HÛD SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 123 âyettir.

1

Elif, Lâm, Râ. Bu sûre ”Elif. Lâm. Râ" diye isimlendirilmiştir. Sûrenin bu harflerle başlaması, meydan okuma ve icaz içindir. Huruf-u mukattaa denilen bu harflerden neyi kastettiğini, en iyi Allah bilir. Bunlar gizlenmiş sırlardandır. Nitekim İmam Şa'bî'ye bu harfler konusunda sorulunca, şöyle cevap vermiştir: ”Bunlar Allah'ın sırrıdır. Bu sırrı araştırmayın. Allah, razı olduğu elçi dışında kimseyi gayb hazinesine vâkıf kılmaz." Rakkâşî de şöyle demiştir: ”Bu harfler Allah'ın sırlarıdır. Onları peygamberlerine ve seçkin kullarına açıklar. Bunlar ancak seçilmiş kulların vâkıf olduğu sırlardandır."

Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir: 'Allah Rasûlünden iki kap dolusu ilim öğrendim. Bunlardan birini size açıkladım. Diğerini açıklayıp yaysam, şu boğazım kesilir.

Müfessirlerin sultanı İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Elif. Lâm. Râ'nın mânası: 'Ben Allah'ım, görürüm' demektir."

(Bu kitap,) yani Kur'an

hakîm ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından... Bu, kitabın sıfatlarındandır. Nitekim diğer sıfatı da, onun ”âyetleri muhkem kılınmış" bir kitap oluşudur. Bu sıfat, kitabın bizzat kendi değerini ortaya koyduğu halde, ilk sıfat, onu Allah'a nisbet etmektedir. Bu nisbet de ”tarafından" anlamına gelen ”ledün" kelimesiyle yapılmıştır. Bu kelime, aynı anlama gelen ”inde" kelimesinden farklıdır. Çünkü ”ledün", en yakın anlam için, ”inde" ise hem yakın, hem uzak için kullanılır... Evet, Allah ”hakîm"dir, çünkü indirdiğini yerli yerince indirmiştir. ”Her şeyden haberdardır," çünkü emrine uyanla, yüz çevireni hakkıyla bilir.

2

Kendisinden başkasına kulluk etmeyesiniz diye... Ey Mekkeliler, Allah'tan başkasına ibadeti bırakmanız, kulluğu yalnızca O'na has kılmanız için

âyetleri muhkem kılınmış, yani sağlam bir tarzda dizilmiş, her türlü eksik ve çelişkiden uzak, tıpkı sağlam ve düzgün yapılmış bir bina gibi, ya da mutlak olarak değiştirmek anlamındaki neshten uzak kılınmış,

sonra da uzun uzadıya açıklanmış, tıpkı süslenmiş, gerdanlıklar gibi, âyetleri çeşitli faydalarla süslenmiş, değişik amaçları ayrıntılı bir şekilde belirlenmiş, inanç, ahkâm, öğüt ve örnekler vermek gibi değişik anlamları açıklanmış

bir kitaptır.

Ben size Allah tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim.

Bu, Hazret-i peygamberin diliyle ifade edilmiş bir sözdür. Eğer küfrederseniz sizi Allah'ın azabından sakındırır, iman ederseniz onun sevabıyla müjdelerim, demektir. Burada ”uyarıcılık özelliği öne alınmıştır. Çünkü korkutmak daha önemlidir. Şüphesiz günah ve inkâr pisliklerinden arınmak, sevap ve iman meziyetleriyle süslenmekten önce gelir.

3

Rabbinizden mağfiret dileyin... Allah'tan mağfiret yani bağışlanma dilemek; dünyada kulun günahını örtmesini, âhirette ise cezalandırmamasını istemektir.

Ve sonra da

O'na tevbe edin ki, samimiyetle tevbe edip O'na yönelin ki,

belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin size, razı olacağınız bir hayat sürdürsün, arzu ettiğiniz hiç bir şeyden mahrum bırakmasın. Böyle bir hayat; yataklarınızda can verinceye kadar, mukadder olan ömürlerinizin sonuna kadar sürsün.

Burada iki soru akla gelir. Birincisi: Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ”Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir." ve ”Belâya en çok maruz kalanlarınız peygamber ve derece derece diğer kimselerdir" gibi sözleri, Allah'a itaat edenin nasibinin dünyada rahat yüzü görmemek olduğunu ifade ediyor. Öyleyse mü'min nasıl ölünceye kadar bolluk ve emniyet içinde olabilir? Bunun cevabı şudur: Kalbini Allah'a bağlayan, hakkındaki kaderine razı olan, güzel bir hayat yaşar. Kalbini sebeplere bağlayan kimse ise sevdiği şeyin kaybolması korkusuyla daimi bir elem içinde bulunur. Hayatının tadı kaçar. Kalbi kararsız olur. Dünyanın mü'mine zindan olması; âhirette kendisi için hazırlanan nimetlere nisbetledir. Yoksa dünyada hiç rahat etmeyecek demek değildir.

Anlatıldığına göre, Bağdat'lı bir kadı, hizmetçileri ve adamlarıyla külhan (hamam) sokağına uğradığında; pejmürde, cehennem kılıklı bir Yahudiyle karşılaştı. Üstünden başından âdeta katran akıyordu. Kadının katırının yularından tuttu ve dedi ki: ”Allah kadı efendiye güç kuvvet versin. Peygamberinizin 'dünya müminin zindanı, kâfirin ise cennetidir' sözü ne manaya geliyor? Çünkü dünya, mü'min olduğun halde senin için cennet, biz Yahudiler de kâfir olduğumuz halde, benim için cehennem?" Bunun üzerine Kadı, şöyle cevap verdi: ”Dünya ve şu gördüğün dünya nimet ve zinetleri, cennete ve cennetteki yüksek makamlara nisbetle mü'minler için zindandır. Kâfirler içinse dünya, cehennem ve cehennemdeki aşağılık ve zilletlere nisbetle cennettir." Bunun üzerine Yahudinin aklı başına geldi. İyi bir müslüman oldu.

İkinci soru şudur: Âyetteki ”belirli bir süreye kadar" ifadesi, Kâ'bi'nin ”Maktulün iki eceli vardır: Katil eceli ve mevt eceli. Eğer maktul öldürülmeseydi, ölüm eceline kadar yaşayacaktı" dediği gibi gerçekten iki olduğuna mı işaret etmektedir?

Aslında ehl-i sünnete göre ecel birdir. Her ne kadar ömürler ve rızıklar; tevbe ve istiğfar gibi amellerle ilgili ise de, her kul için belirlenmiş bir ecel vardır. Çünkü yüce Allah, kulun, ömrü artıracak taatlarla meşgul olacağını bildiği için, takdirini de ona göre yapmıştır. Bu durum ecelin birden fazla olduğunu isbat etmez.

Ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Fazilet; amel, güzel ahlâk ve her türlü olgunlukta olur. Faziletin karşılığı ise, yüce makamlar ve ecirlerdir.

Eğer yüz çevirirseniz, size teklif edilen tevhid, istiğfar ve tevbeden geri durup, direnmeye devam ederseniz

Büyük bir günün azabına çarpılmanızdan korkarım. Size olan şefkat ve merhametimden dolayı, kıyamet gününün şiddetli azabından endişe ederim.

"et-Tibyân" tefsirinde şöyle denilir: ”Büyük bir günün azabı" denilmesi, içerisinde korkunç şeyler olacağı içindir. Böylece ”gün" içerisinde olacak şeyle tavsif edilmiştir.

4

Dönüşünüz ancak Allah'adır. Ölümle, sonra da dünyada yaptıklarınızın karşılığını görmek üzere yeniden diriltilerek...

O'nun her şeye gücü yeter. Sizi azaplandırmaya da kadirdir.

Bu âyet tevhid'in faziletine, istiğfarın üstünlüğüne işaret eder. İstiğfar eden tevhid ehlinin dünyada güzel bir hayata, ahirette ise yüksek derecelere nasıl ulaştığı görülmüyor mu? Tevhid ve istiğfar dünya ve âhiret saadetinin anahtarıdır. Hadis-i şerifte: ”Lâ ilahe illallah, cennetin anahtarıdır" buyrulmakta. Haberde ise şöyle nakledilmektedir: ”Âdem (aleyhisselâm): 'Ey Rabbim! İblis'i bana musallat ettin. Onun hakkından ancak seninle gelebilirim" dedi. Yüce Allah da: 'Senin her çocuğun için, kendisini İblisin ve kötü arkadaşların hilesinden koruyacak bir koruyucu tayin ettim' buyurdu. Âdem: 'Ey Rabbim! Artır' deyince, yüce Allah: 'İyiliğe on ve daha fazla sevap vardır. Kötülüğe ise bir karşılık vardır. Onu da silerim' buyurdu. Âdem: 'Daha da artır ey Rabbim' dedi. Hak teâlâ: 'Ruh bedenden ayrılmadıkça tevbe makbuldür' buyurdu. Âdem: 'Rabbim! Artır' deyince, Allah da şöyle buyurdu: 'De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Zümer: 53)"

Bir de istiğfar sadece günahtan dolayı olmaz, lâyıkıyla yapılamayan ibadetten dolayı da olur.

5

Bilin ki ey mü'minler

onlar, yani Mekke müşrikleri, Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlıkları, haktan yüz çevirmeleri ve içlerindeki küfürleri sebebiyle

Allah'tan gizlenmek için iki büklüm olurlar. Çünkü onlar Allah hakkında caiz olmayan şeyleri bilmezler.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayet edildiğine göre bu âyet Ahnes b. Şüreyk hakkında nazil olmuştur. Bu adam, söz söylemesini iyi beceren birisiydi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e içinden kızdığı halde, dışından onu sever gözüküyordu.

Bilin ki, gizlenmek için

elbiselerine büründüklerinde bile...

Kâfirlerin birisi evine girer, perdesini indirir, elbisesine bürünür ve ”Allah benim kalbimde olanı bilir mi? derdi.

Allah onların gizlediklerini kalblerinde saklı tuttukları

ve açığa vurduklarını dilleriyle açıkladıklarını

bilir.

Âyette ”gizledikleri" şey, ”açığa vurdukları" şeyden önce zikredilmiştir. Çünkü gizlilik, yani sır mertebesi, açıklık, yani aleniyet mertebesinden önce gelir. Açığa vurulup ilân edilen bütün şeyler başlangıçta kalbte gizlidir. Aynı zamanda yüce Allah'ın ilminin gizli olan şeye ilgisi, aşikar olana ilgisinden öncedir.

Çünkü O, kalblerde olanı bilendir. Öyleyse gizledikleri ve açıkladıkları şeyler O'na nasıl gizli kalabilir? Âyetin mânası: Düşmanlık ve küfürlerini saklayanlar Bize gizli kalmaz. Biz onları, gizledikleri kötü amellerine karşılık lâyıkıyla cezalandıracağız. Allah'ın cezası, korkulup çekinilecek bir cezadır. Allah'ın rızâsına aykırı bir şeye cüret edilemez.

Şüphesiz kalbin ıslahı, her şeyden daha önemlidir. Çünki kalb, beden ülkesinde itaat edilen ve hükmü geçerli olan bir hükümdar, dış organlar da onun tebaası ve hizmetçisi gibidir. Nifak, kalbin kötü sıfatlanndandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.

Bir grup insan İbn Ömer (radıyallahü anh)'e: ”Biz sultan ve emirlerimizin yanına giriyor, huzurlarındayken başka, onların yanından çıktığımızda ise daha başka konuşuyoruz" dediler. İbn Ömer (radıyallahü anh) de: ”Biz Rasûlüllah zamanında bunu münafıklık sayardık" karşılığını verdi. Hüzeyfe (radıyallahü anh) de: ”Bugünkü münafıklar Hazret-i Peygamber zamanındakilerden daha kötüdür" deyince: ”Nasıl olur?" diye sordular. Bunun üzerine: ”O zaman nifaklarını gizliyorlardı, bugün ise aşikâr yapıyorlar" cevabını verdi.

6

Yeryüzünde, dünyanın her bölgesinde

yaşayan bütün canlıların, rızka muhtaç olan, büyük-küçük, dişi-erkek tüm yaşayanların, kendilerine uygun tarzda

rızkı, rahmet ve ikramının bir eseri olarak

ancak Allah'a aittir. Allah, o canlının yerleştiği yeri ve ilerde geçici olarak

bırakılacağı mekânı bilir. Bu âyetin tefsiriyle ilgili çeşitli açıklamalar vardır:

Birincisi: İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edildiğine göre, canlının yerleştiği yer, gece veya gündüz başını soktuğu veya istikrar bulduğu mekândır. İlerde geçici olarak bırakılacağı mekân ise, öldüğü zaman iradesi dışında emanet bırakılan bir şey gibi defnedileceği yerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle der: ”Kişinin kabri nerede olacaksa ihtiyaç onu oraya sevkeder, öyle ki işi biter bitmez orada ruhu kabzedilir. Kıyamet günü o yer: İşte bu, bana emanet bıraktığındır, der."

İkincisi: Canlının yerleştiği yer, babaların sulbünde karar kıldığı mahaldir. Bırakılacağı mekân ise, ana rahmidir. Rahimlere ”bırakılan yer" denir. Çünkü nûtfe (döl) oraya başkası tarafından bırakılır. Nûtfenin, babaların sulbünde bulunuşu ise bunun aksinedir. Çünkü orada, tabiî olarak oluşur.

Üçüncüsü: Canlının yerleştiği yer, fiilen dünyaya geldiği andaki yeridir. Bırakılacağı yer ise, fiilen dünyaya gelmeden önce rahim veya sulbteki geçici olarak kaldığı yeridir.

Her şey apaçık bir kitaptadır. Her canlı, onun rızkı, yerleştiği yer ve bırakılacağı mekân, Levh-i mahfuzda yazılıdır. Bu kitap, bakan meleklere açık olarak gözükür. Alimlerin ittifak ettiklerine göre dört şey asla değişmez: Ömür, rızık, ecel ve saadet-şekâvet. Akıllı kimsenin, rızkı için gam çekmemesi, Allah'a tevekkül etmesi gerekir. Çünkü Allah, ona kâfidir.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Mûsa, kendisini imana davet etmek üzere Firavun'a gitmekle emrolunduğunda, ailesinin durumu aklına geldi ve: ”Ey Rabbim! Ailemin işlerini kim görecek?" dedi. Yüce Allah ise ona, asasını kayaya vurmasını emretti. Hazret-i Mûsa asasını kayaya vurunca; kaya yarıldı. İçinden bir kaya çıktı. Sonra bir daha vurunca bir kaya daha çıktı. Bir daha vurunca bu sefer kayadan bir kurt (böcek) çıktı. Ağzında gıdası mesabesinde bir şey vardı. Hazret-i Mûsa'nın kulak perdesi açıldı ve kurdun şöyle dediğini işitti: ”Beni gören, sözümü işiten, yerimi bilen, beni hatırlayıp unutmayan Allah, bütün kusurlardan münezzehtir. Onu tesbih ederim."

Enes (radıyallahü anh)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Bir gün Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'le birlikte bir ihtiyaç için şehir dışına çıktık. Yüksek sesle öten bir kuş gördük. Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Ey Enes! Bu kuş ne söylüyor biliyor musun?' deyince ben: 'Allah ve Rasûlü en iyi bilir' dedim. Efendimiz buyurdular ki: 'Kuş şöyle söylüyor: Ey Rabbim! Gözümü kör ettin, beni âmâ yarattın, beni doyur. Çünkü açım.' Biz bu kuşa bakarken uçarak bir çekirge geldi ve kuşun ağzına girdi. Kuş da onu yuttu. Sonra kuş daha yüksek sesle ötmeye başladı. Rasûlüllah bana: 'Ey Enes! Kuş şimdi ne diyor biliyor musun?' diye sordu. Ben de: 'Allah ve Rasûlü en iyi bilir' dedim. Efendimiz buyurdu ki: 'Kuş şöyle söylüyor: Hamdolsun Allaha ki kendisini zikredeni unutmuyor.' Başka bir rivayette ise: 'Kim Allah'a tevekkül ederse ona kâfi gelir denilmiştir." Bu rivayetler ”insanü'l-Uyûn" adlı eserde geçmektedir.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Hüseyin'in kılıcında şu dört kelime yazılıydı: Rızık taksim edilmiştir; tamahkâr mahrumdur; cimri kötülenmiştir; hasetçi kederlidir.

7

Arş'ı su üzerinde iken... sözlükte ”arş," karyola ve taht gibi anlamlara gelir. Arşın Allah'a nisbet edilmesi, onun yaratılmış büyük bir varlık olduğuna işarettir. Arş, yaratılmış olan şeylerin en büyüğüdür.

Mukâtil şöyle der: ”Allah Arşı dört köşeli yapmıştır. Her köşe arasında da sayısını ancak Allah'ın bildiği birçok yönler vardır. Bunlar gökteki yıldızlardan, yerdeki toprak zerrelerinden, ağaçlardaki yapraklardan daha çoktur. Arşın uzunluğunun ve genişliğinin sonu yoktur. Mahiyetini de ancak Allah bilir."

İhtiyacı olmadığı halde, Allah'ın Arş'ı niçin yarattığı sorulacak olursa, buna çeşitli şekilde cevaplar verilir:

Birincisi: Allah onu melekler için bir toplantı mahalli kılmıştır. Nitekim âyette şöyle buyrulmaktadır: ”Melekleri arzın etrafını çevirmiş olarak görürsün" (Zümer: 75)

İkincisi: Allah bununla kudret ve azametini göstermek istemiştir. Nitekim Mukâtil şöyle demiştir: ”Gökler ve yer, kürsünün büyüklüğü yanında, çöle atılmış bir yüzük gibidir. Kürsi, gökler ve yer ise, Arş'ın büyüklüğü yanında yine çöle atılmış bir yüzük (halka) kadardır. Bütün bunlar ise Allah'ın azameti yanında dünyanın bir zerresi gibidir. Allah Arş'ı, yaratanın, yaratıktan daha büyük olduğu bilinsin diye yarattı."

Burada geçen ”su" ise, (buz halindeki su değil,) normal sudur. Bu, Arş ile suyun birbirine bitişik olduğu manâsına değil, Allah'ın Arşı, kudretiyle yukarıda tuttuğu manâsına gelir. Asamm şöyle der: ”Bu tıpkı, yerle bitişik olmadığı halde, ”gök yerin üstündedir" demek gibidir." Asıl manâsı şudur: Yer ve gökler yaratılmadan önce Allah'ın arşı su üzerindeydi ve aralarında maddî bir engel yoktu. Maddî bir engel diyoruz, çünkü yerle gök arasında maddî bir engel vardır ki, o da havadır. Zaten maddî olmasaydı, ”engel" adını almazdı. Burada, Arş ve suyun, yer ve göklerden önce yaratıldığına delil vardır.

Ebu's-Suud şöyle demiştir: ”Allah'ın Arşı, yer ve gökleri yaratmadan önce su üzerindeydi. İster aralarında boşluk olsun, isterse su üzerine konmuş olsun Arşın altında sudan başka bir şey yoktur. Burada, Arş'tan sonra ilk var olan şeyin su olduğuna değil, sadece Arş ve suyun, yer ve göklerden önce yaratıldığına işaret vardır."

Hanginizin daha güzel amel edeceğinizi ortaya koymak için... Allah gökleri, yeri ve siz de içinde olmak üzere bu ikisinde bulunan bütün yaratıkları yarattı. Geçiminiz için, gerek olan her şeyi orada düzenledi, aralarına ibretler ve harika sanatlar yerleştirdi. Böylece bunlar, dinî istekleriniz konusunda sizin için deliller olur. Bütün bunları sizi imtihan etmek için yaptı. Allah'ın imtihan etmesi, bilmediği bir şey ortaya çıkarmak değil, yaptıklarınızın sonucunu size göstermek içindir. Böylece iyilik edenle kötülük eden ortaya çıkacak, yüce Allah da buna göre insanları mükâfatlandıracak veya cezalandıracaktır.

Ayetteki ”amel" sözü, kalbin ve organların amellerini içine alır. Bundan dolayı seleften birisi bunu ”akılca hanginiz daha güzel, Allah'ın haramlarından daha çok çekinen, Allah itaate daha çabuk koşan" şeklinde açıklamıştır.

Gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Göklerin direksiz olarak durması, Allah'ın kudreti sayesindedir. Onları bir yere dayanmaksızın tutacak başka bir güç yoktur. Göklerin de üzerinde Rahman olan Allah'ın Arş'ı vardır. Âyette göklerin çoğul şeklinde zikredilmesi yüksekliklerinin farklı olmasından dolayıdır. Çünkü gökler yedi kattır. Yedi kat semanın her katı arasındaki mesafe, rivayete göre beş yüz yıllıktır.

Yer de, gökler gibi yedi tabakadır. Çünkü âyet-i kerime de ”yerden de bir o kadarını yaratan" (Talâk: 12) buyrulmaktadır. Yeryüzünün büyük kısmı sahra, dağ ve denizden oluşur. Ancak çok az bir kısmı mâmurdur.

Gökler iki, yer iki, üzerindeki bitki hayvan ve diğer varlıklar da iki günde olmak üzere, göklerdeki ve yerdeki her şey altı günde yaratılmıştır. Nitekim Secde sûresinde bu şekilde belirtilmektedir. Altı günden maksat, bildiğimiz dünya günleridir. İlki pazar ve sonuncusu da cumadır. Örfe göre günler, güneşin dünya üzerinde kalış süresidir. Yer ve gök olmadığı takdirde böyle bir gün tasavvuru da olmaz. Yahut da bu günlerden maksat, âhiret günleridir ki; İbn Abbas'dan nakledildiğine göre her âhiret günü, bildiğimiz bin yıl gibidir. Allah dileseydi göz açıp kapayıncaya kadarlık bir süreden daha kısa bir zamanda yeri ve gökleri yaratabileceği halde, tedrici olarak yaratmasında, işleri sağlam ve kademe kademe yapmaya teşvik vardır.

Ey Rasûlüm Muhammed! Kavmin olan Mekke halkına:

'Muhakkak siz, öldükten sonra, kıyamet gününde

diriltileceksiniz' desen, inkarcılar: Dirilmekten bahseden

'bu Kur'an,

sihirden başka, bir şey değildir,' yani o sihir gibi bâtıl bir şeydir. Zaten sihir de, yaldız, hayal ve boş bir şeydir

derler.

8

Yemin olsun ki, onların vâdedilen

azabını bir sayılı süreye kadar ertelesek, kâfirler:

'Onu alıkoyan nedir?' Bu azabın gelmesine hangi şey engel oldu

derler. Bu sözleriyle, alay etmeye çalışırlar.

Bilin ki, Bedir savaşında olduğu gibi

onlara azap geldiği gün, o azap

artık geri çevrilmez. Bu azabı onlardan uzaklaştıracak hiçbir şey yoktur. Mutlaka gelip çatacaktır.

Alaya aldıkları, alaylı bir şekilde çabuk gelmesini istedikleri

şey, yani o azap

onları çepe çevre kuşatacaktır.

Şüphesiz azabı gerektiren şey, alay ve yalanlamadır. İnsanlar Âhiret yolunda iki sınıftır. Birinci sınıf; iman ve sâlih amelle kendilerini Allah'ın azabından kurtaranlar, ikinci sınıf ise, arzulara uyup, sâlih amelleri terk ederek kendilerini helak edenlerdir. Kâfirler Allah'ın azabı ve gazabından çekinmezler. Sonuçta da dünya ve ahirette o azapla karşı karşıya gelirler.

Hadis-i kudsi'de şöyle buyrulmaktadır: ”İzzetim hakkı için, kulumda iki korku ve iki eminliği bir arada bulundurmam: Dünyada benden korkanı ahirette güvenli kılarım. Dünyada azabımdan korkmayanı ahirette korkuturum."

Birisi şöyle demiştir: ”Ne melek, ne peygamber, ne de sâlih bir kul olmak isterim. Bunlar kıyameti ve onun dehşetini görmeyecekler mi? Ben hiç yaratılmamış olmayı arzu ederim. Çünkü yaratılmamış olan kıyameti ve onun zorluklarını görmez."

Seriyyu s-Sakati şöyle demiştir: ”Rezil olmamak için, ülkemin dışındaki bir ülkede ölmek isterim." Arif kimsenin, ecel gelip çatmadan işini tedarik etmesi, günahından tevbe edip ısrardan vazgeçmesi gerekir.

Hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: ”Hem günaha devam edip hem de tevbe eden kimse, Rabbiyle alay eden kimse gibidir. Sıkıntılara sabreden, gizli ve açık nimetlere şükür olarak sâlih ameller işleyen -sâlih amel, Allahü teâlâ 'nın rızâsına uygun amel demektir- müminler

böyle değildir. Hazret-i Ömer şöyle demiştir: ”Sabır ve şükür iki binektir. Hangisine binsen farketmez" Hazret-i Ömer bu sözüyle, sabır ve şükürden herbirinin insanı Allah'ın rızâsına ulaştıracağına işaret etmektedir.

İşte onlara bağış ve büyük bir mükâfat vardır. Bu güzel sıfatlarla sıfatlanmış olanlar için günahlardan bağışlanma ve güzel amellerinin karşılığı olarak büyük mükâfat vardır. Mükâfatın ”büyük" olarak nitelendirilmesi, onların sürekliliğinden, yükümlülüklerin kalkmasından, azaptan emin olmaktan, Allah'ın kendilerinden razı olmasından ve O'nun yüce cemalinin seyredilmesinden dolayıdır.

9

Yemin olsun ki, Biz katımızdan insana.... Yemin olsun ki, Biz insana sıhhat ve emniyet gibi

bir nimet tattırıp, sonra bunu ondan çekip geri

alsak, hemen o insan, Allah'ın kaderine tam teslim olmadığı ve sabrının azlığı sebebiyle

umutsuzluğa düşer, nankör olur. Geçmiş nimetlere karşı büsbütün nankör kesilir. Buradaki ”nankör olmaktan" kasıt, iyiliği ve nimeti inkâr ederek, şükrü terketmektir. Burada, nimetin ellerinden alınmasına, nankörlüklerinin sebep olduğuna işaret vardır.

10

Yemin olsun ki,

başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona hastalıktan sonra sıhhat, sıkıntıdan sonra ferahlık gibi

bir nimet tattırsak, insan o zaman

mutlaka: 'Kötülükler başımdan gitti', artık beni rahatsız eden sıkıntı ve musibetler ortadan kalktı. Böyle sıkıntılar bir daha gelmez

der. Çünkü o, çok şımarık, çok böbürlenendir. Nimetle şımarıp, nimet vereni unutmak gafillerin işidir. İnsanın çok böbürlenmesi; verilen nimetlerle başkalarına çalım satması, nimetin hakkını vermemesi, Rabbine şükretmemesi şeklinde olur.

11

Ancak sabredip, güzel işler yapanlar, yani kadere iman ederek iddianızda samimi iseniz Allah’dan başka çağırabileceklerinizi de çağırın."

12

Ey Rasûlüm Muhammed!

Belki senin... Burada geçen ”belki" anlamındaki ”lealle" kelimesinin iki anlamı vardır. Bunlardan birincisi ”tereccî" yani ummak, ikincisi de ”işfâk" yani korku içinde bulunmaktır. Bu ikisi de Allah için değil, muhataplar için kullanılır. Bu âyetteki anlamı ise ”vazgeçmeme"dir. Yani işfâktır. Dolayısıyla ”sana indirilen vahyi tebliğ etmekten uzak durma ve tebliğden vazgeçme! Eğer vazgeçersen bundan kork" denilmektedir.

'Ona bir hazine indirilmeli, tıpkı krallar gibi, işlerini görürken yararlanacağı hazineler indirilmeli

veya yanında bir melek gelmeli, böylece onun doğruluğuna şehadet etmeli ve hedefine ulaşma konusunda yardımcı olmalı

değil miydi' demelerinden dolayı kalbin daralır, Kur'an'ı onlara okuyup tebliğ etme konusunda sıkıntıya düşersin

ve dolayısıyla

sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun.

Rivayet edildiğine göre, Mekke müşrikleri: ”Bize, içinde putlarımız hakkında kötü söz olmayan ve atalarımızın inancına ters düşmeyen bir Kur'an getir" demeleri üzerine, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların taptıkları sahte ilâhlara açık bir şekilde kötü şeyler söylememeyi düşündü. İşte bunun üzerine yüce Allah bu âyeti indirdi.

Nitekim Mekke ileri gelenleri şöyle söylüyorlardı: ”Ey Muhammed! Eğer sen gerçekten peygambersen Mekke dağlarını bizim için altın yapıver." Bazıları ise: ”Bize, peygamberliğini tasdik edecek melekler getir" diyorlardı.

Ey Rasûlüm Muhammed!

Sen ancak bir uyarıcısın. Dolayısıyla senin görevin, sana vahyedilen şeyle onları uyarmaktır. Onların reddetmeleri ve alaylarından dolayı, sana bir sorumluluk yoktur. Öyleyse bundan dolayı niçin göğsün daralıyor?

Allah her şeye vekildir. Sen ona dayan. Çünkü o, putperestlerin durumunu biliyor. Söz ve hareketlerinin cezasını da mutlaka verecektir. Kısacası sen, onlara aldırmadan tebliğ görevini yerine getir. Şüphesiz Ben seni korur, onlara karşı sana yardımcı olurum.

13

Yoksa (senin için): 'Onu uydurdu' mu... Burada şöyle bir azarlama ve inkâr anlamı vardır: Allah katından olmadığı halde onu kendisi uydurarak Allah'a iftira mı etti

diyorlar? Müşriklerin bu inkarcı ve aşağılayıcı sorularına karşılık sen de onlara

de ki: Kur'an'ı benim uydurduğum konusunda doğruysanız

'öyleyse, belagat ve nazmının güzelliğinde

onun sûrelerine benzer uydurma yani sizler tarafından meydana getirilmiş

on sûre getirin. Çünkü siz de benim gibi fasih bir şekilde konuşuyorsunuz ve benim yapabildiğim şeyi siz de başarabilirsiniz. Üstelik

iddianızda samimiyseniz, sıkıntı anlarında sizi mutlu etmeleri için

Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de, kendilerine sığındığınız putlarınızı da yardıma

çağırın.' Şüphesiz bir insanın uydurabildiği bir şeyi başkaları da uydurabilir. Dolayısıyla yukarıdaki ifade, bir meydan okuma ifadesidir.

14

Buna rağmen

eğer size cevap veremezlerse, başkalarını yardıma çağırmalarına rağmen on sûre getirmekten aciz oldukları ortaya çıkarsa, o zaman

bilin ki, ey müminler

o Kur'an

ancak Allah'ın ilmiyle, O'nun bileceği meziyet, özellik ve keyfiyet üzere O'nun katından

indirilmiştir. Yani Allah katından indirildiği konusundaki imanınızda sebat edin. O, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberlik iddiasındaki doğruluğuna işaret eden mucizelerdendir.

Ve yine bilin ki

O'ndan, yani Allahtan

başka da ilâh yoktur. Vahyi O'ndan başkası indiremez.

Artık Müslümansınız, İslâm üzere sabitsiniz

değil mi? Artan bir samimiyetle Müslüman olmakta devam edin.

15

Yapmış olduğu güzel ve hayırlı ameliyle

dünya hayatını ve güzelliklerini yani Allah'ın rızâsını değil de, sağlık, güvenlik, zenginlik ve liderlik gibi dünya hayatını süsleyen şeyleri

isteyenlere, Biz

orada işlediklerinin karşılığını eksiksiz olarak tamı tamına

veririz. Onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. Ücretlerinden herhangi bir eksiltme yapılmaz.

16

İşte onlar, yani dünya ve onun zilletlerine talip olup da, ücretleri dünyada tam tamına verilenler,

ahirette ateşten başka bir şeyi olmayan kimselerdir. Çünkü onların gayretleri sadece dünyaya yönelikti. Sırf dünya için çalışanlar ücretlerini dünyada topladıkları için ahirette onlara sadece ebedî azap kalır.

Dünyada yaptıkları da boşa gitmiştir. Dünyada işledikleri amellerin karşılığı ahirette geçersiz olmuştur. Çünkü onlar Allah rızâsı için yapılmamıştır. Riya ve propaganda için

yapmakta oldukları da zaten bâtıldır. Görüldüğü gibi âyet kâfirler hakkındadır.

Bil ki, kâfirlerin; iyilik, sıla-i rahim, sadaka, yollan ıslah, kanallar açmak gibi iyilikleri ancak Müslüman olduktan sonra makbuldür ve ancak bu şarta bağlı olarak değerlendirilirler ve zayi edilmezler. Müslüman olmadan önce yapılanlar ise, ahirette ne azabın hafiflemesine, ne de cennete girmeye yarar. Fakat günahlarının durumuna göre bazılarının azabı diğerlerinden daha şiddetli olur. Bu konuda icma vardır.

17

Rabbi katından açık bir delile dayanan. Burada ”delil" olarak tercüme, ettiğimiz ”beyyine", hüccet, burhan ve takdir anlamlarına gelir.

Ve kendisini O'nun katından, yani Allah tarafından gelen ve doğruluğunu destekleyen Kur'an gibi

bir şahidin izlediği, önlerinde de yani Kur'andan önce de

Mûsa'nın kitabı yani Tevrat

önder ve rahmet yani kıyamete kadar, kendilerine, indirilen kimseler için büyük bir nimet

olarak bulunan kimse, inkarcılar gibi midir? Yani inkarcılarla, delillere sahip olan bu insanlar bir midir? Buradaki soru, onların kesinlikle aynı olmadıklarım göstermek içindir.

İnsanü'l-Uyûn adlı eserde şöyle deniyor: ”Tevrat, kendisinden önceki kitaplardan farklı olarak şer'î hükümler içeren ilk kitaptır. Çünkü daha önceki kitaplar sadece Allah'a iman ve tevhid konularını içeriyordu."

İşte bunlar, yani açık delile dayananlar

Kur'an'a inanırlar, Onu onaylarlar. Mekkelilerden ve Rasûlüllah'ın karşısında onlarla birlik olanlardan

hangi topluluk onu inkâr ederse, yeri ateştir. Onun varacağı yer cehennemdir.

Bundan şüphen olmasın. Kur'an'dan ve onun Allah katından geldiğinden asla kuşkun olmasın.

Çünkü bu, seni dinin ve dünyan konusunda terbiye eden

Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir. Fakat Kur'an'ın apaçık bir gerçek olduğuna, ya görüşlerinin kısırlığı, fikirlerinin ayrılığı, ya da inat ve kibirleri sebebiyle

insanların çoğu inanmazlar.

18

Yalan söyleyerek Allah'a iftira edenden daha zalim kim vardır? Evet, meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylemeleri, putlarının kendilerine Allah katında şefaatçi olacağı gibi iftiralarıyla, Allah'a yakışmayacak şeyleri O'na nisbet edenden daha zâlim hiç kimse yoktur.

Bunlar hesaba çekilmek üzere

Rabblerine, yani yüce Allah'ın huzuruna

götürülürler. Allah, kulları arasında hüküm verinceye kadar huzurda tutulurlar.

Ve şahitler de yani melekler, peygamberler ve müminler de onları göstererek ve küçümseme edasıyla:

'İşte bunlar kendilerine ikramda bulunan, işlerini yürüten

Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir.' O'na iftira edenlerdir

derler. Bilin ki Allah'ın laneti, azabı ve öfkesi, iftira ederek kendilerine yazık eden

zalimler üzerinedir.

Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Yüce Allah kıyamet günü mümin kulunu yaklaştırır ve onu insanlardan gizleyerek der ki: 'Ey kulum! Şu şu günahlarını biliyor musun?' Kul da: 'Evet, ey Rabbim!' der. Allah, kulun günahlarını bir bir ona gösterdikten sonra: 'Ben bunları dünyada örttüm. Âhirette ise senin için bağışladım' der. Sonra iyiliklerin yazılı olduğu defteri verilir. Kâfir ve münafıklara gelince, şahitler onlar için: 'İşte Rablerine karşı yalan söyleyenler bunlardır' derler. Bilin ki, Allah'ın laneti, zâlimlerin üzerinedir. ”

Bir başka hadiste de: ”Kim yaptığı işi aleni olarak yapıp ilân ederse, Allah da onu ilân eder" buyurulur. Bundan anlaşılıyor ki, yaptığı işi riya ve gösteriş için yaparak onun başkaları tarafından görülmesi için çaba harcayanlar, kıyamet gününde Allah tarafından bu kötü niyetlerinin ortaya çıkarıldığını görecekler ve şahitler huzurunda rezil edileceklerdir. Bu şahitler, melekler veya bütün halktır.

19

Sonra yüce Allah, bu zâlimleri şu şekilde nitelendiriyor:

Bunlar Allah'ın yolundan alıkorlar ve o yolu eğriltmek isterler. Şüphe ve tahrif yoluyla, engel olabildikleri herkesi Allah'ın dininden ve O'na itaatten çevirmeye çalışırlar. O yolu eğrilikle nitelerler.

İşte onlar, âhireti inkâr edenlerdir.

20

Onlar, yani âhireti inkâr eden bu kâfirler bütün genişliğine rağmen

yeryüzünde Allah'ı âciz bırakamazlar. Onun neresine kaçarlarsa kaçsınlar, O'nu bu azabı vermekten alıkoyamazlar.

Allah'tan başka (kendilerini kurtaracak), yardımla destekleyecek ve azabı uzaklaştıracak

dostları da yoktur. Allah'ın onları dünyada cezalandırmaması ihmalden değil, süre tanımasındandır.

Onlara kıyamet günü

kat kat azap verilir. Azapları katlanır.

Çünkü onlar, kendi içlerinde ve dış dünyada önlerine serilen

(gerçekleri) işitmeye tahammül edemiyor, kendilerine anlatılan gerçekleri kulak arkası ediyorlar

ve (hakikati) göremiyorlardı. Böylece Allah'a ibadet edecekleri yerde putlara kulluk ediyorlardı.

21

İşte bu yüzden

onlar, kendilerine yazık edenlerdir. Şefaatine ulaşacakları konusunda

uydurdukları şeyler de, yani sözde ilâh olarak kabul ettikleri putlar da

onlardan uzaklaşıp ortadan

kaybolmuştur.

22

Bu yüzden

âhirette en çok kayba uğrayacaklar da onlardır.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Amellerde acele edin. Çünkü gelecek günlerde gece karanlığı gibi fitneler vardır. Kişi mümin olarak sabahlar ve kâfir olarak akşama çıkar. Yine mü’min olarak akşamlar ve kâfir olarak sabaha çıkar. Dünya uğruna dinini satar. ”m

23

İman edilmesi gerekli olan şeylere

iman edip de kendi aralarında ve Rablerine karşı

güzel amel işleyen ve alabildiğine itaat ve tevazu göstererek

Rablerine boyun eğenlere gelince, işte onlar, yani bu niteliklere sahip olanlar

cennetliklerdir. Orada temelli, sonsuza kadar

kalırlar.

24

Bu iki zümrenin yani kâfirle mü’minin ilginç

durumu, kör ve sağır ile gören ve duyan kimsenin durumuna benzer. Buradaki kör ve sağır, kâfirleri; gören ve duyan da mü'minleri temsil etmektedir. Çünkü kâfirler,

Allah'ın yarattığı şeylere ibret gözüyle bakmadıkları, kendilerine okunan Allah'ın âyetlerini can kulağıyla dinlemedikleri için, bir bakıma gözleri ve kulakları olmayan kimseler gibidirler. Gözleri görmeyen bir kimse, duyduğu bir şeyden dolayı doğru yolu bulabilir veya sağır olan bir kimse, gördüğü bir işaretten faydalanabilir. Oysa hem sağır, hem de kör olan bir kimse çaresizdir.

Bunların durumları hiç eşit olabilir mi? Bunları düşünüp de

hâlâ ibret almıyor musunuz? Allah'ın sizin için verdiği bu örnekten niçin ders almıyorsunuz?

25

Yemin olsun ki, Biz, Nuh'u da kavmine peygamber olarak

gönderdik. O, İdris (aleyhisselâm)'den sonra gönderilen ilk peygamberdir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle diyor: ”Nuh (aleyhisselâm) kırk yaşında iken peygamber gönderildi. Dokuz yüz elli yıl kavmini Hakka davet etti. Tufandan sonra altmış yıl yaşadı. Toplam ömrü bin elli yıldır. Hazret-i Nuh'un, Hazret-i Âdem'in yeryüzüne inişinden bin altı yüz kırk iki yıl sonra doğduğu, yurdunun Şam olduğu ve Küfeye defnedildiği söylenir."

O, kavmine

(dedi ki:) 'Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. Size azabı gerektiren ve ondan kurtuluşu sağlayan yolları açıkça bildirmek üzere geldim. Burada ”ve müjdeciyim" dememesi, kavmi içinde henüz iman etmiş kimselerin bulunmamasındandır. Çünkü müjde, inananlar için geçerli bir şeydir.

26

Allah'tan başkasına kulluk etmeyin. Benim size peygamber olarak gönderilmemden asıl maksat, sizi şirkten alıkoymaktır.

Doğrusu ben, sizin için acıklı bir günün azabından korkuyorum.' Bu gün, kıyamet günü veya Tufan günüdür. ”Acıklı" sözü, günün sıfatı olabileceği gibi, azabın sıfatı da olabilir. Buna göre anlam ”acıklı bir günün" şeklinde olabileceği gibi ”acıklı bir azabın" şeklinde de olabilir.

Rivayete göre yüce Allah, Hazret-i Nuh'u, kavmine peygamber olarak gönderdiğinde o kavmine bir bayram günlerinde geldi. Kavmi putlara tapıyor, şarap içiyor ve tıpkı hayvanlar gibi, açıkça kadınlarla cinsi ilşiki kuruyorlardı. Hazret-i Nûh, onlara yüksek sesle çağrıda bulundu ve tevhide davet etti. Önce korktular. Sonra ona deli dediler. Onu yalanlayıp dövdüler.

27

Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: 'Biz seni sadece bizim gibi bir insan görüyoruz. Seni peygamber yapacak, bizden üstün bir meziyetin yok. Ayrıca

sana temizlikçi ayakkabıcı ve düşük meslek erbabı gibi

bizim basit görüşlü ayak takımımız, aşağı ve değersiz tabaka

dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Eğer dâvanda doğru olsaydın sana insanların üst tabakası uyardı. ”Basit görüşlü" ifadesinden amaç, derinlemesine inceleyip düşünmeden hemen karar veren kimsedir. Sapıkların durumu ne kadar şaşkınlık vericidir ki, bir insanın peygamberliğine razı olmuyorlar da, taşın ilâhlığına ve ona tapmaya razı oluyorlar.

Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Sizi yalancılar sanıyoruz. Sen ve sana uyanlar, mal-mülk konusunda bizden daha üstün değilsiniz. Öyleyse sen nasıl peygamber olursun? Ayrıca siz de bizim gibi yiyip içen birer insansınız.

Aksine sizi yalancılar sanıyoruz.' Aynı sözü söyleyip aynı dâvayı güttüğünüz için, hepinizin birden yalan söylediğinizi düşünüyoruz.

28

Nuh dedi ki: 'Ey kavmim! Bana söyleyin:

Eğer ben, Rabbimden, yüce Allah katından benim davamı tasdik eden

bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet peygamberlik

vermiş de, bu delil de

size gizli tutulmuşsa, buna ne dersiniz? Hoşlanmadığınız halde sizi bunlara bu delili kabule, illâ da sizi hidayete girmeye

mecbur mu edeceğiz? Bu soru inkâr içindir. Yani kendiliğimizden sizi zorlamaya gücümüz yetmez. Hele siz istemedikten sonra, bu hiç mümkün olmaz.

29

Nuh (aleyhisselâm), sözlerine şöyle devam etti:

Ey kavmim! Buna, yani tebliğ görevine

karşılık, iman edip bana tâbi olduktan sonra, hidayete ermenizin karşılığı olarak

sizden herhangi bir mal, bir karşılık

istemiyorum. Ben size karşı tebliğ görevimi, dünyevî bir menfaat için değil, ancak Allah rızâsı için yaparım. Dolayısıyla

benim ücretim ancak Allah'a aittir.

Ben, iman edenleri kovacak da değilim. Nuh kavminin ileri gelenleri ondan, kendisiyle bir araya gelmeleri için, fakir ve gariban kimseleri yanından kovması şartını ileri sürmüşlerdi. Nitekim Kureyş ileri gelenleri de fakirlerle aynı düzeyde bulunmayı içlerine sindiremedikleri için Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'tan fakir mü'minleri yanından uzaklaştırmasını istemişlerdi.

Şöyle denilmiştir: ”Yüce Allah, fakirlerin hatırı için Hazret-i Peygambere fakirliği münasib gördü. Böylece fakîr, Hazret-i Peygamberin fakirliğiyle teselli bulacak ve dünyanın Allah katında pek değersiz bir şey olduğu anlaşılacaktır."

Çünkü onlar, Rablerine kavuşacaklardır. Kıyamet gününde kendilerine zulmedenlerden haklarını alacaklar. Allah'ın ikramına ve yüzünü görme nimetine kavuşacaklardır. Ben onları, meclisimden uzaklaştıramam, çünkü onlar Allah'a yakın kimselerdir. Allah'ın aziz kıldıklarını ben nasıl zelil kılarım?

Fakat ben sizi bütün bunları düşünemeyen, getirdiğim ve emrettiğim şeyler konusunda

cahil bir topluluk olarak görüyorum.

30

Bunlar Allah'a böylece yakın, değerli kimseler oldukları halde

Ey kavmim! Ben onları kovarsam, Allah'a, O'nun öfke ve intikamına

karşı bana kim yardım eder? Hâlâ içinde bulunduğunuz bilgisizlikle devam mı ediyorsunuz? Yaptıklarınızın yanlış olduğunu

düşünmüyor musunuz?

31

Size Allah'ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Ben size, Allah'ın rızkı ve malları yanımdadır demiyorum ki, bunların olmamasından dolayı, benim yalancılığıma hükmedesiniz ve: ”Bize karşı bir üstünlüğünüz de yoktur. Aksine sizi yalancılar sanıyoruz" (Hûd: 27) diyesiniz. Çünkü peygamberlik dünyevî vasıtalarla elde edilmekten daha yücedir. Bu dava, mal ve mevki iddiasından uzaktır.

Sâdî Müftî, âyeti şöyle tefsir ediyor: ”Mal çokluğu ve dünyevî makam sebebiyle bana tâbi olmanız gerektiğini iddia etmiyorum ki, benim üstünlüğümü inkâr edesiniz. Ancak gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğum ve bu konuda delil getirdiğim için bana uymanız gerektiğini söylüyorum."

Gaybı da bilmem. Size gaybı bildiğimi de iddia etmiyorum ki, hemen inkâra ve kaçmaya yeltenesiniz. Bilindiği üzere, Nûh (aleyhisselâm) peygamber olduğunu ilân edince, ona gayb konusunda sorular sordular. ”Dâvanda sadıksan, bize şundan, şundan haber ver" dediler. Nuh da dedi ki: ”Ben size, Allah'ın bildirdiği dışında gaybı bildiğimi değil, peygamber olduğumu söylüyorum."

Doğrusu size

melek olduğumu da söylemiyorum ki: ”Biz seni ancak bizini gibi bir insan görüyoruz" (Hûd: 27) diyesiniz. İnsan olmak ise, peygamber olmaya engel değildir.

Yukarıda sayılan üç niteliğin bende bulunmamasını, beni yalanlamak için gerekçe gösterdiniz. Halbuki ben zaten bunların bende olduğunu söylemedim. Benim iddia ettiklerim, hazineye sahip olmak, gaybı bilmek, melek olmakla ilgili değildir. Ancak ve ancak insanları farklı kılan zatî faziletlerle ilgilidir.

Ben size ayrıca fakirlikleri dolayısıyla,

hor gördüğünüz inanan,

insanlar için: 'Allah onlara dünya ve ahirette

asla hayır vermeyecektir' diyemem. Olur ki, Allah onlara iki dünya bereketini ihsan eder. Onların

içlerinde olanı, yani iman ve marifeti

Allah en iyi bilir. Aksi halde ben onların derecelerini düşürür, haklarını eksiltirsem

haksızlık edenlerden olurum.' Ya da, böyle yapmakla onlara değil, kendi kendine zulmedenlerden olurum.

32

Nuh (aleyhisselâm)'un bu sözleri üzerine kavminden olanlar

dediler ki: 'Ey Nuh! Bizimle cidden tartıştın. Bize düşman kesildin

Bizimle yaptığın bu tartışmada ileri gittin, çekişmeyi oldukça uzattın. Tartışmak (mücadele), iki hasımdan birinin susturma isteğidir. Eğer

sözünde, yani bu tehdit ve iddianda

doğruysan, sözü fazla uzatma da

kendisiyle bizi tehdit ettiğin (azab)ı hemen

başımıza getir.'

33

Nuh şöyle dedi: 'Ancak Allah dilerse onu yani istediğiniz azabı hemen veya daha sonra

başınıza getirir. Bu iş bana bırakılmamıştır. Benim gücüm buna yetmez.

Siz konuşmada kendinizi savunduğunuz gibi, kaçarak veya savunmaya girerek

(O'nu) âciz bırakamazsınız.

34

Allah sizi azdırmak isterse, Allah sizin sapmanızı dilemişse,

ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. Burada, Allah'ın insanların sapmalarını dilemesi durumunda, peygamberin nasihatlerinin de hidayete erdiremeyeceğine işaret vardır. Çünkü her şey Allah'ın elindedir. Burada geçen ”öğüt" (Nasihat), söz veya davranış olarak bütün iyilikleri içine alan bir kelimedir. Zıddı aldatmadır.

O, sizin Rabbinizdir, yaratıcınız, yöneticiniz ve eğiticinizdir.

Ona döndürüleceksiniz' ve her halükârda mutlaka amellerinize göre size karşılık verecektir.

35

Nuh (aleyhisselâm)'un kavmi,

yoksa: 'Onu uydurdu' mu diyorlar? Tebliğ ettiği vahyi kendisinin uydurduğunu mu söylüyorlar? Ey Nuh!

De ki: 'Eğer onu söz gelimi

uydurduysam, günahı bana aittir. Cezası benim boynumadır.

Oysa ben sizin işlediğiniz günahlardan uzağım.' Benden yüz çevirmenize ve bana düşman olmanıza hiçbir sebep yoktur.

Cehalet ruhu kirletir. Allah'tan başkasına yöneliş kalbi karartır. Arzular nefsi bulandırır. Nefs ise, ya hayvanidir ki, bu nefsin sahipleri, kendilerine şehvet ve mizacın üstün geldiği kimselerdir; ya şeytanîdir. Bu nefse sahip olanlar da, kendilerine nefsanî vasıflar ve şeytanî haller üstün gelen kimselerdir. Yahut melekîdir. Bunlar da kendilerine melekî ruhun sıfatları üstün gelenlerdir. Yahut da Rahmanidir. Bu nefsin sahipleri ise, kendilerine sır vasıfları ve sır halinin üstün geldiği kimselerdir.

Yahya b. Mu âz şöyle demiştir: ”İnsanlar üç kısımdır. Bir kısmı, âhiretinin dünyasını, bir kısmı dünyasının âhiretini unutturduğu ve bir kısmı da ikisiyle birlikte meşgul olanlardır. Birincisi kurtulanların, ikincisi helak olanların derecesidir. Üçüncüsü ise tehlikeyle yüz yüze olanların derecesidir."

36

Nuh'a vahyolundu ki: 'Kavminden iman etmiş olanlardan başka kimse iman etmeyecek. Bunlar küfürde ısrarlı olanlardır. Bu âyet, Nuh (aleyhisselâm)'un, onların imanı konusunda umudunu kesmesi ve artık bunun boşuna beklenecek imkânsız bir iş olduğunu bilmesi için inmiştir. Şüphesiz iman etmesi umulup da iman edenler bunun dışındadır.

Öyleyse onların yaptıklarından dolayı düşkün ve biçarelerin üzülmesi gibi

üzülme. Uzun peygamberlik süresi içinde sana yaptıkları eziyet ve yalanlamadan dolayı kederlenme. Çünkü, artık yapacak bir şeyleri kalmadı. Onlardan intikam alma zamanı geldi.

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Nûh, kavmiyle tartıştığı zaman, onu bayılıncaya kadar dövüyorlardı. Aydınca: ”Ey Rabbim! Kavmimi hidayete erdir. Çünkü onlar gerçeği bilmiyorlar" diye duâ ederdi. Bu âyet nazil olunca, onlara beddua etti ve şöyle dedi: ”Ey Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma." (Nûh: 26)

37

Nezaretimiz altında... Burada, ”nezaretimiz" diye tercüme ettiğimiz kelime aslında ”gözlerimiz" anlamına gelen ”a'yuninâ"'dır. Bundan amaç da, bir işe başlarken kendisinden faydalanılan âlet değil, bu şeyi görüp gözetme vasıtasıdır. Dolayısıyla âyetteki göz, mecazî bir anlam taşımakta ve ”gözetimimiz altında" anlamına gelmektedir.

Ve vahyimiz uyarınca yani gemiyi nasıl yapacağın konusundaki vahyimiz, talimat ve ilhamımız doğrultusunda

gemiyi yap.

İbn Abbas şöyle der: ”Nuh (aleyhisselâm) geminin nasıl yapıldığını bilmezdi. Allah ona, kuşun göğsü gibi yapmasını bildirdi. Nuh, keseri aldı ve vurmaya başladı. Hata yapmadan iki yıl ağaç yonttu. Kendisiyle birlikte yontma işinde çalışacak işçiler tuttu. Geminin boyu üçyüz, yüksekliği ise elli arşındı."

Zulmedenler hakkında bana başvurma. Onlardan azabın kaldırılmasını isteme.

Çünkü onlar suda

boğulacaklardır.' Onların suda boğulmalarına hükmedilmiştir. Olacak şey hakkındaki, karar kesinleşmiş; kalemin mürekkebi kurumuştur. Artık bu hükmü geri almanın yolu yoktur. Onlar hak ettikleri bu ceza ile, ibret alanlara ders, arkadan gelenlere örnek olacaklardır.

38

Nuh gemiyi yaparken kavminin ileri gelenleri, kavmi içindeki kodaman takımı ona

her uğradıklarında onun gemi yapmasından dolayı

onunla alay ediyorlardı ve şöyle diyorlardı: ”Ey Nuh! Ne yapıyorsun?" Nuh da: ”Su üstünde yürüyecek bir ev yapıyorum" cevabını verince şaşırıyorlar ve: ”Ey Nûh! Peygamberken şimdi de marangoz mu oldun?" deyip gülüyorlardı.

Nuh dedi ki: 'Siz bizimle alay ederseniz, sizin alay ettiğiniz gibi, biz de sizinle alay edeceğiz. Siz boğulurken biz de sizinle eğleneceğiz.

Ebu's-Suud şöyle diyor: ”Bunun manası,'Alay edenin yaptığı muameleyi yapacağız' demektir. Çünkü alay etmek, peygamberlik makamıyla bağdaşmaz. Bundan maksat, alay etmenin cezasını uygulayacağız demektir. Çünkü herkes amelinin cinsine uygun olarak cezalandırılır. Nitekim yüce Allah, oruçlular hakkında şöyle buyurmuştur: ”Geçmiş günlerde işlediklerinize karşılık afiyetle yeyin için" (Hakka: 24) Kıyamet günü onlara: 'Ey karınlarını aç, ciğerlerini susuz bırakanlar. Yeyin, için" denilir. 'Ey gece yol katedenler! Yeyin', 'Ey savaştan kaçmayanlar, için' denmez. Çünkü yapılan işle, karşılığı arasında ilgi yoktur. Âyet, yüce Allah'ın şu sözüne benzer: ”Suçlular, şüphesiz iman edenlere gülerlerdi." (Mütaffifîn: 29) Bu fiilin cezası olarak Allah şöyle buyurdu: ”Bugün de, inananlar inkarcılara gülerler." (Mutaffifîn: 34) Sonra da sözü şöyle tamamladı: ”Kafirler. Yaptıklarının cezasını buldular mı? (Elbette buldular.)" (Mutaffifin: 36)

39

Kendisini

rezil, kepaze

edecek olan azabın, yani boğulma azabının

kime geleceğini ve sürekli hiç bitmeyecek cehennemdeki

azabın kime ineceğini bileceksiniz.' Burada, alay etme ve gülmekte doğal olarak rezillik ve utanç olduğu için ”rezil edecek olan azap" denmiştir.

40

Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca... Tufan vakti ve tandırın kaynaması emrimiz gelince, tandırdan, kaynayan tenceredeki suyun taşması gibi, su şiddetle yükselip taştı. Cumhurun görüşüne göre ”tandır ”dan amaç, ekmek tandırıdır. Tandırın, yeryüzü olduğu da söylenmiştir... İşte o zaman Nuh'a:

Her cinsten birer çifti... Yani yeryüzünde mutlaka bulunması gereken hayvanlardan birer çifti...

"Zevc-Çift" biri diğeri olmadan yapamayan iki varlıktır. Buna eş diyoruz. Eş, aynı cinsten birbirine benzeyen şey demektir. Erkek dişi için, dişi de erkek için eştir. Bazen bunların her ikisine birden de ”zevc-eş" denir. O zaman ferdin mukabili olur. Bu ihtimâli gidermek için âyetin sonunda ”isneyn-iki" ifadesi zikredilmiştir.

Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: ”Nuh gemiye, sadece yavrulayan ve yumurtlayan hayvanları bindirdi. Sivrisinek ve yerden üreyen hasenatı almadı."

Ve boğulması mukadder olanların dışında aileni ve iman edenleri gemiye bindir,' dedik. Hazret-i Nuh gemiye aile halkını da bindirdi. Ancak Allah tarafından boğulması kararlaştırılan oğlu Kenan'ı gemiye almadı.

Zaten onunla beraber pek az kimse iman etmişti. Nuh (aleyhisselâm)'a iman edenler, kadın ve erkek yetmiş iki kişiden oluşuyordu. Hazret-i Nuh'un hanımları ve çocuklarıyla birlikte yetmiş sekiz kişiydiler. Yansı kadın, yarısı ela erkekti. İbn Abbas'tan gelen bir rivayete göre, gemide seksen erkek ve kadın vardı.

41

Nuh, beraberindeki mü'minlere:

'Gemiye binin. Onun yürümesi de durması da Allah'ın adıyladır. Gemiye binerken ve gemi yürürken besmele çekin...

Kevcisi'de şu açıklama yapılmıştır: ”Geminin durdurulması ve yürütülmesi Allah'ın ismiyledir. Nuh (aleyhisselâm) geminin hareket etmesini isteyince besmele çeker, gemi hareket eder, durmasını isteyince de besmele çeker, gemi dunırdu."

Şüphesiz ki Rabbim, günah ve hataları

çok bağışlayan, inanan kullarına karşı

pek esirgeyendir' dedi. Bunun için sizi bu musibetten kurtardı.

Anlatıldığına göre, Hazret-i Nuh gemiyi yaparken, iman etmiş yaşlı bir kadın ona uğradı ve ne yaptığını sordu. Nuh dedi ki: ”Allah kâfirleri tufanla helak edecek, mü'minleri ise bu gemiyle kurtaracaktır." Kadıncağız, ondan, zamanı geldiğinde mü'minlerle birlikte gemiye binmesi için kendisini haberdar etmesini istedi. Nihayet zaman gelip de Nuh halkı gemiye bindirmekle uğraşırken, yaşlı kadının dediğini unuttu. Kâfirlerin helak edilip, mü'minlerin kurtarılmaları olayı gerçekleşince gemiden indiler. Bu yaşlı kadın Nuh'a gelerek: ”Ey Nuh! Sen bana Tufan olacak demiştin. Daha vakit yaklaşmadı mı?" diye sordu. Nuh: ”Tufan olup bitti. Allah'ın emri gerçekleşti" dedi ve kadının bu durumu karşısında şaşakaldı. Allah onu, gemiye binmediği halde evinde kurtarmıştı. Tufanı da hiç gönn em işti. Allah mü'min kullarını işte böyle kurtarır.

42

Gemi, onları, çevrelerini saran

dağlar gibi dalgalar arasından götürürken Nuh, bir kenarda yalnız duran oğluna... Nuh'un oğlu Kenan, kâfir olduğu için Nuh'tan ve dininden uzak bir yerde bulunuyordu.

'Oğulcuğum! Bizimle beraber gemiye

bin, kâfirlerle beraber olma' diye seslendi. Âlimlerin çoğunluğu, onun Hazret-i Nuh'un gerçek oğlu olduğunu söylerler. Ancak bazılarının, peygamber çocuğunun kâfir olmayacağını söylemeleri doğru değildir. Çünkü Hazret-i Âdem'in oğlu Kabil de kâfirdi. Allah ölüden diri, diriden de ölü çıkarır. O'nun hikmeti Celâl ve Cemâlinin tecellilerine göre cereyan eder. İbrahim (aleyhisselâm)'in babası kâfir olduğuna göre, Nuh'un oğlunun kâfir olması neden garipsensin. Âyette dalga, büyüklük ve yüksekliği bakımından dağlara benzetilmiştir.

43

Hazret-i Nuh oğluna, şefkatli bir şekilde, kendileriyle birlikte gemiye, binmesini ve kâfirlerle birlikte gemi dışında kalmamasını söylediyse de

oğlu: 'Dağa sığınacağım. Beni sudan korur, dağ yüksek olduğu için gidip tepesine çıkar ve böylece korunurum

deyince, Nuh: 'Bugün Allah'ın tufan

azabından, O'nun acıdıkları, rahmet ettikleri

dışında kurtulacak yoktur' yani Allah'ın istedikleri dışında hiç kimse ondan korunamaz

dedi. Burada ”bugün" kelimesinin kullanılması, olayların geçtiği diğer günler gibi olmadığını göstermektedir. Sonra oğlu ile Nuh'un

aralarına dalga girdi ve aralarındaki diyalog kesildi.

O da yani oğlu da

böylece boğulanlardan oldu.

İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre, tufan sırasında kırk gün kırk gece yağmur yağdı ve aynı şekilde yerden su çıktı. Şu âyet bunu belirtiyor. ”Biz de bunun üzerine gök kapılarını, boşanan sularla açtık. Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık, iler iki su takdir edilen bir ölçüye göre birleşti. ” (Kamer: 11-12)

Bahru'l-Ulûm kitabında belirtildiğine göre, sular yeryüzünün en yüksek dağlarından onbeş arşın daha yükseldi. Gemi, içindekileri beş ay süreyle yeryüzünü dolaştırdı. Hareme gelinceye kadar hiçbir yerde karar kılmadı. Fakat Hareme de girmedi. Harem etrafında bir hafta döndü. Allah Kâbeyi korudu.

44

Yüce Allah tarafından tufanın bitiminden sonra:

'Ey arz! Suyunu yut ve ey gök, sen de (yağmurunu) tut' denildi. Tufan yerde başladığı için, önce yerden söz edilmiştir. Yerin suyu yutması, suyun aşağıya çekilmesinden mecazdır. Yutulan su, daha önce varolan nehir ve kuyu suları değil tufandan kaynaklanan sulardır. Şüphesiz gökten, belirli bir ölçünün dışında tek damla fazla su düşmez. Ancak tufan günü çok fazla yağmur yağmıştır. Dolayısıyla tufandan sonra yere, üstünde bulunan suyu içine çekip yutması emredilmiş, o da bu emri yerine getirerek suyu yutmuştur. Aynı zamanda göğe de, artık yağmuru bırakmaması ve tutması emredildi ve o da bu emre uydu. İşte bütün bunlar âyette çok kısa bir ifadeyle dile getirilmiştir ki, bu da ancak yüce Allah'ın işidir.

Su çekildi, yani yer ve gök arasındaki su azaldı. Dağlar ve yeryüzü ortaya çıktı.

İş bitirildi, yani vâdedilen şey kâfirlerin helak edilmesi ve mü'minlerin kurtarılması işi yerine getirildi.

Gemi de, Musul yakınındaki

Cûdi (dağı) üzerine oturdu ve beddua olarak:

'Zâlimler topluluğu helak olsun' denildi. Bu, zâlimlere böyle beddua etmeleri için, yüce Allah'tan kullarına bir talimattır.

Ebu'l-Âliye'den şöyle rivayet edilmiştir: Nuh (aleyhisselâm)'un gemisi dağa oturunca Hazret-i Nuh, birden İblis'in geminin kıç tarafında bulunduğunu gördü. Ona: ”Yazıklar olsun sana, yeryüzü halkı senin yüzünden boğuldu" deyince İblis: ”Peki ben ne yapayım?" dedi. Nuh: ”Tevbe edersin" deyince ”Rabbine sor bakalım, benim için tevbe kapısı açık mıdır?" dedi. Nuh Allah'a duâ etti. Yüce Allah da ona İblis'in tevbesi'nin Âdem (aleyhisselâm)'in kabrine secde etmesi olduğunu bildirdi. Hazret-i Nuh, İblise: ”Evet sana tevbe kapısı açıktır" dedi. İblis: ”Peki nasıl?" deyince Hazret-i Nuh: ”Âdem'in kabrine secde edersin" dedi. İblis ise: ”Rabbimin izzetine yemin olsun ki, bunu yapmam. Ben Âdeme, sağken bile secde etmedim. Ölümünden sonra mı secde edeceğim?" dedi.

45

Nuh, Rabbine duâ edip dedi ki: 'Rabbim! Oğlum Ken'an,

benim ailemdendir. Ailemi gemiye bindirmemi emrettiğinde onları kurtaracağını da vadetmiştin.

Senin sözün elbette haktır. Onda aykırılık olmaz, yeline getirileceğinden şüphe edilmez. Âyetin zahirine göre Nuh'un bu yalvarışı, oğlu boğulmadan öncedir. Olayın sonradan nakledilmesi, buna engel değildir. Amaç, boğulmasındaki hikmeti öğrenmek değil. Oğlunun kurtulmasını istemektir.

Sen, hâkimlerin hakimisin.' Hakimlerin en bilgini ve en adaletlisisin. Hakimin başkasına üstünlüğü ancak ilim ve adaletle olur. Zamanında hakimlik görevi almış nice cahil ve zalimler ”Kadılar kadısı" diye lakaplandırıldılar. Bu, ”Hakimler hakimi" demektir. Cârullah şöyle dedi:

Zamanımızın kadıları aşikâr hırsızdırlar Halk içinde az değil çok yaygındırlar Yetim malı yemeyi mubah gördüler Sanki kitapta bunun yerini buldular Bizimle musafaha etseler korkarız Ellerimizden yüzükleri aşırtrlar duymayız.

Hadis-i şerifte: ”Kadılar üç çeşittir. Birisi cennette, ikisi cehennemdedir. Cennette olan; hakkı bilip ona göre hükmedendir. Diğer ikisine gelince; Birisi, Hakkı bilen, fakat haksız hüküm verendir ki, bu cehennemdedir. Diğeri ise, insanlar arasında bilgisizce hükmeden kişidir. O da cehennemdedir.11' Çünkü hakkı bilmediği için haramı-helâlı birbirine karıştırır.

46

Allah: 'Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü o, uygunsuz iş işlemiştir. Yani oğlun, kendilerine kurtuluş vadedilenlerden değildir. Çünkü o, onlardan ayrılmıştır. Kâfirle mü’minin ilgisi yoktur. Görüldüğü üzere ilimsiz ve amelsiz olarak sırf nesep bağlılığının herhangi bir faydası olmuyor. Yalnızca soyla övünmenin de bir değeri yoktur. Nitekim hadis-i şerifte: ”Ey Hâşimoğulları! İnsanlar bana amelleriyle gelirken siz bana neseplerinize güvenerek gelmeyin" buyurmuştur. Hadis-i Şeriften murat, insanlar amele itibar etsinler diye sırf Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e akraba olmakla övünmeyi kınamaktır. Şâir ne güzel söylemiş:

Nefis taşırsa Bâhile ahlâkını

Hâsimi olmanın görmez faydasını

Bâhile, alçaklığı ve kötü işleriyle meşhur bir kabiledir. Murdar hayvanın artık kemiklerini yerlerdi.

Âyette ”fasit iş" yerine, ”uygunsuz ”deyimi kullanılmıştır. Çünkü kurtuluş ancak uygun amelle mümkündür.

Öyleyse, doğruluğunu ve hikmete uygunluğunu kesin olarak

bilmediğin şeyi benden isteme. Sana, onlardan olmamanı istediğim için

cahillerden olmamanı öğütlüyorum,' dedi. Burada daha iyi olanı terketmek cahillik olarak ifade edilmiştir.

47

Çocuk sevgisi Nuh (aleyhisselâm)'u daha hayırlı işlerden alıkoyduğu ve işi karıştırdığı için bir nevi azarlanmıştı. Bunun üzerine

Nuh dedi ki: 'Rabbim! Bundan sonra hikmete uygunluğunu

bilmediğim şeyi senden istemekten, sana sığınırım. Bu günden sonra, böyle bir istekte bulunmaktan beni koru. Eğer

beni bu yersiz isteğimden dolayı

bağışlamaz, tevbemi kabul etmez

ve esirgemezsen zarar edenlerden olurum.' Özellikle kâfirlerin helaki ve mü'minlerin kurtuluşu gibi çok büyük nimetlere kavuştuktan sonra Allah'a şükretmeyi unutmak; hakkında ”O uygunsuz iş işlemiştir" denilen kimsenin durumunu ön plâna geçirip onun hakkında Allah'a yol vermek, kârlı bir iş değil, aksine açık bir zarardır.

48

Denildi ki: 'Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan topluluklara Bizden bir selâmet ve bereketlerle (gemiden) in. Bu söz yüce Allah tarafından söylenmiştir. Yani: ”Ey Nuh! Kötülüklerden selâmette olarak gemiden Cûdi dağına, oradan da düz araziye in. Âyette geçen ”selâmet" kelimesi, ”esenlik" veya ”Bizden sana selâm olsun" manasınadır. Nitekim yüce Allah: ”Alemlerde Nuh'a selâm olsun" (Sâffât: 79) buyurmuştur. Aynı zamanda selâm, teslim olmak anlamını da içerir. Burada birinci anlam daha doğrudur. Çünkü bu âyetlerde boğulmaktan korunma, selâmete erme gibi şeylerden söz edilmektedir.

Âyetteki ”bereketlerle" kelimesi de, Hazret-i Nuh'un nesli içinde artan hayırlar, çeşitli rızıklar, onun ve onunla birlikte olanların geçimini sağlayan şeyleri ifade etmektedir. Hazret-i Nuh'la beraber olanlardan kıyamete kadar meydana gelecek nesiller için de bereket vadedilmiştir.

Ama bu nesillerin hepsi de Müslüman ve berekete mazhar değildir. Aksine onlardan bir bölümünü sadece dünyada

bir süre yaşatacağımız rızıklandıracağımız,

sonra katımızdan ahirette

acı bir azapla cezalandıracağımız topluluklar da vardır.' Burada, insanların top yekûn mutlu veya bütünüyle mutsuz olmalarının ilâhî hikmete aykırı olduğuna işaret edilmektedir.

49

İşte bunlar, yani Nuh (aleyhisselâm)'un kavmiyle ilgili olarak anlattıklarımız,

sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun, ne de kavmin. Çünkü bunlar çok eski dönemlerde olmuştur ve sadece Allah bilmektedir. Burada şöyle denilmektedir: Ey Rasûlüm Muhammed! Bu kıssayı sana, diğer peygamberlerin başına gelenlerden ders almak ve onları örnek ve rehber edinmen için Cebrail vasıtasıyla bildirdik.

Sana vahyedip haber vermeden önce bunlar ne sence ne de kavmince biliniyordu. Hazret-i Nuh'un, bu tür alay ve eziyetlere sabrettiği gibi, sen de tebliğin zorluklarına ve kavminden gelen eziyet ve yalanlamalara karşı

sabret. Çünkü

sonuç, eninde sonunda dünyada zafer, ahirette kurtuluş, sadece sabreden

müttakîlerindir. Tevhid ehli mu ilimlerindir. Bunun böyle olduğunu Nuh ve kavminde gördün. Bu kıssa senin için güzel bir örnektir. Burada aynı zamanda, Hazret-i Peygamber ve mü'minler için bir teselli vardır.

50

Âd kavmine de... Âd, Yemen tarafında bir kavimdir.

Kardeşleri, yani kendi soylarından olan Hazret-i

Hûd'u peygamber olarak

gönderdik. Onlara ne söylediği sorulursa

dedi ki: 'Ey kavmim! Sadece

Allah'a kulluk edin. Çünkü sizin

O'ndan başka ilâhınız yoktur. Kulluğu O'na has kılın. Başkalarını O'na ortak koşmayın.

Siz, putları Allah'a ortaklar saymakla

sadece iftira ediyorsunuz.

51

Ey kavmim! Buna, yani peygamberlik görevime

karşılık, sizden bir ücret, karşılık veya rüşvet

istemiyorum. Sizin mallarınızda gözüm yok.

Benim ücretim, ancak beni yaratana yani yüce Allah'a

aittir. Hâlâ gaflet edip

aklınızı kullanmıyor musunuz?

Şüphesiz mal, mevki ve övülme sevgisi insanın fıtratındandır. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: Her peygamber töhmeti kaldırmak, nasihati berraklaştırmak için mutlaka kavmine bu tarzda hitab etmiştir. Çünkü nasihat ve tebliğ; ancak halis ve en küçük bir beklentiden bile uzak olunduğu zaman fayda verir.

Rivayete göre şeyhlerden birinin bir kedisi vardı. Yanı başındaki kasaptan onun için et parçaları alıyordu. Kasapta kötü bir şey gördü. Hemen evine girip önce kediyi çıkardı. Sonra kasaba gelip onu uyardı. Kasap: ”Bundan sonra kedine bir şey vermeyeceğim" dedi. Şeyh ona şu cevabı verdi: ”Zaten ben de kediyi evden çıkarıp senden umudumu kestikten sonra bu uyarıyı yapıyorum. İnsanlardan bir şey umarak yapılan tebliğin faydası olmaz."

52

Hazret-i Hûd, devamla:

Ey kavmim! O'na iman ederek

Rabbinizden mağfiret, bağışlanma

dileyin. Eskiden işlediğiniz günah ve şirkten dolayı

sonra da O'na, tevbe edin, yani iman edin. Çünkü iman, geçmiş günahları siler. Allah'a itaate yönelin

ki, size gökten bol bol yağmur göndersin. Kuvvetinize kuvvet katsın. Hazret-i Hûd'un, Onlara bol yağmur ve güç üstünlüğü vaad ederek, imana teşvik etmesi; ziraatçı, bağ bahçe sahibi olmalarından ve bu işlere düşkünlüklerinden dolayıdır. Su, en çok muhtaç oldukları şeydi. Kendilerini düşmana karşı koruyacak güç ve kuvvete sahip olma konusunda ise çok hırslıydılar.

Hazret-i Ali'nin oğlu Hazret-i Hasan'dan bildirildiğine göre. O, Hazret-i Muâviye'ye elçi olarak gitmişti. Yola çıktığında hizmetçilerinden birisi de onunla beraberdi. Hazret-i Hasana dedi ki: ”Ben zengin bir adamım, fakat çocuğum olmuyor. Bana bir şey öğret ki, belki Allah bana çocuk ihsan eder." Hazret-i Hasan da: ”Tevbe etmen gerekir" dedi. Adam tevbeyi çoğalttı ve on çocuğu oldu. Bu durum Muâviye'nin kulağına gitti. Adama dedi ki: ”Sorsaydın ya, bu tavsiyeyi neye göre yapmış?" Hazret-i Hasan başka bir yolculuğa çıkınca, adam, niçin tevbe tavsiye ettiğini sordu. Hazret-i Hasan da: ”Hazret-i Hûd'un ”Kuvvetinize kuvvet katsın" sözüyle, Hazret-i Nuh'un ”Sizi mallarla ve oğullarla desteklesin" (Nûh: 12) sözünü işitmedin mi?" diye cevap verdi.

Sizi davet ve teşvik ettiği şeyden,

günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.' Günahlarınızda ısrar ederek gerçeklere kulaklarınızı tıkamayın.

53

Kavminden olanlar

dediler ki: 'Ey Hûd! Sen bize açık bir belge getirmedin. Yani dâvanın doğruluğuna işaret eden bir mucize göstermedin. Bunu, aşırı inatları sebebiyle söylüyorlardı. Nitekim Kureyşliler de sayısız delillere rağmen Hazret-i Peygamber için: ”Rabbinden O'na bir belge indirilmeli değil miydi" (Ra'd: 27) demişlerdi.

Biz senin delilsiz

sözünle ilâhlarımızı bırakacak ve ilâhlarımıza ibadetten vazgeçecek, putlarımızı terkedecek ve sonra da senin getirdiğin tevhid inancına girerek

sana da iman edecek değiliz.

54

Sana:

Bir kısım ilâhlarımız seni çarpmıştır, demekten başka bir şey demeyiz.' Kendilerine hakaret edip, zıtlaştığın için bazı ilâhlarımız seni çarptığı için deli olmuşsun. Deliler gibi konuşman bundandır.

Hûd dedi ki: 'Doğrusu ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin Allah'ı bırakıp da

ortak koştuklarınızdan yani taptığınız putlarınızdan

uzağım.

Hazret-i Hûd'un onları şahit tutması, onlara hakaret içindir. Çünkü hiç kimse düşmanına: ”Senden uzak olduğuma seni şahit tutuyorum" demez. Ancak Onun düşmanlığına önem vermediğini ifade için böyle söyler.

55

O'ndan başka herşeyden uzağım (Allah’dan başka ona koştuğunuz ortakların hiç birini tanımıyorum; onlardan beriyim). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da ertelemeyin. Eğer ilâhlarınızın kendilerinden yüz çeviren ve hakaret edenlere zarar vermeye güçleri olduğu konusundaki söyledikleriniz doğruysa, hemen bana tuzak kurun. Ben bundan uzağım. Siz ve putlarınız birlikte her yola başvurarak beni helak etmeye kalkışın. Bu konuda bana hiç fırsat ve zaman da tanımayın.

56

Ben, sadece

benim de, sizin de Rabbiniz olan Allah'a dayandım. Siz ve tanrılarınız bana zarar veremez. Çünkü ben, benim ve her şeyin sahibi; güçlü, kudretli olan Allah'a dayandım. Yeryüzünde

hiçbir canlı yoktur ki, Allah onun perçeminden tutmuş olmasın. Yani Allah, yeryüzündeki her canlıyı egemenliği altına almıştır. Âyette, egemenlik altına alma anlamı ”perçeminden tutmak" sözüyle ifade edilmiştir. Araplar bir kimsenin zillet ve teslimiyetini ifade etmek için ”perçemi filanın elindedir" derler. Allah onlara maliktir ve dilediği şekilde onlar hakkında tasarrufta bulunur. Âyetteki bu ifade, yüce Allah'ın büyüklüğünü ve saltanatının yüceliğini ifade için kullanılmıştır.

Rabbim elbette doğru yoldadır. Mülkünde hak üzeredir. Hiçbir zâlim O'ndan kaçamaz, O'na dayanan hiçbir kimse zarara uğrayıp yok olmaz.

57

Eğer yüz çevirirseniz, yani yüz çevirmeye devam ederseniz, benim daha fazla yapacak bir şeyim yok,

şüphesiz ben, size gönderildiğim şeyi yani size bildirilmek üzere bana gönderilen vahyi

size bildirdim. Artık bu konuda söyleyecek bir sözünüz kalmadı. Bundan sonra Allah sizi helak eder ve

Rabbim, sizden başka bir milleti yerinize getirebilir. O'na hiç bir zarar da veremezsiniz. Mal ve yurtlarınızda sizin yerinizi alacak bir kavim getirir. Rabbimden yüz çevirmeniz O'na asla zarar vermez. Siz ancak kendinize zarar verirsiniz.

Doğrusu Rabbim, her şeyi koruyup gözetendir.' Sizin amelleriniz ona gizli kalmaz. Sizi cezalandırmaktan gafil olmaz.

Bil ki, Allah'a tevekkül'ün gereği ve O'nun gerçek bir koruyucu olması, Rab'liğinin her şeye şamil olduğunu gösterir. Şöyle ki:

1- O'nun Rab'liği herkesi kapsar. Yaratılanların durumlarını düzenleyip koruyanın, başkasının korumasına ihtiyacı yoktur.

2- Her canlı, Allah'ın egemenliği altındadır. Bir iş yapmaktan ve başkasına etki etmekten âcizdir. Dolayısıyla ondan sakınmaya gerek yoktur.

3- Yüce Allah, vahdaniyetinin gölgesi mesabesindeki çokluk âleminde, adaletli olarak hüküm verir. Günahsız olarak kimseyi kimseye musallat etmez. Kimseyi hatasız olarak cezalandırmaz.

Şöyle anlatılmıştır: Buhara şehrinde su satan bir adam vardı. Otuz yıldır bir kuyumcunun evine su taşıyordu. Bu kuyumcunun son derece güzel sâliha bir hanımı vardı. Yine âdeti üzere bir gün sucu, kuyumcunun evine geldi. Kadının elini tutup sıktı. Kadının kocası çarşıdan gelince kadın, kocasına: ”Bugün Allah'ın emrine aykırı olarak ne yaptın?" dedi. Kuyumcu: ”Bir şey yapmadım" cevabını verdi. Kadın ısrar edince, dedi ki: ”Bu gün dükkanıma bir kadın geldi. Bileziklerden birini koluna takarken teninin beyazlığı hoşuma gitti ve elini sıktım." Kuyumcunun karısı: ”Allah'u Ekber! Sucunun hıyanetinin hikmeti demek ki buymuş" dedi. Kuyumcu elini sıktığı kadına: ”Ey kadın! Ben pişman oldum. Bana hakkını helâl et" dedi. Ertesi gün sucu geldi o da tevbe edip: ”Ey evin hanımı! Bana hakkını helâl et. Şeytan beni şaşırttı" dedi. Kuyumcunun hanımı da: ”Sen işine git, hata dükkandaki kocamdan başkasının değil" dedi.

Allah daha dünyada kuyumcunun cezasını verdi. Böyle şeyler Allah'ın adaletindendir. Allah'ın kulları adaletli davransınlar. Özellikle de hâkim ve sultanlar.

Yine şöyle anlatılmıştır: Zulkarneyn, Aristo'ya sordu: ”Krallar için cesaret mi, yoksa adalet mi daha iyidir?" Aristo: ”Kral âdil olursa, cesarete ihtiyaç duymaz" cevabını verdi.

Kim, hesabı titiz olan Allah'a inanırsa, zulüm ve taşkınlıktan sakınır. Cennetin en üst tabakalarına kavuşur. Aksi takdirde kendisini cehennem azabına, hatta en şiddetli dünya azabına sokar. Yüce Allah'ın türlü türlü azabını içeren şu sözünü bilmez misin? ”Rabbim sizden başka bir milleti yerinize getirebilir."

58

Emrimiz yani azabımız

gelince, amelleri sabebiyle değil, sırf bir ikram ve rahmet olarak

Hûd'u ve sayıları dört bin kadar olan

beraberindeki inananları rahmetimizle kurtardık. Evet, böylece

onları ağır bir azaptan kurtardık. Bu azap, korkunç sıcaklıkta bir rüzgârdı ki, kâfirlerin burunlarından girip arkalarından çıkıyor, organlarını parça parça ediyordu. Rivayet edildiğine göre, yüce Allah Âd kâfirlerini helak edip, Hûd ve iman edenleri kurtarınca, Mekke'ye gelmişler, ölünceye dek orada Allah'a ibadet etmişlerdir.

59

Ey Muhammed ümmeti!

İşte bu, Âd kavmidir, veya işte şu kabirler ve kalıntılaı- Âd kavmine aittir. Şu halde yeryüzünü gezip dolaşın, görüp ibret alın. Onlar,

Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler, peygamberlerine isyan ettiler yani karşı geldiler. Âd kavminin peygamberi Hazret-i Hûd olduğu halde, âyette tekil olarak Allah'ın ”peygamberine" yerine, çoğul olarak ”peygamberlerine" şeklinde bir ifade kullanılıyor. Çünkü bir peygambere isyan eden, aslında bütün peygamberlere isyan etmiş sayılır. Bu da, peygamberlerin tevhid ve dinin esasları konusundaki tebliğlerinin aynı olmasındandır.

Ve onların ayak takımı; kendini beğenmiş, insanlara tepeden bakan, hakkı söylemeyen, gerçeği kabul etmeyen

her inatçı zorbanın yani Kâdî'nin dediği gibi, azgın ileri gelenlerinin

emrine uydular.

60

Bu davranışlarının cezası olarak, uyanlar ve uyulanlar hep birlikte

bu dünyada da, kıyamet gününde de lanete uğradılar. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldılar. Yüzüstü ebedî felâketin içine düştüler.

Bilin, dikkat edin

ki, Âd kavini Rablerini inkâr etti. Onlar her olayı zamana nisbet ettikleri için ”Dehrî" denilen münkirlerden idiler.

Yine iyi bilin ki, Hûd'un kavmi Âd, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıldı. Âyet-i kerimede Âd ismi tenbih edatı olan ve ”iyi bilin", ”dikkat edin" gibi anlamlara gelen ”ela" kelimesi ve ”lanetleme", yani Allah'ın rahmetinden uzak oldukları ifadesi iki kere tekrarlanmıştır. Bu, onların durumlarının korkunçluğuna, seviyelerinin düşüklüğüne işaret etmek ve dolayısıyla onların hallerinden ibret alıp aynı duruma düşmemek için insanların dikkatlerini çekmek içindir. Yine burada yaptıklarından dolayı başlarına gelen azabı hak ettiklerine de işarette bulunulmaktadır.

Kifâye adlı eserde şöyle deniyor: Lanet iki türlüdür. Bunlardan biri, Allah'ın rahmetinden kovulmaktır. Bu da ancak kâfir için olur. İkincisi de, sahih ve erdemli kimselerin derecesinden uzaklaştırılmaktır. Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ”Karaborsacı melundur" sözü bu tür lanete işaret eder. Çünkü Ehl-i sünnet mezhebi, büyük günah işlemekten dolayı kimsenin imandan çıkmayacağı görüşünü savunur. Genel anlamdaki lanete örnek şu hadis-i şeriftir: ”Allah ana -babasına lanet edene lanet etsin. Allah, kendinden başkası adına hayvan boğazlayana lanet etsin. Allah suçluyu barındırana lanet etsin. Allah arazi sınırlarını değiştirene lanet etsin." Yine Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Allah, faiz yiyene yedirene, bu konuda şahitlik ve kâtiplik yapana lanet etsin."

61

Bir Arap kavmi olan ve büyük babaları ”Semûd b. Ad" adıyla anılan

Semûd kavmine de, nesep yönünden

kardeşleri olan

Salih'i peygamber olarak

gönderdik. Salih (aleyhisselâm)'in künyesi şöyledir: Semûd oğlu, Âsef oğlu, Ubeyd oğlu Salih. O, kavmine

dedi ki: 'Ey kavmim! sadece

Allah'a kulluk edin. Çünkü

sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. O sizi yerden yani topraktan

yarattı. Evet, sizi, başkası değil, O yarattı. Yüce Allah, kıyamete kadar gelip geçen ve gelecek olan bütün nesillerin modeli olan Hazret-i Âdem'i topraktan yaratmıştır.

Ve orada, yani yeryüzünde yerleştirip

yaşattı. Orayı imar etmenize imkân verdi. O halde, iman ederek

O'ndan mağfiret dileyin. Sonra da başkalarına yaptığınız ibadetten dolayı

O'na tevbe edin. Tevbe'nin kabul edilmesi, iman etme şartına bağlıdır.

Çünkü Rabbim rahmetiyle

yakındır. Duaları, duâ ederek istekte bulunanların isteğini

kabul edendir.' Kulun, Allah'ın ”mücîb", yani ”kabul eden" isminden nasibi, Rabbinin emir ve yasaklarına icabeti, yani kabulü oranındadır.

62

Salih (aleyhisselâm), kendilerini Allah'a ve O'na ibadete çağırdıktan sonra kavmi ona

dediler ki: 'Ey Salih! Sen, bundan daha

önceleri, içimizde ümit beslenen, iyiliğini umduğumuz

birisiydin. Üzerinde doğruluk ve olgunluk işaretleri vardı. Senin, yararlanacağımız bir başkan, işlerimizi danışacağımız bir yönetici olacağını umuyorduk. Bu sözleri işitince senden umudumuz kesildi. Artık sende hayır olmadığını anladık.

Şimdi, babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi men mi ediyorsun? Bizi atalarımızın ibadet ettiği putlardan yüz çevirmeye mi çağırıyorsun?

Doğrusu bizi davet ettiğin şeyden yani putları terkederek tevhid konusundaki çağrın karşısında

şüphe ve endişe içindeyiz.'

63

Onların bu sözlerine karşılık Salih (aleyhisselâm)

dedi ki: 'Ey kavmim! Söyleyin bana! Eğer Rabbim tarafından gerçekten benim sahibim ve malikim olan Allah katından

açık bir delilim varsa ve bana katından peygamberlik gibi

bir rahmet vermisse, evet, bana verilen şey buysa ve ben buna rağmen yine de

O'na isyan edersem, görevimi terkederek asilerden olursam

Allah'a karşı, O'nun vereceği azaptan

beni kim korur? Siz bana, amellerimi boşa çıkararak

zararımı artırmaktan, Allah'ın gazabını gerektirecek cezamı büyütmekten

başka bir şey yapamazsınız.

64

Ey kavmim! İşte size bir mucize olarak Allah'ın devesi. Rivayete göre Salih (aleyhisselâm), kavmini Allah'a davet ettiğinde, Ondan bir mucize istediler. Salih (aleyhisselâm): ”Nasıl bir mucize istiyorsunuz?" diye sordu. Reisleri, bir kayayı işaret ederek: ”Bu kayadan geniş karınlı, bol tüylü on aylık hâmile bir deve çıkar. Eğer bunu yapabilirsen sana inanırız" dedi. Salih onlardan, eğer bunu gerçekleştirirse, kendisine kesin olarak iman edecekleri konusunda söz vermelerini istedi. Onlar da söz verdiler. Salih namaz kılıp duâ etti. Kaya sarsıldı ve içinden, istedikleri gibi on aylık hâmile bir deve çıktı. Salih de, bunun Allah'ın devesi olduğunu söyledi. Devenin Allah'a izafe edilmesi, onun şerefli oluşuna ve diğer develerden farklılığına işaret içindir. Çünkü Allah onu doğum olmaksızın kayadan yaratmıştır. Gerçekten de iri cüsseliydi. Salih: Bu deve, benim doğruluğuma işaret eden bir mucizedir.

Onu bırakın, istediği gibi

Allah'ın arzında otlasın. Allah'ın mülkü olan şu yeryüzünde yeyip içsin. Böylece Salih (aleyhisselâm), kavmini deveyi besleme külfetinden kurtarmıştı. Rivayet edildiğine göre deve, ağaç yaprakları yiyor, su içiyor, sonra da ayaklarını ayırıyor, Semûdlular da kapları doluncaya dek sağıyorlar, sütünü hem içiyor, hem de biriktiriyorlardı.

Ona bir kötülük dokundurmayın.

Salih (aleyhisselâm) ısrarla deveyi kesmek şöyle dursun, ona vurmak, kovmak gibi en ufak bir zarar bile verilmemesini tenbihliyor. Aksi takdirde hemen bir azaba uğrayacaklarım söylüyordu.

Yoksa hemen bir azaba uğrarsınız.'

65

Buna rağmen onu devirdiler. Kavmin emir ve rızasıyla deveyi Kudar b. Sâlif adında birisi kesti. Etini bütün halka dağıttılar. Bunun üzerine Salih onlara

dedi ki: Evlerinizde ve

'yurdunuzda üç gün daha yaşayın. Bundan sonra helak olacaksınız. Deveyi çarşamba akşamı kestiler. Cumartesi sabahı helak edildiler. Salih onlara: ”Yüzleriniz yarın sarı, yarından sonra kırmızı, üçüncü gün de siyahlaşacak. Sonra da sabah vakti helak olacaksınız" demişti. Dediği de olmuştu.

İşte

bu söz, yani devenin kesilmesinden sonra azabın geleceği sözü,

yalanlanamayacak bir sözdür.'

66

Emrimiz gelince, Salih'i ve beraberindeki, onunla birlikte iman edip ona uyan

inananları, Bizden bir rahmet olarak (azaptan) ehl-i sünnetin de kabul ettiği gibi, amelleriyle değil, lütuf ve keremimizle

ve o günün zilletinden, rezalet ve sefaletinden

kurtardık. Helaki, Allah'ın gazab ve intikamı sonucu olanlarınızın rezilliğinden daha büyük rezillik olmaz.

Ey Rasûlüm Muhammed!

Şüphesiz ki Rabbin pek kuvvetlidir ve güçlüdür.

Her şeye gücü yeter ve her şeye üstün gelir.

67

Daha sonra onların yok oluşları haber verilerek şöyle deniliyor:

Zulmedenleri de o korkunç ses yani Cebrail'in güçlü sesi

yakaladı ve Semûd halkı

yurtlarında, ülke veya evlerinde

diz üstü çöküp hareketsiz bir halde

kaldılar. ”Cüsûm" yüzüstü düşmek, ölüp hareket edememek demektir.

68

Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Âdeta yurtlarında hiç gezip dolaşmanıışlardı.

İyi bilin ki Semûd kavmi

Rabbini inkâr etmişti. Yine iyi bilin ki Semûd, Allah'ın rahmetinden kovuldu. Onlara lanet edildi. Bu ifade, beddua olarak da anlaşılabilir. O takdirde manâsı: ”Semûd'a lanet olsun" demektir. Helak oldukları halde arkalarından beddua edilmesi; deveyi kesmeleri, inkâr ve Salih'i yalanlamaları sebebiyle uğradıkları helaki hak ettiklerini belirtmek içindir.

69

Yemin olsun ki, elçilerimiz Cebrail ve bir grup melek, çok güzel

bir müjde ile, Sâre'nin oğlu olacağı müjdesiyle

ibrahim'e geldiler.

Başka bir sûre'de de bu müjdeye işaret vardır. Önce müjdenin ne olduğu belirtilmemiş sonra ”ona İshak'ı müjdeledik" (Hûd: 71) sözüyle müjdenin ne olduğu belirtilmiştir.

Melekler İbrahim'e:

'Selâm' dediler. O da 'Selâm' dedi. Sonra da

hemen kızarmış bir buzağı getirdi. Bu buzağı, fırında değil, çukurda, kızgın taşlar arasında kızartılmıştı. Çölde bulunanlar da, etleri hendek içinde, kızgın taşlar arasında kızartırlardı.

Kevâşıde şöyle deniliyor: ”Hanız, çukurda, yağı damlayarak kızarmış et demektir."

Mukâtil şöyle demiştir: ”İbrahim onlara buzağı ikram etti. Çünkü mal olarak, en çok sığıra sahipti.

70

Kızarmış buzağıyı onların önüne koyduğunda

ellerinin ona uzanmadığını, getirilen ete dokunmayıp geri durduklarını

görünce, onları yadırgadı, bu davranışlarına bir anlam veremeyip tuhaf karşıladı

ve onlardan korkuya kapıldı. Onların melekler olduğunu, kavmini cezalandırmak için veya Allah'ın sevmediği bir iş için indikleri düşüncesine kapılıp içine korku düştü.

"et-Te'vilâl'ün-Necmiyye" kitabında şöyle denilmektedir: ”İbrahim'in korkusu, nefsiyle ilgili insanî bir korku değildi. Çünkü o, mancınıkla ateşe atıldığı zaman bile korkmadı ve ”Âlemlerin Rabbi ne teslim oldum" dedi. Onun korkusu, kavmine olan rahmet ve şefkatinden kaynaklanıyordu.

Bunun üzerine melekler, sakinleştirmek için İbrahim'e

dediler ki: 'Korkma! Biz, cezalandırmak üzere

Lût kavmine gönderildik' senin kavmin için gelmedik. İçin rahat olsun... Lût, İbrahim'in kardeş çocuğuydu.

71

Onun yani Hazret-i İbrahim'in

hanımı Haran kızı Sâre, yaşlıydı ve perde ardında onların konuşmalarını duyacak şekilde

ayaktaydı ve korku sebebi ortadan kalkınca sevinerek

güldü. Biz de bu sevincine, elçilerimizin lisanıyla daha büyük bir sevinç kattık. Hemen

Ona (hanımına) İshak'ı, İshak'ın ardından da Yâkub'u müjdeledik. Yani melekler ona, İshak'ı doğuracağını ve torunu olan İshak'ın oğlu Ya’kûb'u görünceye kadar yaşayacağını müjdelediler. Müjdenin asıl olmasına rağmen Hazret-i İbrahim'e değil de Sâre'ye verilmesi, müjdelenen çocuğun Sâre'den olduğuna işaret içindir. Çünkü Sâre kısırdı ve çocuğa çok düşkündü. Hazret-i İbrahim'in ise Hâcerden olma İsmâîl'i vardı. Ayrıca kadın çocuğa daha çok sevinir.

İbn Abbas şöyle diyor: ”Sâre, kocası ve kendisi bu yaşta iken çocuğu olacağına şaşırarak güldü." Bu takdirde âyetin mânası şöyle olur: ”Karısı ayaktaydı. Biz ona İshak'ı, ardından da Yâkub'u müjdeledik. O da güldü."

72

Sâre:

'Vay başıma gelenler! Aslında bu, ”vay, ne tuhaf şey! Şaşılacak bir durum" demektir. Hayrete düşüldüğü zaman böyle söylenir. ”Sübhânallah!" demek gibi...

Ben doksan dokuz yaşında

bir kocakarı iken ve şimdiye kadar hiç çocuğum olmamışken

kocam da gördüğünüz gibi yüz yirmi yaşında bir

ihtiyar iken, bunlara rağmen

çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu, yani bizim gibi yıpranmış iki ihtiyardan çocuk meydana gelmesi,

şaşılacak bir şey, Allah'ın kulları arasında geçerli olan kanununa göre tuhaf bir olay

dedi. Sâre'nin maksadı; bunun Allah'ın kudreti dışında olduğunu söylemek değil, tabiî bir hayret içinde. Allah'ın kendisine vereceği bu nimetin, gözünde çok büyük bir şey olduğunu belirtmektir.

73

Melekler, Sâre'nin tavrına karşı

dediler ki: İki yaşlı insandan çocuk verecek olan

'Allah'ın işine mi şaşıyorsun?

Sa'dî'l-Müftî şöyle der: ”Cebrail yerden kuru bir çubuk aldı. İki parmağı arasına sürttü. Birden çubuğun hareket eden bir ağaç olduğunu gördüler. Sâre, bunun Allah'tan olduğunu anladı."

Ey ev halkı! Allah'ın her şeyi bürüyen

rahmeti ve sizden hiç ayrılmayan, daima artıp gelişen

bereketleri evet bu ve buna benzer nimetleri

sizin üzerinizedir. Bunlar, yüce Allah'ın, peygamber evi olarak size has kılıp ikram ettiği bereketlerdendir. Ey peygamber'in ev halkı! Bunda şaşılacak bir şey yoktur.

Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır. Çünkü Allah, kulları tarafından övülmeyi gerektiren işler yapar.

İyiliği boldur.' Kullarına bol ikram ve ihsanda bulunur. Özellikle de Sâre'nin evini bereket yağan bir yer yapmıştır.

Gazalî diyor ki: ”Mecîd demek; zâtı yüce, fiilleri güzel, ikramı bol demektir. Zâtı yüce, fiili güzel olan'a Mecîd denir."

74

İbrahim'in, meleklerin yemek yememelerinden doğan

korkusu geçip kendisine, onları tanıyıp, geliş sebeplerini bilmesiyle meydana gelen rahatlamasından ve kavminin kurtulacağı konusunda

müjde gelince, azaplarının kaldırılması için

Lût kavmi hakkında elçilerimizle tartışmaya başladı. Lût, Hazret-i İbrahim'in yeğeniydi. Melekler: Biz ülkenin halkını helak edeceğiz deyince, İbrahim onlarla tartışmaya başladı ve şöyle dedi: İçlerinde elli Müslüman olsa da, onları helak edecek misiniz? Melekler: ”hayır" dediler. İbrahim: ”Peki otuz kişi olursa?" diye sordu. Melekler: ”Hayır" deyince, İbrahim beş kişiye kadar indi. Melekler yine ”hayır" dediler. İbrahim: ”Peki içlerinde bir Müslüman olursa, onları helak eder misiniz?" dedi. Melekler: ”Hayır" dediler. Hazret-i İbrahim: ”Peki aralarında Lût var" deyince melekler: ”Biz orada kimin olduğunu daha iyi biliriz. Lût'u ve ev halkını kurtaracağız" dediler.

75

Doğrusu İbrahim, çok içli, yumuşak huylu ve kendini Allah'a vermiş bir kimseydi. Kendisine kötülük edenlerden hemen intikama kalkışmazdı. Günahlar karşısında büyük pişmanlık duyar, insanlar için çok üzülürdü. Allah'ın hoşlanacağı şeylerle O'na sığınırdı. Meleklerle tartışması, insanlara karşı çok yumuşak, çok içli olmasındandı.

76

(Elçilerimiz) yani melekler İbrahim'e:

'Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Merhamete lâyık olmayanlara merhamet hususunda tartışmayı bırak.

Doğrusu Rabbinin, onlara edeceği azap konusundaki ezelî kazasına uygun

emri yani takdiri

gelmiştir. Gelip çatmıştır. Allah onların durumlarını daha iyi bilir.

Kaza: Ezelî irâdedir. Kader ise: Bu irâdenin, zamanı gelince hadiselere taallukudur. Yani olayların meydana gelmesidir.

Mutlaka onlara, geri çevrilemeyecek bir azap gelecektir (dediler.)' Tartışma veya duâ ile, bu azap onlardan döndürülemez. Onlara bu geri döndürülemeyecek azabın gelmesi; kendilerine hakikat açıklandıktan sonra bile, küfür ve yalanlamada ısrar etmelerinden dolayıdır.

77

Elçilerimiz Lût'a gelince... Rivayet edildiğine göre: Müjde getiren melekler bu tartışmadan sonra Hazret-i İbrahim'in yanından çıktılar, Lût'un ülkesi ”Sodom ”a hareket ettiler. İki ülke arasında dört fersahlık bir mesafe vardı. Öğle vaktinde Sodom'a vardılar. Birden su çeken kızlara rastladılar. Lût'un kızı onları gördü. O da su dolduruyordu. Onlara: ”Kimsiniz, necisiniz, ne istiyorsunuz?" dedi. Onlar da: ”Filan yerden geliyoruz şunu, şunu istiyoruz" dediler. Kız onlara Sodomluların durumlarından ve kötülüklerinden söz etti. Melekler içlerindeki öfkeyi dışa vurdular. Dediler ki: ”Bu ülkede bizi misafir edecek kimse var mı?" Lût'un kızı, kapı önünde dikilen babasını göstererek: ”İşte şu ihtiyar sizi misafir eder" dedi. Lût'a geldiler. Lût onları ve vaziyetlerini görünce,

onlar yüzünden kaygılandı, çok üzüldü

ve onlar için göğsü daraldı. Gam ve keder içine düştü. Onların gelmesine üzülmüştü. Çünkü melekler, çok güzel yüzlü delikanlılar suretinde gelmişlerdi. Onları insan zannetti. Kavminin onlara sarkıntılık etmesinden kendisinin de onları korumaktan âciz kalacağından endişe etti.

Rivayete göre, yüce Allah meleklere, Lût, kavmi aleyhinde dört defa şehadet etmedikçe onları helak etmemelerini söyledi. Melekler gelince Lût onlara: ”Bu ülkenin durumunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da: ”Hangi durumunu?" dediler. Lût: ”Allah'a yemin olsun ki, bunlar amel yönünden yeryüzünün en kötü topluluğudur" dedi ve bunu dört defa tekrarladı. Meleklerin durumu açısından göğsü daraldı, sıkıldı.

'Bu, benim için

çetin çok zor

bir gündür,' dedi. Sonra Lût, karısına: ”Kalk, ekmek yap, durumu kimseye haber verme" dedi.

78

Lût (aleyhisselâm)'un karısı iki yüzlü bir kâfirdi. Bazı ihtiyaçları için dışarı çıktı. Uğradığı herkese durumu haber vermeye ve: ”Lût'un evinde öyle kişiler var ki, hayatımda onlardan daha güzel yüzlü, temiz kıyafetli ve güzel kokulu kimse görmedim" diyerek yaygaraya başladı. Lût'un

kavmi de durumu öğrendiklerinde,

koşarak ona geldiler, yani Lût'un kapısına geldiler. Misafirlerine sarkıntılık yapmak için adeta yarışıyorlardı.

Onlar daha önce kötü işler işliyorlardı. Kötü fiillerini alışkanlık haline getirmişlerdi ve rezaletlerine devam ediyorlardı. Hatta kötülüklerini açık açık yapmaktan utanıp sıkılmıyorlardı. Şüphesiz kötülüğün açıkça yapılması, gizli yapılmasından daha kötüdür. Bundan dolayı, günahını gizlemeyen fasığın şehadeti kabul edilmez. Hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: ”Açıkça yapanlar dışında, ümmetin bütün günahkârları affedilir." (10)

Lût: 'Ey kavmim! İşte kızlarım. Onları nikahlayın. Daha önce Lût'd an kızlarını istiyorlardı. Fakat ahlâksız ve kızlarının dengi olmadıklarından dolayı onlara evet demiyordu. Bir rivayete göre de Lût (aleyhisselâm), kavmi içindeki sözü dinlenen iki adama iki kızını nikahlamak istemiştir. Fakat nasıl olursa olsun Lût, bununla misafirlerini korumak istiyordu. Bu, misafire saygının zirvesidir.

Onlar sizin için daha temizdir. Kadınlarla nikâh, erkeklerle ilişkiden daha temizdir. Bu söz, homoseksüelliğin temizliğine işaret etmez. Tıpkı, nikâhın, zinadan daha temiz olduğunu söylemenin zinanın temizliğine işaret etmemesi gibi. Bu söz, onların bozuk inanç ve düşüncelerine göre söylenmiştir.

Ben fakir diyorum ki: Hazret-i Lût, fitne kapısının kapanması ve ilginin kızlarına yönelmesi için, önce onlara kızlarını teklif etti. Kızlarının sayısı orada bulunan erkekler kadar olmasa da, bu teklif, onları kötülükten uzaklaştırma konusunda güzel bir tedbirdir. Rivayete göre Hazret-i Lût'un iki kızı vardı. Fakat ileri gelenlerden ikisi bu teklife razı olursa, ayak takımından gelecek kavganın kökü kesilmiş olurdu. Biz, az bir hayırla pek çok kötülüklerin uzaklaştırıldığını görmüşüzdür. Burada Lût (aleyhisselâm), kızların onlar için daha temiz olduğu hükmünü açıklamıştır. Fahreddin Râzi'nin, Tefsir-i Kebîr'de dediği gibi, bu hüküm, başka bir şeye kıyasla değil, ancak helâle özendirmek ve kötülükleri temiz görmelerini kınamak içindir. Böylece sakınmalarını ve işlemekte oldukları homoseksüellikten vazgeçmelerini sağlamış olacaktı.

Kötülükleri terketmek suretiyle

Allah'tan korkun ve misafirlerin önünde beni rezil etmeyin. Çünkü misafirleri rezil etmek, ev sahibini rezil etmektir. Onlara ikram da, aynı şekilde ev sahibine ikramdır.

İçinizde aklı başında, hakka giden, kötülüklerden çekinen

bir adam dahi

yok mu?' dedi.

79

Dediler ki: 'Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Bizim onlara karşı bir eğilimimiz yok. Onlarla nikahlanmayız. Bizim âdet ve töremizde kadınları nikahlamak yoktur.

Sen bizim

ne istediğimizi elbette bilirsin.' Bizim isteğimiz homoseksüelliktir.

80

Lût onları, bulundukları sapıklıktan vazgeçirme ümidini yitirince:

Keşke size yetecek bir kuvvetim olsaydı. Keşke size bizzat karşı koyacak bir gücüm olsaydı.

Veya içine sığınacağım ve beni sizden koruyacak

sağlam bir kaleye güçlü yardımcılara

sığınabilseydim,' dedi.

Hazret-i Lût, kavmi içinde yalnız bir adamdı. Önemli durumlarda müracaat edebileceği bir kabilesi veya aşireti yoktu.

Hadis-i şerifte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Kardeşim Lût'a Allah rahmet eylesin. Aslında o, sağlam bir kaleye sığmıyordu." Hazret-i Peygamberin Lût için ”Allah rahmet eylesin" demesi, bu sözün Lût (aleyhisselâm)'a pek uygun düşmediğine kibarca işaret etmek içindir. Çünkü bu söz, kendisine yardım edecek birinin varlığından ümit kesmeyi ifade etmektedir. Oysa Hazret-i Lût'un sığındığı yüce Allah'tan daha sağlam bir sığınak yoktu. ”Allah, kuluna kâfi gelmez mi?" (Zümer: 36)

Rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: ”Allah, Hazret-i Lût'tan sonra gönderdiği her peygamber'e, kavminden bir destekçi verdi. Böylece Lût'un duası kabul edilmiş oldu."

81

Rivayete göre Lût (aleyhisselâm), azgınlar gelince kapısını misafirler üzerine kapattı. Kapının gerisinden onlara karşı koymaya başladı. Bu sefer duvarı dolaştılar. Melekler Lût'un sıkıntısını görünce

dediler ki: 'Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sana hiçbir zarar ve sıkıntı veremezler. Bizimle ilgili olarak da seni mahcup edemezler. Çünkü senin dayanağın kuvvetlidir. Kapıyı aç, bizi onlarla baş başa bırak, Lût (aleyhisselâm) kapıyı açtı. Saldırganlar içeri, daldılar. Cebrail, Rabbinden bunları cezalandırmak için izin istedi. O da izin verdi. Cebrail doğruldu. Kanadını açtı. Kanadını yüzlerine vurdu ve onları kör etti. Nitekim Allahü teâlâ: ”Bunun üzerine gözlerini kör ettik" (Kamer: 37) buyurmuştur. Artık yollarını bulamaz oldular. İmdat çığlıkları ve Hazret-i Lût'un evinde sihirbazlar bulunduğunu söyleyerek çıktılar ve Lût'u tehdit ederek: ”Dur bakalım, hele bir sabaha çıkalım" dediler.

Sen

gecenin bir kısmında, gecenin sonunda veya İbn Abbas'ın dediği gibi, gecenin bir bölümünde

hanımın hariç ailenle beraber yola çık. Böylece sabah vaktinde gelecek olan felâketten uzaklaşmış olun.

Hiç kimse arkasına bakmasın. Bu yasaktan maksat, kavimlerinin başına inecek azabı görüp de içlerine acıma duygusu düşmemesidir. Karısı, Lût'un ailesinden istisna edilmiştir:

Çünkü ötekilerin başına gelen, onun başına da gelecektir. Peygamber evinin bir mensubu olma şerefine ermesine rağmen, sapıklarla ilgisinden dolayı o da sapıklardan olmuş, sapıklığı ve inkârı onlarla birlikte onu da helake sürüklemiştir.

Onlara, vadedilen zaman, sabahtır. Rivayet edildiğine göre Lût (aleyhisselâm) meleklere: ”Onlar ne zaman helak olacaklar?" diye sormuş, melekler de: ”Sabah vakti" diye cevap verince, Hazret-i Lût: ”Daha çabuk olmaz mı?" demiştir.

Bunun üzerine:

Sabah da yakın değil mi?' dediler. Helak olmaları için sabah vaktinin seçilmesi, bunun bolluk ve rahatlık vakti olmasındandır. Azabın bu vakitte inmesi daha korkunçtur ve düşünenler için daha ibret vericidir.

82

Emrimiz gelince, oraların, yani sabahleyin, belirlediğimiz azabın zamanı gelince, üstün gücümüzle Lût kavminin oturduğu yerlerin

altını üstüne getirdik. Bu yerlere ”mü'tefikât" deniyordu. Dört şehirden ibaretti ve dört yüz bin kişi yaşıyordu. Kudüs'e uzaklığı üç günlük yoldu.

Rivayet edildiğine göre Cebrail, kanadını ülkenin altına koydu, yerinden söküp göğe kaldırdı. Öyle ki gök ehli köpeklerin ulumasını, horozların ötmesini işitti, fakat ne bir kap ters geldi ne de uyuyan uykusundan uyandı. Sonra Cebrail ülkeyi üzerlerine ters getirdi.

83

Sonra şehir halkının

üzerine de Rabbin tarafından işaretlenmiş sertleşmiş yağmur damlaları gibi

peş peşe sert taş yağdırdık. Bu taşlar, yeryüzü taşlarına benzemeyen özel taşlardı. Veya taşların üzerinde, isabet edeceği, kimselerin isimleri yazılıydı. Bu taşlar, Rabbin katından atılıyordu.

Ben fakir diyorum ki: Belki de, ülkenin altı üstüne geldikten sonra taş yağdırılması cezalandırmanın tam olması içindir. Hazret-i Salih'in kavmine gelen şiddetli çığlıktan sonra bir de zelzele olması gibi. Ayrıca, ihtiyaçları için ülke dışına çıkmış olanların helakini sağlamak için de taş yağmış olabilir.

Bu taşlar,

zalimlerden asla

uzak değildir. Bu, bütün zalimler için bir tehdittir. Zalimlerin bu taşlardan kurtulup emin olacaklarını sanma.

Rivayete göre, Hazret-i peygamber, ashabıyla birlikte me sekide oturduğu sırada şiddetli bir gürültü duydular. Bu, duvar yıkılması gibi bir sesti. Korkup dehşete düştüler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: ”Bu gürültü nedir biliyor musunuz?" deyince, ashap: ”Allah ve Rasûlü en iyi bilir" dediler. Rasûlüllah: ”Bu, yetmiş sene önce cehennemin üst tarafından atılan bir taştır. Ancak şimdi dibine ulaştı"(n) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünü tamamlar tamamlamaz münafıklardan ölen bilinin evinden bir feryat yükseldi. Ölen kimse yetmiş yaşındaydı. Ölünce cehennemin dibine indi. (Zaten yetmiş senedir cehenneme doğru yuvarlanıyordu.) Cenabı Hak şöyle buyurdu: ”Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar." (Nisa: 145) Allah'ın onlara bu gürültüyü işittirmesi, ibret almaları içindir.

84

Medyen'e yani Medyen kabilesine

de kardeşleri Şuayb'ı gönderdik. Medyen, ülkeyi kuran Medyen adındaki kişinin ismiyle anılmaktadır. Neseben kardeşleri olan Hazret-i Şuayb onlara

dedi ki: 'Ey kavmim! Yalnızca

Allah'a kulluk edin. Putları O'na eş koşmayın. Çünkü

sizin O'ndan başka ilâhınız yoktur. Hazret-i Şuayb'ın künyesi şöyledir: Medyen oğlu, Yeşcür oğlu, Meykil oğlu Şuayb.

Bütün peygamberlerin tevhid konusundaki çağrıları birdir ve sadece tek Allah'a kulluğa davet etmişlerdir. Hazret-i Şuayb da önce onları tevhid'e çağırmıştır. Çünkü bu, işin temelidir. Sonra onlara, ölçü ve tartıda eksiklik yapmamalarını isteyerek şöyle demiştir:

Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Yani ölçü ve tartı âletini denk tutun. Onların, iki tartı, iki de ölçü âletleri vardı. Birisi küçük, diğeri ise büyüktü. Başkalarından alırken büyük ölçekle tartıp tamtamına alıyorlar, verirken küçük ölçek veya tartıyı kullanıp eksik veriyorlardı. Onlara denen şuydu : İnsanların haklarını çalmak için ölçeğin hacmini normal'in altına düşürmeyin. Şuayb (aleyhisselâm) sözlerine devam ederek şöyle dedi:

Doğrusu ben sizi, aslında eksik tartmaya tenezzül etmeyeceğiniz bir

bolluk, zenginlik ve refah

içinde görüyorum ve gerçekten sizin için, eğer bu haksızlıktan vazgeçmezseniz, tek bir tanenizin bile kurtulamayacağı,

kuşatıcı bir günün yani kıyamet gününün veya bu dünyada kökünüzü kazıyacak olan

azabından korkuyorum.

85

Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam

yapın. İnsanlara eşyalarını, hakları olan şeyi

eksik vermeyin. Eksiksiz olarak vermek konusunda titiz davranın. Ölçüde, tartıda veya başka hususlarda, değerli veya, değersiz hiç bir malda insanlara haksızlık etmeyin. Onlar satın aldıkları şeyin değerini eksik veriyorlardı.

Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Hakları eksik vermek, değersiz şeyleri değerli kılmak bozgunculuktur.

86

Eğer mü'minseniz, yani sözüme inanıyorsanız bu böyledir. Çünkü nasihatin faydası ancak imanla ortaya çıkar. Kâfir, zaten ebedî cehennemdedir.

Allah'ın bıraktığı helâl kâr,

sizin için eksik tartma ve aldatma yoluyla kazandıklarınızdan

daha hayırlıdır. Çünkü böyle kazancın bereketi yoktur. Bunda hayır olduğunu zannetseniz bile, mutlak serdir. Yüce Allah, aynı manada şöyle buyurmuştur: ”Allah faizi eksiltir, sadakaları bereketlendirir." (Bakara: 276)

Alış verişte hiç kimse hile ve dalavere ile başkasına hainlik yapamaz.

Bu yollarla rızıklar artmaz, aksine bereketi gidip azalır. Kim ki hile ile tane tane mal toplarsa Allah onu toptan helak eder. Kâr olarak elinde sadece günah kalır. Bu şuna benzer: Adam'ın biri çok gözüksün diye süte su katıyordu. Sel gelip ineği boğdu. Kızı dedi ki: ”Babacağım! Süte kattığın sular birikti. Sonunda da sel oldu ve ineği boğdu."

Ben sizin üzerinizde bir bekçi değilim.' Onun için de sizi günah ve kötülüklerden koruyamam. Ben ancak nasihatçı ve tebliğci olarak gönderildim. O görevimi de yaptım.

87

Bunun üzerine kavmi

dediler ki: 'Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı yani atalarımızın taptığı putlara tapmamamızı isteyen... Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) onları tevhide çağırınca onların cevabı bu oluyordu. Çünkü tevhide davet, putlara tapmayı bırakmayı gerektiriyordu.

Veya mallarımızda dilediğimiz gibi davranmayı terketmemizi... Bu da Şuayb (aleyhisselâm)'ın onlara, hakları yerine getirmeyi emretmesi ve başkalarını aldatmayı terketmelerini istemesi üzerine verdikleri cevaptır. Evet bunları emreden ve yasaklayan

sana namazın mı emrediyor? Emri, namaza dayandırmaları gerçekten bunu sormalarından değil, alay içindir. Yani bize bu gibi davranışları emretmeye, seni namazın mı sevkediyor?

Bazıları, Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm)'ın onlara, altın ve gümüş paraların uçlarından kırıp eksiltmelerini yasakladığını ve âyette ”mallarımızda dilediğimiz gibi davranmamız" derken, bunu kasdettiklerini söylerler.

Yeryüzünde demir, gümüş ve altını ilk ortaya çıkaran Hazret-i İdris (aleyhisselâm) zamanında ”Hevşenk" isimli bir zattır. Bu zat, İslâm'a çağıran sahih birisiydi. Altın ve gümüş para üzerine ilk damga basan ”Dahhak"tır. Para üzerindeki damgayı bozmak da yeryüzünde fesat çıkarmaktır.

Sen, doğrusu aklı başında yumuşak huylu biriydin.' Oysa seni yumuşak ve olgunlukla hareket eden biri olarak biliyorduk. Seni, bize emrettiğin ve bizi yönelttiğin şeylerde böylesine olgunluktan uzak ve sert birisi olarak tahmin etmezdik. İşte bu gibi şeyler söyleyerek onunla alay ettiler. Bu, cimri birine şöyle söylemeye benzer: ”Seni Hatem-i Tai görse de, senden cömertlik öğrense!" Aynı şekilde cahil ve düşük birine: ”Ey Âlim! Ey Kâmil!" demeye benzer.

88

Şuayb,

dedi ki: 'Ey kavmim! Söyleyin bana,

eğer ben Rabbiniden, O'nun katından

apaçık bir delil, parlak bir belge

üzerinde isem ve O bana, tarafından, kendi katından peygamberlik ve hikmet gibi

güzel bir rızık yani nimet

vermisse, buna ne dersiniz? Buna rağmen, size uyup, helâli harama karıştırmam, size tevhidi ve putları terketmeyi günahlardan çekinmeyi, adaleti yerine getirmeyi emretmemem, benim için doğru olur mu? Zaten peygamberler sırf bunlar için gönderilmiştir.

Ben size eksik tartma gibi,

yasakladığım şeylerde, aksini yaparak bizzat bu yasağa meyletmek suretiyle

size aykırı, davranmak, söylediğim şeylere ters düşmek

istemiyorum. Kendim için ne istiyorsam. Sizin için de onu istiyorum. İnsanlara, hareketleriyle değil, sadece diliyle nasihat eden kimse gerçek nasihatçı değildir.

İmam Gazâlî ihya'da şunu nakıetmiştir: ”Allah, Meryemoğlu İsa'ya şöyle vahyetti: 'Ey Meryemoğlu! Önce nefsine öğütte bulun. Eğer kabul ederse, o zaman insanlara nasihat et. Aksi halde Benden utan.'"

Ben sadece gücümün yettiğince öğüt ve nasihatle sizi

düzeltmek istiyorum. Bu ıslah çalışmamda, hedefime ulaşabilmem konusundaki

başarım ancak Allah'ın destek ve

yardımıyladır. Başarı ancak, Allah'ın kula ezelî yardımı ve ebedî himayesiyle mümkündür. Ben,

yalnız O'na dayandım. Sadece Allah'a dayandım. Çünkü her şeye gücü yeten O'dur.

Ve yapmakta olduğum her şeyimde

yalnız O'na yönelirim.

89

Ey kavmim! Bana karşı gelmeniz, bana karşı yaptığınız düşmanlık,

sakın sizi, tufanla boğulan

Nûh kavminin, yahut şiddetli rüzgârla helak olan

Hûd kavminin veya, korkunç çığlıkla yok olan

Salih kavminin başına gelen felâketin bir benzerine uğratmasın. Allah'ın sizi bunlara benzer bir azapla cezalandırmasından korkun. Nitekim

Lût kavmi de

sizden uzak değildir. Onlar daha kısa bir süre önce, küfür ve günahları sebebiyle helak oldular. Helak olanlar içinde size en yakın olanlar onlardır. Eğer onlardan önceki bilinen milletlerden ibret almıyorsanız, hiç olmazsa onlardan ibret alın. Böylece onların başlarına gelen sizin de başınıza gelip de, onlar gibi olmayın.

90

İman ederek

Rabbinizden af dileyin. Sonra da, putlara tapmaktan, günah işlemekten dolayı

O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim, müminlere ve tevbe edenlere

rahmeti ve sevgisi bol olandır.' Onlara karşı çok merhametli ve lütufkârdır. Dostlarına karşı sevgisi çoktur.

Bil ki, Allah vedûd (çok seven) olmasaydı, kullarını hidayete erdimıez, mü'min kulunun tevbesinden sevinç duymazdı. Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şüphesiz Allah'ın mü’min kulunun tevhesine sevinmesi, su adamın sevincinden daha fazladır. Adam, üzerinde yiyeceği ve içeceği bulunan devesiyle birlikte çorak ve tehlikeli bir araziye indi. Vurup kafayı yattı. Bir süre uyudu. Uyandığında devesi yanından gitmişti: Şiddetli susuzluk ve hararet hissedinceye kadar deveyi aradı. Ümidi kesince kendi kendine: 'Bari deveyi kaybettiğim yere gideyim de, ölünceye dek uyuyayım' dedi. Ölmek niyetiyle başını kolunun üzerine koydu. Uyandığında, bir de baktı ki, üzerinde yiyeceği ve içeceği olduğu halde deve yanıbaşmda duruyor, işte Allah, kulunun tevhesine, bu adamın devesini bulmasına sevinmesinden daha çok sevinir."

Tevbenin çeşitli mertebeleri vardır. En üstünü; Allah'tan başka her şeyi bırakıp sadece O'na dönmektir. Yüce Allah, kul yalancı olmadıkça tevbeyi kabul eder.

Şöyle anlatılmıştır: ”Malik b. Dinar, oynayan iki gence uğradı. Onlara nasihat etti. Gençlerden birisi: 'Ben arslanlardan bir arslanım' dedi. Mâlik ise: 'Sana bir arslan gelecek ki, sen onun yanında tilki kesileceksin' dedi. Genç hastalandı. Malik onu ziyarete geldi. Genç ağladı ve: 'Yanında tilki kesildiğim arslan geldi' dedi. Malik de: 'Allah'a tevbe et. O tevbeleri mutlaka kabul eder' dedi. Evin köşesinden şöyle seslenildi: 'Biz onu defalarca denedik, hep yalancı bulduk.'"

91

Şuayb'ın kavmi

dediler ki: 'Ey Şuayb! Ölçüyü tartıyı denk yapmak, tek Allah'a inanmak türünden

söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz.

Bunu istihza ve hakaret olsun diye söylüyorlardı. Kişinin, sözüne değer vermediği arkadaşına: ”Ne dediğini anlamıyoruz" demesi gibi. Gerçekte Hazret-i Şuayb onlara, kendi dilleriyle hitap ediyor, onlar da sözünü alılıyorlardı.

Ve içimizde seni zayıf görüyoruz. Biz sana zarar vermek istersek kendini bize karşı koruyacak bir kuvvetin yok. Diğer bir manaya göre: Seni hakir ve değersiz görüyoruz. Şurası açıktır ki, kâfirler, peygamberleri ve beraberlerindeki müminleri hakir görüyorlardı.

Eğer kabilen olmasaydı, seni taşlardık. Kavminin hatırını ve mevkilerini gözetmek söz konusu olmasaydı, seni taşlayarak öldürürdük. Öldürme, taşlama yoluyla olmasa bile, öldürme sebebi olduğu için taşlamak, öldürmek yerine konuyor. Bu sözü Şuayb'ın kavmine hümieten söylüyorlardı. Bunu onlardan korktukları için değil, kendi dinlerinden oldukları için yapıyorlardı.

Bizim yanımızda itibarın da yoktur.' Sayılan bir kimse değilsin ki, itibarın seni öldürmemize engel olsun. Ancak kavmin, bizim dinimizden olduğu için, yanımızda değerlidirler. Onlara olan saygımızı muhafaza etmek için, sana dokunmuyoruz. Bu, tartışmada yenilgiye uğrayan alçak adamın tavrıdır ki, delil ve âyetlere tehdit ve sövgü ile karşılık veriyor.

92

Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm) onların bu sözlerine karşı

dedi ki: 'Ey kavmim! Size göre kabilem Allah'tan daha mı değerlidir ki... Âyetin zahiri manası, ”size göre kabilem benden daha mı değerlidir?" şeklindedir. ”Allah'tan" denmesi; Allah'ın nebisi olarak Şuayb'ı hakir görmelerinin, Allah'ı hakir görmek manasına geldiğini belirtmek içindir.

Buna göre mana şöyle olur: ”Size göre kavmim Allah'tan daha mı değerlidir? Bu, doğru değildir. Çünkü siz, Allah'a da asla değer vermiyorsunuz."

Allah'a sırt çevirdiniz? O'nu değer verilmeyen, unutulup arka plâna atılan bir şey saydınız. Kavmimin hatırı için beni öldürmediğinizi söyleyerek sanki kabilemin Allah'tan daha değerli olduğunu ileri sürdünüz.

Halbuki Allah, emrine uyulmaya daha lâyıktır. Değer verilmeyen şey için, ”arkaya atmak", ”sırt çevirmek" ifadesi kullanılır.

Doğrusu Rabbim, yaptıklarınızı, işlediğiniz kötü amelleri

(ilmiyle) kuşatmıştır. Ona değer vermemeniz de bu kötü amellerinizdendir. Ona hiçbir şey gizli kalmaz. Amellerinize göre sizi cezalandıracaktır. ”Kuşatmak" demek, bir şeyi bütün yönleriyle idrak etmek demektir.

93

Ey kavmim! Elinizden geleni yapın. Bana zarar vermek için ne kadar gücünüz ve imkânınız varsa, sonuna kadar kullanın. Âyetteki ”mekânetiküm" ifadesi, güç ve kuvvet anlamına geldiği gibi, mekân ve yön anlamına da gelir. İkinci şıkka göre âyetin manası şöyle olur: ”Bana karşı olan düşmanlık ve şirk konumunuzda devam edin."

Doğrusu ben de Allah'ın bana verdiği yardım ve destekle elimden geleni

yapacağım. Azaba uğrayacak olan ve yalan söyleyen ben miyim, yoksa siz misiniz? Bunu görecek ve

rezil edici bir azabın kime geleceğini, hangimizin kendine yazık ettiğini ve

yalancının kim olduğunu, davranışlarında kimin hatalı olduğunu

bileceksiniz.

Size söylediğim şeylerin sonucunu

gözetleyin. Ben de sizinle beraber gözetliyorum.'

Hazret-i Şuayb (aleyhisselâm), kavmiyle olan güzel tartışması, onlara cevap vermedeki üstün kudreti sebebiyle ”Peygamberlerin Hatibi" olarak isimlendirilmiştir. Çok ağlardı. Hatta bu yüzden âdeta gözleri kör olmuş da, Allah tekrar gözlerini iade etmişti. Bu, Allah'a yakın olanların halidir. Çünkü onlar daima Allah'ı göz önüne alıp, halkı ikinci plânda tutarlar. Sırf Allah'a baktıkları ve O'na olan sevgileri sebebiyle dünya ve âhiretin hiçbir şeyine iltifat etmezler. Onlar hür kölelerdir.

İnsanlar, onlar hakkında tabaka tabakadır. Basiretleri bağlı, görme kabiliyeti olmayan sapıklar onları bilemezler. Hazret-i Şuayb'ın kavmini görmez misin, âmâ oluşları, peygamberlik nurunu görmelerine engel oldu. Onlar, gözleri olduğunu sanırlar. Ama idrakleri yoktur. Gerçekte kör olduklarını bilmediler de, Şuayb'ı zayıf gördüler. Zahirdeki gözleri onlara şeref kazandırmaz. Hak, hak ehliyle beraberdir. Allah, peygamberleri, kalb gözlerini gaflet uykusundan uyandırmaları ve kendilerini Allah'a çağırmaları için, gafil insanlara göndermiştir. Onlardan, görmeye kabiliyetli olanlar terbiye ve irşadı kabul ederler, çaba ve gayretle hak yolunda yürürler. Buna kabiliyeti olmayanlar ise söz dinlemeye tenezzül etmezler, gerçek iman hududuna varmaktan geri dururlar.

94

Ezelde Şuayb kavminin helaki ve azabıyla ilgili

emrimiz gelince, Şuayb'ı ve ona tâbi olup, onun gibi inanan

beraberindekileri katımızdan bir rahmetle kurtardık. Burada helakten önce kurtuluşun zikredilmesi, Allah'ın rahmetinin gazabını geçtiğine işaret içindir. Bu kurtuluş, onların amelleri sebebiyle değil, sırf Allah'ın lütuf ve keremiyledir. Çünkü iman ve amel de Allah'ın yardımına bağlı olunca bu kurtuluş sadece Allah'ın rahmeti ve ikramıdır.

Zulmedenleri ise, korkunç bir çığlık yakaladı. Hazret-i Şuayb'ın davetini kibirleri sebebiyle kabul etmeyip kendilerine zulmedenleri, Cebrail'in şiddetli sesi yakaladı. A'raf sûresinde de: ”Onları bir sarsıntı yakaladı." (Araf: 78) buyrulmaktadır. Bu sarsıntının, şiddetli sesi izleyen bir sarsıntı olması mümkündür.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: ”Allah Şuayb ve Salih'in kavmi hariç iki milleti, bir azapla azaplandırmadı."

Onlara şiddetli bir sıcaklık bastı. Ormanlarına sığınmak için çıktılar. Ağaçların altına girdiler. Gölge şeklinde bir bulut meydana geldi, ağaçları sardı ve ateş yağdırdı. Cebrail de üzerlerine çığlığı bastı. Yer alabildiğine sallandı. Hepsi de ölüp kül oldular. Böylece

oldukları yerde, ülkelerinde veya evlerinde

diz üstü çökekaldılar. Bir yere kıpırdayamadılar.

95

Sanki orada, yani ülkelerinde

hiç yaşamamışlardı. Bilin ki Semûd kavmi Allah'ın rahmetinden kovulduğu, helak edildiği

gibi, Medyen halkı da Allah'ın rahmetinden

kovuldu. Helak oldu. Medyenin helaki, Semud'un helakine benzetilmiştir. Çünkü ikisi de aynı azapla, yani çığlıkla helak edilmişlerdir. İyilerin, kötülerden ders almaları gerekir. Onlar dünyaya sarılıp onu, âhirete tercih ettiler. Sonra Allah onları, yurtları ve malları arasından çekip aldı. Sanki hiç mallardan faydalanmamış, sanki hiç evlerinde oturmamışlar gibi.

96

Yemin olsun ki, Mûsa'yı Firavun'a ve ileri gelen

adamlarına mucizelerimizle... Hazret-i Mûsa'nın getirdiği dokuz mucize vardır: Asâ, beyaz el, denizin yarılması, çekirge, haşerat, kurbağalar, kan, mal ve can telefi. (14)

Ve peygamberliğini tasdik eden

apaçık bir delille gönderdik.

97

Firavun'un buyruğuna yani onun küfür emrine Firavunun ileri gelen adamlarına

uydular. O, ”sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum" (Kasas: 38) dediği zaman, bu sözüne uydular da, Hazret-i Mûsa'nın tevhid çağrısına aykırı davranıp hakkı kabul etmediler.

Oysa Firavun'un buyruğu, doğruya iletici değildi. Hayra götürmüyordu. Aklı başında olanlar kendilerini sapıtıp, aldatanlara değil, hakka ve hayra götürenlere uyarlar.

98

Kıyamet günü (Firavun), ileri gelenleri ve diğerleriyle birlikte bütün

kavmine öncülük eder. Onların önünde, tıpkı dünyada peşinden gidenleri sapıklığa götürdüğü gibi âhirette de,

onları cehenneme götürür. Ateşe atar.

Âyetteki ”vürûd" kelimesi, suya inmek, ”mevrid" ise su demektir. Burada Firavun, suya inenlere öncülük yapan kişiye; kavmi suya inenlere; ateş ise indikleri suya benzetilmiştir.

Varacakları yer ne kötü yerdir. İndikleri o ateş ne kötü bir kaynaktır. Çünkü kaynağa susuzluğu gidermek, ciğerleri serinletmek için gidilir. Ateş ise tam bunun aksidir.

99

Onlar

burada da, kıyamet gününde de lanete uğratıldılar. Firavun'un buyruğuna tâbi olanlar, dünyada kendilerinden sonra gelen milletlerce lanetlendikleri gibi, kıyamet gününde de mahşer halkı tarafından büyük bir lanetle lanetlenirler. Firavuna tâbi oldukları gibi, bu lanet de iki âlemde nereye gitseler hak ettikleri bir ceza olarak onlardan ayrılmaz. Önderlerin peşinden gidenlerin hali bu olursa, artık onları bu derin sapıklığa düşürenlerin durumunun ne olacağı düşünülsün!

Bu, ne kötü bir bağıştır. Burada ”bağış" olarak çevirdiğimiz ”rifd" kelimesi hakkında Zeccâc şöyle der: Bir şeyi, başka bir şeye yardım olarak katıp ona nisbet etmen. ”Rifd"dir. Buna göre mânâ: ”İki cihanda da lanet olan kazanç lan ne kötü kazançtır. Çünkü bu lanet dünyada azabın peşinden geldiği gibi, âhirette de azabla birlikte olacaktır."

Âyet-i Kerim'de Firavun'un bedbahtlığı da ifade edilmiştir. Çünkü boğulma esnasında imanı ona fayda vermedi. Eğer fayda verseydi, cehenneme giderken kavminin önünde olmazdı. Bazı müfessirler şunu söylemişlerdir: Günahkâr suçlular dört gruptur ve hepsi de ateştedir. Oradan çıkamazlar. Hepsi de Firavun ve benzerleri gibi, kendilerinin tanrı olduğunu söyleyip Allah'ın ilâh lığını reddeden kibirlilerdir. Nitekim Firavun şöyle demişti: ”Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum..." (Kasas: 38), ”Sizin en yüce Rabbiniz benim." (Nâziât: 24)

100

Ey Rasûlüm Muhammed!

Bu sana peygamberliğine delil olması için

anlattıklarımız, halkı işledikleri günahlar yüzünden helak olmuş

memleketlerin haberlerindendir. Onların yani Âd ve Semud gibi ülkelerin kalıntılarının

bir kısmı hâlâ ayakta

duruyor. Nuh ve Lût kavmi gibi

bir kısmı ise, silinip gitmiştir. Kalıntılarından bir iz kalmamıştır. Biçilmiş ekin gibi olmuşlardır.

101

Kendilerini helak etmekle

Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar, şirk ve helaki gerektiren diğer günahları işlemek suretiyle

kendi kendilerine zulmettiler. Onlar Allah'ın nimetlerini yediler, başkasına taptılar. Peygamberleri yalanladılar. Ancak

Rabbinin azap ve intikam

emri gelince, Allah'ı bırakıp taptıkları ilâhlar yani putlar

kendilerine hiç bir fayda vermedi. O'nun azabını kendilerinden uzaklaştıramadı.

Sadece zararlarını artırdı. Yüce Allah putları, akıllılar için kullanılan çoğul ”vav"ı ile ifade etti. Çünkü putlara tapanlar, onlara ibadet ederken ve faydalarına inanırlarken, akıllı varlıklar yerine koyuyorlardı. Helak olanlar sırf putlara kulluk yaptıkları için helak olmuşlardı. ”Onlar putların fayda ve zarar vereceklerine inanıyorlardı. Bu inanç sebebiyle dünya ve âhiretin faydalarını elden kaçırdılar. İşte bu, zararların en korkuncu ve helakin en büyüğüdür.

102

Rabbin, haksızlık, yani zulüm

eden memleketleri yakalayınca, işte böyle yakalar. Bu şekildeki bir azaplandırma, yüce Allah'ın, halkı zalim olan ülkeleri cezalandırmasıdır. Burada ”haksızlık eden," yani zalim olan şeklindeki niteleme, sırf küfür ve zulümleri sebebiyle helak olduklarını bildirmek içindir. Böylece bunun, bütün zalimlere ibret olması amaçlanmıştır.

Doğrusu O'nun yakalaması çok çetin ve acıdır. Yakalanıp azab edilen kimseler için, O'nun azabı çok zor ve elem vericidir. Ondan kurtuluş umudu yoktur.

Ebû Mûsa'dan rivayet edildiğine göre Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Allah, önce zalime fırsat verir. Yakaladığı zaman da ona eman vermez buyurmuş ve sonra da bu âyeti okumuştur. ”

103

Âhiret azabından korkanlar yani âhirete inanan kimseler

için, hiç şüphesiz bunda, yüce Allah'ın anlattığı bu kıssalarda

ibret, açık bir ders

vardır. Bundan ancak âhirete inanan ibret alır, inanmayan ise ders almaktan pek uzaktır.

O, insanların gelip geçmiş ve gelecek herkesin, hesap ve ceza için

toplanacağı bir gündür. Ayrıca

o, yerdeki ve gökteki herkes tarafından

görülecek bir gündür. Herkes, Allah'ın huzurunda durmak için orada bulunurlar. Hiç kimse kaybolmaz. Bütün yaratılanlar, her yönden gelip oradaki önemli işi için hazır olur.

104

Biz o bilinen

günü, hikmeti gereği

ancak belli, yani az

bir süreye kadar erteleriz.

Bu âyetlerde Allah'ın tehdit ve korkutması vardır. Ayrıca, durumu düzeltmeye, gönlü arıtmaya, amelleri güzelleştirmeye, eceller gelmeden nefisleri sorguya çekmeye teşvik vardır. Çünkü kul, ancak ektiğini biçer. Yalnız başkalarına su verdiği kâse ile su içer. Kudsî hadiste şöyle buyruluyor: ”Ey kullarım! Şunlar sizin için saklayıp kıyamet günü karşılığını tamı tamına vereceğimiz amellerinizdir. Kim hayır bulursa, Allah'a hamdetsin. Kim de hayırdan başkasıyla karşılaşırsa, sadece kendini kınasın. ”(16)

105

Ertelenmiş olan

o gün yani kıyamet günü

gelince, Allah'ın izni olmaksızın hiç kimse konuşamaz. Faydalı ve kurtarıcı bir cevap ve şefaat sözü söyleyemez. Nitekim âyette: ”Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğunda da doğruyu söyleyecektir." (Nebe: 38) buyurulmuştur.

Onlardan, yani insanlardan

bir kısmı bedbahttır. Vadedilen azap gereği, ona ateş vacip olmuştur.

Bir kısmı da mes'uttur. Müjde gereği cennetlik olmuştur. Bedbahtın önce zikredilmesi, buradaki amacın sakındırma ve korkutma makamı oluşundandır.

Tibyan'da şöyle denilmiştir: ”Bedbahtlığın beş işareti vardır: Kalbin katılığı, gözün kuruluğu, dünyaya meyil, uzun emel ve haya duygusunun azlığı. Bahtiyarlığın işareti de beştir: Kalbin yumuşaklığı, gözün yaşlılığı, dünyaya meyletmeme, emelin kısalığı, haya duygusunun çokluğu."

106

Cehenneme girmeleri kesinleşen

bedbaht olanlar cehennemdedirler. Oraya yerleşirler.

Onlar orada eşek anırması gibi nefes alıp verirler. ”Zefir": Şiddetli nefes çıkarmaktır. ”Şehîk" ise, nefesi içeri almaktır. Bu iki kelime, eşeğin anırmaya başlaması ve anırmayı bitirmesi sırasında çıkardığı ses için kullanılır. Maksat; cehennemliklerin bağırışlarının eşek sesine benzetilmesidir. Eşeklerin sesi nasıl çirkinse, cehennemliklerin sesi de öyle çirkindir.

107

Rabbinin dilediği hariç, bunlar biraz sonra gelecek olan ebedî cehennemliklerden istisna edilenlerdir. Çünkü bazı cehennemlikler, mü'min olan günahkârlardır ve cehennemden çıkacaklardır.

Denildi ki: Bedbahtlar iki kısımdır: Bedbaht olanlar ve daha bedbaht olanlar. Tevhid ehlinden olup da günah sebebiyle bedbaht, iman sebebiyle mesud olanlar vardır. Günahlar onu cehenneme sokar, tevhid ise oradan çıkarır. Bidat ve küfür ehli ise daha da bedbaht olur ki; küfrü ve yalanlaması onu cehenneme sokar ve orada ebedî olarak kalır.

Gökler ve yer durdukça yani ebedî ve kesintisiz olarak

orada ebedî kalacaklardır. Araplar bir şeyin ebedî olduğunu belirtmek için ”gökler ve yer durdukça" derler. Çünkü onların inancına göre gökler ve yer ebedîdir. Onların cehennemde kalmaları, gökler ve yerin devamına bağlı sayılmış, böylece onlara bunların ebedî olduğu hususundaki kasıtlarına göre misâl getirmiş ve Kur'an onların üslubuyla gelmiştir. Eğer onların cehennemde kalmaları göklerin ve yerin devamına bağlanmışsa, o zaman Kur'an'ın maksadı, âhiretin gökleri ve yeridir. Çünkü ebedî olan onlardır. Şu âyetler buna işaret etmektedir: ”Yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği gün..." (İbrahim: 47) ”Bizi yere vâris kıldı. Cennetten istediğimiz yere oturabiliriz..." (Zümer: 74)

Âhiret ehlini gölgelendirecek ve onları üzerinde taşıyacak şeylerin olması zarurîdir. Bu gölgelik, ya Allah'ın yaratacağı semâdır veya Arş-ı Âlâdır. Üzerinde olup da seni gölgelendiren herşeye sema, ayağının bastığı her yere de arz denir. Buna göre, âhirette de yer ve gök vardır.

Rabbin şüphesiz her istediğini yapar. Kâfirler gibi bazılarım cehennemde ebedî bırakır; günahkârlar gibi bazılarını ise oradan çıkarır. Bu konuda O'na karşı bir itiraz ileri sürülemez.

Ebu's-suûd şöyle demiştir: ”Rabbinin dilediği hariç" sözü, ebedî kalmaktan istisnadır. Bu istisna şu âyetlerdeki istisnaya benzer: ”İlk ölüm hariç, orada başka ölüm tatmazlar" (Duhân: 56) Geçmişte olanlar hariç, babalarınızın evlendiği kadınlarla evlenmeyin" (Nisa: 22) Bu istisnalar, bunların artık fiilen olmayacağını ifade eder.

Yani cehennemde ebedî kalanlar, Allah'ın orada kalmamalarını murad ettiği zamanlar dışında daima orada kalacakladır. Kâfirlerin cehennemde ebedî kalacakları konusundaki nasslara göre, Allah'ın onları cehennemden çıkarmak istemesi ve orada kalmalarının son bulması mümkün değildir.

108

Mes'ut olanlara, Allah'ın bahtiyar olarak yarattığı kimselere

gelince, onlar cennettedirler. Rabbinin dilediği hariç, gökler ve yer durdukça, kesintisiz bir ikram olarak orada ebedî kalacaklardır.

Katâde diyor ki: ”İstisnanın manasını Allah en iyi bilir."

Dahhak ise istisnayı, ”Cennete sokuluncaya kadar nur içinde bekletilenler hariç," şeklinde tefsir etmiş, ebedîliğin de belirli bir başlangıcı olduğunu söylemiştir.

Ebu's-Suud ise istisnanın, muhale bağlandığını söylemiştir. Buna göre, Cennete giren artık bir daha çıkmaz demektir.

109

Bunların, yani putperest müşriklerin

ibadetlerinin gerçek kulluk açısından

bâtıl olduğunda herhangi bir

şüphen olmasın. Bunların, sonuç olarak kötü şeyler olduğuna kesin olarak inan. Onların durumu, tıpkı babalarının durumu gibidir. Çünkü

onlar ancak daha önce babalarının taptığı gibi tapıyorlar. Onlar hak ve gerçek üzere değil, taklit ve sapıklık üzeredirler.

Onlara paylarını gerçekten eksiksiz olarak vereceğiz. Babalarına, nasıl günahlarına uygun ceza vermişsek, bunlara da tayin edilmiş azabı tamı tamına vereceğiz. Babalarının başına gelen, bunların başına da gelecektir.

Âyet-i kerime'de başkalarının görüşünü delilsiz olarak kabul etmek demek olan ”taklit" közlenmiştir. Taklit, iman ve inanç konularında değil, sadece fer'î ve amelî konularda caizdir. Kişinin delil ve görüş sahibi olması gerekir. Bununla beraber, Zahirîlere ve Hanefi mezhebine göre: Mukallid'in imanı geçerlidir Mukallit, âlemin sonradan olması Allah'ın varlığı ve sıfatları, peygamber gönderme ve peygamberlerin getirdiği şeyler gibi, inanılması gereken hususlara delilsiz olarak inanan kişidir. Çünkü peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem); bedevi çocuk, kadın, köle ve cariyelerin imanını, delilsiz olarak kabul etmiştir. Fakat mukallit gerekli olan delil ve akıl yürütme işini terkettiği için, günahkârdır. Çünkü gerçek iman, ancak taklidi terketmek ve tevhidin özüne ulaşmakla elde edilir.

110

Yemin olsun ki, Mûsa'ya, hüküm ve prensipleri kapsayan ilk

kitabı, yani Tevrat'ı

verdik. Ondan önceki kitaplar. Sadece Allah'a iman ve tevhid konularını kapsıyordu.

Onda ihtilâfa düşüldü. Allah'tan gelip gelmediği hususunda görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bazıları iman etti. Bazıları ise reddetti. Ey Rasûlüm Muhammed! Kavminin, sana verdiğimiz Kur'an konusunda ayrılığa düşmelerine aldırma. Nasıl ki, Mûsa, kavminin yalanlamasına sabretti. Sen de öylece müşriklere karşı sabret. Bu âyette Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e teselli vardır.

Eğer Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı... Bu söz, kıyamete kadar onlara mühlet tanıma sözüdür.

Aralarında çoktan, hakkı ortadan kaldırmaya uğraşanların hak ettiği azabı indirmek suretiyle, kavminden ihtilâfa düşenlere

hüküm verilmiş olurdu. Doğrusu onlar, yani Mekke kâfirleri

bundan yani Kur'an'dan büyük

şüphe içindedirler.

111

Şüphesiz Rabbin, mü'min olsun, kâfir olsun ihtilâfa düşenlerin

hepsinin işlediği hayır veya şer olan

amellerinin karşılığını onlara tam olarak eksiksiz

verecektir. Şüphesiz Allah, onların bütün

yaptıklarından haberdardır. Çünkü hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Herkese ameline uygun olarak karşılık verir.

112

Ey Rasûlüm Muhammed! Peygamber kardeşlerinin hallerini ve kavimlerinden çektikleri eziyetleri öğrendikten sonra artık

beraberindeki şirkten uzaklaşıp

tevbe edenlerle ve imanda sana katılanlarla

birlikte emrolunduğun gibi Allah'ın sana emrettiği şekilde tevhid ve ona çağrı konusunda

dosdoğru ol. Sapmadan yoluna devam et. Sen ve onlar

haddi aşmayın. İfrat ve tefrite düşmeksizin, size çizilmiş olan yoldan sapmayın. Bu ifade işin ağırlığını göstermek için kullanılmıştır.

Çünkü Allah yaptıklarınızı görür. O'na hiçbir şey gizli kalmaz. Size, buna göre karşılık verir. Koyduğu sınırlara uyma konusunda Allah'tan korkun. Bu ifade, yukarıdaki emir ve nehyin sebebidir. Çünkü görmek, karşılık vermenin sebebidir.

Ebû Ali Güreanî şöyle demiştir: ”Keramet değil, istikamet peşinde ol. Senden istikamet istendiği halde, nefsin keramet isteğinde pek gayretlidir. En büyük keramet, harikulade şeyler göstermek değil, yaratanın hizmetinde dosdoğru hareket etmektir. Bu hususlara riâyet etmek son derece zordur. Onun için Hazret-i peygamber şöyle buyurmuştur: 'Beni Hûd Süresi ihtiyarlattı.'“

113

Zulmedenlere meyletmeyin. Buradaki hitap, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve beraberindeki müminleredir. Yani kendilerinde zulüm bulunan kimselere en ufak bir eğilim göstermeyin.

Aksi halde size ateş dokunur. Bu meyil sebebiyle size cehennem ateşi dokunur. Kendisinden bir kerrecik zulüm meydana gelen kimseye meyil ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olana eğilim duymak, üstelik de tamamen meyletmek konusunda ne olacağını artık sen düşün!

Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sizi ateşten kurtaracak Allah'tan başka yardımcılarınız yoktur.

Sonra yardım da göremezsiniz. Buradaki: ”Sonra" kelimesi, zalimlere meyletmeleri sebebiyle azabı hak ettiklerinde Allah'ın onlara yardım etmesinin çok uzak olduğunu ifade eder. Sizin için, azap konusundaki kararı kesinleşmişse, artık Allah size yardım etmez.

Âyet, zulümden sakındırma konusunda akla gelebilecek en şiddetli âyettir. Bu âyeti okuyup, içindeki tehdidi gördüğü halde, zulümden ve zalimlere meyletmekten çekinmeyen, yardımcısız olarak azap edileceklerini düşünmeyen milletin hali ne kadar şaşırtıcıdır.

Kişi Kur'an'ı okur, dinde anlayış sahibi olur da, sonra elindeki dünyalığa tamah edip yaltaklanarak sultan kapısına giderse, attığı adımlar nisbetinde cehenneme dalar.

Şöyle rivayet edilmiştir: Yüce Allah, Yûşâ bin Nûn'a şöyle vahyetti: ”Senin kavminin hayırlılarından kırk bin, şerlilerinden altmış bin kişiyi helak edeceğim." Yûşa: ”Peki, hayırlıların kabahati nedir?" deyince, yüce Allah: ”Çünkü onlar Benim adıma öfkelenmediler. Şerlilerle beraber yeyip içtiler." Bundan da anlaşılıyor ki, zalimlere kızıp, Allah için onlara buğzetmek vaciptir. Kara ve deniziyle yeryüzünün bütün kesimlerinde fesat, kralların fesadıyla ortaya çıktı. Buna sebep de öncelikle âlimlerdir. Eğer kötü âlim ve hâkimler olmasaydı, kralların fesadı az olurdu. Daha da ötesi, eğer âlimler, her dönemde hakkı savunma ve zulmü yasaklama konusunda birleşip bütün gayretlerini harcasalardı, sultanlar fesada cesaret edemezlerdi. Böylece zulüm tamamen ortadan kalkardı.

114

Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Manâ yönünden, namazla emredilenler umûmî ise de, hitap fert olarak Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yöneliktir. Yasaklardan sakındırma konusunda da, maksat ümmeti olduğu halde, Hazret-i Peygamber'in şahsında ümmete hitap edildiği olmuştur. Bu, Kur'an'ın üstün belagatının bir özelliğidir. ”Namazı ikâme"'den maksat, onu yerine getirmek, hep ayakta tutmaktır. Bu ifade, namazın, dinin direği olmasındandır. ”Gündüzün iki ucu'naım maksat ise, yatsı ve sabah namazlarıdır.

Elbette iyilikler kötülükleri giderir. Genel olarak bütün iyilikler, özellikle de beş vakit namaz, küçük günahlara kefaret olur. Maksat, kötülüklerin kendisini gidermek değil, kötülüklere terettüp eden şeyleri (günahları) gidermektir. Çünkü kötülüğün kendisi yok olmaz.

Hadis-i Şerifte: ”Vakitten vakte kılınan beş vakit namaz, Cuma'dan Cumaya kılınan namaz, Ramazan'dan Ramazana tutulan oruç, büyük günahlardan sakınıl dıkça, aralarında işlenen küçük günahlara keffârettir",m buyurulmuştur. Güzel ameller, kötülükleri işlemekten alıkor. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: ”Muhakkak ki, namaz, hayasızlıktan ve fenalıktan alıkor" (Ankebut: 45)

Rivayet edildiğine göre, âyet-i kerimenin iniş sebebi şudur: Sahabeden Ebu'l-Yüsr el-Ensarî, hurma satıyordu. Yanına bir kadın geldi. Kadın çok hoşuna gitti ve: ”Evde bundan daha güzelleri var" diyerek kadını eve doğru götürdü. Kucaklayıp öptü. Cinsi ilişki dışında her şeyi yaptı. Kadın: ”Allahtan kork!" deyince bırakıp pişman oldu. Sonra Ebû Bekr'e gelip durumu haber verdi. Hazret-i Ebû Bekr: ”Günahını kimseye söyleme, Allah'a tevbe et" dedi. Ensarî yerinde duramayıp Hazret-i Ömer'e gitti. Ömer de aynı şeyleri söyledi. Ensâri yine yerinde duramayıp, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a geldi. Yaptığını ona haber verdi. Hazret-i peygamber: ”Rabbimin emri gelinceye kadar bekle, günahını gizle" dedi. İkindi namazını kılınca bu âyet-i kerime nazil oldu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ensâriye: ”Bizimle birlikte ikindi namazını kıldın mı?" diye sorunca o: ”Kıldım" dedi. Bunun üzerine Hazret-i peygamber: ”Haydi git. İkindi namazı bu yaptığına keffârettir" buyurdu. Sahabeden birisi: ”Bu durum sadece bu şahsa mı has, yoksa bütün insanlara mı?" diye sordu. Hazret-i Peygamber: ”Aksine bütün insanlara mahsustur" buyurdu.

Diğer bir Hadis-i şerifte Hazret-i peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Birinizin kapısı önünde bir nehir olsa da, günde beş defa orada yıkansa, kirinden birşey kalır mı? Ne dersiniz? Sahabe: ”Kalmaz," dediler. Rasûlüllah da: ”işte beş vakit namaz da böyledir. Allah onunla hataları yok eder." buyurdu.

Bilmiş ol ki; günahların hepsi pisliktir. İbadetler ise temizleyicidir. Günahlar, abdest organlarının suyu ile dökülür. İyi amellerin en güzeli, ibadetlerin en faziletlisi, Allah'ı bilmektir. Bunun yolu da Tevhid ve nefsin arzularına aykırı davranmaktan geçer. Kul Allah'ı zikrederek günahlardan kurtulur. Zikirle nefis arınır, kalb saflaşır. Âyet-i kerimede, gece gündüz zikir ve ibadete devama işaret vardır. Geceleyin dinlenmek, gündüz rızık aramak gibi zaruri haller bunun dışındadır. Çünkü insanın gücünde ve organlarında bıkkınlık meydana gelir. Geceleyin daha dinç bir halde ibadet ve taat yapabilmek için, uykuyla bu bıkkınlığın giderilmesi gerekir.

Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür. Yani, namaz kılmak, istikamet üzere olmak, öğüt alanlar için bir derstir. Kim Allah'ın emrine uyar, dosdoğru hareket eder ve namaz kılarsa, hâl ve makamının hakikatine erer.

Filozoflardan birisi şöyle demiştir: İstikamet üzere olan kişi dağ gibidir. Dağın dört işareti vardır:

1- Hararet onu eritmez.

2- Soğuk onu dondurmaz.

3- Rüzgâr onu sarsınaz.

4- Sel onu götürmez. Müstakim (dosdoğru) olan kişi de böyledir.

115

Ey Rasûlüm Muhammed! İşlerin zorluklarına karşı

sabret. Bu emrin içine, dolaylı olarak ümmet de girmektedir.

Çünkü, Allah, güzel iş yapanların ecrini zayi etmez. Yüce Allah namaz ya da İslâm'ın diğer farzlarının karşılığını kesin olarak eksiltmez.

Bir hayır ehli diğerine şu üç cümleyi yazmıştı: ”Kim âhireti için çalışırsa, Allah da onun dünya işine yeter. Kim içini düzeltirse, Allah da onun dışını düzeltir. Kim Allah'la kendi arasındaki şeyleri düzeltirse, Allah da onun kullarla olan işlerini düzeltir."

Bil ki, Allah bazı şeyleri emreder. Bazı şeyleri de yasaklar. Bundan maksat, kullarının kendisine itaat etmeleridir. Çünkü kulların kurtuluşu bununladır. Allah kullardan, sadece teslimiyet ve ibadetle memnun olur.

116

Sizden önceki helak olmuş

nesillerin ileri gelenleri, hayırlı ve faziletli olan kişileri,

yer yüzünde bozgunculuğa engel olmalı, bozguncuları yeryüzünü ifsat etmekten men etmeli

değil miydi? Böyle yapmaları gerekirken, üzerlerine azap inmemesi için aralarından bu işi yapacak fazilet sahipleri çıkmadı.

Ayette, fazilet ve hayır sahipleri için ”Bakıyye" tabiri kullanılmıştır. Çünkü kişi, en güzel ve değerli şeyi geriye bırakmak ister. ”Filan kişi, kavmin bakiyyesidir" denilince kavmin hayırlısıdır anlamı anlaşılır. ”Bakiyye", güzel ve değerli şey için mesel olmuştur.

Ancak onlardan, kendilerini kurtardığımız, peygamberlere tâbi olan

pek az kişi bozgunculuğu engelleyerek

böyle yaptı. Bozgunculuğa engel olmayıp

zulmedenler yani bizzat bozgunculuk yapanlar

ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Servet ve lezzetlere daldılar. Bunları, âhirete tercih ettiler. Onlar

zaten günahkârdılar. Bu ifade, helak olan ümmetlerin yok edilme sebebini açıklamaktadır. Bu sebep de iyiliği emredip kötülükten vazgeçirme görevlerini terketmek ve şehvetlere dalmaktır.

Hadis-i Şerifte: ”Şüphesiz Allah, bir kısım kimselerin günahı sebebiyle toplumu cezalandırmaz. Fakat toplum, aralarında kötülükleri görür de, engellemeye güçleri yettiği halde engellemezlerse, işte o zaman Allah, iyileri ve kötüleri hep birlikte cezalandırır" buyurulmuştur.

117

Rabbin, halkı ıslah olmuş zalim olmayan

memleketleri!! insanlarını

haksız yere, hak etmedikleri ve lâyık olmadıkları sürece

helak edecek değildir. Hiçbir memleketi haksız yere yok etmemiştir. Çünkü bu, Allah'ın hikmetiyle bağdaşmaz. Bu ifadelerden amaç, yüce Allah'ı zulümden ve O'nun için muhal olan şeylerden tamamen tenzih etmektir. Allah'ın, kullarına karşı yaptığı ne olursa olsun, asla haksızlık değildir.

Sözün kısası şudur: Allah, şirke ve küfre mensup oldukları için hiçbir topluluğu ortadan kaldırmaz. Onlara azap, ancak muamelelerde hainlik yaptıkları, mahlûkata eziyet ve haksızlık ettikleri zaman gelir. Allah onları sırf müşrik oldukları için helak etmez. Çünkü müşriki iğ in cezası cehennemdir. Şirk için ondan daha az ceza, yeterli gelmez. Onları ancak günahları sebebiyle helak eder ki, bu, şirk cezasına ek bir cezadır. Deveyi boğazlamaları sebebiyle Salih (aleyhisselâm) kavminin, homoseksüellik sebebiyle Lût (aleyhisselâm) kavminin, ölçü ve tartıyı eksik yapmaları yüzünden Şuayb (aleyhisselâm) kavminin, Hazret-i Mû sa ve İsrail oğullarına eziyetlerinden dolayı Firavun kavminin helak olmaları gibi.

Birisi dedi ki: ”İktidar şirkle devam eder, fakat zulümle devam etmez. ”

Başka bir ifâde ile: Devlet şirkle payidar olur. Zulümle olmaz.

118

Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat ayrılığa devam ediyorlar.

Yani, hiç kimse ihtilâf etmeksizin hak ve İslâm üzerinde onları birleşmeye zorlardı.

119

Fakat Rabbinin merhamet ettikleri hariç. İnsanlar hak ve İslâm dini konusunda hâlâ ayrılığa devam ediyorlar. Ancak Rabbinin lütfuyla hakka yönelttikleri, o konuda ihtilâf değil, ittifak üzeredirler.

Âyet-i kerimede, Ehl-i Sünnetin de dediği gibi, kulun hürriyeti olduğuna işaret vardır. Kaderiye ise, her kulun kendi fiilini kendisi yarattığını söylemekte, küfür ve günahların, Allah'ın takdiriyle meydana geldiğine inanmamaktadırlar. Biz Ehl-i Sünnet topluluğu ise, kulun kazandığına ve Allah'ın yarattığına, yani, kulun fiilinin Allah'ın yaratmasıyla, kulun gücünün ise kazanma yönünde olduğuna inanırız.

Zaten onları bunun için yani rahmet ehlini rahmet için, ihtilâf ehlini de ihtilâf için

yaratmıştır. Rabbinin meleklere karşı söylediği:

'Yemin olsun ki, cehennemi hep insan ve cinlerle dolduracağım' sözü veya hükmü

yerine gelmiştir. Kesinleşmiştir. Bu hüküm, onların bütün âsî olanları içindir veya hepsi içindir.

120

Peygamberlerin haberlerinden, yani peygamberlerin kıssaları içinden

senin kalbini teskin edecek, gönlünü rahatlatacak, inancını artıracak, kalbini takviye edecek

her şeyi sana anlatıyoruz. Çünkü insan bir belâ ve sıkıntıyla karşılaşınca, o sıkıntıda kendisine ortak olan bir grup gördüğünde, sıkıntının yükü hafifler. Nitekim şöyle denir: ”Musibet yaygın olursa, hafif ve tatlı olur."

Bunda da, bu sûrede de

sana hak ve gerçeğin açıklanması

ve mü'minlere büyük

bir öğüt ve hatırlatma gelmiştir. Çünkü mü'minler, ibretlerle dolu nasihatlerden ve Allah'ın geçmiş ümmetleri cezalandırmasından istifade ederler.

121

Gerek Mekke halkından gerekse başkalarından, bu gerçeğe

inanmayanlara ve bundan ibret almayanlara

de ki: 'Elinizden geleni, yani imansızlığınızın gereğini

yapın. Elbette biz de iman ve ondan ders almanın gereğini

yapacağız.

122

Şeytanın size vadettiği, bizim başımıza musibetler geleceği konusundaki yalanın gerçekleşmesini

bekleyin. Biz de, sizin gibi kâfirlerin başına gelenlerin, sizin de başınıza gelmesini

bekleyeceğiz.' Bu, onlar için bir tehdittir. Bu âyet, cihad âyetiyle neshedilmiştir.

123

Göklerin ve yerin gaybı sadece Allah'a aittir. Kullardan gizli oları şeylerin ilmi Allah'a mahsustur. Sizin amelleriniz Allah'a nasıl gizli kalabilir?

Bütün işler yalnız O'na döndürülür. Kıyamet günü bütün amellerin neticesi Allah'a varır. Senin de, Allah'ı inkâr edenlerin de durumu Allah'a ulaşacak, senin namına kâfirlerden intikam alacaktır.

Öyleyse O'na kulluk yani itaat

et ve O'na güven. Tevhid üzere dosdoğru ol. Bütün işlerim ona havale et. O sana kâfidir. Onların şerrinden seni korur. Sana düşen, vahyettiklerimizi tebliğ etmektir.

Çünkü Rabbin, yaptıklarınızdan gafil değildir. O'nun için, göklerde ve yerde olan hiçbir şeyin gizli kalması, onları unutması mümkün değildir.

Bilmiş ol ki, gaybı bilmek sadece Allah'a mahsustur. Peygamber ve velilerin verdikleri haberler ise vahy, ilham ve Allah'ın bildirmesiyledir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, cennetle müjdelenen on kişinin halinden, kıyamet alâmetlerinden, âhir zamanda ortaya çıkacak bidat ve nefsaniyet hakimiyetinden, namaza değer verilmeyip şehvetlere uyulacağından haber vermesi bu türden şeylerdir.

Sâlih imam Cüneyd-i Bağdadî (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir: Dayım Seriyyü's-Sakatî bana, insanlara nasihat etmemi söyledi. Ben de nefsimi kınayarak bu işe lâyık olmadığımı söyledim. Cuma gecesi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i rüyamda gördüm. Bana: ”Kalk ve insanlara öğüt ver" buyurdu. Uyandım ve Seriyyu’s-Sakatî'nin kapısına vardım. Dedi ki: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ikaz edilinceye kadar bize inanmadın değil mi?" Ertesi gün insanlara vaaz ve nasihat etmek için postu serdim. Endişe içinde bir Hristiyan köle geldi. Dedi ki: ”Ey Şeyh! Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ”müminin firasetinden sakının. Çünkü o, Allah'ın nuruyla görür" sözünün manası nedir?" Cüneyd diyor ki: Başımı indirip kaldırdım ve dedim ki: ”Sen Müslüman ol. Çünkü Müslüman olma vaktin geldi." Köle hemen Müslüman oldu.

İşte bu türlü bilgi ve insanların haline vakıf olmak, ancak Allah'ın ikramı sayesinde olur.

Cenab-ı Hakk'ın yardımıyla Hûd Sûresi'nin tefsiri sona erdi.

0 ﴿