YÛNUS SÛRESİ1Elif. Lâm. Râ. Görünüşe göre ”Elif. Lâm. Râ" bu sûrenin ismidir. Mübteda yerindedir ve haberi zikredilmemiştir. Yahut da mahzûf bir mübtedanın haberidir. Takdir şöyledir: ”Elif. Lâm. Râ." bu sûredir, yâni bu adla isimlendirilmiştir. Allah (celle celalühü), sûreleri irade buyurduğu şekilde isimlendirir. Müfessirlerden bir kısmı te'vil yönünü tercih etmiş ve şöyle demiştir: ”Elif. Lâm. Râ" gibi hurûfu mukattaadan her bir harf, Yüce Allah'ın isimlerinden birinden alınmıştır. Kelimenin bir kısmıyla yetinmek, Arap dilinde bilinen bir husustur. Nitekim bir Arap şâir şöyle söylemiştir: "O kadına dedim ki: 'Dur!' o da dedi ki: ”kaf, yâni durdum." İşte bundan dolayı, Abdullah, İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle söylemiştir: ”Elif. Lâm. Râ", ”Ben Allah'ım görürüm" demektir. Abdullah İbn Abbas'dan diğer bir rivayete göre, ”Elif. Lâm. Râ", ”Rahman" kelimesinin harflerindendir. Çünkü ”Elif. Lâm. Râ" ile Hâ. Mîm ve ”Nun" harfleri bir araya toplandığı zaman ”Rahman" kelimesi meydana gelir. İşte bunlar, yani bu sûrenin ihtiva ettiği âyetler hikmetli kitabın âyetleridir. Yani sayısız hikmetleri ihtiva eden Kur'an-ı Kerîm'in âyetleridir. Yüce Allah, hikmetlerin tümünü Kuranda ifade ettiği için böyle denilmiştir. ”...Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kur'an'da mevcuttur." (En'am: 59) 2Kendilerinden olan bir kişiye: Yâni kendi cinslerinden olan bir insana... Çünkü müşrik Araplar, ilâh'ın taştan, altından, odundan veya bakırdan yapılan bir put olmasına şaşırmıyorlar, fakat bir insanın peygamber olarak gönderilmesinden hayrete düşüyorlardı. Onlar, gönderilen peygamberin makam, servet, riyaset ve bunlara benzer şeylerin sahibi olmasını istiyorlardı. Çünkü onlara göre ululuk ve kudretin sebepleri böyle şeylerdi. Onlar diyorlardı ki: ”Hayret! Allah, insanlara Ebû Tâlib'in yetiminden başka gönderecek bir peygamber bulamadı mı?" Bu durum, vahyin ve peygamberliğin hakikatini bilmemelerinden ve aşırı derecedeki ahmaklıklarından kaynaklanıyordu. Aslında Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) soyda, hasebde, şerefde ve riyaset hususunda itibar edilen her türlü meziyette, onların büyüklerinden geri değildi. Yalnız servet müstesna... Kişinin şerefli oluşunda ve ruh cevherinin değeri hususunda servetin hiçbir etkisi yoktur. Ancak, onların gözünde zenginlik, büyük bir meziyet kabul edildiği için Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberlik için seçilmesine hayret ettiler. Nitekim Cenab-ı Hak onların bu durumunu şöyle haber vermektedir: ”Ve dediler ki: Bu Kur'an, iki şehirden bir büyük adama indir ilse olmaz mıydı?" (Zuhruf: 31) Tüm İnsanları uyar ve imân edenleri müjdele!.. Küfredenleri değil. Çünkü küfürlerinde devam etti ki eri müddetçe, onlar için kendisiyle müjdelenecekleri hiçbir cennet ve rahmet söz konusu değildir. Bu âyette ”uyarmak", ”müjdelemek''ten önce zikredilmiştir. Çünkü gereksiz şeylerin giderilmesi, sıralamada yapılması gereken şeylerden önce gelir. Nefis, küfür ve günahlarla pis olmaya devam ettiği sürece, yapılması gereken şeylerin yapılması fayda vernıez. Şüphesiz evi hoş kokularla doldurmak, ancak pislikleri giderip temizledikten sonra mümkün olur. Maddî hastalıkları tedavi etmeye girişen bir doktorun önce bedeni bir takım bozukluk ve karışıklıklardan temizlediğini, sonra güçlendirici ilaçlar vermeye başladığını görmez misin? İşte manevî kalb hastalıklarım tedavi etmeye girişen tabip de böyledir. Onun önce kalbi, bozuk inançlardan, düşük ahlâktan ve kalbi kirleten çirkin işlerden temizlemesi gerekir. Kalbi kişiyi helak eden günahlardan temizledikten sonra taate karşı güç kazandıracak şeylerle onu tedavi eder. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak. Nübüvvet vazifesinin başlangıcında sadece uyannayı zikretmekle yetinmiş ve şöyle buyurmuştur: ”Ey bürünüp sarınan Rasûlüm! Kalk, artık insanları uyar. ” (Müddessir: 1-2) Şüphesiz onlar için Rableri katında bir doğruluk makamı vardır,' diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey midir? Yani âhiretleri için bir hazine olarak takdim ettikleri sâlih ameller ve onların üzerlerine çıkartılacakları yüce bir makam vardır. Bunun ”kadem" (makam) olarak isimlendirilmesi, bir şeyin aleti ile isimlendirilmesi kabilindendir. Çünkü geçmek ve gelmek, ”kadem" ile, yâni ayakla olur. Nitekim nimet de elle verildiği için, ”el" olarak isimlendirilmiştir. İbn Abbas'dan bir rivayete göre; ”doğruluk makamı" diye terceme edilen ”karnede sıdkın"dan maksat, Peygamberlerinin onlara olan şefaatidir. Peygamber önlerinde, onlar arkasında cennet'e gideceklerdir. Âyetteki soru, onların şaştıkları bu şeyin gerçek olduğunu göstermek içindir. Burada geçen ”insanlar"dan amaç, Mekke kâfirleridir. Kâfirler, hayrete düşen Mekke kâfirleri: 'Şüphesiz ki bu, apaçık bir sihirbazdır,' dediler. Bu sözlerinde, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan meydana gelen birçok harikulade hallerle karşılaştıklarını itiraf vardır. Bu haller onları, karşılıklı olarak tartışmakta âciz bırakıyordu. İnsan nefsi, baş olma ve öne geçme arzusu üzerine yaratılmıştır. Başkasının hükmü altında idare edilmeye razı olmaz. Bundan dolayı nefsin ıslâhı, ancak riyasetin zıddı olan ubudiyetle mümkün olur. İsâ (aleyhisselâm) havarilere: ”Tohum nerede biter?" diye sormuş, onların ”toprakta" diye cevap vermeleri üzerine şöyle demiştir: ”İşte hikmet de böyledir. O da ancak toprak gibi kalbde biter." Bu sözüyle tevâzua işaret etmiştir. İnsanlığın Efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözü ele buna işarettir: ”Kim kırk sabah ihlâs ile Allah'a (celle celalühü) kulluk yaparsa, hikmet pınarları kalbinden fışkırıp dilinde görünmeye başlar."(2) Pınarlar ancak yerde olur. Yeryüzü, suların fışkı rdığı mahaldir. Bu açıklamayla anlaşılmış oluyor ki, kâfirler, ubudiyet ve tevazu rütbesine tenezzül etmeyip güzel bir niyetle uyarılan kabul etmeyince, tatlı su kaynağına varmaktan mahrum olmuşlardır. O tatlı su kaynağı Kur'an'dır. Böylece terkedilmişlik köşelerinde son derece susuz kalmışlardır. Gururlu ve hayvanı duygular âleminde yükselmek isteyen kimseler, yüce Allah'ın Habîbinin (sallallahü aleyhi ve sellem) dilinden akıttığı hidâyet pınarından, nereden ve nasıl içeceklerdir? Kâfirler, Kur'an-ı Kerîm'in sihir olduğunu iddia ettikleri gibi, mucizeleri de inkâr etmişlerdir. Gizli şirk ile müşrik olanlar da, yaşantılarına uymayan kerametleri inkâr ettiler. İmam Yafi şöyle demişler: ”Münkirlerin birçoğu, evliya ve salih insanların havada uçtuklarını gözleriyle görseler, bu sihirdir bunlar da şeytanlardır" diyeceklerdir. Şüphesiz, Allah'ın yardımından mahrum bırakılan ve hakkı görmediği ve ona intikal edemediği için yalanlayan kişi, gözüyle görse ve hissetse bile yine de inkâr eder. Ulu peygamberlere ve evliya-ı kirama, sihir ve şeytan fiilleri nasıl nisbet edilebilir? Hayret doğrusu!.. Gizli ve açık her durumda Cenab-ı Hak'tan af ve afiyet niyaz eyleriz. 3Şüphesiz ki sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan... Bu hitap Mekke kâfirlerinedir. ”Rabbiniz" demek; sizi terbiye eden ve işlerinizi idare eden demektir. ”Altı gün"den maksat ise, altı vakittir. Âyette vakit, ”gün" olarak isimlendirilmiştir. Çünkü olaylar zaman içinde meydana gelir. Gün de en aşağı zaman birimidir. Yâni altı günlük bir zaman miktarı içerisinde yaratılmıştır. Çünkü gün, takdir edilen bir zaman parçasından ibarettir. Başlangıcı, güneşin doğusuyla, bitişi ise güneşin batmasıyladır. Şu halde güneşin ve gündüzün olmadığı bir zamanda ”gün", nasıl düşünülebilir? Allah (celle celalühü) dileseydi, bir andan daha az bir zamanda bile gökleri ve yeri yaratabilirdi. Ancak işlerde aceleci olmamak gerektiğini insanlara belirtmek için Allah, böyle buyurmuştur. Çünkü işlerde acele etmek güzel olmaz. Şunlar müstesna: Tevbe etmek, borcu ödemek, misafire ikramda bulunmak, bekârları evlendirmek, ölüyü defnetmek ve cünüplükten temizlenmek. Sonra da işleri idare ederek... Buradaki ”işlerden" maksat; mutluluk ve bedbahtlık işleridir. Cenab-ı Hak, mutluluk ve mutsuzluğa sebebiyet veren huyları, durumları, amelleri, fiileri, sözleri, hareket ve sükûneti hazırlar. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şu hadis-i şerifi buna işaret etmektedir: ”Kulların kalbi eri, Allah'ın kudret elindedir, kalblere dilediği gibi tasarruf eder, çevirir."(3) 3- Ahmet b. Hanbel, İbn Mâce, 1/39, Dr. El-Azamî baskısı. Ahmet b. Hanbel'in rivayeti şu lafızladır: ”Her kalp Allah'ın parmaklarından ikisi arasındadır, dilerse onu düzeltir, dilerse saptırır." Arş'a hâkim olandır. Tıbyân isimli kitabın müellifi şöyle demiştir: ”Sonra" anlamındaki ”Sümme" kelimesi Kur'an'da beş anlamda kullanılmıştır: 1- Tertib ifade eden atıf harfi olarak. Şu âyette bu mânâdadır: ”Şüphesiz ki onlar iman ettiler, sonra küfrettiler, sonra iman ettiler, sonra yine küfrettiler..." (Nisa: 137) 2- Önce mânâsında. ”Sonra... Arşa hâkim olandır" âyetinin başındaki ”Sümme" bu mânâdadır. Yani; bundan önce Arş'a hakim oldu demektir. Çünkü ”Allah'ın Arş'ı su üzerindedir..." (Hûd: 7) âyetinde Arş'm, göklerin ve yerin yaratılmasından daha önce var olduğu ifâde ediliyor. ”Sonra onların dönüşü cehennemedir" (Saifat: 68) âyetinde ki ”Summe" de böyledir. ”Bundan önce onların dönüşü" demektir. Şâirin şu sözü de böyledir: "Babası efendi ve hâkim olan, daha önce de dedesi efendi ve hâkim olan kimseye söyle." 3- ”Bunun yanında" veya ”bununla beraber", mânâsına gelir. Şu âyette bu mânâdadır: ”Sonra o, iman edenlerden idi" (Beled: 17) 4- İptida (başlangıç) mânâsında olur. Şu âyette öyledir: ”Evvelkileri helak etmedik mi? Sonra onlara diğerlerini tâbi kıldık." (Mürselât: 16,17) Burada mânâ: ”Diğerlerini onlara tâbi kılarız" demektir. 5- Taaccûb (hayrete düşme) anlamında olur. Şu âyette öyledir: ”Hamd; gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsûstur. (Bunca delillerin açığa çıkmasından) sonra kâfirler (hâlâ putları) kendilerini yaratan, besleyen ve büyüten Rableriyle eşit tutuyorlar. ” (En'am: 1) Âyette mânâ şöyle olur: ”Şunlara hayret edin ki, Rablerini nasıl da inkâr ediyorlar!" Allah (celle celalühü) özellikle Arş üzerinde hâkim olduğunu belirtip haber veriyor. Çünkü, yaratılanların en büyüğü Arş'tır. Haddadî der ki: ” Sonra" kelimesi ”hakim oldu" kelimesine dahil oldu. Halbuki mânâ bakımından ”idare etme'ye dahildir. Sanki Cenab-ı Hak şöyle söylemiş oluyor: ”Sonra O' Arş'a hâkim olduğu halde işleri idare eder." Çünkü; kâinatta cereyan eden işlerin tümünün idaresi Arş'tan olur. Bundan dolayıdır ki, ihtiyaçların giderilmesi için yapılan dualarda eller Arş'a doğru kaldırılır. Kadî Beyzavî der ki: ”Allah işleri idare eder demek; takdir ettiği ve hikmetinin gerektirdiği şekilde kâinatın durumunu idare eder" demektir. Amr b. Murre'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Allah'ın emriyle dünyayı dört melek idare eder. Bunlar; Cebrail, Mikâil, Azrail ve İsrafil'dir. Cebrail; vahye, rüzgârlara ve ordulara memurdur. Mikâil; yağmurlara ve bitkilere, Azrail; canlara, İsrafil; meleklere emrolunan şeyleri onlara bildirmeye memurdurlar." O'nun izni olmadan, herhangi bir zamanda hiçbir kimse şefaatçi olamaz. O izin de bir hikmete dayalıdır. Gönderilmiş hiçbir peygamber, Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseler dışında, hiçbir kimseye şefaat edemez. Şu halde akıl ve temyiz gücü olmayan putlar nasıl şefaat edebilirler? Bu âyet-i kerimede, kendilerine izin verilen kimselerin şefaat edebileceklerinin isbâtı vardır. İşte Rabbiniz, yani yukarıda anlatılan kemâl sıfatlarla sıfatlanmış sânı yüce olan Allah budur. Bu sıfatların hiçbirisinde O'na hiçbir şey ortak olamaz. O halde yalnızca O'na kulluk edin. Zarar ve fayda veremeyen cansız varlıklar şöyle dursun, insan ve melek gibi yarattıklarından hiçbirini O'na ortak koşmayın. Hâlâ düşünmüyor musunuz? Bütün bunlara rağmen düşünmeyecek misiniz? Çünkü az bir tefekkür ve dikkat; sizi, ibâdet ve rubûbiyyete lâyık olanın, taptığımız putlar değil, Allah olduğu konusunda uyaracaktır. 4Hepinizin dönüşü yalnız O'nadır. Yani, ölüm ve öldükten sonra dirilmek suretiyle dönüşünüz, başkasına değil, yalnızca Allah'adır. O halde Allah'a kavuşmak için hazırlık yapın. Bu, yani öldükten sonra yeniden dirilme Allah'ın gerçek olarak verdiği sözdür. Bu sözde hiçbir şüphe olamaz Şüphesiz ki O, yani Allahü teâlâ önce yaratmaya başlar, sonra iman edip salih amel işleyenlere adaletle karşılık vermek için, yani onları lütuf ve keremine lâyık olacak şekilde, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın gönlünden geçirmediği şekilde, onda hiçbir eksiltme yapmaksızın, iyilerin mükâfatlarını noksanlaştırmadan ve kötülerin cezasını da hak ettiklerinden fazla çoğaltmadan, aksine herkese ameli miktarınca karşılık vermek için... Nitekim yüce Allah başka bir âyette şöyle buyurmuştur: ”Dünyada yaptıklarına uygun bir ceza ..." (Nebe: 26) Tekrar yaratır. Yani yüce Allah, önce yarattıklarını dünyada kullukla yükümlü kılmak için yaratır, sonra ecelleri gelince onları öldürür ve ölümden sonra da herkese yaptıklarının karşılığını vermek üzere yeniden diriltir. Kâfir olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları gerçeklerden dolayı, onlar için kaynar sudan içecek ve acıklı bir azap vardır. Kâfirler için, Allah'ı ve Rasûlünü inkâr etmeleri dolayısıyla son derece kaynar olan içecekler vardır. Bu içecekle onlara azap edilir ve bu azap gönüllerine oturur. Şüphesiz ki, dünya, âhiretin tarlasıdır. Cenab-ı Hak kudretiyle ölümden sonra halkı tekrar hayata iade eder, diriltir. Böylece dünyada ektiklerini orada derlemelerini sağlar. Dünyada hayır eken, orada kurtuluş elde eder, şer eken ise nedamet (pişmanlık) biçer. Cenab-ı Hak, amellerin karşılığını âhirete bırakmıştır. Çünkü bu dünya, ebedî âlemde verilecek cezaları kaldıramaz. Her şeyde Allah'a ait hikmetler vardır. Bu gerçeği bilip anladıysan, yüce Allah'dan kork. Çünkü Allah çok gayret sahibidir. Kulunun, emirlerine karşı gelmeye devam etmesine ve itaat dairesinden çıkmasına asla razı olmaz. Bir hadisde şöyle denilmektedir: ”Şayet Cehennem'deki Zakkum'dan yeryüzüne bir damla düşse, yeryüzünde yaşıyanların yiyecekleri fesada uğrardı. Yâ yiyeceği zakkum, içeceği kaynar su olanlar?..." (4) Dünya ve âhireti düşünen, dönüşün kulların Rabbi olan Allah'a olduğunu düşünen, hata ve günahlardan tevbe eder, iman edip salih amel işleyen kişilerden olur ve şu hikmetli sözü daima hatırlar: ”Bir kimse kırk yaşına vardığı halde, hayrı şerrinden fazla olmazsa, şeytan onun alnından öper ve der ki: Ebediyyen kurtulmayacak bir kişiyi kazandım. Eğer Allah bir kişiye ihsanda bulunur, o da tevbe ederse ve onu Allah, cehaletin karanlıklarından çıkarıp sapıklıkların karanlıklarından kurtarırsa, şeytan şöyle söyler: Yazıklar olsun! Ömrünü sapıklıkta geçirdi, günahlar hakkında beni sevindirdi, fakat sonra yaptığı tevbe sebebiyle Allah onu günahın karanlığından taatın nuruna çıkardı." 4- Tirmizî ve Nesâî. Ayr. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/41. 5Güneşi gündüz için bir ışık, yani onu ışıklı olarak yaratan ve ayı da gece için nur kılan... Işık (ziya) nurdan daha güçlü olduğu için ziya güneşe, nur da aya nisbet edilmiştir. Bilginlere göre ziyâ, kendisinden ışıklı olan şeydir. Güneş gibi... Nur ise, yeryüzünde göründüğü gibi, başka bir şeyle var olan şeydir. Ay, nurunu güneşten alır. Yani aslında ay, kendi zatında, nuru kabul eden karanlık bir kütledir. Güneşle karşı karşıya gelince, yansıma suretiyle güneşten gelen nurla dolar. Böylece yeryüzüne ışık parıltıları gelir. Yılların sayısını ve aylar, günler, geceler ve saatlerin hesabı bilmeniz için... Bu hesabın bilinmesiyle hac, oruç, bayram, namaz ve diğer farzların zamanında ifâ edilmesiyle din ve dünya işleriniz düzgün gider. Aya menziller takdir eden, hem aya, hem de güneşe menziller belirleyip hazırlayan O'dur. Bunlar, o menzillerin dışına çıkamazlar, onlardan birine uğramam azlık da etmeyip hepsine takdir edildiği şekilde uğrarlar. Güneşin menzilleri on iki burçtur. Güneş bu menzillerin herbirini bir ayda gezer. Bu seyrin bitmesiyle yıl tamamlanır ve böylece şemsî yıl meydana gelmiş olur. Bu, güneşin ayrıldığı burç noktasına tekrar varmasıyla olur ki, 365 gün 6 saat eder. Sadru'ş-Şeriâ isimli kitapta bu açıklama vardır. Ayın menzilleri ise yirmi sekiz tanedir. Bu menziller, 12 burca bölünmüştür. Her burç için iki tam bir bölü üç menzil vardır. Ay her gece bu menzillerden birisinde konaklar. Son menzile gelince incelir ve kavisleşir. Eğer ay otuz gün çekerse, ay iki gece; yirmi dokuz gün çekerse bir gece görünmez. Güneş bu menzillerden her birinde on üç gün kalır. Bu menziller, Arapların yağmur taleb edilen yıldızlar diye inandığı yıldızların bulunduğu yerlerdir. Allah bunları, yani yüce Allah ayı ve güneşi bir gerçekle, yüce hikmetlerin gereğini gözeterek yaratmıştır. Bu, biraz önce özet olarak işaret edildiği gibi, din ve dünya işlerinin kendisine bağlandığı zamanların ve yılların durumlarının bilinmesidir. Evet, göklerin ve yerin yaratılışında kesinlikle bir anlamsızlık ve abeslik yoktur. Hikâye edildiğine göre bir adam, bir osurgan böceği gördü ve kendi kendine dedi ki: ”Allah bunu yaratmakla neyi irade etmiştir: Şekli güzel değil, kokusu da çok kötü." Daha sonra, Allah, bu adamı öyle bir çıbanla müptelâ kıldı ki, doktorlar tedavi etme imkânı bulamadılar. Sonunda tedaviyi bırakmak zorunda kaldılar. Nihayet bir doktorun medhini işitti ve kendisine bakması için bu doktorun getirilmesini istedi. Ona: ”Doktorların en mütehassısları bile seni tedavi etmekten âciz kaldılar. Şimdi bu doktoru ne yapacaksın?" dediler. Adam ise: ”Mutlaka ona görünmem lâzım" dedi. Bunun üzerine o doktoru getirdiler, yarasına baktı, osurgan böceği getirilmesini istedi. Orada olanlar güldüler. Bu çıbanlı adam daha önce bu böcek hakkında söylemiş olduğu sözleri hatırladı ve dedi ki: ”Doktorun isteğini yerine getirin. Şüphesiz doktorun bir bildiği var." Doktor osurgan böceğini yaktı, küllerini adamın yarası üzerine koydu ve Allah'ın izniyle yara iyileşti. Bunun üzerine adam oradakilere şunları söyledi: ”Allah bana, yaratılanların en değersizi olarak gördüğüm böceğin, ilâçların en değerlisi olduğunu ve yarattığı her şeyde bir hikmetin bulunduğunu öğretmek istedi." O, bu kâinatın sanatlı yaratılışındaki hikmetleri bilen ve bununla, yaratıcının hallerine delil bulan bir topluluk için âyetleri, yani kudretine ve birliğine işaret eden evrensel delilleri açıklıyor. Âyette özellikle bilenler zikredildi. Çünkü âyetler üzerinde düşünmek suretiyle istifâde edenler, bilenlerdir. 6Hiç şüphesiz, gece ve gündüzün değişmesinde... Yani, aydınlık ve karanlıkla renklerinin değişmesinde yahut gecenin gidip gündüzün veya gündüzün gidip gecenin gelmesinde... Gece ve gündüzün hangisinin daha faziletli olduğu konusunda ihtilâf edilmiştir. İmam Nisâburî şöyle demiştir: ”Gece daha faziletlidir. Çünkü gece dinlenme zamanıdır. Rahat etme cennet nimetlerindendir. Gündüz ise yorgunluktur. Yorgunluk da cehennemdendir." Bunun yanısıra, gündüzün ışığın ve gecenin de karanlığın mahalli olması dolayısıyla, gündüzün daha faziletli olduğu da söylenmiştir. Allah'ın, güneş, ay, yıldızlar, bulutlar ve rüzgârlar gibi göklerde ve dağlar, denizler, ağaçlar, nehirler, hayvanlar ve nebatlar gibi yerde yarattığı varlıklarda, sakınan, yani Allah'tan korkan bir toplum için Cenab-ı Hakk'ın kudretine, sonsuz ilmine, birliğine ve varlığına işaret eden nice deliller vardır. Burada yalnızca sakınanlar, yani muttakiler sözkonusu edilmiştir. Çünkü kötü akibetten sakınan onlardır. İhtiyatlı oluşları, onları ibretle bakmaya ve düşünmeye götürür. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin: ”Kim, müneccimlik ilminden bir parça öğrenirse, sihirbazlıktan bir bölüm almış olur." sözü hakkında Hafız dedi ki: ”Yasak edilen müneccimlik ilmi, gelecekte meydana çıkacak olayları bilebileceğini iddia eden müneccimlerin ilmidir." Meselâ; yağmurun gelmesi, karın düşmesi, rüzgârların esmesi, fiyatların değişmesi gibi gelecekte olacak şeyleri bileceğini iddia etmek gibi... Müneccimler, geleceğe ait olayları, yıldızların hareketleri, bir araya gelmeleri, birbirlerinden ayrılmaları ve bazı zamanlarda görünüp bazı zamanlarda görünmemeleri yoluyla anlayıp bildiklerini iddia ederler. Oysa bunlar, yalnız Allah'ın bildiği, O'ndan başkasının bilemiyecekleri şeylerdir. Ama zeval vaktinin, kıble yönünün, ne kadar zaman geçtiğinin ve ne kadar zaman kaldığının hesaplanması gibi, müneccimlik ilmiyle müşahede edilen bu yolla bilinen şeyler yasak değildir. 7Şüphesiz Bize kavuşmayı ummayanlar ve... Allah'a kavuşmaktan maksat; ya öldükten sonra dirilip O'na dönmek veya ebedî âlemdeki hesaba kavuşmaktır. Nitekim âyette şöyle buyurulmuştur: ”Şüphesiz ki ben, hesabımla karşılaşacağımı biliyordum." (Hakka: 20) Buna göre mânâ şöyle olur: Bize döneceklerini veya hesabımızla karşılaşacaklarını ummazlar. Ahirete karşılık dünya hayatına razı olup geçici azı, ebedî çoğa tercih edip onunla rahat bulanlar bütün çaba ve gayretlerini dünya lezzetlerine ve zahirî zinetlerine hasretmek suretiyle dünyada sükûnet bulanlar. Yahut mânâ şöyle olur: Dünyadan hiç rahatsızlık duymayan kimseler gibi kendilerini orada rahat hissedenler ve ebedî kalacaklarmış gibi kâşaneler yapıp uzun emeller peşinde koşanlar var ya. Bir rivayette şöyle denmiştir: ”Üç kişiye hayret ediyorum: 1- Cehennemin varlığına iman edip önünde olduğunu bilen kişi nasıl güler? 2- Ayrılacağını bildiği halde dünya ile mutmain olan kişi orada nasıl rahat eder? 3- Kendisinden gaflet edilmediği halde, kendisi gafil olan insan eğlencelere nasıl dalar?" Nûman İbn Münzir, eğlenmek için bir ağacın altında konaklar. Adiy ona: ”Ey Melik, bu ağaç ne eliyor biliyor musun?" der ve sonra şu şiiri söyler: Nice kafileler benim etrafımda konakladılar. Şarabı berrak su ile karıştırıyorlardı. Sonra zamanın kasırgası onları yok etti. İşte zamanın böyle çeşit çeşit halleri vardır. Bunu duyan Nûman'ın, bütün gün boyunca neşesi kaçtı. Ve âyetlerimizden gafil olanlar var ya. Kur'an âyetlerinden ve evrensel âyetlerden gafil olanlar. Onlara zıt olan şeylere dalıp gittiklerinden âyetleri düşünüp tefekkür etmezler. Çünkü onlar, birbirine zıt iki vasfı şahıslarında toplamışlardır; 1- Dünyanın lezzet ve geçici zinetlerine dalıp gitmek. 2- Allah'ın âyetlerinden ve marifetullalı delillerinden gafil olmak. 8İşte onların barınağı... Yukarda anlatılan kötü sıfatlarla nitelenen kişilerin meskenleri ve karar kılacakları yer, kazandıkları günahlar sebebiyle... Devam ettikleri çeşit çeşit günah ve kötülükler dolayısıyla sükûna kavuştuklarını sandıkları dünya hayatı ve nimetleri değil, cehennemdir. 9Hiç şüphesiz iman edip yani imâna gelip veya gafillerin gaflet ettikleri âyetlerin şahitlik ettiği gerçeklere inanıp salih amel işleyenlere gelince; imana lâyık olan güzel ve düzgün amellerde -ki bunlar sırf Allah rızâsı için olanlardır- bulunanlar imanları sebebiyle Rableri onları, altlarından nehirler akan, bahçe ve bostanlarda kumlan yükseltilmiş koltuklanıl altlarından, Muhammed sûresinde belirtilen dört nehir akan. Naîm Cennetlerine erdirir. Mü'minler bu cennetlerde nimetlenip refah içerisinde yaşarlar. Ebedî saadet diyarına ”cennet" denmiştir. Çünkü tabanı ağaçlarla örtülmüştür. Cinlere de cin denmesinin sebebi, gözlerden gizlenmeleridir. Yani; imanları sebebiyle ve imanın nûriyle onların barınağı ve varacakları yer cennettir. Şöyle rivayet edilmiştir: ”Mü'min, kabrinden çıktığı zaman, ameli, güzel bir surette kendisine gösterilir. Der ki: ”Ben senin amelinim." Böylece ameli kendisine, nur ve cennete götüren kılavuz olur. Kâfir kabrinden çıkınca, ameli kötü bir surette kendisine gösterilir. Ona der ki: ”Ben senin amelinim." Kâfiri alıp götürür ve nihayet cehenneme sokar." 10Onların cennetteki duaları: 'Ey Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz', yani müminlerin, yukarıda anlatılan cennetlerdeki duaları: ”Ey Allah'ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Sen, vaadinden dönmekten münezzehsin. Bize vaadettiğin şeyleri bulduk, nail olduk" sözleridir. Birbirlerine sağlık dilekleri: 'Selâm' sözüdür. Cennette aralarında olan temenni; her türlü kötü durumdan selâmette olma dileğidir. Yani melekler onlara böyle selâm verirler. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyetle şöyle buyurmuştur: ”...Melekler de her kapıdan onların yanına varacaklar ve: ”Size selâm olsun" diyecekler." (R'ad: 23-24) Ya da onlar için istenen sağlık dileği, Allah tarafından olacak. Bir âyette şöyle buyurulmuştur: ”Rahmi olan Rab tarafından, söz olarak onlara selâm gelir." (Yâsîn: 58) Dualarının sonu da: 'Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur' sözleridir. Onların duaları; anlatılan şeylerden ibarettir. Rivayette şöyle denmiştir: ”Cennet ehli bir şey arzu ettikleri zaman: 'Sübhaneke Allahümme' diyecekler: Bunun üzerine hizmetkârlar yiyecek, içecek ve arzu ettikleri her şeyi onlara getirecekler. Yedikten sonra da: 'elhamdülillahi Rabbi'l-âlemin' diyecekler." Cennette ne sorumluluk, ne de ibâdet vardır. Cennet ehlinin ibâdeti yalnızca Cenab-ı Hak'kı tesbih ve O'na hamd etmektir. Aslında bu, bir ibâdet değildir. Bu kelimeler onlara ilham olunur, onlar da lezzetlenmek için, külfetsiz olarak bu cümleleri söylerler. Bu âyet gösteriyor ki, dil yalnızca zikir ve duâ için yaratılmıştır. Dünya kelâmı, gıybet ve bühtan için degıl... 11Eğer Allah, insanlara hayrı çarçabuk istemeleri gibi şerri de acele verseydi... Burada ”acele" anlamındaki ”tacil", bir şeyin zamanı gelmeden öne alınması, ”çarçabuk istemeleri" anlamındaki ”istical" ise acele yapılmasını talep etmektir. Yine buradaki ”şer"den maksat, azaptır. Azaba şer denilmiştir. Çünkü azaba uğrayan kimse hakkında, bu bir eziyettir, yani hoşa gitmeyen bir durumdur. Kâfirler, kendisiyle korkutuldukları azabın çabuk verilmesini istiyorlardı. Elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Azapları için belirtilmiş vâde onlara yerine getirilir, öldürülürler ve bir anda helak olurlardı. Bu ecel bir an bile geciktirilmezdi. Çünkü onların dünyadaki fizikî varlıklarının acele istedikleri azaba tahammülü yoktur. Fakat Allah (celle celalühü) ne acele eder, ne de onların keyfine göre hüküm verir. Fakat Biz, Bize kavuşmayı, ummayanları, yani âhirette cezamıza inanmayanları azgınlıklar içinde şaşkın bir halde bırakırız. Ceza ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr edip, O'na kavuşmaya inanmamaktan kaynaklanan azgınlıklarında şaşkın ve kararsız bir halde bırakırız. Çünkü, onları acele olarak öldürüp helak etmekte hiçbir hikmet ve maslahat yoktur. Belki daha sonra imân edebilirler veya nesillerinden mü'min kimseler türeyebilir. Bundan dolayı Allah onlara şerri ulaştırmakta acele etmiyor, aksine onlara mühlet veriyor veya onlar farkına varmadan onları azaba sürüklüyor. Bu âyet, günahları sebebiyle hak etmiş oldukları şeyin acele olarak verilmesini isteyen herkesi içine almaktadır. Kişinin kendisi ve çoluk-çocuğu aleyhinde yaptığı, fakat kabul olunmasını istemediği dualar da bu âyetin şümulü içerisindedir. Meselâ, kişinin oğluna kızıp da: ”Allah'ım! Bu oğluma lanet et, ona hayırlarda bulunma" demesi veya kendi aleyhinde: ”Allah benim canımı alsın da sizden kurtarsın" demesi gibi... Şehr b. Havşeb şöyle demiştir: ”Bir kitapta şunu okudum: Cenab-ı Hak, yazıcı meleklere: 'Kulum bunalım halinde iken, aleyhinde hiçbir şey yazmayın' der." 12Sonra yüce Allah, onların azabı acele olarak istemeleri konusunda da yalancı olduklarını belirtiyor. Çünkü insan, hoşuna gitmeyen en küçük bir şeyle karşılaştığında bile sabredemez, o şeyin giderilmesi hususunda Allah'a tazarru' ve niyazda bulunur. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: İnsana bir zarar dokunduğu zaman yatarak, oturarak veya ayakta durarak bize duâ eder. Yani biraz hastalık, fakirlik ve bunlara benzer sıkıntılarla karşılaşınca, bu zarar, ya yatmak zorunda kalacağı kadar ağır veya oturma imkânı bulacak kadar hafif, yahut da ayakta savuşturacak kadar basit olur. Ya da içine düştüğü zarardan kurtulmak için her durumda Allah'a yalvarır. Fakat Biz ondan sıkıntısını kaldırınca, duadaki ihlâsı sebebiyle sıkıntısını kaldırıp giderince, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan dolayı bize duâ etmemiş gibi yoluna devam eder. Sanki o, zararın giderilmesi için hiç duâ etmemiş kimselerin tavrıyla sıkıntı ve musibeti unutur, küfründe ve yanlış yolunda devam eder. İşte böylece haddi aşanlara yaptıkları iş böylesine süslü gösterildi. Yani Allah'a duadan yüz çevirmek, sıkıntı giderilince tekrar günahlara dalmak onlara şirin gösterildi. Bu âyette kâfir, haddi aşan kimse olarak adlandırılmıştır. Çünkü kâfir, dininde haddi aşmış ve haktan gafil kalmada sınırı tecavüz etmiştir. Şüphe yoktur ki kişi, harcamalarda haddi aştığı gibi, arzularına uymada, ömrünü zararlı ve faydasız yerlerde tüketmekte de sının aşar ve müsrif olur. 13Ey Mekke halkı! Şüphesiz ki, sizden önce birçok nesilleri. sizden önce Âd ve Nuh kavmi gibi geçmiş nice toplulukları peygamberleri kendilerine açık delillerle doğru olduklarını gösteren hüccetlerle geldiği halde, duygulanın ve organlarını gereksiz yerlerde kullanmak ve Hakk'ı yalanlamak suretiyle, zulmettikleri için helak ettik. Zaten yetenekleri olmadığı, Allah'ın kendilerini yüzüstü bıraktığı ve Allah'ın onların kâfir olarak öleceklerini bildiği için, onlar, iman edecek de değillerdi. Ayette, ”iman edecek de değillerdi" cümlesi, ”zulmettiler" cümlesine atfedilmiş ve sanki şöyle denmiştir: ”Küfürde ısrar edip zulmedince, mühlet vermede hiçbir yarar kalmayınca onları helak ettik." İşte Biz, günahkâr topluluğu böyle cezalandırırız. Peygamberleri yalanlamaları sebebiyle onları cezalandırdığımız gibi her günahkârı da böyle cezalandırırız. 14Sonra, nasıl davranacağınıza bakmamız için... Burada bakmak diye tercüme ettiğimiz ”en-nezar" kelimesi, görülebilen bir varlığı görmek için, gözü ona doğru çevirip hareket ettirmek demektir. Âyette ”bakmak" tan maksat, hiçbir şek ve şüphenin yol bulup gelemiyeceği kesin ilimdir, burada istiare yapılmıştır. Âyetteki ”nasıl" kelimesi, ”davranmak" fiilinin tümlecidir. Böyle olması, ceza vermede asıl önemli olanın, yapılan fiillerin keyfiyetlerinin ve hedeflerinin olduğunu göstermek içindir. Onların ardından, sizi yeryüzünde halifeler kıldık. Helak ettiğimiz milletlerden sonra, sizi imtihana tâbi tutulan kişinin halef kılınması şeklinde onların yerine getirdik. Çünkü aslında Cenab-ı Hakkın, insanların durumlarını bilmek hususunda sınama ve denemeye ihtiyacı yoktur. Fakat, insanlardan meydana gelen fiillere göre onları cezalandırmak için öyle muamele yapar. Davranışlar hazan güzel, bazan da çirkin olur. Hadis-i Şerifde şöyle gelmiştir: ”Gerçekten dünya tatlıdır, yeşildir." Yani görünüşü ve kendisinden istifâde edilmesi güzeldir. Süratle yok olması hususunda sebzelere benzediği için de, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyayı yeşillikle vasıflandırdı. Aynı zamanda dünyanın zahirî güzelliğiyle insanların fitneye düşüp aklandıklarını da bu ifade ile açıklamış oluyor. Dünyanın, nefisler için güzel oluşu, parlaklığı ve lezzetli oluşu, yeşil ve tatlı meyveler gibidir. İnsanın canı, yeşil ve tatlı meyveleri son derece arzu eder. Dünya da böyledir. Dünyanın haram lezzetleri tatlıdır, yeşildir. Fakat ebedî âlemde acı ve bulanıktır. ”Süt emziren kadın ne iyi, sütten kesen ise ne kötüdür." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: ”Allah sizi, yeryüzünde halifeler kıldı. Yaptıklarınızı ve ne şekilde tasarruf ettiğinizi gözetmektedir" (6) 6- Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Devamı şu şekildedir: ”Dünyadan ve kadınlardan sakının. Çünkü İsrail oğullarının ilk fitnesi kadınlar olmuştur." Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/504. Katâde, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in şöyle söylediğini naklediyor: ”Rabbimiz doğru söylemiştir. Amellerimizi gözetlemesi için bizi yeryüzünde halifeler kıldı. Öyle ise gizli ve aşikâr, gece ve gündüz Allah'a hayırlı ameller gösteriniz." Bu âyet-i kerimede, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yalanlamaları sebebiyle işledikleri günahlara karşı Mekke halkı uyarılmaktadır. Böylece belki, kendilerinden önceki yalancıların başlarına gelen korkunç felâketlerden sakınmak için, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı inkârdan vazgeçerler. 15Bize kavuşmayı beklemeyenler, yani âhireti yalanlayan Mekke müşrikleri, kendilerine tevhidin hakikatına ve şirkin bâtıl olduğuna işaret eden âyetlerimiz, açıkça okunduğu zaman: 'Bize bundan başka bir Kur'an getir' terkibi ve nazmı böyle olmayan, öldükten sonra dirilmek ve hesap günü gibi kabul edemediğimiz şeylerden bahsetmeyen bir Kur'an getir veya yadırgadığımız ve istemediğimiz konuları anlatan âyetlerin yerine, bizim yolumuza uygun başka âyetleri koymak suretiyle bunu değiştir' dediler. Nitekim Yahudi hahamları Tevrat'ı, Hristiyan papazları da İncil'i, kendi arzularıyla uyuşan şeylerle değiştirmişlerdi. Müşriklerin, Rasûlüllah'tan böyle bir şey talep etmelerinin sebebi, kendi arzularının bizzat Rasûl-i Ekrem tarafından gerçekleştirilmesi isteği olabilir. Söz gelimi bu istekleri gerçekleşseydi, o zaman şöyle diyeceklerdi: ”Bak, bize okuduğun şeylerin, Allah kelâmı veya semavî bir kitap olduğu, bir melek aracılığıyla sana vahyedildiği iddianda yalancı olduğun, bütün bunları kendi tarafından söylediğin ve Allah'a karşı yalan uydurduğun apaçık ortaya çıktı." De ki: 'Kur'an'ı kendiliğimden değiştirmem benim için doğru ve mümkün değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Yani, hiçbir âyetinde hiçbir değişiklik yapmadan yalnız bana vahyolunanlara uyarım. Ayette sanki şöyle denmiştir: ”Benim yaptığım sadece bana vahyolunan şeylere uymaktır." Eğer, Kuranı değiştirmek suretiyle Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.'“Büyük gün"den maksat Kıyamet günüdür. 16De ki: 'Allah bana vahyettiği Kuranı size okumamamı dileseydi, ben de onu size okumazdım. Çünkü ben ümmîyim, okuma ve yazma bilmem. Allah da onu size bildirmezdi. Yani Allah, Kuranı benim lisanımla size bildirmez ve onu size asla hissettirip duyurmazdı. Ben bundan yani Kuranın inmesinden önce bir ömür boyu içinizde kalmıştım. Uzun yıllar aranızda bulundum. Onu size okumadım ve bildirmedim. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olmadan önce Mekke müşrikleri arasında kırk yıl kaldı. Sonra ona Kur'an vahyolundu. Vahiyden sonra Mekke'de on üç yıl kaldı. Sonra Medine'ye hicret etti ve orada on yıl kaldı. Altmış üç yaşında iken ebedî âleme irtihal etti. Müşrik ve câhil Arapların arasında kırk yıl kalmış, bu süre içinde ilimle hiç meşgul olmamış, âlim görmemiş, şiir söylememiş, hitabette bulunmamış bir kimse, sonra kalkmış onlara öyle bir kitap sunmuş ki, fesahati her hatibin fesahatini geride bırakmış, nesir ve şiir her yazının üstüne çıkmış, usûl ve furu ilimlerinin esaslarını ihtiva etmiş, geçmişlerin kıssalarını, geleceklerin durumlarını olduğu gibi haber vermiş... Elbette bu kişinin muallimi Allah'tır, okuyup tebliğ ettiği Kur'an, mucizedir ve harikadır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?' Kur'an'ın Allah tarafından geldiğini anlamak için, onun üzerinde tefekkür edip düşünmek suretiyle aklınızı kullanmıyor musunuz? 17Allah'a karşı yalan uyduranlardan... Bu cümle, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a nisbet ettikleri şeyden sakınmak mânâsını ifâde eder. Çünkü müşrikler diyorlardı ki: ”Muhammed bu Kur'an'ı kendi tarafından meydana getirmiş, sonra da kalkıp 'bu kitap Allah'tandır' diyerek iftirada bulunmuştur." Çünkü müşriklerin ”Ya bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir" sözleri bundan kinayedir. Rasûl-i Ekrem'in: ”Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zâlim kim olabilir?" sözü ise kendisinden kinayedir. Sanki şöyle denmiştir: ”Ey müşrikler! Eğer iddia ettiğiniz gibi, bu Kur'an Allah kelâmı değilse, o zaman Allah'a iftira etmem nedeniyle dünyada kendi nefsine benden daha fazla zulmeden hiçbir kimse yoktur. Fakat durum böyle değildir. Tam tersine, Kur'an Allah kelâmıdır." Veya O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir? İçinizde en küçük bir şüphe olmaksızın bilin ki, suçlular asla felah bulmazlar. Korktuklarından emin, umduklarına nail olamazlar. Çünkü kurtuluş yolu, ihlâs ve doğruluk yoludur; yalan ve riyâ yolu değildir. Kim doğru yola girerse, felaha erer, kurtulur ve hedefe ulaşır. Kim de yalan yola girerse, umduğunu elde edemez, sapıtır ve helak olur. Fakîh Ebu'l Kasım'dan şöyle rivayet olunmuştur: ”Alimler üç özellikte ittifak etmişledir ki, bunlar düzgün ve doğru olursa kişi onlarla kurtulur. Bu üç şey birbirinden ayrı olamazlar biri olmadan öteki tamam olmaz: 1- Halis İslâm 2- Helâl gıda. 3- Yapılan işlerde Allah için doğru olmak." 18Mekke kâfirleri Allah'ı bırakıp kendilerine zarar da yarar da veremeyen şeylere tapıyorlar. Âyet şu anlamdadır: Onlar Allah'a ibâdeti tamamiyle terketmemişlerdi. Fakat yalnız Allah'a ibâdetle yetinmeyip putlara da ibâdet ederek, inançlarına göre iki ibâdeti birbirine yaklaştırıyorlardı. Oysa bu putların onlara zarar vermeye veya herhangi bir yarar sağlamaya güçleri yetmez. Çünkü cansız varlıklar bu özellikten uzaktırlar. Kendisine ibâdet yapılan mabudun menfaat sağlayabilmesi, zararları giderebilmesi gerekir. 'Bunlar, yani şu putlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır' diyorlar. Yani, dünya işlerinden bizim için önemli olan hususlarda bize şefaat ettikleri gibi, eğer öldükten sonra dirilme olayı varsa, âhirette de şefaat ederler. Bil ki; ilk defa putlara ibâdet olayı Nuh (aleyhisselâm)'un kavminde görülmüştür. Şöyle ki: Âdem (aleyhisselâm)'in beş tane sâlih çocuğu vardı. Bunlar: Vudd, Suvağ, Yeğûs, Yeûk ve Nesr isimli kişilerdi. Bunlardan Vudd vefat etti. İnsanlar, onun ölümüne son derece üzüldüler, kabri etrafında toplandılar, nerdeyse ayrılıp gitmeyeceklerdi. Şeytan bu durumu görünce, insan şeklinde onlara gelerek: ”Ben size onun heykelini yapayım mı? Ona bakınca onu hatırlarsınız" dedi. ”Evet" dediler. Bunun üzerine şeytan Vudd'un heykelini yaptı. Sonra o salih çocuklardan her birisi ölünce, onların da heykellerini yaptı. Bu heykelleri, onların adlarıyla isimlendirdiler. Daha sonra aradan uzun zaman geçip babalar, çocuklar ve torunlar unutulunca, şeytan geriden gelen nesillere dedi ki: ”Sizden evvelki insanlar bu heykellere tapıyorlardı." Bunun üzerine onlar da tapınmaya başladılar. Allah (celle celalühü) Nuh (aleyhisselâm)'u onlara gönderdi. Hazret-i Nûh, onları bu putlara tapınmaktan men etti, fakat onlar kabul etmediler. Hazret-i Adem ile Hazret-i Nûh arasında on yüzyıl geçmiştir. Her asırdaki yaşayanlar hak bir Şeriat üzeriodeydiler. Araplar içerisinde ilk defa put diken, Huzaa kabilesinden Amr b. Luhayy'dır. Bu adam, bazı işlerini görmek için Mekke'den çıkıp Şam'a geldi. Belkâ denilen yerde Amâlika kabilesini, putlara taparken gördü. Onlara: ”Nedir bunlar? diye sordu. Onlar da: ”Bunlar putlardır, biz onlara tapmıyoruz. Onlardan yağmur yağdırmalarını istiyoruz. Onlar da bize yağmur yağdırıyor, onlardan yardım istiyoruz, bize yardım ediyorlar." Bunun üzerine Luhayy onlara: ”Bunlardan bana bir put verseniz de onu Arabistan'a götürsem olmaz mı?" dedi. Bunun üzerine ona, insan suretinde, akîk taşından yapılmış Hübel denilen bir put verdiler. Luhayy, bu putu Mekke'ye getirip Kabe'nin içine dikti. İnsanlara da bu putu tazim edip ona ibâdet yapmalarım emretti. Artık bundan sonra bir kimse seferden dönünce ailesinin yanına gitmeden önce Kabe'yi tavaf eder, Hübel'i tazim eder ve- onun yanında başını tıraş ederdi. Taif halkı Lât'a, Mekke ahâlisi ise Uzzâ, Menât, Hübel ve İsaf isimli putlara tapınmışlardı. De ki: 'Allah'ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?' Onların tutumlarını yadırgayan bu soruda, yaptıklarını yüzlerine vurma ve onları küçümseme anlamı vardır. Çünkü onlar burada, Allah'ın ortakları olduğunu ve onların Allah'ın indinde şefaatçi olacaklarını iddia ederek akıldan uzak şeyleri, tüm gayb âlemini hakkıyle bilen Allah'a haber vermeye kalkan ahmakların durumuna düşürülmüşlerdir. "Göklerde ve yerde" denilmekle dikkatler şuna çekilmiştir. Allah'tan gayrı taptıkları şeyler ya melekler ve yıldızlar gibi semavîdir, veya yeryüzüne hastır, ağaçtan ve taştan yontulmuş putlar gibi... Halbuki göklerde ne varsa hepsi sonradan meydana gelmiştir ve kendileri gibi Allah'ın tasarrufu altındadır. Allah'a ortak koşulmaya lâyık değildir. O'ndan başka mabûd olsaydı, Allah onu mutlaka bilirdi. Allah'ın bilmediği bir şeyin varlığı mümkün değildir. O, onların koştukları ortaklardan yüce ve münezzehtir. 19İnsanlar bir tek ümmetti. Sonradan ayrılığa düştüler. Hazret-i Âdem zamanında Kabil, Habil'i öldürünceye kadar insanlar tek bir din üzerindeydiler. Hak din üzerinde ittifak etmişlerdi. Sonra kâfir ve mü’min olarak iki gruba ayrıldılar. Eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, yani, aralarını ayıracak azabın kıyamete kadar ertelenmesine dair ezelde bir hüküm geçmemiş olsaydı, haklıyı hayatta bırakmak, haksızı da yok etmek suretiyle ayrılığa düştükleri hususlarda aralarında hemen hüküm verilirdi. Bu ihtilâf, geçmiş milletler arasında olduğu gibi, bu ümmet yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmeti arasında da mevcuttur. Bir kısmı mü’min, bir kısmı kâfir, bir kısmı da bid'at ehlidir. İnsanların bu ihtilâfında Allah'ın irâde ve meşietinin tecellisi vardır. Şöyle ki: İlâhî kemâl, Allahın cemâl ve celâl sıfatlarının görüntüleriyle tecelli eder. Fakat insanlara yaraşan, ayrılık ve kin değil, ülfet ve ittifak üzerinde bulunmalarıdır. Çünkü Allah'ın yardımı cemaatle beraberdir. Sürüyü terkeden koyunu kurt kapar. Hikmet sahibi bir zat, ölümü anında, çocuklarını toplayarak onlara şöyle vasiyette bulundu: ”Deyneklerimi bana getirin." Onlar da getirdiler. ”Toplu olarak bu deynekleri kırın", dedi. Kırmaya güçleri yetmedi. Sonra deynekleri ayırdı ve: ”Onları birer birer alıp kırınız" dedi. Onlar da böyle yapıp kırdılar. Bundan sonra onlara dedi ki: ”İşte benden sonra durumunuz budur. Toplu olduğunuz sürece yenilmezsiniz. Bölündüğünüz zaman düşmanlarınız imkân bulup sizi yok eder." Hadis-i Şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Ey müminler! Size Allah'tan sakınmayı, üzerinize bir köle hile lider olsa, kulak verip itaat etmeyi vasiyet ediyorum. Benden sonra yaşayanlar birçok ihtilâflar görecektir. Benim ve hidâyete ermiş Râşid halifelerin sünnetine uyun. Sünnetime sımsıkı sarılın." Sözün özü şudur: İhtilâfların bir kısmı kötü, bir kısmı iyidir. Dinin esasları ve akaid konularındaki ihtilâflar kötüdür. Dinin furûatında ve muamelâtta olan ihtilâflar iyidir. İmamların ihtilâfı rahmettir. Rivayet edildiğine göre, bir yahûdi Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye dedi ki: ”Siz daha Peygamberinizi defnetmeden ihtilâfa düştünüz." Hazret-i Ali (radıyallahü anh): ”Biz, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında değil, Rasûlüllah için ihtilâf ettik. Fakat siz, Kızıldeniz'den çıkıp da ayağının ıslaklığı kurumadan Peygamberiniz Mûsa (aleyhisselâm)'ya: 'Onların ilâhları olduğu gibi bize de bir ilâh kıl..: dediniz" dedi. (Araf: 138) Bu cevap, muhatabı susturan cevaplardandır. Allah (celle celalühü) hakkı söyler. O, hak yola hidâyet eyler. 20Mekke kâfirleri diyorlar ki: 'Ona, yani Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Rabbinden bir mucize indirilse ya!' Onlar: ”Kurana karşı çıkmak mümkündür," diyorlardı. Nitekim şu sözleri bu kanaatlerini gösteriyor: ”...İstesek biz de bunun gibisini söyleriz..." (Enfal: 31) Onlar mucize sayılması için Hazret-i Mûsa'nın beyaz el, asâ ve nehirlerin fışkırtılması gibi Kurandan başka harikalar gösterilmesini teklif ediyorlardı. Ey Habîb'im onlara cevap olarak de ki: 'Gayb, ancak Allah'ındır. Olmasını teklif ettiğiniz ve nübüvvetin gereklerinden olduğunu sandığınız şeyler, yalnız Allah'a has olan gaybdendir. Benim onlar üzerinde hiçbir vukufiyetim yoktur. Eğer Cenab-ı Hak, mucizelerin artırılmasında bir yarar görseydi, şüphesiz o istediklerinizi bana verirdi. O halde o teklif ettiğiniz şeylerin indirilmesini bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.' İnkârınız yüzünden, Allah'ın sizin hakkınızda yapacağı şeyleri, bana vereceği büyük mucizeleri ve sizin teklifinizin dışındaki âyetleri beklemekteyim. Gerçekten de Allah (celle celalühü) o zâlimleri, dehşet verecek bir şekilde cezalandırmak için süre verdi. Bazan da, irâde buyurduğu kimselerin cezasını geciktirmez, mühlet vermez. Anlatıldığına göre, Osmanlı sultanlarının atası olan Osman Gazi, elde ettiği büyük başarıları Kuran'a verdiği önem sayesinde elde etmiştir. Allah (celle celalühü) birçok ülkeleri, onun eliyle fethetmiştir. Allah'ın Kitabına saygısı sebebiyle, o zamandan bu ana kadar Osmanlı Devleti devamlı gelişme halindedir. Şu halde akıllı kimse, rütbe ve makamının artması için Kur'an'ı yüceltmeye önem versin. Heybet ve şanının azalmaması için de Kur'an'ı hakir görmekten sakınsın. Görmez misin ki; Sultan lV. Mehmet ve yardımcıları Kur'an'la amel etmeyi bırakıp zulüm ve düşmanlık yapmaya kalkınca, Allah hem kendilerine, hem de onlar sebebiyle insanlara korku ve kıtlığı musallat kıldı? Birçok Rum kaleleri ellerinden çıktı. Kâfirler İstanbul'a hâkim olmaya bile cesaret etmeye başladılar. Korku o kadar çoğaldı ki, insanlar: ”Kaçıp kurtulacak bir yer yok mudur?" demeye başladılar. Bütün bunlar, etrafındaki insanların kötülüğünden dolayı meydana geldi. Çünkü Padişahın etrafındaki adamlar, onu şeriata aykırı icraata teşvik ettiler. Allah'ım! Bizi ibret alanlardan ve basiret sahiplerinden eyle... 21Kendilerine dokunan bir sıkıntıdan sonra, insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman... Burada insanlardan maksat, âyetlerin nüzul sebebi olan Mekke halkı, rahmetten maksat da sıhhat ve bolluktur. Zarar; kıtlık ve hastalık gibi şeylerdir. ”Kendilerine dokunan sıkıntı", onlara isabet eden ve sosyal hayatlarında tesiri görünmeye başlayan darlıktır. Âyette, dokunmanın zarara, rahmeti tattırmanın ise Allah'a isnadı Kur'an adâbındandır. Nitekim başka bir âyette şöyle buyurulmuştur: ”Hastalandığım zaman O bana şifa verir." (Şuarâ: 80) Kuranda buna benzer âyetler çoktur. Bir de bakarsın ki, âyetlerimiz hakkında onlar bir tuzak düşünürler. Yani, onlara rahmeti tattırırken, onlar âyetleri kötüleyip karalamak ve onları bertaraf etmek için çarelere başvurmak suretiyle derhal tuzaklar hazırlamaya çalışırlar. Zarar ve musibetin etkisi daha kafalarından dağılmadan tuzak kurmada adeta yarışırlar. Rivayet olunduğuna göre, Mekke halkı yedi yıl kıtlık çekti. O kadar ki, yok olmanın eşiğine geldiler. Sonra Allah onlara merhametle muamele etti, topraklarına bereket verdi. Yağmurlar yağdırdı. Bunun üzerine hemen Allah'ın âyetlerine dil uzatmaya ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a tuzak kurmaya kalkıştılar. De ki: 'Allah'ın tuzağı daha çabuktur.' Allah'ın azabı size, hakkı bertaraf etmek için yaptığınız hilelerden daha hızlı ulaşır. Onlara verilen ceza, tuzakları karşılığında verildiği için, tuzak olarak isimlendirilmiştir. ”Tuzak" anlamındaki ”mekr", tuzağı gizlemektir. Şüphesiz onlar Allah'ın iradesinin ne olduğunu bilemezler. Fakat onların irâdesinin Allah'a karşı gizli olması mümkün değildir. Allah'a tevekkül et, sıkıntılara göğüs ger. Düşmanın, senin aleyhinde kurduğu tuzaklardan korkma! Elçilerimiz kurduğunuz tuzakları veya tuzak kurdukları şeyi mutlaka yazıyorlar. Âyetteki ”elçilerden" maksat, insanların fiillerini yazan meleklerdir. Bunlara Kirâmen Kâtibin melekleri denir. Âyetin bu cümlesinde, onlardan intikam alınacağının kesin ifadesi vardır. Aynı zamanda çevirdikleri dolapların Allah'a karşı gizli kalması şöyle dursun, yazıcı meleklere bile gizli kalmayacağına dikkat çekilmiştir. Bu âyet açık olarak, kâfirler için de yazıcı meleklerin bulunduğuna işaret etmektedir. ”Kâfirin hiçbir sevabı olmadığına göre sağındaki melek neyi yazar?" diye bir soru sorulursa, cevap olarak şu söylenir: Solundaki yazıcı melek, sağındaki meleğin izniyle yazar. Böylece sağdaki melek yazmasa da soldakinin yazdıklarına şahit olmuş olur. Bu meleklerin sayısı hakkında ihtilâf edilmiştir. Abdullah b. Mübarek der ki: ”Bunların sayısı beştir. İkisi gündüz, ikisi gece vazife yapar. Bir tanesi ise, ondan gece gündüz ayrılmaz." Bu âyet ve rivayetlerle sabit oluyor ki, mü'min olsun, kâfir olsun, insanların bütün fiil ve sözleri, kıyamet günü kendilerini ilzam etmek, susturmak için yazılıyor, zaptediliyor. Çevrilen hile ve tuzakların, kişiyi hoşlanmadığı bir durumdan kurtarma hususunda hiçbir etkisi yoktur. Kurtuluşunu tuzaklar kurmada sanan insan, tuzağa düşen ve kurtuluşunu kuyruğunu sallamakta gören tilkiye benzer. İnsanı kurtaracak olan, kâmil bir imandan sonra yapılan sâlih amellerdir. Akıllı kişi, kaza meydana gelmeden önce, durumunu düzelten kişidir. 22Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Karada, yaya olarak veya at, katır, merkep ve deve gibi hayvanların sırtında, denizde ise büyük, küçük her türlü gemi ile yürüten Allah'tır. Bu âyet; gerçekte gemileri yürütenin rüzgârlar değil, Allah olduğunu gösteriyor. Çünkü rüzgâr kendi kendisine hareket edemez. Aksine Allah'ta son buluncaya kadar, onu hareket ettiren vardır. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri güzel bir rüzgârla alıp götürdüğü ve... ”İçlerindekiler" anlamında kullanılan ”bihim" kelimesinde iltifat sanatı vardır. Hitap ikinci şahıstan, üçüncü şahsa çevrilmiştir. Burdaki iltifat; yaptıklarını inkâr ve çirkin göstermede, mübalağaya delâlet etmesi içindir. Sanki başkalarını hayrete sevketmek için durumları onlara anlatılmıştır. Güzel rüzgârdan maksat: yumuşak ve onların hedeflerine uygun olarak esen rüzgârdır. Bu rüzgârın hoş ve gayelerine uygun oluşu dolayısıyla bununla neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip de, her yerden onları dalgalar sardığı, bütün yönlerden dalgalar tarafından hücuma uğradıkları ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anladıkları zaman, yani helak oldukları zaman. Bu terim aslında, düşmanın kabileyi kuşatması hakkında kullanılır. Dini yalnız Allah'a has kılarak... İlâh olarak taptıkları putlardan hiçbirini Allah'a ortak koşmaksızın... Çünkü, dini Allah'a has kılmak, O'na şirk koşmayı terketmekten ibarettir. Onların bu durumdaki ihlâsları, imâna değil aksine, zoraki olan imanlarına dayanmaktadır. İşte o zaman: 'Yemin olsun ki, bizi bu durumdan kurtarırsan... Allah'a yemin olsun ki, eğer bizi bu tehlikeden kurtarırsan, bundan sonra mutlaka ebediyyen senin nimetlerine şükredenlerden olacağız.' Emirlerine uyacak, gazabından sakınacağız ve senden başkasına kulluk yapmak suretiyle nimetlerine karşı nankörlük etmeyeceğiz diye Allah'a yalvarırlar. 23Fakat, dualarını kabul ederek Allah onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarınca, bir de bakarsın ki, daha önce yaptıkları gibi, yeryüzünde yine haksızlıkla taşkınlık ediyorlar! Allah'a ortak koşma, O'nu yalanlama ve Allah'a karşı suç işleme yoluyla eski taşkınlıklarına dönüyorlar. Ey azgın insanlar! Hiç şüphesiz sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. Azgınlığınızın giyıahı aleyhinize dönecektir. Onun cezasını mutlaka göreceksiniz. Bunun cezasını kendilerine azgınlık ettiğiniz kimseler, çekmeyeceklerdir. Yaptığınız taşkınlıkla sadece fani dünya hayatının menfaatini, geçici nimetlerini elde edersiniz. Fakat dünya hayatı ile ondaki lezzetler yok olur gider, günah işleyenlere verilecek cezalar devam eder. Sonunda, kıyamet gününde dönüşünüz yine Bizedir, başkasına değil. Böylece dünyada yapmakta olduklarınızı, yani bütün amellerinizi size haber veririz. Âyetteki bu cümle, verilecek ceza ile tehdit mânâsını ifade ediyor. Bir adamın tehdit ettiği kişiye söylediği şu söz gibi: ”Yaptıklarını sana göstereceğim." Bu âyet-i kerimede, gemilerin Allah tarafından ihsan edilmiş büyük bir nimet olduğuna işaret vardır. Çünkü insanlar, denizlerde seyredebilmek için gemilere muhtaçtır. Bu yüzden Cenab-ı Hak, insanları denizlerde yürütmek suretiyle onlara ihsanda bulunduğunu ifâde etmiştir. Denizlerde gemilere binmek erkekler için caiz, kadınlar içinse mekruhtur. Çünkü denizde kadınların tesettürü çok defa mümkün olmayabilir, özellikle küçük gemilerde açılması caiz olmayan yerlerinin açılmamasından da emin olamazlar. Üstelik kadınlar, gemide, bazı ihtiyaçlarını erkeklerin yanında gidermek zorunda kalırlar.(8) 8- Bu mahzurlar, eski ibtidaî gemiler için geçerlidir. Şimdiki gelişmiş modern gemilerde sayılan sakıncalar olmayabilir. (Mütercim) Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh) Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şu hadisi naklediyor: ”Hac ve umre yapmanın veya Allah yolunda savaşmanın dışında gemiye binme. Çünkü denizlerin dibinde ateş vardır. Ateşin altında da yine deniz vardır." (9) 9- Hadisi Ebû Davud, Cihad bahsinde 2489 no ile rivayet etmiştir. Senedi zayıftır. Bir denizciye: ”Denizlerde gördüğün en tuhaf durum nedir?" denildi. O da: ”Denizlerden selâmette kalınanıdır." dedi. Bir dil bilgini gemiye bindi. Gemideki bir işçiye: ”Sen gramer bilir misin?" dedi. İşçi: ”Hayır" dedi. Bilgin: ”Ömrünün yarısı boşa geçmiş," dedi. Derken deniz dalgalanmaya ve gemi sarsılmaya başladı. Bu sefer işçi, bilgine: ”Sen yüzme bilir misin?" dedi. Bilgin: ”Hayır" dedi. İşçi: ”O halde senin ömrünün tümü boşa gitmiştir ” dedi. 24Dünya hayatının tuhaf durumu, dünyanın şaşılacak haline, diğer tuhaf şeylere benzediği için ”mesel" denildi; gökten indirdiğimiz bir suya benzer: İnsanların ve hayvanların yediği tahıl, ot ve sebze gibi yeryüzü bitkileri o su yağmur sebebi ile birbirlerine karışır. Birbirlerine girecek şekilde her yeri kaplar. Nihayet yeryüzü ziynetini takınıp süslendiği... yani yeryüzü, çeşit çeşit renkli ve süslü elbiseleri giyip süslenen bir gelin gibi, çeşitli şekilde ve türde olan bitkiler ve onların muhtelif renkleriyle ziynetini takınır. Bu âyette: Cenab-ı Hak, yeryüzünü bir geline benzetmiş ve gelinin sıfatlarından olan bazı şeyleri yeryüzü için kullanmıştır. Kullanılan sıfat, ziynet ve süslenmedir. Ve halkı da yeryüzü ahâlisi ona ürünlerini biçmeye, meyvelerini toplamaya kadir olduklarını sandıkları bir anda, gece veya gündüz ona âfet emrimiz gelir de, sanki dün o, hiç yokmuş gibi, kökünden koparılarak biçilmiş bir hâle getiririz. İşte, düşünen bir toplum için âyetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz. Yani bu güzel izah gibi, Kur'an âyetlerini de açıklıyoruz. Dünyanın durumuna dikkatleri çeken bu âyetler de geniş geniş açıkladığımız âyetlerdendir. Düşünen toplum, bu âyetler üzerinde tefekkür ederler ve onların ifade ettikleri mânâları anlarlar. Bu âyette ki benzetme, teşbih-i mürekkeptir. Çünkü, hayat ve onun güzelliği, insanlar kendisiyle aldandıktan sonra süratle yok oluşu; dünyanın yeşilliğinin ve güzelliğinin semavî bir âfetle yok oluşuna benzetilmiştir. Düşünürlerden birisi şöyle demiştir: ”Dünya, bir anne ve insanlar da onun çocukları gibidir. Onları terbiye eder. Bir kimse, annesiyle meşgul olup da hocasını terkeden çocuk gibi olursa, cahil kalır. Dünyayı kendisine, taptığı bir put haline getirir. Fakat anasıyla değil de, hocasıyla meşgul olan kişi âlim olur, arzularına köle olmaktan kurtulur ve amacına kavuşur. Şu halde dünyanın kötülenmesi, Allah'dan alıkoyması bakımındandır." 25Allah... ”Allah" kelimesi, bir ve eşsiz olan zâtın ismidir. Bu isim, bütün güzel isim ve sıfatları kendinde toplar. Bundan dolayı bazı salin insanlar, bu ism-i celîl sayesinde hakikat âlemine girmeyi başarmışlardır. Bir adam Şiblî hazretlerine şöyle demiştir: '"'Niçin Allah diyorsun da, 'lâ ilahe illallah' demiyorsun?" Şiblî şu cevabı vermiştir: ”İnkârın vahşetine yakalanmaktan korkarım." (Kullarını), Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) vasıtasıyla, bütün insanları selâm yurduna, yani her türlü âfet ve kötü durumlardan selâmette olan yurda çağırır. Bu yurt, cennettir. Cennetin başlangıcı ihsan, ortası rızâ, sonu ise Hakka kavuşmaktır. Hikâye olundu ki: ”Geçmiş milletlerin sultanlarından birisi bir şehir kurdu. Güzelleştirdi ve şehrin tezyini ve güzelleştirilmesi hususunda her türlü çabayı gösterdi. Sonra ziyafet hazırlayıp insanları yemeğe davet etti. Bazı insanları şehrin kapılarına oturttu. Bu insanlar çıkan herkese ”bir noksanlık gördünüz mü?" diye soruyorlar, insanlar da, ”hayır," diyorlardı. Nihayet üzerlerinde tuhaf elbiseler bulunan birtakım kişiler geldiler. Onlara da: ”Bir noksanlık gördünüz mü?" diye sordular. Onlar da: ”İki kusur ve noksanlık gördük" dediler. Bunun üzerine o adamların söyledikleri sözleri sultana bildirdiler. Sultan dedi ki: ”Ben tek bir kusura bile razı olmam. Bu adamları getirin bakalım bana." Böylece adamlar sultanın huzuruna alındılar. Sultan da onlara, bu iki ayıbın ne olduğunu sordu. Dediler ki: ”Kurduğun şehir, eninde sonunda harap olacak ve içinde yaşayanlar da ölecekler." Sultan onlara: ”Siz hiç harap olmayacak, insanları da ölmeyecek bir yurt biliyor musunuz?" diye sordu. Onlar da: ”Evet, cennet ve nimetleri" dediler ve sultam cennete teşvik ettiler. Cehennem ve cehennem azabını hatırlatıp onu cehennemle korkuttular. Allah'a ibâdet yapmaya davet ettiler. Sultan da bu seslere kulak verdi, tevbekâr olarak ve Allah'a iltica ederek saltanatı bıraktı. Bir hadiste şöyle rivayet olunmuştur: ”Güneşin doğduğu hiçbir gün yoktur ki, güneşin iki yanında iki melek bulunmasın. Bu iki melek, insan ve cinlerden başka bütün yaratıkların duyacağı bir şekilde şöyle seslenirler: 'Ey insanlar! Rabbinize geliniz. Allah sizi selâm yurduna (cennete) davet ediyor.'" Mânânın: ”Allah'ın yurduna davet ediyor" şeklinde olması da caizdir. Çünkü ”selâm". Allah'ın isimlerindendir. Bu durumda izafet, ”Beytullah" ifadesinde olduğu gibi, teşrif için olmuş olur. Selâm kelimesi Allah hakkında kullanıldığı zaman; O'nun zatının kusurdan, sıfatlarının noksanlıktan, fiillerinin de serden salim olduğu anlamım ifade eder. Kul hakkında kullanıldığı zaman ise, kulun kalbinin, aldatmaktan, hasetten, kinden ve kötülüğü istemekten, organlarının da haram ve günahlardan salim kaldığı anlamına gelir. Selâm ve İslâm ile, ancak Müslümanların elinden ve dilinden selâmette kaldığı kimseler nitelenebilir. Ve dilediğini hidayete erdirir. Kullarından dilediği kimseleri doğru yola, yani sırat-ı müstakime ulaştırır. Bu yol, İslâm ve takva ile azıklanma yoludur. 26Güzel amel işleyenlere, amelleri gerektiği gibi doğru bir şekilde yapanlara... Bu da zatî güzelliği gerektiren vasfî güzelliktir. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu şu hadis-i şerifleriyle açıklamışlardır: ”İhsan, Allah'ı görüyor gibi, O'na ibâdet yapmandır. Çünkü sen O'nu görmesen de O seni görüyor." Daha güzel mükâfat ve Allah'ın lütuf ve keremi olarak, o güzel mükâfattan daha fazlası vardır. Buna göre ”güzel mükâfat", Allah'ın ameller karşılığında verecekleridir. ”Fazlalık" ise, amellerin karşılığı olmadan vereceği mükâfatlardır. Bir başka âyette: ”Allah lütfundan onlara fazlasıyla verir." (Nur: 38) buyurulmaktadır. Ehl-i Sünnete göre bunların tümü Allah'ın lütuf ve keremidir. Bir başka görüşe göre ”güzel mükâfat", yani ”hüsnâ", iyiliklerinin mislinin verilmesidir. ”Fazlalık" ise, on mislinden başlayıp yedi yüz misline kadar olan fazlalıktır. Muhakkik âlimlerin çoğunluğuna göre ”güzel mükâfat"tan maksat, cennet, ”fazlalık"tan maksat da Allah'a kavuşmak ve O'nun cemalini müşahede etmektir. Bir hadis-i şerifte şöyle denmiştir: ”Cennetlikler cennete girdiklerinde Cenab-ı Hak onlara şöyle buyurur: 'Size fazlalaştıracağım başka bir isteğiniz var mı?' Cennetlikler şöyle cevap verirler: 'Sen bizim yüzlerimizi beyazlattın, bizi cennete koydun, bizi cehennem ateşinden kurtardın, başka ne isteyebiliriz ki?' Sonra aradaki perde açılır ve Rablerini müşahede ederler. Rahlerini müşahede etmekten daha sevimli hiçbir şey onlara ihsan edilmemiştir." Daha sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu âyet-i kerimeyi okudu: ”Güzel amel işleyenlere, daha güzel mükâfat ve fazlası vardır." (11) 11- Hadisi, Ahmed b. Hanbel, Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Eğer Cenab-ı Hak perdeyi kaldırsa da, biz O'nu müşahede etseydik, kâinatı ve içindekileri unuturduk. Nitekim Cenab-ı Hak tecelli ettiği zaman cennet ehli, cennet nimetlerini unuturlar. Bu durumda şer'î ibadet vakti bitmiş olur. Bundan dolayı, şu dünya hayatında Hakk'ı müşahede edemeyiz. Çünkü burası kulluk ve sorumluluk yeridir. Onların yüzlerine ne bir kara... Âyetteki ”kater" kelimesi, tozdan daha ileri bir mânâ ifade ettiği için ”kara", yani siyah leke olarak açıklanmıştır. Ne de bir horluk bulaşır. Yâni onlarda aşağılık eseri ve gönül sıkıntısı görülmez. Bu iki vasfın onlardan uzak tutulmasından maksat, korku, üzüntü ve zillet sebeplerinin onlardan uzaklaştırılmış olmasıdır. Bunun belirtilmesindeki amaç, Allah'ın zikrettiği nimetlerin halis olduğunu, hoşa gitmeyen hiçbir şeyin bu nimetlere karışmadığını, bu nimetlerde olan güzellik ve parlaklığı giderecek şeylerin oraya giremeyeceklerini bildirmektir. İşte onlar, cennetlik kimselerdir. Onlar, orada ebedî, sonu gelmeksizin ve başka bir yere intikal etmeksizin sürekli kalacaklardır. 27Kötü amel kazananlara, yani Allah'a şirk koşup günah işleyenlere ise, kötülüğün cezası misliyle verilir. Kötü amel kazananların cezası, bir kötülüğe karşı, aynıyla cezalandırılmaktır. Günahlarda, sevaplarda fazlalaştırma olunduğu gibi, fazlalaştırma olmaz. Cehennemi gördükleri zaman onları bir zillet kaplar. Onları Allah'(m azabın)dan koruyacak hiçbir kimse yoktur. Onları Allah'ın gazabından, azabından hiçbir kimse engelleyemez ve koruyamaz. Onların yüzleri, aşırı siyahlık ve karanlığından dolayı sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte onlar da cehennemlik kimselerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bil ki, cennete girmek Allah'ın rahmetiyledir. Derecelerin taksimi, amellere göredir. Ebedî kalış, niyetler sebebiyledir ve bu da, üç makamdır. Cehennem'e girmek de böyledir. Cehennem ehlinin oraya girmesi. Allah'ın adaleti yled ir. Oradaki azabın dereceleri amellere göredir. Orada ebedî kalış, niyetler sebebiyledir. Yani mü'min insan, yaşadığı sürece Allah'a ibâdet yapma niyetinde; kâfirin de, yaşadığı sürece devamlı olarak putlara ibâdet etmek niyetinde olunca, onların her biri niyetin ebedî oluşuyla cezalandırılacaklardır. 28Onları uyar ve onlara hatırlat: O gün, yani kıyametin koptuğu gün onların tümünü, iyilik yapan iman ehli ile kötülük yapan küfür ehlini hiçbir fert (lisanla kalmaksızın bir araya toplarız. Sonra ortak koşanlara: 'Haydi, hakkınızda yapılacak muameleyi görünceye kadar siz ve koştuğunuz ortaklar, yerlerinize, deriz. Artık onların aralarını tamamen ayırımsızdır. Kendileri ile taptıkları ilâhlarının arasını ayırır, dünyada iken meydana getirdikleri bağlan koparırız. Böylece amelleri boşa çıkar ve arzularını bağladıkları kulplar kesiliverir. Kendi açılarından umdukları şeylerin meydana gelmemesinden tam bir ümitsizlik meydana gelir. Allah'a koştukları ortaklar, yani ortaklık isnâd edip taptıkları kimseler: 'Siz bize tapmıyordunuz,' derler. Bunlar; Melekler, Uzeyr ve İsa (aleyhima es-selâm) ve taptıkları diğer kimselerdir. Onların bu sözleri, müşriklerin ibâdet ve tapmalarından uzaklaşmaktır. Çünkü onların bu ibâdetleri, ortak koştukları kimselerin emir ve iradeleriyle olmamıştır. Müşrikler, hakikatte kendi arzularına ve kendilerini azdıran şeytanlarına tapıp ibâdet ediyorlardı. 29'Şimdi bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Çünkü O, durumların gerçek mahiyetini bilendir. Şüphesiz biz, sizin bize tapmanızdan habersizdik.' Buradaki habersiz olmaktan amaç, razı olmamaktır. Çünkü meleklerin, müşriklerin ibâdetlerini bilmemeleri düşünülemez. 30Mü’min veya kâfir, cennetlik veya cehennemlik herkes, orada, o dehşetli yerde veya o anda geçmişte yaptıklarını, daha önce işledikleri amellerinin yarar veya zararını görür ve tadar. Ve gerçek sahipleri olan, Rubûbiyetinde hiçbir şüphe bulunmayan ve bütün durumlarını bilerek onlara egemen olan Allah'a yâni O'nun mükâfat veya azabına döndürülürler. Böylece uydurdukları şeyler, kendilerinden kaybolup gider. Zayi oluşu ve sapıklığı ortaya çıkar. Uydurdukları şeyler de; ilâhlarının kendilerine şefaat edeceği, onların, Allah'ın ortakları oldukları iddiaları gibi şeylerdir. Kıyamet günü gerçek durum ortaya çıktığında, iman ehlinin bile güvenip dayandıkları şeylerin çoğu, yok olup, gittiğine göre, kâfirlerin ve günahkârların güvenip dayandıkları şeyler ne olur acaba?... Rivayet edildiğine göre: ”Cüneyd-i Bağdadî, ölümünden sonra rüyada görüldü. Kendisine denildi ki: ”Allah senin hakkında ne yaptı?" O da: ”Bu işaretler, şu ibareler ve şu ilimler yok oldu, kaybolup boşa gitti. Seher vakitlerinde kıldığımız namazlardan başka hiçbir şey bize yarar sağlamadı." 31Allah, tevhidin hakikat, şirkin bâtıl olduğuna delil getirerek, Rasûlüne şöyle hitabetti: Şirk koşanlara de ki: 'Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da kulaklara ve gözlere kim mâliktir? Yani, onları bu güzel tarzda yaratmaya ve aralarındaki dengeyi kurmaya kimin gücü yetebilir? Yahut da, isabet eden en küçük şeyden etkilenen bu gözleri ve kulakları ve birçok âfetlerden kim muhafaza edebilir? Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Bir yağ parçasıyla varlığı temaşa ettiren, bir kemikle sesleri işittiren, bir et parçasıyla insanı konuşturan celâl sahibi zâtı, bütün noksanlıklardan tenzîh ederiz?" İnsanın işitmeye ve görmeye olan ihtiyacı, konuşmaya olan ihtiyacından fazla olduğu için, Cenab-ı Allah (celle celalühü), insan için iki kulak, iki göz ve bir dil yaratmıştır. Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Ölü nutfeden canlıyı, canlıdan da nutfeyi kim meydana getiriyor? Yine aynı şekilde yumurtadan kuşu, kuştan da yumurtayı kim çıkarıyor? Bütün işleri kim idare ediyor?' Ulvî veya süflî, ruhanî veya cisınanî bütün âlemin işini, durumunu kim idare edip çeviriyor? Onlar: 'Allah' diyecekler. Anılan bütün fiilleri yapan yalnız Allah'tır, başkası değil. Durum son derece açık olduğundan, Hakka karşı diretmek mümkün değildir. Bu durumda onları susturmak için de ki: 'Öyleyse sakınmıyor musunuz?' Yani bu anlatılanları bilip de putları Allah'a ortak koşmanız sebebiyle çarptırılacağınız Allah'ın azabından korunmayacak mısınız? 32İşte bu, bütün bu işleri yapan ve yaratan; gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Rubûbiyyeti sabit olan O'dur, ortak koştuklarınız değil. Artık haktan sonra, sapıklıktan başka ne kalır? O sapıklık ki, akıllı hiçbir kimse onu tercih etmez. Bu sapıklık; putlara tapmak yani onlara ibâdet etmektir. O halde haktan batıla nasıl döndürülüyorsunuz? Burdaki soru, bir yadırgama sorusudur. Mânâ şöyle olur: Tevhid inancından ve Allah'a ibâdetten nasıl yüz çevirip de sapıklığın tâ kendisi olan Allah'a şirk koşmaya ve putlara ibadet yapmaya yöneliyorsunuz? 33İşte böylece, Rubûbiyetin yalnız Allah'a ait oluşunun gerçekleşmesi gibi, Rabbinin, yoldan çıkanlar hakkındaki yani küfürlerinde diretip düzelme sınırının dışına çıkanlar hakkındaki: 'Onlar inanmazlar,' sözü gerçekleşmiş oldu. Çünkü onlar iman etmeyeceklerdir. İnkarcılık, onları ilâhî azaba sürüklemiştir. Çünkü her sonuç, birtakım sebepler ve mukaddimelerden doğar. Çavdardan, buğday meydana gelmez. 34De ki: 'Ortak koştuklarınızdan ilk defa yaratacak, sonra da onu eski şekliyle yeniden yaratacak var mı?' Yani; mahlûkatı önce yaratacak, ölümlerinden sonra da yeniden yaratacak kim vardır? Cahiliye dönemindeki putperestler ilk yaratılışı kabul ediyorlar, öldükten sonra yeniden dirilmeyi ise inkâr ediyorlardı. Onların bu inkârları inada ve hakka karşı diretmeye dayanıyordu. Bundan dolayıdır ki Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın onlara, bunu asıl yapanın Allah olduğunu açıklaması emrolundu ve ona şöyle dendi: De ki: 'Allah ilk defa yaratır, sonra onu çevirip yeniden yaratır. Bu fiilleri başkası değil, yalnız Allah yapar. O halde nasıl saptırılıyorsunuz? Haktan ve doğru yoldan nasıl çevriliyorsunuz? 35De ki: 'Ortak koştuklarınızdan, hakka iletecek var mı?' Hiç şüphesiz kulluk mertebelerinin en düşüğü; kendisine ibâdet edilenin ibâdet yapanlara, menfaatleri oları şeyleri temin edebilmesidir. De ki: 'Allah, dilediği kimseleri hakka iletir. Ondan başkası bunu yapamaz. Allah'ın hidayete erdirmesi; delilleri göstermek, peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek suretiyle olur. Gerçekleri anlayıp elde edebilmek, ancak Allah'ın yardımı, hidayeti ve irşâdıyla olur. Öyleyse başkasını hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidâyet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayanlar mı? Allah'tan başka hiçbir kimse hidâyete iletemez. Bu âyet, hidâyete ermiş akıllı insanların ilâhlaştırılması tarzındaki görüşün fesadını göstermektedir. Nitekim bundan önce de putlara tapan müşriklerin görüşlerinin bozukluğu açıklanmıştı. Tibyan isimli tefsirin müellifi şöyle demiştir: ”Putlar yarar sağlayamaz, zarar veremez ve kendi kendilerine hiçbir şeye muktedir olamazlar. Ancak sokulur, çıkarılır, başka yere nakledilir ve kendilerine tasarruf edilir." Cenab-ı Allah (celle celalühü) bütün bunlardan yüce ve münezzehtir. Bu âyetin zahirine göre eğer putlara hidâyet edilse, onların da hidâyete ereceği anlaşılıyor. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü putlar taştır, hidâyete ermezler. Ancak putperestler, putları ilâh edinince bu putlardan da düşünen ve iş yapan kimselerden bahsedildiği gibi bahsedildi. Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?' Yani putları Allah'a ortaklar edinmekle ne yapıyorsunuz? Ne oluyor size? Aklın, bâtıl olduğuna açıkça hükmettiği bir şeyi nasıl kabullenebiliyorsunuz? Ayetteki bu soru cümlesi, onların bâtıl hükümlerini inkâr ve red mânâsını ifade ediyor. Şöyle ki: Putperestler, kendisine muhtaç oldukları Allah ile, kendilerine muhtaç olan ve Allah'ı bırakıp taptıkları putları eşit tuttular. Halbuki her şeye gücü yeten ile âciz varlıklar arasında hiçbir eşitlik ve denklik yoktur. 36Putların ilâhlığı konusundaki inançlarında onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Bu hususta hiçbir araştırma yapmaksızın yalnız atalarını taklit ederler, Şüphesiz zan, haktan hiçbir şey ifade etmez. Bazıları şöyle demiştir: ”Putlar şefaatçıdırlar diye kuruntuya kapılmak, onlardan azabı gidermez, ”Putlar, şefaatçilardır" sözleri bâtılın ta kendisidir. Boş bir hayal ve temelsiz bir zan üzerine kurulmuştur." Allah, onların yapmakta olduklarını çok iyi bilendir. Bu cümle, delilden yüz çevirip zanna uymalarından dolayı onları tehdit mânâsını ifade ediyor. Bu âyet, temel imanî meselelerde ilmin şart olduğuna ve yalnız taklitle yetinmenin caiz olmadığına delildir. 37Bu Kur'an, içindeki nazmının güzelliği, ince mânâları ve her şeyi içinde toplayan, gerçeklerinden oluşan icaz delilleriyle beraber Allah'tan başkası tarafından uydurulmuş değildir. Çünkü Kur'an gibi bir sözü, ancak Allah söyleyebilir. Fakat o, kendinden öncekileri doğrulayan kendinden önce indirilmiş ilâhî kitapları; haber verdikleri dinin asıllarında, kıssalarında onları doğrulayandır. Bu kitap; hiçbir ilimle uğraşmayan, evvelki kitapları bilen âlimlerle oturup kalkmayan bir kimsenin -Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) - elinde ortaya çıkmıştır. Ve o kitabı açıklayandır. Yani ispat edip gerçekleştirdiği şer'î hakikatleri açıklayandır. Onda hiçbir şüphe yoktur. O, âlemlerin Rabbindendir. Kur'an, Allah katından Rasûlüllah'a inmiş bir vahiydir. 38Yoksa, 'onu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) uydurdu mu' diyorlar? Mânâ şöyledir: ”Mekke kâfirleri, Kur'an'ı Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in uydurduğunu mu söylüyorlar?" Buradaki soru, iddia edilen şeyin imkân ve akıldan uzak olduğunu ifade ediyor. De ki: 'Eğer sizler doğru iseniz Allah'tan başka gücünüzün yettiklerini çağırın da, onun benzeri bir sûre getirin'. Ayetteki ”getirin" emri, muhatabın çaresizliğini ortaya çıkarıp onu susturma türünden bir sözdür. ”Benzeri" derken, belagat, nazım güzelliği ve mânânın kuvveti hususunda ona benzeyen denilmek istenmiştir. Çünkü cahiliyyet dönemindeki Araplar, Arap dili ve edebiyatı konusunda Rasûlüllah gibi idiler. ”Allah'tan başka" denmesi ise, Ondan başka hiçbir kimsenin Kur'an'ın benzerini getiremeyeceğine işarettir. Yaratılanlardan herhangi birisi Kur'an'ı uydurabiliyorsa, ondan başkası da uydurabilir. Çünkü her ilim sahibinden daha ilerde bir âlim olabilir. Gerek toplu halde gerekse birer birer Kur'an'a karşı gelmekten âciz olduğunuzu anlayınca, Kur'an'ın nazmı ve indirilişinin yalnız Allah tarafından olduğu ortaya çıkmış oluyor. Şüphesiz Kur'an'ın icazı, yani mucize oluşu, belagat ve fesahatinin insan gücünün üstünde olmasındadır. Bu kazıyla Kur'an, insanları onunla boy ölçüşme gücünden alıkoymuştur. 39Tam tersine, onlar ilmini kavrayamadıkları ve yorumu kendilerine henüz gelmemiş olan bir şeyi, yani Kur'an'ı yalanladılar. Kur'an'ı anlamadan önce onu yalanlamaya koyuldular. Çünkü bir sözü, mânâsını kavrayıp anlamadan önce yalanlamaya kalkmak, ilk anda ona karşı çıkmak demektir. Âyetteki ”tam tersine" anlamına gelen ”bel" kelimesiyle, taklit ve tefekkürsüzlükleri kınanmaktadır. Sanki şöyle denmiştir: ”Onlarla mücadele etmeyi ve onları ilzam edip susturmaya çalışmayı bırak." Çünkü onlar, muhatap olmaya ehil değillerdir. Taklitçi kimselerdir ve dinleyip düşünmeden körü körüne hareket etmektedirler. Eğer onlar Kur'an'da olan icaz delillerine vakıf olsalardı, onun bir mahlûk tarafından meydana getirilecek cinsten bir benzerinin olamayacağını mutlaka bilirlerdi. "Ve yorumu kendisine henüz gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar." Âyetin bu cümlesinin ifade ettiği anlam şudur: Kur'an-ı Kerim hem lâfız, hem mânâ, hem de gayb haberleri yönünden mucizedir. Halbuki kâfirler, Kur'an'ın nazmını düşünmeden, bir kısmının ahirette, bir kısmının da bu dünyada ortaya çıkacağını bildirdiği geleceğe ilişkin haberlerin gerçekleşmesini beklemeden derhal yalanlamaya kalktılar. Onlar Kur'an'ın i'câz yönlerini anlayıp yalanlamada acele etmeselerdi; Rasûlullah'ın sözlerinin doğruluğunu, Kur'an'ı Kerim'in sıhhatini göreceklerdi. Onlardan öncekiler de senin kavminin içindeki bazı kimselerin yaptığı gibi, peygamberlerini böyle yalanlamışlardı. Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak! Bu cümlede, müşrikleri kendilerinden önceki milletlerin karşılaştıkları azabın benzeriyle tehdit mânâsı vardır. Burada kâfirler, zulüm sıfatıyla vasıflandırılmışlardır. Çünkü onlar, tekzibi tasdik yerinde kullandılar. Böylece onların akibeti; peygamberlerin ve ilâhî kitapların haber verdiği azap ve helak olacaktır. - 40Onlardan yalanlayanlardan kimi ona, yani Kur'an'a inanır. Kur'an'ın hak olduğunu bilir ve onu tasdik eder. Fakat buna rağmen müslüman olmamakta diretir. Kimi de ona kafasızlığından ve düşüncesizliğinden dolayı inanmaz. Âyet şu mânâya da gelebilir: ”Onlardan öylesi vardır ki, küfründen tevbe edip iman edecektir. Öylesi de vardır ki, Kur'an'ı kabullenmeye kabiliyeti olmadığı için gelecekte iman etmeyecek ve küfür üzere ölecektir." Rabbin ifsâd edenleri küfürde direten ve hakka karşı gelenleri en iyi bilendir. Allah onları ifsâd, yani bozgunculuk yapanlar olarak niteliyor. Çünkü kâfirler, fıtrî kabiliyetlerini kötü amelleriyle bozmuşlardır. 41Eğer onlar seni yalanlarlarsa, deliller ortaya çıktıktan sonra onlar hâlâ seni yalanlamakta ısrar ederlerse, de ki: 'Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız da size aittir. Yani onlardan uzaklaş. Çünkü mazeretin tam manâsıyla ortaya çıkmıştır. Anlam şöyledir: Hak olsun bâtıl olsun, benim amelimin karşılığı bana, sizin amelinizin karşılığı da size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.' Siz benim yaptıklarım dolayısıyla cezalandırılmazsınız, ben de sizin ameliniz sebebiyle cezalandırılmam. 42Onlardan, yalanlayanlar içinden seni Kur'an okurken dinleyenler de vardır. Onların bu dinlemesi yüzeyseldir. Kalb kulaklarında, dünya sevgisi ve arzularından dolayı sağırlık vardır. Çünkü bir şeyi sevmek, kişiyi kör ve sağır yapar. Fakat sağırlara sen mi duyuracaksın? Buradaki soru, yadırgama sorusudur. Buna göre anlam şöyledir: Onlar sana kulak mı verirler ki, sen onlara dinletebilesin? Kötü amelleri sebebiyle, Allah'ın sağırlaştırdığı kimselere bir şey duyuramazsın. Üstelik akıllarını da kullanmıyorlarsa. Yani sağırlıklarına bir de akılsızlık eklenirse!.. Çünkü akıllı olup da sağır olan kişinin kulağına bir ses ulaştığı zaman, onu düşünüp anlayabilir. Fakat sağırlık ve akılsızlık aynı anda bir kişide bulunursa, onun işi bitmiştir. 43Onlardan sana bakan da vardır. Kalb gözünde körlük olduğu halde baş gözüyle bakıp senin peygamber olduğunu gösteren açık delilleri görenler de vardır. Fakat körleri sen mi doğru yola ileteceksin? Hele bir de basiretsiz olurlarsa. Yani; baş gözünün körlüğüyle kalb gözünün körlüğü bir araya gelirse... Çünkü görmekten maksat; ibret almak ve düşünüp anlamaktır. Bu hususta asıl vazifeyi gören basirettir. Bundan dolayıdır ki, bazan kör fakat basiret sahibi olan kişi, gören ancak ahmak olan kimsenin idrak edemediği şeyi sezer ve anlar. Putperestlerde ahmaklık ile manevî körlük birleşince, hidayet kapısı onlara kapanmış oldu. Hakkı yalanlamada ısrar eden yalanlayıcılar, sağır ve kör kimselere benzetilmişlerdir. Çünkü onların şiddetli buğzu ve Rasülüllah'a karşı olan aşırı nefretleri, peygamberliğinin delillerini görmekten ve sözlerinin güzelliğini anlamaktan onları alıkoymuştur. Nitekim kulaklardaki sağırlık, sözün güzelliğini anlamaktan, gözdeki körlük, manzaraların güzelliğini müşahede etmekten alıkoyar. Aklın yokluğunun işitmenin yokluğuyla, idrakin yokluğunun da gözün yokluğuyla beraber zikredilmesinin hikmeti; bâtının hükmünü zahire tercih etmektir. O kadar ki, onlar kurtuluş kabul etmeyecek bir akılsızlık seviyesine düşmüşlerdir. Doktor, tedavi kabul etmeyen bir hastayı görünce ondan yüz çevirir. Sıhhate kavuşmamasını artık garipsemez. Durum böyle olunca, hidayeti kabul etmeyen kâfirlerden uzak durmak ve onların yalanlamaya devam etmelerine üzülmemek lâzımdır. Alimlerden bir zat şöyle demiştir: ”Beş şey vardır ki boşa gitmiştir: 1- Çorak araziye yağan yağmur. 2- Güneşin ışığında yanan lamba. 3- Kör adamın yanındaki güzel görünümlü kadın. 4- Hasta yanındaki hoş yemek. 5- Değerini bilmeyen kişi yanındaki akıllı adam." 44Şüphesiz ki Allah insanlara hiç zulmetmez. Yapmadıkları bir şey sebebiyle Allah insanları cezalandırmaz. İşlemedikleri günahın sorumluluğunu onlara yüklemez. Fakat insanlar, Allah'ın haram kıldığı şeyleri işlemek ve O'nun gazabına sebebiyet veren şeyleri yapmak suretiyle kendi kendilerine zulmederler. 45Allah'ın onları burada kastedilen kimseler Mekke kâfirleridir, bir araya toplayacağı gün... Burada anlam şöyledir: Onlara, Allah'ın kendilerini toplayıp hasredeceği günü hatırlat ve uyar. ”Bir araya toplanma günün"nden amaç kıyamet günüdür. Onlar sadece dünyada veya kabirde, gündüzün, aralarında görüşüp tanışacakları bir saat kadar kalmış gibidirler. Saat, çok az bir zamanı ifade eden bir deyimdir. Gördükleri şeylerin dehşetinden, geçen zamanın çok kısa olduğunu sanırlar. İnsanın korkusu büyüdükçe, zahirî işleri unutur. Aralarında görüşüp tanışırlar. Dünyada tanıdıkları gibi orada da birbirlerini tanırlar. Sanki onlar ölüm sebebiyle az bir zaman ayrı kalmışlar ve bu az zaman kabirlerinden ilk çıktıklarında birbirlerini tanımamalarına neden olmamıştır. Fakat azabı gördükleri zaman bu konuşmalar kesilir ve birbirlerinden uzaklaşmaya başlarlar. Allah ile karşılaşmayı yalanlayıp doğru yolu tutmamış olanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Bu; onların zarara uğrayacakları hakkında Allah tarafından bir şehadet ve muhatabın hayrete düşmesi mânâsını ifade ediyor. Hesap ve ceza gününü yalanlayanlar mutlak aldanmışladır. Çünkü onlar imanı verip küfrü, doğrulamayı verip yalanlamayı satın almışlardır. Artık vakit bitmiştir, hiçbir menfaat üzerinde değillerdir. 46Onlara vaadettiğimiz azabın bir kısmını Bedirde olduğu gibi ya hayattayken sana gösteririz. Şartın cevabı anlaşıldığı için zikredilmemiştir. Takdir şöyledir: ”Ne alâ, işte beklenen budur ve biz onlara karşı güçlüyüz." Veya sana göstermeden seni vefat ettiririz, nihayet onların dönüşü de Bizedir. Ahirette onlara olanı sana göstereceğiz ve Biz onlardan intikam alacağız. Sonra, Allah onların yapmakta olduklarına da şahittir. Yani kötü fiillerine karşılık Allah onları cezalandıracaktır. 47Geçmiş ümmetlerden her ümmetin bir peygamberi vardır. Bu peygamber onlara, hakka davet etmesi için durumlarına uygun özel bir şeriatle gönderilir. Peygamberleri mucizelerle (onlara) geldiği zaman, onu yalanladılar. O ümmetle peygamberi aralarında adaletle hükmedilir. Böylece peygamber ile o'na iman edenlerin kurtuluşuna, yalanlayanların da yok olmasına hükmedilir. Ve cezalandırılmalarını gerekli kılan bu hüküm hususunda onlara asla zulmedilmez. Çünkü bu, amellerinin sonucudur. 48Kendilerine verilecek azabı akıldan uzak görerek ve onunla alay ederek: 'Eğer doğru söylüyorsanız bu vaadedilen azap ne zamandır?' derler. Yani sözünüzde doğru olan kimselerseniz, Allah bu azabı hemen getirsin derler. 49De ki: 'Ben kendime bile, Allah'ın dilediğinden başka uzaklaştırabileceğim bir zarar da, celbedebileceğim bir yarar da verme gücüne sahip değilim. Hal böyle olunca nasıl size sahip olurum da, üzerinize gelecek azabın hemen gelmesini sağlayabilirim? Yarar vermeye de, zararı uzaklaştırmaya da sadece Allah'ın gücü yeter. Kendileri ile peygamberleri arasında hüküm verilmiş her ümmetin, (takdir edilmiş), süresi belirlenmiş bir eceli vardır. O ecel, başka bir ümmete geçmez. Kendilerine has o ecelleri geldiği zaman ne bir saat geri kalırlar, ne de ileri giderler.' Yani takdir edilen zamanı ne erteleyebilirler, ne de öne alabilirler. Öyleyse acele etmesinler. Vakitleri mutlaka gelecek ve haklarında vaadolunan azap mutlaka uygulanacaktır. 50De ki: Ey müşrikler! Haber verip 'söyleyin bana! O'nun, Allah'ın acele ettiğiniz azabı size geceleyin uykuda olduğunuz bir zamanda veya gündüzün geçiminizle uğraşırken gelirse!.. ne yaparsanız? Suçlular ondan hangisini acele istiyorlar?' Bu cümleye şartın cevabıdır diyen müfessirler olmuştur. Buna göre mânâ şöyle olur: ”Onlar azabın hangi çeşidini çabuklaştırmak istiyorlar?" Halbuki şiddetli eleminden ve acılığından dolayı azabın hiçbir çeşidi acele edilip istenilmez. 51Olan olduktan sonra mı ona iman edeceksiniz? Onlara de ki: Azap gerçekleşip başınıza geldikten sonra, artık imanın fayda vermediği bir zamanda mı imana geleceksiniz?-Azap geldikten sonra (onlara): 'Şimdi mi iman ettiniz? Bu soru; gecikmeyi inkâr içindir. Halbuki onu, yani azabın gelmesini, yalanlayarak ve alay ederek acele istiyordunuz,' (denilir.) 52Sonra kıyamet gününde, yalanı tasdikin ve küfrü imanın yerine koymak suretiyle o zulmedenlere: 'Ebedî azabı tadın! Kâfirlere önce kabirlerinde azap olunur. Sonra cehenneme giderler ve orada ebedî azap görürler. Yalnızca kazanmakta olduğunuz şeylerle cezalandırılıyorsunuz?' denir. Yani, dünyada kazandığınız küfür ve günahların karşılığından başka herhangi bir şeyle karşılık görmüyorsunuz. Bu âyette dikkatler şuna çekilmiştir: Azap, ilk başta hiçbir şey olmadan Allah (celle celalühü)'tan sudur etmez. Çünkü Allah (celle celalühü) kullarını, kendilerine rahmet etmek için yaratmıştır. Azap, bâtıl amellerinin sonucudur. Bu zehiri kullanmaya götüren işleri yaparak zehirlenip helak olmak gibidir. 53'O (söylediğin) bir gerçek midir?' diye senden haber soruyorlar. Yani bu soruyla, seninle alay ediyor ve söylediğin şeyleri inkâr ediyorlar. Anlam şöyledir: ”Acaba bize vaad ettiklerin gerçek midir?" Onların alaylarına aldırış etmeksizin De ki: 'Evet! Rabbime yemin olsun ki, o bir gerçektir. Ve siz Allah'ı âciz bırakamazsınız.' Kaçmakla azaptan kurtulamazsınız. Hiç çare yok, azabı göreceksiniz. 54Şirk koşmak suretiyle (nefsine) zulmeden herkes, yeryüzünde ne varsa kendisinin olsa, azaptan kurtulmak için elbette onu feda eder, kurtulmak için hepsini harcar, ve azabı gördükleri zaman işledikleri zulümlerden dolayı pişmanlıklarını gizlemeye çalışırlardı. Yani, azabı görünce içine düştükleri aşırı şaşkınlıktan ötürü konuşmayarak, pişmanlıklarını açığa vurmaz ve gizlerlerdi. Tıpkı idama götürülen bir adamın hayret içinde kalması ve tek bir kelime konu şamaması gibi... Onların aralarında, yani zalim müşriklerle diğer çeşitli zulüm ehli arasında adaletle hükmolunur. Ve verilen azap hususunda onlara, yani o zalimlere zulmedilmez. Aksine o azap, zulümlerinin gereği ve zorunlu sonucudur. 55Dikkat edin! Burada ”dikkat edin" anlamındaki ”ela" kelimesi, gafil insanları uyarmak için kullanılır. Bu dünya ehli, gafildir. Zahirî sebeplere bakarak oyalanırlar ve eşyayı zahirdeki sahiplerine nisbet ederek: ”Bu Zeyd'in evidir. Amr'ın kölesi dir, saltanat halifeye, tasarruf vezire aittir" gibi ifadeler kullanırlar. Böylece gaflet ve cehalet uykusuna dalarlar. Bu nisbetlerin doğru olduğunu sanırlar. Bundan dolayı yüce Allah, uyuyan dünya ehline bu kelime ile hitap ederek onları uyanmaya teşvik ediyor. Göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır, diye hitâbetmiştir. Çünkü sabit olmuştur ki Allah'tan başka her şey O'nundur, O'nun tasarrufundadır. Dilediği gibi tasarruf eder. Diriltir, öldürür, mükâfat veya azap verir. Yine dikkat edin ki, Allah'ın vaadi haktır. Yani insanların vaad olunduğu mükâfat ve ceza mutlaka olacaktır. Bu vaadden dönüş hiçbir şekilde söz konusu değildir. Vaad, söz verilen şey, hak da sabit ve gerçek olan manasınadır. Fakat gafletin kendilerini çepeçevre kuşatması ve akıllarının noksanlığı sebebiyle onların çoğu bunu bilmezler. Onlar dünya hayatının zahirini bilirler ve o hususta diyeceklerini derler. 56Hiç kimsenin müdahelesi olmadan O, hem diriltir, hem de öldürür. Ebedî âlemde öldükten sonra tekrar diriltmek ve hasretmek suretiyle yalnız O'na döndürüleceksiniz. Âyet-i kerime, Allah'a döndürülmenin kesin olduğunu ifade ediyor. Söylenen şu söz ne güzeldir: ”Ölüm gelince ilim fayda vermez, Âdem (aleyhisselâm)'e vermediği gibi. Dostluk da fayda vermez, İbrahim (aleyhisselâm)'e vermediği gibi. Yakınlık fayda vermez, Mûsa (aleyhisselâm)'ya vermediği gibi. Saltanat da fayda vermez. Davud ve Süleyman (aleyhisselâm)'a vermediği gibi..." 57Ey insanlar! Bu, tüm insanlığa bir çağrıdır. Size Rabbinizden bir öğüt, öğüt, ister azarlayıp korkutmak, isterse gönülleri okşayıp teşvik etmek suretiyle olsun, sonucu hatırlatmaktır. Cümlenin anlamı şöyle olur: Size, vacip olanları açıklayan, güzel amellere teşvik eden, kötü fiillerden nefret ettiren bir Kitap geldi ki, o, Kur'an'dır. Kalblerdeki, cehalet, şüphe, şirk, ikiyüzlülük ve diğer bozuk inançlardan oluşan (hastalık)lar için bir şifa, iman edenler için, objektif ve sübjektif, yanı iç ve dış âlemde gösterilen delillerle sizi kesin imana ve hak yola götüren bir hidayet ve inanan insanları, küfrün ve sapıklığın karanlıklarından kurtaran rahmet gelmiştir. Müminler, Kur'ân'nın gelmesi ile karanlıklardan, küfürden ve dalâletten kurtulmuşlardır. 58Ey Rasûlüm Muhammed! İnsanlara de ki: 'Allah'ın lütfü ve rahmetiyle, evet işte bunlarla sevinsinler.' Bu ikinci cümle, yani ”evet işte bunlarla sevinsinler" ifadesi, ilk ifadeyi pekiştirmektedir. Yani insanlar, herhangi bir şeyle sevineceklerse yalnız bununla sevinsinler, başkasıyla değil. Bu, onların toplayıp biriktirdiklerinden, geçici dünya servetlerinden çok daha hayırlıdır. Büyüklerden birisi şöyle demiştir: ”Allah'ın lütfü, ihsanını sana ulaştırmasıdır. Rahmeti, daha önce sana verdiği hidayettir. Sanki Allah (celle celalühü) şöyle buyuruyor: Ey kulum! Sen kendi taat ve kulluğuna güvenme. Benim lütuf ve rahmetime güven." Dünyanın fâni servetini toplamakta bir menfaat olsaydı, Karun o servetten faydalanırdı. Malik İbn Dinar da şöyle demiştir: ”Bir toplulukla beraber bir gemide bulunuyordum. Vergi toplayan kişi: Hiç kimse dışarı çıkmasın diye seslendi. Fakat ben çıktım. Memur: ”Niçin dışarı çıktın?" diye sorunca: ”Yanımda hiçbir şeyim yoktur," cevabını verdim. Memur: ”Git buradan," dedi. İşte o zaman kendi kendime şöyle dedim: Ahiretin durumu da böyledir. Dünyaya karşı kalben duyulan alâka ve ilgiler, bağdır. Gönlü bunlardan soyutlamak, huzur ve rahattır." Bil ki: Kur'anın öğütlerini kabullenmek, kişiyi ebedî saadete ulaştın. Onu nefsânî arzulardan kurtarır. Anlatıldığına göre, İbrahim Ethem, birgün içinde bulunduğu nimetler ve saltanat dolayısıyla seviniyor. Sonra yatıp uyuyor. Rüyasında bir adam, ona bir kitap veriyor. Açıp baktığında kitapta şunların yazılı olduğunu görüyor: ”Geçici olanı, ebedî olana tercih etme. Saltanatınla aldanma. İçinde bulunduğun bu imkânlar fani olmasaydı, büyük olabilirdi. Sen Allah'ın emrine koş. O, şöyle buyuruyor: 'Rabbiniz tarafından olan yüce mağfirete ve cennete koşun.' (İmran: 33) İbrahim Ethem korkarak uyanıyor ve: ”Bu, Allah'tan bana bir uyarma ve öğüttür" diyor. Artık bundan sonra Allah'a gönül veriyor ve taat ile meşgul oluyor. "Size Rabbinizden bir öğüt gelmiştir" ifadesinde, Kur'an'ın Allah (celle celalühü) tarafından gelmiş yüce bir armağan ve O'dan bize ulaşan büyük bir hediyesi olduğuna işaret edilmiştir. Bize düşen sadece, bu armağanı kabul etmektir. Onu kabul etmek demek; emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmaktır. Kur'an'ı çok okuyanlardan birisi şöyle demiştir: ”Ben, Kuranı hocama okudum. Sonra dönüp tekrar okumak isteyince beni azarladı ve şöyle söyledi: 'Bana karşı Kur'an okumayı bir amel haline mi getirdin?... Git benden başkasına oku ve onun sana neyi emredip neyi yasakladığına bak.'" 59De ki: Ey Müşrikler! 'Söyleyin bana! Allah'ın size indirdiği rızkın niçin bir kısmını helâl, bir kısmını haram saydınız?' Bu âyette, rızıklar yerden çıktığı halde semadan indirildiği ifade ediliyor. Bunun sebebi şudur: Rızıklar, yağmur, güneş ve ay gibi gökle ilgili birçok sebepler sayesinde yerden çıkarlar. Yağmur bitkilerin bitmesine, güneş olgunlaşmasına, ay da renklenmelerine sebeptir. Âyetten maksat, müşriklerin rızıkların bir kısmını helâl, bir kısmını da haram diye ayırmalarını reddetmektir. Onların ayırımı, âyette şu cümleler ile ifade edilmiştir: ”Bu hayvanlar ile ekinler haramdır." (En'am: 138) ”Şu hayvanların karınlarında olanlar, erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haramdır. ” (En'anı: 139) Bunlar: Kendilerine sırtları haram edilen, beş yavru doğuran, putlara adanan, on yavru doğuran develerdir. De ki: '(Bu hususta), yani haram kılma konusunda Allah mı size izin verdi, yani siz, Allah'ın emrine uyarak mı: ”Şu helâldir, şu haramdır" diyorsunuz? Yoksa bunu O'na nisbet etmekle Allah'a iftira mı ediyorsunuz?' Bu âyet, hüküm sorulan hususlarda gelişigüzel hüküm vermekten sakındıran en açık ifadelerdendir. Hüküm verme konusunda kim dikkatli hareket etmezse, iftiracı olur. Hazret-i Ali (kerremallahü vecheh) şöyle buyurmuştur: ”Kim insanlara, bilmediği halde fetva vermeye kalkarsa, yer - gök ona lanet eder." Ali Belhî'nin kızı babasına, boğaza kadar gelen kusmuğun abdesti bozup bozmadığını sordu. Babası cevaben dedi ki: ”Abdesti tekrar almak vacip olur." Biraz sonra rüyasında hocalarından birini gördü. Hocası dedi ki: ”Ey Ali! Ağız dolusu gelmedikçe abdesti bozmaz." Bu rüyadan sonra Ali Belhî dedi ki: ”Kesinlikle anladım ki, fetva, ehli olan hocalara arzolunur. Artık ebediyen fetva vermemeye kendi kendime yemin ettim." Bu âyette şu önemli noktaya işaret vardır: Bir kişinin: ”İlâhî feyizler, Rabbani şahitler, nefsin emrinde olanlara nasip olmaz. Ehl-i kalbe lâyıktır. Bu saadetleri elde etmek, bizim şanımızdan değildir. O, büyük insanların ve seçkin kişilerin, peygamberler ve velilerin şanındandır" demesi ve buna inanması caiz değildir. Çünkü böyle bir söz ve inanç Allah'a iftiradır. Cenab-ı Hak, yüce makamlara ve yüksek derecelere daveti, özel bir topluluğa has kılmamıştır. Tam tersine, O'nun daveti tüm insanlığa şamildir. Böyle bir nimeti kişinin kendisine haram kılması, nefsinin alçaklığından, aklının tutukluğundan ve himmetinin düşüklüğünden kaynaklanmaktadır. Yoksa Allah, bu kapıyı kendisine kapamamıştır. O, sonsuz feyizleri lütfeden, nihayetsiz nimetleri bağışlayandır. 60Allah'a iftira edenler, kıyamet günü hakkında ne düşünürler? Fiillerin ve sözlerin Allah'a arzedileceği, zerre miktarı bile olsa karşılığının görüleceği bu gün hakkındaki kanaatleri nedir? Âyetten maksat, kıyamet gününün ne kadar korkunç ve bu günde yapılacak olanların dehşeti sebebiyle ne kadar alçaltıcı olduğunu anlatmaktır. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı çok büyük lütuf sahibidir. İnsanlara, güzel ile çirkin, hak ve bâtıl arasını ayıracak akıl nimetini vermiştir. Kitaplar indirmek ve peygamberler göndermek suretiyle onlara merhamet etmiştir. Fakat insanların çoğu bu büyük nimetlere şükretmezler. Duygularını ve ruhî melekelerini, yaratıldıkları amaç için kullanmazlar. Kendi sahasında olan hususlarda aklın kılavuzluğuna ve ancak şeriatle bilinen mes'elelerde de Şer'i Şerife tabi olmazlar. 61Ey Rasûlüm Muhammed! Ne durumda olursan ol... Âyetin başındaki ”ne" anlamına gelen ”mâ" edatı, olumsuzluk belirttiği gibi, hal, durum mânâsına da gelir. Kur'an'dan ne okursan oku... Kur'an okumak Rasûlüllah'ın en önemli işiydi. Siz, yani sen ve ümmetin ne yaparsanız yapın... Birinci cümlede, insanların lideri olan Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) özellikle zikredildikten sonra bu ikinci cümlede hitap genelleştiriliyor. Tazim olan yerde Rasûlüllah özellikle zikredilir. Büyük ve hakir herkese şamil olan yerlerde de önce Rasûlüllah zikredilir, sonra da genelleme yapılır. Çünkü bir topluluğun liderine hitab edildiği zaman, bu hitaba o topluluk da dahil olur. Şu âyette de durum böyledir: ”Ey Peygamber! Kadınları boşadiğiniz zaman..." (Talâk: 1) Onu yapmaya giriştiğinizde, Biz ona mutlaka şahit oluruz. Sizin üzerinizde gözetleyiciyiz. Yaptıklarınızdan haberdarız ve onları muhafaza ediyoruz. Çünkü ne yerde, ne gökte, imkân ve varlık dairesinde zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden gizli kalmaz. Her şeyi kuşatan ilminin dışında kalmaz. Ağırlıkta küçük bir karıncaya veya bir toza eşit olan bir şey, bile Rabbinden gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık bir kitapta bulunmasın. Burada kitaptan maksat, Levh-i Mahfûz'dur. Her şey Levh-i Mahfûz'da yazılı olunca, Allah'ın ilminden hiçbir şey dışarda kalabilir mi? O'na hangi şey gizli kalır? Hayır olsun, şer olsun, hiçbir kimse söz ve fiillerinin karşılığını görmeyeceğini sanmasın. Bu âyette, nefsi murakabe etme usulüne işaret ve amellere devam etmeye teşvik vardır. Kişi her an Allah'ın kendisinden haberdar olduğunu kesinlikle bilirse, zamanlarını İslâm'a uymayan hallerden korur ve Kur'an'a uygun iş yapar. Ömer el-Bunanî'nin şöyle anlattığı nakledilmiştir: ”Kabristanda bulunan sufî bir zata uğradım. Sağ elinde beyaz, sol elinde ise siyah çakıl taşları vardı. Ona dedim ki: 'Ey Sufî! Burada ne yapıyorsun?' Şu cevabı verdi: 'Kalbim gaflete daldığında mezarlıklara geliyorum ve orada yatanlardan ibret alıyorum.' Dedim ki: ' Avucunda olan bu çakılları ne yapıyorsun?' Şöyle dedi: 'Sevap işlediğim zaman beyaz çakıllardan bir tanesini siyah çakıllara katıyorum. Günah işlediğim zaman da bu siyahlardan birini beyazların yanına koyuyorum. Akşam olduğu zaman bakıyorum: Eğer sevaplar, günahlardan fazla ise, iftar ediyorum ve özel ibadetlerime başlıyorum. Eğer günahlar sevaplara üstün gelmişse, o gece yemek yemiyor ve su içmiyorum. İşte durumum budur. Sana selâm olsun!'" Büyüklerin birisinden şöyle rivayet olunmuştur: ”Murakabe yapamadığın zaman üzülmemek ve hata işlediğin zaman pişmanlık duymamak, kalbin öldüğünü gösteren alâmetlerdendir." Çünkü hayat, duygulu olmayı gerektirir. Bunun zıddı ise, ölüm belirtisidir. Her günah, gaflet ve unutmaktan kaynaklanır. Şu halde daima Hak'kı hatırlayan, dünya ve âhirette kurtuluşa ermiş demektir. Şöyle anlatılmıştır: ”Bir veli Allah dostlarından birisini görmeyi arzu etti. Ona manen denildi ki: 'Falan kasabaya git, orada benim bir dostum vardır.' Adam o kasabaya geldi. Orada bir adamın Allah'ı zikrettiğini, yan tarafında da bir arslanın bulunduğunu gördü. Gaflete düştüğü zaman arslan onu kapıveriyordu. Gelen adam ona yaklaştı ve halini sordu. O da dedi ki: ”Allah'ı zikretmekten gaflete düşmemeyi istiyorum. Gaflet geldiği zaman, Allah dünya köpeklerinden birisini üzerime musallat kılıyor. Ben de gafletten dolayı, ahiret köpeklerinden biri üzerime musallat kılınır endişesiyle bu arslanı yanımdan ayırmıyorum.'" 62İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur. Dostluk anlamındaki ”velayet" marifetullah, yani Allah'ın bilinmesi ve nefislerin tanınmasıdır. Sen nefsini gerçekten tanırsan, onun senin ve Allah'ın düşmanı olduğunu bilirsen ve ona karşı koyup diretmek suretiyle onu tedavi edersen, hile ve tuzağından emin olursun. Ebu's-suûd dedi ki: ”Velinin lügat mânâsı, yakın olan demektir. Allah'ın velilerinden maksat, Allah'a olan ruhanî yakınlıklarından dolayı seçilmiş halis müminlerdir." Çünkü onlar, itaat ve Allah'ın marifetine dalmak suretiyle O'na yaklaşırlar. Şöyle ki: Allah'ın dostları veliler, baktıkları zaman Allah'ın kudret delillerini müşahede ederler. İşittikleri zaman Allah'ın âyetlerini işitirler. Konuştuklarında Allah'a övgü ile konuşurlar. Hareket ettiklerinde O'na kullukta hareket ederler. Dünya ve âhirette, herhangi bir kötü durumla karşılaşmaktan emindirler. Korku; gelecekte kötü bir durumun ortaya çıkmasından duyulan endişedir. Ve onlar, yani Allah'ın dostları arzularının gerçekleşmemesinden mahzun da olmayacaklardır. Üzüntüyü gerektiren hiçbir şeyle karşılaşmayacaklardır. Bundan dolayıdır ki müellif, Kevâşî isimli kitabında şöyle demiştir: ”Allah'ın veli kullarına âhirette hiçbir korku yoktur ve onlar orada asla üzülmeyeceklerdir. Yoksa onlar şu dünyada, başkalarından çok daha fazla korkarlar ve üzülürler." 63Allah'ın veli kulları, yani dostları iman edip takva sahibi olan kimselerdir. Bu âyet, bundan önceki âyetten anlaşılan mukadder bir soruya cevaptır. Sanki ”Allah'ın dostları kimlerdir? Bu kerameti elde etmelerinin sebebi nedir?" diye sorulmuş ve buna cevap olarak: ”Onlar, imanla takvayı bir araya getirenlerdir" denilmiştir. Allah'ın dostları, kendilerinden kötü amel ve kötü ahlâkın meydana gelmesinden, şeriat ve hakikat mertebesinde sakındılar. Çünkü onlar, huylarını şeriat, nefislerini zikir, kalblerini marifetullah ve ruhlarını da hakikatle ıslâh ettiler. Böylece varlıklarını, Allah'tan başka her şeyden koruyup sakındılar. Bu fakir der ki: Bütün bunların işaret ettiğine göre, âyetteki takvadan murad, takvanın üçüncü mertebesidir. Bu mertebe, insanın Allah'ı anmaktan alıkoyan ve meşgul eden her şeyden, kalbini muhafaza edip uzak durmasıdır. İşte takvanın bu mertebesi, imanın dile getirdiği şirkten sakınma ve yapılması veya terkedilmesi günaha sokan her şeyden uzak kalma mertebelerini de içine almaktadır. İnsanın bütün varlığıyla Allah'a ibadet etmesi ve kalbi Allah'tan başka her şeyden koruması konusunda evliyanın çok çeşitli dereceleri vardır. Bu, kabiliyetlerinin derecelerinin farklı oluşuna göredir. Derecelerin en yükseği, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı en yüksek mertebedir. Peygamberler, velayet ile nübüvvet makamlarını bir araya toplamışlardır. Maddî âlemle olan ilgi ve bağları, onları manevî âleme yücelmekten alıkoyamaz. Halkın işleriyle içice olmaları, Hakkın şuuruna dalmalarını engellemez. Çünkü onların temiz ve kudsî güçle desteklenmiş kabiliyetleri, kemâl mertebededir. Nebinin bedeni, bazan giyip, bazan da çıkardığı bir elbise gibidir. Nafakaya sahip olan kişinin, acıktığında doyması elindedir. Arzu ettiği şeyi yer. Allah'ın dostlarının mü'min ve takva sahibi olan kimseler olduklarını öğrendikten sonra şunu da bil: Evliyanın başka birtakım sıfatları olduğu da söylenmiştir. Bunlar birbirine yakın sıfatlardır. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin buyurduğu gibi evliyanın yüzleri uykusuzluktan sarıdır, ibret almaktan gözleri yaşlı, açlıktan karınları içe doğru çöküktür. Said İbn Cübeyr'den rivayet edildiğine göre. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Allah'ın dostlarından soruldu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: ”Onlar, Allah'ı görerek zikreden kimselerdir." (13) Yani itminan, itaat ve korku içerisinde zikrederler. Âlimlerden biri şöyle demiştir: ”Velîlerin alâmeti; Allah ile meşgul olup O'na iltica etmeleridir. Onlar, sultanlarını müşahede etme uğrunda kendilerinden geçerler. Velayet nurları üzerlerine akseder durur. Nefislerinden haberleri yoktur. Allah'tan başka hiçbir kimse ile birlikte olamazlar. Onlar Allah için birbirini seven Müslümanlardır." Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah'ın öyle kulları vardır ki, onlar peygamber veya şehit olmadıkları halde Allah katında olan derecelerinden dolayı şehitler ve peygamberler onlara gıpta ederler. ” 'Ey Allah'ın Rasûlü! Kimdir bunlar? Amelleri nedir?" diye sorulduğunda Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Onlar, aralarında hiçbir akrabalık bağı olmadığı, ticarî münasebetleri bulunmadığı halde, sırf Allah rızâsı için birbirini seven kimselerdir. Allah 'a yemin olsun ki, onların yüzleri nurdur. Onlar nurdan minberler üzer indedirler. İnsanlar korktuklarında onlar korkmazlar, üzüldükleri zaman onlar üzülmezler buyurdu." (14) Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Peygamberler onlara gıpta eder" sözü, benzetme yoluyla onların güzel durumlarını tasvirdir. Kevâşî diyor ki: ”Bu, mübalâğalı bir ifadedir. Mânâ şöyledir: Bu niteliklere sahip olan bir topluluk farzedilse, onlar bu kişiler olurdu. Yoksa ulemâ arasında, hiçbir kimsenin peygamberlerin derecesine ulaşamıyacağı hususunda ihtilâf yoktur. Hadisdeki ifadelerden, onların peygamberlerin derecesine ulaştıkları ve onları geçtikleri mânâsı anlaşılmaz." Şu bir gerçektir ki, üstün bir kimsenin üzerinde, özel bir konuda daha üstün birisi bulunabilir. Fakat aksi doğru değildir. Rasûlüllah'ın şu sözüne dikkat edersen bu dediğimi anlarsın: ”Siz dünya işlerini, daha iyi bilirsiniz." Marifetli İlah derecelerinin sonu yoktur. Allah'a kadar varır. Ebu Zeycl dedi ki: ”Allah'ın velileri, gelinler gibidir. Gelinleri ancak mahremi olanlar görebilirler. Mahremi olmayanlar göremezler." Sehl de şöyle demiştir: ”Allah, insanlara velilerinin ancak şekillerini veya onlarla faydalandırmak istediği kimselere bildirir. Eğer Allah, evliyayı kullarına tanıtsa da insanlar da onları tanısalar, aleyhlerinde bir delil olur." Şeyh Ebul Abbas şöyle der: ”Veliyi tanımak, Allah'ı tanımaktan daha zordur. Çünkü Allah (celle celalühü), kemali ve cemali ile tanınır. Yaratılan, kendisi gibi yiyen, kendisi gibi içen yaratılanı nasıl tanıyabilir? Evliyanın dış görünüşleri Sedat'ın hükümleriyle süslüdür. İç âlemleri ise, fakr nurlarıyla meşguldür." 64Onlar için dünya hayatında da, âhirette de müjde vardır. Bu cümle, evliyanın dünya ve âhiretteki kötülüklerden kurtarıldığı açıklandıktan sonra, Allah'ın onlara verdiği iki dünyanın hayırlarını açıklamaktır. Sanki şöyle söylenmiştir: Acaba bunun dışında onlara verilecek bir nimet ve keramet var mıdır? Cevaben denildi ki: Dünya ve ahirette, onları sevindirecek şeyler vardır. Serlerin hayırlara takdim edilmesi, ”temizlemek, süslemekten daha önce yapılır" kabilindendir. Burada geçen ”müjde", yardım, zafer, ganimet gibi dünya nimetlerinden ve açıklanması kelimelere sığmayan ahiret nimetlerinden meydana gelen müjdelerdir. Onlara hem dünyada, hem ahirette müjdeler vardır. Güzel övgü, iyilikle anılma, insanların sevgisi ve salih rüya dünyadaki müjdelerdendir. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşladır: ”Dünyadaki müjde, mü’minin gördüğü veya onun için başkasına gösterilen salih rüyadır. ” Salih rüyanın, mü’min için dünyada bir müjde oluşu, bunun yalnız nübüvvet ile olabileceği iddiasını reddeder. Salih rüya; sâlih olma, gafletten uyanık bulunma, sevinç ve diğer meziyetlerle de meydana gelebilir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur. ”Peygamberlikten ancak müjdeler kalmıştır." Başka bir hadiste de şöyle rivayet buyurulmuştur: ”Sâlih kişinin gördüğü sadık rüya, nübüvvetin kırk altı cüz'ünden bir tanesidir.'" Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a peygamberlik, önce sâlih rüya ile başladı. Eğer Cebrail (aleyhisselâm) doğrudan doğruya risalet ile gelseydi, onun beşerî gücü buna tahammül edemezdi. Salih rüyalar Rasûl-i Ekrem'e ünsiyet kazandırdı. Ulemadan birisi, Onlar için dünyadaki müjdenin, meleklerin ölüm anında velilere rahmet ile gelmeleri olduğunu söylemiştir. Ahiretteki müjdelerine gelince; meleklerin selâm vererek, kurtuluş ve cennet nimetlerini müjdeliyerek onları karşılamaları, yüzlerinin beyazlanıp nurlanması, amel defterlerinin sağ taraflarından verilmesi gibi, o âlemin her makamında görecekleri müjdelerdir. Allah'ın sözleri değişmez. Onlar hakkındaki vaadlerinde asla değişme yoktur. Çünkü Allah'ın vaadinden dönmesi sözkonusu değildir. İşte, akılların mahiyetini anlamaktan âciz kaldığı büyük kurtuluş budur. Yani bu müjdedir. Nasıl böyle olmasın ki? Bunda iki cihanın mutluluğu vardır. Bil ki: Velayet - Allah'a dost olma - iki kısımdır. Birincisi bütün mü’minler arasında ortak ve genel olan velayettir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: ”Allah, Müminlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara: 257) İkincisi ise özel velayettir. Bu, Kur'an yolunda yürüyen bahtiyarlardan Allah'a kavuşmuş kimselere has olan velayettir. Velayet, kulun Hak'ta yok olup Onunla beka bulmasından ibarettir. Velayette fizikî - hissî - kerametler şart değildir. Çünkü böyle harika haller, müslüman olmayanlarda da görülüyor. Fakat velayette kalbî kerametler şarttır. İlâhî ilimler ve Rabbani marifetler gibi. Fizikî kerametlerle kalbî kerametler bazan aynı kişide görülebilir. Abdulkadir Geylanî ile Ebû Medyen el-Mağribî'de müşahede edildiği gibi. Harika haller hususunda, doğuda Abdulkadir Geylanî, batıda ise Ebû Medyen'in eşi görülmemiştir. Üstelik bunlar, külli ilimlere ve marifetlere sahiptiler. Bazan bu iki türlü keramet birbirinden ayrılırlar ve velîde ikincisi görülür, birincisi görülmez. Nitekim Hak'ta fani olan büyük velilerin çoğunda durum böyledir. Su üzerinde yürümek, havada uçmak, uzun mesafeleri kısa zamanda almak ve bunlar gibi fizikî kerametler yâni harika haller, bazan rahiplerde ve felsefecilerde de meydana gelebilir. Hiç ummadıkları bir anda, onları yüzüstü bırakmak için bazan Cenab-ı Hak, istidrâc kabilinden onlara harika haller verir. Mü'min'e yakışan, Allah'ın veli kullarının yolunda yürümeye son derece gayret göstermesidir. En azından onlara olan muhabbetinde kusur göstermemelidir. Çünkü kişi, kiminle haşrolunmayı severse, onunla beraber olur. 65Onların, yani kâfirlerin sözleri seni üzmesin! İnanmayanların söyledikleri sözlerden dolayı üzülme, yalanlamalarına, seni öldürme ve İslâm'ın önünü kesme hususundaki plan ve komplolarına aldırış etme! Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i üzülmekten nehyetmede mübalağa göstermek için, âyetteki nehy, müşriklerin sözlerine yöneltilmiştir. Çünkü bütün üstünlük, güç ve kuvvet Allah'ındır. Yani O'nun müsâdesi olmadan hiçbir kimse güç ve üstünlüğe sahip olamaz, Seni onlara karşı koruyan ve muzaffer kılan Allah'tır. O, çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. Senin hakkında söylediklerini işitir ve aleyhinde aldıkları kararları bilir. O, onlara yaptıklarının karşılığını buna göre verecektir. 66İyi bilin ki göklerde ve yerde ne varsa yalnız Allah'ındır. Melekler, cinler ve insanlar... Yaratılanların en şereflisi olan bu varlıklar, Allah'ın kulları olup O'nun kudret ve hakimiyetinin altında olunca, bunların dışında kalan varlıkların da böyle olması kaçınılmaz olur. Şu halde Allah (celle celalühü) seni muzaffer kılmaya, onların yurtlarını ve servetlerini sana intikal ettirmeye kadirdir. Allah'tan başkasına tapanlar, gerçekte ortak koştuklarına uymazlar. Yani; putlara tapanlar, hakikatte onlara tâbi olmazlar. İlâhlarını Allah'ın ortakları diye isimlendirseler de... Çünkü, Rubûbiyet konusunda Allah'ın ortaklarının bulunması düşünülemez. Onlar, kuru zandan başka bir şeye tâbi olmazlar. Onların, putların Allah'ın ortakları olduğu konusundaki zanları, anlamsız bir zandan ibarettir. Onlar sadece yalan söylerler. Allah'a nisbet ettikleri hususlarda yalan söylerler. 67Bundan sonra yüce Allah müşriklere, ubudiyetin yalnız kendisine yapılabileceğini göstermek için, sonsuz kudretin ve nihayetsiz nimetlerin yegane sahibi olduğuna dikkatleri çekerek şöyle buyuruyor: Allah, içinde sükûnet bulmanız için geceyi, çalışıp geçiminizi elde etmeniz için, aydınlatıcı olarak da gündüzü yaratandır. Âyette, ”aydınlık" kelimesi zikredildiği için, karanlık kelimesi hazfedilmiştir. Ayrıca ”sükûnet bulmanız için" cümlesi zikredildiği için, ”hareket edip çalışmanız için" cümlesi zikredilmeni iştir. Bu âyet-i kerîme, yüce Allah'ın (celle celalühü) bazı vakitleri, ibadetin yorgunluğundan ve çalışmaların meşakkatinden dinlenmek için yarattığını gösteriyor. Böylece nefislerin usanması, kalblerin bitkinliği giderilmiş ve istenilen ibadetlere yeni bir arzu meydana gelmiş olacaktır. Bir durumdan başka bir duruma geçişte, yenilenme vardır. Mağara ashabının sağ taraftan sol tarafa dönmeleri gibi... Şüphesiz bunda yani gecenin ve gündüzün nitelendiği gibi yaratılışında dinleyen bir toplum için ibretler vardır. Düşünerek ve Kur'an-ı Kerim'in âyetlerinden ibret alarak dinleyen toplum için... İbret alınacak âyetlerin, aslında bütün insanlar için gösterildiği halde, sadece ibret alarak dinleyen topluma tahsis edilmesinin sebebi, o âyetlerden yalnızca böyle bir toplumun yararlanmış olmasıdır. 68Mudlic Oğulları: 'Allah çocuk edindi' dediler. Tibyân adındaki eserde belirtildiğine göre: Yahudiler, Uzeyir (aleyhisselâm)'in Hıristiyanlar da Mesih Hazret-i İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söylediler. Kureyş müşrikleri ise meleklerin Allah'ın kızları olduğu iddiasında bulundular. Hâşâ! O, bundan münezzehtir. Allah (celle celalühü), kâfirlerin kendisine nisbet ettikleri çocuk edinme iftirasından uzaktır. Bu cümle aynı zamanda, onların söyledikleri aptalca sözlere karşı hayret ifade ediyor. Çünkü O, müstağnidir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve her şeye sahiptir. Bu cümle, Cenab-ı Hakkın her şeyden müstağni oluşunun sebebini ifade ediyor. Çünkü çocuk edinmek, ihtiyaçtan kaynaklanır. Zayıf olan kimse, çocuğuyla güçlenmek, fakir olan çocuğundan yardım görmek, zelil kimse kimse de çocuğuyla aziz olmak için çocuk edinir. Bütün bunlar, ihtiyaç alâmetleridir. Göklerde ve yerde akıllı veya akılsız ne varsa (hepsi) O'nundur. Bu âyet Cenab-ı Hakkın her şeyden müstağni ve her şeye mâlik olduğunu ifade ediyor ve bunu güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. Bu hususta yani ortaya attığınız ”Allah çocuk edindi" iddianızda hiçbir deliliniz yoktur. İddia ettiğiniz şey, dayanaksız bir yalandan ibarettir. Allah hakkında, bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? Bu ifadelerle Allah, bilgisizliklerine ve uydurmalarına karşı onları azarlayıp yüzlerine vuruyor. Bu cümleyle, delilsiz her sözün cehalet olduğuna, itikat konularında kesin delillerin bulunması gerektiğine ve bu konuda taklidin caiz olmadığına dikkatler çekilmiştir. 69De ki: Allah çocuk edindi deyip O'na ortak koşmak suretiyle 'Allah'a karşı yalan uyduranlar asla kurtuluşa eremezler.' Korktuklarından emin ve umduklarına asla nail olamazlar. 70(Onlar için) dünyada basit, faydasız ve geçici bir hayat vardır. Orada kimse istediğini bulamaz. Sonra ölümle dönüşleri bizedir. Sonra da inkârlarından dolayı onlara şiddetli azabı tattıracağız. Böylece, dünyada devam eden küfürleri sebebiyle ebedî azapta kalacaklardır. Kurtuluş nerde? Onlar nerde? 71Onlara, Mekkeli müşriklere Nuh'un kavmiyle olan haberini oku. Böylece içinde bulundukları küfür ve inatlarından vazgeçsinler. O, bir zaman kavmine şöyle demişti: Maksat, Nuh (aleyhisselâm)'un bazı haberleridir. Yoksa kavmi ile arasında geçen haberlerin tümü değildir. 'Ey kavmim! Eğer benim, (aranızda) uzun zaman bulunmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geldiyse... Peygamberler bir topluluğa nasihatte bulundukları zaman, ayağa kalkarladı. Çünkü bu, muhatabın dinlemesinde daha etkilidir. Rivayet olunduğuna göre İsa (aleyhisselâm) da Havarilere ayakta vaaz eder, onlar ise oturarak dinlerlerdi. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) de ağaçtan bir minber -ki o üç basamaklıydı- edinmeden önce, çamurdan bir minber üzerinde, ayakta konuşurlardı. Bilin ki ben, yalnız Allah'a güvenmekteyim. Yalnız Allah'a dayanıp güvenmekte ve işleri O'na havale etmekte devam ediyorum. Çünkü Allah (celle celalühü), bana eziyet etme ve beni öldürme isteğinize karşı, benim yardımcım ve koruyucumdur. Öyleyse elinizden geleni yapmaktan geri durmayın. İbnnu ş-Şeyh: ”Şartın cevabının mahzûf olup, 'yapacağınızı yapın' takdirinde olduğunu, bu son cümlenin de Hazret-i Nuh'un onları önemsemediğinin sebebini beyân olduğunu" söyler. Siz de ortaklarınızla, ilâhlarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Beni öldürmek hususundaki gayret ve çalışmalarınızı kararlaştırın. Sonra yapacağınız iş size gizli kalmasın. Bana yapacağınızı açıkça yapın. Sonunda bana hiç mühlet vermeden hükmünüzü uygulayın. Bana yapmak istediğinizi devam ettirin ve niyetlerinizi tatbik edin. Hiç beklemeksizin, gücünüz yettiği kadar, en süratli şekilde, yapacağınızı yapın. Nuh (aleyhisselâm), onlara önem vermediğini, kendisine bir şey yapamayacaklarını göstermek için, Allah'a ve O'nun kendisini koruyup muhafaza edeceği konusundaki sözüne son derece güvendiği için kavmine böyle hitap etmiştir. 72Eğer benim nasihat ve hatırlatmalarımdan yüz çeviriyorsanız, bilin ki ben, sizden bunlar karşılığında bir ücret ve karşılık istemiyorum. Dünyanın fani menfaatlerinden bana ödeyeceğiniz hiçbir şey istemiyorum ki, haktan yüz çeviresiniz. Benim ecrim, ancak Allah'a aittir. İman etseniz de, etmeseniz de, hatırlatma ve nasihatlerime karşı benim mükâfatımı yalnız Allah verecektir. Bana Müslümanlardan olmam emredilmiştir. Varlığını Allah'a teslim eden ve dini öğretme karşılığında hiçbir şey almayan kimselerden olmakla emrolundum. Son âlimler, dini öğretme (talîm), ezan, imamet, hitabet ve bunlar gibi dinî hizmetler karşılığında ücret alınmasına cevaz vermişlerdir. Fakat ücret alan kimsenin, yaptığı hizmetinde niyetinin halis olması gerekir. Aksi halde ilâhî tehditle karşı karşıya kalır. 73Yine de onu yalanladılar. İnat göstererek yalanlamalarında ısrar ettiler. Bu yüzden de Allah'ın azabı onlara gerekli oldu ve Nuh Tufanında boğuldular. Biz de, onu ve kendisiyle gemide bulunanları boğulmaktan kurtardık. Hazret-i Nuh'la gemide bulunanlar seksen kişiydiler. Bunların kırkı erkek, kırkı da kadındı. Onları halifeler kıldık. Yeryüzü sakinlerine ve batıp helak olanlara halef kıldık. Gemiden çıktıkları zaman Nuh (aleyhisselâm)'un Sâm, Hâm ve Yafes ismindeki üç oğlu ve onların hanımları müstesna hepsi öldü. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette şöyle buyurmuştur: ”Nuh'un zürriyetini devam eden kimseler kıldık." (Saffât: 77) Onlar türediler ve çoğaldılar. Böylece Araplar, Acemler, Farslılar ve Rumlar Şam'dan; Habeş ve Hind'liler Hâm'dan; Ye'cûc, Me'cûc ve Türkler de Yâfes'den çoğalıp gelmişlerdir. Âyetlerimizi yalanlayanları da tufanla denizde boğduk. Uyarılanların sonu nasıl olurmuş bir gör! Kendilerine uyarıcı geldiği halde, onu yalanlayıp inanmayanların durumunun nasıl olduğunu gör. Bunlar, Nuh kavmidir. Âyetin bu kısmında, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a teselli ve O'nu yalanlayanlara da tehdit vardır. 74Sonra onun, yani Nuh (aleyhisselâm)'un ardından, kendi toplumlarına birçok peygamberler gönderdik. Mânâ şöyledir: Birçok değerli peygamberler gönderdik. Her peygamber özellikle kendi toplumuna gönderilmiştir. Meselâ Hud (aleyhisselâm) Âd kavmine, Salih (aleyhisselâm) Semûd kavmine, İbrahim (aleyhisselâm) Babil kavmine. Şuayb (aleyhisselâm) Eyke kavmine gönderilmiştir. Onlara, yani her peygamber kendi kavmine, davalarını isbat eden, apaçık mucizeler getirdiler. Ancak onlar, daha önce yalanladıklarına iman edecek değillerdi. Yani kendilerine peygamberler geldikten sonraki durumları, gelmeden önceki durumları gibiydi. Sanki onlara hiçbir peygamber gönderilmemiş gibi. Haddi aşanların kalblerini işte böylece mühürleriz. Giderilmesi mümkün olmayan sağlam bir mühürle, küfürde ısrar etmeyi tercih etmek suretiyle haddi aşanların kalblerini böylece mühürleriz. 75Sonra onların o peygamberlerin ardından da. İmran oğlu Mûsa ile onun kardeşi Harun'u, Mûsa'nın ağabeyidir. Ondan üç yaş büyüktür. Mucizelerimizle Firavun ve toplumuna gönderdik. Firavun, Mus'ab'ın oğlu Vehd'dir. Mucizelerden maksat da, meşhur olan şu dokuz mucizedir: Âsâ, beyaz el, tufan, çekirge, haşerat, kurbağa, kan, suretlerin çirkin şekle sokulması ve Kızıldeniz'in yarılması. Fakat onlar kibirlendiler. Haksız yere büyüklük tasladılar. Hazret-i Mûsa ile Harun (aleyhisselâm) İsrail oğullarına gelerek, Allah'ın risaletini tebliğ ettiler. Fakat onlar Peygamberlerini dinleyip tâbi olmadılar. Mel'ûn Firavun'un şu sözü bunu ifade ediyor: ”Ey Mûsa! Biz seni aramızda çocuk iken bakıp büyütmedik mi? Sonra sen, bizim içimizde yıllarca kaldın!.." (Şuarâ: 17) Ve günahkâr bir toplum oldular. Büyük günahları işlemeyi âdet haline getiren, haddi aşan bir toplum haline geldiler. 76Katımızdan onlara hak gelince: Burada ”hak"tmı maksat, dokuz mucizedir. Onların, yaratılmaları ve icad edilmeleriyle, Allah katından oldukları açık bir hakikat olup sihirbazların yaptıkları gibi bir göz boyama ve hayal ettirme değildi. 'Bu, şüphesiz açık bir sihirdir,' dediler. 77Mûsa onlara, inkâr ve azarlama sorusu tarzında şöyle dedi: 'Size gerçek geldiğinde onun için böyle mi diyorsunuz?' Yani, size sihirle hiçbir ilgisi olmayan hak geldiği zaman hiç düşünüp tefekkür etmeksizin: ”Şüphesiz bu bir sihirdir" deyip ona dil mi uzatıyorsunuz? Bu bir sihir midir? Oysa onun durumu apaçıktır. Ne olduğu açıkça biliniyor ve görülüyor. Öyle ki, gören hiçbir göz onun hakkında şüpheye düşmez. Halbuki sihirbazlar kurtuluşa ermezler.' O, bir sihir midir diyorsunuz? Halbuki sihir yapan başarıya ulaşamaz, umduğunu elde edip korktuğundan emin olamaz. Sihrin, benim gibi birisinden meydana gelmesi nasıl mümkün olabilir? 78Bunun üzerine onlar, delil getirmekten âciz kalarak dediler ki: 'Babalarımızı üzerinde bulduğumuz dinden, Allah'tan başkasına tapmaktan bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? ”Geldin" ifadesi, yalnız Mûsa (aleyhisselâm)'a hitaptır. Çünkü Asâ ve beyaz el gibi mucizeler yalnız Mûsa (aleyhisselâm)'nın eliyle göründü. Onlar, Firavun'a tapıyorlardı. ”Ululuk"tan maksat, saltanattır. Çünkü sultanlar, büyüklük ve ululukla nitelenirler. ”Yeryüzünden" maksat da, Mısır diyarıdır. Oysa, Biz, size inanacak değiliz. Getirdiklerini hiçbir zaman onaylamayacağız. 79Firavun, Hazret-i Mûsa ile Hazret-i Harun'u, sözle sustumıaktan ümidini kesince etrafındaki ileri gelenlere: 'Bilgili, Mûsa'ya karşı koyabilmeleri için sihrin çeşitlerini bilen, mahir ve uzman bütün sihirbazları bana getirin' dedi. 80Sihirbazlar Mûsa'nın karşısına gelince Mûsa onlara: 'Atacağınızı atın' dedi. Sihrin çeşitlerinden kendisine göstereceklerini onlardan istedi. Mûsa (aleyhisselâm), sihirbazların yaptıklarının fasîd bir iş, bâtıl bir çaba olduğunu insanlara göstermek için, ip ve deynekleri ni atmalarını emretti. 81Onlar, ip ve deynekleri ni atınca ve insanların bunlardan korkmalarını taleb edince, Mûsa sihirbazlara, yaptıklarına hiç önem vermeksizin şöyle dedi: 'Sizin yaptığınız sihirdir. Firavun ve kavminin, sihir dedikleri mucizeler ise sihir değildir. Allah onu, mutlaka boşa çıkaracaktır. Benim elimde göstereceği mucizelerle yaptığınız sihri tamamen giderecek, bâtıl olduğunu gösterecek ve hiçbir tesirini bırakmayacaktır. Şair şöyle söylemiştir: Mûsa gelip asasını yere atınca Sihir de, sihirbaz da bâtıl oldu. Çünkü Allah, fesatçıların işini düzeltmez. Sabit kılmaz, tamamlamaz ve devam ettirmez. Aksine mahveder, yok edip giderir. 82Suçluların hoşuna gitmese de, Allah sözleriyle emir ve hükümleriyle gerçeği ortaya çıkaracaktır.' Sabit kılıp güçlendirecektir. ”Suçlular' 'dan maksat, sihirbazlar ve diğer tüm suç sahibi kimselerdir. 83Firavun ve ileri gelen adamlarının, kendilerine kötülük yapmasından korkarak, kendilerine işkence etmesinden korkuya düşerek başlangıçta kavminden bir grup gençten başka kimse Mûsa'ya iman etmedi. Ayette sözü edilen gençler, İsrailoğullarmdan birtakım gençlerdir. Mûsa (aleyhisselâm) babalarını imana çağırdı, fakat onlar Firavun'dan korktukları için iman etmediler. Gençlerden bir grup Mûsa'nın davetine olumlu cevap vererek iman ettiler. Buradaki ”korkarak" kelimesi, korkunun büyüklüğünü belirtir. Bu yüzden de onlar iman etmekten çekindiler. Bir grup genç, Firavun ve İsrailoğullarmın ileri gelenlerinden korktukları halde iman ettiler. İsrail oğullarının ileri gelenleri ise çocukları ve kendileri hakkında Firavun'dan korktukları için çocuklarını Hazret-i Mûsa'ya iman etmekten menediyorlardı. Çünkü Firavun, yeryüzünde büyüklenen ve haddi aşanlardandı. Mısır ülkesine egemendi, gururlu ve azgındı. Öldürmek, kan akıtmak, gurur ve zulmetmekte çok ileri gitmişti. O kadar ki, Rubûbiyyet iddiasına kalkışmış, peygamberlerin torunları olan İsrail oğullarını köleleştirmişti. 84Mûsa kavminin Firavun'dan korktuğunu görünce dedi ki: 'Ey kavmim! Eğer Allah'a inandıysanız, Allah'ı ve âyetlerini tasdik edip, zarar ve menfaatin O'nun kudret elinde olduğuna iman ettiyseniz ve O'na teslim olduysanız, ihlâsla Allah'ın hükmüne teslim olmuş kimseler iseniz yalnız O'na güvenin,' dayanın ve O'ndan başka kimseden korkmayın! 85Onlar da, yani iman eden gençler de hiç tereddüt göstermeksizin dediler ki: 'Allah'a dayandık. Çünkü bu gençler ihlâs sahibi mü'min kimselerdi. Bunun için duaları da kabul olundu. Daha soma Rablerine şöyle duâ ettiler: Ey Rabbimiz! Bizi o zâlim topluluk için bir imtihan vesilesi kılma! Onları bize musallat kılıp, bize azap etmeleri ve dinimizden döndürmek suretiyle, bizi onlara azap mahalli yapma! 86Bizi, rahmetinle o kâfirler topluluğundan onların tuzak ve kötü komşuluklarından kurtar.' Bir şâir şöyle demektedir: Kişinin, kendisine düşman olanı dostu olarak görmesi, Dünyanın ona karşı olan uğursuzluğundandır. Bu âyette Allah'a dayanmanın, duadan önce zikredilmesiyle, dikkatler, duâ eden kimsenin, duasının kabul olması için, Allah'a dayanıp güvenmesi gerektiği noktasına çekilmek istenmiştir. Bu gençler, Mûsa'ya iman edince, içinde toplanıp ibadet yapacakları mescitler inşâ etmeleri gerekti. Fakat Firavunun zulmünden korktukları için, dinlerinin alâmetlerini açığa vuramayınca, evlerinde mescidler edinmekle emrolundular. Nitekim Müslümanlar da İslâm'ın ilk yıllarında, Mekke'de Daru'l-Erkam'da, Cenab-ı Hakk'a gizli olarak ibadet yapıyorlardı. 87Biz de Mûsa ve kardeşine, yani Harun'a: 'Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın. Yâni bilinen Mısır ülkesinde, oturmak ve ibadet etmek için evler yapın. Bunlar, kıbleye doğru olsun. Bu evlerde namazı da dosdoğru kılın. Bu âyet, onlara namazın farz olduğunu, fakat zekâtın farz olmadığını ifade eder. Zekâtın farz olmayışı, fakirliklerinden dolayı olabilir. Ey Mûsa! Mü'minleri müjdele' diye vahyettik. Dualarının karşılığı olarak, dünyada zafer, âhirette cennetle müjdele. 88Mûsa dedi ki: 'Ey Rabbimiz! Gerçekten Sen Firavun'a ve ileri gelenlerine dünya hayatında zinet elbise ve binitler gibi kendisiyle süslenilen şeyler ve nice mallar, nakit paralar, ticarî eşya, çiftlikler, altın ve gümüş madenleri gibi çeşitli servetler verdin. Ey Rabbimiz! (İnsanları) Senin yolundan saptırmaları için mi? bu servet ve ziyneti onlara verdin? İşlerinin sonu, senin kullarını iman yolundan saptırmak olsun diye mi verdin? Buradaki ”lâm" harfi, ya akıbet içindir, şâirin şu beyti de bu kabildendir: Mallarımızı, sonunda varislerin olsun diye topluyoruz. Evlerimizi sonunda zaman harahetsin diye yapıyoruz. Ya da sebep bildiren ”lâm"dır. O zaman mânâ şöyledir: Onlar senin yolundan saptırsınlar diye mi verdin? Çünkü Allah bu nimetleri onlara, iman edip şükretmeleri için verdi. Fakat onlar, azgınlık ve küfürlerini artırmaya vasıta yaptılar. Bu durum, başkalarını yoldan çıkarmak için kendisine servet verilen adamın durumuna benzemiştir. Bu âyet, dünyanın geçici nimet ve servetinin sapmaya ve saptırmaya sebep olduğunu açıklıyor. Hiç şüphesiz insan, kendisini zengin ve müstağni gördüğü için azar. Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Dünyada bana geniş imkânlar ver. Fakat gönlümde ona karşı rağbet ve istek verme! Dünya nimetlerini benden alıp da, ona karşı rağbet ve sevgini artırma!" Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et! Bu; uyarıdan sonra, Mûsa (aleyhisselâm)’nın onlara bedduasıdır. Yani dünya servetinden yararlanmalarına imkân verme ve o serveti tamamen yok et. Çünkü onlar, senin nimetlerinden yararlanıp günahlara dalıyorlar. Kalblerini de şiddetle sık... İmanın kalblerine girmemesi için, kalblerini katıl aştır ve mühürle ki, acıklı azabı görünceye kadar iman etmesinler.' Azabı gözleriyle görerek, kesin iman etmeye kalktıklarında imanın fayda vermeyeceği ana kadar, kalblerini mühürle. 89Allah da: 'İkinizin de duası kabul olunmuştur. Yani Hazret-i Mûsa ile Harun (aleyhisselâm)'nun. Çünkü Harun (aleyhisselâm), Hazret-i Mûsa'nın duasına ”amîn!" diyordu. Şüphesiz bu da duadır. O halde siz üzerinde bulunduğunuz doğruluğa devam edin. Sakın o cahillerin yoluna gitmeyin' dedi. Duanın kabulünü acele istemede cahillerin yoluna tâbi olmayın. Duadan sonra, Mûsa (aleyhisselâm)’nın İsrail oğulları arasında kırk sene daha beklediği rivayet olunmuştur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki: ”Ey müslüman! Allah (celle celalühü) hazinelerinin anahtarlarını senin eline vermiştir. Çünkü sana, kendisinden duâ edip isteme müsadesi vermiştir. Ne zaman istersen, duâ ile ihsanların kapılarının açılmasını taleb edersin. Rahmet bulutlarının yağmasını niyaz edersin. Duanın kabulünün gecikmesi seni ümitsizliğe düşürmesin. Çünkü hediye, niyete göredir. Mükâfatın daha büyük ve daha bol olması için, duanın kabulü senden geciktirilmiş olabilir." Bir hadis-i şerifde şöyle rivayet olunmuştur: ”Allah (celle celalühü), her duâ edenin duasına mutlaka cevap verir. Ya duanın misli bir kötülüğü, duâ edenden giderir. Veya o duâ miktarınca günahlarını bağışlar. Bu, günahla veya akrabalık bağlarını koparmayı gerektirecek şekilde duâ etmediği müddetçe böyledir." Allah karşısında âciz ve zelil olduğunu bilmek de duanın kabul şartlarındandır. Duanın kabulü, buna bağlıdır. Ebû Yezid Bistamî'den şöyle rivayet olunmuştur. ”Otuz yıl, ibadet zorluklarına göğüs gerdim. Sonra, bana şöyle diyen birisini gördüm: Ey Ebû Yezid! Allah'ın hazineleri ibadetlerden dolmuştur. Şayet Allah'a kavuşmak istiyorsan, Allah'a karşı zelil ve muhtâc olduğunu iyi anla ve ona göre hareket et." Bu âyet, ihtiyâç anında beddua etmenin de caiz olduğunu gösteriyor. Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) de bunu yapmıştır. Nitekim: Mudar Kabilesi, Rasûlüllah'a eziyet etmede çok ileri gidince, Rasûlüllah onlara beddua etmiş ve şöyle buyurmuştur: ”Allah'ım! Mudar Kabilesine baskını artır. Yûsuf Peygambere verdiğin kıtlık yıllarını bunlara da ver." (19) Yani, onları şiddetli sıkıntılarla cezalandır. Yûsuf un kıtlık yıllarından maksat, meşhur kıtlık yılıdır. Allah (celle celalühü) Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'in duasını kabul buyurdu ve onlar öyle bir kıtlıkla karşılaştılar ki; leşler, hayvanların derileri, kemikler ve deve tüyleri ile kanın karıştırılıp ateşte kebap yapılmasından oluşan şeyleri yemeye mecbur kaldılar. Hatta açlık yüzünden gökyüzüyle kendi aralarında dumanların yığıldığını sanıyorlardı. 90Geçtikleri yerleri kuru kılmak ve sahile ulaşıncaya kadar onları muhafaza etmek suretiyle İsrailoğullannı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri onlara zulmetmek ve saldırmak maksadıyla yâni zâlim ve azgınlar olarak peşlerine düşmüşlerdi. Birbirlerini görecek kadar onlara yaklaşmışlardı. Mûsa (aleyhisselâm), Firavun'un haberi olmadan İsrail oğullarıyla beraber Mısır'dan çıktı. Firavun bu durumu duyunca, takibe koyulup onlara ulaştı ve Kızıldeniz sahiline vardı. O anda Mûsa (aleyhisselâm) yanındakilerle beraber denizden çıkmıştı. Fakat geçtikleri yerler, olduğu gibi kupkuru duruyordu. Firavun tüm askerleriyle aynı yola girdi. En son askeri de girip, ilk giren askerleri çıkmak üzereyken, deniz onları çepeçevre kaplayıverdi. Firavun boğulacağı anda: 'Gerçekten İsrail oğullarının inandığından, yani Allah'tan başka ilâh olmadığına iman ettim dedi. Firavun, sihirbazların dedikleri gibi, ”Âlemlerin Rabbine, Mûsa ve Harun'un Rabbine inandık" (A'raf: 121-122) demedi. Aksine, ”İsrail oğullarının iman ettiği ilâha" dedi. Bu sözde taklit kokusu vardır. Bundan dolayı da imanı kabul olunmadı. Taklit değil de, tahkik ipine yapışsaydı: ”Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'a iman ettim" derdi. Ben de Müslümanlardanım,' dedi. O Müslümanlar ki, nefislerini samimi olarak Allah'a teslim etmişlerdir. Yani nefislerini sırf Allah'a tahsis etmişlerdir. 91Firavun'a denildi ki: Şimdi mi? Yani hayattan ümidini kesip, kesin olarak öleceğini anlayınca mı iman ediyorsun? Halbuki daha önce, ömrün boyunca isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. Yani; sapmada, saptırmada, zulümde, tecavüzde ve İsrailoğullannı imandan alıkoymada çok ileri gidenlerden olmuştun. Abdullah b. Ömer (radıyallahü anh)'den gelen haberlerin birisinde şöyle rivayet olunmuştur: ”Firavun zamanında Nil'in suyu çekildi. İdaresi altındaki halk kendisine gelip: 'Ey Sultan! Nil nehrini bizim için akıt' dediler. Firavun onlara: ”Ben sizden hoşnut değilim,' dedi. Halk, tekliflerini üç defa tekrar ettiler. Gittiler, yine Firavuna geldiler. Dediler ki: 'Ey sultan! Hayvanlar, çocuklar ve genç kızlar öldüler. Eğer sen Nil nehrini akıtmazsan, biz kendimize senden başka bir ilâh edineceğiz.' Bunun üzerine Firavun onlara: 'Sahaya çıkınız!' dedi. Onlar da çıktılar. Kendisi halkından, onların göremeyeceği ve sözünü işitemiyecekleri uzak bir yere çekildi. Yanaklarını yere koydu, şehadet parmağıyle işaret edip şöyle duâ etti: ”Allah'ım! Zelil, perişan bir kölenin çıkıp efendisine geldiği gibi ben de sana geldim. Ben, kesin biliyorum ki, Nil nehrini senden başka hiçbir kimse akıtamaz. Nil'i akıt ya Rabbi!" Firavun, secde halinden kalktı. Nil de hemen akmaya başladı. Firavun, halkına gelip onlara şöyle dedi: ”İşte ben, sizin için Nil'i akıttım.' Halk, bunun üzerine kalkıp Firavun'a secde ettiler." Bu olay, Firavun'un iman ettiğine delil olmaz. Çünkü iman eden kişinin küfrü gerektiren söz ve fiillerden hiçbirisini yapmaması lâzımdır. Günahlardan bir kısmı vardır ki, Allah onu yalanlama ve küfür alâmeti kılmıştır. İşte Firavun'un, halkını kendine tapmaya çağırması ve kavminin kendisine secde etmesinden hoşnut olması, küfür ve yalanlama alâmetidir. Bu haliyle mü’min olması mümkün değildir. 92Ardından geleceklere bir ibret olman için, bugün senin bedenini kurtaracağız. Yani, denizin derinliklerinden senin bedenini alıp, su üstüne çıkaracağız ki, İsrail oğulları seni görsünler ve öldüğünü kesin olarak bilsinler. Seni yalnız bedeninle kurtaracağız, senin arzu ettiğin gibi, ruhunla değil. Bu söz, Firavun'un isteğini tamamen yok ediyor. Mânâ şöyle de olabilir: Senin bedenini hiç bozmadan, olduğu gibi kurtaracağız. Tâ ki, onun senin bedenin olduğu hususunda hiçbir şüphe kalmasın. Arkanda kalan İsrail oğullarına bir alâmet ve bir ibret olsun. Çünkü İsrail oğullarında, Firavun ölmez diye bir kanaat meydana gelmişti. Onun için Mûsa (aleyhisselâm), Firavun'un denizde boğulduğunu onlara haber verince, onu yalanladılar. Geçip gittikleri bir yer olan sahile atıldığını bizzat gözleriyle görünce, ölümüne inandılar. İkinci bir görüşe göre âyetin mânâsı şöyledir: Senden sonra gelecek olan milletlere, seni görenlerden akibetini işittikleri zaman ibret olsun diye senin bedenini kurtaracağız. Böylece senin bu ibretli durumun insanlara delil olur ve insanın hakimiyeti, gururu, durumunun haşmeti ne kadar ileri giderse gitsin, onun yine Allah'ın kulu olduğunu ispat eder. İnsan her zaman O'nun tasarrufu altındadır ve Rubûbiyet derecesinden son derece uzaktır. Kevâşî isimli kitapta müellif şöyle demiştir: ”Cenab-ı Hak, Firavun'a, Rasûlüllah'ın Bedir savaşında öldürülüp kuyuya atılan müşriklere hitab ettiği gibi hitap etti. Şöyle ki; Allah (celle celalühü) Bedir savaşında müşrikleri bozguna uğratınca Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), öldürülenlerin oradaki bir kuyuya atılmasını emretti. Sonra kuyunun başına gelip durdu ve şöyle konuşmaya başladı: ”Ey falanın oğlu filân! Ey falanın oğlu filân! Allah ve Rasûlünün va'dettiklerinin gerçek olduğunu gördünüz mü? Ben, Allah'ın bana va'dettiğinin gerçek olduğunu müşahede ettim. Siz Peygamberin ne kötü akrabalarısınız. İnsanlar beni tasdik ederken, siz beni yalanladınız. İnsanlar beni barındırırken, siz beni yurdum Mekke'den çıkardınız. İnsanlar bana yardım ederken, siz benimle savaştınız." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) 'ın bu sözleri üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Bu ruhsuz cesedlerle nasıl konuşuyorsun? Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da: 'Onlara söylediklerimi, siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz.' Diğer bir rivayete göre şöyle söylemiştir: 'Allah'a yemin olsun ki, onlar söylediklerimi işitiyorlar, fakat hiçbir şekilde cevap veremezler.'" Katâde şunu rivayet etmiştir: ”Allah, müşrikleri, azarlayarak, tahkir ederek, hasret ve sıkıntılarını artırarak, Rasûlüllah'ın sözünü işitmeleri için, diriltti." Onları diriltmekten maksat; ruhlarının cesetleriyle olan kuvvetli ilişkisidir. Konuşulanları dinleme noktasında, dünyadaki diriler gibi oldular. Çünkü ruh, cesetten ayrıldıktan sonra da, cesetle veya acbuz-zeneb (kuyruk kemiği) de olsa ondan kalan bir parçasıyla ilişkisi devam eder. Çünkü ceset; toprakta çürümek, yırtıcı hayvan ve kuşlar tarafından yenilmek ve ateşte yanmak gibi sebeplerle yok olsa bile bu kemik yok olmaz. Cesedin ruhla olan bu ilişkisinden dolayı ölü kişi, kendisini ziyaret edeni tanır, onunla ünsiyet eder, selâm verdiği zaman selâmını alır. Bu durum hadislerle de sabittir. Çoğunluğun görüşüne göre ölü, bu ilişkiyle dünyada olduğu gibi hayat sahibi olmaz. Ölü ile diri arası gibi bir durumda olur. (Berzah âlemi) Şüphesiz ki insanlardan birçoğu, âyetlerimizden gafildirler. Âyetlerimizi tefekkür etmezler, onlardan ibret almazlar. Âlimler dediler ki: ”Firavun, zalimliğine ve aşırı inadına rağmen, ümitsizlik halinde de olsa iman etti. Fakat bu ümmetin Firavunu olan Ebû Cehil'i Cenab-ı Hak en şiddetli bir şekilde Bedirde gebertti de, onda iman ettiğine dair hiçbir alâmet görülmedi. Aksine, (Allah'ın laneti üzerine olsun) ruhu çıkıncaya kadar, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve müminler hakkında beslediği öfke ve kini artarak devam etti. Firavundan daha beter oldu. Akıllı olan bundan ibret almalı, inat, zulüm ve küfürde Ebu Cehil'in yolunu takip eden herkesi ona kıyas etmelidir. Her türlü fesat ve kötülükten kulların Rabbi olan Allah'a sığınırız!" 93Allah (celle celalühü), düşmanını helak etti, imanlarının samimiyeti ve kesin bağlılıklarının bereketiyle İsrail oğullarını kurtardı. Yemin olsun ki Biz, İsrail oğullarını güzel bir yurda yerleştirdik. Yani, onları kurtarıp, düşmanları Firavun ve kavmini helak ettikten sonra, onları güzel ve uygun bir yere yerleştirdik. Bu yer, Şam ve Mısır'dır, İsrailoğullan Firavunların yerlerine sahip olup sultan oldular. Ve onlara temiz nimetlerden rızık verdik. Lezzetli meyveler, kudret helvası ve bıldırcın eti gibi diğer hoş nimetlerden rızıklar... Kendilerine ilim gelinceye kadar ayrılığa düşmediler. Yani dini konularda ihtilâf etmemişlerdi: Daha sonra Tevrat'ı okudular, hükümlerini öğrendiler. Dini hususlarda hak olan meseleleri, başa geçmek arzusu ve birbirlerine olan düşmanlıkları sebebiyle yanlış yorumlara tâbi tuttular. Bu durum, onları birbirleriyle çarpışmalara sürükledi. Şüphesiz ki Rabbin, kıyamet günü, onların aralarında ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir. Böylece haklıyı haksızdan ayırıp, haklıyı mükâfatlandırıp haksızı azaba uğratacaktır. 94Eğer sana indirdiğimizden kuşkuda isen, senden önce kitabı okuyanlara sor! Yani, söz gelimi, sana indirdiğimiz Firavun ve kavminin kıssaları gibi kıssalardan şüpheye düşersen Tevrat ehline sor. Ey Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)î Çünkü bunlar, onların yanında hakikati kabul edilmiş ve kitaplarında sana bildirdiğimiz şekilde sabit olmuştur. Bu âyetten maksat, Yahudi âlimlerinin şehadetiyle Rasûlüllah'ın nübüvvetini açığa vurmak, Rasûl-i Ekrem'in şevkini artırmak ve zaten üzerinde bulunduğu sarsılmaz imanın kuvvetini çoğaltmaktır. Yoksa bu, Rasûlüllah'ın kuşkuya düşebileceği ihtimalini ifade etmez. Bunun içindir ki Rasûl-i Ekrem, (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphe de etmem, sormam da."m Âyette hitabın Rasûlüllah'a olduğu söylenmiştir. Fakat asıl muhatap onun şahsında ümmetidir. Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), şüphe ve kuşkulardan muhafaza edilip korunmuştur. Büyük bir sultan, halkına bir şey emredeceği zaman, direkt olarak onlara hitap etmez. Hitabını önce vezirine yöneltir, sonra onun vasıtasıyla halkına emreder. Bu, kalbler için daha güçlü bir etkiye sahiptir. Yemin olsun ki, Rabbinden sana, gerçek olduğunda hiçbir kuşkunun bulunmadığı hak gelmiştir. Bu, kesin mucizelerle ortaya çıkmıştır. Artık asla, üzerinde bulunduğun durumda sarsıntı göstererek şüphecilerden olma! 95Allah'ın âyetlerini yalanlayanlardan olma! Bu, heyecanlandırma ve şevki artırma türünden bir hitaptır. Maksat, yalanlamanın, vazgeçilmesi ve yasak edilmesi gerekli olan bir çirkinlik olduğunu bildirmektir. Yoksa bu yalanlama ile, ziyana uğrayanlardan olursun. 96Haklarında Rabbinin hükmü sabit olanlar elbette inanmazlar. Yani, Rabbinin hükmünün ve sözünün ezelden belirlenmesiyle, cehennem onlara vacip oldu. Burada kasdedilen hüküm şu âyette ifade edilen hükümdür: ”Fakat Benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: 'Mutlaka cehennemi, cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım!'“ (Secde: 13) Allah'ın sözünde yalan olmaz. Hükmü bozulmaz. 97Onlara istedikleri bütün mucizeler gelmiş olsa da, acıklı azabı görünceye kadar (iman etmezler.) Azabı görünce iman ederler, fakat artık yararı olmaz. Firavun'a olmadığı gibi. 98Keşke helak edilmiş olan ülkelerden herhangi bir ülke halkı, Firavun ve kavminin yaptığı gibi imanını geciktirmeden, azabı görmeden iman etseydi de, imanları kendilerine fayda verseydi! Allah, o ülke insanlarının imanını kabul edip imanları sayesinde gelecek azabı kaldırmak suretiyle imanları kendilerine fayda verseydi... Yunus'un kavmi müstesna. Yunus b. Mettâ'nın kavmi, azabın belirtilerini görünce, hemen iman ettiler, azabın gelmesine kadar imanlarını geciktirmediler. Onlar iman edince, onlardan dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha (dünya nimetlerinden) faydalandırdık. Buradaki ”Rüsvaylık azabını kaldırdık" ifadesi, onlara azabın geldiği mânâsını değil, yaklaştığı mânâsını ifade ediyor. Yunus'un kavmi yeis halinde değil, hür iradeleriyle iman ettikleri için kabul olundu ve imanlarının faydasını gördüler. Azap kendilerinden kalktıktan sonra, yüce Allah'ın geniş ilmiyle takdir edilmiş olan zamana kadar dünya nimetlerinden yararlandılar. Âyette sanki şöyle denilmektedir: Hazret-i Yunus'un kavminden başka, helak olmaları yakınlaşmış olup da iman etmiş ve bu imanları kendilerine fayda vermiş hiçbir ülke halkı yoktur. ”İman edince..." cümlesi, açıklama cümlesi olup imanlarının kendilerine fayda verdiğini açıklıyor. Bu âyet makbul olan imanın, kalble yapılan iman olduğunu gösteriyor. Rivayet olunduğuna göre, Musul'a bağlı Dicle kıyısındaki Nino va denilen beldeye Yunus (aleyhisselâm) peygamber olarak gönderildi. Onları bir müddet Allah'a çağırdı. Fakat kavmi onu yalanladı ve yalanlamada ısrar etti. Bunun üzerine Yunus (aleyhisselâm)'un morali bozuldu ve onlara şöyle beddua etti: ”Allah'ım! Kavmim beni yalanladı, onlara azabını indir." Bu duadan sonra Yunus (aleyhisselâm)'a denildi ki: ”Kavmine bildir! Üç veya kırk gün sonra azap onlara sabahleyin gelecek." Kevâşî isimli kitapta şöyle denilir: ”Onlar, bir araya gelip dertleştiler, yaptıklarına pişman oldular, tazarru ve niyazda bulundular, seslerini yükseltip ağlaştılar. Bütün bunları, kalblerinin incelmesi, dualarının halisane olup da kabule daha yakın olması için yaptılar. Kul haklarını ödediler. O kadar ki, eğer birisi evinin duvarına başkasına ait bir taş koymuşsa, onu bile söküp sahibine iade etti. Hâlis bir niyetle hep beraber: 'Yunus (aleyhisselâm)'un getirdiklerine iman ettik' şeklinde veya: 'Yâ Hayy, Yâ Kayyûm! Yalnız Senin rahmetinle Senden yardım istiyoruz. Ya Hayy! Senden başka, hiçbir ilâh yoktur' biçiminde, ya da: 'Ey Allah'ımız! Hiç şüphesiz günahımız büyük oldu. Fakat Senin rahmetin o günahlardan daha büyük, daha yücedir. Sana lâyık olan şekilde bize rahmetinle muamele et! Bize, bizim müstehak olduğumuz şekilde muamele etme!'diye duâ ettiler." Yunus (aleyhisselâm)'a gelince: O, kızarak kavmini terkedip gitti. Gemiye bindi, gemi dalgalandı. Vazifeliler dediler ki: ”Sizin içinizde, Rabbinden kaçmış bir kul var. Onu denize atmadıkça gemi yürümez." Denize atılacak kişi için kur'a çekildi, üç defasında da kur'a Yunus (aleyhisselâm)'a çıktı. Sonuçta onu denize attılar ve balık onu yuttu. Şa'bî diyor ki: ”Yunus (aleyhisselâm)'u balık Aşure gününün kuşluk vaktinde yuttu, aynı günün akşamına doğru onu çıkarıp bıraktı. Güneş de batmak üzereydi. Burada Aşure gününün faziletini beyân vardır. Çünkü Aşure gününde Allah (celle celalühü) Yunus (aleyhisselâm)'un kavminden azabı kaldırdı, balığın karnından onu çıkardı ve ondan bu sıkıntıyı giderdi." 99Eğer Rabbin, yeryüzündeki insanların ve cinlerin iman etmesini dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. Fakat Şeriatın ve kâinatın temelini üzerine bina etmiş olduğu hikmetine aykırı olduğu için, bunu irade buyurmam ıştır. O halde sen, Allah'ın istemediği bir konuda inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Yani sen, insanları iman etmek için zorlayamazsın. 100Allah'ın izni olmadan, hiç kimse iman edemez. O'nun izni, kolaylaştırması ve başarılı kılması olmadıkça, kimse inanamaz. O halde nefislerin hidayeti için kendini fazla yorma. Çünkü o, Allah'a ait bir husustur. Allah, akıllarını kullanmayanları pislik içinde bırakır. ”Pislik = Murdarlık"tan maksat, küfürdür. Küfür, tiksinilen, pis görülen ve çirkinlikten ibaret olan ”murdar" (pis) kelimesiyle ifade edilmiştir. Çünkü küfür, çirkinliğin ve kendisinden tiksinilen şeyin bir simgesidir. Onun için Cenab-ı Hak, âyetleri ve delilleri üzerinde düşünmek suretiyle akıllarını kullanmayanlar hakkında küfrü devanı ettirir. Bu sebeple âyette ”izin" olarak ifade edilen ”hidayet" onlara nasip olmaz, küfrün ve sapıklığın çirkinliklerine dalıp gitmeye devam ederler. 101Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Göklerde ve yerde neler var, bir bakın!' Ey Mekke halkı! Allah'ın birliğine ve sonsuz kudretine işaret eden, göklerdeki ve yerdeki Allah'ın güzel sanatlı varlıkları üzerinde düşünün. Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz. Allah'ın birliğine işaret eden âyetler, alâmetler, uyarıcı peygamberler ve her türlü uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda vermez. 102Onlar kendilerinden önce gelip geçenlerin, daha önce yaşamış olan toplumların başlarına gelen günlerinin benzerlerinden başkasını mı bekliyorlar? Yani, Mekke kâfirleri ve benzerleri, kendilerinden önce gelip geçmiş Nuh, Ad, Semûd, Eyke toplumları gibi müşrik milletlerin acıklı günlerinin benzerlerinden başkasını beklemiyorlar. Çünkü bunlar daha iyisini hak etmemişlerdir. Onları tehdit ederek De ki: 'O halde sonuçta size gelecek azabı bekleyin bakalım! Şüphesiz ben de helakinizi sizinle beraber bekleyenlerdenim.' Hiç şüphesiz güzel sonuç, Allah'dan sakınanlara, yani müttakilere aittir. 103Biz, sonra peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. Sanki şöyle söylenmiştir: Biz, inkarcı milletleri helak ederiz. Azabın inmesi anında peygamberlerimizle onlara iman edenleri kurtarırız. İşte böylece iman edenleri, her türlü sıkıntı ve azaptan kurtarmak Bizim üzerimize haktır. Bu cümlede, ayrıca söylemeye ihtiyaç olmadığını bildirmek için, peygamberlerin kurtarılmasından söz edilmemiştir. Âyette dikkatler özellikle şu hususa çekilmiştir: Hiç şüphesiz kurtuluşun biricik şartı imandır. Bütün milletler için geçerli olan Allah'ın kanunu budur. Gerçekten Allah (celle celalühü) geçmiş peygamberleri ve onlara iman eden müminleri kurtardığı ve onlara vâdettiği şeyleri yerine getirdiği gibi, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onunla beraber olan Ashab-ı Kiram'ı (radıyallahü anh) da kurtardı ve onlara vâdettiklerini gerçekleştirdi. Şeriat ve onunla amel devam ettiği sürece, yüce Allah, kıyamete kadar gelecek bütün inananları, kâfirlerin elinden ve şerlerinden kurtaracaktır. Kurtuluşun asgarisi ölümdür. Çünkü ölüm, mü’mine verilen bir armağandır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın, bir cenazeye rastladığında şöyle buyurduğuna dikkat etmez misin: ”Bu cenaze ya istirahat ediyor veya ondan dolayı istirahat olunuyor. ” 1211 Hadisteki istirahat eden: sâlih kişidir, dünyanın zorluğundan kurtulur, ruhanî mükâfatlarla Berzah âleminde dinlenir. Bu, nimetlerin yarısıdır. İstirahat olunansa, fâsık kişidir. Çünkü onun ölümüyle insanlar dinlenir. Eziyetinden kurtulurlar. Kendisi, berzah âleminde ruhanî azapla karşı karşıya gelir. Bu da cehennem azabının yarısıdır. İbâdetin en faziletlisi, genişliği beklemektir. Çünkü bu bekleyişte, kalbin istirahatı ve sabrın mükâfatı vardır. Sıkıntıya düşen mü’min, kendisini sıkıntıya koyanın Allah olduğunu ve o sıkıntıyı Allah'tan başka kimsenin gideremeyeceğini bilir. İşte bu inanç, sıkıntının acısını hafifletir, sabretmeyi kolaylaştırır. Böylece feryadı bırakır, gönlünde huzur hisseder. Başına gelenlerin Allah'ın hükmüyle olduğunu hatırlamayan ve Allah'ın kullarına karşı çok lütuf sahibi olduğunu unutan cahilin durumu ise böyle değildir. Çünkü cahil insan, içine düştüğü belâdan hiç kurtulamayacağı inancına kapılabilir ve farkına varmadan Allah'a acizlik nisbet eder. Sabah-akşam sıkıntının acısı içerisinde kıvranır durur. Dalâletten Allah'a sığınırız. 104Ey Rasûlüm Muhammed! De ki: 'Ey insanlar! Hitap Mekke'lileredir. E-ğer kendisiyle Allah'a kulluk yaptığım ve sizi davet ettiğim benim dinimden şüphede iseniz, ben hiçbir zaman, Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Ben ancak, sizi öldürecek, yani melek vasıtasıyla ruhunuzu alacak, sonra sizi çeşitli azaplara uğratacak olan Allah'a kulluk ederim. Şu halde, cehalet sebebiyle Allah'ı bırakıp da, tapmakta olduğunuz putlara ve diğer fani varlıklara kulluk etmeyi bırakın! Çünkü bana mü'minlerden olmam emrolundu.' İbadetten söz edildikten sonra iman ve marifete geçilmesinde şuna işaret vardır: İnsanın dış görünüşü sâlih amellerle süslenmezse, iman ve marifet nuru kalbde yerleşemez. Çünkü Cenab-ı Hak, Şeriatın hükümlerini, marifetin temeli kılmıştır. Temel yok olunca, bu temel üzerine yapılacak bina da yok olur. 105Ve yüzünü hanîf, yani Allah'ı bideyi ci olarak dine çevir. Yani farzları yapmak, çirkinliklerden vaz geçmek suretiyle dinde istikamet üzere olmakla emrolundum. Kevâşfâe: ”Manâ: 'Mü'min ol ve amelini sadece Allah'a hâlis kıl' demektir," denilmektedir. ”Hanif olarak" demek, batıl dinleri bırakıp, hiçbir şekilde kusuru olmayan Hak din üzerinde istikamette olmak mânâsını ifade eder. İnanç ve amel yönünden sakın müşriklerden olma! Fahrettin er-Râzî Tefsirinde der ki: ”Bir kimse Mevlâ'sını tanıdıktan sonra başkasına kalben yönelirse, bu şirk olur." İşte kalb ehlinin ”gizli şirk" dedikleri budur. 106Allah'ı bırakıp da, kötü bir durumu gidermek ve sevimli bir şeyi sağlamak suretiyle sana fayda ve sevimli şeyi alıp sevimsizi vermek suretiyle zarar veremeyecek şeylere tapma! Başka şeylere tapmak; ister Allah'ı tamamen inkâr, ister Allah'ı tanımakla beraber O'na başka şeyleri ortak koşmak suretiyle olsun, farketmez. Eğer bunu, yani zarar ve yarar sağlamayan şeylere ibadet yapmak suretiyle nehyolunduğun şeyleri yaparsan, o zaman sen de zâlimlerden olursun! Yani, kendi kendilerine zarar veren zalimlerden. Gerçekte Allah'tan başka yarar ve zarar veren hiçbir kimse yoktur. Allah'ın zatından başka her şey yok olup gidecektir. 107Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O'ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini geri çevirecek de yoktur. Putlar dahil, kim olursa olsun... Âyette şuna da işaret vardır: Hayır, bizzat istenilen şeydir. Zarar ise, birtakım dış sebeplerle kulun sebep olduğu bir şeydir. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. O halde itaat içinde O'nun rahmetini isteyin. Günahlar sebebiyle O'nun mağfiretinden ümidinizi kesmeyin. Mefâtihu'l-Gayb tefsirinde Fahreddin Râzî şöyle der: ”Gafur, yani 'çok bağışlayan, dünyada setr perdesini üzerine çekmek, âhirette de azap ve cezayı terketmek suretiyle günahları ve çirkinlikleri örten Zât demektir." Arif insanın Gafur isminden nasibi, kendisi hakkında gizli kalmasını arzu ettiği şeyleri, din kardeşi için de örtüp gizlemesidir. 108Mekke kâfirlerine De ki: 'Ey insanlar! Size Rabbinizden hak gelmiştir. O, yüce Kur'an'dır. Siz, Kur'an'ın içindeki hidayet ve mucizelere vakıf oldunuz. Artık sizin hiçbir özrünüz kalmadı. Allaha karşı da bir hüccet yoktur. Artık kim Kur'an'a iman etmek ve apaçık âyetlerindeki hükümleriyle amel etmek suretiyle doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelir. Hak yola girmesinin faydası kendisine aittir. Kim de Kur'an'ı inkâr edip ondan yüz çevirmek suretiyle saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapar. Çünkü sapıklığının sorumluluğu ve günahı kendine aittir. Ben, sizin üzerinize vekil değilim. İşlerinizin bana havale edildiği bir muhafız değilim. Ben sadece bir müjdeleyici ve bir uyarıcıyım. 109İman, amel ve tebliğ konusunda sana vahyolunana uy! Her gün gelen vahiylerle desteklenen ve yukarda zikri geçen hakka uy! Onları davette ve eziyetlerine tahammül etme konusunda Allah hükmünü verinceye sana yardım edip dinini galip getirinceye kadar onları davete devam et ve eziyetlerine sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Çünkü Cenab-ı Hak bütün gizlilikleri bildiği için, hükmünde hata etmesi mümkün değildir. Kulun mutluluğu, Allah'ın hükmüne teslim olmasında, emrine boyun eğmesindedir. Bu, huzurla yaşaması için şarttır. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hali bize yeterli bir misâldir. Çünkü o, Allah'ın hükmüne rızâ gösterdi. Verdiği sıkıntıya sabretti. Öğülmüş olarak yaşadı ve sonuçta zafere ulaştı. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın uğradığı sayısız eziyetlerden birisi de, Abdullah İbn Mes'ûdun rivayet ettiği şu olaydır: ”Biz, Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem)'le mescidde beraberdik. O, namaz kılıyordu. Orada bir deve kesilmiş, tersi işkembesinde kalmıştı. Ebu Cehil dedi ki: 'Hanginiz şu pislikleri alıp Muhammed'in üzerine atar?' Ukbe b. Ebî Muayt kalktı. Deve pisliklerini alıp, secde halinde iken Rasûlüllah'ın üzerine at iverdi. Oradaki müşrikler bu çirkin manzaraya o kadar güldüler ki, gülmekten birbiri üzerine yıkılmaya başladılar. Biz, Rasûlüllah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sırtından bu pislikleri alıp atmaya uğraşırken, Hazret-i Fatıma (radıyallahü anha) çıkageldi ve Rasûlüllah'ın üzerinden o pislikleri attı. Daha sonra da onlara yönelerek hakaret etmeye başladı..."122' Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Leheb, Hakem İbn As ve Ukbe İbn Ebî Muayt gibi bazı komşuları vardı. Bu putperestler, Rasûlüllah'a eziyet veren şeyleri üzerine atarlardı. Rasûl-i Ekrem bunları alıp evinden çıkar ve kapıda durarak onlara şöyle seslenirdi: ”Ey Ah du Menâf oğulları! Bu nasıl komşuluk böyle?!" Sonra da o pislikleri bir tarafa atardı. Hiçbir kimse bu yapılanların Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın değerini düşürdüğünü sanmasın. Tam aksine onu yüceltmiştir. O'nun değerinin büyüklüğüne, mertebesinin yüceliğine ve Rabbi katındaki makamına delildir. Çünkü o, devamlı sabretmiş, affedip intikam almamış, duasının kabul olacağını ve sözünün Allah katında geçerli olduğunu bildiği halde devamlı tahammül etmiştir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”İnsanlar içinde en ağır sıkıntıları çekenler peygamberi er, sonra derece derece diğer insanlardır." Peygamberler altın gibidirler. Onlara gelen sıkıntılar, altının maruz bırakıldığı ateşe benzer. Şüphesiz bu ateş sadece altının değerini artırır. Sıkıntı ve zorluklar da peygamberlerin yüceliğini artırır. Allah'tan (celle celalühü), bizi apaçık hak üzerinde sabit kılmasını, nefislerimizi yenmemizi takdir buyurmasını niyaz ediyoruz. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. Cenab-ı Hakk'ın lütuf ve yardımıyla Yûnus Sûresi'nin tefsiri tamamlandı. |
﴾ 0 ﴿