malımız mülkümüz, çoluk ve çocuğumuz arkada perişan olur. Esas fitneye o zaman düşeriz" derler.

İyice biliniz ki onlar, fitneye düşmüşlerdir bile. Onlar bu istekleriyle, savaştan geri kalmalarıyla ve peygamberin sözünü dinlememeleriyle, zaten fitnenin tam içinde bulunuyorlar. Onlar savaştan çekinmekle münafıklıklarını ortaya koymuşlar ve fitnede oldukları açıkça meydana çıkmıştır.

İnkarcıları, cehennem kuşatacaktır. Kıyamet gününde cehennem; münafıkları, inkarcıları ve diğerlerini çepeçevre kuşatacaktır. Çünkü onlar da, inkârın ve isyanın bütün sebeplerini kendilerinde bulunduruyorlar. Bu âyet, münafıklardan Ced b. Kays hakkında nazil olmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu adamı cihada teşvik etmek için: ” Ey Ced b. Kays! Rumlarla savaşa katılıp, onların kızlarını cariye edinmek istemez misin?" diye sorar. O da: ” Beni bırak da evde oturayım. Rum kadınlarından bahsederek beni fitneye sokma. Bilirsiniz ben kadınlara düşkün birisiyim. Savaşı kazanırsak, cariyelerin paylaştın İmasına kadar sabredemem ve Rum kızlarıyla ilişkide bulunarak fitneye ve günaha düşmekten korkarım" demişti. Hazret-i Peygamber bu sözleri duyunca, ondan vazgeçmişti.

Savaşa katılmamak, insanın cimriliğinden olup, çirkin özelliklerin en başında gelir. İbrahim b. Edhem: ”Cimrilikten sakının" der. ”Cimrilik nedir?" diye soranlara da şu cevabı verir: ”Dünya ehline göre cimrilik; kişinin, malına düşkün olması, onu kimseye vermek istememesidir. Ahiret ehline göre cimrilik ise; kişinin, kendisini Allah'a vermekte cimri davranmasıdır. Halbuki, kişi kendini Allah'a verse, Allah da onun gönlüne hidayet, takva, vakar, güvence, üstün ilim ve tam akıl verir."

Anlatıldığına göre, Ebî Cüheym b. Huzeyfe şöyle der:

"Tebük savaşında, ölüler arasında amcamı arıyordum. Yanımda birazcık su vardı. Kendisini ölüm anında yakalayabildiğim amcama yaklaşıp yüzünü sildim ve ”su vereyim mi?" diye sordum. Başıyla ”evet" dercesine işaret verdiği sırada bir ses duyuldu. ”Ah yanıyorum su!" diyordu. Amcam başıyla işaret ederek, suyu ona götürmemi istedi. Su isteyen bu adam, Hişam b. Âs'tı. ”Su vereyim mi?" diye sordum ve ”evet" cevabını aldım. Tam yanına yaklaştığım sırada tekrar yanık bir ses duydum: ”Ah yanıyorum su!" diyordu. Bana, bu ikinci sese koşmamı işaret etti. Koştum, fakat ne yazık ki şehit olmuştu. Suyu Hişam’a yetiştireyim derken, o da şehit olmuştu. Amcama yetiştirmeye çalıştım. Fakat o da şehit düşmüştü." Bu olay ”Hâlisatül-Hakâik" isimli eserde nakledilmiştir.

50

Sana bir iyilik ulaşsa, bu iyilik

onları üzer. Bedir savaşında ekle ettiğiniz zafer ve ganimetler gibi, diğer savaşlarda da buna benzer başarı ve ganimetler elde ettiğiniz zaman, münafıklar, aşırı haset ve düşmanlıklarından dolayı çok kızarlar.

Sana bir kötülük ulaşsa: 'Biz, önceden tedbir aldık' derler ve sevinerek dönüp giderler. Uhut savaşındaki yaralanma, ölüm, yenilgi ve zorluklar gibi bir şeyle karşılaştığınız zaman ise: ”Bu işler başımıza gelmesin diye, önceden tedbir almıştık" derler ve sevinç içerisinde toplantı yerini terkedip giderler. Bunların sevinmeleri, Müslümanlardan ayrı kalıp evde oturmaları ve savaşa katılmamalarıdır. Bu âyetin muhatabı Mü’minlerdir. Nitekim, gelecek olan âyette bu durum daha iyi anlaşılacaktır.

51

De ki: 'Allah bizim için ne yazmışsa, bize ancak o ulaşır. O bizim dostumuzdur, mü'minler yalnız Allah'a güvensinler.' Burada, onların inançlarının batıl olduğu açıklanmaktadır. Allahü teâlâ, Levh-ı Mahfuz'da bizim için ne yazmışsa, hayır ve şer olarak, mutluluk ve zorluk olarak bize ancak o ulaşır. Sizin uygun görmenizin veya görmemenizin hiçbir önemi yoktur. Bizim dostumuz ancak Allah'tır. Bize O yardım eder ve işlerimizi düzenler. Mü'minler sadece bir tek olan Allah'a güvenip, O'na dayansınlar.

"Tevekkül", işleri Allah'a havale edip, O'nu vekil etmektir. Kulun yapması gereken şey, Mevlâ'sına tevekkül edip, O'nun rızasını dilemek, O'nun takdiri olmadan, kulun başına iyi veya kötü hiçbir şeyin gelemiyeceğine inanmaktır. Hadiste şöyle buyurulur: ”Bir kul, başına gelecek bir şey varsa mutlaka kendisine isabet edeceğini, başına gelmeyecek bir şeyin de kendisine isabet etmiyeceğini bilmedikçe imanın hakikatine ulaşamaz."

52

Münafıklara de ki:

De ki: 'Bize sadece iki iyilikten bizim hakkımızda iki tane güzel sonuçtan

birini mi bekliyorsunuz? Ki o iki güzel sonucun her ikisi de Mü’minler için çok güzel şeylerdir. Bunlardan biri şehitlik, diğeri ise, zaferdir. Sizler, bizim güzel bir sonuca ulaşacağımıza sevinmezsiniz. Siz nerede, uyanık olup sağlam iş yapmak nerede? Hadiste: ”Allahü teâlâ, kendi yolunda, kendisine ve peygamberine inanmış olarak çıkan kişileri cennetine koyacağını, veya evlerine geri döndürürse se vah ve ganimet alarak döneceklerini garanti etmiştir. ” buyurulur.

Biz ise, Allah'ın kendi katından veya bizim ellerimizle size bir azap dokundurmasını bekliyoruz. Bizler de size, iki kötü sonuçtan birinin gelmesini bekliyoruz. Geçmiş milletlerin başına gelen, deprem, korkunç gürültü veya yerin dibine geçirilmesi gibi bir musibetin size de gelmesini bekliyoruz. Bunlar, Allah'tan gelecek olan belâdır. Bizden gelecek olan belâ ise, inkâr ettiğinizden dolayı öldürülmenizdir.

Bekleyin, biz de sizinle beraber beklemekteyiz.' İş böyle olunca, bekleyin bakalım, bizim sonumuz ne olacak. Bizler de sizin sonunuzun ne olacağını beklemekteyiz. Bizi sevindirecek olan bir şeyden başkasını görenıiyeceksiniz. Bizler de, sizi üzecek olandan başka bir şey göremeyeceğiz. Hadiste: ”Müminin durumu, başağa benzer. Ona rüzgâr dokununca bazan eğilir, bazan da ayağa kalkar. İnkarcının durumu ise, cam ağacına benzer. Bir kere sarsılınca, daha da doğrulamaz"m buyurulur.

Yüce Allah, münafıkları döneklikle kınamaktadır. Hadiste şöyle buyurulur: ”Kişinin kalbi dosdoğru olmadan, imanı da dosdoğru olmaz. Dili dosdoğru olmadan da, kalbi dosdoğru olmaz." Bir başka hadiste de: ”İnsanların en şerlilerinden birisi de, iki yüzlü olan ve birisine bir yüzle, diğerine de başka bir yüzle görünendir" buyurulur.

53

De ki: Mallarınızı

'gönüllü ya da gönülsüz olarak harcayın.. Ey münafıklar! Mallarınızı, gönlünüzün isteğiyle, ya da ölümden korktuğunuzdan dolayı istemiyerek harcayın bakalım!

Sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, yoldan çıkan bir topluluk oldunuz.' Bu ifadelerden kasıt, Allahü teâlâ'nın, onların harcamasını kabul etmeyeceği ve onlara sevap vermeyeceğidir. Çünkü onlar, inkarcı bir topluluk olmuşlardır. Buradaki fasık ”yoldan çıkan", kâfir anlamındadır.

54

Onların harcamalarının kabul edilmesini engelleyen; Allah ve Rasûlü nü inkâr etmeleri, namaza ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka şey değildir. Onların harcamalarının kabul edilmemesinin sebebi, inkârlarından başka bir şey değildir. Namazlarına da hiçbir zaman tam olarak gelmezler. Daima ağırdan alırlar, tembel davranırlar. Buradaki yerilme, tembelliğe iten inkârdan kaynaklanıyor. Çünkü inkâr, tembelliğe sevkeder. İman ise, aktivite kazandırır.

İbadetleri yerine getirmedeki istek ve gayret, onların yapılmasından dolayı sevap alınacağı yapmamaktan dolayı azaptan korkulmasından kaynaklanmaktadır. Mü'min, Peygamberin Allah'tan getirdiklerine bu anlayış ile inanır ve onları kendi içerisine dal budak salmış bir hale getirir. Münafık ise, bu şekilde inanmaz ve ahiret için de ne bir sevap ümidi, ne de bir ceza korkusu yoktur. Onun içindir ki, namazda ağır ve tembel davranır, Allah yolundaki harcamayı da gönülsüz olarak yapar. Çünkü o, namaz kılmak suretiyle bedenin boşuna yorulduğuna, malın da boşuna harcandığına inanır. Burada, tembellik verilmiştir. Tembelliğe devam eden kimsenin emeli boşa çıkar. Hârizmî şöyle der:

Hiçbir zaman tembelle dostluk kurma! Nice sâlih kişileri, başkasının fenalığı bozmuştur. Ahmaklığın kaba kişiye sirayeti çabuk olur. Küle konan köz ise hemen söner.

55

Onların yani münafıkların biriktirmiş olduğu

ne malları, ne de çocukları seni imrendirmesin! Allah bunlarla, dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının da inkarcı olarak çıkmasını ister. Çünkü bu mal ve çocuklar, onların azap çekmesine sebeptir. O malları biriktirirken, birçok sıkıntı çekip yorulmuşlardır. Çocuklar da, bakım ve eğitimlerinin verdiği zorluklardan dolayı, münafıklar için dünyada da azap vericidirler. Yeme, içme, giyim ve barınma gibi bütün konularda, yüktürler. Akla şöyle bir soru gelebilir: Çocuklar ve mallar, münafıklar için olduğu kadar, mum inler için de bir sıkıntıdır. Öyleyse, neden özellikle münafıklardan bahsedilmiştir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Mü'min, inandığı için durumu en hafif olandır. Mü'minin arzusu, ahiret sevabını elde etmektir. Bunun için zorluklara katlanır, çocuklarını eğitirken de birtakım zorluklara katlanması ve onların ayrılıklarından dolayı hasret çekmesi Mü’mine nisbetle sanki azap değildir.

Münafıklar, neticesine bakmadan, zevklerle meşgul olurlar ve inkarcı olarak ölürler. Bu durum, kendilerine bir nimet değil, külfet olacaktır.

Biliniz ki, kullukta mevcut olan itaat üç çeşittir.

Malla itaat, bedenle itaat ve kalple itaat.

Malla olan itaat, o malı Allah yolunda harcamaktır. Hadiste şöyle buyurulur: ”Miracda bir al getirildi. Ayağını gözünün gördüğü yere kadar atıyordu. Cebrail de onunla beraber yürüyordu. Bir topluluğa uğradık. Aynı günde ekiyorlar ve o gün biçiyorlardı. Her biçtiklerinde, eski haline dönüyordu. ”Bunlar kimdir Ey Cebrail?" diye sorulduğunda: ”Bunlar, Allah yolunda savaşan mücahitlerdir. Onların sevapları, yediyüz katına kadar artırılır. Allah yolunda her ne harcarsanız, yerine yenisi gelir" dedi.

Bedenle olan itaata gelince, o da emir ve yasakları, sünnetleri, güzel ve hoş olan âdetleri yerine getirmektir.

Kalp ile olan itaat ise; iman, sadakat ve niyetteki ihlâstır.

56

Sizden olduklarına Allah'a yemin ediyorlar. Oysa, onlar sizden değillerdir. Fakat onlar, korkak bir topluluktur. Münafıklar, yalan yere yemin ederek, siz müslüman kırdan olduklarını söylerler. Halbuki onların kalbleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Onlar, müşriklere yaptıklarınızı kendilerine de yapmanızdan korkmaktadırlar. Bunun içindir ki, takiyye yapmak (iki yüzlü davranmak) suretiyle, müslüman olmadıkları halde, size müslumanlar olarak görünmektedirler.

57

Eğer sığınacak bir yer, yahut mağaralar, ya da girecek bir yer bulsalardı, hemen oraya doğru yönelip koşarlardı. Sığınacakları, dağ başı, ada, kale ve buna benzer bir yer bulabilseler, yahut da mağara veya dağ eteklerinde bir yer temin edebi İseler veya tünel kazıp yer altında gizlenerek kendilerini saklıyacakları yer bu labil sel er sizinle bir arada bulunmamak için bu zikredilen şeylerden birine koşarlar, kendilerini hiçbir şey bundan geri çeviremezdi. Yani, bu münafıklar, her ne kadar sizden oldukları konusunda yemin etmiş olsalar da, bu yeminleri yalandır. Çünkü bunların memleketlerinden çıkmalarının mümkün olmaması sebebiyle, öldürülmekten korktukları için yemin etmişlerdir. Eğer onlar, yurtlarını ve mallarını bırakıp kaçabilecek olsalardı, yer altındaki tünellere veya kalelere, ya da dağlara ve mağaralara kaçabilselerdi, sizin yüzünüzü görmemek ve sizinle bir daha karşılaşmamak için mutlaka oralara kaçıp gizlenirlerdi. Ayette, onların çok azgın ve düşmanlıkta aşırı oldukları belirtilmekte ve münafıkların, samimi müslüınanla dostluk kurmalarının zor olduğu açıklanmaktadır. Çünkü her cins, kendi cinsiyle uyum sağlar, zıddıyla uyum sağlıyamaz.

Denir ki: ”En zor hapis, zıt kişilerle bir arada yaşamaktır." Esrnaî şöyle der: ”Nahiv bilgini Halil'in huzuruna çıktım. Küçük bir hasır üzerinde oturmuştu. Bana oturmamı işaret etti. 'Seni sıkmış olmıyayım' dedim. 'Yapma canım. İki zıt kimse, bütün dünyaya sığmaz. Birbirini sevenler ise, bir karış yere dahi sığarlar' diye cevap verdi." Şâir der ki:

Düşmanla olunca, yeryüzü dar olur. Dostla olunca da iğne deliği meydan olur.

58

Onların yani münafıklardan

bazıları da, sadakalar hakkında yani zekâtın dağıtılması konusunda seni ayıplarlar ve

sana dil uzatırlar. Bu âyet, münafıklardan olan Ebî Cevvâz hakkında nazil olmuştur. Bu adam: ”Arkadaşınız Muhammed'i görmüyor musunuz? Zekâtı koyun çobanlarına dağıtıyor ve hakça davrandığını iddia ediyor" demişti.

Eğer onlardan kendilerine pay

verilse, bundan

hoşlanırlar. Onlardan kendilerine bir pay

verilmezse, o zaman da öfkelenirler.

Kendilerine, istedikleri kadar zekât verince, buna sevinirler ve güzel karşılarlar. İstediklerinden az zekât aldıklarında ise, ansızın öfkeleniverirler. Çünkü bunlar, tamamen dünya menfaatine gönül veren kimselerdir. Dünya menfaatine karşı aç gözlüdürler.

59

Onlar; Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine verdiğine razı olup: 'Allah bize veter. Yakında, Allah da bize bol lütfundan verecek, Rasûlü de. Biz sadece Allah'ı istiyenleriz' deselerdi (onlar için çok daha iyi olurdu.) Âyette Allah'ın anılmış olması, Hazret-i Peygamberin yapmış olduğu bu zekat taksiminin O'nun emriyle yapılmış olduğuna dikkat çekmek ve O'nu tazim içindir. Allah Rasûlü'nün, kendilerine vermiş olduğu zekâttan -az veya çok- gönül rızasıyla hoşnut kalsalar, bunun kendilerine yettiğine inansalar, kendilerine verilenin de Allah'ın bir lütuf ve ihsanı olduğunu kabul etseler, daha sonraki zamanlarda daha çok zekâta kavuşabileceklerini düşünselerdi, kendileri için çok daha iyi olacaktı. Allahü teâlâ da onlara, birçok ikramlarda bulunacaktı.

Kader hak olduğu için, öfkenin ahmaklık olduğu söylenmiştir. Sa'd b. Ebî Vakkas, gözünü kaybettikten sonra Mekke'ye geldiğinde kendisine: ”Sen, duası kabul edilen bir zatsın. Gözünün tekrar verilmesi için neden duâ etmiyorsun?" dediklerinde şu cevabı verir: ”Allah'ın takdiri, benim için gözden daha sevimlidir."

Bilge kişilerden birine: ” Doğan bebeğin elleri neden yumuk haldedir?" diye sorduklarında, şiir olarak şu cevabı alırlar:

Doğum esnasında ellerin yumuk halde olması, Onun yaşamaya olan isteğine delildir. Ölürken ellerinin açık olması da:

'Bakınız! Eli boş olarak dünyadan ayrıldım' demek isteyişindendir.

Şöyle bir hikâye anlatılır: Kefen soy ucu lard an biri, Ebâ Yezîd el-Bistâmî'nin huzurunda tevbe eder. Bistâmî bu adama durumunu sorar ve şu cevabı alır: ” On tane mezar açtım. İki tanesi dışında, hiçbirinin yüzünün kıbleye dönük olmadığını gördüm." Bunun üzerine Bistâmî: ”Onların açgözlü olmaları yüzlerinin kıbleden çevrilmesine sebep olmuştur. Kişinin yapması gereken şey, Allah'a tevekkül etmesi ve sözünde durmasıdır. Çünkü Allah, kuluna yeter. Allah'ı bulabil irse, Allah'ın dışındakilerden kurtulur. Allah'ı kaybetmek ise, O'nun dışındakilerle içice olmaktan kaynaklanır. Allah'ı bulmak da. O'nun dışındakilerden soyutlanmakla mümkündür."

60

Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak; ancak... Nakit veya mal, bütün zekât cinslerine ”sadaka" adı verildiği için âyette bu kelime kullanılmıştır. Bunlara ”sadaka" denilmesinin sebebi; verilmesinin kulluktaki samimiyete delil olu şundandır. Burada zekât verilecek sekiz grup insan sayılmaktadır. Bunların dışında kalan münafıklara verilmez.

Yoksullara, düşkünlere... Yoksul (fakir); nisap miktarına erişemiyecek kadar malı olana, düşkün (miskin) ise, hiçbir şeyi olmayana denir. Ebû Hanife'nin görüşü budur. Bunun zıddı da söylenmiştir.

Zekâtı toplayan memurlara, zekâtı toplamakla görevlendirilmiş olan memurlara, ister yoksul olsunlar, isterse zengin, toplamış oldukları zekâttan, yaptıkları işe göre zekât verilir. Toplamış oldukları mal kaybolursa, onlara da bir şey verilmez. Eğer bir kimse zekât memuruna değil de, malını bizzat devlete teslim etmiş olursa, memura bu maldan da hak verilmez.

Kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara... Bunlar, Araplar içinde güçleri ve taraftarları olan birtakım gruplardır. İslâm'a gelmeleri, teşvik edilmeleri ya da, Müslümanlara verecekleri kötülüklerin engellenmesi için kendilerine zekât verilir.

Kölelere, kölelikten kurtulmalarına yardımcı olmak için, bunlara da zekât verilir. Böylece, hürriyetine kavuşmak üzere efendisiyle anlaşma yapmış olan kölenin hürriyete kavuşmasına yardım edilmiş olur.

Borçlulara... Kendilerine meşru bir iş yapmak için borçlanan kimselere de zekât verilir. Bu durum, borçlunun borcundan fazla malı olmaması halindedir.

Borçlular iki kısımdır: Birincisi, kendisi için meşru olan bir işi yapan ve bu yüzden borçlanan kimsedir. Eğer bu adamın, borcunu ödeyecek varlığı yoksa, kendisine zekât verilir. Borcunu ödeyecek varlığı varsa, zekât verilemez, ikincisi: Hayırlı bir iş yapmak ya da dargın iki kişinin arasını bulmak için borçlanan kimseye, bu kişi zengin de olsa, borcunu ödeyecek kadar zekât verilir. Meşru olmayan bir iş yaparak borçlanan kimseye zekât verilmez. Mücahid bu konuda şöyle der: ”Borçlu; evi yanan, malını sel götüren ya da çoluk çocuğunun geçimi için borçlanan kimsedir."

Allah yolunda cihad edenlere, İslâm ordusuna katılmak isteyip de yoksul olduklarından dolayı katılamıyan savaşçılara da zekât verilir. ”Allah yolunda" olmanın çeşitli anlamları bulunmasına rağmen, buradaki anlamı savaşçılardır.

Ve yolcuya mahsustur. Uzun bir yolculuğa çıkıp, malından uzak ve muhtaç durumda kalanlara da zekât verilir. Bütün bunlara zekât verilmesini Allahü teâlâ farz kılmıştır.

Allah alimdir, insanların durumlarını ve onların ihtiyaçlarını en iyi bilendir.

Hakimdir, yapmış olduğu her şeyi, hikmeti gereği yapar. Bu hakları sahiplerine vermek de, Allah'ın hikmetle yapmış olduğu bir paylaştırmadır.

Kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlar grubu, sahabenin icmaı ile sâkıt olmuştur. Çünkü bu prensip, Müslümanların çoğunluğunu sağlamak içindi. Allah İslâm'ı kuvvetlendirip, dinini yüceltince, artık bu prensibe ihtiyaç kalmadı. Bu konuda Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de şöyle demiştir: ”İslâm, rüşvet vermiyecek kadar güçlüdür. Müslümanlıktan dolayı, rüşvetsiz olarak bir şey elde edilirse, ona diyecek yok. Aksi halde, aramıza kılıç girer."

Ayette geri kalan yedi grup kimseye zekât verilir. Bir mü'min, bu yedi grubun her birine zekâtını verebilir. Onlardan birine verse, bu da geçerlidir. Âyete başlarken, yoksullar kelimesinin başında kullanılan ”lârn" harf-i cerri, zekâtın sadece bu sekiz gruba verileceğini, bu grupların dışındakilere verilemeyeceğini belirtir. Tıpkı ”Hilâfet Abbasî'lerindir" ifadesinde olduğu gibi. Bunun anlamı bunların dışındakilere halifelik verilemez, demektir. Zekât da bu yedi grup arasında eşit bir şekilde taksim edilir, demek değildir. Bu lam, temlik lâm'ı değil, ihtisas lâmidır. Çünkü, belirsize temlikte bulunma imkânı yoktur.

Âyette geçen ifade, mü'min-kâfir ayırmamış ise de, hadis-i şerifler, bu grupların müslüman olmalarının gereğini belirtmiş âyetteki bu umûmu, tahsis etmiştir. Bilgili fakire zekât vermek, cahil fakire vermekten daha faziletlidir. Nafile olarak verilen sadaka, sayılan gruplara verileceği gibi, diğer müslüman ve zimmilere de verilebilir. Cami ve köprü yapımı için, ölülerin kefen masrafı için ve borçlarının ödenmesi için de verilebilir. Çünkü, nafile olarak (farzın dışında) verilen sadakalarda, temlik şartı yoktur.

61

Onlardan bazıları, peygambere eziyet ederler ve: 'O (sadece dinleyen) bir kulaktır' derler. Münafıkların bazıları, bir insana eziyet verecek olan şeyleri söylemek suretiyle, peygamberi üzerler. Onlara: ” Bunları yapmayın. Söylediklerinizin ona ulaşmasından ve skandal çıkmasından korkuyoruz" denildiği zaman: ”O kulaktır. Söylenen her şeyi duyar. Tıpkı işiten bir kulak gibidir o" derlerdi. Onların böyle söylemeleri, Hazret-i Peygamberin zekâsını tasdik için değil, kalbinin teiniz olduğunu, güya duyduğu her şeye kanabileceğini anlatmak içindir. Hazret-i Peygamber, münafıkların yaptıkları kötülüklere kötü karşılık vermez, onları iyi bir şekilde karşılar. Bunlar da sanırlardı ki, Hazret-i Peygamberin aklı pek ermez ve bu işlerden pek anlamaz.

De ki: 'O sizin için bir hayır kulağıdır. Evet. O kulaktır. Fakat çok hayırlı bir kulaktır. Mazereti duyup da kabul eden, kabul etmeyenden daha hayırlıdır. Çünkü bu huy, cömertlikten ve iyi ahlâktan kaynaklanmaktadır. Allahü teâlâ burada, münafıkların peygamber hakkında söylediklerini doğruladı. Ancak münafıklar bu sözlerini, peygamberi yermek için söylemişlerdi. Allahü teâlâ ise, peygamberini övmek ve sena etmek için söylemektedir.

Çünkü o, Allah'a inanır... O peygamber Allah'a inanır, O'nun katından gelen her şeyi duyar ve kabul eder.

Mü'minleri tasdik eder. Mü'minlerin sözlerini kabul eder ve onların getirdikleri haberleri doğrular. Çünkü, onların samimi ve doğru olduklarını bilir. Şüphesiz ihlâslı müminlerin, verdikleri haberler doğru olur. Onları dinleyen ve kabul eden, mutlaka hayırlı bir kulaktır.

Sizin iman edenlerinize de bir rahmettir o.' O peygamber, münafık oldukları halde, inanmış görüntüsü vermeye çalışanlar için de bir rahmettir. Onlara olan acıma duygusu ve merhametinden dolayı, söylediklerini kabul eder. Onların gizli kapalı işlerini ortaya döküp deşifre etmez.

Allah'ın peygamberine söz ve hareketleriyle

eziyet edenlere, acıklı bir azap vardır. Anlaşıldı ki Hazret-i Peygamber, onlar için de iyi bir rahmettir. Peygamberin onlara olan iyiliğine, onlar kötülükle karşılık verdiler. Bunun için de, azaba uğramayı hak ettiler.

62

Münafıklar, peygamber hakkında ileri geri konuşurlar, daha sonra mü'minlere gelip özür dilerlerdi. İman ettiklerini söyler, özürlerinin kabulünü isterler ve kendilerini hoş karşılamalarını beklerlerdi. Bunun üzerine de Allahü teâlâ şu âyetini indirmiştir:

Münafıklar, sizi memnun etmek için Allah adına size yemin ederler. Ey Müslümanlar! Münafıkların size söyledikleri ve size ilettikleri şeyler, sizi memnun etmek içindir. Size hoş görünmek için böyle yapmaktadırlar.

Eğer onlar gerçekten

iman etmiş iseler, sizleri değil,

Allah'ı ve peygamberi memnun etmeleri daha uygundur. Bu da, imanlarında samimi olmayı ve amellerinde devamı gerektirir.

Allah'ı ve peygamberi memnun etmek için, tevbe etmek, ileri geri sözlerden vazgeçmek ve kötü şeylerle uğraşmayı bırakmak gerekir. ”En yurdûhu" (memnun etmeleri) ifadesinde bulunan ”hu" zamiri Allah isminin yerini tutar. Fakat burada yüce Allah ve O'nun Rasûlü beraberce kasdediimiş, yani birinin söylenmesiyle, diğeri de ifade edilmiştir. Haddadî şöyle der: ”Bir tek kinayede hem Allah'ın, hem de peygamberin isminin anılması uygun görülmediği için böyle söylenmiş, ”hümâ" denilmemiştir.

Rivayet edildiğine göre, adamın biri, Hazret-i Peygamber'in yanında: ”Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, doğru yolu bulur. Kim de o ikisine isyan ederse, sapıklığa düşer" demiştir. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Sen ne kötü konuşmacısın! 'Kim Allah'a ve Rasûlüne isyan ederse' şeklinde konuşsan ya" der.“ Ebkâru'l-Efkâr adlı eserde şöyle denmektedir: ”Bu ifadeyle, konuşmadaki sınır belirtilmiştir. Allah'ın adıyla, bir başkasının adı, iki kinaye harfinin altında birleştirilemez. Öyle olursa, eşitlik anlamı çıkar."

Hadiste de şöyle buyurulur: ” Allah ve falanca dilerse' demeyin. 'Allah dilerse, sonra falanca da dilerse' deyin."

Hattâbî: ” Bu ifade, insanı edebe alıştırmaktır. Çünkü ”vav" harfi, çoğul ve ortaklık belirtir. Allahü teâlâ, kendi iradesini, diğer bütün iradelerden yüce ve ayrı tutmuştur" der.

63

O münafıklar

Allah'a ve Rasûlüne karşı gelen herkes

için, içinde ebedî olarak kalacağı ve sürekli bir azabın bulunduğu

cehennem ateşinin var olduğunu bilmezler mi? Bu durumun soru şeklinde ifade edilmiş olması, kendilerini kınamak içindir.

Büyük rezillik yani rezilliğin, pişmanlığın ve aşağılığın en büyüğü

budur işte. Nifaklarının meyvesidir bu. Çünkü onlar, dıştan imanlı olduklarını göstermelerine rağmen, içlerinde inkâr duyguları besliyorlardı.

64

Münafıklar, kalplerinde olanları kendilerine bildirecek bir sûrenin onlara indirilmesinden çekiniyorlar. Münafıklar, mü'minlere karşı kalplerinde gizledikleri nifakı ve şirki Müslümanlara bildirecek bir sûrenin inmesinden korkuyorlardı. Çünkü, inen sûre, onların bütün ayıplarını ortaya dökecek ve herkesin karşısında onları rezil edecektir. Ayette geçen bütün zamirlerin münafıkları belirtmesi de mümkündür. O zaman âyetin anlamı şöyle olur:

Münafıklar, kendi aralarında ortaya atmış oldukları nifak ve inkâr sözleri şöyle dursun, kalplerinde gizledikleri gizli sırları hakkında bile bir sûre inmesinden ve kendilerinin gerçek yüzlerini ortaya koymasından korkuyorlar.

Akla şu soru gelebilir. Münafıklar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini inkâr ediyorlar. Bu halde onlar, kendi nifaklarım açığa vuran bir vahyin ona gelmesinden nasıl çekinirler ki? Onlar zaten ona vahyin gelmesine inanmıyorlar. Bu soruya şu cevabı veririz: Bazı münafıklar Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini biliyor, fakat inatlarından ve kıskançlıklarından dolayı inkâr ediyorlardı. Bir kısmı da, Hazret-i Peygamberin durumu hakkında tereddüt ve şüphe içindeydiler. Şüphede olan kimseler, vahiy inerek kendi durumlarını açığa kavuşturmasından korkuyorlardı.

De ki: 'Siz alay edin bakalım! Allah, çekindiklerinizi ortaya çıkaracaktır. Bu ifade bir tehdit ifadesidir. Allahü teâlâ, sizin gizli yönlerinizi ortaya çıkaracak, kötülükleriniz bilinecektir. Bu sûreye ”fâzıha" (gizlenen kötülükleri açığa çıkaran) sûresi de denmektedir. Çünkü bu sûre, münafıkların rezilliklerini ortaya dökmüştür.

65

Eğer onlara sorarsan: 'Biz lâfa dalmış oynuyorduk' derler.

Münafıkların, alaylı bir şekilde yapmış oldukları konuşmalar hakkında kendilerine sorarsanız, derler ki: ”Yolcu, yolun erken bitmesi için nasıl lâfa dalarsa, biz de aynen öyle yapıyorduk ve çocuklar gibi oyuna dalıyorduk."

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, Tebük savaşına gidiyordu. Yanında bir grup münafıklar da vardı. Bu münafıklar, Kur'ân ve Hazret-i Peygamber'le alay ederek: ”Şu adama bakın! Şam kalelerini ve köşklerini fethe çıkmış. Bu işin imkânı yok! Muhammed zannediyor ki, Rumlarla savaşmak oyuncaktır" diyorlardı. Allahü teâlâ da bu durumu peygamberine bildirdi. Peygamber bunları çağırıp, kendilerine: ”Şöyle şöyle dediniz mi?" diye sordu. Onlar da: ”Hayır! Allah'a yemin ederiz ki ey Allah'ın elçisi, biz ne senin, ne de ashabının aleyhinde bir şey söylemedik. Biz sadece söze ve oyuna dalmıştık" diye cevap verdiler. Onlar, söylediklerini inkâr edince, Allahü teâlâ da peygamberine emir verip şöyle buyurdu:

Ey Rasûlüm Muhammed! Onların özürlerini kabul etmeyerek ve onları kınayarak

de ki: 'Allah'la, O'nun âyetleriyle ve peygamberiyle mi alay ediyordunuz?" Ayetten, kesinlikle onların alaylı bir şekilde davrandıkları anlaşılmaktadır.

66

Özür dilemeyin artık. İman ettikten sonra inkâr ettiniz. Çünkü sizin yalanınız tamamen ortaya çıkmıştır. Peygambere eziyet ederek ve ona dil uzatarak inkâra saplandınız. Halbuki daha önce, iman ettiğinizi belirtmiştiniz. Aslında onlar, hiçbir zaman mü'min olmamışlardı, sadece münafıktılar.

Sizden bir grubu (tevbe ettikleri için) affetsek bile, bir gruba suçlarında ısrar etmelerinden dolayı azap edeceğiz. Bir grubu tevbe edip, samimi olduğu için ya da alaydan vazgeçtiği için, bağışlasak bile diğer bir grup, günahlarında ısrar ettikleri için bağışlanmıyacaklardır. Bu grup, ne tevbe etmiştir, ne de alaydan vazgeçmiştir.

Hazret-i Peygamber, ”bunların kâfir olduğu belli oldu. Bunları öldürmeyelim mi?" diye soranlara şunu söylüyor: ”Arapların, 'Muhammed arkadaşlarını öldürüyor' demelerinden çekmiyorum."

Bu âyetlerde bazı işaretler vardır:

Birincisi: Münafıklar, peygambere vahiy geldiğine, onun peygamberliğine inanmış olsalar bile, mücerred bir iman fayda vermez. Çünkü dille söylenen bir sözün, kalb tarafından kabul edilmedikçe anlamı yoktur. Onlar, dilleriyle iman ettiklerini söylüyorlar. Fakat içleri şüphe kaynamaktadır. Kaderlerinin yanında onlara sakınmaları fayda vermez. İşte: ”Senin azametin ve büyüklüğün yanında hiçbir azamet ve büyüklük fayda vermez." sözünün manası da budur.

İkincisi: İntikam alma ve cezalandırma, ancak bir sebebe dayanmalıdır. Suç işlemeyen bir kimseyi cezalandırmak veya ondan öç almak diye bir durum olamaz. Allahü teâlâ: ”Çünkü onlar, suçludurlar" buyurmaktadır. Demek ki, cezanın sebebi, onların suçlu olmalarıdır.

Üçüncüsü: Allah'la, O'nun âyetleriyle ve peygamberle alay etmek, küfürdür, inkârdır. Alay etmek, ayıplarını ortaya dökmek suretiyle, başkalarını aşağılamaktır. Bu durum, haram olup, büyük günahlardan sayılmıştır. Bir hadiste: ”İnsanlarla alay edenlerin her birine cennetten bir kapı açılır ve: 'Buyurun buyurun' denir. Üzüntü ve sıkıntısıyla gelir. Geldiğinde hemen kapı kapanır. Sonra diğer bir kapı açılır ve: 'Buyurun buyurun' denir. Yine üzüntü ve sıkıntısıyla gelir. Gelince bu kapı da kapanır. Bu durum, devam eder. Nihayet onların biri için cennet kapılarından yine bir kapı açılır ve kendisine ”geliniz" denilir. Artık bu, ümidi kesildiği için gelmez. ” buyurulur.'261

Rasûlüllahin çocuklarına ve akrabasına saygı Rasûlüllah'a saygı demektir.

Rivayet edildiğine göre: Zeyd b. Sabit katırına binmiş giderken, İbn Abbas yaklaşıp üzengisini tutmak ister. Zeyd b. Sabit buna: ”Olmaz ey Allah Rasûlü'nün amcası oğlu! Bırak!" der. İbn Abbas: ”Bize, büyüklerimize ve âlimlerimize böyle davranmamız emredildi" der. Zeyd b. Sabit de: ”Ver elini bakayım" der. İbn-i Abbas Elini uzatınca Zeyd b. Sabit tutup elini öper ve: ”Bizim de, Hazret-i Peygamberin ehl-i beytine (yakınlarına) böyle davranmamız emredildi" der.

67

Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendirler. Kötülüğü emreder, iyilikten sakındırırlar. Ellerini de sıkı tutarlar. Münafıklar, imandan uzak olmaları ve nifakları konusunda birbirlerinin aynıdırlar. Birbirlerine isyan ve inkârı emreder, iman ve itaati an sakındırırlar. Allah yolunda infakta bulunmaktan, sadaka ve hayır yapmaktan uzak dururlar. ”Ellerini sıkı tutarlar" ifadesinden kasıt, münafıkların cimri olduklarına işarettir.

Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Çünkü münafıklar, fâsıkların tâ kendileridir.Yine münafıklar, Allah'ı anmaktan ve O'nun emrine sarılmaktan uzaktırlar. Allah'ı unutmuşlar, emirlerini terketmişlerdir. Allah da bunlardan, lütuf ve ihsanını kesmiştir. Onlara ceza verecek ve azap edecektir. Çünkü münafıklar, Allah'a itaat ve ibadet etmekten kaçınmış, fısk ve isyanda zirveye ulaşmışlardır, bütün hayırlardan sıyrılmışlar, itaat sınırının dışına çıkmışlardır.

68

Allah; münafık erkeklere, münafık kadınlara ve inkarcılara, küfürlerini açıkça ilân edenlere

içinde sürekli olarak

kalacakları cehennem ateşini vadetmiştir. Bu onlara yeter. ”Vadetmiştir" ifadesi, hem hayırda, hem de serde kullanılır. Hayırda kullanıldığı zaman, iyi bir şey söz vermeyi ifade eder. Serde, yani kötülük konusunda kullanıldığı zaman ise, tehdit ve cezayı dile getirir. Allahü teâlâ da burada, münafıklara bir cezayı vadetmiştir.

"Cehennem" kelimesi, ateşin bir diğer adıdır. Araplar, dibi derin olan kuyuya ”cihnam" derler. Cehennem de bu kelimeden alınmış olup, dibinin çok derin olduğuna işaret eder. Orada sürekli olarak kalacaklarına hükmedilmiştir. Bu durum, onlara takdir edilen bir cezadır. Bu cezadan daha ağır bir ceza olamaz. Bu cezayı artırma imkânı da yoktur.

Allah onları lânetlemiştir. Yani Allah onları rahmetinden uzaklaştırırı ış ve aşağılamıştır. Cehennem, acı verici olması yanında, lanet ve aşağılama gibi diğer cezalan da kapsamında bulundurur.

Onlara devamlı bir azap da vardır. Onlara verilecek olan azap süreklidir, hiç kesilmeyecektir. Cehennemde sürekli olarak kalacaklardır.

69

Ey münafıklar! Siz de

sizden öncekiler gibisiniz. Sizler de, sizden önce helak olan milletlere benziyorsunuz.

Onlar, kuvvet bakımından sizden daha güçlü, mal ve evlât bakımından daha çok idiler. Paylarından faydalandılar. Sizden öncekiler paylarından faydalandıkları gibi siz de paylarınızdan faydalandınız. Bâtıla dalanlar gibi siz de bâtıla daldınız.

Sizden önceki milletler, dünyadan nasiplerini aldıkları gibi, sizler de aldınız. Burada ”pay", ”halâk" lafzı ile ifade edilmiştir. Çünkü halâk takdir etmek anlamındaki ”halk" kelimesinden türemiştir. Her insanın nasibi kendisi için takdir edilen hayırdır. Ayette bir tekrar olmayıp, sadece birincilerin fani zevkleri yasaklanmıştır. İkinciler de, birinci grubun yolundan gittiği için yasaklanmıştır İkincilerin durumları da birincilere benzetilmiştir.

İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa gidenlerdir. İşte bu kötü işleri işleyen kimselere layık görülen şey, onların amellerinin boşa gitmesidir. Onlar, yaptığı amellerden dolayı dünyada ve âhirette hiçbir fayda görmeyeceklerdir. Âhirette olan bellidir. Onlar, dünyada elde etmiş oldukları sağlık ve bolluk gibi durumlar, kendilerine bir sevap ve keramet sağlamaz. Sadece, âhirette cezalarının artmasını sağlar. Dünya ve âhirette amelleri boşa giden bu grup, aynı zamanda ”zarara uğrayan" gruptur:

Ziyana uğrayanlar da onlardır. Bu grup, her iki dünyada da tam anlamıyla ziyana uğramışlardır. Bunların sermayeleri boşa gitmiştir, zarar etmişlerdir ve kendilerine hiçbir faydası olmamıştır.

70

Onlara, kendilerinden önceki; suda boğulan

Nuh, şiddetli rüzgârla tarih sahnesinden silinen

Ad, ses ve sarsıntı ile helak olan

ve Semûd kavimlerinin ve ayrıca

İbrahim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olan kentlerin haberi gelmedi mi? ”İbrahim kavmi ”nden maksat Nemrut ve adamlarıdır. Nemrut adındaki kral sivri sinekle, onun grubu da binaları başlarına yıkılmak suretiyle helak edilmişlerdi. ”Medyen halkı" ise Şuayb peygamber döneminde yaşayan halk olup, onlar da ” gölge günü" ateşle helak olmuşlardır. ”Alt üst olan kent ”ten kasıt da, Lût kavminin yaşadığı köylerdir. Bunların da altları üstüne getirilmiş, üzerlerine taş yağdırılmak suretiyle helak olmuşlardır.

Buradaki soru, olayın vuku bulduğuna ve o olaydan sakınmalarına işaret eder. Bu haberler, o münafıklara ulaşmıştır ve duymuşlardır. İçine düştükleri durumdan sakınsınlar diye, kendileri tekrar uyarılmıştır.

Peygamberleri onlara helak olan bütün bu kavimlere

apaçık mucizeler yani belirgin deliller

getirmişti. Fakat onlar, bütün bunları yalanlamışlardı. Allah da onları helâk etmiştir.

Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar, kendilerine zulmediyorlardı. Bütün bu olaylarla, Allahü teâlâ onlara haksızlık yapmamıştır. Yani, O'nun âdeti, insanların yaptığı gibi suç işlemeyen insanlara ceza vermek değildi. Fakat onlar, kendilerine haksızlık ediyorlar. Yani, inkâr etmekle ve yalanlamakla, cezayı hak ediyorlar.

Akıllı insanın yapması gereken şey; kuvvete, mala ve evlâda aldanmanı asıdır. Çünkü bütün bunlar, yok olmaya mahkûmdurlar. İnsanların, belâlı milletlerin başına gelen bu musibetlerle karşılaşmadan önce, tevbe ve istiğfarı çok yapmaları gerekir.

Sâlihlerden biri şu olayı anlatır: Habeşistanlı bir cariyeyle birlikte çarşıya çıkmıştım. Cariyeyi bir yere oturttum ve kendisine: ”Dönüp gelinceye kadar buradan ayrılma" diye tenbih ettim. Gidip döndüğümde, cariyeyi yerinde bulamadım. Evime dönmüştüm, fakat çok öfkeliydim. Cariye bana geldi ve: ”Ey Efendim! Benim hakkımda acele karar verme. Beni, Allah'ı anmayan kimseler arasında oturttun. Onlara bir belânın inmesinden -ki ben de aralarındayım- korktum, onun için yerimi terkettim" dedi. Ben de cariyeye: ” Bu ümmetten, peygamberlerinin hürmetine yerin dibine geçirilme cezası kaldırılmıştır" dedim. Cariye bana: ”Onlardan, bu belâ kaldırılmışsa gönüllere inen belâ da kaldırılmamıştır ya" dedi. Bu cevap çok hoşuma gitti ve kendisini azad ettim. Daha sonra da onunla evlendim.

Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Allah azizdir, hakimdir.

71

Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar da birbirlerinin dostlarıdırlar. Onlar da tevhid konusunda birbirleriyle ittifak etmişlerdir. Din ve dünya işlerinde birbirlerine yardım ederler. Onlar, eğitim ve nefislerini arındırmak suretiyle, yüksek dereceler elde ederler. Allah yolunda da insanları irşad ederler.

İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. Onlar, iman ve itaat konusunda ve de bütün hayırlı konularda, birbirlerine iyiliği emrederler. Bütün kötülük, isyan ve inkardan da birbirlerini sakındırırlar. Kulu Allah'tan uzaklaştıran şeylere engel olurlar.

Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve peygamberine itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Onlar, Allah'ı anmaya ve kalbin Allah'la birlikte olmasını ve huzura kavuşmasını kontrol etmeye devanı ederler. Öyle ki, oyun, eğlence ve ticaret gibi şeyler, onları Allah'ı anmaktan alıkoymaz. Onlar, mükâşefe ve gönül ehlidirler. ”Onlar namazı dosdoğru kılarlar" ifadesi, daha önceki münafıklar hakkında söylenen ”Allah'ı unuturlar" ifadesinin karşıtı olduğu gibi, ”zekâtı verirler" ifadesi de, ”ellerini sıkı tutarlar" ifadesinin karşıtıdır. Yani o mü'min kadınlar ve erkekler, kendi zarurî ihtiyaçlarından fazla olan mallarının zekâtını verirler. Mallarını Allah yolunda harcamak suretiyle, nefislerini dünya sevgisinden arındırırlar.

Mü'min kadınlar ve erkekler, Allah'a ve Rasûlüne, bütün emir ve yasaklar konusunda itaat ederler. Daha önceki âyetlerde münafıklar anlatılırken, onların bunun tersine işler yapıp, itaatten çıkıp fi ska daldıkları belirtilmişti. İşte, yüce Allah, bütün bu güzel sıfatları kendisinde taşıyan mü'minlere, rahmetini yağdıracaktır. Onlara zafer ve destek verecek, onları acıklı azabından koruyacaktır. Bu azap, ister cehennem azabı, isterse âlemlerin Rabbi olan Allah'tan uzak kalına azabı olsun.

Âlimlerden biri şöyle demiştir: ”Onlara beş yerde rahmet edilecektir:

1. Ölüm ve ölüm sarhoşluğu anında, kendilerine kolaylık sağlanacak, şeytanın saptırmaması için, imanları korunacaktır.

2. Kabirlerinde karanlıkta kalmaktan korunacaklar ve kabirleri aydınlatılacaktır.

3. Kitabın (amel defterlerinin) okunması anında da, kendilerine lütuf edilecek ve kitapları sağ taraflarından verilmek suretiyle, hasretleri giderilecek ve günahları silinmiş olacak.

4. Sevap ve günahlarının tartılacağı zaman da, sevapları ağır gelecek.

5. Allah'ın huzuruna çıkıp sorulara cevap verileceği zaman, cevap vermelerine kolaylık sağlanacak, ayıplarından ötürü hesaba çekilmeyeceklerdir."

Allah azizdir. Bu ifadeyle, Allah'ın vadinin gerçekleşeceğine dikkat çekilmiştir. O, her şeye kadirdir. Dostları yüceltmeye ve düşmanları kahretmeye gücü yeter.

Hakimdir. Bütün hükümlerini, bir hikmete dayalı olarak ve hakların yerine varabilmesi için koyar. Âsilerin cezalanması ve itaatkâtiarın mükâfatlandırılması da bu hikmetin gereğidir.

72

Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, altından ırmaklar akan ve içinde sürekli kalacakları cennetler... Burada, mü'min erkek ve kadınlardan her iki gruba da, kapsamlı bir söz verilmiştir. Fazilet bakımından, dereceleri her ne olursa olsun, kendilerine bir vaadde bulunulmuştur. Bu vaad, cennetlerdir. Âyette geçen ”cennât" kelimesi, ”cennet" kelimesinin çoğuludur. Cennet ise, içerisinde ağaç ve hu rina bulunan bahçe anlamına gelmektedir. Vadedilen bu cennetlerin ağaç ve odalarının altlarından, ırmaklar akmaktadır. Bu ırmaklar da; su, bal, içki ve süt ırmaklarıdır. Müminler, orada sürekli olarak kalacaklardır. Müminlerden her biri, bu cennetleri mutlaka, kazanmış olacaktır.

Ve Adn cennetlerinde güzel konaklar vadetmiştir. Allah'ın rızâsı ise, (bunların) hepsinden üstündür. Orada, kendilerine konaklar vadedilmiştir. Bu konaklar, nefislerin oralardan zevk alacağı ve güzel bir hayatın sürdürülebileceği yerlerdir. Bir ri vayete göre oradaki konaklar: inci, zeberced ve kırmızı yakuttandırlar. Bu konaklar, Adn cennetlerindedir. Burası, cennetlerin en görkemli ve en hoş yeridir. Orası öyle bir yerdir ki, ne bir göz görebilmiş, ne de beşerin gönlünden geçebilmiştir. Bu da Allah'ın rızâsından olan bir durumdur. Cennetlerin ve nimetlerin en yücel erindendir. Çünkü orası, bütün saadetlerin başlangıcı ve bütün kemâlâtın da kaynağıdır.

Rivayet edildiğine göre: Allahü teâlâ cennettekilere: ”Razı mısınız?" diye sorar. Onlar da: ”Nasıl razı olmayız ki! Yaratıklarından hiçbirine vermediğin nimeti bize verdin" derler. Bunun üzerine Allah (celle celalühü): ”Bundan daha üstününü size vereceğim" der. Onlar: ”Bundan daha üstünü nedir?" diye sorduklarında, Allahü teâlâ şu cevabı verir: ”Size rızâmı vereceğim. Artık bundan sonra, size asla öfkelenmem."

Büyük kurtuluş da budur işte Anlatılan bu nimetler ve rızâ var ya, işte büyük kurtuluş budur. İnsanların, dünya hayatında saymış oldukları bazı şeylerin tersine, gerçek mutluluk bu rızâdır. Dünyada mevcut olan bütün nimetler, ahiretteki nimetlerden en küçüğüyle bile karşılaştırılamaz. Dünyadaki varlıklar, âhirete göre, bir sivrisinek kanadına bile denk olamaz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah katında dünya, bir sivrisinek kanadına denk olmuş olsaydı, inkarcıya bir yudum su bile vermezdi" buyurmuştur. Diğer taraftan dünya nimetleri fanidir, geçicidir, aynı şekilde devam etmez, noksanlasın

Yahya b. Muaz der ki:" Dünya harap bir ülkedir. Ondan daha harap olan ise, harap dünyayı onarmaya çalışanın gönlüdür. Ahiret ise, mamur ülkedir. Ondan daha mamur olan ise, âhireti isteyenin gönlüdür."

73

Ey Peygamber! Allahü teâlâ, peygamberlerine isimleriyle hitap etmiştir. Ey Adem! Ey Nûh! Ey Mûsa! Ey İsa! gibi. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ise, ”Ey Nebi! Ey Rasûl!" gibi yüce sıfatlarıyla hitapta bulunmuştur. Bu hitaplar, Hazret-i Peygamber'in yüceliğine işaret etmektedir ve: ”Ey Allah'tan haber alıp tebliğ eden ey yücelikler sahibi peygamber!" anlamına gelir.

İnkarcılarla ve münafıklarla cihad et! Onlardan düşmanlıklarını açıkça ortaya koyanlarla kılıçla savaş.

Cihad, inkarcıları inkârlarından döndürüp, hak yolu göstermek için bütün gücü sarfetmektir. Münafıklarla silahlı savaşa girmek caiz değildir. Çünkü bizim dinimiz, zahire göre hüküm verir. Münafıklar da, zahiren müslüman olduklarını söyleyip, inkârlarını içlerinde gizlemektedirler.

Onlara katı davran! Bu konuda o iki gruba da katı davran. Kendilerine acıma, şefkatli davranma.

Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir varış yeridir! Onların fenalıklarının hemen açıklanmasından sonra, ileride bir felâketle karşılaşacakları da belirtiliyor. Onların varacakları yer ne fena bir yerdir. Hadiste: ”Sana Allah'tan korkmanı tavsiye ederim. Çünkü Allah korkusu, isin başıdır" buyurulur. Bir başka hadiste ise: ”Sen cihad etmeye bak. Çünkü cihad, ümmetimin ruhbanlığıdır" buyurulmuştur.

Ruhbanlık, ruhbanlara ait bir özelliktir. Ruhbanlar, havralarına kapanır, yeme, içme ve dünya zevklerini bırakırlar. Hazret-i Peygamber burada, geçmiş milletlerin ruhbanlıkla elde ettikleri sevabı, bu ümmetin cihad ederek elde edeceklerini açıklamıştır. Bu ümmet ruhbanlıkla değil, cihad etmek suretiyle hayırlara ulaşacaktır. Çünkü, birçok cihad eden insan vardır ki, gönlünün çektiğini yer. Fakat bu insan, gönlünde dünya sevgisi besleyen ve oruç tutan ruhban kimseden daha hayırlıdır.

Evzâ'î şunları anlatır: ”Hazret-i Peygamber'in ashabının ve tabiîlerin üzerinde durduğu beş şey vardı. Bunlar; cemaate devam etmek, sünnete uymak, mescitleri onarmak, Kur'an okumak ve Allah yolunda cihad etmektir."

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hadislerinde şöyle buyururlar: ”Sığırın kuyruğuna takılıp tarıma razı olur ve cihadı terkederseniz, o zaman Allah size, bir zillet musallat eder. Tekrar dininize dönünceye kadar da o zillet sizden çıkmaz."OV) Bu hadisin belirttiğine göre, cihadı terkederek dünyaya meyletmek, dinden çıkmak anlamına gelmektedir. Bu durum ise, açık bir suç ve günah olarak yeter.

74

(O sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler. Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber Tebük savaşında iki ay kadar kalmıştır. Burada, Kur'an âyetleri de inmeye devam ediyordu. İnen bu âyetler, savaşa katılmayan münafıkları ayıplıyordu. Hazret-i Peygamberin yanında savaşa katılan bazı münafıklar bu âyetleri dinliyorlardı. Cellas b. Süveyd adında bir münafık:

"Eğer Muhammed'in, bizim savaşa katılmayan kardeşlerimiz ve ileri gelenlerimiz hakkında söyledikleri gerçek ise, biz eşekten daha aşağıyız" demişti. Bunun üzerine, ensardan olan Amir b. Kays, Cellas'a şöyle dedi:

" Evet, Allah'a yemin ederim ki, Muhammed dosdoğru söylüyor. Sizler eşekten de aşağısınız." Bu durumu duyan, Hazret-i Peygamber Cellas'ı çağırdı Celias yemin ederek söylediğini inkâr etti. Bunun üzerine Amir, ellerini kaldırarak şöyle duâ etti: ”Ey Allah'ım! Peygamberine, doğrunun doğruluğunu, yalancının da yalancılığını bildiren âyetlerini indir." Bundan hemen sonra onlar daha oradan ayrılmadan Cebrail bu âyeti getirdi.

Halbuki münafıklar, yukarıda belirtilen

inkâr kelimesini söylemişlerdir ve müslümanlıklarından sonra inkâr etmişlerdir. Böylece onlar, önceleri müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, sonradan inkârlarını açığa vurmuşlardır.

Başaramıyacakları şeye yeltendiler. Onlar, Hazret-i Peygamber'i öldürmeyi planlamışlardı. Bu planlarını uygulayamaclılar. Münafıklardan on beş kadar kişi, Hazret-i Peygamber Tebük'ten dönerken, onu Medine ile Tebük arasında bulunan ve Akabe denilen yerde yakalayıp, paramparça etmeyi tasarlamışlardı. Allahü teâlâ da bu durumu peygamberine bildirmişti. Ordu Akabe'ye varıp bu durumu duyunca, silahlarını kuşanıp hazırlıklı bir şekilde Akabe'yi geçtiler. Hazret-i Peygamber Animar b. Yâsir'e, devesinin önüne geçerek yularından tutmasını, Huzeyfe b. el-Yeman'a da devesini arkadan sürmesini emretti. Onlar bu durumdayken, Huzeyfe, develerin ayak seslerini ve silah seslerini duydu ve onlara döndü. Birden münafıkların ileri gelenlerinden Mihcen adında birisi karşısına çıktı! Huzeyfe derhal bineklerinin kafasına vurdu ve: ”Ey Allah'ın düşmanları! Yine mi siz! ” dedi. Bunun üzerine münafıklar kaçıp gittiler.

Ve sırf, Allah ve Rasûlü kendilerini, lütfundan zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Hazret-i Peygamber Medine'ye geldiğinde, onlar tam bir yokluk içerisindeydiler. Ne binecekleri katırları ve ne de bir parçacık malları vardı. Allah onları kendi lütfundan zenginleştirdi ve malları çoğaldı.

Ayetteki bu ifade: ”Benim sana karşı yapmış olduğu iyiliklerimden başka hiçbir suçum yok, diğer bir ifade ile, sana karşı bir suçum varsa o da yapmış olduğum iyiliklerdir," anlamına gelen bir sözdür. Bu, onlarla alay ve kınamayı ifade etmektedir. Münafıklar, yüce Allah'ın Müslümanları zenginleştirmesinden hoşlanmadıkları için, Allah da onları alaya almak ve uyarmak maksadıyla bu ifadeyi kullanmıştır.

Eğer tevbe ederlerse, kendileri için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse, Allah onlara, dünyada da âhirette de acıklı şekilde azap eder. Eğer münafıklar, içerisinde bulundukları inkâr ve nifaktan tevbe ederlerse, bu durum kendileri için her iki dünyada da daha hayırlı olur. Tevbe etmeyip aynı durumlarını devam ettirirlerse, Allahü teâlâ da onları dünyada, esirlik, öldürülme ve mallarının ellerinden alınması gibi durumlarla cezalandırır. Ahiretteki cezaları ise, ateş ve diğer cezalandırma şekilleridir.

Yeryüzünde onların, ne bir dostu ne de yardımcısı vardır. Yeryüzü çok geniş ve içerisinde yaşayan insanlar çok olmasına rağmen, onlara yardım edebilecek hiçbir kimse yoktur. Yine, onun hiçbir dostu da yoktur ki, kendisine şefaat etsin ve onu savunsun. Allah'ın emirlerine karşı gelen kimse, çok güçlü bir kral bile olsa, azaptan kurtulamaz. Onu azaptan kurtaracak olan; günahlardan tevbe etmek, Allah'a imanda samimi olmak ve bütünüyle O'na yönelmektir.

Muhammed b. Cafer'in şöyle anlattığı nakledilir: ”Halifeyle birlikte bir kayıkta bulunuyorduk. Halife: 'Ben de birim, Allah da birdir' deyince. 'Sus ey mü'minlerin emin! Söylediğin sözü bir daha söylersen, vallahi hep birlikte batarız' dedim. 'Niçin?' diye sorunca, ben de şunu dedim: 'Sen bir değil, ikisin. Ruh ve beden. İkiden meydana gelmişsin: Anneden ve babadan. İkiyle berabersin, gece ve gündüz, yemek ve içmek, fakirlik ve acziyet. Bir tek olan ise, sadece kendisinden başka ilâh olmayan Allah'tır.'"

75

Onların kimi de: 'Eğer Allah, lütuf ve kereminden bize verirse, mutlaka sadaka vereceğiz ve gerçekten sâlihlerden olacağız' diye Allah'a söz verdiler. Münafıkların bir kısmı, kendilerine zenginlik verilmesi halinde, her türlü sadaka ve zekâtı vereceklerini ve sâlih kimselerden olacaklarını söylemişlerdi. Buna. ”sadaka" denilmesi, kulun, kulluk yapmakta samimi olmasına işaret etmek içindir. İbn Abbas, onların ”sâlihlerden olacağız" sözleriyle haccı kasdettiklerini söyler.

Bu âyetin, Sa'lebe adında bir zat hakkında indiği rivayet edilir. Bu adam gece gündüz Hazret-i Peygamberin mescidine devam ederdi. Bunun için kendisine ” mescid kuşu" adı verilmişti. Çok namaz kıldığı, yere ve kızgın taşlar üzerine çok secde ettiği için alnı, deve dizine benzerdi. Sabah namazlarında, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) cemaate namaz kıldırıp bitirince, beklemeden ve duâ etmeden derhal mescidi terkederdi. Bir gün peygamber ona: ”Sana ne oldu ki münafıkların yaptığını yaparak, çabucak mescidi terkediyorsun?" diye sormuştu. Sa'lebe ise:

"Ey Allah'ın Rasûlü! Ben çok fakir bir insanım. Kendimin ve eşimin ortak bir elbisemiz var. Şu üzerimde görülen elbise o elbisedir. Şu anda ben o elbiseyle namaz kılıyorum. Eşim ise evde çıplaktır. Evime dönüp elbiseyi çıkaracağım, eşim giyecek ve namaz kılacak. Bundan dolayıdır ki, mescidden erken çıkıyorum. Allah'a duâ et de, bana mal ihsan etsin" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Yazıklar olsun sana Ey Sa'lebe! Şükrünü eda edebileceğin az mal, takat getiremiyeceğin çok maldan daha hayırlıdır" buyurmuştu. Daha sonra Sa'lebe, Hazret-i Peygamber'e müracaat ederek: ”Ey Allah'ın elçisi! Seni hak ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bana mal vermesi için duâ edersen ve ben zengin olursam mutlaka fakirlere yardım eder ve onlara hakkını veririm" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber:

"Ey Allah'ım! Sa'lebe'ye bol rızık ihsan eyle" diye duâ etti. Sa'lebe ise, bir miktar koyun satın aldı. Bu koyunlar, kurtçuklar gibi arttılar. Kısa bir zaman sonra da Medine sokaklarına sığmaz oldular. Medine'yi bırakıp, geniş bir vadiye indi. Öyle bir duruma geldi ki, artık cemaate gelemez oldu. Sadece öğle ve ikindi namazına gelebildi. Daha sonraları ise, mal ve koyunları o kadar çoğaldı ki, cemaate ve cumaya da gelmez oldu. Hazret-i Peygamber bu adamı sorunca, mal ve servetinin arttığını, vadilere dahi sığmadığını, bunun için de uzaklara gittiğini söylediler. Hazret-i Peygamber de: ”Sa'lebe'ye yazıklar oldu!" buyurdu.

"Onların mallarından zekât al" emri gelince, Hazret-i Peygamber zekât toplamak üzere iki tane memur görevlendirdi. Bunların biri ensardan, diğeri de Benî Süleym kabilesindendi. Bunlara zekât alırken dikkat edecekleri hususla ilgili bir yazı vererek, gönderdi. İnsanlar da bu iki adamı kabul ederek, kendilerine zekâtlarını teslim ettiler. Bu arada, Sa'lebe'ye uğrayıp, Hazret-i Peygamber'in mektubunu okuyarak, onun da zekâtını vermesini istediler. Sa'lebe ise: ” Bu, cizyeden başka bir şey değildir. Sadece cizyedir bu. Siz geri dönün, ben bir düşünüp taşınayım" dedi. İşte aşağıdaki âyet bu hususu ifade etmektedir:

76

Allah onlara lütfundan verince de, cimrileştiler ve Allah'ın emirlerinden

yüz çevirdiler. Onlar zaten yüz çeviricidirler. Allahü teâlâ onlara, kendi lütuf ve ihsanından dolayı mal verince, onlar Allah'ın hakkını ödemekte cimrilik ederler ve buna engel olurlar. Böylece, Allah'a itaat etmekten yüz çevirirler. Bu topluluğun âdetleri de budur zaten.

77

Allah'a verdikleri sözden döndüklerinden ve yalan söylediklerinden dolayı, Allah da, kendileriyle karşılaşacakları güne kadar onların kalbine nifak soktu. Onların, ölüp Allah'a kavuşacakları güne kadar, Allah da onların kalplerine nifak sokuverdi. Çünkü onlar, yanlış yoldaydılar ve yanlış inançlara sapmışlardı. Sözlerinden dönmüş ve dediklerini yapmamışlardı. Yalanlarında ısrar ediyorlardı.

78

Allah'ın, onların sırrını da fısıltılarını da bildiğini ve gayıpları da çok iyi bildiğini hâlâ bilemediler mi? Buradaki soru, takrir içindir. Yani, onlar mutlaka bunu bilmişlerdir. Fakat ne gizli ve ne de açık bir şekilde, bu gerçeği söylememişlerdir. Fakat kendi aralarında, birtakım fısıldaşmalara girişmişler ve zekâtın da cizye olduğunu iddia etmişlerdir. Halbuki Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz. Bu münafıklar, nifak üzere kalmaya ve sözlerinden dönmede ısrarlı olmaya nasıl cesaret ederler?

Hazret-i Peygamber şöyle buyurur:

"Şu üç huy vardır ki, onlar her kimde bulunursa, o kimse hâlis bir münafıktır. Namaz kılsa da, oruç tutsa da, müslüman olduğunu iddia etse de.

Konuşunca yalan söyler, söz verince cayar ve emanete hıyanet eder. ” Belki de bu durum, bu üç şeyi arada sırada işleyenler değil de, huy haline getirenler içindir. Buharî'nin görüşü de bu şekildedir. Cumhur’un görüşüne göre ise, bu özellikleri taşıyanlar münafıktırlar ve münafıkların tam benzeridirler. Bunlara münafık isminin verilmesi, mecazdır ve ağır bir suç olduğu belirtilerek onları sakındırmak için söylenmiştir. Tıpkı hacca gitmeyenler için, bu durumun çok çirkin bir iş olduğunu vurgulamak üzere ”kim inkâr ederse" (Âl-i İmran: 97) ifadesinin kullanıldığı gibi.

79

Sadakalar konusunda gönüllü davranan rnü'minlerle alay edenleri ve güçlerinin yettiğinden fazlasını veremeyenleri ayıplayanları, Allah maskaraya çevirir. Farz olsun nafile olsun, sadaka ya da zekât verme konusunda müslüınanları kınayan, onlarla alay eden ve onları hafife alan münafıkları, Allahü teâlâ maskaraya çevirir.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, Tebük savaşına çıkacağı sırada, mü'minlere bir konuşma yapar ve orduya yardım etmelerini ister. Hazret-i Ebû Bekir ilk defa sadaka getirenlerden olur. Dört bin dinar tutarında olan bütün malını getirir ve ordu için teslim eder. Hazret-i Peygamber kendisine:

"Çoluk çocuğuna bir şey bıraktın mı?" diye sorunca, ”Allah'ı ve Rasûlünü bıraktım" cevabını verir. Hazret-i Ömer tie malının yarısını getirir. Hazret-i Peygamber Ömer'e de aynı soruyu sorar. Ömer: ”Kalan yarısını çoluk çocuğuma bıraktım" cevabını verir. Bu durumdan, Hazret-i Ebû Bekir'in Ömer'e olan üstünlüğü açıkça anlaşılmaktadır. Hazret-i Osman da, hiçbir kimsenin vermediği kadar büyük bir meblağı orduya bağışlamıştı. On bin askeri donatmış, bu iş için de on bin dinar harcamıştı. Ayrıca Hazret-i Peygamber'e bin dinar bırakmış, tam teçhiz atlı üç yüz deve ve elli at da bağışlamıştı. Bu durum üzerine Hazret-i Peygamber: ”Ey Allah'ım! Osman'dan razı ol! Ben ondan razıyım" buyurmuştu.

'Hazret-i Osman Peygamber Efendimizin damadı idi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızı Rukıyye'yi Hazret-i Osman'la evlendirmiş. Hazret-i Peygamber Bedir'e çıktığı zamanlarda kızı vefat etmişti. Bedir dönüşünde, ikinci kızı Ümmü Gülsümü de Hazret-i Osman'la evlendirmişti. Onun içindir ki Hazret-i Osman'a ”zinnûreyn" (iki nur sahibi) sıfatı verilmiştir.

Abdurrahman b. Avf da dört bin dinar getirip orduya vermişti. Hazret-i Peygamber buna: ”Kendine bıraktığına da, orduya bağışladığına da Allah bereket versin" buyurmuştu. Abbas da büyük bir meblağ vermişti. Talha'da aynı şeyi yapmıştı. Asım b. Adiyy de yüz vesk (yaklaşık 200 kg ağırlığında bir ölçü birimidir) hurma hediye etmişti. Ebû Akîl el-Ensarî de bir sa' (yaklaşık 3.5 kg. ağırlığında bir ölçek birimi) hurma vermişti ve: ”Ey Allah'ın elçisi! Bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar çalıştım. İki ölçek hurma kazandım. İki ölçekten birini kendime ayırdım, birini de Allah'a borç olarak verdim" demişti. Hazret-i Peygamber, getirdiği bir ölçek hurmayı, zekât olarak toplanan hurmaların içerisine dökmesini emretmişti. Bu olay üzerine münafıklar, ortalığı velveleye vermişler ve: ”Abdurrahman b. Avf ve Asım gösteriş yapmak için verdi, yoksa vermezdi. Allah'ın Ebû Akîl'in bir sa' hurmasına ihtiyacı yok" dediler. İşte bu olaylar üzerine: ” Güçlerinin yettiğinden fazlasını veremeyenleri ayıplayanları..." âyeti indirildi.

Münafıklar, çok vereni, riya için veriyor, diye; az vereni de buna Allah'ın ihtiyacı yok diye ayıplamışlardı. Az verenle alay ediyorlardı.

Onlara acıklı bir azap vardır. Sadaka veren bu mü'minlerle alay edip, onları alaya alanlar var ya, işte onlara, inkâr ve nifaklarından ötürü acıklı bir azap vardır.

Bu âyet indirilince, münafıklar Hazret-i Peygamber'e gelip: ” Ey Allah'ın Elçisi! Bizim için bağışlanma dile!" diye yalvardılar. Çünkü Hazret-i Peygamber, içleri nifakla dolu olan bir grup insan için, dış görünüşlerine bakarak bağış dilemekteydi. Onlardan birisi ölünce, Hazret-i Peygamber'e gelip, ölülerinin bağışlanması için duâ etmesini isterlerdi. Onlar da Müslümanlarmış gibi, Hazret-i Peygamber kendilerine duâ ederdi. Bu durum üzerine, Allahü teâlâ, onların münafık olduklarını peygamberine bildirdi ve kendileri için istenmiş olan bağışlanmanın, hiçbir faydası olanılyacağmı şöyle açıkladı:

80

Onlara ister af dile ister dileme. Onlara af diksen de dilemesen de durum aynıdır. Kendilerine hiçbir fayda sağlanmıyacaktır.

Onlara yetmiş kez af dilesen de, Allah onları asla bağışlamıyacaktır. Burada, ”yetmiş" sayısının kullanılmış olması, kendilerine yapılan duânın fayda vermiyeceğini pekiştirmek içindir. Bir şeyin, vasfı ile tekid edilmesi için, yedi veya yetmiş sayısı kullanılır. Meselâ: ”Benden yetmiş defa bile istesen, vermem" ifadesi, ”yetmişden fazla istediğin zaman alabilirsin" anlamına gelmez. Burada yetmişten maksat çokluktur. Yani münafıklar için ne kadar çok af dilersen dile kabul olmaz, demektir. Yoksa yetmiş sayısı ile sınırlamak değildir.

Bu, onların, Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmelerindendir. Allah, fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Çünkü onlar, sınırı aşıp mutlak bir inkâra saplanmışlardır. Allah'ı ve peygamberi inkâr etmişlerdir. Fâsık olmuşlardır. Fisk, isyan etmek ve sınırı aşmak anlamına gelir. Allah onları, maksada ulaştıran yola götürmeyecektir. Çünkü bu durum, ilâhî hikmete ve ilâhî kanuna ters düşen bir durumdur.

Az veya çok olsun, Allah katında her sadakanın büyük bir değeri vardır. Önemli olan azlık ya da çokluk değil, ihlâs, samimiyet ve iyi niyyettir.

Rivayet edildiğine göre, Dâvud peygamber Allahü teâlâ'dan, kendisine amel terazisinin gösterilmesini istemiş. Allah da, uyku halinde olduğu bir sırada Davud'a teraziyi göstermiş. Terazinin büyüklüğünü gören Davud peygamber, hemen bayılıvermiş. Ayıklığı zaman: ”Ey Allah'ım! Bu terazinin kefesini kimin iyiliği doldurabilir?" diye sormuş. Allah da: ”Ey Davud! Ben kulumdan razı olunca, bir hurma tanesi ile de doldururum" buyurmuştur.

Rivayet edildiğine göre bir defa Hasan-ı Basrî'nin yanına beraberinde güzel bir câriye olan bir bakırcı uğramıştı. Hasan-ı Basrî, Bakırcıya; ”Bu cariyenin değerinin bir veya iki dirhem olmasına razı olur musun?" diye sormuş, bakırcı ”hayır, razı olmanı" deyince, Hasan-ı Basrî: ”Git, Allahü teâlâ hurilerini mü'minlere vermeye bir veya iki kuruşa razı olmaktadır." diye cevap vermiştir.

81

Allah'ın Rasûlünün arkasından gelmeyip cihaddan geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Cihaddan geri kalanlardan kasıt, Hazret-i Peygamberden izin isteyerek cihada gitmeyip Medine'de kalan münafıklardır. Bunlar Tebük savaşına çıkılacağı sırada, Medine'de kalıp savaşa katılmamışlardı. Âyette geçen ”hilaf" dan maksat geri kalmaktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük gazvesine çıktığı zaman münafıklar onunla beraber gitmemişler, geri kalmışlardı. Nitekim İsrâ sûresinin yetmiş altıncı âyetinde de ”hilaf kelimesi bu anlamda kullanılmıştır. ”Memleketinden çıkarmak için seni neredeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi." (İsrâ: 76) Ya da ”hilaf, muhalefet manasına olabilir. Bu durumda âyetin manası: Allah'ın Rasûlü savaşa giderken onunla beraber gitmeyip geri kalanlar, ona karşı bu muhalefetlerinden dolayı sevindiler," şeklinde olur.

Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşmayı hoş görmediler.

Bu münafık grup, rahatı ve bolluk içerisinde yaşamayı, Allah'ın emrine itaat etmeye tercih ettiler. Çünkü onların gönüllerinde, inkâr ve nifak vardı.

Ve: 'Bu sıcakta sefere çıkmayın' dediler. Münafıklar, birbirlerini Tebük savaşına çıkmaktan engellemek ve oldukları yerde oturup kalmak için, bütün güçleriyle çabaladılar. Birbirlerine nifakı ve inkârı tavsiye ettiler. Yahut da bu münafık grup, Mü’minlerin savaşa çıkmalarını engellemek için, her türlü çabayı gösterdiler. İnkâr ve sapıklık belirtisi olan üç hasleti kendilerinden hiç eksik etmediler. Bu hasletler; savaşa gitmeyip geri kalmayı yeğlemek, cihadı hoş bulmamak ve başkalarının cihada gitmesine karşı çıkmaktır. İşte bütün bu özelliklerden dolayı, birbirlerine tavsiyelerde bulunarak şiddetli sıcağa dayanılamayacağı gerekçesiyle, savaşa çıkmamalarını önerdiler. Tebük savaşına çağırıldıkları zaman, taze hurmaların olgunlaşmaya başladığı bir mevsimdi. Taze hurmaları terketmek kendilerine sıcaktan daha da ağır geliyordu.

Ebû Heyseme de bu savaşa katılmayanlardan birisiydi. Hazret-i Peygamber yola çıkıp savaşa gitmeye başladığında Ebû Heyseme ailesinin yanına girmişti. Hava çok sıcaktı. Onun iki hanımı vardı ve hurma bahçesinde iki ayrı çardaktaydılar. Bu hanımlar orada, havanın çok sıcak olmasına rağmen, kendisine gölge bir mekân, soğuk su ve yemek hazırlıyorlardı. Ebû Heyseme hanımların yanına varıp, yaptıklarını görünce kendi kendine: Rasûlüllah sıcakta savaşa gitsin, Ebû Heyseme de bu gölgeliklerde soğuk su, hazırlanmış yemek ve güzel kadınların yanında kalsın öyle mi, dedi. Sonra hanımlarına dönerek: ”Vallahi sizin hiçbirinizin çardağına girmem! Ta ki Hazret-i Peygamber'e yetişinceye kadar. Haydi bana azık hazırlayın!" dedi. Onlar da azık hazırladılar. Derhal kılıcını ve yayını alarak, Hazret-i Peygamber'e ulaşmak üzere yola çıktı ve ulaştı.

De ki: 'Cehennem ateşi daha sıcaktır.' Onların bu tür davranışlarına ve cahilliklerine cevap olarak, de ki; cehennemin ateşi daha sıcaktır. Durum böyle olduğu halde, neden hâlâ sakınmıyorsunuz!

Keşke anlasalar. Onlar, durumun böyle olduğunu bilselerdi muhalefet edip geri kalmazlardı. Bir hadiste: ”Sizin şu gördüğünüz ateş, cehennem ateşinin ancak yetmişte biri sıcaklığındadır" buyurulmuştur. Bu hadisten anlaşıldığına göre, dünyadaki bütün odunlar bir araya toplanmak suretiyle bir ateş yakılsa, cehennem ateşinin ancak bir parçası kadar olabilir. Cehennem ateşi, bu ateşten yetmiş kat daha hararetlidir.

82

Kazandıklarının cezası olarak, az gülsünler çok ağlasınlar.

Burada, ömrün müddetine işaret vardır. Dünyadaki ömür çok kısadır, azın da azıdır. O dünya hayatında az gülsünler. Ahiret hayatında cehennemde ise çok ağlasınlar. Bu ağlama, dünyadayken yapmış oldukları çeşitli isyanların karşılığıdır. Âyetin ifadesine göre, kullanılan kelime her ne kadar emir kipi ise de, haber anlamı taşımaktadır. ”Az gülecekler, sürekli olarak ağlayacaklardır" anlamına gelmektedir.

Rivayet edildiğine göre münafıklar, cehennemde dünyanın ömrü kadar ağlayıp duracaklardır. Ne göz yaşları dinecek, ne de uyku uyuyacaklardır. Hazret-i Peygamber bir hadislerinde şöyle buyurur: ”Allah, münafıklara bir ağlama musallat eder. Öyle ağlarlar ki, göz yaşları tükenir. Daha sonra da gözlerinden kan akar. Hatta göz yaşlarının su arkı gibi yüzlerinde iz yaptığını görürsün." Bir başka hadiste de şöyle buyurulur: ”Benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, çok ağlar, az gülerdiniz."

İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle anlatır: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün, oturup konuşan ve gülüşen bir topluluğa rastladı ve kendilerine selâm vererek: ”Arzuları kıran zikri fazlaca yapınız!" buyurdu. Bu ifade üzerine onlar: ”Arzuları kıran nedir?" diye sorduklarında, ”ölümdür" cevabını aldılar."

Hasan-ı Basrî, sürekli olarak gülüp duran bir delikanlıya rastladı. Ona: ”Evlâdım, sırat köprüsünden geçtin mi?" diye sordu. O da ”hayır" dedi. ”Cennette mi, ya da cehennemde mi olacağını biliyor musun?" diye sordu. Yine ”hayır" cevabını aldı. ”Öyleyse niçin gülüyorsun?" diye sordu. İşte o zamandan sonra, bu delikanlının bir daha güldüğü görülmedi.

Bilginler on çeşit ağlamanın olduğunu söylerler:

1- Sevinçten dolayı ağlamak.

2- Üzüntüden dolayı ağlamak,

3- Merhametten dolayı gözlerinden yaş gelmek,

4- İleride olacak korkulardan dolayı ağlamak,

5- Yalancıktan ağlamak. Cahiliyye döneminde ölüler için tutulan ağıtçı kadınlar gibi. Bunlar, başkalarını ağlamaya teşvik ve tahrik etmek için yalancıktan ağlarlardı.

6- Ağlayanları görünce duygulanıp sebebini bilmeden ağlamak,

7- Sevgi ve özlem'den dolayı ağlamak,

8- Katlanamıyacağı acı ve elemden dolayı ağlamak,

9- Zayıflık ve güçsüzlükten dolayı ağlamak,

10- Münafıklıktan dolayı ağlamak. Bu tür ağlama kalbin kaskatı olmasına rağmen yalancıktan gözlerinden yaş gelmesidir.

Kendisini ağlamak için zorlamaya gelince, bu da iki çeşittir. Yerilen ve övülen. Övülen zoraki ağlama, kalpleri yumuşatmak için yapılandır. Yerilen zoraki ağlama ise, gösteriş amacıyla olan ağlamadır. Bu hususlar İnsânü'l-Uyûn isimli eserde kaydedilmiştir.

Sonuç olarak şunu söyleriz ki, âhireti isteyen kimse, az gülüp, çok ağlamalıdır. Ölümle karşılaşıp, hesaba çekileceğini unutmamalıdır. ”Nice gülüşenler vardır ki, kefenleri kefencinin yanında hazırdır."

83

Eğer Allah, seni onlardan bir grubun yanına döndürür de, savaşa çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: 'Benimle birlikte asla çıkamıyacaksınız, benim yanımda hiçbir düşmanla da savaşmayacaksınız. Çünkü siz, ilk defa oturmaya razı oldunuz. Öyleyse geri kalanlarla beraber oturun bakalım'. Yüce Allah seni, Tebük savaşından sonra, Medine'de kalan o münafıklardan bir grubun yanına döndürürse, başka bir savaşa çıkmak gerektiğinde, savaşa çıkmak için sakın onlara izin verme! Bu ifadelerden, münafıkların savaşa çıkmalarının kesin olarak yasaklandığı anlaşılmaktadır. Çünkü o münafıklar, Tebük savaşına gitmek istememiş, evlerinde oturmayı tercih etmişler ve buna da çok sevinmişlerdir.

Bu konuda ilim adamları şöyle derler: ”Yüce Allah, münafıkları, gaziler divanından çıkarmış, mücahitler defterinden de isimlerini silmiştir. Onlar, içlerinde beslemiş oldukları nifaktan dolayı. Hazret-i Peygamber'e olan yakınlıktan da uzaklaştırılmışlardır. Savaşa katılmamalarının cezasını böyle çekmişlerdir."

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, münafıklardan dine hiçbir fayda gelmez. Dinin yücelmesi için, samimi mü'minlere ihtiyaç vardır. Allahü teâlâdan, kıyamet gününe kadar, dine ve dindarlara dost olmayı dileriz.

84

Onlardan ölen birinin namazını sakın kılma!.. Ey Rasûlüm Muhammed! Kesinlikle, ölen bir münafığın cenaze namazını kılma, ona duâ edip, bağışlanmasını isteme!

Huzeyfe (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber'in sırdaşıydı. Bir gün Huzeyfe'ye: ”Sana bir sırrımı açacağım. Fakat bu sırrımı hiçbir kimseye açmayacaksın. Falanca kimselerin cenaze namazlarını kıldırmam yasaklandı" buyurdu. Daha sonra da, münafıklardan bir grubun isimlerini saydı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vefatından sonra, Hazret-i Ömer devlet başkanı olmuştu. Münafıklardan olduğu talimin edilen birisi öldüğünde, Hazret-i Ömer Huzeyfe'nin elini tutar ve onu namaza çağırırdı. Huzeyfe namaza giderse, Hazret-i Ömer de namazım kıldırıldı. Elini bırakırsa, namazını kıldırmazdı.

Kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmişler ve fâsık olarak ölmüşlerdir. Münafığın gömülmesi için, duâ, ya da ziyaret amacıyla onun kabri başında durma. Çünkü onlar, bütün hayatları boyunca, Allah'ı ve peygamberini inkâr etmişlerdir. Bu inkârlarından hiçbir suretle vazgeçmemişler, inkârlarında ısrarlı olmuşlar ve böylece de, sınırı aşmış bir şekilde ölmüşlerdir. Müslümanlardan biri ölüp defnedildiği zaman Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin başında bir müddet durur. Ona dua ederdi.

İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: Münafıkların başkanı olan Abdullah b. Selûl, hastalığı zamanında Hazret-i Peygamber'i çağırmış, o da yanına gitmişti. Münafık olan bu zat Hazret-i Peygamberden, kendisine bağışlanması için dua etmesini, ölünce namazını kıldırmasını ve kabri başına gitmesini istedi. Daha sonra da, Hazret-i Peygamber'e birisini göndererek, gömleğini istedi. Niyeti, ölünce bu gömleğe sarılmaktı. Hazret-i Peygamber de iç elbiseleri üzerine giydiği ve bedenine değmeyen bir gömleğini gönderdi. Abdullah b. Selûl bu gömleği geri çevirdi ve bedenine değmiş olan iç gömleğini istedi. Bu durumu duyan Hazret-i Ömer: ”Ey Allah'ın Elçisi! Gömleğini bu pis kimse için mi veriyorsun?" dedi. Bu olaydan, Allah'ın düşmanı olan münafığın Hazret-i Peygamber'in eserinden bereket umduğunu anlıyoruz. Hazret-i Peygamber: ”Benim gömleğim, imanı olmayan kimseye fayda vermez" buyurmuştur. Ancak iman ve ameli varsa bununla teberrük edip bereketlenebilir.

Nitekim Câbir (radıyallahü anh)'den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyurmuştur:

"Ölülerinizi, sâlih kimseler arasına gömünüz. Çünkü ölü, kötü komşulardan etkilenir. Tıpkı, sağ olanların etkilendiği gibi. ”

Abdullah b. Enis (radıyallahü anh), Süfyân b. Halid el-Huzelî'yi öldürüp, cesedini Hazret-i Peygamber'in önüne koyunca Hazret-i Peygamber elindeki değneğini ona verdi ve: ”Cennette buna dayanırsın" dedi. Bu değnek kendisinde kalmış ve öldüğü zaman, bu değneği kendisiyle gömmelerini vasiyet etmişti. Nitekim Abdullah b. Enis vefat edince, vasiyeti üzerine, değneği de bedeniyle kefeni arasına koyarak defnetmişlerdir.

Ma'mer b. Abdullah Hazret-i Peygamberin saçını tıraş etmiş ve saçının yarısını da Ebû Talha'ya vermişti. Geri kalan saçları ise, ashab arasında birer veya ikişer dağıtmıştı. Ashab bu saçları, feyiz almaları ve yardıma ulaşmaları için üzerlerinde taşırlardı.

Münafıkların başkanı olan Abdullah b. Übey ölünce, iyi bir mü'min olan oğlu, Hazret-i Peygamber'e gidip, babasının cenazesine çağırdı. Hazret-i Peygamber de: ”Namazını kıl ve göm" dedi. Münafığın oğlu ise: ”Ey Allah’ın Elçisi! Babamın namazını sen kıldırmazsan, hiçbir müslüman onun namazını kılmaz. Ey Allah'ın Elçisi! Allah aşkına! Düşmanları sevindirecek şeyi bana yapma!" diye yalvardı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onu teselli etmek ve etrafındakileri gözetmiş olmak için davetini kabul etti. Tam kalkıp namaz kılacakları sırada, Hazret-i Ömer, namazın kılınmasına engel olmak için, peygamberle kıble arasına dikildi. Daha sonra da, bu münafık adamın sağlığında yapmış olduğu çirkinlikleri sayıp dökerek: ”Bu Allah düşmanının cenaze namazını nasıl kılarsın?" dedi. O zaman bu âyet indi ve Hazret-i Peygamber de namazı kıldırmaktan vazgeçti. Bu olay da, Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) yüceliğini gösterir. Bunun gibi birçok yerde, onun görüşü doğrultusunda âyetlerin indiği bilinmektedir. Onun, dindeki mertebe ve derecesi çok yüceydi. Hazret-i Peygamber, Ömer hakkında şöyle buyurur: ”Sizden önceki milletlerin feraset sahibi kimseleri vardı. Bu millet içerisinde öyle birisi varsa, o da Ömer'dir. ”

Hadiste ”feraset sahibi" diye tercüme edilen kelimenin aslı ”muhaddes" dir. Muhaddes, içinde bir mana doğan ve onu haber verendir. Buna feraset sahibi diyoruz. ”Feraset sahibi", ince fikirli, uzağı gören, görüş ve kanaatlerinde yanılma ihtimali bulunmayan ve söylediği tahakkuk eden kimse anlamına gelir. Sanki o, ”Mele-i A'lâ"dan konuşur. Bir beyitte Hazret-i Ömer'in faziletleri şöyle belirtilir:

Onun öyle faziletleri vardır ki herkes bitir.

Ancak gök yüzündeki ayı göremeyen bilmez.

Bir başka rivayette ise bu âyet, Hazret-i Peygamber'in bu münafığın namazını kıldırmasından az bir zaman sonra inmiştir.' ' Bu âyetin inişinden sonra

Hazret-i Peygamber, hiçbir münafığın cenaze namazım kıldırmamış ve kabrine de gitmemiştir.

Hazret-i Peygamberin, gömleğini ona vermesi konusunda ise birkaç görüş ileri sürülmüştür.

O görüşlerden birisi şudur:

Bedir savaşında, Hazret-i Peygamber'in amcası Abbas esir düştüğü zaman, cüsseli bir adam olduğu için, kendisine giydirebilecekleri bir gömlek bulamamışlardı. İşte o zaman, münafıkların başkanı olan Abdullah, gömleğini Abbas'a giydirmişti. Hazret-i Peygamber de, Bedir savaşındaki iyiliğinin altında kalmamak için, o münafığa gömleğini vermişti.

İkinci bir görüşe göreyse: ”isteyeni azarlama" (Duha: 9) emrinin gereğini yapmak için gömleğini vermiştir. Gömlek konusunda cimri davranıp onu göndermemek, cömertliği ihlal etmek anlamı taşıyacağından gönderilmiş olabilir.

Bu konuda bir başka görüş de şöyledir. Belki de Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e, gömleğini ona vermesi neticesinde, bin tane münafığın İslama gireceğini vahyetmiştir. Bunun üzerine, Hazret-i Peygamber de bunun üzerine gömleğini ona vermiştir.

85

Onların yani münafıkların

malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çocuklar daha değerli olmalarına rağmen bu gibi yerlerde malların çocuklardan önce zikredilmesi, mala olan ihtiyacın umûmî olmasından dolayıdır. Çünkü insanın ve çocuklarının yaşaması mala bağlıdır. Ya da malın önce zikredilmesinin sebebi çocuklardan daha önce var olmasındandır.

Bunlarla Allah, dünyada onlara azap etmeyi ve canlarının da inkarcı olarak çıkmasını istiyor. Allahü teâlâ, dünyada verdiği bu mal ve çocuklar sebebiyle âhirette onlara azap edecektir. Yani dünyada elde etmiş oldukları mal ve çocuklar, onlar için birer azap sebebi olacaktır. Onların canları, inkarcı olarak çıkacak ve o şekilde öleceklerdir. Çünkü onlar, dünyadaki zevklere dalmış, işin sonuna dikkat etmemişlerdir. Bu âyet, bu sûrede, değişik lâfızlarla da olsa birkaç yerde tekrarlanmaktadır. Bu tekrarın sebebi, bazı şeylere dikkat çekmek içindir. İnsanların onlardan gafiI olmamaları gerekmektedir. Mallar ve çocuklar, mü'minler için birer nimet olduğu halde, münafıklar için pişmanlık ve azaptır. Çünkü bunlar, onları Allah'ı anmaktan alıkoyar ve gönüllerini meşgul eder.

86

'Allah'a inanın ve peygamberiyle birlikte cihad edin' diye bir sûre indirildiğinde, onların servet sahibi olanları senden izin istediler ve: 'Bırak bizi oturanlarla beraber olalım' dediler. Kur'an'ı Kerim'de, ”Allah'a iman edin, Allah'ın dinini yüceltmek için peygamberiyle birlikte cihada çıkın" anlamında bir âyet indirildiği zaman, insanlar içerisinde durumu iyi olup, serveti bulunanlar senden izin istediler. Halbuki bu münafık insanlar, hem mal hem de beden bakımından ciliada çıkabilecek güç ve kabiliyettedirler. Böyle olmalarına rağmen, ”bizi bırakın da oturanlarla beraber oturalım" dediler. Böylece, savaşa çıkmayı istemediler.

Ayette geçen ”tavl" kelimesi kısalığın zıddı olan uzunluk anlamınadır. Çünkü bir şey uzun olduğu zaman kendisinde bir kemâl ve ziyadelik olur. Kısa olunca ise kusur ve noksanlık olur. Zengin kimseye de ”tavl" denilmiştir. Çünkü zengin fakirin elde edemiyeceği bir takım isteklerini elde eder. İşte bunun gibi kısalıkla elde edilemiyecek bazı şeyler uzunla elde edilebilir.

87

Geride kalan kadınlarla birlikte olmaya razı oldular. Onların kalpleri mühürlenmiştir. Artık anlayamazlar. Münafıklar, savaşa katılmayıp, evlerinde oturan kadınlarla birlikte olmayı seçtiler. Para ve buna benzer şeylerin üzerlerine damga basıldığı gibi, onların kalplerine de damga basılmak suretiyle mühürlenmiştir. Yani, onların kalbleri, anlamak ve kavramaktan kesildiği için, kalbleri üzerine mühür gibi damga basılmış, bir daha gerçeği göremez hale gelmişlerdir. Onlar, Allah'a iman ve itaatta, emir ve yasaklarında, Rasûlüne tâbi olmakta ve cihaddaki saadeti anlıyamadıkları gibi, bunların zıddına olan konulardaki huzursuzluk verici şeyleri de anlayamazlar.

88

Fakat, Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır. Kurtuluşa erenler de yalnız onlardır. Hazret-i Peygamber ve onunla birlikte olan müslüınanlar; Allah'a ve Allah'ın gönderdiklerine inandılar. Yüce Allah'ın cihad etine emrine muhalefet etmeyip, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. Çünkü, kendilerinden daha üstün olan peygamber de cihad etti.

Ayette geçen ”hayrat"Van maksat dünyadaki zafer ve ganimet ile âhirette ki cennet ve ikramlar demektir. Böylece onlar, her iki dünyada da hayırlar elde etmişler anlamında olur. Ya da buradaki ”hayırlar ”dan kasıt, ”cennetteki güzel hanımlar ve huriler" de olabilir. Çünkü bir âyette: ”Oralarda güzel huylu ve güzel yüzlü kadınlar vardır" (Rahman: 70) buyurulmuştur. Kurtuluşa erenler de, işte bu grup insanlardır. Bu insanlar, sadece geçici zevklerle yetinmeyip, ebedî olan isteklerine de ulaşan kişilerdir.

89

Allah, onlar için, içerisinde meyveli ağaçları olan

altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Sürekli olarak orada kalacaklardır. Büyük kurtuluş işte budur. Bu cennetlerdeki yerin veya, ağaçlarının, ya da oradaki köşklerin altından ırmaklar akar. Burada ”ırmaklar" olarak çevirdiğimiz ”enhar" kelimesi, ”nehir" kelimesinin çoğuludur ve suyun aktığı yer anlamına gelir. Oraya nehir adı, verilmesinin sebebi; genişliğinden ve parlaklığından dolayıdır. Oradaki nehir tektir. Bu nehirde; cennet içkisi, su, bal ve süt bir arada akar ve birbirlerine karışmazlar. Oraya giden Mü’minler, sürekli olarak orada kalırlar. Orada, Allahü teâlâ'nın verdiği bu yüce ikram ve nimetlere kavuşmak, kurtuluşun tâ kendisidir. Büyük kurtuluş da işte budur ve ondan başka da bir kurtuluş yoktur. İman edip malları ve canlarıyla cihad edenler, cehennemden kurtulmuş, cenneti ve oradaki nimetleri elde etmişlerdir.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Cennette yüz derece (yani birçok mevkiler) vardır. Allah bu makamları, yolunda cilıad edenlere hazırlamıştır. -Ki onlar, Rabb'lerinin rızâsını kazanmak için mallarıyla ve canlarıyla cihad etmişlerdir.- Cennetteki bu derecelerden, her iki derece arasında yerle gök arası kadar mesafe vardır. Allah'tan isterseniz, Firdevs'i isteyin" Firdevs, cennetin tam ortasındadır. En yüce yerindedir. Burasının üzerinde Rahmanin Arşi vardır. Cennet nehirleri oradan fışkırır.'

Cennetteki nehirler dört tane olup, âyette şöyle anlatılır: ”Orada hiç bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren meşrubat nehirleri ve süzülmüş bal nehirleri vardır..." (Muhammed: 15)

90

Bedevilerin özür dileyenleri, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Arapça'da ”azere fil-emri" denir ki bir işte gevşek davranıp, tembellik gösterdi demektir. İşin gerçeği ise, mazereti olmadığı halde yapacağı iş konusunda mazeretinin olduğuna vehmettirmesidir. Özür dilemek; bazan gerçek, bazan da yalandan olur. Böyle olunca, itizarda bulunmak özrü olsa da olmasa da mazeret ileri sürmektir. Bizim burada ”bedeviler" olarak tercüme ettiğimiz ”afab" kelimesi, Arapların çölde yaşayanlarına verilen isimdir. Bu kelimenin tekili yoktur. ”Arap" ise, ”acem" kelimesinin zıddı olup, şehirli demektir. ”Özür dileyenler"den kasıt, Esed ve Gatafan kabileleridir. Tebük savaşına çıkılacağı sırada, cihada çıkmamak için özür belirtip, savaştan geri kalmayı istemişlerdi. Bunların bahaneleri; geçim sıkıntısı çekmeleri ve çoluk çocuklarının kalabalık olmasıydı. Bunların özürleri konusunda ihtilaf edilmiştir. Acaba gerçekten özürleri mi vardı, yoksa bahane miydi? Âyetten anlaşılan gerçekten özürlerinin olmasıdır. Çünkü âyette geçen ”muazzirûn" özürleri olan kimselerin özür beyan etmeleri anlamındadır. Özür beyan edenler bazan haksız da olabilirler. Buna göre âyetin manası ”özürleri olmadan özür beyan edenler..." şeklinde olur.

Allah ve Rasûlüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Münafık Araplar ise ne peygambere gelip izin istediler, ne de savaşmamak için özür belirttiler. Bundan anlaşılıyor ki, onlar her ne kadar iman ettiklerini ve itaat edeceklerini iddia etmiş olsalar da, Allah'ı ve Rasûlünü yalanlamaktadırlar. Bu kimseler, seksen iki kişidirler. Diğer münafıklar da, özürsüz bir şekilde evlerinde oturup savaşa katılmamışlardır.

Onların inkâr edenlerine, acıklı bir azap dokunacaktır. Arapların veya özür beyan edenlerin bir kısmı acıklı bir azaba uğrayacaklardır. Âyette geçen ”mim" harfi, kısım belirtir. Arapların hepsi değil de, bir kısmı inkarcıdır. İçlerinde inananları vardır. Diğer kısmı ise tembelliklerinden dolayı savaşa katılmamıştır. Şüphesiz bunları Allahü teâlâ çok iyi bilmektedir. İnkârlarından dolayı savaşa katılmayanlara, dünya hayatlarında verilecek olan azap, esir olma ve ölüm, ahiretteki azap ise, cehennem ateşidir.

91

Allah'a ve peygambere imanda samimi olmaları şartıyla; zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara, cihada katılmamalarından dolayı

bir sorumluluk yoktur. Yaşlıların, kötürümlerin, hastaların ve fakir olmaları sebebiyle savaşa katılamayanların, bu durumları günah sayılmaz. Ancak, bu grupların, Allah'a ve Rasûlüne samimi olarak inanmaları gerekir. Âyette ”samimi olmaları" şeklinde tercüme ettiğimiz ”nasihat" kelimesi, yapılan amelin sahte olmadığını, tertemiz, içten ve hâlis olduğunu ifade eder. Bir insanın, sözünde samimi olması demek, sadece faydalı olan şeyi söylemesi demektir. Bu kelimeyle ilgili olarak:

"Din nasihattir," hadisi vardır. Peygamber Efendimiz bu ifadeyi üç kez tekrarlamıştır. Bu konuda şöyle söylenir: Nasihat İslâm'ın temelidir. Çünkü bunun manası dinin direği nasihatten ibarettir, demektir. Tıpkı ”hac Arafat'tan ibarettir" sözünde olduğu gibi. Bu da, hace ın asıl direğinin Arafat olduğunu göstermektedir. Hazret-i Peygamber ”Din nasihattir," buyuranca: ”Kim için Ey Allah'ın elçisi?" diye sorarlar. O da: ”Allah, O'nun kitabı, peygamberi ve müslümanlann başkanları ve bütün Müslümanlar için" cevabını verdi. Bunun anlamı, Allah'a iman ve O'nun emirlerini yerine getirmede samimi olmaktır. Rasûlünü de tasdik edip, onun getirdiklerinin tümünü birden benimsemek ve onun yolunda yürümektir. ”Kitabı için" den maksat da, Kur’an'ın Allah'ın kitabı olduğuna içtenlikle inanmaktır. Onun âyetlerine göre amel etmek ve ona teslim olmaktır. ”Müslümanların başkanlarına nasihat" ise, iyi iş yaptıkları zamanlarda onlara itaat etmek, kötü işler yaptıklarında ise, onları uyarmaktır. ”Bütün Müslümanlar" ifadesi ise, Müslümanlara gelecek belâyı uzaklaştırmayı ve onların kazanabilecekleri hayırlara yardımcı olmayı ifade eder.

Bu âyet, gerçekten özür sahibi olanların, savaşa çıkmayışlarında hiçbir günahın olmadığını belirtiyor. Ancak, bu kişilerin, Allah'a ve peygambere olan imanlarında samimi olmaları şarttır. Bütün hareketlerinde, Allah'ın ve peygamberin emirlerine uymaları da şarttır. Bunların uymaları gereken emirlerin başında ise, gaziler hakkında duydukları yalan haberleri etrafa yaymamak gelir. Fitneyi körüklememeli, gazilere iyilikte bulunmaya çalışmalı ve onların geride bıraktıkları yuvalarına yardımcı olmalıdırlar.

Çünkü, iyilik yapanların aleyhine bir yol yoktur. Allah gafurdur, rahimdir. Onların aleyhine bir durum olamaz ve onların bir günahı da yoktur. Allah çok bağışlayıcı ve çok rahmet edicidir.

Bu ifadeler, eğer onlar, özürlerinden dolayı savaşa katılmamışlarsa, bağışlanmaya muhtaç olduklarını belirtmektedir. İnsanlar âcizdirler, hata işleyebilirler. Allah da bağışlayıcı olduğu için onları bağışlar.

92

Kendilerini bindirip savaşa

göndermen için sana geldiklerinde: 'Sizi bindirecek binek bulamıyorum' dediğin zaman, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı, üzüntüden gözlerinden yaşlar akarak geri dönen kimselerin aleyhine de bir sorumluluk yoktur. İyilik yapanların aleyhine bir yol olmadığı gibi, kendilerini savaşa götürmen için sana gelenler için de gerçekleşmiş olan bir günah yoktur. Bu kimseler ensardan yedi kişidirler ve ağlayarak Hazret-i Peygamber'e gelip: ” Biz savaşa çıkmayı adadık. Yamalı mestlerle ve dikili ayakkabılarla da olsa bizi götür de seninle savaşalım" demişler, Hazret-i Peygamber de onlara: ”Sizi bindirecek binek bulamıyorum" cevabını vermişti.

"Gözlerinden yaşlar akarak ” ifadesinin aslı, ”şiddetli bir halde gözleri akan" şeklindedir. Bu durum ”oluk akıyor" ifadesine benzeyen bir mecazdır. Akan oluk değil, oluk içerisindeki sudur, göz değil, gözün içerisindeki yaştır. Burada mübalâğa için böyle bir ifade kullanılmıştır. Sanki gözün, bütünüyle aktığı ifade edilmiştir. Bu durum da, in fak etmek için bir şey bulamamalarından dolayı, duymuş oldukları üzüntüdendir. Onların, ihtiyaç duydukları ve senin yanında da bulunmayan bir şeyi satın almaları için, verebilecekleri bir şeyleri yoktu. Bundan dolayı mahzun idiler.

93

Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Onlar, zengin oldukları, güçleri ve savaş hazırlıkları bulunduğu halde, savaşmamak için izin isteyen kimselerdir.

Çünkü onlar, geri kalan kadınlarla birlikte olmaya razı oldular. Alçaklığa rıza gösterdiler.

Allah da onların kalbi erini mühürledi. Artık onlar bilemezler. O kimseler, bu savaşa katılmamaları yüzünden, peşinen takındıkları tavır neticesinde, başlarına gelecek gaileden habersizdirler. Ayrıca onların, ileride uğrayacakları rezilliklerden de haberleri yoktur.

Hikmet sahiplerinden biri der ki: ”Dünya, ahiret in pazar yeri; akıl, iyiliklerin öncüsü; mal, kibirlenmenin elbisesi; nefsânî arzulara uymak da Allah'a isyan etme vasıtalarıdır. Üzüntü ise, neşenin başlangıcıdır. Allahü teâlâ münafıkları, sevinmeleri ve alay etmeleri sebebiyle yermiş, ihlâs sahiplerini ise, üzüntü içerisinde olmaları ve devamlı ağlar bir durumda bulunmaları sebebiyle övmüştür."

94

Savaştan

dönüp yanlarına varınca, sizden özür dileyecekler.

Bu kimseler münafık kimseler olup, savaşa katılmamışlardır. Sayıları da seksen küsurdur. Buradaki hitap, Hazret-i Peygamber'e ve onun aslıabınadır. Âyet, özür dileme olayından önce nazil olmuştur. Buradan anlaşılan, Hazret-i Peygamber'in, Tebük savaşından dönmesinden sonra kendisinden özür dileyecekleridir. Yoksa, Medine'ye döndükleri zaman değil. Belki de, Medine'ye dönmeden önce özür dilemeye koşanlar bile olmuştur.

Ey Rasûlüm Muhammed! Sen onlara

de ki: 'Özür dilemeyin! Size asla inanmayacağız. Çünkü Allah, sizinle ilgili haberleri bize bildirdi. Siz kesinlikle bize özür dilemeye kalkmayın. Biz sizin özürlerinizi kabul etmeyeceğiz. Çünkü özürünüz gerçek değildir. Allahü teâlâ, sizin özürünüzün kabul edilmemesini bize vahiyle bildirdi. Sizin kötü düşünce ve niyetleriniz hakkında bizim bilgimiz vardır. Bundan sonraki

yapacaklarınızı, Allah da Rasûlü de görecektir. Acaba, inkâr ve münafıklıktan vaz mı geçeceksiniz, yoksa aynı hale devam mı edeceksiniz?..

Daha sonra ise kıyamet gününde,

görüleni de, görülmeyeni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size, dünyada iken

yaptıklarınızı bildirecektir.' O'na döndürülüp, huzuruna çıktığınız zaman, dünyada işlediğiniz her şeyi size bildirecektir. Burada, dünyada işlenenlerin hesabının mutlaka görüleceğine dikkat çekilmektedir.

95

Kendilerine döndüğünüzde, onları bırakmanız için, Allah adına size and içecekler. Yalan özürlerini perçinlemek üzere size yeminler edecekler ve: ”Vallahi gücümüz yoktu. Eğer gücümüz olsaydı, savaşa katılmaktan geri kalmaz ve sizinle savaşa çıkardık" diyeceklerdir. Bu kimseler, Cüd b. Kays, Mu'tab b. Kuşayr ve arkadaşlarıdır. Onların bu yeminleri, onları terkedip kendilerini yermemeniz ve horlamamanız içindir.

Onları bırakın! Onlardan uzaklasın ve hakir görün!

Çünkü onlar, tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibi

murdardırlar. Onlarda manevî murdarlık vardır.

Kazanmış olduklarının cezası olarak, onların varacakları yer cehennemdir. Onlardan bu kadar sakınmanın ve onları terketmenin gerekçesi, kendilerinin cehennemlik oluşlarıdır. Onun için bu kimseler yerilmiş ve kendilerinden uzak durulması istenmiştir. Dünyada işlemiş oldukları bunca kötülüklerden dolayı, cehennemde cezalarını bulacaklardır.

96

Kendilerinden razı olmanız için, size yemin edecekler. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah fasıklar topluluğundan asla razı olmaz.

Münafıklar, kendilerinden hoşnut olmanız için, yalan yere Allah adına size yeminler edeceklerdir. Bunun sebebi ise, kendilerine yapageldiklerinizin devamını sağlamaktır. Sizler, inkârda bocalayıp duranlardan razı olsanız bile. Yüce Allah onlardan asla razı olmayacaktır. Sizin rızânız. Allah'ın rızâsını gerektirmez. Sizin tek başınıza onlardan razı oluşunuz, onları Allah'ın gazabından kurtarmaya yetmez. İşte bütün bu hitaplardan maksat, muhatapları münafıklara rızâ göstermekten sakındırmak ve onların sahte özürlerine kanmamalarını sağlamaktır.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiği zaman: ”Onlarla oturmayın ve kendileriyle konuşmayın" buyurmuştur. Bununla, münafıklardan ve günahlarında ısrar edenlerden tevbe edinceye kadar ayrı kalmaya işaret edilmiştir. Muhammed Bakır da kendisine babası Zeynel Abidîn'in şöyle tavsiyede bulunduğunu söyler: ”Şu beş grup insanla arkadaşlık etme, onlarla sohbete dalma ve yolculuğa da çıkma:

1. Fâsıkla arkadaşlık etme. O seni, bir lokma ekmeğe hatta daha basit bir menfaate karşılık olarak satar.

2. Cimri adamla da sakın arkadaşlık etme. Çünkü o, en muhtaç olduğun şeyi bile sana vermez.

3. Yalancıyla da arkadaşlık etme. O da senin için serap gibidir. Senin yakınlarını senden uzaklaştırır, senden uzak olması gerekenleri de sana yakınlaştırır.

4. Ahmakla da arkadaşlık etme. Çünkü ahmak, sana fayda vermek isterken zarar verir. Yine: 'Akıllı düşman, akılsız dosttan iyidir' denilir.

5. Akrabalarıyla ilgisini kesenle de dost olma. Çünkü ben. Allah kitabının üç yerinde, bu tür insanların lanetlendiğini gördüm."

97

Bedeviler... Burada ”bedeviler" şeklinde çevirdiğimiz ”a'râb" kelimesi, ”a'rabî" kelimesinin çoğuludur. Tıpkı, '"arabî" kelimesinin çoğulunun ” arab", ”mecûsî" kelimesinin çoğulunun ”mecûs" ve ”yahûdî" kelimesinin çoğulunun da ”yehûd" olduğu gibi. ”Arab"la ”A'râb" arasındaki farkı şöyle açıklarız: Arab, ister çölde, isterse köyde otursun, insan oğlunun özel bir grubudur. A'rab ise, sadece çölde yaşayan insanlara verilen bir isimdir. Buna göre ”Arab", daha geneldir. Şöyle de denilmiştir: ”Arab, şehir ve köylere yerleşenlerdir. A'râb ise, çöllerde yaşayanlardır. İşte bu bedeviler,

inkâr ve iki yüzlülük bakımından, şehirlerde yaşayan Araplardan

daha beter, yani daha fenadırlar. Çünkü bu bedeviler, vahşi hayvanlara benzerler. Bunlar, boyun eğip itaat etme konusunda direnmeyi huy edinmiş kimselerdir. Devamlı içerisinde yaşadıkları rutubetli sıcak hava, kalblerinin katılığını artırmıştır. Kalplerinin katılığı da onları kibir, böbürlenme ve haktan sapmaya götürür. Bu durum da, onlar için tabiîdir. Çünkü, bir eğitimcinin terbiyesinde yetişip eğitilmeyen, ilim adamlarıyla birlikte olup bilgi edinmeyen kimseler, Allah'ın Kitabı'nı dinleyip, ondan beslenmeyen kimseler: bilginlerle oturup sohbet edenler, ilim ve hikmetten nasibini alanlarla nasıl eşit olabilir? Çünkü bunlar, Allah'ın Kitabını dinlemiş ve Rasûlü llah'ın terbiyesini almışlardır. Eğer, şehirli ile çölde yaşayan arasındaki farkı görmek istersen, dağda yetişen meyve ile, bahçede yetişen meyveyi karşılaştır. O zaman farkı görürsün. Ayette geçen ”Bedevîler"le, Temim oğulları, Esed oğulları ve Gatafan kabilesi kastedilmiştir.

İşte bu insanlar,

Allah'ın Rasûlüne indirdiği sınırları tanımamaya onların ne olduklarını bilmemeye

daha müsaittirler. Onlar, peygambere indirilen ibadetleri, kanunları ve buna benzer ahlâk kurallarını bilemezler. Farz ve sünnetleri kavrayamazlar. Bunun sebebi, Kur'an ve sünneti dinleme bahtiyarlığından uzakta kalışlarıdır. İşte bunun için, bedevî bir zatın, namazda imamlık yapması da mekruh karşılanmıştır. İlim adamları şunu söylerler: ”İmam olan bir kimse, namazda mekruh olan şeyleri işlerse, ona uymak mekruh olur. İlgilisinin bu tip imamı görevden alması gerekir.

Allah bilendir, hakimdir. Yüce Allah, ilim ve hikmet sahibi olduğundan dolayı, şehirlinin de, köylünün de bütün hallerini bilir. İyilik ve kötülüklerinden haberdardır ve onları buna göre hesaba çekip ceza, ya da mükâfatlarını verir.

98

Bedevilerden öyleleri vardır ki, Allah yolunda harcadığını zarar sayar ve sizin başınıza felâketlerin gelmesini bekler. Âyet-i kerimede geçen ”mağrem", insanın malına gelen zarar demektir. Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah yolunda harcadığı maldan sevap ummayan, Allah yolunda harcamadığı zaman da bunun cezasından korkmayan kimse elbette ki Allah yolunda harcadığı şeyi zarar ve lüzumsuz sayar. Harcadıklarını da ya gösteriş için ya da takıyye yani asıl maksadını gizleyerek Müslümanlardan görünmek için yapar. Ayette geçen ”yeterabbesu", beklemek, ”devair" de insanın başına gelen musibet ve felâketler demektir. ”Dâire" kelimesinin çoğuludur. Onlar Hazret-i Peygamber'in vefatıyla, müslümanlann başına birtakım belâların gelip, güç ve kuvvetlerini kaybetmelerini ve inkarcıların egemen olmasını beklerler. Böylelikle de, intaktan kurtulacaklarını umarlar. İşte bu tip insanlar şimdi de mevcuttur. Görmüyor musunuz bazı kimseler, müslüman görünürler, fakat inkarcıların egemen olmasını beklerler ki, devlete karşı sorumluluklarından ve infaktan kurtuluversinler.

Felâketler onların başına gelsin! Allah, işitendir, bilendir. Burada, müminler hakkında dilediklerinin karşılığı olarak, onlara bedduada bulunulmaktadır. Allahü teâlâ, onların infak yaparken söyledikleri sözleri işiten ve aynı anda içlerinde gizledikleri kötü niyetleri de bilendir. Ki bu kötü niyetlerinin birisi de, müslümanlann bir belâ ile karşılaşmalarını beklemeleridir.

99

Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır. Bunlar, Esed, Cüheyne, Gifar ve Eşlem gibi kabilelerden olan kimselerdir. İşte bu tür kabileler, Allah'a ve ahiret gününe inanırlardı. Ravda isimli eserde şöyle anlatılır: Bedevinin biri, Allahü teâlâ'nın ”Bedeviler, inkâr ve iki yüzlülük bakımından daha beterdir..." mealindeki kelamını duyunca irkiliverdi ve ardından da yine Allah'ın: ”Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır..." kelamını duyunca: ”Allahü Ekber. Yüce Allah, bizi önce yerdi, sonra da övdü" dedi.

Allah yolunda cihad için

harcadığını da, Allah katında yakın dereceler elde etmeye ve peygamberin dualarını almaya vesile kabul eder.

Bir kutsî hadiste de şöyle buyurulur: ”Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım."

Bu kimseler ayrıca, Allah yolunda yaptıkları harcamalar dolayısıyla, Hazret-i Peygamber'in de duasını almaya çalışırlar. Çünkü Hazret-i Peygamber, tasaddukta bulunanlara bereket duasında bulunur ve onların bağışlanmalarını dilerdi. İşte bundan dolayıdır ki sadaka alan kimsenin tasaddukta bulunan kimseye duâ etmesi sünnet olmuştur. Ancak, Hazret-i Peygamberin yaptığı gibi yaparak, salât ve selâmda bulunmaz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), sadaka veren Ebû Evfâ için ”Allahümme salli alâ âli Ebî Evfâ", yani ”Ey Allah'ım! Ebî Evfâ oğullarına salât ve selâm eyle!" diye duada bulunmuştu. Bu tür duâ yapmak, ancak Hazret-i Peygamber'e mahsustur. O dilediğine böyle duâ yapabilir.

İyi bilin ki bu durum, yani Allah yolundan harcadıkları şey

onlar için bir yakınlık vesilesidir. Bu harcamayı yaptıklarında, yüce Allah da onları, kendisine yaklaştıracaktır. Bu, Allah yolunda harcadıkları şeyin bir yakınlık vesilesi olduğu hususundaki itikadlarının doğruluğuna Allah tarafından bir şehadet ve ümitlerini tasdikdir.

Allah onları, yakında rahmetine koyacaktır. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir. Bu ifade, Allahü teâlâ'nın engin rahmetinin onları kuşattığını anlatır ve bunun bir va'd olduğunu bildirir. Âyette geçen 'sın' harfi, va'din gerçekleşeceğini ifade eder. Allah onlara karşı çok rahimdir. Ceza vermekte acele etmez.

Bilmiş olunuz ki, sadaka vermenin ve intakta bulunmanın fazileti, çok büyüktür. Şöyle bir hikaye anlatılır:

İsrail oğulları zamanında bir kıtlık olmuş. Fakirin biri içerisinde zenginlerden birinin de evi bulunan bir sokağa girmiş. Fakir adam: ”Allah rızâsı için bana yardımda bulunun!" deyince, ev sahibinin kızı çıkarıp biraz sıcak ekmek ikram etmiş. Zengin adam bu fakiri görünce, ”Bu ekmeği sana kim verdi?" diye sormuş. Fakir de: ”Şu evdeki kız" diye cevap vermiş. Zengin adam eve girip, kızının sağ elini kesmiş. Allah da bu adamın durumunu değiştirmiş, muhtaç bir duruma düşerek fakir olarak ölmüştür. Daha sonraları ise, zengin ve genç bir delikanlının, bu güzel kız hoşuna gitmiş, ona hayran olmuş ve onunla evlenmiş. Onu evine götürüp, karanlık basınca, kız sofra hazırlamış ve sol elini uzatmış. Zengin demiş ki: ”Fakirlerin edeplerinin az olduğunu duyardım.

Şu sağ elini uzat bakayım." Kız yine sol elini uzatmış. İki ve üçüncü defasında da aynı şekilde sol elini uzatınca, evi bir sessizlik kaplamış. Sonra gizliden bir ses duyulmuş ve: ”Çıkar bakalım sağ elini! Allah için verdiğin sıcak ekmek hatırına Rabb da sana sağ elini ikram etti" demiş. Kız da sağ elini çıkarmış ve yemeğini yemeye başlamış. Ravzatu'l-Ulema isimli eserde böyle anlatılır.

Bu hikâyeden anlaşılmaktadır ki Allahü teâlâ bir kimseye nimetler ihsan eder de, o kimse de bunun şükrünü yerine getirmezse, o nimetten yoksun bırakılmak suretiyle cezalandırılır. Belama bakmaz mısın? Allah'ın kendisine vermiş olduğu İslâm nimetine şükretmeyince, Allah da onun canını inkarcı olarak alıvermiştir. Bir kimse, yaptığı ve terkettiği her şeyde Allah'ın rızâsını gözetirse, Allah da onun kusurlarını düzeltir... Sol elle yemek edebe aykırıdır. Şeytan sol eliyle yer. Mazeret olmadıkça sol elle yenmemelidir. Denilmiştir ki: ”Hak uğruna harcanmayan şeyin iki katı, bâtıl yolda gider."

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle der: ”Allah, fakirlerin azıklarını, zenginlerin mallarında takdir etmiştir. Fakirin açlığı, zenginin onun hakkını vermemesiyle olur. Allahü teâlâ, onlara bunun hesabını soracaktır."

100

Muhacirlerin ve Ensarın ilk etapta iman edenleri... Buradaki ilk iman eden muhacirlerden; sahâbîlerin büyükleri, iki kıbleye doğru da namaz kılanlar ve Bedir savaşına katılanlar anlaşılmaktadır. İlim erbabının görüşlerine göre, İslâm'ı ilk kabul eden Hazret-i Hatice (radıyallahü anha) vâlidemizdir.

Ensardan kasıt, Birinci ve İkinci Akabe Biatinde bulunanlar, Ebû Zürâre ve Mus'ab b. Umeyr kendilerine vardığında iman edenlerdir. Birinci Akabe Biati'nde bulunanlar yedi, ikincidekilerse yetmiş kişidirler. Allahü teâlâ ”sâbikûn", yani ”ilkler"i övmüştür. Çünkü onlar, arkadan gelenlerin önderleridir. Esas fazilet, önderlik rolünü üslenenlerindir.

Ve güzellikle bunlara tâbi olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razıdırlar. ”Güzellikle bunlara tâbi olanlar" dan kasıt, her iki gruba uyan kimselerdir. ”Güzellik" ise, her türlü güzel huylardır. Bir başka görüşe göre de ”es-sâbikûne'l-evvelîn"den kasıt, ensar olsun muhacir olsun bütün sahabedir. Çünkü bunlar, diğer Müslümanlara göre, daha önce İslâm'ı kabul etmiş durumdadırlar. ”Tâbi olanlar"dan maksat ise, kıyamete kadar gelecek olan iman ehli kimselerdir. Allahü teâlâ onlardan razıdır. Onların itaatlarını ve amellerini kabul etmiştir. Kullar da O'ndan razıdırlar. Çünkü, birçok dünyevî ve uhrevî nimetlere kavuşmuşlardır.

Allah onlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Orada sürekli olarak kalacaklardır. Büyük kurtuluş da budur işte.

Kendilerine, o cennetlerde sürekli olarak kalmaları takdir edilmiştir. Orada kalmaları hiçbir surette kesintiye uğramayacaktır. En büyük ikramdır bu. Bundan daha büyük bir ikramın olması da imkânsızdır.

101

Çevrenizdeki bedevilerden münafıklar olduğu gibi, bizzat Medine halkından da münafıklığı huy edinenler vardır. Çöllerde yaşayan Araplar içerisinde münafıklar olduğu gibi, içerisinde yaşadığınız şehirde de münafıklığı huy edinen insanlar vardır. Bu münafıklar; Cüheyne, Müzeyne, Eşlem, Eşca' ve Gitar kabileleridir. Bunlar, Medine'nin çevresinde oturuyorlardı. Ayette geçen ”Medine" kelimesinden, Hazret-i Peygamber'i ağırlayan ve hicret yurdu olan kent anlaşılmaktadır. Hazret-i Peygamberin evi de kabri de orada bulunuyor. Bu kentin birçok ismi vardır. ”Taybe" ve ”Tâbe" isimleri de bunlardandır. Bu kent, yani Medine kenti, orada yaşayanların tertemiz ve pak oluşu sebebiyle, içinde hayatın hoş olması ve toprağının temizliği dolayısıyla bu isimlerle anılır olmuştur. Bir hadiste şöyle buyurulur: ” Yılanın deliğine sığındığı gibi, iman da Medine'ye sığınır."

Sen onları bilemezsin. Onları Biz biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba itileceklerdir. Onlar, ikiyüzlülükte o kadar ileri gitmişlerdir ki, nifakları sana da gizli kalmıştır. Sen her ne kadar feraset ve fetanet sıfatlarının sahibi isen de, onları bilip tanıyamazsın. Çünkü onlar, ikiyüzlülük konusunda çok beceri sahibidirler. Onların bu durumlarını ancak Biz biliriz ve onların sırlarını sana bildiririz. Sana karşı durumlarını gizleyebilseler de Bizim yanımızda bu imkânları yoktur. Onları, mutlaka iki defa hesaba çekip kendilerine azap edeceğiz. Burada ”iki defa" denmesinin sebebi, çok fazla azap çekeceklerinin işaretidir. ”Sonra gözünü iki defa daha çevir" (Mülk: 4) âyetinden de bu anlaşılır. Yani, gözünü defalarca çevir. Bu münafıklar grubu, kıyamet gününde cehennem azabına maruz kalacaklardır. Ayette geçen ”sın" harfi ise, pekiştirme edatıdır.

102

Diğerleri de günahlarını itiraf ederek, iyi amelle diğer kötü amelleri birbirine karıştırdılar. Medinelilerden diğer bir grup da, suçlarını kabullendiler. Onların suçları; savaştan geri kalmaları, münafıklarla beraber olmaya razı olmaları ve Allah yolunda harcamada bulunmamalarıydı. Bu grup, yaptıklarına pişman oldu. Fakat, yalan yere bahaneler uydurmak suretiyle özür dilemeye çalışmadılar. Bunlarda, savaştan geri kalmış olan bir gruptu. Savaştan geri kalanlar hakkında âyet nazil olunca, kendilerini mescidin direklerine bağladılar. Bu sırada Hazret-i Peygamber de seferden dönüp, normal âdeti üzere ilk önce mescidde iki rekât namaz kılmış ve o esnada direğe bağlı duran kişileri de görüvermişti. Bunların durumunun ne olduğunu sorunca, yanında bulunanlar da olup bitenleri şöyle anlatmışlardı: ”Bu kimseler, seninle, savaşa katılmayan gruptur. Allah'a söz verip yemin etmek suretiyle, kendilerini buraya bağladılar. Rasûlüllah onları çözmedikçe, kendilerini salıvermiyeceklerdir. ” İşte bu durum üzerine âyet nazil oldu ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların özürlerini kabul etti.

Âyette geçen iyi amellerinden maksat, daha önce işlemiş oldukları iyi işleri, daha önceleri bazı savaşlara katılmış olmaları, bu defa savaşa katılamadıkları için suçlarını itiraf ederek pişmanlık duymalarıdır. Kötü amellerinden maksat da daha önce ve sonra işlemiş oldukları kötü amelleridir. Tebük savaşına katılmamaları da bu kötü amellerinin içerisine girer.

Haddâdî şöyle der: ”Bir defa savaşa katılmış, bir defa da katılmamışlardı. Dolayısıyla, iyi amelle kötü ameli bir araya getirmiş oldular." Nitekim, dinarlarla dirhemleri karıştırdı ve su ile sütü karıştırdı ifadeleri de böyledir.

Allah'ın, onların tevbesini kabul etmesi umulur. Çünkü Allah gafurdur, rahimdir. Umulur ki Allahü teâlâ, günahlarını kabullenmeleri ve tevbe etmeleri sebebiyle, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü O, tevbe edip kendisine dönenlerin suçlarını bağışlar ve onlara ihsanda bulunur. Bu ifade, Allahü teâlâ'nın, o kimselerin tevbelerini kabul edeceğini bildirmekte, onlara ümit vermektedir. Cömertlerin cömerdi olan Allah'ın ümit vermesi kesinlik ifade eder.

103

Onların mallarından, sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş ve (iyiliklerini) bereketlendirmiş olursun. Ey Rasûlüm Muhammed! Savaşa katılmayan ve sonradan günahlarını kabullenenlerden sadaka al. Bu sadaka vasıtasıyla, onları savaşa katılmama lekesinden temizlemiş olursun. Yine bununla, onların iyiliklerini artırır ve onları samimi Mü’minler derecesine yükseltirsin.

Rivayet edilir ki: Hazret-i Peygamber onların bağlarını çözüp de, Allahü teâlâ da tevbelerini kabul edince, derhal evlerine gidip, bütün mallarını getirmişler ve şöyle demişlerdir: ”Ey Allah'ın Elçisi! İşte bu mallar bizi senden geri bıraktı. O geri kalmanın sadakası olarak al bunları bizden." Hazret-i Peygamberin bu durumu hoş karşılamaması üzerine bu âyet indi. Hazret-i Peygamber de mallarının üçte birini, geri kalmalarının keffâret ve tevbelerinin kabul olması için sadaka olarak, aldı. Bu sadaka, farz kılınmış olan zekât değildir. Farz kılınan zekât bu şekilde alınmaz.

Bazı âlimlere göre de bu âyet, yukarıdaki münafıklarla ilgili âyetlerden ayrı, müstakil bir âyet olup zenginlere zekâtın farz olduğunu bildirmektedir. Buna göre âyetin anlamı: Müslümanların zenginlerinden sadaka, yani zekât al, şeklinde olur. Buna sadaka denmesinin sebebi; kulun, kulluktaki samimiyet ve doğruluğunu göstermesinden dolayıdır. Zekât vermemekte direnenler olursa, devlet başkanı zor kullanmak suretiyle zekâtı alır ve gerekli olan yerlerde kullanır. Çünkü âyette: ”Onların mallarından sadaka yani zekât al" buyrulmuştur.

Onlara duâ et. Çünkü senin duan, onlar için bir huzur kaynağıdır. Allah, işitendir, bilendir. Onlara hayır ve bereket duasında bulun ve onların bağışlanmasını iste. Onların gönülleri senin duana ısınır ve içleri huzurla dolar. Allahü teâlâ da onların suçlarını kabullenmelerini işitir ve pişmanlıklarını bilir. İşte bu âyetle birlikte, ölülere namaz, kılma olayı meşru kılınmıştır. İnkarcıların ölüsüyle Müslümanların ölüsünün karışmaları durumunda, üzerinde müslümanlık belirtisi olana cenaze namazı kılınır, üzerinde inkarcıların belirtisi olana ise kılınmaz.

104

Allah'ın, kullarının tevbesini kabul ettiğini, sadakalar aldığını, Allah'ın tevbeleri kabul ve merhamet eden olduğunu bilmiyorlar mı? Şu tevbe edenler, Allah'ın samimi olarak yapılan her tevbeyi kabul edeceğini, samimi kullarının suçlarını bağışlayacağını ve sadakalarını Allah'ın alacağını bilmezler mi? Sadakaları alanın Allah olduğu belirtilmiş, bununla Hazret-i Peygamber ve ondan sonra gelen idareciler kastedilmiştir. Çünkü onlar bunu ancak Allah'ın emriyle alırlar. Böylece sanki Allah almış olur.

Beydâvî bu konuda şunları söyler: ”O sadakayı, bir şeyi karşılığını ödemek üzere alan gibi, alıp kabul eder. Burada istiare-i tebeiyye vardır. Çünkü, buradaki gerçek alıcı, Hazret-i Peygamberdir. Onun almakla görevlendirmiş olduğu kinişe değildir." Ayetteki ” sadakalar"dan maksat, onların ve diğerlerinin sadakalarını kapsar.

Yüce Allah tevbe edenin günahlarını bağışlar. Kendisine itaat etmeye başlayanın günahlarına bakmadan, kendisine ikramda bulunur. Çünkü O, kullarına çok merhamet edendir.

Bu âyette, günahkâr kulları tevbe etmeye ve sadaka vermeye teşvik vardır.

105

De ki: 'Çalışın bakalım! Çalışmanızı; Allah da, peygamberi de, mü'minler de (kesin olarak) görecektir. Dilediğiniz şekilde amellerde bulunun bakalım. Bu ifadenin zahiri anlamı, ruhsat verme ve serbest bırakmadır. Bâtınî anlamı ise, iyiliğe teşvik ve kötülüklerden sakındırmadı!-. Hayır veya şer, her ne yaparsanız yapınız, bunların hiçbiri Allah'a gizli kalmaz. İşte bu ifade ile bir önceki ifadeye sebep gösterilmiş oluyor. Bunların durumunu sizin görüp bildiğiniz gibi, Allah da biliyordur. Çünkü. O'na hiçbir şey gizli kalmaz.

Daha sonra, gizli ve açık olanı bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Yapmış okluklarınızı size haber verecektir.' Öldükten sonra da, gizli ve açık her şeyi bilen Allah'a döndürüleceksiniz. Ayette, 'gizli' kelimesi 'açık' kelimesinden önce zikredilmiştir. Bunun sebebi, onun âleminin genişliği ve öneminin dalia fazla olmasındandır. O'na döndürüldükten sonra ise, dünyada yapmış olduklarınızı size şahitlerin huzurunda haber verecektir. Böylece, kendilerine gereken ceza verilmiş olacaktır.

Akıllı olan kimsenin, sâlih ameller yolunda ilerlemesi ve çirkin amelleri işlemekten kaçınması gerekir. Allah'ın, Rasûlüllah'ın ve bütün mü'minlerin huzurunda rezil olmaması için, böyle yapmak durumundadır.

et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye isimli eserde, şöyle deniyor: ”Güzel amel işleyen kimsenin ameli ve ihlâsı için, göklere yükselen bir nur vardır. Bu nurun göklere yükselişi, kişinin sadakatinin ve itilâsının kuvveti oranında olur. Allah onu, ıılûhiyetinin nuruyla görür. Rasûlüllah ise, nübüvvetinin nuruyla görür. Mü'minlerin ruhları da onu, imanlarının nuruyla görürler. Bu amelin yükselmesi, güzel amel işleyen kimsenin himmetinin berraklığı ve aydınlığıyla ve niyetinin samimi ve temiz olmasıyla gerçekleşir."

106

Diğer bir grup da, Allah'ın takdirine bırakılmıştır. Onlara ya azap eder, ya da tevbelerini kabul eder. Allah bilendir, hakimdir. Daha önce zikredilenlerin dışında Medine ve civarında yaşayanlardan savaşa katılmayan bir grup daha vardır. Bunların durumu ise, Allah, haklarında hükmünü indirinceye kadar Allah'ın takdirine kalmıştır. Tevbe edip özürlerini belirtmedikleri müddetçe ya kendilerine azap edilecektir. Yahut da, tevbe ederlerse kabul edilecektir. Tevbelerinin kabulü için de, tevbelerinin sahih, niyetlerinin de samimi olması gerekir. Allah, onların hallerini çok iyi bilir. Onlara yaptıklarını da hikmeti gereği olarak yapar.

Bu âyet, savaşa katılmayan üç kişi hakkında inmiştir. Bunlar, Kâ'b b. Mâlik, Murâre b. Rebî' el-Umerî ve Hilâl b. Umeyye'dir. Bu üç kişi, Bedir'e katılanlardandı. Fakat her nasılsa, Hazret-i Peygamber'le birlikte Tebük savaşına katılamamışlardır. Bu şahıslar, diğer gruplar gibi ne yalan yere özür beyan etmişler, ne de kendilerini direklere bağlamışlardı. Sadece yaptıklarına pişman olmuşlardı.

Bunlardan Ka'b b. Malik: ”Ben Medine'de devesi en iyi olan biriyim. Dilediğim zaman onlara yetişirim." diye acele etmemiş, aradan günler geçince onlara yetişmekten ümidini kesmiş ve yaptığına pişman olmuştur.

Diğerlerinin durumu da böyledir. Fakat bunlar Ebû Lübabe'nin yaptığı gibi kendilerini mescidin direğine bağlamamışlardır.

Hazret-i Peygamber bu şahıslara bir nevi boykot ilân ederek, şu âyet ininceye kadar, insanların onlarla birlikte olmasını, onlarla birlikte yemesini ve içmesini yasakladı. Kadınlarının bile kendilerinden ayrı kalmalarını, kendi ailelerinin yanlarına dönmelerini emretti.

Hilâl'in hanımı Peygamber'e gelerek, kocasının çok yaşlı olduğunu, ona yemek verip veremiyeceğini sordu. Hazret-i Peygamber de, sadece yemek konusunda ona izin verdi.

O zamanlar Hristiyanların yaşadığı Şam'dan bir elçi Ka'b'a gelerek, kendilerine katılması için ona teşvikte bulundu.

Bunun üzerine Kâ'b: ”Hatalarım o kadar çoğaldı ki, müşrikler dahi kendilerine katılacağımı umuyorlar. Artık dünya bana dar gelmeye başladı" dedi.

Hilâl b. Ümeyye o kadar ağladı ki, gözlerini kaybedeceğinden korkuldu. Yanında bulunan insanlar da: ”Allah bunlar hakkında bir hüküm indirmezse, perişan olacaklar" dediler. Bir grup insan da: ”Belki de Allah onları bağışlayacaktır" diyerek, onların yanında Allah'ın emrini beklemeye başladılar. Ya affedilirler, ya da azaba çarptırılırlar. Nihayet aradan elli gün geçtikten sonra, tevbelerinin kabul edildiğine dair âyetler iniverdi. O âyetler de, ”Allah; peygamberi..., ve savaştan geri bırakılan üç kişinin tevbe sini de kabul etti.." (Tevbe: 117-118) mealindeki âyetlerdir.

Yüce Allah, onların durumlarını bir müddet geciktirdi ve sonunda onların tevbesinin kabul edildiğini en güzel şekilde açıkladı. Onların tevbesini. Peygamber'in, ensarın ve muhacirlerin tevbeleriyle birlikte zikretti. Bundan anlaşılıyor ki, eğitim amacıyla, üç günden fazla bile olsa, ayrılık caizdir. Bakınız! O zamanki Müslümanlar. Allah Kitabında bir açıklamada bulununcaya kadar, o üç kişiyle nasıl ilgilerini kestiler. Onlara ne selâm verdiler ve ne de onlarla konuştular. Niyetteki samimiyet ve olayları Allah'a havale etmek, O'nun rahmetini elde etmeye vesiledir. Aynı şekilde, ağlamak ve kendini ıslah edip, ihlâsa bürünmek de tevbenin kabulüne vesiledir. Onun içindir ki, yapılan günahlardan pişmanlık duyarak, istiğfar edilmelidir.

107

Zarar vermek, inkâr etmek, mü'minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve peygamberine karşı savaş açan (Ebu Amir isimli fasık)m yolunu gözlemek için bir mescid yapanlar: 'Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk' diye yemin ederler. Allah da şahittir ki, bunlar yalancıdırlar. Bunlar, Tebük savaşına katılmayan münafıklardı ve Kuba'daki mescide gidip gelirlerdi. Kuba mescidi ise, Hazret-i Peygamber'in ashabıyla birlikle ilk olarak güven içerisinde namaz kıldığı mesciddir. Cumartesi günü oraya yaya veya binekli olarak gelip, namaz kılar sonra da ayrılırlardı. Bir hadisle şöyle buyurulur: ”Kim güzelce abdest alır, Kuba mescidine gelir ve orada namaz kılarsa, ona umre yapmış kadar sevap vardır." Bir başka hadiste ise: ”Her kim, gösteriş ve desinlerden uzak kalarak bir mescid yaparsa, Allah da ona, cennette bir ev hazırlar" buyurulmuştur.'""

Kurtubî şöyle der: ”Bu mesele, bütün yönleriyle, zahirdeki anlamının dışında bir anlam taşır. Dünyadayken mescid yaptıran kimseye, o mescidin sevabı olarak, âhirette daha büyük ve görkemli bir bina, köşk ikram edilir. Çünkü, yapılan amellerin karşılığı kat kat verilir. İyiliklerin karşılığı on katı olarak verilir." Nitekim bir hadisi şeriften anlaşılacağı üzere bu iyilikler o kadar artar ki, bir tek hurma tanesi, arta arta bir dağ kadar olur. Ancak, bu artışın sağlanabilmesi için, yapılan amellerdeki niyetin samimi olması şarttır. İhlâssız ve samimiyetsiz olarak yapılan amellerin hiçbir sevabı olmaz. Bunlar ne kadar görünürde bir amel yapıyor iseler de, onların Allah katında yararı yoktur. Fakat yapılan mescid, hükmen mesciddir; diğer mescidler gibi ona da saygı ve hürmet gösterilir.

Kâfir bir kimsenin mescid yaptırmasına miisade edilir mi? Bazıları bu soruya, ”evet" diye cevap verirler. Onların dayandıkları delil, Hazret-i Peygamber'in şu hadisidir: ”Allahü teâlâ bu dini, günahkâr bir adamla da yüceltir."

Vahidî, ”Müşrikler Allah'ın mescitlerini imar edemezler. ” (Tevbe: 17) âyetinin tefsirinde şöyle der: ”Bu âyetin işaret ettiğine göre, müşriklerin, Müslümanların mescidlerini imar etmeleri yasaktır. Müşrik olarak ölen kimse, böyle bir vasiyette bulunmuş olsa bile, vasiyyeti kabul edilmez."

Sa'dî Çelebî de şöyle der: ”Alimlerimiz arasında varılan icmaa göre, müşrik adamın o vasiyeti kabul edilmez. Fetva da buna göredir."

Bir kâfir, cami yaptırmakla müslüman olamaz. Bu kâfir camiye hürmet etse bile, Kelime-i şehadeti getirmedikçe durum aynıdır, değişmez. Fakat bir müslüman, kiliseye gitse, oranın yüceliğine, tazim edilmesi gerektiğine inansa, bu adam kâfir olur. Çünkü, sadece niyetle de kâfir olunabilir. İslâm olmak ise, Kelime-i şahadeti söylemeden gerçekleşmez.

Biz tekrar konumuza dönelim. Amr b. Avf oğulları Kuba mescidini yapınca, kardeşleri olan Benû Ganem b. Avf onları kıskanmış ve fitne çıkararak Müslümanların arasını açmak için, Kuba denilen yerde ikinci bir mescid yapmışlardı. Ebû Amir adındaki rahip Şam'dan geldiğinde, onlara bu mescidde imamlık yapacaktı. Bu mescidin inşası tamamlanınca, orada toplanıp, Hazret-i Peygambere ve Müslümanların aleyhine planlar yapmaya başladılar. Daha sonra da. Hazret-i Peygamber'in gelip, orada namaz kıldırmasını istediler. Hazret-i Peygamber bunlara: ”Ben şu anda sefere çıkmak üzereyim ve meşgulüm. Şayet dönersem gelirim ve size namaz kıldırırım" diye cevap verdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük seferinden dönünce, kendisine gelip, mescidlerinde namaz kıldırmasını istediler. Hazret-i Peygamber giymek için gömleğini isteyip dalia sonra da gideceği sırada, işte bu âyet nazil oldu. Bu âyette Allahü teâlâ; müşrikler tarafından yapılan bu mescidin, Müslümanların zararına olduğunu, onların içlerinde gizledikleri inkârlarını pekiştirdiğini, Kuba mescidinde toplanan Müslümanları parçalamayı amaçladığını bildiriyordu. Yeni yapılan bu mescid, müslümanlann bir kısmını oraya çekmek suretiyle, mü'minlerin birliğini bozacaktı. Ayrıca bu mescid, Allah ve Rasûlüne savaş açanların, bir gözetleme yeri olacaktı. Ebû Âmir er-Râhib buraya gelip güya namaz kılacaktı ve bu vesileyle de Hazret-i Peygamber'e karşı koyacaktı.

Ayrıca bu mescidi yapanlar, Allah adına yemin edecekler ve: ”Bu mescidi, iyi niyetle, hayırlara vesile olsun diye yaptık" diyecekler ve o iyi niyetlerinin ise, müslümanlann namaz kılmasını sağlamak ve namaz kılınacak olan yerin geniş olmasını temin etmek olduğunu söyleyeceklerdi. Allahü teâlâ ise, onların yeminlerinin yalan olduğunu çok iyi biliyordu.

Bu âyet inince ve Allahü teâlâ durumu Müslümanlara bildirince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Hamza'nın katili olan Vahşiyi ve bir grubu çağırdı, onlara şöyle emir verdi: ”Halkı zâlim olan şu mescide gidin. Onu yıkın ve yakın!"“" Bunun üzerine bu kimseler hemen mescid-i dırar'a gittiler, bir miktar hurma dalı, ya da lifi alıp tutuşturdular ve mescidi yerle bir ettiler. Bu olay, akşamla yatsı namazı arasında oluyordu. Hazret-i Peygamber, orasının çöplük olmasını, çöplerin ve leşlerin oraya atılmasını emretti. Ebû Amir de Şam'da tek başına ve garip bir şekilde ölüp gitti. Hazret-i Peygamber Medine'ye gittiğinde, Ebû Amir de ona gitmiş ve:

"Getirdiğin nedir?" diye sormuştu. Peygamberimiz ona: ”İbrahim'in dini olan Hanif dinini getirdim" demişti. Ebû Amir:

"Ben de o dindenim" deyince Hazret-i Peygamber: ”Sen o dinden değilsin" buyurmuştu. Ebû Amir:

"Evet, ancak sen, Hanif dininde olmayan şeyleri o dine kattın" demiş.

Hazret-i Peygamber de: ”Öyle yapmadım, (onu daha sonra karışan bâtıl şeylerden arıtıp) tertemiz bir din haline getirdim" demişti. Bu söz üzerine Ebû Amir:

"İkimizden kim yalancı ise, Allah onun, yalnız başına, kovulmuş bir halde ve garip olarak canını alsın!" diye beddua etmiştir, Hazret-i Peygamber de ”âmîn" demişti. Bu adama. Hazret-i Peygamber Ebû Âmir er-Râhib yerine ”el-fâsık" ismini vermiştir. Şam'a yakın bir kasabada kâfir olarak ölmüştür.

Bu hain adamın şerefli bir oğlu vardı. Adı da Hanzala idi. Uhut savaşında şehit olmuştu ve cenazesini melekler yıkamıştı.

108

Orada asla namaza durma! Ey Rasûlüm Muhammed! Münafıklar tarafından yapılan o mescidde sakın namaz kılma! Âyette geçen ”kıyam" dan kasıt, namazdır. Aynı ifade hadiste de geçer. Hazret-i Peygamber: ” Kim Ramazan ayını imanlı olarak ve sevabım Allah'tan isteyerek kıyamda (namaz kılarak) geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır." buyurmuştur.

Hic şüphe yoktur ki, başlangıçtan itibaren takva üzere kurulan bir mescidde namaz kılman daha hayırlıdır. Burada bahsi geçen mescid, Hazret-i Peygamber'in Küba'da yaptırdığı mescıddır. Küba'da kaldığı müddetçe de orada namaz kılmıştır, iste bu mescid, her yönüyle, sınırlarıyla, duvar ve temelleriyle Allah'a olan itaatten dolayı kurulmuştur. Başlangıcında, Allah'a itaat etme kastıyla yapılmıştır.

Buradaki mescidle, Hazret-i Peygamberin Medine'de bulunan mescidinin kastedildiğini belirten bir görüş de vardır. Fakat ilk görüş, daha meşhur olan ve olaya daha uygun görüştür. Çünkü, Kuba'daki mescidle Medinedeki mescidi karşılaştırmak, Kuba'daki iki mescidi birbiriyle karşılaştırmaktan daha uzak bir ihtimaldir.

Haddâdî şöyle der: ”Buradaki ”mesad"ten maksat Kuba mescidi veya Hazret-i Peygamberin mescidinden ikisi de olabilir. Çünkü, takva üzere kurulan mescitler bunlardır." İşte bu mescitlerde namaz kılmak, en evla olandır.

Orada, maddi ve manevi kirlerden

temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da zaten

temizlenenleri sever. Bunlar Ensar dır. Maddi ve manevî her türlü kirlerden, günahlardan ve pisliklerden temizlenmeyi arzu ederler. Allah da kendisini temizleyenler, sever ve onları kendisine yakınlaştırır. Tıpkı, sevenin sevgilisini kendisine yakınlaştırdığı gibi.

Rivayet edildiğine göre, bu âyet indiği zaman, Hazret-i Peygamber yarandaki muhacirlerle birlikte, Kuba mescidinin kapısına kadar gitmiş ve omda durmuş, bıraz oturduktan sonra şöyle sormuştur: ”Ey Ensar topluluğu! Allahü teâlâ sizi sena ediyor. Abdest alırken ve büyük abdestinizi yapınca ne yaparsınız? ” Onlar da: ”Pisliği üç tane taşla gideririz. Sonra da su ile temizleniriz. ” deyince Hazret-i Peygamber: ”Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. ” âyetini okudu. Su ile ilk istinca yapan Hazret-i İbrahim’dir. İstinca (abdesti bozduktan sonra yapılan temizlenme) üç müd (yaklaşık iki litre) su ile olur. Su yoksa taşlarla kurulanır. Önemli olan iyice temizlenmektir. Bu temizlik tek taşla olursa o da yeterlidir. Üç taşla temizlenmezse, taş sayısını artırır. Ensar, ufak abdestten sonra da su kullanırdı.

109

Binasını, Allah'tan korkma ve rızâ kazanma amacıyla kuran mı, yoksa, binasını yıkılacak bir uçurumun kenarına kurup da onunla cehennem ateşine yuvarlanan mı daha hayırlıdır? Buradaki soru ifadesi, inkâr içindir. Tabiî ki, binasını Allah korkusu ve itaat üzerine kuran daha hayırlıdır. Soruda, iki gruptan hangisinin daha hayırlı olduğu soruluyor. Hiç şüphe yoktur ki, Kuba mescidinde olduğu gibi, mescidini Allah rızâsını kazanmak için kuranlar, dalia hayırlı kimselerdir. Allah rızâsının dışında, nifak, inkâr ve mü'minlerin arasını açmak için mescid kuranların, hayırla ilişkilerinin olmadığı açıktır. Âyette geçen ”şefâ" bir şeyin kenarı, ucu demektir. ”Cüruf, dere kenarında sel sularının dibini yalayıp oyduğu uçurum, ”har" da bunun geriden çatlamış ve devrilmek üzere olan bir çeşididir. Arapçada ”hâre'l-Binâe fe'nhâre" denir ki anlamı binayı yıktı, bina da yıkıldı, çöktü, demektir.

Câbir (radıyallahü anh), münafıkların yapmış olduğu bu Mescid-i Dırar'dan dumanların çıktığını söyler.

Haddâdî ise: ”Kim, binasını nehrin kenarındaki uçurumun üzerine yaparsa, o bina nehire yıkılır. Münafıkların yapmış olduğu bu nifak mescidi de, cehennemin kenarına kurulmuş bir bina gibidir. Oraya girenler, cehenneme yuvarlanırlar" demektedir.

Allah, zâlimler topluluğunu asla

doğru yola iletmez. Onları asla kendi kurtuluşlarının ve uhrevî menfaatlarının olduğu yöne iletmez. Aslında zulüm; Allah için yapılacak olan ibadeti ve O'na gösterilecek olan sevgiyi, dünyevî istekle değiştirip, dünyayı istemek ve dünya peşinde koşmaktır. Gerçek sevgi ve sadakatin Allah'a gösterilmesi gerekirken, bu sevgi ve sadakati dünyaya göstermek, zulmün tâ kendisidir.

110

Yaptıkları o bina, kalblerinde bir şüphe olarak kalacaktır. Tâ ki kalbleri paramparça oluncaya kadar. Onların yapmış oldukları bu mescid, yapılmış ve yıkılmış olarak, kalplerinde bir şüphe halinde kalacaktır. Bunun sebebi ise, dinde şüpheye düşmüş olmalarıdır.

Bu durum, kalbleri paramparça olup idrak kabiliyetlerini kay bed inceye kadar devam edecektir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: ”Yaptıkları bina da, gönüllerini bir şüphe halinde her zaman işgal edecektir. Ne zaman ki gönülleri paramparça olur, o zaman o şüpheden kurtulurlar. Aksi durumda, şüpneden kurtulmaları imkânsızdır." Bu ifade, ölünceye kadar onların kalblerinden kuşkunun gitmeyeceğini belirtmektedir.

Allah alimdir koymuş olduğu yasayı çok iyi bilendir. O mescidin yıkılması ve münafıkların nifaklarını ortaya çıkarmak için verdiği emir ve hükmünde ise

hâkimdir, hikmet sahibidir. Bütün bunları hikmetiyle yapmıştır.

Âyetten birçok neticeler elde ediyoruz:

1) İnkârı ezelî ve köklü olan bir kimseyi, Allahü teâlâ'nın tekrar imtihana tâbi kılması, onun sadece sapıklığını, inkârını ve kinini artırır.

2) Hazret-i Peygamber, insanların ateşe düşmelerini istemiyor ve onları ateşten uzak tutmaya çalışıyordu. Mescid-i Dırar'ı onun için yıktırdı. Eğer onu yıktırmasaydı, bunun zararı herkese dokunacaktı.

Hadiste şöyle buyurulur: ”içimden öyle geçirdim ki birisine, insanlara namaz kıldırmasını emredeyim de cemaate gelmeyenleri göreyim, evlerini yakayım."

Hazret-i Peygamber'in bu ifadesi, cemaatle namaza gitmeyenlerin evlerinin yakılmasına cevaz vermektedir. Sünnet-i müekkedeyi terkedenin evi yıkılabileceğine göre, farzları terkedenlerin durumları ne olur acaba?

111

Rivayet edildiğine göre, Mekke'deki Akabe gecesinde. Hazret-i Peygamber'e Ensar'dan yetmiş kişi biat edeceği zaman Abdullah b. Revaha şöyle demişti: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Rabbin ve kendin istediğin şartı koş." Hazret-i Peygamber de: ”Rabbime, ona ibadet etmenizi ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için ise, kendinize ve malınıza gelmesini istemediğiniz şeyden beni de korumanızı şart koşuyorum" demişti. Bunun üzerine Abdullah b. Revaha: ”Bunu yaparsak bize ne var?" diye sorunca, Hazret-i Peygamber: ”Cennet" diye cevap vermiştir. Ensar: ”Alışveriş kârlı oldu. Ne anlaşmayı bozarız, ne de feshederiz" dediler. İşte bunun üzerine aşağıdaki âyet indi:

Şüphesiz ki Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Cennet karşılığında canları satın alınanlar, münafıklar ve kâfirler değillerdir. Onlar bu alışverişe hazır değillerdir.

Hasan-ı Basrî bu konuda şöyle diyor: ”Kazançlı bir alışverişe bakınız.

Allahü teâlâ, her mü'min ile bu alışverişi yapmıştır. Yeryüzünde hiçbir mü'min yoktur ki, bu alışverişe dahil olmuş olmasın."

Ayette geçen ” canlar" dmı kasıt, insanların vücutlarıdır. Çünkü vücutlar, ruhların kemale erişebilmesi için gerekli olan vasıtalardır. ”Mallar"dan kasıt ise, vücudun varlığını sürdürebilmesini sağlayan vasıtalardır.

İşte mü'minler, canları ve mallarıyla yaptıkları cihad karşılığında, cenneti hak etmişlerdir. Eğer: ”Bir kimse, kendi mülküyle başkasının mülkünü nasıl satın alabilir? Halbuki kul da, mülk de efendinindir" diye sorulacak olursa, bunun cevabı şudur: ” Bu ifadeler, mü'minleri savaşa teşvik içindir. Burada mü'minlere iltifat vardır. Onları itaata çağırmaya, mâlî ve bedenî hayırlar yapmaya teşvik ve her şeyin karşılığının verileceğine dair tekid vardır. Tıpkı: ”Allah'a kim güzel bir ödünç verir" (Bakara: 245) âyetinde olduğu gibi. Burada da, sadaka vermeye, başkalarına yardımda bulunmaya teşvik için ödünç verme zikredilmiş, bununla sadaka kastedilmiştir. Çünkü borcun, aynı şekilde geri ödenmesi gerekir. Sanki Allahü teâlâ, varlığın aslî sahibi değilmiş gibi davranmaktadır. Burada Allah müşteri, mü'min ise satıcı durumundadır. Mü'minin malı ve bedeni ise, satışın esası olan mal konumundadır. Cennet ise, bu alışverişin vasıtası olan ücrettir, değerdir. Bütün bunlar, kulları iyi şeylere teşvik içindir.

Ca'fer-i Sâdık şöyle der: ” Ey insanoğlu! Kendi değerini bil. Yüce Allah senin değerini bildiği için, senin karşılığında, cennetten başka bir şeye razı olmadı."

Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler ve öldürülürler. Âyetin bu bölümü önceki bölümünü açıklamaktadır. Burada sanki: ”Canlarını ve mallarını, cennet karşılığında nasıl satıyorlar?" diye sorulmuş cevaben: Onlar Allah yolunda savaşırlar, canlarını ve mallarını feda ederler. ”Öldürürler" ifadesinden kastedilen, savaşan gazilerdir ki, onlar için cennet vardır. ”Öldürülürler" den kasıt ise, şehitlerdir. Bunlar için de cennet vardır. Artık satıcı yani Allah yolunda savaşıp malını ve canını feda eden kul, teslim edilen malın karşılığını almaya hak kazanmıştır. Kufe'li Ebû Ali şöyle der:

Adıı cennetinde, Tûbâ gölgesinde bulunan Yüksek binaların yüksek kubbesini kim satırı alır. Orayı gösteren Mustafa, orasını dilediğine satan Allah'tır. Cebrail ise, oraya çağıran ve davet edendir.

Bu, Allah'ın Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da olan gerçek va'didir. Bu durum, Kur'ân'da böyle olduğu gibi, İncil ve Tevrat'ta da böyledir. Yani, Allahü teâlâ'nın, kendi yolunda savaşanları cennete koyacağına dair va'di, bütün semavî kitaplarda mevcuttur.

Kim, Allah'tan daha çok sözünde durur? Öyleyse, yapmış olduğunuz bu alışverişe sevinin! Büyük kurtuluş da budur işte. Buradaki soru, inkâr ve red anlamına gelir. Hiçbir kimse, sözünü yerine getirme konusunda Allah'tan daha ileri olamaz. Çünkü Allah, her şeye kadirdir, başkaları ise âcizdirler. Yani O'nun yolunda savaşıp cenneti kazanmış iseniz, sevininiz. Mutlu olunuz. Bu sizin hakkınızdır.

Haddâdî şöyle der: ”Kendi nefislerinizi Allah'a sattığınız için sevininiz. Çünkü Allah'tan daha yüce müşteri, cennetten de daha büyük karşılık olamaz."

Âyette ki ”baye'tüm bih" tabiri, alışverişlerini iyice pekiştirmek içindir. Çünkü, fâni olan kul ile, bakî olan Allah arasında geçen bir alışveriş gerçekleşiyor. Bir de alış-verişe konu olan can ve mal da cennet de Allah'ındır. İşte burada canlar ve mallar verilmek suretiyle kazanılan cennet gerçek kurtuluş yeridir. Ondan daha büyük bir kurtuluş yoktur. Çünkü, fânî olan varlık mukabilinde bakî olan cenneti kazanılıyor.

Biliniz ki, bütün varlık Allah'ın mülküdür ve ona boyun eğer. Allah, mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur. Yaptığı tasarruflardan dolayı sorgulanmaz. O herkesi sorgular. Bununla birlikte, mü'minlerin nefislerini, kendi katında değerli olduğu için yüce katından bir lütuf olmak üzere satın alır.

Yine biliniz ki, ecel hükmedilmiş ve kesindir, rızık ise, paylaştırılmış ve bellidir. Bütün nefisler de ölümü tadacaktır. Cennet ise kılıçların gölgeleri altındadır. Canlıların şehit olmaları, Allah katında bir gerçektir. Onların ruhları, cennette hazırlanmış yeşil kuşların kanundadır. Cennette istedikleri yerde barınırlar. .Şehidin bütün hata ve günahları bağışlanır. Yine şehit, kendi aile ve yakınlarından yetmiş kişiye şefaat eder. Kıyamet günündeki çok büyük korkudan emindir, ölümün ve haşrin sıkıntı ve belâlarından kurtulur ve ölüm acısını duymaz. Şâir ne güzel söyler:

Ey dünya He sarmaş dolaş olan kişi, orada kalmak yoktur. Orada aklanmış ve aldatmış olarak akşamlayıp, sabahlarsın. Erkenden firdevs cennetiyle sarmaş dolaş olmak için, Dünya ile olan iç içeliğini keşke bıraksaydın:

Huid cennetinde ikamet etmek istiyorsan, Âteşten emin olmamalısın."

112

Bunlar; şirkten, münafıklıktan, büyük ve küçük bütün günahlardan

tevbe edenler dir. Tevbe, bir şeyden dönmek, vazgeçmek demektir. Bir günah işledikten sonra hemen tevbe yapılması vaciptir. Bundan önce ise, dönülen yani, tevbe edilen günahın, günah olduğunu bilmek gerekir. Tevbenin kabulü için dört şey gerekir:

1) Fâsıklardan ayrılmak,

2) Sâlihlere katılmak,

3) Allah'a ibadet ve itaata başlamak. Eğer tevbe, samimi bir şekilde yapılmışsa, görürsünüz ki bedenin organları, niçin yaratılmışlarsa, onu yaparlar, yaratana boyun eğerler. Ağacın kökü sağlam olunca, dallarının meyve vermesi gibi.

4) Dünya sevgisinden uzaklaşmak.

ibadet edenler, samimi ve ihlâslı bir durumda Allah'a ibadet edenler. İbadet; Allah'ın yüceliğini hissettirmek üzere yapılan davranışlardır.

Hamd edenler, ikram etmiş olduğu nimetlerden dolayı Allah'a hamd edenler, O'nun nimetlerine şükredenler, Allah'ı, şanına lâyık isim ve sıfatlarla övenler. Bilinmelidir ki, insanın tevhid esasını kabul etmeye muvaffak kılınması, yüce Allah'ın en büyük nimetidir. Onun için her mü'min şu ifadeleri dilinden düşürmemelidir: ”Elhamdü lillâhi alâ dini'l-İslâm ve tevfikil iman." (İslâm'a ve imana ulaşma şerefinden dolayı, Allah'a hamd ederim.)

Mücâhid, ”Allahü teâlâ şükredenleri bilmez mi? ”(Enam: 53) âyetinin tefsirinde şöyle der: ”Bunlar, tevhid esasına inandığına şükredenlerdir."

Seyahat edenler... İbn Abbas (radıyallahü anh), Kur'ân'da geçen bütün 'seyahat' ifadesinin, oruç anlamına geldiğini söyler. Hadiste de: ”Ümmetimin seyahati, oruçtur" buyurulur. Şair'in şu şiirindeki ”saihan" kelimesinin de oruç anlamında olduğu gibi:

Onu gece gündüz namaz kıldığını,

Oruç tutarak Allah'ı fazlaca andığını görürsün.

Orucun seyahata benzetilmesinin sebebi, insanları şehvetlerinden alıkoymasıdır. Seyahata çıkan insan, birtakım isteklerine ulaşamaz. Oruçlu da öyledir. Onun için bu benzetme yapılmıştır. Oruç, nefsânî bir riyazettir. Mülk ve melekütün gizliliklerine, oruç vasıtasıyla ulaşılır. Tıpkı seyahat edenin, bilmediği ve görmediği yerleri görüp bilmesi gibi.

Atâ şöyle der: ”Ayetteki seyahat edenlerden kasıt, 'Allah yolunda savaşan gazilerdir. Bunlar, birçok yollar ve yerler katederler. Neticede küfür diyarlarına ulaşırlar ve onlarla cihad ederler."

İkrime: ”Bunlar, ilim elde etmek için ülkeden ülkeye koşan ilim meraklısı öğrencilerdir" demiştir. Câbir, bir tek hadis öğrenmek için, Medine'den Mısır'a gitmiştir. Bir kimse yolculuk etmedikçe kâmil yani olgunluğa erişmiş sayılmazdı. İnsan bir yerlere göç etmeden dileğine ulaşamaz.

Rükû edenler, secde edenler... Rükû ve secde edenlerden maksat namaz kılanlardır. Çünkü namaz da bu iki fiilin ibadet ciheti diğerlerine nisbetle daha açıktır. Bir insanın ayakta durması ve oturması (kıyam-kuûd) olağan durumlardandır. Rükû ve secde olayı ise, normal âdetin dışında yapılan hareketlerdir. Bu iki fiil (rükû ve secde) sadece ibadet kastıyla yapılır. Bu da namazdır.

iyiliği emredip kötülüğe engel olanlar... İman ve ibadet gibi iyilikleri emredip, şirk ve günah gibi şeylere mani olanlar.

Haddâdî şöyle der: ”Ma'rûf (iyilik) Hazret-i Peygamberin sünneti, münker (kötülük) ise bidattir." İbn Mâlik, Hazret-i Peygamber'in 'her bidat sapıklıktır' sözü hakkında şöyle der: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yapmadığı ortaya atılan her yeni şey sapıklıktır. Çünkü sapıklık, doğru yolu bırakıp, başka yollara gitmektir. Doğru yol ise şeriattır."

Bu hükümden, güzel bidat (bidat-ı hasene) ayrı tutulmuştur. Nitekim Hazret-i Ömer teravih namazı hakkında: ” Ne güzel bidattir" demiştir.

İlim adamları, beş çeşit bid'at olduğunu söylerler:

1) Vacip olan bidat: Dinsizlerin ve diğerlerinin şüphelerini gidermek için ilmî ve mantıkî deliller getirmek.

2) Mendup olan bidat: Kitap yazmak ve medreseler yapmak... gibi.

3) Mubah olan bidat: Yemek ve buna benzer şeylerin çeşidini artırmak gibi.

4,5) Mekruh ve haram olan bidatlar: Bunlar da bellidirler.

Ve Allah'ın koyduğu sınırlara riayet edenlerdir. Bunlar da, Allahü teâlâ'nın belirlemiş ve bildirmiş olduğu hakikatleri yaşayanlar ve insanların da yaşamasını sağlamaya çalışanlardır. Bu şer'î mükellefiyetler bu âyette sayılanlardan ibaret değil, çok fazladır. Birçok kısımdır. Bütün bu hakikatları sayıp dökmek için, ciltler dolusu kitaplar yazmak gerekir. Yüce Allah, mükellefiyetlerle ilgili diğer hususları kısaca ”Allah'ın koyduğu sınırlara riayet edenler" şeklinde ifade etmiştir.

Mükellefin fiilleri iki kısımdır:

1) Vücut organlarının fiilleri,

2) Kalbin fiilleri. Fıkıh kitaplarında organların amelleriyle ilgili mükellefiyetler uzun uzadıya açıklanmıştır. Kalbin amelleri konusunda ise, fıkıh kitaplarında pek az şey vardır. Ancak, kelâm kitaplarında bu konuyla ilgili bazı bilgiler bulmak mümkündür. Bu konudaki bazı bilgileri ise, İmam Gazâlî ve benzerleri, ahlâk ilmi başlığı altında incelemişlerdir. Bütün bunlar, Allahü teâlâ'nın ”Allah'ın koyduğu sınırlara riâyet edenler" ifadesi içerisinde mevcuttur.

Haddâdî şöyle der: ” Âyette belirtilen bu sıfat, kulların Allah'a itaatlarını, O'nun emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçmayı en mükemmel şekilde ifade etmektedir. Çünkü Allah, emir, nehiy ve mendup olan konuların hududunu açıklamıştır. Bazı şeyleri yapmaya kulu teşvik etmiş, ya da serbest bırakmıştır. Kul, bunlardan dilediğini seçebilir. Allah'ın emir ve yasaklarına uyup, onları yerine getirir, Allah'ın dilediğine uyarsa, işte o zaman, Allah'ın sınırlarına riayet etmiş olur."

Rivayet edildiğine göre, Halef b. Eyyûb hanımına, gecenin bir bölümünde, çocuğunu emzirmemesini emretmiş ve ”iki yıl doldu" demişti. Ona, ”Niçin bıraktırdın? Bu gece de enızirseydi ya?" dediklerinde, onlara: ”Allah'ın koyduğu sınırlara riayet ederler" âyeti nerede kaldı?" diye cevap vermişti.

Mü'minleri müjdele! Bahsedilen bu faziletlere sahip olanları müjdele. Ayette, ”müminler" kelimesi yerine ”Onları müjdele" denilebilirdi. Fakat Allahü teâlâ, mü'minlerin imanlarına dikkat çekmek için, zamir kullanmamıştır. Neyin müjdeleneceği de, tazimden ötürü hazfedilmiştir. Sanki denmiştir ki: Sözle anlatılamıyacak ve bilinemeyecek derecede yüce bir şeyle müjdelendiniz.

113

Ne peygamber, ne de mü’minler, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dileyemezler. Yüce Allah'ın hükmüne ve hikmetine göre, ne peygamberin ve ne de müminlerin, cehenneme gideceği belirtilmiş olan bir müşrik için, bağışlanma dileğinde bulunmaları doğru olmaz. Bu müşrik, onların yakınlarından birisi dahi olsa, durum yine aynıdır. Bu cehennemlik kişinin, cehennemlik olması, ya küfür üzereyken ölmesiyle anlaşılır, ya da bu şekilde öleceği vahiy gelmesiyle.

Rivayet edildiğine göre, Ebû Tâlib'in hastalığı artınca, Kureyş'liler kendi aralarında şöyle konuşmuşlar: ” Hamza ve Ömer müslüman oldular. Muhammed'in dini Kureyş kabileleri arasında yayıldı. Gelin Ebû Tâlib'e gidelim ve yeğenine karşı bize yardımda bulunmasını isteyelim. Bu yaşlı adam ölürse, içimizden biri Muhammed'i öldürür, bu bizim için kötü olur ve Araplar bizi ayıplarlar. 'Amcası ölünceye kadar onu bıraktılar, sonra da alıverdiler' derler." Bu konuşmalardan sonra, aralarında Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, Ebû Cehil, Umeyye b. Halef ve Ebû Süfyan'ın da bulunduğu ileri gelenler grubu, toplanıp Ebû Tâlib'e gittiler. İçlerinden birini gönderip Ebû Tâlip'ten: ”Senin kavminin ileri gelenleri yanına girmek için senden izin istiyorlar" diyerek izin istemişti. O da: ”Buyursunlar, gelsinler" demişti.

Adamlar içeri girip şöyle dediler: ”Ey Ebû Tâlib! Sen bizim büyüğümüz ve efendimizsin. Başına gelen bu hastalıktan korkuyoruz. Yeğeninle aramızdaki olayları da biliyorsun. Ona söyle de, dinimizi bıraksın, biz de onun dinini bırakalım. Ebû Talip Hazret-i Peygamber'e haber gönderdi, o da Ebû Tâlib'in evine geldi. Hazret-i Peygamber Ebû Tâlib'in yanına varınca, toplulukla Ebû Tâlib arasında bir kişinin sığabileceği bir boşluk vardı. Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber'in bu boş yere oturarak kendisinden daha üstte olmasından korkmuş bunun için hemen oraya oturmuştu. Hazret-i Peygamber de, Ebû Tâlib'e yakın yer bulamayarak, hemen kapının yanında oturuverdi.

Ebû Tâlib şöyle dedi: ”Ey yeğenim! Bunlar senin kavminin ileri gelenleridir. Senden istediklerini ver ki, sana insaflı davransınlar. Onlar, kendilerinin tanrılarına sövmekten vazgeçmeni istiyorlar. Buna uyarsan seni ilâhınla başbaşa bırakacaklar." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara:

"Söyleyin bakalım: Ben size istediğinizi verirsem, siz de bana istediğim bir kelimeyi verir misiniz ki, bu bir tek kelime ile Araplara hakim olursunuz, acem de size boyun eğer. ” dedi. Ebû Cehil ortaya çıktı ve: ”Sana hem o sözü veririz hem de yanında on mislini veririz. O söz nedir?" diye sordu. Hazret-i Peygamber de:

"Lâ ilahe illallah diyeceksiniz ve Allah'tan başkasına kulluktan sakınacaksınız" dedi. Onlar da ellerini birbirine vurarak: ”Ey Muhammed! Bizden başka bir söz iste" dediler ve içlerinden biri şöyle dedi: ” Vallahi bu adam size, istediğiniz şeyi vermez. Atalarınızın dini üzere devam edin. Tâ ki Allah, sizinle onun arasında bir hüküm verinceye kadar." Daha sonra da dağılıp gittiler.

Bunun üzerine Hazret-i Peygamber amcasına şöyle dedi: ”Ey Amca! Sen de kelime-i şahadeti söyle de Allah katında onunla sana şahitlik edeyim." Ebû Talibin cevabı ise: ”Ey Yeğenim! Sana karşı utandığından dolayı iman etti demeleri korkusu ile bir de Kureyş'in 'ölümden korkarak iman etti' zanlarından da çekinmeseydim, kelime-i şehadet getirirdim" şeklindeydi. Bu diretme üzerine Hazret-i Peygamber: ”Yasaklanmadığım müddetçe, senin bağışlanmanı istemeye devanı edeceğim" dedi. Çünkü o, Hazret-i Peygamber'i korumuş ve ona yardım etmişti. Hazret-i Peygamber de, bu âyet nazil oluncaya kadar, onun bağışlanması için dilekte bulunmaya devam etmiştir.

114

İbrahim'in, babası için af dilemesi ise, sadece ona verdiği sözü yerine getirmesi içindi. İbrahim Peygamberin, babası Azer için bağış dilemesi, onun imana gelmesi ve hidayet bulması için verdiği bir sözden dolayı idi. O babasına: ”Rabbimden senin bağışlanmam dileyeceğim" (Meryem: 47) demiş ve onun imana gelmesini arzu lamı ştı. Çünkü o zaman, durum belli değildi.

Fakat babasının, Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan vazgeçti. Gerçekten İbrahim, çok niyaz eden ve halim selim bir insandı. İbrahim Peygamber'e, babasının inkarcı olmakta ısrar ettiği, sonsuza dek mü'min olmayacağı vahiy yoluyla bildirildikten sonra, onun için bağışlanma dileğinde bulunmaktan tamamen vazgeçti. Çünkü babasının Allah'ın düşmanı olduğu bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştı.

İşte bütün bunlardan sonra, İbrahim (aleyhisselâm), babasının bu durumda ölmesine ve ona bağışlanma dileğinde bulunamayacağına çok üzülmüştü. Babasına karşı da çok merhametli ve acıma duygusuna sahipti. Fakat bu duyguları fayda vermemişti. Çünkü babası, inkâr üzere ölmüştü. Kendisine yapılan eziyetlere karşı çok sabırlıydı. Bunun için babasına da çok merhametli davranmıştı. Bu merhametinden ötürüdür ki, babasının ona duyduğu kin ve kendisine çıkardığı zorluğa rağmen, yine de o, babasının bağışlanmasını diliyordu.

Hazret-i Peygamber de, müşrik olan amcası için bağışlanma dileğinde bulunuyordu. Tıpkı, İbrahim Peygamber'in müşrik olan babasının bağışlanmasını istediği gibi. Daha sonra, inkarcılar için bu tür isteklerde bulunmak yasaklandı. İşte aşağıdaki âyet inmek suretiyle, daha önce ölen müşrik akrabaları için istiğfarda bulunanların, bu durum yasaklanıncaya kadar hatalı davranmış olmadıkları açıklanmış oluyor.

115

Allah, bir milleti doğru yola ilettikten sonra, o millete, kaçınmaları gereken şeyleri açıklamadıkça, onları doğru yoldan saptırmaz.

Bir milleti, doğru yola ilettikten sonra, onları sapıklıkla vasfetmesi ve buna göre hükümler uygulaması Allahü teâlâ'nın şanından değildir. Tâ ki, o millete açık olarak, ya da delâlet yoluyla vahy edilerek doğru yol bildirilmiş olsun. Bir millete, sakınmaları ve dinde mahzurlu olan bildirildikten sonraki fiillerinden hesaba çekilir, daha önce yaptıklarından dolayı hesaba çekilmezler ve sapıklar grubundan da sayılmazlar. Çünkü onlara, gerçekler bildirilmiş değildi.

Bu âyetin ifadesine göre, bir insan, aklıyla bulamıyacağı şeylerin yerine getirilmesinden sorumlu tutulamaz.

Gerçekten Allah, her şeyi bilir. Her şeyi tam anlamıyla bilen sadece Allah'tır. Onun içindir ki, insanların akılları yoluyla bilemeyecekleri iyi ve çirkin şeyleri, kendilerine Allah'ın bildirmesine ihtiyaçları vardır. Burada olduğu gibi, Allahü teâlâ o bilgileri de vermiştir.

116

Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, hayat verir ve öldürür. Allah'tan başka, ne bir dostunuz ve ne de bir yardımcınız vardır.

Göklerin ve yerin gerçek sahibi Allah'tır ve O'nun ortağı da yoktur. Canlıları öldüren, ölüleri dirilten de yine O'dıır. Yeryüzündeki hayatları ve ölümleri, cesetleri ve kalbleri yoktan var eden O'dıır. Yüce Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve yardımcınız yoktur. Allah, insanın yakınları bile olsa, müşrikler için istiğfarda bulunmayı yasaklayınca Allah, kendisinin her şeyin sahibi olduğunu ve her türlü tasarrufu da kendisinin yaptığını, her şeye galip olduğunu, insanlara gelen her türlü yardım ve dostluğun, sadece O'ndan olacağını, onun için sadece O'na yönelmeleri ve O'ndan başkasından uzak durmaları gerektiğini bildirmiştir ki artık kendileri için, yaptıkları ve yapmadıkları her şeyde Allah'ın dışında bir maksadları olmasın.

es-Sîretül-Halebiyye'de şunlar yazılıdır: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in annesine istiğfarda bulunmaktan menedilmesini şöyle değerlendirmek gerekir: 'Fetret zamanında, kim dinini değiştirirse, ya da putlara tapınırsa, o kimseye azap olunur' sözüne dayanmaktadır. Oysa bu, zayıf bir görüş olup, akıl yoluyla iman ve tevhidin vacip olduğuna dayanır. Ehl-i sünnet ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü ise, 'peygamber göndermeden iman ve tevhid vacip olmaz' şeklindedir. Araplara da Hazret-i İsmail'den sonra peygamber gönderilmemişti. Hazret-i İsmail'in peygamberliği de, diğer peygamberler gibi ölümüyle sona ermiştir. Ölümden sonra da mesajının bakî kalması durumu Hazret-i Peygambere mahsus bir özelliktir. Öyleyse, fetret devrinde Arapların sorumlu okuyacakları açık bir gerçektir. Onlar, dinlerini değiştirmiş ve puta tapmış bile olsalar durum değişmez."

Burada adı geçen grubun cezalandırılacağına dair olan hadisler, tevile ihtimali vardır veya İslâm'a teşvik için söylenmiştir. Hazret-i Peygamber'in anne ve babasına gelince, cumhurun görüşüne göre onlar, kurtulmuşlardır. Çünkü, fetret ehlindendirler. Fetret ehli demek, kendileri zamanında bir peygamber gelmeyen kimseler demektir. Bu konudaki âyet de şudur: ”Rasûl göndermedikçe azap etmeyiz" ( İsra: 15).

117

And olsun ki Allah; peygamberi ve güçlük saatinde ona uyan Muhacirlerle Ensâr'ı, içlerinden bir kısmının kalpleri neredeyse sapacak duruma geldikten sonra tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbelerini kabul etti.

İbni Abbas (radıyallahü anh) bu konuda şöyle diyor: ”Hazret-i Peygamber'in affedilmesi, onun münafıkların savaştan geri kalmalarını affetmesi do kıy ısıyladır. Bu günah, zelle cinsinden bir günahtır. Çünkü peygamberler, küçük ve büyük günah işlemekten korunmuşlardır. Günah işleyen kimseler heybet ve azametlerinden bazı şeyler kaybederler ve müminlerin gözünde saygınlıkları azalır. Peygamberler ise, heybet ve azametli olmak durumundadırlar. Bu sebeple de, cüzzam ve buna benzer nefret verici hastalıklardan korunmuşlardır. ”'Zelle"nin anlamı; haktan bâtıla sapmak değil, en üstün olandan, üstün olana yöneliştir. Bundan dolayı peygamberler, yaptıkları zelleler için, Allah katındaki şan ve mevkilerinden dolayı kınanırlar. Bu kınama Allah tarafından yapılır."

Ebû Sa'îd el-Harrâz şöyle der: ” İyilerin iyilikleri, mukarrebûnun kötülükleri mesabesindedir."

Ensâr; Hazret-i Peygamber Mekke'den Medine'ye göç ettiği zaman, kendisini karşılayıp misafir edenlere verilen sıfattır. Bu isim İslâmîdir ve Allah tarafından Evs ve Hazrec kabilelerine verilmiştir. Bu kabileler. Hazret-i Peygamber'e yardım etmeden ve Kur'an inmeden önce, bu isimle anılmıyorlardı. Ensâr'ı sevmek vacip olup, imanın belirtisidir. Hadiste şöyle buyurulur: ”Müminin belirtisi, Ensâr'ı sevmek, münafığın belirtisi de Ensar'a buğzetmektir."

Hazret-i Peygamber'in belirttiğine göre Muhacirler, Ensar'dan daha faziletlidir. Hadiste: ”Hicret olmasaydı, Ensardan bir fert olurdum" buyurulur. Bu ifadeden maksat, Ensar'a ikramda bulunmak, onlara değer vermektir. Çünkü, Allah katında, hicretten sonra O'nun dinine yardım etmekten daha yüce bir rütbe yoktur.

Ayette geçen 'ona uyanlar' tabirinden kasıt da, Hazret-i Peygamber'e uyarılar ve ondan geri kalmayanlardır. ”Güçlük saatinde" tabiri, Tebük savaşının gerçekleştiği zamandır. Çünkü o zaman, müslüınanlar büyük güçlüklerle karşılaşmışlardı. Sıcak fazlaydı, binek o kadar azdı ki, bir deveye on kişi sıra ile biniyordu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) der ki: ” Çok sıcak bir günde çıkmıştık. Korkunç bir susuzluk yaşamıştık. Bizden birisi devesini keserek, işkembesini sıkar, elde ettiği suyu içerdi." İşte bu zorluklardan dolayı Tebük Savaşına ”Zorluk Savaşı" adı da verilmiştir. Bu savaşa katılıp savaşanlara da, 'zorluklar ordusu' adı verilmişti. Hazret-i Peygamber'in ashabı zorluk anında ona uydukları için methedilmişlerdir. Durum böyle olmasına rağmen, o yüce insanlar bile tevbeye muhtaçtırlar. Diğer insanların durumunu artık siz düşünün!

Tebük savaşında Hazret-i Peygamberle bulunan bir grup, karşılaştıkları zorluklara dayanamayıp, izinsiz olarak, zamanından önce savaş yerinden ayrılmayı arzular olmuşlardı. Fakat onlar da sabretmişler ve neticede mükâfatlarına ulaşmışlardı. İşte Allahü teâlâ, onların da tevbelerini kabul etmiş, günahlarını bağışlamıştı. Çünkü onlar da çok büyük zorluklarla karşılaşmış ve sabretmesini bilmişlerdi. Bu sabrın karşılığı olarak da, tevbeleri kabul olunmuştu.

Gerçekten Allah, onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir. Allahü teâlâ'nın şefkat ve rahmet sıfatı, tevbe ve affın dinamiklerindendir. Yüce Allah'ın kullarına olan rahmetlerinden birisi de, sevgili peygamberini göndermesi ve ona mucizeler vermesidir.

Rivayet edildiğine göre Tebük savaşına katılanlar, Hazret-i Peygambere dert yanarak, su sıkıntısı çektiklerini bildirmişlerdi. Ebû Bekir (radıyallahü anh) şöyle demişti: ”Ey Allah'ın elçisi! Allahü teâlâ seni hayır duada bulunmaya alıştırmıştır. Gel bize de duâ et!" Hazret-i Peygamber de ”Öyle mi istiyorsun? ” diye sorunca, Ebû Bekir ”evet" demişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber ellerini kaldırarak duada bulunmuş, yağmur bulutu gelip yağıncaya kadar ellerini indirmemiştir. Bunun üzerine, bütün insanların suya kanmasına ve ihtiyaçları kadar su elde etmelerine kadar yağmur yağdı. Bu yağmur sadece, askerlerin bulunduğu bölgeye yağmıştı."

Yine rivayet edildiğine göre, Tebük savaşma katılanlar, bir gün suyu olmayan kayalık bir yerde bulunuyorlardı ve neredeyse atlar ve insanlar, susuzluktan perişan olacaklardı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber orada bulunan bir su kabı için: ”Şu su kabının sahibi nerede?" diye sordu. ”İşte burada Ey Allah'ın elçisi" dediler. ”Getir bana onu" buyurdu. Su kabını kendisine getirdiler. İçerisinde bir damla kadar su vardı. Parmaklarını üzerine koyar koymaz, parmak aralarından on göze halinde sular çıkıverdi. İnsanlar toplanıp sularını içtiler, artan suyu da bineklerine içirdiler. Orduda: 12.000 at, 15.000 deve ve 30.000 insan vardı.

Yine rivayet edildiğine göre. Tebük savaşında açlıkla karşılaşan müslüınanlar, Hazret-i Peygamber'e gelerek: ”Ey Allah'ın Elçisi! İzin verseniz de, şu hayvanlarımızı kesip, birazcık yağlansak yani açlığımızı gidersek" derler. Hazret-i Ömer ise: ”Eğer öyle yaparsan, bineklerimiz yok olur, fakat duâ et de Allah onların azıklarını artırsın, bereketleri artsın" der. Hazret-i Peygamber de bunu kabul ederek bir deri (sahtiyan) parçası istedi. Sonra onu yaydı, herkesin kalan azıklarını getirip oraya koymasını istedi. Biraz sonra, adamın biri, bir avuç mısır, birisi bir avuç hurma, bir diğeri de bir avuç değişik yiyecek getirerek derinin üzerine koydular. Hazret-i Peygamber bunların bereketlenmesi için duâ yaptı ve ”kaplarınızı alın" buyurdu. Kaplarını dolu olarak alıp yediler ve orduda doymayan hiçbir kimse kalmadı. Bir miktar da arttı. Daha sonra Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: ”Şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve ben O'nun Rasûlüyüm. Şüphe içerisinde olmayan bir kul bu inanç üzere Allah 'a kavuşursa, Allah da onu cenennemden korur."

118

Ve savaştan

geri bırakılan üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allahü teâlâ, durumları geciken ve haklarında vahiy gelinceye kadar durumları kesinlik kazanmayan üç kişinin tevbesini de kabul buyurdu. Bu üç kişi, şâir Kâ'b b. Mâlik, Murare b. Rebi' ve Hilâl b. Ümeyye el-Ensârî idi.

Bütün genişliğine rağmen, dünya kendilerine dar gelmiş, canları sıkıldıkça sıkılmış ve Allah'tan kurtuluşun ancak Allah'a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Dünya o kadar geniş olmasına rağmen, o üç kişiye dar gelmeye başlamıştı. Durum bu aşamaya gelinceye kadar, onlar hakkındaki hüküm geciktirilmişti. Bu üç kişiyle insanlar konuşmayı kesmişlerdi, onlara selâm bile vermiyorlardı. O üç kişi, ölmelerinden ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile müslümanlann cenaze namazlarını kılmayacaklarından korkuyorlardı. Âyet-i kerime onların şaşkınlıklarını ifade etmektedir. Sanki onların kendilerini sakinleştirecek ne bir kararları ve ne de sığınılacak bir yerleri vardı. Bu üç kişinin canları sıkıldıkça sıkılmış ve kalbleri gam ve yalnızlığın son noktasına varmıştı. Sığınacakları bir insan kalmadığı gibi, rahat ve huzurları gitmişti. İşte o zaman kesin olarak anladılar ki, Allah'ın gazabından kurtulmak için, yine O'nun rahmetine sığınmak gerekiyor.

Önceki ilim adamlarının bazıları şöyle diyorlar: ”Üzerinde nimetler görülen kimse, Allah'a hamdetmeyi artırsın. Sıkıntısı artanlar, istiğfarı artırsın. Bilmiş olunuz ki, tevhid denizine dalan, Allah'tan başka varlık göremez. O'ndan başkasına sığınamaz. Ne şekilde olursa olsun, O'ndan başkasına da kaçış yoktur."

Sonra (eski durumlarına) dönmeleri için, Allah onların tevbesini kabul etmişti. Şüphesiz Allah, tövbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır. Daha sonra Allahü teâlâ, onları tevbe etmeye de muvaffak kıldı. Günahlardan dönmelerine fırsat sağladı. Çünkü O, tevbe etmek isteyenlerin tevbesini çok kabul eden, çeşitli nimetler vermek suretiyle onlara merhamet edendir.

Ebû Zer el-Gıfari (radıyallahü anh)'den rivayet edildiğine göre, devesi yavaşlayınca, devenin yükünü kendisi sırtlamak suretiyle, yaya olarak Hazret-i Peygamberin izini takip etmişti. Hazret-i Peygamber onun karartısını görünce ”Herhalde hu Ebû Zer olmalı" demişti. Yanında bulunan insanlar ”tâ kendisi" demişlerdi. Bunun üzerine Peygamber: ”Allah, Ebû Zer'e rahmet etsin. O tek başına yürür, tek başına ölecek ve tek başına diriltilecektir." buyurdu.

O üç kişiden Hilâl Akabe Bey'atı'nda, Murare ve Kâ'b ise Bedir gazvesinde bulundular.

Kâ'b şöyle der: ”Seferden döndüğü zaman Hazret-i Peygamber'e gidip selâm verdiğimde, kızgın bir şekilde selâmıma karşılık verdi ve dedi ki: 'Benimle neden gelmeyip geciktin. Yoksa binmek için deve almamış miydin?' Ben de: 'Beni sana tâbi olmaktan alıkoyan bir özürüm yoktu' dedim. Bunun üzerine o: ”Yanımdan kalk, Allah, senin hakkında hükmünü verir" buyurdu. İki arkadaşına da aynı şeyi söyledi ve Müslümanlara onlarla konuşmayı yasakladı.

İnsanlar onlardan uzaklaştı, ne uzak ve ne de yakınlarından hiçbir kimse onlarla konuşmadı. O iki kişi kendi evlerinde kalıp, ağlamaya devam ettiler. Kâ'b ise namaza geliyor, Müslümanlarla namaz kılıyor ve sokaklarda dolaşıyordu. Fakat hiçbir kimse onunla konuşmuyordu.

Kâ'b şöyle anlatır: ”Medine sokaklarında dolaşırken, Şam'dan yiyecek ve gıda maddeleri getirip satan bir Nabtî ile karşılaştım. Bu adam 'Kâ'b'ı bana kim gösterebilir?' diye soruyordu. İnsanlar da beni gösterince, yanıma geldi ve Gassan kralı Haris b. Ebû Şemr'den bir rnektub getirdi. Bu mektup, ipekten bir kumaş parçasına sarılıydı. Mektupta şöyle yazılıydı: 'Bana bildirildiğine göre, arkadaşın (yani Hazret-i Peygamber) sana eza ve cefa etmektedir. Bu tür zillete düşmekten kurtulman için bize katıl sana yardım edelim.' Bunu okuyunca: 'Bu da bir başka belâ' dedim ve o mektubu bir fırına attım. Aradan kırk gece geçtikten sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bir elçisi geldi ve: Hazret-i Peygamber, hanımından ayrılmanı emrediyor' dedi. 'Boşayayım mı yoksa?' diye sordum. Elçi: 'Hayır, ondan ayrıl ve yaklaşma' dedi. Aynı sözleri diğer iki arkadaşıma da gidip bildirdi. Hanımıma dedim ki: 'Ailene git ve Allah bir hüküm belirtinceye kadar orada kaL'

Hilâl'in hanımı Hazret-i Peygamber'e gelerek şöyle dedi: 'Hilâl yaşlı bir insandır. Hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet vermemi istemiyor musun?' Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Hayır, fakat sana yaklaşmasın!" buyurdu. Bunun üzerine kadıncağız: 'Allah'a yemin ederim ki o hiç hareket edecek durumda değil. Başına bu iş geldiğinden beri, ağlaması durmadı' dedi."

Bu günden sonra tam elli gün daha geçti. Yani o üç kişiye boykot etme emri verilmesinin üzerinden tam elli gün geçmişti.

Kâ'b yine şöyle der: ”Ellinci günün sabahı, sabah namazı vaktinde, Sel' dağının en zirve noktasından gelen bir ses duydum. O ses: ”Müjde Ey Kâ'b b. Mâlik!' diyordu. Hemen secdeye koyuldum ve Hazret-i Peygamber'e, Allahü teâlâ'nın bizim tevbemizi kabul buyurduğunu bildirdiğini anladım. Dağın tepesinden sesini işittiğim adam yanıma gelip müjdeyi verince, üzerimdeki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık olarak ona hibe ettim. Halbuki o gün, bir başka elbisem de yoktu. Amcamın oğlu Katâde'den alt ve üste giyilen iki elbise ödünç aldım ve onları giydim. Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e tevbelerimizi kabul ettiğini, gecenin son üçte birinde bildirmişti. Hazret-i Peygamber o zaman, Ümmü Seleme (radıyallahü anh)'nin evinde bulunuyordu. Ümmü Seleme beni iyi bilirdi ve bana yardımcı olmak isterdi. Hazret-i Peygamber ona: 'Kâ'b'ın tevbesi kabul edildi' demişti. O ise: 'Kâ'b'a adam gönderip müjde vereyim mi?' diye sormuştu. Hazret-i Peygamber de: 'İnsanlar uyanır ve gecenin bu saatinde size uyku uyutmazlar' buyurmuştu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın tevbelerimizi kabul ettiğini bildirdi."

Ka'b diyor ki: ”Daha sonra Peygamber'e gittim. Halk beni karşılayıp kutlamak için, sıraya girmişlerdi. Şöyle diyorlardı: 'Allah tevbeni kabul buyurdu. Tebrik ederiz.' Nihayet Mescide girdim. Hazret-i Peygamber oturuyordu ve yanında diğer insanlar da vardı. Talha b. Abdullah derhal ayağa kalkıp bana doğru koştu, benimle musafaha yaptı ve beni kutladı. Muhacirlerden hiçbir kimse benim bu halime aldırış bile etmedi. Onun içindir ki. Talha'yı hiç unutamam. -Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret ettiği zaman, bu iki şahsı birbirlerine kardeş yapmıştı.- Hazret-i Peygamber'e selâm verdiğim zaman, neşesinden dolayı yüzü parlıyordu. Hazret-i Peygamber neşelendiği zaman, yüzünden ay parçası gibi ışıklar saçılırdı. Önüne oturduğum zaman: 'Ey Ka’b, ananın seni doğurduğu günden beri, en hayırlı şeyi sana müjdeliyorum' buyurdu ve bu âyetleri (Tevbe sûresinin 118 ve 119'uncu âyetlerini) okudu. Bunun üzerine ben: Tevbemin kabulü için, elimdeki bütün malımı sadaka olarak dağıtıyorum' dedim. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Malının bir kısmını kendine ayır. Bu daha hayırlıdır"-' buyurdu."

119

Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun! Ey, hem kalbiyle tasdik eden ve hem de bu imanını sözleriyle belirtenler! Allah'ın rızâsı olmayan konularda Allah'tan korkun ve her konuda doğrularla beraber olun. Sadık ve samimi kimselerden ayrılmayın, onlarla arkadaşlıktan uzak kalmayın. Bu âyet, sıdkın (doğruluğun) faziletini, üstünlüğünü göstermeye ve doğruluğa teşvik etmeye delildir. Hadiste: ”Kıyamet gününde tüccarlar, günahkâr (fâcir) olarak haşrolacaklardır. Ancak yalandan sakınanlar, yeminlerinde duranlar ve sözlerinde doğru olanlar müstesna" buyurulmuştur.

Hadiste tüccara, günahkâr anlamındaki ”fâcir" kelimesinin çoğulu olarak 'Tüccar" denilmesi, alış-verişlerinde yalan yere yemin etmeleri, insanları aldatmaları, hile yapmaları ve faizli muamelelerden kaçınmamaları sebebiyledir. Bu sebeple hadis-i şerifin sonunda ancak yalandan sakınanlar, yeminlerinde duranlar ve sözlerinde doğru olanlar böyle değildir, denilmiştir. Şunu bilmek lazımdır ki; yalan yere emin etmesi sebebiyle Allah, malının bereketini giderir.

120

Ne Medine halkının... Aslında Medine, şehir demektir. Buradaki ”Medine"den maksat Hazret-i Peygamberin hicret ettiği Medine şehridir. Nisbet ismi ”Medenî" şeklinde olur. Şehir anlamındaki Medinenin nisbeti ise ”Medînî" şekline gelir. Bu kentin, yüz tane adının olduğunu söyliyenler vardır. Onlardan birkaçı şunlardır: Dâr'ul-Ehyâr, Dâbir'ul-Ebrâr, Dâru's-Sünne. Dâru's-Selâme, Dâru'l-Feth, Bârra, Tayyibe. Tâbe, Taybe... Buraya bu son üç kelimenin isim olarak verilmesinin sebebi, oradaki hayatın hoş ve güzel oluşu, oradaki ıtırdaki güzel kokunun diğerlerinde bulunmayışından dolayıdır. Ayrıca Medine kentinde, ”Acve" denen bir cins hurma vardır. Bu meyveden başka yerde bulunmaz. Bu meyve, zehirlenmelere şifadır.

Allahü teâlâ, Mekke ve Medine kentine özellikler vermiştir. Çünkü bu iki kent, ilim erbabından, din adamlarından, fazilet sahiplerinden hiç boş kalmamıştır, kalmayacaktır da. Tâ ki, Allahü teâlâ yeryüzüne vâris oluncaya, yani kıyamet kopuncaya kadar. Allahü teâlâ, mirasçıların en hayırlısıdır. Medine kenti, Deccal'ın şerrinden korunmuştur. Mekke de öyledir. Bu iki kente de Deccal giremez. Bu konuda sahih hadisler vardır.

Ne de onların çevresinde bulunan bedevi Arapların, Allah'ın elçisinden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarının kaygısına düşmeleri onlara yakışmaz. Bunlardan kasıt; Müzeyne, Cüheyne, Eşcâ', Gıfâr ve diğer bazı kabilelerdir. Bunların, savaşa yöneltildiklerinde, savaşa katılmayıp, Hazret-i Peygamberi tek başına bırakmak suretiyle kendi can dertlerine düşmeleri, kesinlikle onlara yakışmaz. Onlar böyle bir şeye kesinlikle başvurmazlar. Hazret-i Peygamber, birtakım sıkıntılar çekerken, onların mutlu bir hayat yaşamaları kesinlikle düşünülemez. Hazret-i Peygamber neredeyse, onlar da yanındadırlar.

Haddâdî âyetin manası hakkında şöyle der: ”Onlara, Hazret-i Peygamberi bırakıp, kendi nefislerini tercih etmeleri, kendilerine ondan daha şefkatli olmaları yakışmaz. Aksine onlara, kendilerini, Hazret-i Peygamber'e siper etmeleri gerekir. Çünkü, Hazret-i Peygambe'rin onlar üzerinde hakları vardır. Onları imana davet etmiş, onlar da hidayet bulmak suretiyle, cehennemden kurtulmuşlardır."

Öyledir. Çünkü, Allah yolunda karşılaşacakları hiçbir susuzluk, yorgunluk, açlık, inkarcıları öfkelendirecek bir yeri çiğneyip geçmeleri ve düşmana karşı başarıya ulaşmaları yoktur ki, mutlaka bunlarla kendilerine sâlih bir amel yazılmış olmasın. Allah, güzel davrananların ecrini zayi etmez. Bu sebepten, yani o kimselerin Hazret-i Peygamberle birlikte bulunarak Allah yolunda uğradıkları susuzluktan, vücutlarına dokunan herhangi bir yorgunluk ve açlıktan, kendilerinin ya da hayvanlarının atacağı bir adımdan yani düşman toprağına girmelerinden dolayı inkarcıların kızmalarından, kâfirleri öldürmeleri, esir almaları ve yenmeleri gibi bütün olaylardan mutlaka kendilerine sevaplar yazılır. Bütün bunlar, kendileri için sâlih ameller olup, mutlaka birçok sevaplara nail olurlar. Yüce Allah, güzel davrananların (muhsinlerin) mükâfatını eksiksiz verir. Bu âyetten anlaşıldığına göre, cihad etmek de ihsandır.

121

Allah'ın onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırması için, yaptıkları küçük-büyük bütün harcamalar, geçtikleri her vadi mutlaka onların lehine yazılır. Onların, cihad için yaptıkları tüm harcamalar, bir tek hurma tanesi, bir at nalı, bir kamçı dahi olsa, bütün bunlardan kendilerine mükâfat verilir. Bu durum, küçük bir şeyin verilmesinde böyle olduğu gibi, büyük harcamalarda da böyledir. Tıpkı, Hazret-i Osman ve Abdurrahman b. Avf’ın Tebük ordusuna yapmış olduğu harcama gibi.

Onlara, inkarcıların yerlerinden geçerken atmış oldukları adımlardan, basmış oldukları topraktan ve çiğneyerek geçtikleri vadilerden ve dağlardan dolayı da çok yüce mükâfatlar verilecektir. Bütün bunlar, onların amel defterlerinde tes bit edilir ve kendileri lehine yazılır. Daha güzeliyle de mükâfatlandırılırlar. Cihadda, diğer amellerde bulunmayan faziletler, mevcuttur. Cihad, Hazret-i Peygamberin sanatıdır.

Ebû Hureyre şöyle anlatır: ”Hazret-i Peygamberin ashabından birisi, bir dağ yamacına uğramış, orada tatlı su kaynağı görmüş ve bu su hoşuna gitmişti: 'İnsanlardan ayrılıp da şu suyun yanında kalsam da kendimi ibadet ve taata versem. Fakat, Hazret-i Peygamberden izin almadan yapamıyacağım bunu' diye düşünmüştü. Daha sonra da bu isteğini Hazret-i Peygamber'e bildirmişti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Yapma! Çünkü, sizin birinizin Allah yolunda cihadan dolayı makamı, onun yetmiş yıllık namazından daha faziletlidir. Allahü teâlâ'nın sizi bağışlamasını ve cennete sokmasını istemez misiniz? Allah yolunda savaşınız! Deve sağılıncaya kadar Allah yolunda savaşana, cennet vacip olur buyurmuştur.'" ' Bu hadisten anlaşılmaktadır ki, cihad etmek, bir köşeye çekilip ibadet etmekten daha faziletlidir. Yine bilmiş olunuz ki, bir özürden dolayı savaşa katılamıyan, niyeti samimi olduğu müddetçe, Allah yolunda savaşanın sevabı kadar sevap alır.

Bu konuda Hazret-i Peygamber, Tebük savaşından döndükten sonra şöyle buyurmuştur: ”Medine'de de bazılarını bıraktık. Hiçbir vadi ve dağ yamacı geçmedik ki, onlar da bizimle birlikte olmasınlar. Onları Medine'de bırakan özürleriydi." Yani, kazanılan sevaplarda bize ortak oluyorlardı. Çünkü, niyetleri bizimle birlikte olmaktı. Fakat özürleri, onlara engel oldu. Özürleri olmasaydı, bizimle olacaklardı. Ancak, sevapta tam eşitlik zannedilmesin. Çünkü âyette ”Allah, mücahitleri, evinde oturanlara karşı büyük bir mükâfatla üstün kılmıştır" (Nisa: 95) buyurmuştur.

122

Mü'minlerin hep birlikte savaşa çıkmaları gerekmez. Âyette geçen 'lam' harfi, nefyi tekid için kullanılmıştır. ”Onların savaşa çıkmaları doğru olmaz, ” anlamına gelir. Mü'minlerin hep birlikte, savaşa ya da ilim tahsiline çıkmaları doğru olmaz. Yine onların hepsinin savaşa ve ilim tahsiline gitmeyerek, oldukları yerde kalmaları da uygun bir davranış olmayıp, geçim, temin etme konusundaki emre aykırıdır.

O halde çıkan her kabileden bir grup; dini bilgileri öğrenmek ve kavimleri kendilerine döndüklerinde, onları uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki dikkatli olurlar. Âyette geçen 'Lev lâ edatı da, 'hellâ' gibi teşvik edatıdır. Bu tür teşvik edatları, -dili geçmiş zaman fiiliyle kullanıldığında (mazi fiil), o fiilin yapılmamasından dolayı kınama ifade eder. Bu da, ancak vacib terkedildiği için olur ve o işi yapmanın vacip olduğunu gösterir. Âyette geçenden kasıt da, savaşa çıkmanın ve gereğini yapmanın emredildiğidir. Her kabile, ya da topluluktan bir grup savaştan geri kalıp, din bilimlerini öğrenmeli ve savaşa katılanlar geri dönünce, onlara dinlerini öğretmelidir. Buradaki fıkıhtan kasıt, dinle ilgili hükümleri bilmektir. Onların savaştan geri kalmalarının en önemli sebebi, kentli toplumlarını irşad etmek ve onları fenalıklardan sakındırmaktır. Âyette, sadece ”inzar" (uyarma) belirtilmiştir. ”Tebşir" (müjde) belirtilmemiştir. Çünkü uyarı, daha önemlidir. Tıpkı, kötü huylardan temizlenmenin, güzel huylarla süslenmekten daha önce geldiği gibi. Umulur ki böylece, onlar uyarılırlar ve içine düşmeleri muhtemel şeylere karşı dikkatli olurlar.

Bu âyetten anlaşıldığına göre, fıkıh bilgisi ehle edip, insanlara öğüt vermek, farz-ı kifâyelerden birisidir. Öğrencilerin yegâne gayeleri, doğruluk ve dini yaymak olmalıdır. Yükselmek, üstün olmak ve başa geçmek olmamalı, giyim kuşam, binek, cariye ve köle yönünden, diğer insanlardan üstün olmak, olmamalıdır. Zamanımız insanları bu güzel huylardan uzaktırlar. Allah yardımcımız olsun!

Öğrenci, Allah'ın rızâsını ve ahireti istemelidir. Kentlisinden ve diğer cahil kişilerden, cehaletin gitmesini arzu etmelidir. Dinin ihyasını, İslâm'ın bekasını temine çalışmalıdır. İslâm'ın bekası ilimle mümkündür. Cahillikle ne zühd olur, ne de takva. Yine öğrenci, elde ettiği ilimden dolayı, bedenine verilen sıhhatten, organlarının sağlamlığından ve kendine ikram edilen akıl nimetinden dolayı Allah'a şükretmeyi niyetine koymalıdır. Allahü teâlâ'nın şu buyruğunu aklından çıkarmamalıdır: ”Allah sizi, annelerinizin karnından çıkardı. Bir şey bilmiyor dunuz. Şükredesiniz diye size; kulak, göz ve kalpler verdi." (Nahl: 78)

Yine öğrencinin, iyice düşünerek, en bilgin ve en takva sahibi hocayı seçmesi gerekir. Tıpkı Ebû Hanife'nin Hammad'ı seçtiği gibi. Ebû Hanife şöyle der: ” Basra'ya girdim ve sandım ki, sorulan her soruya cevap verebilirim. Bir şeyler sordular, verecek cevabım yoktu. Bunun üzerine. Hammad'ı terketmemeye yemin ettim ve onun yanında tam yirmi yıl daha kaldım. Hiçbir namaz kılmadım ki, annem ve babamla ona da dua etmiş olmayayım." Sâlih hocaların ve kâmil insanların nefeslerinde, hayret verici etkiler vardır. Anlatıldığına göre, Ebû Hanife'nin babası olan Sabit, Nevruz ve Mihrican gününde, Ali b. Ebî Tâlib'e helva hediye etmişti. O da Sâbit'e ve çocuklarına bereket duasında bulunmuştu.

Öğrenci, bilgin ve bilgisinin gereğini yerine getiren hocayı bulunca, her ilimden âhirette kendisine yarayacak olan bilginin, en güzelini ve en faydalısını seçmelidir.

İz b. Abdi's-Selâm şöyle der: ” Farz olan ilim üç gruptur:

1) Tevhid ilmi: Bu konuda insana gerekli olan dinin temellerini bilecek kadar bilgi sahibi olmaktır. Önce, mabudu ve ona nasıl ibadet edeceğini bilmesi gerekir. İsimlerini ve zatının sıfatlarını, hakkında nelerin vacip, nelerin muhal olduğunu bilmediğine nasıl ibadet edeceksin? Belki de, onun hakkında bazı şeylere inanmış olacaksın, halbuki bunlar bâtıl şeylerdir. Bütün ibadetlerin heba olup gidecektir.

2) Sır ilmi: Bu ilim, kalb ve onunla ilgili ilimdir. Bir Mü’minin, kalbin durumlarına dair ilmi de bilmesi farzdır. Bunlar; tevekkül, Allah'a yönelme, Allah korkusu, rızâ (ki bu her durumda gerekir), hırstan, öfkeden, kibirden, hasetden, gurur ve gösteriş gibi şeylerden sakınmadır.

3) Şeriat ilmi: Bu ilim, şer'î amellerden yapman gerekenleri bildiren ilimdir. Şeriat tarafından emrolunduğun şekilde, nasıl davranacağını bilmen gerekir. Bunu sana şeriat ilmi öğretir. Yapmaman gereken şeyleri de sana yine bu ilim öğretir. Bu ilim, bütün ibadetleri ve muamelâtı kapsamına alır. Her kim, alışverişle ve sanatla uğraşırsa, muamelelerinde ve kazancında, haramdan kaçınmasını öğreten bilgiyi öğrenmesi gerekir. Bu bilgilerin öğrenilmesi, bazan da farz-ı kifaye olur.

'Ayn'ul-Me'ânî isimli eserde şöyle denir:

" '...Dinde geniş bilgi elde etmek için...' ifadesinden kasıt, ahiret ilmidir. Çünkü âyetin sonunda, uyarma ve dikkat etme, sakınma ifadeleri yer almıştır.

Ahiret ilmi, hem muamele ve hem de mukâşefe ilmini kapsamına alır.

Muamele ilmi; Allah'a nasıl yaklaşılacağını, O'ndan ne yapılırsa uzak kalınacağını belirten ilimdir. Bu ilime, organların ve kalblerin yaptıkları da girer.

Mukâşefe ilmi ise: ”Âlimin âbide olan üstünlüğü, benim ümmetime olan üstünlüğüm gibidir" hadisinde belirtilen husustur.

Astronomi ilmini de, kıbleyi ve namaz vakitlerini tesbit edebileceği kadar öğrenmesi caizdir.

Hastalıkları tedavi edecek kadar tıb ilmi öğrenmesi de gerekir."

Eşbâh adlı ese ide de şöyle söylenir: ”İnsanın dinini yaşayabilmesi için gerekli olan bilgileri öğrenmesi farz-ı ayındır. Başkalarına faydalı olacak olanı öğrenmesi, farz-ı kifayedir. Fıkıh ilminde ve gönül ilminde derinlemesine bilgi sahibi olması da mendubtur. Göz boyama, müneccimlik, kumla fala bakmak ve büyü gibi şeyler haramdır. Şâirlerin kahramanlık ve gazel türünden şiirleri mekruhtur. Manası bozuk olmayan şiirler de mubahtır."

İlmi yaymak ve ilimle irşad faaliyetlerinde bulunmak, büyük bir fazilettir. Onun içindir ki Hazret-i Peygamber Muaz b. Cebele, kendisini Yemene gönderdiği zaman şöyle demiştir: ”Allahü teâlânın, senin sayende bir insanı hidayete kavuşturması, senin için güneşin doğmuş olduğu en hayırlı gündür."

İlim adamları, peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Çünkü peygamberler tebliğ ve irşadla meşgul oldukları gibi ona varis olanlar da irşad ve tebliğ ile meşgul olurlar. Peygambere vâris olan her mürşidin maksadının Hazret-i Peygambere saygı göstermek ve ümmetinin çoğalması için çalışmak olmalıdır. Çünkü

Sehl b. Sa'd'dan rivayet etmişlerdir. Orada hitap Hazret-i Ali'ye olup şöyledir: ”Allah'a yemin ederim ki senin vasıtanla Allah'ın bir adamı hidayete erdirmesi senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır. ”

Hazret-i Peygamber; ”Ben diğer ümmetlere karşı sizin çok oluşunuzla övüneceğim" buyurmuştur.

Ayette, mü'minler için, vatanlarını terkederek, faydalı ilimleri öğrenmeye teşvik vardır. Hazret-i Câbir, bir tek hadis elde etmek için, Medine'den Mısır'a gitmiştir. Bundan dolayıdır ki bir kimse, ilim için yolculuk yapmadıkça kâmil sayılamaz, göç etmeden ise, maksadına ulaşamaz. Şâir şöyle der:

Gez dolaş, ayrılmış olduğun şeye bir karşılık bulursun. Durmadan çalış, çünkü şeref kazanmak ancak çalışmayladır.

123

Ey iman edenler! Yakınınızda bulunan inkarcılarla savaşın.

Ey Allah'ın birliğini tam olarak kabul eden ve de Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı tasdik edenler! Yakınınızda bulunan inkarcı düşmanla savaşın. Savaşa size en yakın olan kâfirlerden başlayın. Size yakın olanı bırakıp da uzak olanla savaşmayın. Çünkü, size yakın olan düşman, sizin ülkenizi, yuvanızı ve çoluk çocuğunuzu yok etmek ister. Buradan anlaşılmaktadır ki müslümanlar yakınlarındaki düşmandan emin olunca uzaktaki düşmanlarıyla savaşırlar.

Bilmiş olunuz ki, yakın veya uzakta olsun, bütün inkarcılarla savaşmak vaciptir. Fakat en gerekli olan da, yakında bulunan düşmanla savaşmaktır. Onun için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), önce kendi kavmiyle savaşmış, daha sonra da diğer Arap kabileleriyle savaşa başlamıştır. Daha sonra da savaş için Şam'a yürümüştür. Sahabe de, önce Şam'da savaşmış, daha sonra ise Irak'a geçmiştir. İşte farz olan da budur. Diğer düşmanlar zarar vermediği müddetçe önce kendi çevresindekilerle savaşır. Allah yoluna çağırmadaki düzen de, aynen bunun gibidir. Hazret-i Peygamber, ilk defa kendi kabilesini uyarmakla emrolunmuştur. Çünkü, kendisine yakın olan, şefkate ve ıslah edilmeye daha lâyık olur. İnsanın üzerinde yakınlarının hakkı daha çoktur.

Farzlardan sonra, amellerin en faziletlisinin hangisi olduğu konusunda ihtilâf edilmiştir. Şafî'ye göre, bedenî ibadetlerin en faziletlisi namazdır, Nafile namaz, da diğer nafile ibadetlerden daha faziletlidir. Ahmed b. Hanbel der ki: ”Farzlardan sonra, cihaddan daha faziletli bir şey bilmiyorum. Çünkü cihad, Hazret-i Peygamber'in sanatıdır." Ebû Hanife ve Mâlik ise: ” Farz-ı ayın olan amellerin dışında, ilimden daha faziletlisi yoktur. Çünkü, ameller de, cihad da ilme dayanır" derler.

Onlar sizde bir katılık bulsunlar. Onlar sizde, savaşa karşı şiddet ve sabır bulsunlar. Kamus'da denir ki, ”ğılza" kelimesi, incelik ve nazikliğinzıddı, olan bir anlam ifade eder. Bu ifade: ”Seni orada bir daha görmeyeyim" kabilindendir. Burada görünüşte sözü söyleyen kimse, muhatabı orada görmeyi kendisine yasaklıyor. Âyette de görünüşte emir kâfirleredir. Müslümanları katı bulmaları emrediliyor. Fakat hakikatta emir müminleredir. Müminlerin inkarcılara karşı katı ve sert bir şekilde muamelede bulunmaları emrediliyor. Burada bir kinaye yapılmak suretiyle, lâzım zikredilmiş, mel zum kasdedilmiştir, yani gerekli olan belirtilmiş, gereken şeyin anlaşılması istenmiştir.

Bilmiş olun ki Allah, korunanlarla beraberdir. Allah, müminleri korur, onları gözetir ve yardım eder. ”Beraberdir" ifadesinden kasıt, onlara devamlı olarak dosttur demektir. Mü’minler, doğrudan doğruya savaşa katılmış oldukları için, sanki onlara şöyle denmiştir: ”Biliniz ki Allah'ın yardımı; takvanızdan, İslâm ve imanınızdan ve de itaatinizden dolayı sizinledir."

124

Kur’an’daki sûrelerden

bir sûre indirildiği zaman, onlardan bir kısmı der ki: Bu sûre, sizin hanginizin imanını artırdı?' İlim adamlarının ittifakına göre, Kur'an sûrelerinin sayısı yüz on dört tanedir. Kur'an'ın bir sûresi indirilmiş olduğu zaman, münafıklar bunu inkâr ederek, alaylı bir şekilde arkadaşlarına şunu söylerler: ”Bu sûre, sizin hanginizin imanını artırdı?" Halbuki onlarda, müminlerde olduğu gibi, bir iman yoktur. Âyetin ifadesine göre, alaya almak, münafıklık belirtisidir ve inkâr işaretidir. Sonra da Allahü teâlâ, onların inkâr ve alay etmelerine cevap veriyor. Allahü teâlâ'ya ve O'nun gönderdiklerine

İman edenlere gelince, bu sûre

onların imanlarını artırır ve onlar sevinirler. İmanlarının dereceleri, zayıflık ve kuvvetlilik yönünden artar. Bir şeyi kabataslak bilenle detaylarına kadar bilen aynı değildir. Bir şeyi yakından görmekle, uzaktan görmek de aynı olamaz. İmanın şekli, icmali ve tafsîlî olarak kalb ile tasdik etmektir. İmanın gerçeği ise, ihsandır. İhsan ise, Allah'ı görüyormuşçasına ona ibadet etmektir. Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyordur. İhsanın gerçeği de ”onun gözü ve kulağı olurum" kudsî hadisinde belirtilen derecedir. Bu da, nafile ibadetlerle olur. Bunun üzerinde ise, farzların insanı O'na yakınlaştırması vardır. Buna da şöyle işaret edilmiştir: ”Allah, kendisine hamdedenlerin hamdini duyar."

Sonuç olarak, Kabe'nin varlığına inanan kimse, onu uzaktan görünce inancı kuvvetlenir. Ona yaklaştıkça da imanı kemâle erer. İçerisine girince bu kemal daha da artar. Yoksa, imanın aslında farklılık yoktur. Daha sonra mü'minler, o inen sûrelerdeki maddî ve manevî faydalardan dolayı sevinirler.

125

Kalblerinde hastalık olanlara gelince... Kalblerde hastalık olması, inkâr ve inanç bozukluğu demektir. Allahü teâlâ, münafıklığa hastalık adını vermiştir. Çünkü, kalpteki nifak kalbin bir hastalığından ileri gelmektedir. Tıpkı, bedende duyulan acının, beden hastalığı olması gibi.

Fakir der ki: ”Onların herbiri insanı helake götürür. Bedendeki, hastalık, bedeni helak eder. Kalpteki hastalık ise, ruhu helâk eder. Bu hastalıkların her ikisi de, gereği şekilde tedavi edilmelidir."

Bu sûre onların murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar inkarcı olarak ölürler. İnen yeni sûreleri inkâr ettikçe, kalblerinde bulunan murdarlık ve pisliklere yenileri eklenmiş oldu. İnkârları ve bâtıl inançları da arttı. Âyette geçen ”rics" (murdarlık) ile ”neces" (pislik) arasındaki fark şudur:

"Rics", aklen pis olarak kabul edilen şeylere verilen isimdir.

"Neces" ise, insan tabiatının tiksinti duyduğu şeylere verilen isimdir. İşte bu tip insanlar, bulundukları hal üzere devam ederek ölürler. Allahü teâlâ burada, sûrelerin inişi anında, müminlerde iki şeyin meydana geldiğini açıklıyor: İmanların artması ve sevinme. Münafıkların da iki durumu ortaya çıkmış oluyor: Murdarlıklarının artması ve inkâr üzereyken ölmeleri. Hadiste şöyle buyurulur: ”Allahü teâlâ bu kitapla nice milletleri yüceltir, nice milletleri de alçaltır." Kim Kur'an'a inanır ve onun yüceliğini kabul ederek emirlerine uyarsa, Allah da onun alıirettekt derecesini yükseltir. Ona izzet ve şeref ikram eder. Kim de Kurana inanmaz ve onun emirlerini yerine getirmez, onun yüceliğine dil uzatırsa, işte o kimseyi de hem dünyada, hem de âhirette yüzüstü bırakır.

126

Onlar, senede bir veya iki defa imtihan edildiklerini görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar, ne de ibret alıyorlar. Buradaki soru, inkâr ve kınama anlamına gelir. Yani ”münafıklar bakmazlar ve görmezler" demektir. ”Senede bir veya iki defa" dan kasıt da, sayı belirtmek değil, çokluğu göstermektir. Her yıl birçok defa, birçok türden belâ ve musibetle karşılaşırlar ki, bunlar onlara günahlarını ve kıyamet gününde Rablerinin huzuruna çıkacaklarım hatırlatıp onları Allah'a imana götürmesi gerekirdi. Oysa onlar yine de ne tevbe ederler, ne de belâ ve musibetlerden ibret alırlar. Halbuki bu imtihanlar, ibret alma ve tevbeyi gerektirir. Bu imtihanlar, diri olan kalbin uyanmasını gerektirir. Demek ki onların kalpleri ölüdür.

Ölü kalbler, ne Allah'a dönerler ve ne de öğüt verenlerin öğütlerini dinlerler. Tıpkı yüce Allah'ın ”Ölülere işittir emezsin" (Neml: 80), ”Bu Kuran Muhammed'e dirileri uyarması için indirilmiştir." (Yâsîn: 70) kelâmında olduğu gibi.

127

Bir sûre indirildiğinde: 'Sizi birisi görüyor mu?' diye birbirlerine bakar, sonra da gidiverirler. Anlamayan bir kavim oldukları için Allah onların kalplerini (imandan) çevirmiştir. Bu âyet, kendilerine tebliğ yapılma zamanında inen âyetlere karşı, münafıkların durumlarını anlatıyor. Kendi durumlarını belirten bir âyet indiğinde, o âyeti inkâr ve alay etmek üzere birbirlerine göz kırparlar ve: ”Şayet yerinizden kalksanız sizi Müslümanlardan hiçbir kimse görür mü?" derlerdi. Böylece mescitten ve topluluktan ayrılıverirlerdi. Eğer onları, Müslümanlardan birisi görmüş ve işitmiş olsaydı, oradan ayrılamıyacaklardı ve durumları ortaya çıkacaktı, kendilerine gülünecekti ve rezil olacaklardı.

Kendilerini birisi görüp de rezil olmaktan korktukları için, oradan hemen sıvışıveriyorlardı. Yani, sıvışmak için harekete geçtiklerinde, onları gören bir müslüman olup olmadığını birbirlerine soruyorlardı. Gören bir müslüman varsa, yerlerinden hiç kıpırdamıyorlardı ve Hazret-i Peygamber'in konuşmasının bitmesini bekliyorlar, daha sonra da ayrılıveriyoriardı. Onlar böyle yaptıkları için, Allahü teâlâ da onların kalplerini imandan çevirdi de imana yaklaşmadılar. Çünkü onlar kötü anlayışlı bir topluluktur.

Bazı ilim adamları şöyle der: ”İnsanlar kalbleri açısından üç bölüme ayrılır:

1) Behaim - Hayvanlar gibi olanlar: ”Onların kalpleri vardır. Fakat anlamazlar." (A'raf: 179)

2) Cesetleri insan oğlunun cesetleri gibi olup ruhları şeytanların ruhları gibi olanlar.

3) Hiçbir gölgenin olamayacağı kıyamet gününde, Allah'ın gölgesinde bulunacak olanlar.

Ebû Bekir el-Verrâk şöyle der: ”Kalbin altı hali var:

Hayat, ölüm, sağlık, hastalık, uyku ve uyanıklık hali.

Kalbin hayatı hidayet, ölümü dalâlet, sağlığı saflık, hastalığı Allah'tan başkasına ilgi ve alâka, uyanıklığı zikir ve uykusu da gaflettir."

128

Size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Buradaki hitap, bütün Arap ve Acemleredir. Allah'a yemin olsun ki, size kendi aranızdan şanı yüce bir peygamber gelmiştir. Rasûl; Allah'ın, insanlara hükümlerini gönderdiği insandır. O da sizin gibi bir insandır. Sizin aranızdan birisidir. Melek ve bir başka varlık değildir ki, ondan kaçasınız ve ona uymaktan çekmesiniz ve sonra da: ”O bizim cinsimizden değildi, onun için de kendisine uyamadık" diyesiniz. Ayette ”De ki: Ben de sizin gibi bir beşerim." (Kehf: 110) buyurulur.

Buradaki hitap, sadece Araplara da olabilir. Buna göre âyetin manası: Ey Araplar! Allah'a yemin olsun ki, sizlere, sizin gibi bir Arap peygamber gelmiştir. Sizin dilinizi konuşuyor. Ona uyum sağlamak sizin için çok kolaydır. Onun delillerini çabucak anlarsınız. İnsanları doğru yola iletmek, ancak onların dillerini bilmekle olur.

Şöyle bir hikâye anlatılır: Arap, Türk, Acem ve Rum olmak üzere dört milletten dört kişi varmış ve hiçbiri bir diğerinin dilini anlatılıyormuş. Bunlar yolda bir dirhem para bulmuşlar ve birbirlerini anlamadıkları için de ihtilâfa düşmüşler. Bu dört kişinin dilini bilen bir başka kimse, her birine ayrı ayrı ne istediklerini sormuş. Bu dört kişinin herbirinin istediği şey, o parayla üzüm satın almakmış. Dil bilen o adam, ellerindeki parayla onlara üzüm satın almış. Böylece, aralarındaki ihtilâf çözümlenmiş. Ayetteki: ”Min enfüsiküm =İçinizden..." ifadesi ”min enfesiküm" şeklinde de okunmuştur. Buna göre âyetin manası: ”Size sizin en şerefliniz ve en faziletli olanınız peygamber olarak gönderildi" şeklinde olur. Sizin sıkıntıya uğramanız, dini hükümlere inanmamanız ona çok ağır gelir. O, âkibelinizin kötü olmasından ve azaba uğramanızdan korkuyor.

Çünkü o, size çok düşkün, mü'minlere de çok şefkatli ve merhametlidir. O peygamber, sizin iman etmenizi çok ister ve durumunuzu düzeltmenize çok düşkündür. Yoksa Hazret-i Peygamber, onların bizzat kendilerine düşkün değildi. Bir şeye düşkün olmak (hırs) o şeyi elde etmek için şiddetli çaba sarf etmektir. Ayette, ”raûf (şefkatli) kelimesi önce zikredilmiştir. Şefkatli olmak, merhametli olmanın daha kuvvetli halidir. Bir yerde övme yapılırken, alttan yukarıya doğru gidilir. Burada tersinin yapılmış olması, âyet sonlarındaki fasılalara riâyet içindir. Bir de burada da mü'minler kelimesi önce zikredilmiştir. Bunun sebebi de mü'minlerden başkasına şefkat ve merhamet olmadığını vurgulamak içindir.

İnkarcılara gelince, onlara ne şefkat ve ne de merhamet yoktur. Rivayet edilir ki, Ebû Tâlib öldüğü zaman, Hazret-i Peygamber Kureyş'ten o zamana kadar görmediği çileleri gördü. Kureyş'ten çektiği o akıl almaz çileler yüzünden Tâif denen yere gitti. Kendisine çektirilen çile ve işkenceden, yalanlama ve hakaretlerden dolayı çok muzdaripti. Ona: ”Sen değil misin tanrıları tek tanrı diye ilân eden?" diye bağırıp çağırıyorlardı. Bu sözler üzerine Hazret-i Ebû Bekir ortaya çıkıp, kimine vurarak, kimini de iterek şöyle diyordu: ”Rabbim Allah'tır' diyen adamı mı öldürmeye kalkıyorsunuz?"

Hazret-i Peygamber'in Tâif’e gidişi, peygamberliğinin onuncu şevval ayında idi. Tâifte bulunan Sakif kabilesinin müslüman olmasını istiyordu Onların İslâm'a girmelerini ve bu dine yardımcı olmalarını umuyordu. Tâif'e vardığı zaman, onların ileri gelenlerine gidip, kendisine gelen vahyi bildirdi'.

Birisi dedi ki: ” Bu adam Kabe'nin örtüsünü kesiyor, çalmıyor."

Bir başkası '“Allah, rasûl göndermek için senden başka birisini bulamadı mı?"

Üçüncü bir kişi de: ”Allah'a yemin ederim ki, seninle hiç konuşamam sen, söylemiş olduğun gibi, Allah'ın göndermiş olduğu bir peygambersen çok yüce bir insansın. Onun içindir ki, sana cevap veremem. Eğer yalan söylüyorsan, sana cevap vermeye değmez" dedi.

Hazret-i Peygamber bunların yanından üzgün olarak kalktı ve şöyle dedi ”Bu durumu kimseye söylemeyin. Aramızda sır olarak kalsın." Hazret-i Peyoarn' ber, durumdan kendi kavminin haberinin olmasından ve işin zorlaşacağından endişe ediyordu. Taifliler Hazret-i Peygamber'e: ”Şehrimizden çık git" diyorlar ayak takımını ona musallat ediyorlardı. Onlar da bir araya toplanıp, Hazret-i peygamber'e hakaret ederek bağırıp çağırıyorlardı. Olay şöyle gerçekleşmişti insanlar iki grup halinde yolun sağında ve solunda toplanmışlar, Hazret-i Peygamberi taş yağmuruna tutmuşlardı. Ayaklarını kana bulamışlardı. Onların serlerin den kurtulunca, bir üzüm bağına girdi. Ağaç altında gölgelenirken şöyle duâ ediyordu: ”Ey Allah'ım! Kuvvetimin zayıflığını, imkânımın azlığım ve insan lava karşı düşkünlüğümü ve hakir görülmüş olmamı sana arzediyorum Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım! Sen zayıfların Rabb'isin! Benim de Rabbimsin, beni kime bırakıyorsun? Eğer bana öfkelenmediysen bei aldırış etmem."

Daha sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) gamlı ve üzgün bir şekilde oradan ayrılarak, Karnusseâlib denen ve Mekke ile Tâif arasında bulunan bir yere vardı. Burası Necid veya Yemen halkının mîkat yeri olup Mekke ile arasında ki mesafe bir gün ve gecelik yoldu. Burada Allahü teâlâ Cebrail'i ve onunla birlikte dağlarla görevli meleğini peygambere gönderdi ve şöyle haber verdi ”Eğer dilersen, şu iki dağı Sakif kabilesinin başına yıkayım." Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Hayır! Ben Allah'tan onların zürriyetinden, Allah'a ibadet edecek olan ve şirk koşmayacak olan nesiller çıkarmasını istiyorum" buvur du. Bunun üzerine dağlara müvekkel olan melek: ”Sen, Rabbinin seni isim lendirmiş olduğu gibisin" buyurdu. Yani sen ”Çok şefkatli ve merhametlisin" demek istedi.

129

Yüz çevirirlerse de ki: 'Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah bana yeter. Ben O'na dayandım. Burada Hazret-i Peygamberi teselli etme vardır. Eğer onlar, sana inanmaktan yüz çevirir ve nasihatlerini dinlemezler ve sana uymazlarsa, onların sana ettikleri kötülüklere karşı: ”Bana Allah yeter" de. Çünkü O sana yardım edecek ve onların kötülüğünden seni koruyacaktır. Buradan anlaşılıyor ki, Hazret-i Peygamberin yapmış olduğu tebliğ, onun Allah'a yaklaşmasına ve kabulüne vesiledir. O Allah'tan başka ilâh da yoktur. İbadet edilecek olan sadece O'dur. O'na dayandığım için, başkasından korkmanı. Tevekkül etmek, kalbi Allah'a dayamak ve O'na güvenmektir. Kalbin huzura ermesi ve ızdıraptan kurtulması, ancak bu şekilde Allah'a bağlanmasıyla olur.

Ve O, yüce Arş'ın sahibidir.' O Allah, yerden ve göklerden daha büyük olan Arş'ın yaratıcısıdır. Allah, her şeyin Rabbi olduğu halde burada özellikle Arş'ın Rabbi olduğunun belirtilmesinin sebebi, bu kadar yüce bir şeyin Rabbi olan, Allah'ın, ondan daha küçük olan şeylerin Rabbi de olacağı açık olduğu içindir. Bir başka görüşe göre ise, 'Arş'ın' zikredilmesi, onu yüceltmek ve ona şeref vermek içindir.

Bu iki âyetin faziletleri konusunda çeşitli şeyler anlatılır:

Sâlih kimselerden birinden şöyle nakledilmiştir: Adamın birinin içi daralmış. Rüyasında Hazret-i Peygamber'i görmüş. Hazret-i Peygamber ona: ”Ey Adam! Üzülme ve tasalanma! Yarın sabah, Ali b. İsa'ya git. (O bir vezirdir.) Ona selâm söyle ve işaret ederek, bana bin defa duâ salavât getirdiğini söyle. O da sana yüz dinar para verir." Ertesi gün bu adam, doğrudan Ali b. İsa'ya gider ve rüyayı anlatır. Ali b. İsa'nın gözlerinden yaşlar akar ve: ”Allah ve Rasûlü dosdoğru söyler. Sen de doğru söylüyorsun ey adam. Bu, Allah ve O'nun Rasûlünden başkasının bileceği bir şey olamaz. Getir yavrum şu keseyi" der. Sonra da keseyi açarak üçyüz dinar para çıkarır ve: ”Bu yüz dinar Hazret-i Peygamber'in söylediği, bu yüz dinar müjde ve şu yüz dinar da sana hediye," der. Adam, üç yüz dinarı alarak oradan ayrılır, böylece üzüntü ve tasası da gider. Allah bu vezire lütuf ta bulunur ve vezirliği de başkanlığı da bırakır. Daha sonra, Mekke'ye giderek Hazret-i Peygamber'i anmanın bereketi hürmetine orada itikâfa girer. Çünkü bu adamın bu hale gelmesi, Allah'ın ezelî olan ilminde vardı ve işin sonunda işlerin Allah'a havale edileceği takdir edilmişti.

Bilmiş olunuz ki, sûrelerin sonunda, bunların faziletleriyle ilgili Keşşafta, zikredilen ve Kadı Beyzavî ile Ebû's-Suud'un da almış olduğu hadisler hakkında, ilim adamları olumlu ve olumsuz çok şeyler söylemiştir. İmam Sâğânî gibi bazı âlimler bu hadislerin uydurma olduğunu söylemişlerdir. Eğer bu tür hadisler sahih ve kuvvetli ise, üzerinde konuşmaya gerek yoktur. Eğer isnad yönünden zayıf iseler, hadis âlimlerinin ittifakına göre, bu zayıf hadislerle, sadece teşvik ve sakındırma (terğib-terhib) konularında amel etmek caizdir. Nitekim Nevevî'nin Ezkâr’ında böyle denilmektedir.

Eğer hadisler uydurma ise, Hâkim ve diğerleri şöyle derler: ”Zahidlerden birisi, Kur'an sûrelerinin faziletleri konusunda hadis uyduruyormuş. Ona 'Neden böyle yapıyorsun?' diye sorulduğunda şöyle demiş: 'İnsanların Kurandan uzaklaştıklarını gördüm. Ona teşvik etmek için böyle yapıyorum.' Bunun üzerine o adama, Hazret-i Peygamberin şu hadisi hatırlatılmış: 'Her kim, kasten, hana yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.' Bu hadisin lâfzı emir, manası ise haberdir. Yani Allah ona, cehennemde bir yer ayırmıştır. Bu hadis hatırlatıldıktan sonra o adam şöyle demiş: 'Ben, onun aleyhinde değil, lehinde yalan uydurdum."'

Gerçek olan da şudur ki, yalan söylemek kesinlikle caiz değildir. Çünkü yalan, İslâmın temellerini yıkmaya sürükler, şeriatı ve dinin hükümlerini bozar. Bu durumlar cahillikten kaynaklanır. Çünkü cahiller, şeriatın hükümlerini bilmezler. Yalan söylemek, ister teşvik isterse sakındırma için olsun, kesinlikle haramdır.

Allah'ın yardımıyla Tevbe Sûresinin tefsiri tamamlandı.

0 ﴿