2Kendilerinden olan bir kişiye: Yâni kendi cinslerinden olan bir insana... Çünkü müşrik Araplar, ilâh'ın taştan, altından, odundan veya bakırdan yapılan bir put olmasına şaşırmıyorlar, fakat bir insanın peygamber olarak gönderilmesinden hayrete düşüyorlardı. Onlar, gönderilen peygamberin makam, servet, riyaset ve bunlara benzer şeylerin sahibi olmasını istiyorlardı. Çünkü onlara göre ululuk ve kudretin sebepleri böyle şeylerdi. Onlar diyorlardı ki: ”Hayret! Allah, insanlara Ebû Tâlib'in yetiminden başka gönderecek bir peygamber bulamadı mı?" Bu durum, vahyin ve peygamberliğin hakikatini bilmemelerinden ve aşırı derecedeki ahmaklıklarından kaynaklanıyordu. Aslında Rasûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) soyda, hasebde, şerefde ve riyaset hususunda itibar edilen her türlü meziyette, onların büyüklerinden geri değildi. Yalnız servet müstesna... Kişinin şerefli oluşunda ve ruh cevherinin değeri hususunda servetin hiçbir etkisi yoktur. Ancak, onların gözünde zenginlik, büyük bir meziyet kabul edildiği için Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberlik için seçilmesine hayret ettiler. Nitekim Cenab-ı Hak onların bu durumunu şöyle haber vermektedir: ”Ve dediler ki: Bu Kur'an, iki şehirden bir büyük adama indir ilse olmaz mıydı?" (Zuhruf: 31) Tüm İnsanları uyar ve imân edenleri müjdele!.. Küfredenleri değil. Çünkü küfürlerinde devam etti ki eri müddetçe, onlar için kendisiyle müjdelenecekleri hiçbir cennet ve rahmet söz konusu değildir. Bu âyette ”uyarmak", ”müjdelemek''ten önce zikredilmiştir. Çünkü gereksiz şeylerin giderilmesi, sıralamada yapılması gereken şeylerden önce gelir. Nefis, küfür ve günahlarla pis olmaya devam ettiği sürece, yapılması gereken şeylerin yapılması fayda vernıez. Şüphesiz evi hoş kokularla doldurmak, ancak pislikleri giderip temizledikten sonra mümkün olur. Maddî hastalıkları tedavi etmeye girişen bir doktorun önce bedeni bir takım bozukluk ve karışıklıklardan temizlediğini, sonra güçlendirici ilaçlar vermeye başladığını görmez misin? İşte manevî kalb hastalıklarım tedavi etmeye girişen tabip de böyledir. Onun önce kalbi, bozuk inançlardan, düşük ahlâktan ve kalbi kirleten çirkin işlerden temizlemesi gerekir. Kalbi kişiyi helak eden günahlardan temizledikten sonra taate karşı güç kazandıracak şeylerle onu tedavi eder. Bundan dolayıdır ki Cenab-ı Hak. Nübüvvet vazifesinin başlangıcında sadece uyannayı zikretmekle yetinmiş ve şöyle buyurmuştur: ”Ey bürünüp sarınan Rasûlüm! Kalk, artık insanları uyar. ” (Müddessir: 1-2) Şüphesiz onlar için Rableri katında bir doğruluk makamı vardır,' diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey midir? Yani âhiretleri için bir hazine olarak takdim ettikleri sâlih ameller ve onların üzerlerine çıkartılacakları yüce bir makam vardır. Bunun ”kadem" (makam) olarak isimlendirilmesi, bir şeyin aleti ile isimlendirilmesi kabilindendir. Çünkü geçmek ve gelmek, ”kadem" ile, yâni ayakla olur. Nitekim nimet de elle verildiği için, ”el" olarak isimlendirilmiştir. İbn Abbas'dan bir rivayete göre; ”doğruluk makamı" diye terceme edilen ”karnede sıdkın"dan maksat, Peygamberlerinin onlara olan şefaatidir. Peygamber önlerinde, onlar arkasında cennet'e gideceklerdir. Âyetteki soru, onların şaştıkları bu şeyin gerçek olduğunu göstermek içindir. Burada geçen ”insanlar"dan amaç, Mekke kâfirleridir. Kâfirler, hayrete düşen Mekke kâfirleri: 'Şüphesiz ki bu, apaçık bir sihirbazdır,' dediler. Bu sözlerinde, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan meydana gelen birçok harikulade hallerle karşılaştıklarını itiraf vardır. Bu haller onları, karşılıklı olarak tartışmakta âciz bırakıyordu. İnsan nefsi, baş olma ve öne geçme arzusu üzerine yaratılmıştır. Başkasının hükmü altında idare edilmeye razı olmaz. Bundan dolayı nefsin ıslâhı, ancak riyasetin zıddı olan ubudiyetle mümkün olur. İsâ (aleyhisselâm) havarilere: ”Tohum nerede biter?" diye sormuş, onların ”toprakta" diye cevap vermeleri üzerine şöyle demiştir: ”İşte hikmet de böyledir. O da ancak toprak gibi kalbde biter." Bu sözüyle tevâzua işaret etmiştir. İnsanlığın Efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözü ele buna işarettir: ”Kim kırk sabah ihlâs ile Allah'a (celle celalühü) kulluk yaparsa, hikmet pınarları kalbinden fışkırıp dilinde görünmeye başlar."(2) Pınarlar ancak yerde olur. Yeryüzü, suların fışkı rdığı mahaldir. Bu açıklamayla anlaşılmış oluyor ki, kâfirler, ubudiyet ve tevazu rütbesine tenezzül etmeyip güzel bir niyetle uyarılan kabul etmeyince, tatlı su kaynağına varmaktan mahrum olmuşlardır. O tatlı su kaynağı Kur'an'dır. Böylece terkedilmişlik köşelerinde son derece susuz kalmışlardır. Gururlu ve hayvanı duygular âleminde yükselmek isteyen kimseler, yüce Allah'ın Habîbinin (sallallahü aleyhi ve sellem) dilinden akıttığı hidâyet pınarından, nereden ve nasıl içeceklerdir? Kâfirler, Kur'an-ı Kerîm'in sihir olduğunu iddia ettikleri gibi, mucizeleri de inkâr etmişlerdir. Gizli şirk ile müşrik olanlar da, yaşantılarına uymayan kerametleri inkâr ettiler. İmam Yafi şöyle demişler: ”Münkirlerin birçoğu, evliya ve salih insanların havada uçtuklarını gözleriyle görseler, bu sihirdir bunlar da şeytanlardır" diyeceklerdir. Şüphesiz, Allah'ın yardımından mahrum bırakılan ve hakkı görmediği ve ona intikal edemediği için yalanlayan kişi, gözüyle görse ve hissetse bile yine de inkâr eder. Ulu peygamberlere ve evliya-ı kirama, sihir ve şeytan fiilleri nasıl nisbet edilebilir? Hayret doğrusu!.. Gizli ve açık her durumda Cenab-ı Hak'tan af ve afiyet niyaz eyleriz. |
﴾ 2 ﴿