YÛSUF SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 111 âyettir.

Allahü teâlâ bu sûrede Yûsuf (aleyhisselâm)'un kıssasını zikretmiştir. Çünkü Yûsuf (aleyhisselâm), kardeşlerinin kendisine duyduğu çekememezlik, kuyuya atılma ve hapise konma gibi belâlarla imtihan olundu. Bunun üzerine Allahü teâlâ Cebrail (aleyhisselâm)'i gönderdi. Böylece kendisini Ünsiyet ve Huzur Makâmı'na ulaştırmak suretiyle teselli etti ve içinde bulunmuş olduğu o büyük musibetleri birazcık olsun hafifletti. Daha sonra kendisine kuvvet, izzet ve saltanat verdi. Böylece değişik zorluk ve sıkıntılardan sonra temize çıkmış oldu. Bunun için kim Yûsuf sûresini okumaya devam eder ve içerisindeki hikmetleri düşünürse Yûsuf (aleyhisselâm)'un ulaşmış olduğu sevinç ve sürür mertebelerine ulaşır. Tıpkı İbn Ata'nın dediği gibi: ”Gam ve keder içinde olan herhangi bir kimse, Yûsuf sûresini işitince mutlaka rahatlar."

Yahudi âlimlerinin, müşrik ileri gelenlerine şöyle dedikleri rivayet edilir: ”Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Yâkuboğullaımm Şam'ı bırakarak Mısır'a yerleşme sebebini ve Yûsuf (aleyhisselâm)'un kıssasını sorun." Onlar da bu soruyu Peygamberimize yönelttiler. Bunun üzerine Yûsuf Sûresi indi.

1

Elif, Lâm, Râ... Yani, Ben Celâl sahibi Allah'ım; sana Yûsuf (aleyhisselâm)'un bu kıssasını sorduklarını görür ve işitirim... Âyetteki bu harflerin şu anlama geldiği de söylenir: Ben celâl sahibi Allah'ım; kardeşlerinin Yûsuf (aleyhisselâm)'a karşı yaptıkları kötülükleri ve onunla olan muamelelerini görürüm. Buradaki ”Elif, Lâm, Râ"dan ibaret olan Hurûf-u Mukattaa'nın, müşriklerin günlük yaşantılarında kullandıkları harflerin aynısı olmasına rağmen, Kur'ân-ı Kerîm gibi mucizevî bir kitap yazmaktan âciz kalacaklarını belirtmek amacıyla, kendilerine yüce Allah tarafından meydan okuma babından bu şekilde vahyedildiği de söylenmektedir.

Bu sûre,

apaçık Kitab'ın yâni Kuranın

âyetleridir. Onun yüce Allah katından gönderildiği ve mucize bir kitap olduğu apaçık ortadadır. Yahut: ”İçerdiği hüküm, kânun, mülk ve melekût sırları, kâinatın ilk defa yaratılışıyla, âhiret hayatının yaratılışındaki sırlar gibi daha birçok hikmet, marifet ve kıssaları açıkça belirtmektedir" anlamına gelmektedir.

2

Şüphe yok ki, Biz onu yâni Yûsuf (aleyhisselâm) ve diğerlerinin kıssalarını içeren kitabı

anlayabilesiniz hem mânâlarını, ihtiva ettiği hüküm ve hikmetleri, hem de hiçbir beşerin böyle bir kitap hazırlamasının mümkün olamayacağını idrak edebilesiniz

diye ey Arap kavmi

Arapça bir Kur'an olarak yani sizin dilinizle

indirdik.

3

Ey Rasûlüm Muhammed!

Biz, sana bu Kur'an'ı vahyetmekle kıssaların en güzelini, geçmişte yaşanmış olayların en ilginç ve en güzel olanını, yani Yâkuboğullarının kıssasını

anlatıyoruz.

Muhyi's-Sünne şöyle der: ”Yüce Allah Yûsuf (aleyhisselâm)'un kıssasını 'kıssaların en güzeli' diye isimlendirmiştir. Bunun sebebi ise, içerisinde krallarla onların yönetimindeki halkın yaşantıları, kadınların hilesi, düşmanların ezâ ve cefâlarına karşı sabretme, gücü yetince de düşmanları bağışlama gibi dünya ve din işlerinde yararlı olabilecek, ders alınabilecek birçok ibret, hikmet, nükte ve faydalanıl bulunmasıdır. Ayrıca Yûsuf (aleyhisselâm)'da, -Kendisinin üç peygamber soyundan gelmesiyle birlikte- şu özellikler toplanmıştı: Peygamberlik şerefi, güzel görünüşlü olması, rüya tabir etmesi ve devlet yönetiminde vazife alması. Durum bu olunca kim böyle bir insandan daha fazla kerem sahibi olabilir?..."

Oysa sen bundan önce yani bu Kur'an'ı sana vahiy yoluyla göndermeden önce, bu haberleri

elbette bilmeyenlerdendin. Yani sen daha önce Yûsuf (aleyhisselâm)'un kıssasında bildirilen olayları bilmiyordun. Onları hiçbir zaman hatırına getiremediğin gibi, başkasından da böyle bir şey duymadın. Buradaki amaç, Kur'an'ı Kerim'in geçmiş kavimlerin yaşantılarından bilgiler vererek, vahiy yoluyla geldiğini kanıtlamaktır.

4

Bir zaman Yûsuf, babasına yani Ya'kub aleyhisselâm'a

demişti ki: Ey Rasûlüm Muhammed! (sallallahü aleyhi ve sellem) Yûsuf (aleyhisselâm)'un babası Ya'kub b. İshak b. İbrahim'e şöyle söylediği vakti hatırla:

'Babacığım! Gerçekten ben rüyamda onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm; onları bana secde ederlerken gördüm.' Buradaki ”secde ederlerken" ifadesinden amaç, ibadet amacıyla yapılan secde değil, selâm amacıyla yapılan secdedir.

İbnu'ş-Şeyh bu konuda şöyle der: ”Gerek yüceltme ve saygı, gerekse ibadet amacıyla olsun, 'secde' kelimesinin anlamı, yüzün alın kısmının yere konulmasıdır. Aynı, şekilde tevazu ve boyuneğme anlamlarına da gelir. Âyette geçen 'gördüm' anlamındaki 'raeytü' fiili 'ru'yet'ten değil, 'ru'yâ' kökünden gelmektedir."

el-Kevâşî isimli eserde denilir ki: ”Ru'yâ uykuda görmede, rü'yet gözle görmede, erra'yu ise kalp gözüyle görmede kullanılır."

Yûsuf (aleyhisselâm) rüyasında kardeşlerini yıldızlar şeklinde görmüştür. Çünkü insan yıldızlara bakarak yolunu bulduğu gibi kardeşlerinin yardımıyla da yolunu düzeltir. Yine rüyasında babasını ve teyzesini güneş ve ay şeklinde görmüştür. Burada ”teyzesini" dedik. Çünkü annesi, kardeşi Bünyamin'in doğumunu müteakip lohusa halinde iken ölmüştü.

Rüya üç kısımdır:

1- İnsanın içinden geçen şeyleri görmesi. Meselâ bir iş ve sanatla meşgul olan kimsenin rüyasında bunları görmesi gibi. Âşıkın maşukunu görmesi vb. rüyalar da bu kabildendir.

2- Rüyada şeytanın insanı korkutması. Bu, şeytanın insanla oynayarak onu üzecek şeyleri göstermesi şeklinde olur. İnsanın ihtilam olması da böyle olur. Bu iki çeşit rüyanın ta'biri yoktur.

3- Allah tarafından müjde şeklinde olan rüyalar. Bu tür rüyalar rüya meleğinin Levh-i Mahfuzdan bilgi getirmesi şeklinde olur.

Bunun dışında rüyalar karışık rüyalardır.

5

Babası da: Yani Ya'kub Aleyhisselâm da bu garip rüyayı işitince yüce Allah'ın Yûsuf (aleyhisselâm)'u yüksek hikmet makamlarına ulaştırdığını, (tıpkı atalarına yaptığı gibi) Peygamberlik için seçtiğini, dünya ve ahiret şerefiyle şereflendirdiğini farketti ve kendisine kardeşlerinin haset etmelerinden, eziyet vermelerinden korktu. Ya'kub (aleyhisselâm), hem oğullanılın bu korkusunu gerçekleştirmelerini önlemek, hem de Yûsuf (aleyhisselâm)'u, karşılaşacağı meşakkat ve sıkıntılardan alıkoymak amacıyla, korktuğu şeyler kaderde yazılıysa Allah'ın onu muhakkak gerçekleşeceğine sonsuz güveni olmakla birlikte, meşakkatsiz olarak gerçekleşmesini umarak:

'Yavrucuğum! Görmüş olduğun bu

rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra sana, seni öldürmek için kendini koruyamayacağın gizli

bir tuzak kurarlar! Bu şekildeki ifade. Yûsuf (aleyhisselâm)'u sakındırmaya daha uygundur. Âyette geçen ”keyd" tuzak kurma ve başkasına şerrin ulaşmasını istemektir.

Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır' dedi. Şeytanın sana ve tüm insanoğluna olan düşmanlığı ilk atanız Hazret-i Âdem'le Havva'yı cennet'ten çıkartmakla açıkça belli oldu.

6

İşte böylece yani tıpkı kardeşlerinin arasından senin şerefli, izzet sahibi, yüksek bir insan olduğunu gösteren bu büyük rüyayı görmek için seçildiğin gibi.

Rabbin seni peygamberlik gibi daha önemli daha büyük görevler için de

seçecek, sana rüyada görülen

olayların yorumunu öğretecek... Çünkü yüce Allah, kimi bu tür rüyaları görmeye muvaffak kılarsa, doğru yorum yapmaya da muvaffak kılar. Âyette geçen olayların yorumundan maksat, rüya tabiridir.

Ve ey Yûsuf

daha önce yani şimdi içinde yaşadığın bu andan önce

iki atan İbrahim ve İshak'a nimetini tamamladığı gibi... Yüce Allah'ın İbrahim (aleyhisselâm)'e tamamladığı nimeti, kendisini dost edinmesi, ateşe atılmaktan ve oğlunu kurban etmek kasdıyla kesmekten kurtarmasıdır. İshak (aleyhisselâm)'a nimetini tamamlamasına gelince, Ya'kub (aleyhisselâm)'la, torunlarının İshak (aleyhisselâm)'ın sulbünden yani zürriyetinden olmalarıdır. İşte görüldüğü gibi bunların hepsi peygamberlik nimetini tamamlayan büyük nimetlerdir.

Sana ve Ya'kub soyuna nimetini tamamlayacaktır. Tıpkı iki atana peygamberlik ve nübüvvet nimetini tamamladığı gibi...

Çünkü Rabbin çok iyi bilendir, hikmet sahibidir. Yani Rabbinin ilmi geniş, hikmeti büyük olup, kullarının arasından peygamberlik için kimin seçilmeye lâyık olduğunu bilir.

Nimetini de ancak lâyık olana tamamlar. Yaptığı her şeyi de doğruluk ve hikmet gereği yapar.

7

Yemin olsun Yûsuf ve kardeşlerinde, Yûsuf kıssasıyla onbir kardeşinin haberlerinde,

soranlar için ibretler vardır. Yani onların haberlerinden soran ve bilen herkes için Yüce Allah'ın herşeyin üstünde olan kudretine işaret eden, O'nun yüceliğini gösteren büyük ibretler vardır. Şöyle ki Ya'kub (aleyhisselâm)'un büyük oğulları, en küçükleri olan Yûsuf’u küçük düşürmeye karar verdikten ve ona yapacaklarını yaptıktan sonra, Allah (celle celalühü) kendisini peygamber kılmak, devlet yönetiminde söz sahibi yapmak için kardeşleri arasından seçti. Kardeşlerini de onun yönetimine boyun eğdirdi. O'na karşı olan hasetlerini de kendi başlarına yıktı. İşte bu. Allah (celle celalühü)'ın her şeyin üstünde olan kudretinin, dehşet verici hikmetinin en açık delillerinden biridir.

8

Kardeşleri

dediler ki: 'Yûsuf'la kardeşi yani öz kardeşi Bünyamin

babamıza bizden daha sevgilidir.

Ariflerden bazılarının şöyle dediği rivayet edilir: Yûsuf (aleyhisselâm) rüyasında onbir yıldızla ay ve güneşin kendisine secde ettiğini görünce Ya'kub (aleyhisselâm)'un dünya gözüyle kendisini görme isteği arttı. Babasının ve dedesinin mirasçısı olacağını ve kardeşlerinin de hasedini üzerine çekeceğini anladı. Bu yüzden her an Yûsuf (aleyhisselâm)'u kucaklıyor, onun yanından ayrılmasına hiç dayanamıyordu. Kardeşlerinin Yûsuf (aleyhisselâm)'a karşı olan hasetleri de gün geçtikçe artıyordu. Sonunda kendilerini yeyip bitiren bu haset, onları Yûsuf (aleyhisselâm)'a hücum etmeye zorladı.

Yüce Allah'ın Ya'kub (aleyhisselâm)'u, Yûsuf (aleyhisselâm)'a karşı kalbinde beslediği sevgiden dolayı imtihan etmeyi dilediğini, daha sonra imtihanın çok ağır olması için Yûsuf’u kendisinden uzaklaştırdığı da söylenmektedir.

Halbuki biz herşeyi çözmeye ve dürmeye gücü yeten, sevgiye daha lâyık

kalabalık bir cemaatiz. Durum böyleyken aramızdan zayıf olan iki kişiyi on kuvvetliye yeğlemek de ne demek oluyor?

Herhalde babamız Yûsufla Bünyamin'e karşı bizden daha fazla sevgi beslerken

apaçık bir yanlışlık içindedir. Yani adaletten sapmaktadır.

9

Yûsuf’u öldürün Burada: ”Hasetçilik büyük günahlardandır. Özellikle haset yüzünden adam öldürme gibi günahları işleme yönüne gittiler. Öyleyse tüm bunlar Peygamberlerde olması gereken şartlardan ”ismet", yani günah işlememe ve ”nübüvvet" sıfatlarına ters düşmez mi?" diye sorulabilir. Bu soruya İmam Fahrettin er-Râzî'nin şöyle cevap verdiğini söylerim: (1)

1 - Bu konuda doğru olan şudur: Yûsuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri peygamber değillerdir. Durum böyle olunca onlardan meydana gelen hasetçilik, yalancılık ve Yûsuf'u öldürerek ondan kurtulmak istemeleri gibi peygamberlerde aranan günah işlememe şartına ters düşen bu fiiller için özür aramaya da gerek yoktur. Bu konuda ”Safvetu't-Tefâsîr" adlı kitabımızla İbn Kesir'in söylediklerine bakılabilir. (Sabûnî)

"Peygamberlerden Allah tarafından Peygamberlikle görevlendirildikleri andan itibaren ”ismet" yani günah işlememe şartı aranır. Bundan önce böyle bir şart aranmaz."

veya onu helak olması, yahut vahşi hayvanların yemesi için yerleşim bölgelerinden

uzak sahrada bilinmeyen

bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Böylece her şeyiyle sizi sevsin, sizden başkasına iltifat etmesin!

Ondan sonra da yani Yûsuf’tan kurtulup, babanız onu unuttuktan sonra, ya yaptıklarınızdan Allah'a tevbe ederek, ya da babanızın yanında dürüst davranarak

sâlih kimseler olursunuz!'

10

Onlardan söz alan biri: Yani Yehuda adındaki kardeşleri, Yûsuf'u öldürmek için kendi aralarında görüş birliği yaptıklarında, onların bu korkunç tuzağını gerçekleştirmelerine karşı çıkarak engel oldu. Ona göre Yûsuf'u öldürmekten daha iyi bir çözüm yolu bulunabilirdi. Bunun için kardeşlerine:

'Yûsuf'u öldürmeyin çünkü suçsuz yere onu öldürmek çok büyük bir günahtır. Onu uzak bir yere de atmayın. Neticede ölüme terkedileceğinden bu da onu öldürmek hükmündedir. En iyisi

onu kuyunun en karanlık yeri olan

dibine atın da geçen kervanlardan biri onu telef ve yok olmaktan korumak amacıyla

alsın. Eğer benim bu görüşümü kabul edip

yapacaksanız böyle yapın' dedi. Yehuda'nın görüşünü böyle bir üslûpla kardeşlerine arzetmesinin sebebi, hem kalblerini yumuşatarak görüşünü benimsemelerini sağlamak, hem de kendisiyle alay etmelerini önlemekti.

Diğer taraftan Yehuda'nın böyle bir görüşü öne sürmesinin sebebi, kardeşleri tarafından Yûsuf'a tuzak hazırlamak amacıyla ortaya atılan görüşlerin en uygununun bu olmasıydı. Çünkü geçen kervanlardan hangisi Yûsuf (aleyhisselâm)'u bulursa beraberinde götürerek o bölgeden uzaklaştıracaktı. Böylece kendilerini yormadan herhangi bir işlem yapmaya ihtiyaç duymaksızın hedeflerine ulaşmış olacaklardı. Evet Yûsuf (aleyhisselâm)'a karşı en merhametlisinin onu kuyunun dibine atmaktan başka bir öneriye razı olmadığı şu kardeşlere, bir de günümüzdeki kardeşlere bakın... Durumlarının aynı olduğunu göreceksiniz.

11

Babaları, Yûsuf (aleyhisselâm)'a karşı haset ve düşmanlık duyguları beslediklerini farkedince, ona zarar vermemeleri için Yûsuf’u korumaya karar vermişti. Onlar da babalarını bu tutumundan vazgeçirmek islediler ve kendisine hem Yusûfla aralarındaki kardeşlik bağını hatırlatmak, hem de nesep zincirini harekete geçirmek için

dediler ki: 'Ey babamız! Sana ne oluyor da Yûsuf'u bize emanet etmiyorsun! Senin bizim babamız, bizim senin evlâtlarınız, onun da bizim kardeşimiz olmasına rağmen, korkmana sebep ne? Neden bize güvenmiyorsun?

Oysa biz ona iyilik isteyen ona kanat geren

kimseleriz. O halde ortada bize olan güvenini, bizim de onun iyiliğini istediğimizi sarsacak bir sebep yok.

12

Yarın onu bizimle beraber kıra

gönder de bol bol yesin, içsin koşu ve ok atma gibi kâfirlere karşı savaşmayı hedefleyen oyunlarla

oynasın. Biz onu mutlaka kendisine bir zarar gelmekten

koruruz.'

13

Babaları dedi ki: 'Onu götürmeniz ayrılık acısının şiddetine dayanamayıp, yokluğuna sabredemeyeceğimden dolayı

beni mutlaka üzer.

Bunun yanısıra

siz ondan habersizken onu bir kurdun yemesinden korkarım.' Ya'kup (aleyhisselâm)'un şöyle bir rüya gördüğü rivayet edilir: Bir dağın tepes indeyken oğlu Yûsuf (aleyhisselâm)'a bir çölün ortasında, on bir tane kurt hücum etmekte ve daha sonra Yûsuf (aleyhisselâm), kurtların arasında kaybolmaktadır. İşte bu rüyadan dolayı bir şeyler olacağını sezer ve oğullarından ”kurdun" kardeşleri Yûsuf'u yememesi için dikkatli davranmalarını ister.

14

Dediler ki: 'Vallahi biz güçlü

kuvvetli bir topluluk olduğumuz halde, eğer onu kurt yerse, o zaman biz gerçekten (acizlikten) helak olmuş kimseler sayılırız.' Yani güçsüzlük, zayıflık ve acizlikten dolayı helak oluruz. Görüldüğü gibi Yûsuf (aleyhisselâm)'u beraberlerinde götürmeleri halinde babalarının üzüleceği endişesini bırakıp, sadece onun kurtlar tarafından yenilme korkusuna cevap vermeye özen gösteriyorlar. Çünkü ikinci sebep (yani Yûsuf’un kurtlar tarafından yenilmesi korkusu) onu beraberlerinde götürmelerini engellemek için babalarına göre yeterli gerekçeydi. Birinci sebep (yani babalarının Yûsuf'un yokluğuna dayanamayıp üzülmesi) ise, beraberlerinde götürseler bile, bir süre sonra tekrar babalarına geri getireceklerinden dolayı onlarla gitmesini engellemek için ikincisine göre geçerliliği daha az olan bir gerekçeydi.

Sahabîlerden birinin şöyle dediği rivayet edilir: ”Kişi düşmanının delil ve gerekçe öğrenmesine fırsat vermemelidir. Çünkü Yûsuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri, babaları Ya'kub (aleyhisselâm)'un kendilerine yukarıdaki âyette geçen sözleri söyleyerek kardeşlerine tuzak kurmak için delil öğrenmelerine fırsat verinceye kadar kurdun insanları yediğini bilmiyorlardı."

Bu anlamdaki bir atasözü ise şöyledir: ”Belâ mantıkla gelir."

Bir gün Arap diline hizmet etmiş önde gelen meşhur âlimlerden İbnu's-Sikkît, devrin halifesi Mütevekkil'in meclisinde otururken, halifenin iki oğlu Mu'tez ve Mueyyed'in çıkageldiği rivayet edilir. Bunun üzerine halife kendisine şu soruyu yöneltir: ”Şu iki oğlumu mu yoksa Hasanla Hüseyin'i mi daha fazla seversin?" O da: ”Vallahi Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin hizmetçisi Kanber bile, senden ve iki oğlundan daha hayırlıdır." diye cevap verir. Halife el-Mutevekkil çevresindekilere: ”Bunun dilini kökünden koparın!" diye emreder. Halifenin bu emri yerine getirilir ve İbnu's-Sikkît o gece ölür. Ancak bu olaydan önce İbnu's-Sikkît'in, Mu'tez ve Mueyyed'e ders verirken şu beyitleri okuması ibret vericidir:

Kişi dil sürçmesiyle belâya uğrar da Ayak sürçmesiyle uğramaz. Çünkü dilinin sürçmesiyle başı gider. Ayağının sürçmesi ise yavaş yavaş iyileşir.

15

Babalan izin verdikten sonra

onu götürüp yapmak istedikleri eza ve cefayı yaptılar. Olay şöyle gelişti: Ya'kub (aleyhisselâm), kardeşlerinin Yûsuf un onlarla beraber ısrarla sahraya çıkmasını istediklerini ve onu koruyacaklarına dair yemin ederek söz verdiklerini gördü. Aynı şekilde Yûsuf’u da gezip dolaşmaya meyilli görünce, kendisini kaderde ne yazılıysa ona razı olmaya mecbur hissetti. Böylece Yûsuf’u beraberlerinde götürmelerine izin verdi. Ancak gözden kayboluncaya kadar uzaklaşınca babalarının nasihatlerine uymadılar ve kardeşlerini yere yatırarak: ”Ey yalancı rüya sahibi! Sana secde eder halde gördüğün yıldızlar nerede? Şimdi gelsinler de seni elimizden kurtarsınlar" dediler ve kendisine eziyet vermeye, vurmaya başladılar. Yûsuf ise kardeşlerinden kime sığındı ise, ondan dayak yedi. Bu şekilde kendisine kötü davranmayı, sıkıştırmayı artırdılar. Bunun üzerine dayanamayarak ağlamaya ve: ”Ey babacığım! Sana verdikleri sözü ne çabuk unuttular! Ne çabuk vasiyetine uymadılar!.. Ah! Cariyenin oğullarının, oğluna yaptıklarını bir bil sen!" diye seslenmeye başladı. Daha sonra Yehuda ortaya atılarak kardeşlerine şöyle dedi: ”Bana onu öldürmeyeceğinize dair söz vermediniz mi?" Onlar da: ”Evet söz verdik" diye cevap verdiler. Bunun üzerine: ”Öldürmeden daha hayırlısını size göstereyim mi? Onu kuyuya atın" dedi. Bunu duyan kardeşlerinin kızgınlıkları geçti ve: ”Öyle yapalım" dediler. Böylece

kuyunun dibine atmaya ittifakla karar verdikleri zaman beline bir ip düğümleyerek içeriye doğru sarkıttılar. Çünkü kuyunun üst kısmı dar, dibi ise genişti. Yûsuf (aleyhisselâm), ipe tutunarak dışarı çıkmak istedi. Onlar da Yûsuf’un iki elini bağladılar. Gömleğini babalarını aldatmak amacıyla yalancı kan sürmeye karar verdikleri için üzerinden soydular. Bunun üzerine Yûsuf kardeşlerine şöyle dedi: ”Ey kardeşlerim! Gömleğimi bana geri verin ki, yaşadığım sürece giyeyim ve öldükten sonra da kefenim olsun." Buna rağmen gömleğini geri vermediler. Üstelik kuyunun yarısına kadar indiğinde ipi keserek ölmesi için onu içeriye bırakıverdiler. Ancak kuyunun içerisinde su vardı." Yûsuf suya düştü. Sonra da kuyunun kenarında bulunan bir kaya parçasına tutundu ve ağlayarak ayağa kalktı.

Hasen el-Basrî şöyle dedi: ”Yûsuf (aleyhisselâm) kuyuya on iki yaşında iken atıldı. Babasına ise kırkından sonra kavuştu."

Yûsuf (aleyhisselâm)'un on yedi yaşında iken kuyuya atıldığı da rivayet edilir.

Kuyuya atılınca şöyle dediği söylenir: ”Ey şahit olup gaip olmayan, yakın olup uzak olmayan, galip olup mağlup olmayan Allah'ım! Bana içinde bulunmuş olduğum şu durumdan bir kurtuluş ve çıkış yolu göster..."

Kevâşîde denir ki: Yûsuf (aleyhisselâm) kuyuda üç gün kaldı ve Cibril (aleyhisselâm) kendisine bu sırada şu duayı öğretti: ”Her kederi gideren, her duayı kabul eden, her kırığı saran ve her yalnızı avutan Allah'ım!.. Muhakkak senden başka ilâh yoktur. Seni tesbih ederim. Senden bana bir kurtuluş, bir çıkış yolu kılmanı, kalbime sevgini yerleştirmeni, beni korumanı ve bana acımanı istiyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi Allah'ım!.."

Biz Yûsuf'a: 'Yemin olsun ki sen onların sana yaptıkları

bu işlerini, devlet idaresinde hatırı sayılır, güçlü bir kimse olacağından ve durumunun bu hale geleceğini akıl edemeyeceklerinden dolayı

onlar senin Yûsuf olduğunun

farkına varmaksızın gelecek bir gün

kendilerine haber vereceksin' diye kendisini müjdelemek ve avutmak için

vahyettik. Allah'ın Yûsuf (aleyhisselâm)'a gönderdiği bu vahiy, nübüvvet ve peygamberlik vahyi idi.

16

Akşamleyin gün battıktan sonra

ağlayarak babalarına geldiler. Özellikle gün battıktan sonra gelmelerinin sebebi babalarına mübalağalı olarak özür beyan etmekti.

Kadının birinin, kocasını Şurayh'a şikâyet ettikten sonra, ağladığı rivayet edilir. Bunun üzerine Şa'bî, Şurayh'a şöyle der: ”Ey Ümeyye'nin babası! Bana kalırsa bu kadın mazlum. Görmüyor musun ağlıyor." Şurayh ona şu cevabı verir: ”Yûsuf (aleyhisselâm)'un kardeşleri de zalim oldukları halde ağlayarak geldiler. Kadıya (hakime), ancak kanun gereği hüküm vermek yaraşır."

17

'Ey babamız! Biz atış ve koşuda

yarışmak için sahraya

gittik, Yûsuf'u da elbise ve azık gibi

eşyamızın yanında bırakmıştık. Ne yazık ki, bizim peşimizden

onu kurt yemiş! Fakat biz doğru söyleyenler olsak da, Yûsuf'a aşırı sevginden dolayı

sen bize inanmazsın.' Durum böyleyken bize inanmıyorsan, sözümüze güvenmeyip, bize karşı kötü zan beslerken hiç inanmazsın

dediler.

18

Gömleğinin üstünde yalancı bir kan ile geldiler. Bir hayvan derisi yüzerek kanını Yûsuf un gömleğine sürdükleri rivayet edilir. Ancak gömleği yırtmayı akıl edememişlerdi. Ya'kûb (aleyhisselâm) Yusufun haberini duyunca, bütün gücüyle bağırarak: ”Gömlek nerede?" dedi. Gömleği aldı ve yüzüne sürdü. Gömlekteki kan yüzüne bulaşmcayadek ağladı ve ”Vallahi ömrümde

19

bunun gibi yumuşak huylu bir kurt daha görmedim. Yavrumu yediği halde üzerindeki gömleği parçalamamış" dedi.

Ya'kub dedi ki: 'Belki de nefisleriniz size tarif edilmeyen, bilinmeyen kötü

bir şeyi güzel gösterdi. O bu sözle onların hem Yûsuf'a istediklerini yaptıklarını, hem de şu iki şey sebebiyle yalancı olduklarını kanıtlıyordu: Aşırı hasetlikleriyle tanınmaları, yırtık ve tırnak izi bulunmaması nedeniyle gömleğin sağlam olması. Çünkü ”Belki de nefisleriniz size bir şeyi güzel gösterdi" sözü, onların ”onu kurt yemiş" sözlerine cevap olarak söylenmişti.

Artık bana düşen, içerisinde insanlara şikâyet bulunmayan

güzel bir sabırdır. Şüphesiz sabır, içerisinde insanlara şikayet bulunmazsa güzel olur. İçerisinde yaratana şikâyet bulunan sabır ise, Allah'a kulluk hakkı gözetileceğinden dolayı daha güzel olur. Çünkü böyle bir sabırla, hem hatalara göz yummanın kerem sahibi kimselerin ahlâk anlayışından, hem de bağışlama, affetme ve özür kabul etmenin hayır sahibi kimselerin âdetinden olmasına rağmen her kapıya etkinin yalnızca yüce Allah'tan geldiği görülür.

Kim sana özür dileyerek gelirse özrünü kabul et. Söylediği şeyle doğru da yapsa, günah da işlese.

Yûsuf hakkında yalan olsa bile

sizin anlattıklarınız karşısında yardımına sığınılacak ancak Allah'tır.'

Beydâvî: ”İşledikleri bu günâh, eğer doğruysa peygamber olmayı beklemelerinden önce vuku bulmuştu" demektedir. Beydâvî' nin buradaki ”eğer doğru ise" sözü, peygamber olmayı beklemelerinin doğruluğunun şüpheli olduğuna işaret eder. Beydâvî bu görüşünde haklıdır. Çünkü peygamberler, peygamberlikten önce Allah tarafından korundukları gibi, peygamberlikten sonra da kendilerine lâyık olmayan, nefret uyandıran şeyleri işlemekten de masumdurlar.

Yüce Allah'ın ”sana ve Ya'kub soyuna nimetim tamamlayacaktır." (Yûsuf: 6) sözü ise Yûsuf (aleyhisselâm)'dan başka diğer kardeşlerinin peygamberliğine işaret etmemektedir. Çünkü Ya’kûboğullarına verilen nimetin tamamlanması açısından kendilerinden sonra peygamberlik zincirinin kopmaması onlar için yeterlidir. Tıpkı yüce Allah'ın ”Tevhid kelimesi" hakkında ”Bu sözü ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı" (Zuhruf: 28) buyurduğu gibi. Çünkü herkes tarafından kolaylıkla anlaşılacağı üzere bu söz, torunlarından bazılarının Allah'a şirk koşmayacağı anlamına gelmez.

Bir kervan yani Medyen yönünden gelip, Mısır'a giden bir grup

geldi. Yûsuf un içerisinde olduğu kuyuya yakın bir yerde mola verdi. Bu olay Yûsuf un kuyuya atılışından üç gün sonra oldu.

Ve sucularını kuyuya gönderdiler. O da gidip

kovasını su ile doldurmak için kuyunun içine doğru

saldı. Bunun üzerine Yûsuf'a ipe tutunması vahyolundu. Sucu ipi kuyudan dışarıya çekince, karşısında çok güzel bir erkek çocuğu olan Yûsuf’u buldu. Aslında tüm güzelliklerin yarısı Yûsufa verilmişti. Yûsuf’u görünce, kendisini ve arkadaşlarını müjdeleyerek:

'Müjde, işte bir oğlan!' dedi. Evet sucu eşine az rastlanan bir nimet bulmuştu...

Sucu ve arkadaşları,

onu bir ticaret malı olarak kafiledeki diğer arkadaşlarından, ondan elde edecekleri kazanca ortak olmamaları için

sakladılar. Halbuki Allah onların yaptıklarını çok iyi bilir. Sakladıkları sırları Allah'a gizli kalmaz.

20

Kafile Mısır'a vardığında sucu ile arkadaşları

onu değersiz bir pahaya, ya bozuk ve sahte oluşundan, ya da tartısındaki eksikliğinden, ölçülmemiş

sayılı birkaç dirheme sattılar. Yani onu tıpkı bir ticaret eşyası gibi pazara çıkardılar. Çünkü Yûsuf (aleyhisselâm)'un kim olduğunu ve başına neler geldiğini bilmiyorlardı. Bunun sebebi de, ya kaderde yazılı olan bir şeyin gerçekleşmesi için Yüce Allah'ın onlara Yûsufa sormayı unutturması, ya da sordukları halde konuştuğu dilin İbrânîce olması sebebiyle verdiği cevabı anlayamamalarıdır.

İbn Abbas'ın bir rivayetine göre Yûsuf (aleyhisselâm), yirmi dirhem karşılığında satılmış, başka bir rivayete göre ise bu meblâğ, yirmi iki dirhemdir.

Onlar yani satıcılar

zaten ona yani Yûsufa

karşı rağbetsiz idiler. İşte bunun için zikredildiği üzere onu değersiz bir ücret karşılığı sattılar. Çünkü onlar için Yûsuf bulunan bir şeydi. Buluntu bir şeyin sahibi onu küçümser ve sürekli olarak gerçek sahibinin her an ortaya çıkıp kendisinden çekip alacağı korkusunu taşır. Bundan dolayı karşısına ilk çıkan alıcıya en ucuz bir fiata satarak elinden çıkarmaya çalışır.

21

Mısır'da onu satın alan kimse, karısına dedi ki: 'Ona değer ver ve güzel bak. Yani güzelce yeyip içmesini ve rahat etmesini sağla.

Yûsuf (aleyhisselâm)'u satm alan bu kimse, ”Aziz" (yani Mısır idaresini elinde tutan) unvanıyla tanınan maliye bakanı ve ordu komutanı Kıtfîr'di. -Yûsuf (aleyhisselâm) da bu sırada on yedi yaşında bulunuyordu. Hapiste geçirdiği süreyle birlikte

Mısır Azizi'nin evinde toplam on üç yıl kaldı.- Otuz yaşında iken Reyyan Kıtfîr'i kendisine bakan tayin etti. Otuz üçüne ulaşınca da Allah (celle celalühü) kendisine ilim ve hikmet verdi. Yüz yirmi yaşında vefat etti. Defter kullanmayı ilk bulan oydu. Bu kimse, yani Aziz, Râil adındaki karısına dedi ki: ”Ona değer ver ve güzel bak."

İbn Abbas'a göre Mısır Azizi'nin karısının adı Râil'dir, lâkabı ”Züleyha"dır.

Umulur ki ihtiyaç duyduğumuz bazı işleri yapmakta

bize faydası olur. Ya da onu evlât ediniriz. Mısır Azizi bu sözü Yûsuf (aleyhisselâm)'un sıradan bir çocuk olmadığını sezdiği için söylemişti. Bunun için şöyle denilir: ”İnsanların en feraset sahibi olanları üç kişidir: Mısır Azizi, ”Babacığım! Onu ücretle (çoban) tut" (Kasas: 26) diyen Şıı'yab (aleyhisselâm)’ın kızı ve Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in halife olmasını isteyen Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh). Çünkü Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) hilâfete en uygun kişi olduğunu sezdi ve kendisinden sonra onu Müslümanların başına halife olarak tayin etti."

İşte böylece, Mısır'da adaletle hükmetmesi ve

kendisine rüyadaki bazı

olayların yorumunu ve başka ilimleri

öğretmemiz için Yûsuf’u o yere yani Mısır'a

yerleştirdik. Diğer taraftan ileride Aziz'in hanımıyla arasında geçecek olan olayda onun suçsuzluğunu anlaması amacıyla da hem Aziz'in gönlüne onun sevgisini yerleştirdik; hem de kendi evinde ona değer verdirdik, güzel baktırdık.

Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Hiçbir şey O'nun emrine karşı gelemez; hiçbir kimse O'na karşı koyamaz. Aksine O, bir şey yapmak istediği zaman, ona ”ol" der ve muhakkak o şey hemen olur.

Fakat insanların çoğu bunu

bilmezler.

22

Yûsuf bir yandan vücutça kuvvetlenip iyice geliştiği, yiğitlik çağma erdiği; diğer yandan da nonnal bir kimsenin otuzla kırk yaşında ulaşabildiği akıl olgunluğuna erkenden ulaşarak iyi ile kötüyü iyice ayırdedebildiği

buluğ çağma ulaşınca, ona ilim ve amelde olgunluk olan

hüküm ve ilim verdik. O da bu olgunlukla kendisini, insanlar arasında hak ve adaletle hükmetmeye, onlara başkanlık yapmaya hazırladı.

Hasan-ı Basrî, ”Yûsuf buluğ çağına ulaşınca, ona hüküm ve ilim verdik" âyetine dayanarak Yûsuf (aleyhisselâm)'un kuyuya atıldığı andan itibaren Peygamber olduğu görüşündedir. Onun için burada Mûsa (aleyhisselâm)'nın hikâyesinde zikredildiği gibi ”...Yiğitlik çağına erip olgunlaşınca..." (Kasas: 14) denilmemiştir. Çünkü Mûsa (aleyhisselâm)'ya vahiy, kırk yaşında, vücutça iyice gelişip, olgunlaştıktan sonra indi. Yûsuf (aleyhisselâm)'a ise henüz on sekiz yaşında vücutça iyice gelişmeye, akılca olgunlaşmaya başlarken indi.

Yukarıdaki âyette zikredilen ”hüküm"le amelî incelikler, ”ilim"le de nazarî (teorik) incelikler kasdedilmektedir. Çünkü Yûsuf (aleyhisselâm) nice zorluklara, belâlara ve musibetlere sabretti. Buna karşılık da kendisine nice sırların keşif kapılarını açtı.

İşte güzel davrananları Biz böyle Yûsuf'a yaptığımız gibi şaşırtıcı, güzel mükâfatlarla

mükâfatlandırırız. Çünkü Allah yaptıkları işlerde ”güzel davrananları sever." (Âli İmran: 148) Yüce Allah kimi severse o kimse dünya ve ahiret mutluluğuna erer. Bu anlamdaki Hadis-i Şerifin rivayeti şöyledir: ”Allah kulunu severse Cibril (aleyhisselâm)'e yüksek sesle Allah (celle celalühü) falan kulunu seviyor, sen de sev' der ve Cibril (aleyhisselâm) da o kulu sever. Daha sonra Cibril gök ehline (meleklere) seslenerek: 'Allah (celle celalühü) falan kulunu seviyor, siz de seviniz' der ve onlar da o kulu severler. Bunun üzerine yer ehli (insanlar ve diğer canlılar) arasında da bu kulun saygınlığı kabul edilir."0'

23

Evinde bulunduğu kadın, yani Züleyha, tıpkı hilekâr bir kimsenin karşısındaki kişinin elinde bulundurduğu herhangi bir şeyi elde etmek, onu kaçırmamak amacıyla türlü entrikalarla aldatmaya çalıştığı gibi, hedefine ulaşmak için Yûsuf (aleyhisselâm)'u kandırarak

onun nefsinden murad almak istedi. Ancak Yûsuf (aleyhisselâm), Züleyha'ya kendisinin tam anlamıyla iffet sahibi, nezih bir kimse olduğunu gösteriyordu. Çünkü bir yandan Züleyha'nın vücudunun güzel yerlerini sürekli gördüğü halde kendisine karşı istek duymuyor, bir yandan da emri altında olmasına rağmen, arzularını yerine getirmiyordu. İşte bunlar, onun iffetin ve temizliğin en yüksek mertebesinde olduğunu haykırıyordu...

Ve sayıları yedi olan tüm

kapıları üzerine

iyice kapatıp haydi gel!' dedi.

Züleyha ile Yûsuf (aleyhisselâm) arasında şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilir: ”Ey Yûsuf! Gözlerin ne güzel!" dedi. Yûsuf: ”Cesedimden yere akacak olan ilk şey gözlerimdir" dedi. Züleyha: ”Yüzün ne güzel!" dedi. Bu defa Yûsuf: ”Yüzüm toprağın yemesi içindir" cevabını verdi. Züleyha: ”Saçın ne güzel!" deyince Yûsuf: ”Cesedimden ilk dağılacak olan şey saçımdır" dedi. Bunun üzerine Züleyha: ”İpek yatak serilmiş bir halde hazır beklemekte. Kalk da sana olan ihtiyacımı gider" deyince Yûsuf: ”Arzularını yerine getirirsem cennetteki nasibimden olurum" cevabını verdi. ”Gözüm senin aşkınla dönmüş, sarhoş olmuş bir vaziyette. Sen de gözünü kaldır da benim şu güzelliğime, şu çekiciliğime bak" deyince Yûsuf: ”Güzelliğinle çekiciliğine kocan benden daha lâyıktır" dedi.

O da: benden yerine getirmemi istediğin hiyanet ve isyan anlamına gelen böyle bir iş yapmaktan

'Allah'a sığınırım. Çünkü kocanız Aziz

benim efendimdir, bana güzel davrandı. Beni satın aldıktan sonra size benimle ilgilenmenizi, cömert olmanızı emretti. Yani beni korudu. Şimdi tüm bu iyiliklerin karşılığı, ailesine kötülük yapmak suretiyle kendisine ihanet etmek değildir. Bu sözlerle Yûsuf (aleyhisselâm) Züleyha'ya uygun bir dille kocası Aziz'in hakkına riayet etmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu.

Şüphesiz ki zalimler ne olursa olsunlar

felah bulmaz'lar. Yani zafer ve kurtuluş dairesi içerisine girmezler

dedi.

Bu âyet, yapılan iyilikten anlamanın vacip olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Yûsuf (aleyhisselâm), Züleyha'nın arzularını yerine getirmeyi iki sebepten dolayı reddetti:

Birincisi: Günah ve zulüm olduğundan dolayı. İkincisi: Kocasının kendisine yaptığı iyilikten dolayı.

24

Yemin olsun ki, kadın ona meyletti. Yani kendisini Yûsufa gösterip, nefsinden murad almak için kapıları kapattıktan ve ”haydi gel!" diyerek yanına çağırdıktan sonra, onunla birleşmeyi, cinsel ilişkide bulunmayı büyük bir azimle istedi. Belki de bu arada Yûsuf (aleyhisselâm)'u kapıya doğru kaçmaya zorlayan, Züleyha'nın elini kendisine uzatarak açması, kucaklaşmayı istemesi gibi birtakım hareketler de meydana gelmiş olabilir.

Eğer Rabbinin zinanın çok çirkin, büyük bir günah olduğunu gösteren

delilini, yani doğruyu gösteren mucizesini

görmeseydi, o da insanoğlunun tabiatı ve gençlik şehveti gereği zorlanmadan herhangi bir amaç izütmeksizin

kadına meyledecekti. Ancak Yûsuf (aleyhisselâm) böyle bir zina suçu işlemediği gibi, haram olan herhangi bir şeye de meyletmeyen birisiydi. Bunun için âyet-i kerîme'de ”...ikisi de birbirleriyle birleşmeye meylettiler" gibi bir anlam bulunmamaktadır. Bu da ”meyletme'îim tek taraflı olduğunun kanıtıdır. Diğer taraftan âyetteki Yûsuf (aleyhisselâm)'un ”Rabbinin delilini görmesi" ndeki amaç, zinayı gerçek yönüyle çok çirkin bir suç olarak yakinen bilmesiydi. Çünkü böyle bir bilgiyle olayların iç yüzü gerçek şekilleriyle ortaya çıkar. Tıpkı Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem)'nün şu sözünde olduğu gibi: ”Cennet'in etrafı nefse hoş gelmeyen şeylerle. Cehennem'in ise şehvetlerle çevrilmiştir." (4)

İşte böylece Biz, kötülük yani efendiye hiyanet etmeyi

ve fuhşu, yani zinayı

ondan uzaklaştırmak için böyle yaptık. Ona delillerimizi gösterdik ve öğrettik. Çünkü zina çirkinlikte haddi çok aşan bir günahtır.

Burada Yûsuf (aleyhisselâm)'un kesinlikle günah işlemeye meyletmediğinin, böyle bir şeye asla yönelmediğinin, açık ispatı vardır. Eğer aksi olsaydı âyette: ”Biz onu kötülük ve fuhuştan uzaklaştırmak için" denilirdi. Ancak durum böyle olmadı. Aksine kötülük ve fuhuş ona dışarıdan geldi. Yüce Allah da dışarıdan gelen kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırdı.

Çünkü o, Allah'ın kendilerini itaat etmekten alıkoyacak şeylerden korumak suretiyle kendisine itaat için seçtiği

ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı. Burada Şeytanın Yûsuf (aleyhisselâm)'u kandırmak için bir yol bulamadığının ispatı vardır. Nitekim Sâd sûresinin 82. âyetinden de anlaşılmaktadır ki İblis, ihlâslı kulları azdıramıyacaktır. Orada şöyle buyrulur: ”İblis: 'Senin mutlak kudretine Yemin olsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım' dedi." (Sâd: 82)

Bahru'l-Ulûm’da şöyle denilmektedir: ”Bil ki yüce Allah (celle celalühü), Yûsuf (aleyhisselâm)'un günah işlemediğine şahit oldu. Diğer taraftan onun iyilik yapan, ihlâsa erdirilmiş seçkin kulları arasında olması sebebiyle de Allah (celle celalühü) kendisini övdü. Bunun için kim olursa olsun, herkesin Yûsuf (aleyhisselâm)'un sadece nezih, temiz, iffetli, şer ve fitne anında doğru yoldan sapmayıp sapasağlam ayakta kalması gibi özelliklerini incelemekle yerinmemeleri gerekir. Aksine onlardan ibret almalıdırlar."

Bu konuda Hasan-ı Basrî şöyle demektedir: ”Allah (celle celalühü), peygamberlerin kıssalarını, onlara acıyasınız diye değil, aksine O'nun rahmetinden ümit kesmeyesiniz diye anlatır. Çünkü Peygamberin yapmış olduğu şeylerdeki gerekçeleri, Allah katında daha fazla geçerlidir. Bunun için tevbeleri de (kabulü halinde) peygamber olmayan kimselerin tevbelerinden daha çabuk kabul edilir. Burada Yûsuf (aleyhisselâm)'un tevbe edip, etmediğine ilişkin herhangi bir şeyin zikredilmemesi, onun günah işlemediğinin delilidir. Çünkü yüce Allah, peygamberlerin küçük bile olsa, işledikleri tüm günahları onların daha sonra vazgeçerek tevbe ve istiğfar ettiklerine değinmeden hiçbir zaman zikretmemiştir. Tıpkı Adem, Nuh, İbrahim ve Süleyman (Aleyhimu's-Selâm) peygamberlerin işledikleri günahları ve o günahlardan yaptıkları tevbelerini zikrettiği gibi."

25

İkisi de evin çıkış yolu olan

kapıya koştular. Ancak burada ikisinin de koşuş sebebi farklıydı. Yûsuf, Züleyha'dan kaçmak, o ise Yûsuf un çıkmasını önlemek için kapıya doğru koşuşuyorlardı.

Kadın onun gömleğini arkadan yırttı. Yani onun arka tarafından gömleğini tutarak çekti, bunun üzerine gömlek yukarıdan aşağıya ikiye ayrıldı.

Kapının yanında onun kocasına yani Kıtfîr'e tam içeri girerken

rastladılar. Kadın dedi ki: 'Senin ailene zina veya benzeri bir

kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan ya da kırbaç gibi âletlerle dövülerek

acıklı bir işkenceden başka bir şey midir?' Züleyha: ”Ben yatakta uyurken bu İbranî hizmetçi gelerek elbisemi soydu ve nefsimden murad almak istedi"dedi. Bunun üzerine Aziz, Yûsuf (aleyhisselâm)'a dönerek şöyle dedi: ”Ey hizmetçi! Ben sana iyilik yapıyorum, sen ise bana hıyanette bulunuyorsun. Senden beklenen karşılık bu mu olmalıydı?"

26

Yûsuf: Kendisini savunmak ve ırzını korumak için

'Hayır o kendisi beni birleşmeye davet ederek

benim nefsimden murad almak istedi' dedi.

Kadının akrabasından biri yani henüz beşikte bir çocuk olan dayısının oğlu

şöyle şahitlik etti: 'Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın yani Züleyha

doğru söylemiştir, o yani Yûsuf

ise savunduğu iddiasında

yalancılardandır. Çünkü bu hal, kadını onun istediği, bunun üzerine kadının da onu kendisinden uzaklaştırmak amacıyla ittiği ve bu sırada gömleğinin önden yırtıldığı anlamına gelir.

Yüce Allah'ın bu olaya şahitlik yapmak amacıyla özellikle kadının akrabalarından birini seçmesinin hikmeti, o kimsenin, Züleyha aleyhindeki delilinin dalia geçerli olması, Yûsuf'un suçsuzluğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve kendisine yöneltilen suçun yanlışlığının iyice anlaşılması içindi.

Bil ki, henüz beşikteyken konuşan bir grup bebek vardır. Bunların bazıları şunlardır: Yûsuf (aleyhisselâm)'a şahitlik eden kimse, İsa (aleyhisselâm), (Meryem Suresinde bu konuşma olayından söz edilecektir.) Hendeğe atılanların yanlarında bulunan çocuk. Firavunun kızının bayan kuaförünün oğlu ve Rahip Curayc'e isli ad edilen çocuk.

Bu sonuncunun kıssası şöyledir: Curayc bir manastırda Rabbine ibadet le meşguldür. İsrail oğullarından fahişe bir kadın: ”Yemin olsun ki mutlaka onu fitneye düşüreceğim" diye yemin eder. Böylece doğru Curayc'a gelir ve kendisini ona arzeder. Ancak o, kadına dönüp bakmaz. Bunun üzerine kadın, Curayc'ın manastırında koyunlarıyla birlikte kalan bir çobanı baştan çıkarıp onunla yatmayı başarır. Daha sonra bir oğlan çocuğu doğurur ve babasının Curayc olduğunu iddia eder. Oradaki insanlar Curayc'ı döverler, manastırını da yıkarlar. Bunun üzerine Curayc, namaz kılar, Rabbine duada bulunur. Sonra da çocuğun yanına gelir. Elini başına koyarak: ”Seni yaratan hakkı için, bana babanın kim olduğunu söyle!" der. Çocuk da Yüce Allah'ın izniyle dile gelir ve: ”Babam filan çobandır" der. İnsanlar bunu işitince Curayc'dan özür dilerler ve manastırını yeniden inşa ederler.

27

Eğer onun gömleği arkadan yırtıldıysa, kadın iddiasında

yalan söylemiştir. O ise doğru söyleyenlerdendir.' Çünkü bu hal kadının, Yûsuf’un arkasından gelerek gömleğini çektiği, böylece yırtıldığı anlamına gelir.

28

Efendisi Aziz,

Yûsuf’un gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce onun suçsuzluğunu, doğru söylediğini anladı ve

(kadına): 'Şüphesiz içerisine anlaşmazlık giren

bu olay başkasının değil,

sizin tuzağınızdır, başvurduğunuz hile cinsindendir. Ey kadınlar!

Çünkü sizin tuzağınız gerçekten büyüktür' dedi. Bunun üzerine Züleyha utandı.

Buradaki hitapta yapılan genellemenin amacı, tuzak kurma ve hile yapmanın kadınların huylarında kökleşmiş olduğunu belirtmektir.

Evet... Kadınların tuzağı gerçekten büyüktür. Çünkü bu huy kalbe daha fazla yapışıp, takıldığı gibi, nefise olan etkisi de erkeklerin tuzağından daha fazladır. İşte bundan dolayı Aziz, kadınların tuzağını erkeklerinkine göre daha büyük ve daha ağır olarak niteliyor. Diğer taraftan Şeytan kadınlara vesvesesini gizlice, hissettirmeden verir. Onlar da bunu erkeklere karşı kullanırlar. İşte bunun için buradaki ”büyüklük" şeytanın tuzağına oranladır.

Âlimlerden birinin şöyle dediği rivayet edilir: ”Şeytandan, kadından korktuğum kadar korkmuyorum. Çünkü Yüce Allah 'Şüphe yok ki şeytanın tuzağı zayıftır.' (Nisa: 76) derken, kadınlar için: 'Sizin tuzağınız gerçekten büyüktür' (Yûsuf: 28) demiştir."

29

Aziz:

'Ey Yûsuf! Sen bundan uzak dur. Yani bu meseleyi, yayılıp da insanların beni ayıplamamaları için açığa vurma ve kimseye söyleme.

Ey kadın! Yani Ey Züleyha!

Sen de işlemiş olduğun

günahın affını dile. Çünkü sen bu suçu işlemekle, bilerek günah ve hata yapan

günahkârlardan oldun.' dedi.

Hadis-i Şerifte: ”Âdemoğlunun hepsi hatalıdır. Hatalıların en hayırlıları ise tevbe edenlerdir." buyurulmuştur.

Aziz, yumuşak huylu bir kimse olduğundan dolayı karısını sadece bu kadar azarlamakla yetindi. Bazıları da onun, karısına karşı fazla kıskanç olmadığını söylerler.

Bir rivayete göre ise; kırk gün boyunca karısına yaklaşmayacağı konusunda yemin etmiş, Yûsuf’u da kendi hizmetinde kullanmak suretiyle Züleyha'nın yanından uzaklaştırmıştır. Böylece Züleyha Yûsuf’u göremez olmuştur.

30

Şehirdeki bazı kadınlar yani ekmekçi, sucu, hayvanlardan sorumlu memur, hapishane görevlisi ve kapıcının kadınlarından oluşan beş kişilik bir grup

dediler ki: 'Aziz'in, Kıtfîr'in

karısı, uşağının nefsinden onu kandırarak

murad almak, onunla ilişkide bulunmak

istiyormuş, Yûsuf'un sevdası onun kalbine, kalbinin derinliklerine

işlemiş! Biz onu gerçekten kimsenin gözünden kaçmayacak bir şekilde doğruluk ve olgunluktan uzaklaşmış, hataya düşmüş olarak

açık bir sapıklık içinde görüyoruz.' Buna kesin olarak inanıyoruz. Âyette geçen ”Azız" Arapça Melik yani kral demektir. Burada kasdedilen Kıtfîr'dir.

Görüldüğü gibi kadınlar, Züleyha'nın Yûsufa karşı duyduğu bu meşru olmayan hisleri aralarında birbirlerine anlatırlarken, özellikle ”Aziz'in karısı" tabirini isnad halinde kullanmaya özen göstermişlerdir. Sebebi ise, böyle çirkin bir olayın Aziz gibi hatırı sayılır birinin karısı tarafından işlenmesinin olağan dışı bir olay olarak görülmesi ve büyük yankı uyandırmasıdır. Çünkü insanlar, hatırı sayılır çevrelerde geçen haber ve olayları, işitmeye ve öğrenmeye fazla meraklıdırlar.

31

Züleyha

onların, Aziz'in karısı Kenanlı kölesine aşık olmuş, şeklinde yaptıkları

dedikodusunu duyunca, onlara ziyafet vermek bahanesiyle tuzak kurup hem Yûsuf'u görmelerini, hem de onu görünce güzelliğinden şaşkına dönüp, ona âşık olarak hakkında yaptıkları dedikodulardan dolayı kendisine hak vermelerini sağlamak için

davetçi gönderdi. Züleyha'nın, aralarında yukarıda sözü edilen beş kadının da bulunduğu, kırk kadını davet ettiği söylenir.

Bir yandan da onların tıpkı lüks bir hayat süren kimselerin yaptığı gibi, yeyip içerken yaslanmaları

için dayanacak yastıklar hazırladı. Oturup yastıklara dayandıktan sonra

herbirinin eline kendilerine takdim edilen et ve meyve gibi yiyecekleri kesmekte kullanmaları için

bir bıçak verdi. Züleyha, onların bıçakları ellerinde olduğu halde yastıklara yaslanarak oturmalarını özellikle istedi. Çünkü Yûsuf birden karşılarına çıkınca, güzelliğinden dolayı şaşkına dönmelerini, akıllarının başlarından gitmesini ve böylece kendilerinden geçerek ellerini kesmelerini istiyordu.

Kadınlar bıçakla ellerindeki meyve gibi şeyleri soymakla uğraşırlarken, Züleyha

(Yûsufa): Ey Yûsuf!

'Çık karşılarına' dedi. Bunun üzerine o da salonun orta yerine geldi.

Kadınlar onu görünce, gözlerinde büyüttüler ve olağanüstü güzelliği karşısında donup kaldılar. Öyle ki ne yaptıklarını bilemeyecek derecedeki şiddetli

şaşkınlıklarından bıçaklarla

ellerini kestiler ve dediler ki: 'Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bu asla bizim gibi

bir beşer değildir. Çünkü böyle bir güzelliğin insanoğlunda bulunması alışılmış bir şey değildir.

Kâşânî der ki: ”Yûsuf (aleyhisselâm) kadınların karşısına ansızın çıkınca, kadınlar onda gördükleri güzellik ve yakışıklılık karşısında dehşet ve hayrete düşerek ellerini kestiler."

Bu ancak değerli bir melektir!' Onun bir insan olduğunu bildikleri halde böyle söylemelerinin amacı, meleğin güzellik simgesi olması sebebiyle yaratılış açısından ondan daha güzel ve daha olgun başka bir yaratığın bulunmadığının herkes tarafından kabul edilmesidir. Tıpkı şeytandan daha çirkin bir yaratığın bulunmadığının herkes tarafından kabul edilmesi gibi. Yani kadınlar bu sözleriyle Yûsuf’un son derece güzel olduğunu ifade etmeye çalışıyorladı.

Alimlerden biri şöyle demiştir: ”Melekleri yaratıldıkları biçimde görmememiz, Allah'ın bize olan lütfundandır. Çünkü onlar en güzel biçimde yaratılmışlardır. Biz melekleri görseydik, şekillerinin güzelliğinden gözlerimiz ve ruhlarımız uçardı. İşte bunun için Allah'ın Rasûlü meleği görmeye, önce rüya ile alıştı. Çünkü insan gücü, meleği aniden görmeye tahammül edemez. Peygamberliğin başlarında ise, Cibril (aleyhisselâm)'i gerçek şekliyle görünce buna dayanamayıp, kendinden geçerek yere yıkıldı."

32

Kadınlara

dedi ki: 'İşte hakkında beni kınadığınız şahıs budur.

Yûsuf’un ta kendisidir. İşte şimdi siz onun kim olduğunu öğrendiniz.

Böylece aralarında yaptıkları dedikoduyla onu yermelerinde haksız olduklarını kendilerine ispatlayıp, Yûsuf’u sevmesindeki gerekçesini göstermek suretiyle, tıpkı kendisi ona aşık olduğu gibi, kadınların da aşık olmasını sağladıktan sonra, geri kalan sırrını da onlara açtı. Aslında âşıkların hepsi böyledir. Başkalarının kendilerini yermelerinden korkmadan, cahillerin aşağılama ve azarlamalarına aldırmadan birbirlerine kalblerinde gizli tuttukları sırları açarlar.

Tıpkı söylediğiniz ve işittiğiniz gibi

ben ondan benimle beraber olmasını isteyerek

onun nefsinden murad almak istedim, fakat o bundan Allah'a sığınarak

şiddetle sakındı. Burada Hazret-i Yûsuf’un içinden kadının arzularına uymayı geçirmesi gibi, kendisinden Allah'a sığınmaya zarar verecek herhangi bir fiilin meydana gelmediğinin açık delili vardır.

Yemin olsun, eğer o kendisine arzumu yerine getirmesi için

emredeceğim şeyi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve elbette zindandaki

zelillerden olacaktır.'

33

Yûsuf, Rabbine yalvararak:

'Ey Rabbim! Bana zindan, bunların benden arzuladığı şeye uymamı

istediklerinden daha iyidir. Çünkü birinci seçenekte, ikincisinin aksine âkibetin güzel olması vardır. Burada Yûsuf tan Züleyha'nın arzusuna uyması isteğinin kadınların tümünden geldiğini görüyoruz. Çünkü onların hepsi birden Yûsufa bu isteğe uymasını tavsiye etmişler, aksi halde kendisine zarar verecekleri konusunda onu korkutmuşlardı.

Hakimlerden bazıları şöyle der: ”Kötülüğü uzaklaştıran Rabbim bana daha sevgili ve hoş gelir" deseydi, Allah (celle celalühü) içine düştüğü bu kötü durumu kendisinden uzaklaştıracaktı. Ancak o, diniyle birlikte günah işlemekten kendisini kurtarınca, Allah yolunda başına gelenlere artık aldırmadı. Zaten ”belânın gelip gelmeyeceği, mantığa yani konuşmaya bağlıdır."

Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen, şehvetin kuvvetli olması gereği

onlara meyleder ve benden yapmamı istedikleri haramı işleyerek

cahillerden, sefillerden

olurum,' dedi. Bu sözün anlamı, onun Allah'ın lütuflarma sığınması, iltica etmesi demekti. Tıpkı yardım isteyen kişinin: ”Yetiş yoksa öleceğim" demesi gibi. Çünkü Yûsuf (aleyhisselâm) bir yandan iffetli olmayı ve günah işlememeyi isterken, diğer taraftan da içinden bir istek onu kadınların arzularına uymaya zorluyordu.

34

Rabbi onun duasını kabul etti ve duasında istediği şekilde

onların hilesini ondan uzaklaştırdı. Onu koruyarak o derece iffet ve ismet üzere olmasını sağlamlaştırdı ki, artık zindanın zorluk ve mihnetine katlanmaya kendisini alıştırmaya başladı. Günah işlemeyi içeren lezzete karşı zindanı yeğledi.

Çünkü O, kendisine yalvarıp yakaranların duasını

çok iyi işiten, onların yararına olan şeyleri, onların durumlarını

pek iyi bilendir.

Şeyh Ebû Bekir Ed-Dekkâk'ın şöyle dediği rivayet edilir: ”Mekke'de yirmi yıl kaldım. Bu süre içinde canım hep süt içmek istiyordu. Sonunda nefsim bana üstün geldi ve Usfan'a gitmek üzere yola koyuldum. Daha sonra Arap mahallelerinden birine misafir olmak istedim. Burada gözüm güzel bir cariyeye takıldı. Kalbimi çelmişti. Bana: ”Ey Şeyh! Sen gerçekten sadık bir kul olsaydın, süte karşı olan iştahın giderdi" dedi. Bunun üzerine Mekke'ye döndüm ve Kabe'nin etrafını tavaf ettim. Daha sonra rüyamda bana lâkabı ”sıddîk" olan Yûsuf (aleyhisselâm) gösterildi. Kendisine: ”Ey Allah'ın Nebisi! Züleyha'dan kurtulman sebebiyle Allah, gözünü aydın kıldı." dedim. O da bana: ”Hayır, aksine Usfanlı cariyeden kurtulman nedeniyle Allah senin gözünü aydın kıldı" dedi. Sonra da ”Rabbinin makamında durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır." (Rahman: 46) âyetini okudu."

Nitekim şair şöyle demiştir:

Yaparsan gözünü kalbine delil Gördüklerin sana yorgunluk verir. Gördüğün herşeyi edemezsin elde Azına da sabredemezsin elbette.

35

Sonra Aziz ve arkadaşları, çocuğun şahitliği ve gömleğin yırtılması gibi, Yûsuf’un suçsuz olduğunu ispatlayan

kesin delilleri görmelerine rağmen halkın dedikodusunu kesmek için ”Allah'a Yemin olsun, zindana atılmalıdır" diyerek

(yine de) onu belirli

bir zamana yani dedikodular bitinceye

kadar mutlaka zindana atmaları kendilerince uygun görüldü.

Aynı şekilde Aziz'in karısı da Yûsuf’un zindana atılmasını istiyordu. Ancak bundan amacı kocasıyla arkadaşlarının düşündükleri gibi halkın dedikodusunu önlemek değildi. O, zindanın Yûsuf’u zelil kılmasını, kendisine boyun eğmesini ve insanların onu suçlu olarak görmelerini istiyordu. İşte böylece Yûsuf zindanda beş, ya da başka bir rivayete göre yedi yıl kaldı.

Âyette hazif vardır. Müfessirler tarafından şöyle takdir edilmiştir: Yûsuf hakkında onların görüşleri değişip, onu hapsetmeyi düşündükleri için hapsettiler, zindana attılar.

Aslında kadının kocası Yûsuf’un suçsuz olduğunu farkedince ona dokunmamıştı. Bunun üzerine kadın başka bir yoldan hileye başvurarak kocasına şöyle dedi: ”Bu İbranî hizmetçi benim hakkımda: ”O kendisi benim nefsimden murad almak istedi" gibi sözler sarf edince, kendimi savunmaya gücüm kalmadı. Halkın bu konuyu unutması için bence, en iyisi onu hapsetmelisin."

Aziz karısına itaat eder, isteklerini hemen yerine getirirdi. Diğer bir deyişle ipler karısının elinde idi. Karısının bu sözüne al dan arak gördüğü, Yûsuf’un suçsuzluğunu kanıtlayan kesin delilleri unuttu ve onun iddiaları doğrultusunda hareket etti. Böylece Yûsuf’un küçük düşmesine ve hakir görülmesine sebep oldu.

36

Yûsuf içeri atılırken

onunla birlikte zindana, kralın hizmetçilerinden olan ve biri su taşıyan, diğeri de ekmek yapan

iki delikanlı daha girdi. Bir rivayete göre bu iki delikanlı kralı öldürmek amacıyla onun yiyeceğini ve içeceğini zehirlemeye karar verirler. Ancak sucu bunu yapmaktan daha sonra vazgeçer. Yemek gelince krala: ”Ey Kralımız! Sakın yeme! Çünkü ekmek zehirlidir" der. Bunun üzerine ekmekçi de: ”Ey Kralımız! Sakın bir şey içme! Çünkü içki zehirlidir," der. Kral bu durumu görünce sucuya: ”Bunu iç!" diyerek ona içmesini emreder. O da içer, ancak kendisine bir şey olmaz. Bu sefer ekmekçiye dönerek: ”Bunu ye!" emrini verir. Ekmekçi yemeyi reddeder.

Bunun üzerine kral yemeğin zehirli olup, olmadığını denemek için bir hayvana yedirir. Hayvan anında ölür. Kral hemen ikisinin de hapsedilmesini emreder. Burada Yûsuf la beraber hapse atılmaları aynı zamana denk gelir.

Onlardan biri yani sucu

dedi ki: 'Ben rüyamda kendimi içerisinde üzüm salkımları olan bir tarlada üzüm toplarken, bu sırada elimde bulunan kralın bardağının içerisine

şarap yani üzüm

sıktığımı ve kendisine takdim ettiğimi, onun da bunu içtiğini

gördüm.' Burada ”üzüm" yerine ”şarap" kelimesini kullanmasının amacı, şarabın üzüm suyunun sıkılarak bekletilmesi sonucunda değişim yoluyla elde edilmesindendir. Yani şarabın aslının üzüm olduğuna işaret edilmektedir.

Diğeri de yani ekmekçi:

'Ben de kendimi kralın mutfağında

başımın üstünde, içerisinde ekmekle çeşitli yiyeceklerin bulunduğu sepetleri ve yırtıcı

kuşların bu sepetlerden alarak

yediği ekmeği taşıdığımı gördüm, dedi. Daha sonra ikisi birden:

'Onun yani sana bildirdiğimiz bu iki rüyanın

yorumunu bize haber ver. Çünkü biz seni rüya tabirinden anlayanlardan,

güzel davrananlardan görüyoruz' dediler. Delikanlılar bu sözü Yûsuf un zindandaki bazı tutukluların anlattıkları rüyaları doğru olarak yorumladığını, sonra da olayların onun yorumladığı şekilde cereyan ettiğini görünce söylediler.

37

Yûsuf gençlerin bu durumundan istifade ederek isteklerini yerine getirmeden önce onları Tevhid Dini'ne davet etmek, kendilerine imanı öğretmek ve onun güzelliğini göstermek istedi. Tıpkı tüm peygamberlerin hidayete, irşada ve insanlara şefkatli olmaya davet ederken kullandıkları metotta olduğu gibi... İşe onlara kendisinin bu davetindeki ve rüyaları yorumlamasındaki haklılığını ve doğruluğunu ispat etmek için, mucize olarak onların bilmedikleri bazı gayb haberlerini vermekle başladı ve

dedi ki: 'Size içinde bulunduğunuz bu yerde

yedirilecek yemek size gelmeden önce, onun yorumunu mutlaka size haber vereceğim. Yani ne suretle olursa olsun, sizin için hazırlanan yemeğin rengini, kokusunu, diğer özelliklerini, şeklini ve mahiyetini size bildirmeden yemeğiniz buraya alaşmayacaktır. Zaten zindandakilere İsa (aleyhisselâm)'nın hali gibi bilinmeyen bazı olaylardan haberler veriyordu.

İşte bu şekilde Yûsuf (aleyhisselâm) onlara henüz yemekleri zindana getirilmeden, ondan haber verip özelliklerini bildirince: ”Bu kâhinlerle yıldızlara bakan müneccimlerin işidir" dediler. Bunun üzerine Yûsuf onlara şöyle cevap verdi: Ben kâhin değilim.

Bu rüyaları yorumlamam, gaybten haberler vermem, kahinlik yapmak, yıldızlara bakmak kabilinden değil, aksine ilham ve vahiy yoluyla

Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Çünkü ben Allah'a inanmayan bir kavmin dinini, doğru ile yanlışın içerisine karışmasından sonra değil, başından beri

terkettim. Onlar âhireti Dünya'da işlenen amellerin oradaki karşılıklarıyla beraber

inkâr edenlerin tâ kendileridir.

38

Burada Yûsuf, delikanlıları, söyleyeceklerini dinlemeye özendirmek ve onların kendisine olan güvenlerini artırmak için onlara kendisinin şerefli bir soydan geldiğini, peygamber sülalesinden olduğunu bildirerek şöyle dedi:

Atalarım İbrahim, İshak ve Ya'kub'un dinine uydum. Allah'a ister melek, ister cin, ister insan, ne olursa olsun

herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yani Peygamberler topluluğuna kesinlikle

yaraşmaz.

Bu tevhidin, vahiy yoluyla hem

bize ve bizim vasıtamızla tüm

insanlara gönderilmesi, hem de onlara doğru yol göstermemiz için bizim görevlendirilmemiz,

Allah'ın lütfundandır. Fakat kendilerine peygamber gönderilen

insanların çoğu buna

şükretmezler. Aksine kendilerine gönderilen peygamberden yüz çevirirler, sakındırdığı şeyleri yapmaktan vazgeçmezler.

Peygamberlerin Allah'la kulları arasında birer vasıta olmaları sebebiyle, kullara hem Rablerine karşı kulluklarını pekiştirmek, hem de onlar vasıtasıyle Rablerini tanımalarının hakkını yerine getirmek için şüküretmeleri gerekir.

39

Yûsuf, delikanlılara kendisinin gerçek din olan ”Tevhid Dini" üzere olduğunu belirttikten sonra, onlara kavimlerinin putlara tapmakla kendilerine yanlış bir din edindiklerini güzel bir dille, yumuşak bir üslupla izah etmeye başladı. Onlara içerisinde gerçek dostlukların oluştuğu, nasihatlerin samimileştiği bu zor yerde sevgi adına seslenerek

Ey zindan arkadaşlarım! diye hitapetti ve onların putlara tapmalarının yanlışlığını ispat etmek amacıyla kendilerine şöyle bir soru yöneltti: Sizin için

çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gerçek anlamıyla ma'bud ve kimsenin üstün gelemiyeceği

kahredici olan, ilâhlıkta eşsiz

bir tek Allah mı?

40

Yûsuf, tekrar bu iki delikanlıyla, onlar gibi puta tapan diğer insanlara hitap ederek sözüne şöyle devam etti:

Siz Allah'ı bırakıp cehalet ve sapıklığınızdan dolayı

sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım anlamsız

isimlere tapıyorsunuz. Allah, onlar yani ibadet için kendilerine uyulan bu isimler, çeşitli adlar verip taptığınız putlar

hakkında doğruluklarını gösteren

herhangi bir delil indirmemiştir. Taktığınız bu anlamsız isimlere tapma konusundaki

hüküm Allah'tan başkasının değildir. Çünkü ibadete lâyık olan, herkesi yaratan, her şeyi elinde tutan ancak O'dur. Varlığını tüm delillerin ispatladığı

O da Peygamberlerin diliyle

kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.

İşte Allah'tan başkasına ibadet etmemeyi emreden, içerisinde eğri bulunmayan

dosdoğru din budur. Yani İslâm dinidir.

Fakat insanların çoğu bilmezler ve cehaletleri içerisinde sağa sola yalpalayıp dururlar.

Şunu bil ki, yüce Allah'tan başka her şey yok olmaya mahkum bir gölgeden ibarettir. Akıllı kimse gölgeye değil, aksine her şeyi olduğu gibi gölgeyi de yaratan Yüce Allah'a uyar. Allah'a uymaktan maksat ise, emrettiğini din olarak benimsemektir. Emrettiği şeylerden biri de açık ve gizli şirkten kaçınmak suretiyle ibadeti sadece kendisi için yapmaktır. Bu hal ise, sahibini, açık ve gizli her şeyi çok iyi bilen ve onların sahibi olan yüce Allah'a ulaştıran İhlasın ta kendisidir.

41

Ey zindan daki

arkadaşlarım! Rüyalarınıza gelince,

biriniz daha önce olduğu gibi

efendisine şarap içirecek. Burada ”biriniz" derken, cümlenin gelişi içki taşıyıcısını ima ettiğinden, açıkça kim olduğu belirtilmemiştir.

Yûsuf un içki taşıyıcısına: ”Gördüğün o üzüm bağıyla onun güzelliğinin yorumuna gelince, üzüm bağı krala, güzelliği ise onun yanındaki senin iyi durumuna işaret etmektedir" dediği rivayet olunur.

Diğeri yani ekmekçi

ise asılacak ve kuşlar onun başından beynini

yiyecekler. Yani Yûsuf ekmekçiye şöyle dedi. ”Ne kötü bir rüya gördün!.. Mutfaktan çıkışının anlamı, işinden olman demektir. Gördüğün üç adet sepet ise, üç gün geçeceği, daha sonra kralın seni yakalatma emri çıkararak çarmıha gereceği, sonra da kuşlar tarafından beyninin yenileceği anlamına gelir."

Rüyanızda görüp de

yorumu hakkında sorduğunuz iş bu şekilde

kesinleşmiştir.'

Rivayet olunduğuna göre, Yûsuf (aleyhisselâm) gençlerin rüyalarını tabir edince: ”Biz bir şey görmedik" diye inkâra kalkıştılar. Bunun üzerine Yûsuf onlara, söylediklerinin ister doğru, ister yalan olsun, mutlaka gerçekleşeceğini bildirdi. Durum, inkâr etme olayının ekmekçiden kaynaklandığını göstermektedir. Çünkü içki taşıyıcısının rüyasını inkâr etmesi için ortada bir sebep yoktu. Ancak arkadaşının durumunu göz önüne alarak inkâr etme yoluna gitmesi mümkündür. Durum ne olursa olsun, olaylar Hazret-i Yûsuf’un yaptığı yorum doğrultusunda cereyan etti.

Nitekim kral içki taşıyıcısını zindandan çıkardı ve emanete hıyanetlik yapmadığını anlayınca eski makamına getirdi, kendisine ikramda bulundu.

Aynı şekilde ekmekçiyi de zindanından çıkardı. Ancak onun kendisine hıyanet ettiğini anlayınca elbisesini soydu ve ölünceye dek kendisini kamçılattı. Sonra da çarmıha gererek cesedini yol üzerine bıraktı. Daha sonra kargalar oraya üşüştüler ve ekmekçinin kafasını yemeye koyuldular.

Tarihte ilk kez çarmıha gererek öldürmeyi, sözü geçen bu kral uygulamıştır. Daha sonra da şu âyette anlatıldığı gibi, Hazret-i Mûsa dönemindeki Firavun kullanmıştır: ”...Ve sizi hurma dallarına asacağım." (Taha : 71 )

Rivayete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir savaşından Medine'ye dönerken, Irku'z-Zabye diye isimlendirilen, altında gölgelenilen bir ağacın yanından geçti. Burada esirlerden Ukbe b. Ebî Muayt'ın çarmıha gerilmesini emretti. İslâm Tarihinde kâfirler içinde ilk çarmıha gerilen kimse bu şahıstır. Mekke'de iken Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iftira ediyordu. Bir keresinde de mübarek yüzlerine tükürmüştü.

Ölüm çeşitlerinin en zoru, nefesin vücutta hapsedilmesi sebebiyle çarmıha gerilmek suretiyle meydana gelenidir. Ancak hakim cezayı daha da şiddetlendirmek ve insanların ibret almalarını sağlamak amacıyla gerekli görürse, bazı suçlular için çarmıha gerilmek yoluyla ölüm cezasını uygular.

42

Yûsuf

onlardan, kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: 'Beni efendinin yanında an' ve ona: ”Zindanda suçsuz yere hapsedilmek suretiyle zulme uğramış, uzun süredir de orada bekletilen bir hizmetçi var" de. Belki acır da, beni bu çıkmazdan kurtarır."

Fakat şeytan onu, yani içki taşıyıcısına kalbine Yûsuf’u hatırlamasını engelleyecek işler ve vesveseler sokmak suretiyle

efendisine anmayı unutturdu. Dolayısıyla Yûsuf bu unutma nedeniyle

birkaç sene yani yedi sene

daha zindanda kaldı.

"El-Feth"'in müellifi, Yûsuf (aleyhisselâm)'un zindanda on iki sene beklediğini söylemiştir.

Bahru'l-Ulûm isimli eserde de musibetlerin giderilmesi için -genel olarak iyi bir şey olsa bile- Allah'tan başkasından yardım istemenin enbiya makamına yakışmayacağı bildirilmektedir. Çünkü enbiya, insanların en faziletlileri oldukları gibi, aynı zamanda yüksek makam sahipleridir. Durum böyle olunca Allah'tan başkasından yardım istemek en faziletli ve en evlâ olanı terketmek demektir. Şüphesiz enbiya, küçük günahları işlemeleri halinde, başkalarının işlediği büyük günahlar sebebiyle azarlandıkları ölçüde azarlanırlar. Yûsuf (aleyhisselâm)'un, başkasından yardım istemeyi terketmek suretiyle, atası Hazret-i İbrahim'e uyması gerekirdi. Tıpkı şu rivayette olduğu gibi:

Cibril (aleyhisselâm), Hazret-i ibrahim'e ateşe atılırken: ”Bir şeye ihtiyacın var mı?" diye, sormuş, o da: ”Senin için kesinlikle hayır" cevabını vermişti. Bunun üzerine Cibril kendisine: ”Rabbinden iste" deyince: ”Rabbimin benim halimi bilmesi, benim için yeterlidir" demişti.

Mâlik b. Dinar'dan şöyle rivayet edilmiştir: Yûsuf (aleyhisselâm) kralın sucusuna: ”Zindandan çıkınca beni efendinin yanında an, durumumu ona bildir," deyince Allah'ü teâlâ: ”Ey Yûsuf! Sen Benden başka vekil edindin, Ben de senin hapsini uzatacağım" buyurmuştu. Bunun üzerine Yûsuf (aleyhisselâm) ağlamış ve: ”Ya Rabbi! Kalbimi dertler, üzüntüler, sıkıntılar katılaştırdı. Ağzımdan düşünmeden bir kelime çıktı, bir daha onu tekrar etmiyeceğim" demişti. Hasan Basrinin bu rivayeti okudukça ağladığı ve şöyle dediği söylenir: ”Başımıza herhangi bir hal gelse, hemen insanlara koşardık."

43

Mısır

Kralı Reyyân b. el-Velîd

dedi ki: 'Ben rüyamda

yedi arık yani zayıf

ineğin yediği yedi semiz inek görüyorum. Ayrıca, yedi yeşil, diğerleri de hasat mevsimi gelmiş, yeşilliği kaybolmuş

kuru (yedi) başak gördüm.

Rivayet edildiğine göre Yûsuf’un zindandan çıkması yaklaşınca Allahü teâlâ bunun için hiç akla gelmeyen bir sebep halketti. Şöyle ki: Kral her sene Nil nehrinin kenarında bir bayram şöleni düzenliyordu. Orada insanları topluyor, onlara en güzel yemekleri yediriyor, en güzel içecekleri içiriyor, kendisi de tahtına oturuyor, onları seyrediyordu. Kral bir Cuma gecesi rüyasında yedi semiz inek görmüştü. Bu inekler kuru bir nehirden veya denizden çıkmışlar, arkalarından da yedi arık inek çıkmıştı. Bu arık inekler semiz inekleri yutmuşlar, semiz ineklerden dışarıda hiçbir şey görülmüyordu. Kral uyanınca, eksik ve zayıf olanın tam ve kuvvetliye üstün gelmesi sebebiyle huzursuz oldu. Fıtratı gereği iç güdüsüyle bu rüyanın, ülkesinde meydana gelecek büyük bir felâketin habercisi olduğunu sezdi. Ancak durumun nasıl olacağını kestirememişti, çok merak ediyordu. Rüyasını yorumlatmak suretiyle bilgi edinmek istedi ve ülkesindeki bilgin, hikmet sahibi, sihirbaz, kâhin, müneccim ve insanlar içindeki diğer ileri gelenleri bir araya toplayarak onlara:

Ey ileri gelenler, eğer rüya yorumluyorsanız, benim bu

rüyamı da bana yorumlayın' ve hangi akibete işaret ettiğini açıklayın, dedi.

Şüphesiz rüya, yorum gerektirir. Çünkü rüyalarda hissî suretler, hayal mertebesinde ortaya çıkarlar. İbrahim (aleyhisselâm) ise, kendisine oğlunu boğazlar olduğu halde gösterilen rüyanın zahirine göre hareket etti. Çünkü onun durumu, ruhsatla değil, azimetle amel etmeyi gerektiriyordu. Eğer böyle yapmasaydı, onun ve oğlunun Yüce Allah'ın emrine boyun eğerek teslimiyetleri, insanlar için açık olarak ortaya çıkmayacaktı.

Anlatıldığına göre, sâlihlerden biri rüyasında, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tokat attığını görür ve ürpererek uyanır. Gördüğü şey kendisini çok korkutur. Hemen bir Şeyh'e koşarak durumu anlatır. Şeyh ona şöyle der: ”Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hükümlerinden birini ihlâl etmişsin, bozmuşsun. Yüze tokat vurmak, senin büyük günahlardan birini işlediğini gösterir."

Sâlih kişi bunun üzerine kendi kendine düşünür. Fakat büyük günahlardan herhangi bir haramı işlediğini hatırlayamaz. Çünkü dindar bir kimsedir, üzgün bir şekilde evine döner. Eşi üzüntüsünün sebebini sorunca, ona rüyasını ve Şeyh'in yorumunu anlatır. Kadın bunu duyunca, birden çok şaşırır. Hemen tevbe eder ve der ki: ”Sana inanıyorum. Dostlarından filan kimsenin evine girersem, boş olacağıma dair yemin etmiştin. Bir gün evlerinin önünden geçerken içeri girmem için ısrar ettiler. Ben de utandım ve evlerine girdim. Sana olanları anlatmaktan korktum ve durumu gizledim." Bunun üzerine sâlih kişi tevbe ederek Hakka yakardı. Kadın da tevbe ettikten sonra nikâhını yeniledi.

44

Yorumcular

dediler ki: 'Bunlar şeytanın vesvesesiyle nefsin kuruntularından oluşan

karma karışık, yalancı düşlerdir. Ayette geçen ”edgâs", ”dığs" kelimesinin çoğuludur. Dığs, kuru ve yaşı karışık bir demet ot demektir. ”Yalancı düşler"den maksat, karışıklığı sebebiyle yorumlanamayan rüyalardır. ”Düş (hıdm)" ise, aslı olmayan yalancı rüyadır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurmuşlardır: ”Rüya Allah'tan, hıdm yani düş ise şeytandandır."

Biz böyle aslı olmayan

yalancı düşlerin yorumunu bilenlerden değiliz.' Çünkü bu tür asılsız düşlerin yorumu yoktur, aksine sadık rüyaların yorumu olur.

45

Zindandaki

iki kişiden kurtulmuş olanı, yani içki taşıyıcısı

uzun bir zaman sonra Yûsuf'u ve kendisine söylediği sözü

hatırlayarak saygı babından çoğul hitabı kullanmak suretiyle

dedi ki: 'Ben size onun yorumunu haber veririm. Beni hemen zindana

gönderin.' Çünkü orada Yûsuf adında, Ya’kûboğullarından rüya yorumunu bilen hikmet sahibi bir kişi var. Daha önce de bize rüyalarımızın yorumunu yapmıştı.

Bunun üzerine içki taşıyıcısını Yûsuf'a gönderdiler.

46

Yûsuf’un yanına gelince ondan özür diledi ve dedi ki:

'Ey Yûsuf! Ey doğru sözlü kişi! kralın rüyasında gördüğü

yedi arık ineğin yediği yedi semiz inek ile yedi yeşil ve yedi de kuru başak hakkında bize yorum yap. Ümit ederim ki, insanlara isabetli yorumlarla

dönerim de, belki onlar da doğruyu öğrenirler.' Görüldüğü gibi içki taşıyıcısı, burada Yûsuf'u ”doğru sözlü kişi" olarak vasıflandırıyor. Çünkü onun rüya yorumlamasındaki doğruluğunu ve diğer hallerini deneyerek öğrenmişti.

47

Yûsuf

dedi ki: 'Âdetiniz üzere yedi yıl üstüste gayretle

ekin ekersiniz. Sonra bu süre içinde ihtiyaç halinde

yiyeceklerinizden az bir miktar hariç, biçtiklerinizi çürümesini önlemek amacıyla,

başağında stok edip

bırakırsınız. Burada Yûsuf (aleyhisselâm) ”Yiyeceklerinizden az bir miktar" sözüyle, onların bu süre içinde az yemeleri gerektiğine işaret ediyordu.

48

Sonra bunun, yani üstüste gayretle ekin ekip stok yaparak geçirdikleri yedi yılın

ardından, tohumluk olarak

saklayacaklarınızdan az bir miktar hariç, o yıllar için biriktirdiklerinizi yeyip bitirecek açlığın esaret ve öldürülmekten daha beter olması nedeniyle, insanların çok zorluk çekeceği

yedi kıtlık yılı gelecektir.

49

Sonra bunun, yani yukarıda sözü edilen, yenilip bitirileceği ve zorluklarla geçirilecek yedi yılın

ardından da, bir yıl gelecek ki, o yılda, insanlara Allah tarafından bol yağmur yağdırılmak suretiyle

yardım olunacak ve o yılda üzüm, şeker kamışı, zeytin, susam gibi sıkılabilen meyve ve sebzeleri

sıkacaklar.' Sularından istifade edecekler.

Hazret-i Yûsuf, yedi semiz inekle yedi yeşil başağı bolluk yılları, zayıf ineklerle kuru başakları kuraklık yılları, zayıf ineklerin semiz inekleri yutmasını da bolluk yıllarında biriktirecekleri stokları kuraklık yıllarında yiyerek bitireceklerine işaret olarak yorumlamıştı.

50

İçki dağıtıcısı, olayın yorumunu Yûsuf’tan öğrendikten sonra, Mısır Kralı Reyyan'ın çevresinde ülkenin ileri gelen, hatırı sayılır, kimselerinin bulunduğu bir sırada huzuruna çıkarak, durumu anlattı. Kral, Yûsuf’un bu yorumunu beğendi. Onun ilim ve fazilet sahibi bir kimse olduğunu anladı. Onu, yakından tanımak ve bizzat bu yorumu ağzından dinlemek istedi. Bunun için

Kral dedi ki: 'Onu yani Yûsuf’u

bana getirin.' Bunun üzerine içki dağıtıcısı, elçi sıfatıyla Yûsuf'u zindandan çıkararak kralın huzuruna getirmek için oradan ayrıldı.

Elçi, Yûsufa geldiği zaman Yûsuf onunla beraber gitmeyi reddederek

dedi ki: 'Efendine dön de ona: Züleyha'nın meclisinde -daha gönce geniş olarak bahsi geçen olayda-

'Ellerini kesen o kadınların zoru neydi?' diye sor.

Burada Yûsuf, hanımefendisini hem hakkını gözetmesi, hem de kendisine karşı saygılı olması açısından kadınlarla beraber bilerek zikretmedi. Kadınlara gelince Yûsuf onların gerçeği açıkça söylemelerini ve Züleyha'nın, onun nefsinden murat almaya kalkışınca buna kendisinin karşı koyduğunu Züleyha'nın ikrar ettiğine şahitlik yapmalarını istiyordu.

Âlimler şöyle dediler: ”Yûsuf (aleyhisselâm), zindandan çıkmayı reddederek, bunun ancak kral tarafından kadınlarla olan durumunun incelenmesi halinde mümkün olabileceğini belirtti. Çünkü o, meselenin gerçek yönleriyle kral ve özellikle de Aziz tarafından aydınlığa kavuşmasını, zulme uğrayarak hapsedildiğinin anlaşılmasını istiyordu. Böylelikle artık kendisine haset edenler, onu ayıplamayacaklar, durumunu çirkin bulmayacaklardı. Aklının olgunluğu, sabrı ve vakarı da ortaya çıkacaktı. Çünkü bir kimsenin on iki yıl zindanda kalması, sonra da kral onu yanına çağırarak çıkarılmasını emrettiğinde, Aziz'e ve ailesine hıyanet etmediği anlaşılıncaya dek dışarı çıkmayı reddederek sabrı yeğlemesi, onun kendisine yöneltilen tüm suçlamalardan uzak ve hakkında söylenenlerin hepsinin yalanla iftiradan ibaret olduğunun açık bir kanıtıdır."

Burada, yapılan suçlamaların asılsız olduğunu kanıtlamak, bunun sebeplerden korunmak için çaba harcamanın gereğine işaret edilmektedir. Hadis-i

Şerifte Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kim Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsa suçlamalara sebep olacak yerlerde durmasın" buyurmuşlardır.

Bir rivayete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Yûsuf’un sabrının ve kesin tavrının hoşuna gittiğini belirterek şöyle demiştir: ”Onun yerinde ben olsaydım ve zindanda kaldığı kadar ben kalsaydım, emre uyar, özür aramadan kapıya koşardım. Muhakkak o, yumuşak huylu, halim bir insandı."

Et-Tîbî bu hadis hakkında şöyle der: ”Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü tevazu babından söylemiştir. Yoksa olaylar karşısında aceleci olup da, sakin davranmadığı için değil. Tevazu ne büyüğü küçültür, ne de saygın kimsenin küçük düşmesine sebep olur, aksine sahibinin faziletli olduğunu gösterdiği gibi, herkes tarafından takdir edilerek heybet kazanmasını sağlar."

Şüphesiz benim Rabbim olan yüce Allah, bana: ”Efendine itaat et." dediklerinde

onların plânlanmış

hilesini çok iyi bilir.' Burada kadınların, Yûsuf’u hileyle tuzağa düşürdükleri ve onun yöneltilen suçlamalardan uzak olduğunun Allah'ın ilmi dahilinde cereyan ettiği gösterilmek isteniyor.

51

Kadınlar huzuruna gelince kral onlara

dedi ki: 'Yûsuf'un nefsinden onu kandırarak

murad almak istediğiniz zaman o korkunç

durumunuz neydi?' Yûsuf’un size herhangi bir meyli var mıydı? Âyetin zahirine göre, Yûsuf’tan cinsel beraberlik isteyen, sadece Aziz'in karısı değil, kadınların tümüydü. Kralın bu sorusuna kadınlar, hep birden cevap vererek

dediler ki: 'Hâşâ! Allah için biz ondan günah ve hainlik türünden

hiçbir kötülük görmedik.' Burada özellikle ”hâşâ" kelimesinin kullanılmasında, Yûsuf (aleyhisselâm) gibi iffet sahibi birini yaratan yüce Allah'ın kudretinin büyüklüğü önündeki şaşkınlık ifadesini belirten belağî (yani güzel ve düzgün söz söyleme sanatı ile ilgili) bir incelik bulunmaktadır.

Mecliste hazır bulunan

Azizin karısı Züleyha

da konuştuğu anı kasdederek

dedi ki: 'Şimdi hak meydana çıktı ve doğruluğu kalblere, gönüllere yer etti: O benden değil,

ben onun nefsinden murad almak istemiştim. Şüphesiz ki o, yani Yûsuf: ”Züleyha benim nefsimden murad almak istedi" (Yûsuf: 26) sözüyle,

doğru söyleyenlerdendir.'

52

Yûsuf dedi ki: Onların itiraflarına gerek görmem. Ancak

'bu suçsuz olduğumun ispatını istemem

benim kendisine, ailesiyle günah işlemek suretiyle

gıyabında hainlik etmediğimi ve Allah'ın hâinlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını onun da yani Aziz'in de

bilmesi içindir.

Burada kinaye yoluyla Aziz'in karısının Yûsuf (aleyhisselâm)'u kendisine emanet eden kocasına; Aziz'in de Yûsuf'un iffetli, nezih bir kişi olduğunun alâmetlerini görmesine rağmen, zindana hapsederken karısına yardım etmek suretiyle Allah'ın emanetine hainlik yaptığına değinilmektedir.

Yûsuf’un kadınlar tarafından suçsuzluğuna şahitlik yapmaları suretiyle beraatını istemesinin sebebi, herkes tarafından onun hain olmadığının, hain olsaydı Yüce Allah'ın içinde bulunduğu bu durumdan kendini temize çıkarmayacağının ve akibetini hayırlı kılmayacağının herkes tarafından iyice anlaşılmasını sağlamak da olabilir.

53

Yûsuf kendini beğenmişlik veya nefsini tezkiye etme çabasıyla değil, yüce Allah'ın huzurunda tevazuyla durmak ve nefsini yenmek amacıyla sözüne devam ederek: Bununla beraber

nefsimi temize çıkaramam ve tam anlamıyla suçsuz olduğuna şahitlik yapamam Bu anlamda, Allah'ın Rasûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”İftihar etmek olmasın ama, ben Âdemoğlunun efendisiyim."

Yûsuf (aleyhisselâm) âyette zikredilen bu sözü, Allah'ın tevfîki ve korumasıyla nefsine uymamakla, Rabbinin üzerindeki nimetini anlatmak için de söylemiş olabilir. Yani ”Ben nefsimi, nefis olarak temize çıkaramam ve tabiatı itibariyle bu fazileti ona mal edemem. Oysa ben Rabbimin tevfik ve yardımıyla nefsime uymayarak ismet ve şerefimi korudum" demek istemiştir.

Çünkü Rabbimin acıyıp helak olmaktan

koruduğu hariç, benimki de dahil olmak üzere, her

nefis bâtıl ve şehvetlerden şiddetle zevk alması, yasak şeylere fazla meyilli olması sebebiyle,

aşırı şekilde kötülüğü ve günah işlemeyi

emredicidir. Çünkü Rabbim nefislerin işlediği hataları

çok bağışlayan, pek esirgeyendir.' O, bu sıfatının gereği olarak, esirgediği nefislere acıyarak günah seline kapılıp gitmekten kendilerini korur.

54

Mısır kralı,

dedi ki: 'Onu bana getirin, onu yanıma danışman

alayım.' Bundan önce kralın. Yûsuf’un huzuruna getirilmesini emretmesinin sebebi, rüya yorumu ilmini bilmesiydi. Bunun için sadece ”Onu bana getirin" demişti. Ancak kral, Yûsuf’un emin, sabırlı, isabetli görüş sahibi olduğunu, acele etmeden hikmetle hareket ettiğini farkedince, onun büyük bir insan olduğunu anladı ve ikinci kez yanına getirilmesini isteyerek: ”Onu hana getirin, onu yanıma (danışman) alayım." dedi.

Yûsuf, huzuruna getirilip,

onunla konuşunca, kral ondaki isabetli görüş, olgunluk ve zekayı gördü ve

dedi ki: Ey doğru kimse!

'Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve her şeyde

güvenilir birisin.'

55

Yûsuf:

'Beni Mısır toprağı olan

bu yerin hazinelerine, gelir gider işlerinin idaresi için

tayin et. Çünkü ben (onları) çok iyi koruyan ve tasarrufunu

pek iyi bilenim' dedi.

Yûsuf (aleyhisselâm)’un kraldan, kendisini Mısır'ın hazinelerinin idaresine tayin etmesini istemesinin sebebi, kralın gördüğü rüya dolayısıyla insanların kıtlık felâketine uğrayacaklarını anlamasıydı. İnsanların telef olmalarından korkuyordu. Onlara acıdığından, ihtiyaç halinde kendilerine yardımda bulunmak amacıyla, hazinenin idaresinin kendi üzerinde olmasını istemişti.

Bu âyette iki şeyin cevazı konusunda delil vardır:

1- Devlet yönetiminde adaletle davranmaya ve şeriatın hükümlerini yerine getirmeye gücü yeten kişinin, idareciden velayet makamını istemesinin cevazı.

2- Allah'ın hükmüyle yönetmenin ve bâtılın uzaklaştırılmasının ancak kâfir veya zalim bir sultanın devlet görevini kabul etmekle mümkün olacağı anlaşılırsa, bunu kabul etmek caizdir. Nitekim selef (yani ilk Müslümanlar) meşru yönetime başkaldıran bağîlerden görev alıyorlardı.

Şeyh Allâme b. Şıhne'nin anlattığına göre, Timurlenk'in inatla âlimlere yanıltıcı sorular sorduğu, sonra da onları öldürmek, ya da işkence yapmak için bunu bahane ettiği söylenirdi. Halep'e girince zorla burayı fethetti ve Müslümanların çoğunu öldürdü veya esir aldı. Krallığın bakanlarıyla ileri gelenleri kaleye çıktılar. Timurlenk ülkenin âlimleriyle yöneticilerini huzuruna çağırdı. Biz de gittik. Bir süre önünde durduktan sonra, bize oturmamızı emretti. Çevresindeki ilim ehlinin ileri gelenine dönerek şöyle dedi: ”Ben Semerkant, Buhârâ, Herat ve fethettiğim diğer bölgelerin âlimlerine bir mesele sordum. Ancak onlar cevap veremediler. Sakın onlar gibi olmayın. En bilgili ve fazilet sahibi olanınızdan başka kimse bana cevap vermesin, cevap vereniniz de ne konuştuğunu bilsin."

Bunun üzerine Abdu'l-Cebbâr bana Timurlenk'in söylediklerini terceme ederek dedi ki: ”Sultanımız sana, dün bizden ve sizden öldürülen kimselerden hangisinin şehit olduğunu soruyor. Bizden öldürülenler mi, yoksa sizden öldürülenler mi?" diyor.

Allah’tan hemen aklıma güzel bir cevap geldi ve dedim ki: ”Bedevi'nin birisi Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek şöyle dedi: Kimileri şöhret için, kimileri yeri görülsün diye savaşıyor. Peki bunların hangisi Allah yolunda savaşmış oluyor?" Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'de: ”Kim Allah'ın kelimesinin yükselmesi için savaşırsa, işte o, Allah yolunda savaşmış olur" diye cevap vermiştir. Öyleyse sizden ve bizden kim Allah'ın kelimesinin yükselmesi uğrunda öldürüldüyse, o şehittir.

Bu cevabı duyan Timurlenk: ”Harika! Harika", dedi.

Abdu'l-Cebbar bana dönerek: ”Cevabın ne güzel oldu!" dedi.

Böylece ortam yumuş ay arak aramızda bir yakınlaşma oluştu. Sohbet, soru ve cevap şeklinde koyulaştı. Timurlenk'in bana en son yönelttiği soru şu oldu: ”Ali, Muâviye ve Yezid hakkında ne diyorsunuz?" Ben de cevap olarak dedim ki: ”Şüphesiz Ali haklıydı ve Muâviye halifelerden değildi." O, da: ”Ali haklı, Muâviye zalim ve Yezid fasıktı, de." dedi. Ben de dedim ki: El-Hidaye adlı eserin müellifi şöyle diyor: ”Zâlim valilerden kadılık görevi almak caizdir. Çünkü sahabî ve tabiinin çoğu Muâviye tarafından kadı tayin edilmişler, onlar da bu görevi kabul etmişlerdir. Oysa tayin hakkı Hazret-i Ali'nin idi."

Bu cevap Timurlenk'in çok hoşuna gitti ve bize ikramda bulunduğu gibi o şehirde bizimle ilgili her türlü muameleyi kolaylaştırdı.

56

Böylece Yûsuf’u o ülkede yani Mısır'da

yerleştirdik. ”Onu bir yerde temkin etti" demek, ”oraya yerleştirdi" demektir.

Orada dilediği yerde konaklardı. Mısır'ın istediği yerinde oturur, dilediği yeri ev ve çevre edinebilirdi. Bu ifadeler; Hazret-i Yûsuf’un Mısır'da tam bir tasarruf gücüne sahip olduğunu, ülkenin tamamen onun otoritesi altında bulunduğunu belirtmektedir. Sanki Mısır onun evi gibiydi. Kişi, kendi evinde nasıl tasarruf ederse, o da orada öylece tasarruf ediyordu. O zaman Hazret-i Yûsuf otuz yaşındaydı. Mısır'da adaleti sağladı, kadın, erkek herkes onu sevdi. Her köy ve belde halkına ziraatla uğraşmalarını emretti. Yedi yıl içinde dağların tepelerine, vadilerin içlerine varıncaya dek ekin ekmedik yer bırakmadılar. Hazret-i Yûsuf onlara ekini başağında bırakmalarını da emrediyordu. Sonra kıtlık yılları gelip çattı. Allah onlara gökten yağmuru, yerden de bitkiyi kesti. Tahıl satanlar, insanlar arasında eşitliği sağlamak için, hiç kimseye bir deve yükünden fazla ekin satmıyordu. Kıtlık yılında açlık korkusuyla hiç kimse karnını tanı doyurmadı.

Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Dilediğimiz herkese onu ulaştırırız. Kimse buna engel olamaz.

Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz. Onların amellerini boşa çıkarmayız. Aksine dünya ve ahirette, yaptıklarının karşılığını tam tamına veririz.

Süfyan b. Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Mü'min, dünya ve ahirette iyiliklerine karşılık sevap alır. Fâcir ise, dünya mükâfatını peşin alır, ahirette ise alacağı hiçbir şey yoktur." Süfyan b. Uyeyne bu sözüne delil olarak bu âyeti okudu.

"İhsan" her ne kadar birçok şeyi içine alan genel bir ifade ise de, gerçekte Allah'ın varlığına açık olarak inanmak, dilinde, kalbinde, zihninde Allah tan başka bir şey olmamak üzere başka her şeyden büsbütün ilgiyi kesmek demektir. Nitekim ariflerden birisi bunu şöyle belirtmiştir:

Hayalin gözümde, ismin dilimde Nereye kaybolursun, sevgin kalbimde.

57

İman edip küfür ve kötülüklerden

sakınanlar için âhiret mükâfatı, yani ahirette kendilerine verilecek sonsuz nimetler

daha hayırlıdır. Çünkü o mükâfat, özü itibariyle daha faziletli, daha büyük ve daha süreklidir. Bu âyet-i kerime mü'min olmayıp da kötülüklerden sakınanların ahirette hiçbir nasiplerinin olmadığına işaret etmektedir.

Ariflerden birisi şöyle demiştir: ”Eğer dünya geçici bir altın, âhiret de devamlı bir kerpiç olsaydı, yine de ahiret dünyadan daha hayırlı olurdu. Halbuki dünya geçici bir kerpiç, âhiret ise devamlı bir altındır."

Ebû Hureyre anlatıyor: ”Rasûlüllah'a: 'Ey Allah'ın Rasûlü! Cennet hangi şeyden yaratıldı?' diye sorduk. Rasûlüllah şöyle cevap verdi: 'Bir tuğla altın, bir tuğla gümüşten. Harcı ise çok güzel kokulu misktendir. Çakılları inci ve yakut, toprağı zâferandır. Kim cennete girerse nimetlenir. Sıkıntı çekmez. Ölmez, ebedî yaşar. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz.'“

Anlatıldığına göre, İbrahim b. Edhem hamama girmek istedi. Hamamcı ise onun ücretsiz hamama girmesine engel oldu. Bunun üzenne İbrâhim ağladı ve şöyle dedi: ”ücretsiz şeytan evine bile girmeme izin verilmezse, peygamberler ve sıddıkların evi olan cennete, amelsiz ve azıksız nasıl girebilirim?

58

Yûsuf'un kardeşleri geldiler. Şam ülkesi kuraklıkla karşılaşıp fiat lar yükselince, Ya’kûb (aleyhisselâm) oğullarını topladı ve onlara: ”Yavrularım! İçinde bulunduğumuz kıtlığı görmüyor musunuz?" dedi. Oğulları: ”Ey babamız! Elimizden ne gelir ki?" diye cevap verdiler. Ya’kûb: ”Mısıra gidip Aziz'den yiyecek satın alırsınız" dedi. Oğulları: ”Ey Allah'ın peygamberi! Bizi firavunların ülkesine göndermeye gönlün nasıl razı olur? Onların bize düşmanlıklarını biliyorsun. Onlardan bize bir zarar gelmeyeceğinden emin değiliz. Zaten zulüm ve eziyet çok olduğu için Mısır ülkesine zorbalar ülkesi denmiştir." dediler. Hazret-i Ya’kûb: ”Yavrularım! Duydum ki Mısır halkının başına âdil bir kral geçmiş. Ona gidin, benden selâm söyleyin. O sizin ihtiyacınızı mutlaka giderir" diye konuştu. Sonra Hazret-iYa’kûb, on çocuğunu hazırlayıp Mısır'a gönderdi.

"Yûsuf un kardeşleri geldiler" âyeti onların hububat almak için Mısır'a gelişini ifade etmektedir.

Ve huzuruna, yani zinet ve ihtişam içindeki Yûsuf’un yanına

girdiler. Yûsuf onları tanıdı. Onlardan ayrıldığında yetişkin erkeklik çağında olmaları ve önceki halleriyle şimdiki hal ve şekilleri biribirine benzediği için, ilk bakışta kardeşlerini tanıdı.

Onlar ise onu tanımıyorlardı. Uzun zaman geçtiği için Yûsuf’u tanıyamadılar. İbn Abbas, Hazret-i Yûsuf’un kuyuya atılmasıyla, onun huzuruna varmaları arasından tam kırk yıl geçtiğini söylemiştir.

59

Onların yüklerini hazırlayınca, yani yiyecek ve misafirin yolda ihtiyaç duyacağı şeyleri tamamlayıp Mısır'a geliş sebepleri olan zahireyi de fazlasıyla yükleyince

şöyle dedi: 'Baba bir kardeşinizi de bana getirin.

Rivayete göre Hazret-i Yûsuf, onları görüp, İbranice konuştuklarını işitince şöyle dedi: ”Söyleyin bana. Siz kimsiniz? Durumunuz nedir? Ben sizleri tanımıyorum." Onlar da: ”Biz Şam halkından bir kavimiz. Kıtlığa uğradık. Zahire satın almak için geldik" dediler. Yûsuf: ”Belki de siz ülkemin sırlarını öğrenmek için gelmiş casuslarsınız?" deyince: ”Allah korusun! Biz bir babadan olma kardeşleriz. Babamız yaşlı ve peygamberlerden bir peygamberdir, adı Yakub'dur" dediler. Yûsuf: ”Kaç kişisiniz?" diye sorunca: Onlar da: On iki kisiydik, içimizden birisi öldü" diye cevap verdiler. Yûsuf: ”Burada kaç kişisiniz." deyince, on kişi olduklarını söylediler. Yûsuf: ”Peki o bir kişi nerede?" diye sordu. Kardeşler: ” O, ölenin yerine teselli bulması için, babasının yanındadır"diye cevap verdiler. Yûsuf: ”Casus olmadığınıza ve söylediklerinizin doğruluğuna kim şahitlik edecek?" deyince, kardeşler: ”Biz, lehimize şahitlik yapacak bizi tanıyan hiçbir kimsenin bulunmadığı bir ülkedeyiz," dediler. Yûsuf: ”Öyleyse birinizi yanımda rehin bırakın. Ayrıca babanızın yanındaki kardeşinizi, babanızdan bir mektupla birlikte bana getirin ki, size inanayım" dedi. Bunun üzerine aralarında kura çektiler. Kura Şemün'a isabet etti. Onu Yûsuf’un yanında bıraktılar.

(Sizlere) ölçüyü bol tuttuğumu ve benim misafir ağırlayanların en iyisi olduğumu görmüyor musunuz? Size izzet ikram hususunda son derece iyi davrandığımı, size fazlasıyla verdiğimi görmüyor musunuz? Hazret-iYûsuf bunu başa kakmak için değil, onları, istediği şeyi yerine getirmeleri konusunda teşvik için söyledi.

60

Eğer onu bana getirmezseniz, bundan böyle benim yanımda size verilecek bir ölçek bile (erzak) yoktur. Size izzet ikram şöyle dursun, ülkeme girmek suretiyle bile

artık bana hiç yaklaşmayın.'

61

Dediler ki: 'Babasını ikna etmeye çalışacağız. Onu babasının elinden almak için çareler, plânlar düşüneceğiz. Bu konuda gayret göstereceğiz. Bu sözler, istenen şeyin değerli olduğuna, onu elde etmenin güçlüğüne işaret etmektedir.

Şüphesiz bunu yapacağız' bu konuda gevşeklik göstermeyeceğiz.

62

Yûsuf, uşaklarına yani zahire ölçmekle görevli hizmetçilerine

Âyette geçen ”uşaklar" anlamındaki ”fityân" kelimesi, yaşlı ya da genç uşak anlamındaki ”fetâ" kelimesinin çoğuludur.

'Sermayelerini yüklerinin içine koyun, çuvallarının içine gizleyin.

Âyetin orijinalinde geçen ”yükler" anlamındaki ”rihâl" kelimesi ”rahl" kelimesinin çoğuludur. ”Rahl" ise kap demektir. Bir kimsenin evine de ”rahl" denir. Yûsuf (aleyhisselâm) bunu, onlara bir ikram olması için yaptığı gibi, ayrıca babalarının tekrar gelmelerini sağlayacak sermayesinin bulunmayabileceği endişesiyle de yaptı.

Olur ki, ailelerine döndüklerinde bunun farkına varırlar da belki yine geri dönerler,' dedi. Ailelerine dönüp çuvalları açınca, sermayelerinin geri verildiği gerçeğini görürler de, bu durum onları kardeşleri Bünyamin ile birlikte tekrar bize gelmeye sevkeder. Çünkü onlara hem zahire, hem de sermaye ikramı, dönmeleri için güçlü bir sebeptir.

63

Mısır'dan

babalarına, Kenan ülkesine

döndüklerinde, henüz eşyalarını açmadan

dediler ki: 'Ey babamız! Bize yiyecek yasak edildi'.

Artık bundan sonra bize yiyecek verilmeyecek

kardeşimizi yani Bünyamin

bizimle Mısır'a

gönder de onun vasıtasıyla istediğimiz şekilde

yiyecek alalım. Onu, başına gelecek tehlikelere karşı

elbette koruruz' geri gelmesi için teminat veririz.

64

Ya’kûb dedi ki: 'Onu size daha önce kardeşini emanet ettiğim gibi mi emanet edeyim? Burada soru edatı ”hel", olumsuzluk ifade etmektedir. Yani: ”Size güvenemem. Nitekim önce de kardeşi Yûsuf hakkında size güvenmemiştim. Çünkü Yûsuf la ilgili olarak da çok teminatlar verdiniz. Ama sonra malûm işi yaptınız. Size güvenmediğim gibi, onu koruyacağınıza da inanmıyorum. Ben durumumu sadece Allah'a havale ediyorum.

Ancak, koruyanların, benden de sizden de

en iyisi Allah'tır. O, merhametlilerin en merhametlisidir.' Yerde ve gökte bulunan tüm varlıklardan daha merhametlidir. Bünyamin'i koruyarak bana merhamet edeceğini, beni iki sıkıntıyla baş başa bırakmayacağını umarım.

Kâ'b şöyle diyor: ”Yâkub, 'koruyanların en iyisi Allah'tır' dediğinde, yüce Allah: ”Bana tevekkül ettiğin için, hem Yûsuf’u, hem de Bünyamin'i mutlaka sana iade edeceğim' buyurdu. Öyleyse Allah'a tevekkül etmek, başkasının değil yalnızca, O'nun himayesine dayanmak gerek. Çünkü başkası korumada âlet ve sebeplere muhtaçtır. Allah'ın ise bütün durumlarda ve bütün işlerde vasıtalara ihtiyacı yoktur ve kendi kendisine yeterlidir."

65

Mısır'dan yükledikleri

yüklerini açınca... Burada yüklerden amaç, yiyecek çuvallarıdır.

Sermayelerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. Bu bir ikramdı. Durum bunu gösteriyordu. Babalarının gözü önünde yüklerini açıp sermayelerini malların üzerinde görünce, Ya’kûb (aleyhisselâm)'a

dediler ki: 'Ey babamız! Daha ne istiyoruz? Yapılan bu ikramdan sonra, daha ne isteriz?

İşte sermayemiz de bize geri verilmiş. Bir ikram olarak, istemediğimiz halde bize iade edilmiş.

Ailemize yine yiyecek getiririz. Yani Mısır kralından aile fertlerine yiyecek temin ederiz. Açlık, susuzluk ve diğer sıkıntılardan

kardeşimizi de korur ve kardeşimizin payı olarak da

bir deve yükü de fazla alırız. Çünkü kral, herkes adına bir deve yükü mal veriyor.

Çünkü bu seferki

az bir ölçektir.' Bu az mal, belimizi doğrultmaz.

66

Babaları önceki olayları gördükten sonra

dedi ki: 'Hepiniz çepeçevre kuşatılmadıkça... Âyetteki ”çepeçevre kuşatûmadıkça" sözü helak olmaktan kinayedir. ”Belâ konuşmakla gelir," diye bir ata sözü vardır. Ya’kûb (aleyhisselâm) önceden Yûsuf (aleyhisselâm) hakkında: ”Onu kurdun yemesinden korkarım" (Yûsuf: 13) demiş, Allah da onu, söylediği şekilde imtihan etmiş, kardeşleri: ”Yûsuf'u kurt yedi" (Yûsuf: 17) diye haber vermişlerdi. Burada da

Onu bana geri getireceğinize dair Allah'a karşı sağiam bir söz vermedikçe onu sizinle göndermeyeceğim' demiş ve söylediği gibi olmuş. Bünyamin konusunda kardeşleri sıkıntıya uğramışlar, mağlûp düşmüşlerdi. ”Le te'tünne m", kasemin (yeminin) cevabıdır. Yani her halükârda, onu bana getireceğiniz konusunda Allah'a yemin edip sapasağlam söz vermedikçe onu sizinle göndermiyeceğim. Ya’kûb'un nitelediği şekilde Allah'a

söz verdiklerinde: 'Söylediklerimize Allah vekildir.' Allah söylediklerimizden haberdardır, işlerimizi gözeticidir,

dedi. Ya’kûb bununla, Allah'a güvenini ifade etmek ve onları, sözlerinde durmaya teşvik etmek istemiştir.

67

Oğullarına nasihat ederek Hazret-i Ya’kûb

dedi ki: 'Oğullarım! Mısır'a

tek kapıdan değil, şehrin dört adet kapısı vardı.

Ayrı ayrı kapılardan girin. Nazardan sakınmak için çeşitli yollardan, değişik yönlerden girin. Çünkü nazar (göz değmesi) haktır. Nazar edilen kimseyi etkiler. Ya’kûb onlara bu şekilde tavsiyede bulundu. Çünkü hepsi de yakışıklı, güzel görünümlü idiler. Toplu halde girerlerse, kendilerine göz değmesinden korktu.

Ama ben, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi de sizden savamam. Tedbir almakla Allah'ın kazasına karşı size hiçbir fayda sağlayamam. Çünkü tedbir, takdiri bozamaz. Mutlak mânada

Hüküm, ancak Allah'ındır. O'na hiçbir kimse ortak olamaz, hükmünü kimse engelleyemez. Yaptığım ve yapmadığım her şeyde

ben, sadece O'na dayandım. Güvenenler de, başkasına değil

sadece O'na güvensin.' Peygamberlerin hareketleri mutlaka uyulması gereken hareketlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuşlardır: ”Şüphesiz nazar haktır, İnsanı kabre, deveyi tencereye koyar." m

Bazıları dedi ki: ”Nazar değmesi şöyle olur: Bakan kimse bir şeye bakıp da, onu güzel görür, Allahı hatırlayıp onun sanatını dikkate almazsa yüce Allah bakan kişinin gafil bakışının günahı olarak bakılanda bir hastalık veya kusur meydana getirir ki; bu, kullarını imtihan etmek içindir."

Ubâde ibn Sabit (radıyallahü anh)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Günün başında Rasûlüllah'ın huzuruna vardım. Çok sancılı olduğunu gördüm. Günün sonunda ziyarete gittiğimde onu sıhhatli buldum. Buyurdu ki: ”Cebrail bana gelip okuyuver di. Duası şuydu: Seni rahatsız eden her şeye karşı Allah'ın adıyla sana nefes ederim. Her hasetçinin nazarından Allah sana şifa versin." Okuyarak tedavi, Kur'an'dan ve malum dualardan olursa, caiz, manasız şeylerle yapılırsa mekruh veya haramdır.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hasan ve Hüseyin'e nefes eder ve şöyle derdi: ”Sizleri her şeytandan, zehirli hayvandan, haset eden gözden, Allah'ın tam olan kelimelerine sığındırırım. Siz de çocuklarınızı bu kelimelere sığındırın. Çünkü ibrahim (aleyhisselâm) İsmâîl ve İshak'ı bunlarla korurdu." Bu hadisi şerifi Buhari, Sahilim de rivayet etmiştir.

68

Değişik kapılardan ayrı ayrı

babalarının emrettiği gibi girdiler. Gerçi bu, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi onlardan savamazdı. Ya’kûb'un fikri ve şehre ayrı ayrı girmeleri, Allah'ın haklarında takdir ettiği en ufak bir şeyi bile engelleyemezdi.

Ancak Ya’kûb, içindeki arzuyu ortaya koymuş oldu. Burada ”İlla" edatı ”fakat" manasınadır. Ya’kûb'un, oğulları hakkındaki görüşü -ki, bu da onların ayrı ayrı kapılardan girmeleridir- ve babalarının bu görüşüne uymaları, Allahın, kendileri için hükmettiği en ufak bir şeyi bile engelleyemezdi. Fakat Ya’kûb bu tavsiyesiyle içindeki acıma duygusunu, nazara gelmelerinden sakındığını ortaya koymuş oldu.

Gerçekten o, kendisine öğrettiğimizi bilirdi. Ya’kûb, vahiy ve delillerle kendisine bildirdiğimiz hususlarda büyük bir ilim sahibiydi. Bundan dolayı ”Allah'tan gelecek hiçbir şeyi de sizden savamam" dedi. Eğer onlara nazar değmesi takdir edilmişse toplu iken isabet edeceği gibi ayrı ayrı da olsalar mutlaka isabet ederdi.

Fakat insanların çoğu bilmezler. Kaderin sırlarını bilmedikleri için, sakınmanın fayda vereceğini sanırlar.

69

Yûsuf'un yanına girdiklerinde, Yûsuf yemekte

öz kardeşini yani Bünyamin'i evde ve geceleyin

yanına aldı. Diğer kardeşlerini ikişer ikişer bir odaya misafir etti. Büny amine de: ”Ölen kardeşinin yerinde benim olmamı ister misin?" diye sordu. Büny amin ”Senin gibi kardeşi kim bulabilir? Fakat sen Ya’kûb ve Rahiyel'in çocuğu değilsin" diye cevap verdi. Bunun üzerine Yûsuf ağladı. Kalkıp Bünyamin'in boynuna sarıldı ve kendini ona şöyle tanıttı:

'Ben senin öz kardeşinim. Onların yaptıklarına üzülme.' Geçmişte bize yaptıklarına aldırma. Çünkü Allah, bize ikram etti ve hayırlı şekilde bir araya getirdi

dedi. Yûsuf bu durumu kardeşlerine söylememesini ve durumu onlardan saklamasını Bünyamine tenbih etti.

Burada maksadın gizli tutulmasının, bazı yerlerde iyi bir davranış olduğuna, gayeye ulaşmada fayda sağlayacağına işaret vardır. Nitekim bir haberde ”ihtiyaçlarınızı gidermede, sır saklamaktan yararlanın" denilmiştir.

70

Onların yüklerini hazırlayınca... Burada ”yük" olarak çevirdiğimiz ”cehâz" kelimesi meta, yani istifade edilen şeylere verilen isimdir. Yûsuf zahirelerini ölçtü ve sayılarınca her birine bir deve yükü mal verdikten sonra

su kabını kardeşinin yükü içine koydu. Ayette geçen ”sikaye", su içilen kap demektir ve gümüşten yapılmış bu kap ölçü aleti olarak kullanılmıştı. Onun, mücevherlerle süslenmiş altın bir kap olduğu da söylenir. Kardeşlerine ikram olsun diye Yûsuf zahireyi bu kapla ölçmüştü.

Kervan Şam tarafına doğru yönelince Yûsuf, onları durdurmak üzere birini gönderdi, hemen durdular.

Sonra bir tellâl yani Yûsuf’un adamlarından birisi

şöyle bağırdı: 'Ey kervancılar! ”lyr", üzerine yük konan develer demektir. Burada ise kervan sahipleri kastedilmiştir.

Siz mutlaka hırsızsınız.' Bazıları, bu sözün Yûsuf’un emriyle söylendiğini ileri sürmüşlerdir. Yahut da, Yûsuf’un adamları su kabını arayıp bulamayınca, kafilenin aldığını tahmin etmişler ve bu tahmin üzerine birisi onlara ”siz mutlaka hırsızsınız" diye seslenmiştir.

71

Yûsuf’un kardeşleri su kabını arayanlara doğru

geri dönerek: 'Ne kaybettiniz?' dediler.

72

Onlar da cevaben:

'Kralın su kabını arıyoruz. Fiilin iki halde de muzari (şimdiki ve geniş zaman) kipiyle gelmesi, tabloyu canlı kılmak içindir. Kervan tarafından aldıkları cevaba uygun bir nezaketle ve su kabının yük arasında tesadüfen kaldığı inancını belirtmek için

onu getirene arama yapmadan kendiliğinden kabı ortaya çıkarana

bir deve yükü buğday

var. Ben de buna kefilim', yani kabı getirene mükâfatını vermeye ben kefilim

dediler.

73

Yûsuf’un kardeşleri:

'Allah'a Yemin olsun ki, bizim yer yüzüne fesat çıkarmak için gelmediğimizi siz de biliyorsunuz. Bu, hayret ifade eden bir yemindir. Yani, ne tuhaf haliniz var! Bizim suçsuzluğumuzu açıkça bildiğiniz halde, bize nasıl ”siz mutlaka hırsızsınız" diyebiliyorsunuz? Ayetteki ”fesat çıkarmak için" ifadesi ”hırsızlık yapmak için" manasınadır. Çünkü hırsızlık, en büyük fesat çıkarma şekillerindendir.

Biz hırsız da değiliz' biz asla hırsızlıkla sıfatlananlayız

dediler.

74

Yûsuf’un adamları, su kabının yanınızda olmadığı konusundaki sözlerinizde

'yalancı çıkarsanız size ve dininize göre

onun yani su kabını çalmanın

cezası nedir?' dediler.

75

'Cezası, kimin yükünde bulunursa, yani su kabı kimin yükünde çıkarsa,

ceza olarak o şahsa el konulmasıdır. Yani çalanın, çalınan şeyin yerine alıkonmasıdır.

Bizim şeriatımızdaki el kesmeye karşılık, Ya’kûb (aleyhisselâm)'un şeriatında hırsızın cezası, bir yıl köle olarak çalıştırılmaktı. ”Cezası" ifadesinin iki kere geçmesi, bu hükmü vurgulayarak belirtmek içindir.

Biz hırsızlık yapan

zalimleri, böyle en âdi ceza ile

cezalandırırız,' dediler. Bu şekilde iddialı konuşmaları, suçsuzluklarına tam olarak güvenmelerindendi. Çünkü kendilerine yapılan bu ithamdan habersizdiler.

76

Yûsuf (aleyhisselâm), suçlamayı ortadan kaldırmak için

kardeşinin yükünden önce onların yükünü aramaya başladı. Bünyamin'in yükünden önce diğer on kardeşinin yüklerini araştırmaya başladı.

Rivayete göre, Yûsuf’un adamları kervancılara: ”Develerinizi çöktürün, yüklerinizi arayacağız" dediler. Onlar da suçsuzluklarına güvenerek çöktürdüler. En büyük kardeşten başlayarak, sırasıyla herkesin yükünü aradılar. Sıra Bünyaminin yüküne gelince, Yûsuf dedi ki: ”Bunun bir şey almış olduğunu sanmıyorum." Bunun üzerine: ”Allah'a yemin olsun ki; Onun yüküne de bakmadıkça onu bırakmayız. Çünkü Bünyamin, hem senin, hem de bizim için çok değerlidir" dediler. Yükünü açtıklarında su kabını oradan çıkardılar. Yüce Allah bunu şöyle belirtiyor:

Sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı. Yani Yûsuf, su kabını Bünyamin'in yükü içinde saklanmış bulunca, oradan çıkardı. Kardeşleri ise başlarını önlerine eğdiler. Söyleyecek bir şey bulamadılar. İbranice olarak Bünyamin'e: ”Ey hırsız! Ne zorun vardı da kralın su kabını çaldın. Rahiyel'in oğlundan (yani Yûsuf’tan) çektiğimiz gibi, senden de hâlâ çekiyoruz" diyerek hakaret etmeye başladılar.

İşte Biz Yûsuf'a böyle bir çare öğrettik. Yani, maksadına ulaşsın diye Yûsufa böyle ilginç bir plan uyguladık. ”Keyd", aslında hile ve tuzak demektir. Karşı tarafa içinde sakladığının tersini göstermekdir.

Yoksa Yûsuf

kralın kanuna göre kardeşini alıkoyamazdı. Yani Yûsuf, yaptığı işin cezası olarak Bünyamin'e, kralının hırsızın cezasıyla ilgili kanununa göre el koyamazdı. Çünkü Mısır kralının kanununa göre hırsızın cezası, dayak ve çaldığını iki katıyla ödemekti. Ya’kûb'un şeriatinde olduğu gibi köle ve uşak yapmak değildi. Bu durumda, kendisine hırsızlık isnad ederek kardeşi Bünyamin'i alıkoyamazdı.

Ancak Allah dilerse, başka. Allah'ın dilemesi hariç. Bu plânı o diledi. Yoksa bu tarzda kardeşini alıkoyamazdı.

Semerkandî Bahrû'l-Ulûm adlı tefsirinde şöyle der: Bu plânın hükmü; kendileriyle dinî fayda ve maslahatlara ulaşılan ”hile-i şer'iyye"lerin hükmü gibidir. Nitekim karısını dövmekten kurtulma ve yeminini de yerine getirmiş olması için Cenab-ı Hak Eyyûb (aleyhisselâm)'a şöyle buyurdu: ”Ey Eyyûb! Eline bir demet sap alıp onunla vur, yeminini bozma." (Sâd: 44) İbrahim (aleyhisselâm)'de, kâfirin elinden kurtulması için karısı hakkında: ”Bu benim kız kardeşimdir" demişti. Şeriatlerin hepsi, maslahat ve kötülüklerden kurtulma yollarından ibarettir. Allahü teâlâ  Yûsuf (aleyhisselâm)'a telkin ettiği bu plânda, büyük faydalar göstermiş, onu bu faydalar için basamak yapmıştır. Bu, güzel bir çareydi ve içinde kötülük unsuru yoktu.

Biz kimi dilersek derecelerle yükseltiriz. Yûsuf’u yükselttiğimiz gibi, hikmetimiz ve maslahat gereği kimin yücelmesini istersek, onu yüksek ilmî mertebelere yüceltiriz.

Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen biri vardır. Sonuç Allah'a varıncaya dek her bilenin üstünde, ilmî derecesi daha yüksek olan birisi vardır.

77

Kardeşler rezil oldular. Utançlarından başlarını önlerine eğdiler, suçsuzluklarını ifade için

dediler ki; Bünyamin

'çalmışsa, bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü

daha önce kardeşi de çalmıştı.' Bununla Yûsuf’u kastediyorlardı. Rivayete göre, Yûsuf çocukluğunda, annesinin babası olan puta tapan dedesine ait bir putu çalmıştı. Annesi Rahiyel, oğlu Yûsufa: ”Putu al ve kır. Belki deden puta tapmayı bırakır" demişti. Bunun üzerine Yûsuf da putu almış kırıp pisliklerin içine atmıştı.

Yûsuf bunu içinde sakladı. Yûsuf, onların söyledikleri şeylerden dolayı meydana gelen üzüntüsünü, onlara belli etmemek için, içinde gizledi.

Onlara açmadı. Uysallığı ve kardeşlerini bağışlaması sebebiyle ne sözle, ne de davranışla üzüntüsünü onlara belli etmedi. Ancak içinden

'Durumunuz pek kötüdür, kardeşinizi babanızdan çaldınız, sonra da o günahsıza iftiraya kalkıştınız, dedi.

Müfessirler şöyle demişler: ”Yûsuf’un, içinde gizlediği söz, bu 'durumunuz pek kötüdür sözüdür. Çünkü bunu, içinden söyledi, şahsiyetleri zedelenmesin, iş rezilliğe varmasın diye onlara açıkça böyle söylemedi."

Allah sizin anlatmakta olduğunuzu daha iyi bilir', dedi. Durumun, bizi haksızlıkla suçladığınız gibi olmadığını, bunun bize bir iftira olduğunu Allah çok daha iyi bilir.

78

Kardeşler merhamet dileyerek

Dediler ki: 'Ey Aziz! Gerçekten onun çok yaşlı bir babası vardır. Nerede ise onsuz yapamaz.

Bizden birini onun yerine alıkoy. Biz sevgi ve şefkat yönünden babamız katında Bünyamin'in yerini tutamayız. Rehin veya köle olarak onun yerine, bizim içimizden birini tut.

Doğrusu biz seni bizi ağırlama ve fazla fazla mal vermede

iyilik edenlerden görüyoruz.' Bu iyiliği de yaparak ikramını tamamla.

79

Bunun üzerine Yûsuf:

'Malımızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah'a sığınırız. Biz, su kabı kimin yükü içinde bulunduysa, ancak onu alıkoruz. Çünkü onu alıkoymamız, sizin fetvanız gereğidir. Bizim bu fetvanın gereğini bozmamız caiz olmaz.

Yoksa haksızlık etmiş oluruz,' dedi. Gönüllü bile olsa, malımız yanında bulmadığımiz kimseyi alıkorsak, sizin görüşünüze göre haksızlık etmiş oluruz ki, biz böyle bir şey yapamayız.

80

Ondan yani Yûsuf’un istedikleri şeyi gerçekleştirmesinden

ümitlerini büsbütün

kesince, aralarında

gizlice görüşmek üzere bir kenara çekildiler. İnsanlardan uzaklaşarak sırf kendi başlarına işlerini ne tarzda düzenleyeceklerini, kardeşleri konusunda babalarına ne diyeceklerini gizlice görüşmek için bir tarafa çekildiler.

Büyükleri, yaşça büyükleri Rûbîl veya akılca büyükleri Yahûda

dedi ki: 'Babanızın, sizden Allah adına söz aldığını, ona Allah'a yemin ederek söz verdiğinizi,

daha yani bundan

önce de Yûsuf hakkında kusur işlediğinizi, onun hakkında ”biz onu mutlaka koruruz." (Yûsuf: 12) diye söz verdiğiniz halde, babanıza verdiğiniz sözü tutmayarak yanlış davrandığınızı

bilmiyor musunuz? Şüphesiz bunu, kesin olarak biliyorsunuz. Biz Yûsuf olayından dolayı zaten suçlanıyoruz. Artık düştüğümüz şimdiki durumdan çıkmamız mümkün değildir.

Artık babam bana kendisine dönmem için

izin verinceye veya Allah herhangi bir sebeple kardeşimin kurtulması için

hakkımda hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. Mısır ülkesini asla terketmeyeceğim.

O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. O, ancak adalet ve hakkaniyetle hükmeder.

81

Siz babanıza dönün ve deyin ki: 'Ey babamız! Görünüşe bakılırsa,

gerçekten oğlun hırsızlık etti. Onun hırsızlığı konusunda

biz sadece gördüğümüze şahitlik ettik. Su kabının onun yükünden çıktığını gördük.

Biz, gaybın bekçileri değiliz. İşin iç yüzünün, gördüğümüz gibi mi, yoksa başka türlü mü, olduğunu ise bilemeyiz.

82

Doğru söylediğimizi öğrenmesi için, babanıza deyin ki: İstersen

İçinde bulunduğumuz şehir halkına, yani Mısırlılara

ve birlikte geldiğimiz kervana sor. ”el-ıyr", üzerlerine yük sarılan develer demekse de, burada beraberce yola çıktığımız kervan anlamındadır. Bu kervan, Ya’kûb (aleyhisselâm)'un komşularından oluşan Kenan ülkesinden bir topluluktu.

Gerçekten biz doğru söylüyoruz.' Sonra büyükleri, Yûsuf’un yanına girdi ve şöyle dedi: ”Kardeşimi rehin aldın. Beni de onunla beraber rehin al." Yûsuf onu da Bünyamin'in yanına aldı ve ikisine de ikramda bulundu.

83

Oğulları kendisine dönüp büyüklerinin kendilerine tenbih ettiği şekilde durumu anlattıklarında Hazret-i Ya’kûb:

'Aksine, nefisleriniz sizi bir işe sürüklemiş, isteyip uyguladığınız bir işi nefisleriniz size süsleyip kolaylaştırmış, aksi halde kral, hırsızlığı sebebiyle hırsızın rehin alınacağını nereden bilsin? Çünkü bu, kralın dinine göre değil, Ya’kûb'un şeriatine göre verilmiş bir hükümdü. ”Bel" kelimesi, oğulların söylediği sözün aksini belirtmekte yani durum öyle değil manasını ifade etmektedir

Artık bana düşen, güzel bir sabırdır, yani benim işim, içinde Allah'tan başkasına şikayet bulunmayan güzel bir sabırdır.

Rivayet edildiğine göre, Ebu'l Hasan şöyle anlatmıştır: ”Haccetmek üzere yola çıktım. Tavaf esnasında bir kadın gördüm. Yüzünün güzelliği, adeta ortalığı aydınlatıyordu. Kendi kendime: ”Yemin olsun ki, bu güne kadar böyle parlak ve güzel bir kadın görmedim. Onun bu güzelliği herhalde gam ve kederin azlığından dolayıdır' dedim. Kadın bu sözümü işitti ve şöyle dedi: 'Bunu nasıl söylersin be adam? Yemin olsun ki, ben kalbi ve gözleri gamlarla yaralı, üzüntülerin kıskacında bir insanım.' Ben de; Teki bu ne haldir?' diye sordum. Anlatmaya başladı: 'Kocam kurban olarak koyun kesmişti. Yanımda iki oğlum vardı, oynuyorlardı. Kucağımda da emzikli bir çocuk vardı. Onlara yemek hazırlamaya kalktım. Büyük oğlum küçük oğluma: 'Babam koyunu nasıl kesti sana göstereyim mi?' dedi. O da, 'Evet göster' deyince, hemen onu yatırıp kesti. Evden kaçarak dağa çıktı. Kendisini kurt yedi. Babası da onu aramaya çıkmıştı. O da susuzluktan öldü. Ben de çocuğu bıraktım, babalan ne yapıyor, bakayım diye kapıya çıktım. Çocuk emekleyip ateşteki çömleğe yanaştı, elini çömleğe soktu ve kaynar suyu üzerine döktü, eti kemiğinden sıyrıldı. Bu haber, kocasının yanında bulunan kızıma ulaşınca o da kendisini yere attı ve öldü. Zaman beni onlar içinde yapayalnız bıraktı.' Bunun üzerine ben: 'Peki, bunca büyük dertlere nasıl sabrettin?' diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: 'Bir kimse sabırla sabırsızlık arasını ayırdetmek isterse, aralarında çok büyük fark görür. Bir şey yokmuş gibi davranılarak gösterilen sabrın sonu pek güzeldir. Sabırsızlık gösterenin eline ise bir şey geçmez.' Sonra kadın bana şu beyti terennüm ederek uzaklaştı:

Sabrettim çünkü sabır benim en hayırlı dayanağım

Feryat etmenin bana bir faydası var mı ki yanayım?

Göz yaşlarımı seyircime verdim, hakim oldum kendime

Göz şimdi kalpde yaş akıtıyor içten içe. ”

Belki Allah Yûsuf, Bünyamin ve Mısır'da kalan diğer oğullarımın

hepsini birden bana getirecektir. Kayıplar üç kişiye ulaştığı için, çoğul kipi kullanılmıştır.

Çünkü O, benim üzüntü ve yas içindeki halimi

iyi bilendir, hikmet sahibidir' dedi. Beni ancak bir hikmet gereği imtihan etmiştir.

İmtihan üç çeşitdir:

1- Kulun cezasını dünyada vermek için

2- Kulun içindekini dışarı çıkarıp Rabbi katındaki durumunu insanlara göstermek için

3- Kulun değer ve yakınlığını kendi katında artırmak için. Şüphesiz bu, aslında bir ikramdır.

84

Ya’kûb, görüp işittiklerinden hoşlanmadığı için

onlardan yüz çevirdi ve: 'Vah! Yûsuf'a yazık oldu' dedi. ”Esef" şiddetli üzüntü ve hasret demektir. ”Ya esefa"nın aslı, mütekellim yasına muzaf olarak ”yâ esefi" dir. Olayın, Bünyamin ve Mısır'da kalan büyük kardeş üzerine cereyan etmesine rağmen, Ya’kûb ”vah Yûsuf'a" demiştir. Çünkü Yûsuf’la ilgili derdi, diğer dertlerin temelini teşkil ediyordu. Ayrıca o ikisinin hayatta olduğunu biliyor, kendine döneceklerini umuyordu." Yûsuf konusunda ise, Allah'ın rahmeti dışında, ona kavuşma konusunda ümit vadeden hiçbir şey yoktu.

Ve üzüntüsünden gözlerine ak düştü. Yani Yûsuf konusundaki üzüntüsünün şiddetinden dolayı gözünü kaybedip âmâ oldu.

Rivayet edildiğine göre, yer yüzünde Allah yanında kendisinden daha değerli bir kimse olmadığı halde, Ya’kûb'un göz yaşları, Yûsuf’u kaybedip tekrar kavuşuncaya kadar geçen kırk yıllık zaman içinde hiç dinmedi. Eğer: ”Yûsuf'tan ayrı olması ve ona olan hasreti dolayısıyla niçin Ya’kûb gözlerini kaybetti?" diye sorarsan, derim ki: Ya’kûb'un âmâ olması; oğullarını gördükçe üzüntüsünün artmaması ve Cemalullah'ı seyretmesi içindir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail'den, o da Rabbi'nden rivayet ettiğine göre yüce Allah: ”Ey Cebrail! İki gözünü aldığım kişinin mükâfatı nedir, bilir misin?" buyurmuş. Cebrail de: ”Seni noksanlıklardan tenzih ederim. Senin bildirdiğinden başka benim hiçbir bilgim yoktur" demiştir. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: ”Onun mükâfatı, cennetimde ebedî kalmak ve cemalimi seyretmektir."

Bir haberde de şöyle buyrulmaktadır: ”Allah'ın yüzünü ilk görecek olanlar âmâlardır."

Musibet zamanlarında ağlayıp esef etmenin caiz olduğuna bu âyet-i kerime delil olarak gösterilmiştir. Çünkü üzülmemek, insanın elinde olan bir şey değildir. Bundan dolayı, sıkıntı anlarında kendine sahip olanlar pek azdır.

Enes (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Allah'ın Rasûlüyle birlikte demirci ustası Ebû Seyfin evine gittik. Ebû Seyfin hanımı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in oğlu İbrahim'in süt annesiydi. Rasûlüllah İbrahimi kucağına aldı ve onu öpüp kokladı. Bundan sonra Ebu Seyfin evine bir defa daha gittik. Bu defa İbrahim can veriyordu. Rasûlüllah'ın iki gözünden yaş dökülmeye başladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Sen de mi ağlıyorsun?" deyince. Rasûlüllah: ”Ey Avf oğlu! Bu, merhametin ifadesidir" buyurdu. Sonra bu göz yaşını bir diğeri takib etti. Bu defa Allah'ın Rasûlü: ”Göz yaş döker, kalb üzülür. Biz ancak Rabbimizi hoşnut edecek şeyler söyleriz (O'na isyan tarzında bir şey demeyiz) Ey İbrahim! Biz senden ayrılmakla pek üzgünüz."iU' buyurdu.

Ravza kitabının yazarı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in oğlu İbrahim'in, Medine'de on sekiz aylık bir çocuk iken vefat ettiğini söylemiştir.

Böyle durumlarda caiz olmayan, cahillerin bağırıp çağırmaları, göğüs ve yanaklarını yumruklamaları, yaka paça yırtmaları gibi şeylerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızlarından birinin çocuğu can verirken ağlamış, bunun üzerine kendisine: ”Bizi yasakladığın halde, sen de ağlıyorsun ey Allah'ın Rasûlü!" denince, şöyle cevap vermiştir: ”Ben size ağlamayı yasaklamadım. Yasakladığım, ahmakça iki çığlıktır: Sevinç anındaki ve üzüntü anındaki çığlık."

Peygamberlerden âmâ olanlar, Hazret-i İshak, Hazret-i Ya’kûb ve Hazret-i Şuayb aleyhimü's-selâm'dır.

Sahabeden âmâ olanlar ise, Berâ b. Âzib, Cabir b. Abdullah. Hassan b. Sabit, Sa'd İbn Ebî Vakkâs, Abbas b. Abdülmuttalib, Abdullah b. Erkam, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Umeyr, Abdullah b. Ebû Evfa, Utbân b. Mâlik, Utbe b. Mes'ud el Huzelî, Osman b. Âmir, Akil b. Ebu Talib, Müezzin Amr b. Ümmü Mektum, Katade b. Numan'dır (radiyallahü anhüm).

Artık acısını içine gömmüştü. Kalbi, çocuklarına olan üzüntüyle doluydu. Bunu içinde saklıyordu.

85

Dediler ki: 'Allah'a Yemin olsun ki, sen hâlâ Yusuf'u anıp duruyorsun, sonunda ya hasta olacak, ya da helâk olanlardan olacaksın.

86

Ya’kûb:

'Ben, tasamı ve âyetteki ”tasa" anlamındaki ”el-bessü" kelimesi, sahibinin dayanamayıp da insanlara yayıp, haber verdiği tasa demektir. Oğulları ona, teselli ve şikâyet amacıyla yukardaki sözleri söyleyince, Ya’kûb onlara: ”Ben tasamı size veya başkasına açmıyorum ki, beni teselliye kalkışıyorsunuz. Ben tasa ve üzüntümü gidermesi için Allah'a sığınıyor ve Onun kapısında yalvarıyorum. Böylece derdimi sadece Ona açıyorum" dedi.

Ben üzüntümü yalnız Allah'a açarım. ”Üzüntü" anlamındaki ”hüzn" kelimesi, ”tasa" anlamındaki ”bess" kelimesinden daha geneldir. Buna göre anlam şu şekilde olur: ”Ben, büyük veya küçük, bütün üzüntülerimi ancak Allah'a söylerim."

Eğer burada: Hazret-i Ya’kûb: ”Artık bana düşen güzel bir sabırdır." (Yûsuf: 83) dediği halde, sonra niçin ”Vah! Yûsuf’a yazık oldu" (Yûsuf: 84) ve ”Ben tasa ve üzüntümü yalnız Allah'a açarım" dedi? Sabırla şikâyet nasıl bir arada bulunur? denirse, buna şöyle cevap verilir: Bu şikâyet; kişinin, halini yaratanına arzetmesidir ve bu da caizdir.

Nitekim Eyyûb (aleyhisselâm) da: ”Ey Rabbim! Başıma bir dert geldi. Sen merhametlilerin en merhametlisisin" (Enbiya: 82) dediği halde, Cenâb-ı Hak, onun hakkında: ”Doğrusu Biz onu sabırlı bulmuştuk, o ne iyi kuldu" (Sâd: 44) buyurmuştur. Çünkü Hazret-i Ya’kûb'un şikayeti ve ağlaması, Allah'la kendi arasında cereyan ediyordu. Bu bakımdan Allah katında mazurdu.

Sabrın esası ve gerçek anlamı: Nefse hakim olmak ve onu, başkasına şikâyetten alıkoymaktır. Her şeyin. Allah'ın kaza ve kaderiyle olduğunu bilerek başkasına meyletmemektir. Bir gönül ehlinin sözü şöyledir:

Güzelden çıkan her şey pek hoştur Fakat güzele karşı sabır zor iştir.

Yine bu konuda şöyle denilmiştir:

Senin aşkına karşı sabretmenin sonu nahoştur. Senden başkasına karşı sabretmek ise pek hoştur.

Çünkü seven, sevgilinin huzurunda sabredemez, durmadan ona halini ve ihtiyacını arzeder. Aşk dili, yalvarma ve arz lisanıdır. Şikâyet ve yaygara dili değildir.

Allah tarafından, Allah'ın rahmeti ve lütfuyla

sizin bilmediklerinizi bilirim,' dedi umarım ki O, bana rahmet eder. Ümidimi boşa çıkarmaz. Yahut da mana şöyledir: Sizin, Yûsuf’un hayatına dair bilmediklerinizi ben Allah'ın bir çeşit ilhamıyla bilirim.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Yûsuf Cebrail'e: ”Ey Emin Ruh! Sen Ya’kûb hakkında bir şey biliyor musun?" diye sormuş, Cebrâil de: ”Evet, Allah ona güzel bir sabır verdi ve onu, içine gömdüğü senin üzüntünle imtihan etti" demiştir. Yûsuf: ”Üzüntüsünün derecesi nedir?" diye sorunca, Cebrâil: ”Çocuğunu kaybetmiş yetmiş annenin üzüntüsü kadardır" demiş. Yûsuf: ”Peki mükâfatı ne kadardır?" diye sorunca, Cebrâil: ”Yüz şehid sevabıdır" diye cevab vermiştir.

Ya’kûb (aleyhisselâm)'un Allah'a karşı olan güveni hiçbir zaman sarsılmadı. Süddî şöyle diyor:

"Çocukları Ya’kûb'a, Mısır kralının tavrını haber verdiklerinde, Yûsuf’un yaşadığını hissetti ve ümitlenerek: ”Belki de o Yûsuf tur" dedi.

87

'Ey oğullarım! Mısır'a

Gidin de Yûsuf'u ve kardeşini iyice araştırın. Gidip o ikisiyle ilgili haberleri iyice öğrenin. Çünkü ”tehassüs" kelimesi, duyu organlarıyla bir şeyi araştırmak anlamına gelir. ”Kardeş ”ten maksat, Bünyamin'dir. Ya’kûb (aleyhisselâm), ”Bu yerden asla ayrılmayacağım" (Yûsuf: 80) diyerek Mısır'da kalan büyük oğlundan söz etmedi. Çünkü onun yokluğu, kendi isteğiyle olmuştur ve bulunması da zor değildir.

Allah'ın rahmetinden, sıkıntıyı gidermesi ve ferahlık vermesinden

ümidinizi kesmeyin. ”Yeis" ve ”kunût", ümidi kaybetmek demektir. Asınaî şöyle demiştir: ”Ravh" insanın, tatlı ve serin bir esinti bulup, ona meyletmesidir. ”Ra", ”vav" ve ”ha" harflerinden meydana gelen bu kelime, hareket ve sallanma manası taşır. İnsanın, varlığıyla zevk duyup hareketlendiği her şeye ”ravh" denir. Kevâşı'de şöyle denilmiştir: ”Ravh"m aslı; kalbin üzüntüsünden kurtulup, rahat bulmasıdır. Buna göre âyetin manası: ”Size Allah katından gelecek bir rahatlıktan, ümit kesmeyin" şeklindedir.

Doğrusu, kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.' Çünkü kâfir, Allah'ı ve sıfatlarını bilmez. Arif ise, hiçbir şekilde, yani sıkıntı ve ferah anlarında Allah'tan umut kesmez ve Cenab-ı Hakk'ın şu sözünü düşünür: ”Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık vardır." (İnşirah: 6) Allah'ın işi hayret vericidir. Yardımı yakındır. Umut sahibi aünahkâr, Allah'a umutsuz sofudan daha yakındır. Akıllı kişinin Rabbinden umut kesmemesi gerekir. Çünkü Allah, dünya ve âhiret sıkıntılarını giderir.

Anlatıldığına göre adamın biri, bir adada yiyeceksiz olarak kalakalmış ve ümitsizlik ifadesi olarak şöyle demiş:

Karga beyazlaşırsa, ben de kavuşurum aileme Yahut da zift dönerse bembeyaz süt haline

Sonra da şöyle bir ses işitmiş:

Umulur ki, düştüğün derdin gerisinde Yakın bir çıkış vardır berisinde.

Adam, baktığında kendine doğru bir geminin geldiğini görmüş ve bu gemi ile ailesine kavuşmuş.

88

Rivayet edildiğine göre Hazret-i Ya’kûb, çocuklarından birine şu mektubu yazmasını emretti:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

Bu mektup; Allah'ın dostu ibrahim oğlu, Allah'ın kurbanı İshak oğlu, Allah'ın kulu Ya’kûb'dan, Mısır kralına yazılmıştır. Mesele şudur: Bizler aile halkı olarak sıkıntıya düştük. Dedem İbrahim, Nemrud'un ateşiyle imtihan edildi. Sabretti. Allah ateşi ona soğukluk ve selâmet yaptı. Babam İshak ise kurban edilmekle sınandı. O da sabretti. Allah ona karşılık büyük bir koç ihsan etti. (16) Bana gelince, Allah beni, oğlum Yûsuf’u kaybetmekle imtihan etti. Gözlerimi kaybedinceye, bedenim zayıflayıncaya dek onun ardından ağladım. Yanında rehin tuttuğun çocukla teselli buluyordum. Oysa sen, onun hırsız olduğunu iddia ettin. Biz hane halkı olarak ne hırsızlık yaparız, ne de soyumuzdan hırsız çıkar. Ya çocuğu bana gönderirsin, ya da sana beddua ederim. Vesselam."

Yûsuf'un yanına girdiklerinde dediler ki; 'Ey Aziz! Ey güçlü galip kral!

Bizi ve ailemizi kıtlık bastı. Bize ve gerideki aile fertlerimize fakirlik ve ihtiyaç çattı. Nüfusumuz çok, yiyeceğimizse azaldı.

Ve biz değersiz bir sermaye ile yani hiçbir tüccarın değer vermeyeceği, yüzüne bile bakmayacağı bir sermaye ile

geldik. Sermayeleri yün ve yağ idi. Çam kozası ile sebze tohumu olduğu da söylenir.

Ölçeği bize tam yap, hakkımız olan ölçeği tamamla

ve bize sadaka da ver. Sermayemizi kabul ederek ve ölçeği bolca tutarak bize ikramda bulun. Tasadduk, genel olarak ikram, örfte ise sadece Allah'ın sevabını gerektiren şey demektir. Onun için örfte, sevap kuldan beklenemeyeceği için: ”Allahım bana tasadduk et" denmez. ”Bana tasadduk et" yerine, ”bana ver, ikram ve merhamet et" denir.

Allah, sadaka verenleri gerçekten mükâfatlandırır.' İkram edenlere en güzel sevap ve mükâfatı verir.

Dahhâk şöyle der: ”Kardeşler, Yûsufa 'Allah seni mükâfatlandırır' demediler. Çünkü onun mü'min olduğunu bilmiyorlardı. Ayrıca sadaka, sadece mala mahsus değildir. Her iyilik sadakadır. İki kişi arasında adaletle muamele etmek sadaka olduğu gibi, yardım etmek, güzel bir söz, namaz için yürümek, yoldan rahatsızlık veren bir şeyi kaldırıp atmak v.s. hepsi sadakadır. Aynı şekilde nafileler de sadece namazlara has değildir. Fazladan olan her hayra da nafile denir. Kudsî Hadis'te şöyle buyurulmuştur: ”Kulum hana nafilelerle öylesine yakınlaşır ki, ben onu severim. Sevince de onun adeta gözü ve kulağı olurum." Akıllı kişinin, sadaka ve diğer hayırların fazlasını yapmakla meşgul olması gerekir.

89

Yûsuf, kardeşlerinin zavallılığını görünce onlara acıdı ve kendini onlara tanıtmaktan geri duramadı ve:

'Sizler cahilken yani Yûsuf’un durumunun nereye varacağını bilmeden

Yûsuf ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?' dedi. Yani, yaptıklarınızın kötülüğünü öğrendikten sonra, tevbe ettiniz mi? Burada yaptıkları kötü işten sorulmuş, fakat bu kötü işin gereği olan tevbe kastedilmiştir. Kardeşlerinin Bünyamin'e yaptıkları kötülük, onu Yûsuf’tan ayırmaları, kendisine çeşit çeşit eziyet etmeleri, ancak zorlukla ve zillet içinde konuşabilecek hale getirmeleriydi. Yûsuf'un bu sözleri, Allah'ın hakkını, kendi hakkına tercih ederek onlara merhamet etmek, din hususunda nasihat etmek ve onları tevbeye teşvik etmek içindir, yoksa üzmek ve azarlamak için değildir.

Rivayet edildiğine göre Yûsuf, mektubu okuyunca ağladı ve Ya’kûb'a şu cevabı yazdı:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

Mısır kralı Yûsuf’tan, Allah'ın kulu Ya’kûb'a. Ey İhtiyar! Mektubunu aldım ve okudum. Onunla beni bilgilendirdin. Salih olan babalarından haber verdin. Onların çile ehli olduklarını belirttin. Onlar imtihan edilince nasıl sabredip zafere ulaştılarsa, sen de onlar gibi sabret, vesselam."

Ya’kûb, mektubu okuyunca: ”Yemin olsun ki, bu kral mektubu değil, Peygamber mektubudur. Belki de bu mektubun sahibi Yûsuf'tur" dedi.

90

Dediler ki: 'Yoksa sen gerçekten Yûsuf musun?' Buradaki soru, pekiştirme içindir. O da:

'Ben Yûsuf'um, bu da ana-baba bir

kardeşim. Bu sözleriyle Bünyamin'i zikretmesi, kendini iyice tanıtmak ve Bünyamin'in değerini yüceltmek içindir.

Allah bize iyilikte bulundu. Allah bizi, imtihan edildiğimiz şeylerden başarıyla çıkardı, dağıldıktan sonra topladı. Yalnızlıktan sonra tanışıklık, yakınlık meydana getirdi. Gerçek şu ki,

kim sakınır, her hal ve hareketinde takvaya sarılır ve kendini, Allah'ın gazap ve azabını gerektirecek şeylerden korur

ve sabrederse, yani hapse girme, aile, vatan ve milletten ayrılma gibi sıkıntılara karşı sabreder, yahut da nefsin hoşlandığı günahlardan kendini çekip çevirirse

elbette Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez,' dedi. Burada ”onların mükâfatını" yerine ”iyilik edenlerin mükâfatını" denilmiş yani zamir yerine isim kullanılmıştır. Bu da, ”iyilik edenler" anlamındaki ”muhsin'in, takva ile sabrı bir arada toplayabilen kimse olduğuna dikkat çekmek içindir.

91

'Allah'a yemin ederiz ki, Allah seni bizden üstün tutmuştur.

Yani seni, mal, mevki, olgunluk ve güzellik yönünden bize tercih etmiştir.

Doğrusu biz bile bile suç işlemiştik,' dediler. ”Hatte", bilerek ”alıtae" ise bilmeyerek günah işledi demektir. Kardeşler bilerek hata ettiklerini itiraf ettiler. ”Biz sana yaptığımızı yaptık, bundan dolayı da Allah seni aziz, bizi ise zelil etti." Bu itirafta tevbe ve istiğfar manası vardır.

92

Yûsuf dedi ki: 'Bugün sizi kınama yok. Haysiyeti zedelemek, itibarı yok etmek manasına gelen ”Takrî", ”Teşrih" lafzıyla ifade edilmiştir. Çünkü ikisi de ”yırtmak" manasına gelmektedir. Yani bugün sizi rezil etmek, itibarınızı ayak altına almak yok. Yûsuf şöyle devam etti:

Allah sizi affetsin. Böylece hatalarının bağışlanması için onlara duâ etti.

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke fethi günü, Kabe kapısının iki kolunu tutup Kureyş'e şöyle seslendi: ”Size ne yapacağımı sanıyorsunuz?" Dediler ki: ”Hayır umuyoruz. Sen yüce bir kardeşsin. Yüce bir kardeşin oğlusun." Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: ”Bugün, kardeşim Yûsuf’un dediğini diyorum. Bu gün sizi kınama yoktur gidiniz, hepiniz serbestsiniz."

O, merhametlilerin en merhametlisidir. Çünkü merhamet edenlerin merhameti de Allah'ın merhametinden kaynaklanmaktadır. Onların merhameti, Allah'ın rahmetinin yüzde birinin bir parçasıdır.

Bahru'l-Ulûm’da şöyle denilmiştir: ”Mü'min için günah, Allah'a yakın olma ve O'nun rızasına ulaşma sebebidir. Çünkü günah tevbe ve Allah'a yönelme sebebidir."

Anlatıldığına göre, öleceği sırada bir delikanlının dili tutulup şahadet getiremedi. Durumu Rasûlüllah'a haber verdiler. Allah Rasûlü hemen gencin yanına girdi ve ona şahadet kelimesini telkin etti. Genç sıkıntı içindeydi ve dili çözülmedi. Rasûlüllah sordu: ”Bu genç namaz kılar mıydı? Zekât verir miydi? Oruç tutar mıydı?" Evet dediler. Allah Rasûlü: ”Peki ana babasına isyan etmiş miydi?" deyince, evet dediler. Rasûlüllah: ”Anasını getirin" buyurdu. Anası geldi. Yaşlı, âmâ bir kadındı. Denildi ki: ”Oğlunu affetmez misin? Onu cehenneme gitsin diye mi dokuz ay karnında taşıdın? Cehenneme gitsin diye mi iki sene emzirdin? Hani nerede annelik şefkati?" Kadın, genci affetti. O zaman şahadet için dili çözüldü.

Buradaki sır şudur: Anne merhametliydi. Onun azıcık bir merhameti bile gencin yanmasına engel oldu. Ya merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ın rahmeti nice olur?

93

Yûsuf onlara kendini tanıtıp onlar da onu tanıyınca, kardeşlere babasını sordu ve: ”Benden sonra babam ne yaptı?" dedi. Onlar: ”Gözleri kör oldu," dediler. Bunun üzerine Yûsuf gömleğini onlara verdi ve

Benim şu gömleğimi götürün... Bu, Yûsuf'a miras yoluyla intikal eden gömlekti. Nitekim Enes b. Malik'ten şöyle rivayet edilmiştir: ”Zorba Nemrûd, İbrahim (aleyhisselâm)'i ateşe atınca, yüce Allah Cebrail'i, cennetten bir gömlekle İbrahim'e gönderdi ve gömleği ona giydirdi. İbrahim İshak'a, İshak Ya’kûb'a, Ya’kûb da onu Yûsuf'a giydirmişti. Gömlekte cennet kokusu vardı. Hasta veya sakat birinin üzerinde olduğu zaman o kimse mutlaka iyileşip şifa bulurdu."

Babamın yüzüne koyun da, görmeye başlasın, yani gözüne düşen ak gitsin, oraya tekrar ışık gelsin

ve bütün ailenizle birlikte bana gelin.' Siz ve babam, kadın, çocuk ve kölelerinizle bana gelin. Burada ”babam da ailesini getirsin" denilmediği halde, muhataplara söylenen sözün içinde bu da kastedilmiştir. Çünkü ”ehl" kelimesi; eşler, çocuklar, köle ve cariyeler, akraba ve dostların hepsi için kullanılır.

Rivayet edildiğine göre ”Yehûza" gömleği aldı ve : ”Kana bulanmış gömleği getirerek babamı ben üzmüştüm. Onu üzdüğüm gibi, şimdi de sevindireceğim" dedi ve gömleği sırtlandı. Mısır'dan Kenan ülkesine yalın ayak ve perişan halde yola koyuldu. Yanında yedi dürüm vardı. Babasına gelinceye kadar bunları yiyemedi, halbuki mesafe seksen fersahtı.

94

Kervan, memleketlerine dönmek üzere

ayrıldığında... Ayrılmak anlamına gelen ”fesa le" kelimesiyle yapılan ”ülkeden ayrıldı" deyimi, surları ve yerleşim birimlerini geride bırakarak, oradan uzaklaştı anlamına gelir.

Babaları Ya’kûb, yanında bulunan torunlarına ve diğerlerine:

'Eğer bana bunak demezseniz, benim durumumu bunaklık ve akıl noksanlığına yormazsanız,

doğrusu ben Yûsuf'un kokusunu duyuyorum.' Yehûza Yûsuf’un gömleğini alıp Kenan iline yöneldiği andan itibaren seksen fersahlık mesafeden Yûsuf’un kokusunun sindiği şeyin kokusunu duyuyorum

dedi. Yani, eğer bana bunak deyip geçmezseniz, sözlerimi doğrularsınız.

95

Yanında bulunanlar:

'Allah'a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın.' Sen hâlâ eski hatanda devam ediyorsun

dediler. Çünkü onlara göre, Yûsuf ölmüştü. Âyetteki ”dalalet", iman ve hidayetin karşıtı olan dalâlet manasında değildir. Eğer Ya’kûb'a bu manada sapıklık isnad etselerdi, kendileri kâfir olurlardı. Buradaki dalâlet, hata ve şaşkınlık anlamındadır.

96

Müjdeci yani Yehûza

gelip gömleği Ya’kûb'un yüzüne koyunca, hemen gözleri açıldı. Görmeyen gözleri görmeye başladı ve üzüntülü, güçsüz bir halden, neşeli, güçlü bir duruma geldi.

"Felemma en" deki ”en" bağlaçtır. Kendinden sonraki iki fiili kuvvetlendirmek ve birleştirmek için gelmiştir. Böylece sanki iki fiil, aralıksız, aynı anda bir tek şeymiş gibi olmaktadır.

Bunun üzerine Ya’kûb:

'Ben size Allah tarafından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?' dedi. Ey oğullarım, ben sizi Mısır'a gönderip Yûsuf ve kardeşini aramanızı emrederken. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyi yasaklarken, Yûsuf’un hayatı ve bu hususta ferahlama olacağı konusunda, ben Allah tarafından sizin bilmediklerinizi biliyorum dememiş miydim?

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Ya’kûb, müjdeciye: ”Yûsuf nasıldır?" diye sordu. Müjdeci: ”O, Mısır melikidir." dedi. Hazret-i Ya’kûb: ”Ben melikliği ne yapayım? Sen bana, ondan ayrılırken hangi din üzereydi, onu söyle" dedi. Müjdeci: ”İslâm Dini üzere" deyince, Hazret-i Ya’kûb: ”İşte şimdi nimet tamam oldu" dedi.

97

Dediler ki: 'Ey babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile. Çünkü biz gerçekten suçluyuz.' Biz bile bile hata ve günah işledik. Sana, Yûsufa ve Bünyamin'e karşı yaptıklarımızdan dolayı suçluyuz.

98

Ya’kûb:

'Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Çünkü O çok bağışlayan, pek esirgeyendir,' dedi. Âyetteki ”sevfe" kelimesi, ”Asâ" ve ”Lealle" kelimeleri gibi, büyüklerin ve ileri gelen kimselerin vaadlerinde kullanıldığında, işin ciddiyetine ve doğruluğuna işaret eder. Büyüklerin ”olacak", ”olabilir", ”belki" gibi sözleri kesinlik ifade eder. Onlar böyle söylemekle, aceleci olmadıklarını ve vakarlarını göstermiş olurlar. Ya’kûb'un ”Sizin için Rabbimizden af dileyeceğim." sözü de bu kabildendir. Bir bakıma o şöyle demiş oluyor: ”Gecikse de, sizin için mutlaka af dileyeceğim." Şöyle denilmiştir: Ya’kûb'un hemen af dilemeyip, geciktirmesi; bağışlanmanın, mazlumun affına bağlı oluşundandır. Bundan dolayı Ya’kûb af talebini Yûsuf la buluşma vaktine erteledi. Çünkü haksızlığa uğrayan Yûsuf, onları affetmeden Ya’kûb da Allah'tan onlar adına af dilemeyecekti. Mısır'a Yûsuf un yanına geldiklerinde, Ya’kûb (aleyhisselâm) Cuma gecesi, seher vaktinde namaza durdu. O gece Aşure gecesiydi. Namazı bitirince ellerini kaldırdı ve şöyle yalvardı: ”Allahım! Yûsuf için serzenişimden, ona karşı sabırsızlığımdan dolayı beni bağışla! Kardeşlerine karşı yaptıklarından dolayı da oğullarımı affet. Yûsuf Ya’kûb un arkasında ”amin" diyordu. Kardeşleri de ikisinin ardında başları eğik, boyunları bükük vaziyette duruyorlardı. Cenab-ı Hak Yakûb'a, kendisini ve oğullarının hepsini affettiğini bildirdi.

99

Yûsuf’un yanına girdiklerinde... Rivayet edildiğine göre, Yûsuf babasına pek çok malzemeyle iki yüz binek deve gönderdi ve bütün aile fertlerini Mısır'a getirmesini istedi. Hazret-i Ya’kûb, Mısır'a hareket etmek üzere hazırlandı ve develer üzerinde çoluk çocuğu ile beraber Mısır yolunu tuttu. Mısır'a yaklaştıklarında durum Hazret-i Yûsufa haber verildi. Yûsuf da, kral Reyyânla birlikte bütün Mısır halkı, büyükler ve dört bin kişilik bir ordunun başında Ya’kûb (aleyhisselâm)'u karşıladı. Sevinçten sarılıp ağlaştılar. Göklerdeki melekler de ağladılar. Süvariler deniz gibi dalgalandılar. Yûsuf: ”Ey babacığım! Gözünü kaybedinceye kadar benim için ağladın. Kıyamette buluşacağımızı aklına getirmedin mi?" dedi. Ya’kûb da: ”Evet, aklıma getirdim, fakat dininden çıkıp da bir daha hiçbir şekilde buluşamıyacağımızdan korktum" dedi.

O, ana ve babasını bağrına bastı. Müfessirlerin çoğunluğuna göre ana-babadan maksat Ya’kûb ile Yûsuf’un teyzesi ”Leyyâ"dır. Çünkü annesi Râhayel, Bünyamin'i dünyaya getirirken vefat etmişti. Yûsuf onlara sarılıp kucakladı. Anlaşıldığına göre Yûsuf onları karşıladığında, orada bulunan bir çadır veya eve konuk etti. Yûsuf’un huzuruna o ev veya çadırda girdiler. Ana babasını da orada kucakladı.

Ve Mısır'a girmeden önce onlara:

'Allah'ın dileğiyle, açlıktan, korkudan ve diğer sıkıntılardan kesin şekilde

güven içinde Mısır'a girin,' dedi. Çünkü onlar. Yûsuf’un hükümranlığından önce, zorbalıkları yüzünden Mısır krallarından korkuyorlardı.

100

Ana ve babasını tahtın üzerine oturttu. Mısır'a indiklerinde yetmiş iki erkek ve kadından ibarettiler. Mûsa (aleyhisselâm) ile birlikte Mısır'dan çıktıklarında ise çocuklar hariç altı yüz bin beş yüz erkek idiler. Tahttan kasıt, Yûsuf’un oturduğu yüksek divandır. Yûsuf onları onurlandırmak için kendisiyle birlikte kral tahtına oturttu

ve hepsi onun için secdeye kapandılar. Bu, saygı ve selâm secdesiydi. Çünkü onlara göre secde, saygı ve selâmlama manası taşıyordu. Tıpkı saygı ve hürmet ifadesi olarak insanların ayağa kalkması, el sıkışması, el öpmesi ve benzeri haller gibi.

O zaman Yûsuf dedi ki: 'Babacığım! İşte bu, vaktiyle çocukluğumda

gördüğüm ve sana anlattığım

rüyanın tabiridir. Bununla şu âyeti kastediyordu: ”Rüyamda on bir yıldız, güneş ve ay'ın bana secde ettiklerini gördüm." (Yûsuf: 4)

Rabbim onu gerçekleştirdi. Rüyada gördüğümün aynısı gerçekleşti. Bazıları dediler ki: Yûsuf’un rüyası kırk sene sonra gerçekleşti. Bu duruma göre Yûsuf’un, aile fertleriyle buluşması seksen sene sonra gerçekleşmiştir sözü doğru değildir.

Şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, Yûsuf kardeşlerine karşı iyi davranmada o kadar ileri gitti ki; ara bozmayı sadece şeytan'a yükledi. Halbuki normalde kötülük nefse ve şeytana yüklenir. Çünkü her ne kadar her şeyi yaratan Allah ise de, kötülüğün aslı ve kaynağı nefis ve şeytandır.

Beni hapisten çıkaran... Yûsuf, Allahm ikramlarını sayarken kardeşleri utanmasın diye kendisini ”kuyudan çıkardığını" söylemedi. Çünkü geçmiş günahları yüze vurmamak, af ve bağışlamanın tam olduğuna işaret eder. Ayrıca Yûsuf, hapiste kâfirlerle beraber iken kuyuda Cebrail ile birlikteydi.

Sizi çölden getiren... Yûsuf’un kardeşleri çöldeydi. Çöl (badiye), yerleşim alanlarının karşıtıdır. Badiye denmesi; sahranın bütün çıplaklığıyla göze görünmesinden dolayıdır. Bâdiye ”Bedâ"dan gelmektedir ki, o da zahir oldu, ortaya çıktı demektir. Sürü sahipleri su ve otlak için badiyeye (çöle) çıkarlardı.

Rabbim bana çok iyilikte bulundu. Bana muamelesi güzel oldu. Meşhur olan ”ihsan" kelimesinin, ”ila" cer harfiyle kullanılmasıdır. Bazan ”be" harfi cerriyle de kullanılır. ”Ve bil vâlideyni ihsana" (ana-babaya da iyilik et) âyetinde olduğu gibi. (Enam: 151)

Doğrusu Rabbim, istediğine çok lütfeder. Dilediği kimseye karşı muamelesi naziktir, isabetli ve hikmetli olması için hassastır.

Kevâşıat şöyle denilmiştir: ”Dilediğine ikram sahibidir. Lütuf, gizli iyilik demektir.

İmam Gazali merhum şöyle demiştir: ”Lâtif ismine ancak; faydalı şeyleri ince ve kapalı yönlerini bilen, nazik ve hassas taraflarını görüp bunları sert şekilde değil, yumuşak tarzda gerekli yerlere ulaştıran kimse lâyıktır. İşte fiilde yumuşaklık ve idrakte incelik bir araya geldiği zaman, lütfün manası tamam olur ki, böyle bir kemâl Allah'tan başkası için düşünülemez."

O, gerçekten iyi bilendir, hikmet sahibidir. O, maslahat ve idare yollarını çok iyi bilir. Her yaptığı işi hikmete uygun yapar.

Rivayete göre; Yûsuf (aleyhisselâm) Ya’kûb (aleyhisselâm)'un elinden tutup hazinelerini dolaştırdı. Onu zînet, altın, gümüş, elbise, silâh ve diğer hazinelerin bulunduğu yere soktu. Kırtasiye hazinesine sokunca Hazret-i Ya’kûb şöyle dedi: ”Oğulcuğum! Ne kadar da ilgisizin işsin! Bu kadar kağıdın olduğu halde, şuracıkta sekiz konaklık yerden bana mektub yazmadın."

Süheyli şöyle diyor: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in evleri hurma dallarından yapılmış, üzeri çamurla sıvanmıştı. Bazıları ise üstüste konmuş taşlardan yapılmıştı. Hepsinin tavanı ise hurma dalındandı. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dünya ve dünyanın geçici nimetlerine karşı hırslı değildi."

Hasan-ı Basrî'den rivayet edilmiştir: ”Ben Hazret-i Osman'ın hilâfeti sırasında henüz buluğ çağına ermemişken, Rasûlüllah'ın hanımlarının evlerine girerdim. Elimle tavanlarına değerdim. Hazret-i Peygamber (aleyhisselâm)'in hanımları vefat edince, Ömer b. Abdülaziz bu evleri yıktırdı ve mescide kattı. Birisi dedi ki: Bu evlerin yıkıldığı günkü kadar ağlayan kimse görmedim. Keşke bu evler bırakılıp yıkılmasaydı da, insanlar bina yapmaktan geri dursalardı ve yeryüzünün hazineleri elinde olan Rasûlüllah'ın razı olduğuna, onlar da razı olsalardı. Bu hal, insanları bina yapmadaki yarışma ve böbürlenmeden uzaklaştırırdı."

Behlül Dânâ, kardeşi Halife Harun Reşid'in yaptığı muazzam bir sarayın duvarına şöyle yazdı: ”Ey Harun! Çamuru yükselttin, dini alçaktın. Kireci yükselttin, kitabı alçaktın. Eğer bunu kendi malınla yaptınsa, israf ettin, Allah israf edenleri sevmez. Başkasının malıyla yaptınsa zulmettin, Allah zalimleri de sevmez."

101

Rabbim! Rivayet edildiğine göre Ya’kûb (aleyhisselâm) Yûsuf la yirmi dört sene birlikte kaldı. Şam'a, babası İshak'ın yanına gömülmesini vasiyet etti. Yûsuf (aleyhisselâm) onu bizzat sedir ağacından yapılmış bir tabut içinde Şam'a nakletmişti. Ebu'l-Leys es-Semerkandî'nin Tefsir'inde belirtildiği gibi Ya’kûb (aleyhisselâm) vefat ettiğinde, yüz kırk yedi yaşındaydı. Yûsuf tekrar Mısır'a döndü ve babasının vefatından sonra, yirmi üç yıl daha yaşadı. Toplam yüz yirmi sene ömür sürdü. Allah, işini yoluna koyup her şeyi yerli yerine oturunca ve durumunun kemâle erdiğini görünce anladı ki, artık zevale yaklaştı, her halükârda dünya nimetlerinin devam etmeyeceğini gördü. İşte o zaman yüce Allah'tan güzel bir âkibetle bu âlemden göçmeyi istedi.

Bana hükümranlıktan büyük bir pay

verdin. Bu, Mısır hükümranlığıdır. Çünkü Yûsuf'a bütün dünyanın hakimiyeti verilmemiştir.

Ve bana rüyaların tabirini öğrettin.

Âyetteki ”ehadis" kelimesinden maksat, rüyanın çoğulu olan ”ruâ"dır. ”Tevil" ise: rüyanın dışarda nasıl tecelli edeceğini açıklamaktır. Rüya tabiri ilmi, önemli bir ilimdir. Fakat peygamberlik ve velayetin şartlarından değildir. Allah bu ilmi bazı seçkin kullarına geniş olarak, bazılarına da kısa olarak verir.

Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Onların, yoktan varlık âlemine çıkarıcısı!

Dünyada da, âhirette de işlerimi yoluna koyan sensin. Bir kimsenin bir şeye ihtiyacı olur da onu elde etmek için duâ etmek isterse, önce Allah'ı methetmelidir. Yûsuf (aleyhisselâm) da önce Allah'ı methetti, sonra da şöylece istekte bulundu.

Benim canımı Müslüman olarak al. Bu, İslâmiyet üzere ölmeyi istemektir. Çünkü bu tarzda ölmek, nimetin tamamıdır. Buna benzer bir âyet de şudur: ”Sizler ancak Müslüman olarak can verin." (Al-i İmrân: 102) Hazret-i Yûsuf’un bu duasını, ölümü temenni etmek şeklinde yorumlamak caizdir. Katkısız tevhid inancı üzereyken beni kendi katına çek, demektir. Söylendiğine göre, Yûsuf’tan ne önce, ne de sonra hiçbir Peygamber, ölümü temenni etmemiştir. Yine denilmiştir ki: ”Ölüm müminin hediyesidir." Çünkü dünya onun zindanıdır. Şeytanına karşı durmak, lezzetlere karşı nefse hakim olmak, nefsin baskılarını göğüslemek gibi sebeplerden dolayı dünyada sıkıntı çeker. Ölüm ise insanın bu bağlardan kurtulması ve rahata ermesidir. Bundan dolayı denir ki: ”İdarecilerin ölümü fitne, âlimlerin ölümü musibet, zenginlerin ölümü sıkıntı, fakirlerin ölümü ise rahatlıktır." Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ”Kim Allah'a kavuşmaktan hoşlanırsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanır. Kim de Allah'a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz." Dediler ki: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Hepimiz ölümden hoşlanmayız." Rasûlüllah da şöyle cevap verdi: ”Bu, ölümden hoşlanmamak değildir. Mü'min öleceği sırada Allah 'in emriyle müjdeci melek ona gelip, sahip olacağı nimetleri gösterir. O zaman mümin için Allah'a kavuşmaktan daha sevimli bir şey olamaz. Allah da ona kavuşmayı sever. Fâcir veya kâfir ölürken de korkutucu melek gelip ona, uğrayacağı kötülüğü gösterir. O da Allah'a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz."(19)

Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm). Kavminden veya arkadan geleceklerden olup da âkibetinden emin olmayanların bu konuda kendine uysunlar da duayı terketmesinler diye, Müslüman olarak ölmek için duâ etti. Şükürle tevbeyi birbirine karıştırmasınlar diye peygamberlerin dış görüntüleri, ümmetlerin kendilerine bakıp örnek almalarına uygun tarzda tecelli eder.

Ve beni salihler arasına kat.' Cennette peygamber cedlerimle birlikte veya nimet ve keramet içinde bütün salihlerle birlikte bulundur. Hazret-i Yûsuf’un Mısır'a girmesiyle Hazret-i Mûsa'nın Mısırdan çıkması arasında dört yüz yıl vardır. Hazret-i Yûsuf (aleyhisselâm), İsrail oğullarından ilk peygamberdir.

Bahru'l-Ulûm Tefsirinde şöyle denilmiştir: ”Hazret-i Yûsuf dan sonra Firavunlar Mısır'ı Amâlika'dan devraldılar. Cenab-ı Hak, Mûsa'yı Peygamber olarak gönderip yardım ve inayetiyle İsrail oğullarını Firavunlardan kurtarıncaya dek İsrailoğullan onların idaresi altında Yûsuf ve babalarının dininden geride kalan şeylere göre hareket ettiler."

Ömer b. Abdülaziz'den rivayet edildiğine göre; Meymûn b. Mehrân bir gece Ömer b. Abdülaziz'in yanında kalmış ve Ömer'i çok ağlar ve ölümü ister vaziyette görünce şöyle demiş: ”Allah senin vasıtanla birçok hayırlı işler gerçekleştirdi. Sen sünnetleri ihya, bidatleri imha ettin. Senin döneminde mü'minler rahat ve huzur gördüler." Ömer de: ”Ben, Allah kendisini ferahlandırıp işlerini yoluna koyduğunda: ”Benim canımı Müslüman olarak al ve beni salihler arasına kat" diyen salih kul Yûsuf gibi olmayayım mı?" diye cevap vermiş.

102

Ey Rasûlüm Muhammed!

İşte anlattığımız Yûsuf'la ilgili

bu kıssa, onunla ilgili olan bilgiden habersiz olduğun,

sana Cebrail'in diliyle

vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Çünkü, onlar,Ya’kûb'un Yûsuf’u kendileriyle birlikte göndermesi için

hile yaparak elbirliğiyle Yûsuf’u kuyunun dibine atma konusundaki

işlerine karar verdikleri zaman, sen onların yani Yûsuf un kardeşlerinin

yanında değildin. Orada hazır bulunmuyordun. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in orada hazır olmadığını söylemek, vahyi inkâr edenleri kınamak içindir. Çünkü inkarcılar da Hazret-i Peygamberin kimseden ders almadığını bilirler. Dolayısıyla bu kıssayı kimseden duymamıştır. Buna rağmen bu kıssayı haber verdiğine göre, bunun kendiliğinden değil, vahiy yoluyla olduğunda hiçbir şüphe yok demektir.

103

Rivayet edildiğine göre, Kureyş kâfirleri ve Yahudilerden bir grup denemek için Rasûlüllah'a Yûsuf kıssasından sordular. O da Tevrat'a uygun tarzda kıssayı onlara haber verdi. Ancak yine de Müslüman olmadılar. Bunun üzerine Rasûlüllah çok üzüldü ve Cenab-ı Hak onu şöyle teselli etti:

Sen ne kadar deliller göstererek iman etmelerini

yürekten istesen de, insanların çoğu yani bütün Mekke müşrikleri ve diğerleri inatları ve köklü inkârları sebebiyle

inanmazlar. Bu, gerçekte kaderin sırlarındandır. Eğer: ”Allah, mahlukatı ibadet için yarattığı halde niçin kâfirler daha çok?" dersen, şöyle cevap veririm: ”Maksat, kâmil insanın ortaya çıkmasıdır. Bu ancak binde birdir."

104

Halbuki, sen, buna yani Kuranla onları irşada

karşılık onlardan bir ücret, kıssacıların yaptıkları gibi bir mal vermelerini

istemiyorsun. O, yani Kur'an, bütün

âlemler için, bütün âlemleri kurtuluşa yöneltmek için Allah katından gelen

sadece bir öğüttür. Bir uyarıdır. Bu âyette; tebliğ, ir şad ve diğer hayır hizmetlerinde insanlardan menfaat istemenin caiz olmadığına işaret vardır. Çünkü bu hizmetler Allah içindir. Allah için olan şeylere dünya ve âhiret menfaati bulaştırmak caiz değildir.

105

Göklerde ve yerde nice belgeler vardır ki... Buradaki ”ke eyyin" haberiyye için olan ”kem" manasınadır. Yani yaratıcının varlığına, birliğine, sıfatlarına dair güneş, ay, yıldızlar, yağmur, hayvanlar, denizler, nehirler gibi, göklerde ve yerde pek çok âyetler vardır ki,

onlar bu belgelerin, karşılaştıkları ve açıkça gördükleri işaretlerin

yanından yüzlerini çevirip geçerler. Bunlara dikkat etmezler, önem vermezler ve üzerinde düşünmezler.

106

Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah'a iman ederler.

İlâhlık konusunda O'na ortak nisbet ederler. Araplar tel biyelerinde şöyle derlerdi: ”Allahım buyur! Senin ortağın yok, ancak sana ait ortak var. Sen ona maliksin, o sana malik değildir." Mekkeliler de şöyle derlerdi: ”Allah rabbimizdir. Tektir, ortağı yoktur, melekler O'nun kızlarıdır." Böylece O'nu tek kabul etmiş olmuyorlar, aksine O'na ortak koşmuş oluyorlardı. Putperestler de şöyle söylüyorlardı: ”Tek Rabbimiz Allah'tır. Putlar ise ibadete lâyık olmada O'nun ortaklarıdır." Yahudiler: ”Rabbimiz sadece Allah'tır. Üzeyir ise O'nun oğludur," derken Hristiyanlar da: ”Rabbimiz sadece Allah'tır, Mesih İsa ise O'nun oğludur" diyorlar.

107

Müşrikler

Allah tarafından onları kuşatacak hepsini içine alacak ve hepsini kapsayacak

bir musibetin bir azabın

gelmesinden veya farkında olmadan ansızın, daha önce hiçbir belirti olmadığı halde birden bire

kıyametin kopmasından güvende midirler? Dünya işleriyle meşgul oldukları için, kendilerini habersiz bir şekilde yakalayacak olan kıyametin saatinin gelmeyeceğini mi sanıyorlar?

Hadis-i şerifte: ”Aniden ölmek, Allah'ın kula gazab alâmetidir. ” buyurulmuştur. ”Fücaet" ortada bir hastalık veya sebep yokken, aniden ortaya çıkmak demektir. Mü'min, helâllik almadan, tevbesini yenilemeden, nefsine toparlanma fırsatı veremeden gaflet üzere Rabbine kavuşmasın diye, aniden ölmek hoş görülmemiştir.

Rivayete göre, Hazret-i İbrahim, Hazret-i Davûd ve Hazret-i Süleyman (aleyhimü's-selâm) lücceten (aniden) ölmüşlerdir. Dolayısıyla bu tür ölümün, salihlerin ölümü olduğu da söylenir. Âlimlerin çoğunluğu yukarıdaki hadisin, üzerinde kul hakları bulunup vasiyete ihtiyaç duyan kimseler hakkında varid olduğuna inanmışlardır. Kimseyle hak hukuk ilişkisi kalmamış, tamamen hazır kimseler için böyle ölüm kolaylık ve rahmettir. el-Fethu'l-Karîh adlı eserde de böyle söylenmektedir.

108

Ey Rasûlüm Muhammed!

De ki: 'Benim yolum budur. Benim iman ve tevhide çağrı olan yolum bu yoldur. Sonra bu yol şöyle açıklanıyor:

Ben ve bana uyanlar basiret üzere Allah'a çağırırız yani Allah'ın dinine, O'na itaata, âhirette vadedilen sevaba çağırır ve bu çağrıyı da, payeye ulaştıracak apaçık delil ve hüccetlerle yaparız. Çünkü, delil kuvvetli ve makul olursa, irşad ve hidayete götürür. Çağrı basirete değil de körlüğe dayanırsa, bunun tam aksi olur.

Allah'ı tenzih ederim. Onu ortaklardan uzak tutarım.

Ben müşriklerden değilim.' Bu, cümlenin cümleye atfıdır. Bazıları şöyle demiştir: ”Allah'a çağıran, halkı onunla (Allahla) çağırır. Allah yoluna çağıran ise onları kendi nefsiyle çağırır. Onun için ikinci tarz çağrıya uyanlar daha çoktur. Çünkü çağıran ve çağırılanların yapısı ortakdir."

Anlatıldığına göre, fakih'in birisi Ebû Müslim el-Mağribî'yi ziyarete gitti. Onun, Kur'an'ı düzgün okumadığını işitti ve kendi kendine: ”Emeğim boşa gitti," dedi. Sonra teheccüd vaktinde abdest almak için dışarı çıktığında iki arslanın hücumuna uğradı ve bağırarak kaçtı. Ebû Müslim, onu arslanlardan kurtardı ve Fakih'e şöyle dedi: ”Ben kıraatte hata ettim. Sen ise imanda hata ettin. Biz içi düzeltmek için uğraştığımızdan, mahlukât bizden korkar, siz ise dışı düzeltmek için uğraştığınızdan, mahlukâttan korkarsınız."

Bil ki, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a uymak, kurtuluş kapısıdır ve yüce saadetin yoludur.

Sehl de şöyle dedi: ”Gerçekten Allah'ı seven kimse hallerinde, sözlerinde ve hareketlerinde Hazret-i Peygambere uyar."

109

Senden önce de şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerden başkasını (peygamber) göndermedik. Peygamber olarak melekleri değil, insanları gönderdik. Bu, onların şu sözlerine verilen bir cevaptır: ”Doğrusu Rahhimiz dile şeydi, melekler indirirdi." (Fussilet: 14) Eğer peygamber olarak melek gönderilseydi, o da insan şeklinde olurdu. Nitekim Cenab-ı Hak: ”Biz onu melek kûsaydık bir insan şeklinde yapardık. ” (En'am: 9) buyurmuştur.

Cinleri de bununla kıyasla. Cinlerden de insanlara peygamber olmaz. ”Erkekler" ifadesi, yüce Allah'ın insanlara, hiçbir kadın peygamber göndermediğine işaret etmektedir. Çünkü onların hali tesettür esasına bina edilmiştir. Kadınların ulaşabileceği son mertebe Peygamberlik makamı değil, sıddıklık makamıdır. Meryem, Âsiye, Hatice, Fâtıma ve Âişe (Allah hepsinden razı olsun) bu makama erişenlerdendir.

Biz o erkek peygamberlere, sana vahyettiğimiz gibi, melek vasıtasıyla vahyederiz. Bu peygamberler; katılık, sertlik ve cehaletin hakim olduğu çöl halkından değil, şehir halkındandır. Âyette geçen ”karye"den maksat, çölün aksine, medeniliği ifade eden şehir demektir ki; büyük küçük bütün yerleşim birimlerini ifade eder.

Onlar ders ve ibret almak için

yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? Kendilerinden önceki müşrikler yalanlamaları ve şirk koşmaları yüzünden helak oldular. Onların başına gelenin, kendi başlarına da gelmemesi için onlar gibi olmaktan sakınmaları ve onlardan uzak durmaları gerekir.

Sakınanlar için âhiret yurdu elbette daha hayırlıdır. ”Veledârul âhireti" terkibinde mevsuf (tanımlanan) sıfata (tanımlayana) izafe edilmiştir. İbarenin aslı ”ve Leddâru'l-âhireti" şeklindedir. Âhiret hayatı şirk ve günahlardan sakınanlar için, elbette dünya hayatından daha hayırlıdır.

Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız? Ahiretin daha hayırlı olduğunu anlamanız için akıllarınızı çalıştırmaz mısınız?

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i İsa (aleyhisselâm) arkadaşlarına şöyle dedi: ”Ölülerle oturmayın. Çünkü kalbiniz ölür." Havariler: ”Kimdir ölüler?" dediklerinde, Hazret-i İsa: ”Dünyaya rağbet edip ona âşık olanlardır," diye cevap verdi.

Sahabeden birisi, tabiînin önde gelenlerinden birine şöyle dedi: ”İbâdet ve gayret yönünden siz Rasûlüllah'ın ashabından daha ilerisiniz, fakat onlar sizden daha hayırlıdır." Neden böyledir? denildiğinde: ”Çünkü onlar dünyaya karşı sizden daha az meyilli, âhirete karşı ise daha çok istekliydiler."

110

Öyle ki, peygamberler ümitsizliğe düşüp yani müşriklerin şirk hayatlarının devam etmesi onları aldatmasın. Çünkü onlardan öncekilere mühlet tanındı da peygamberler dünyada onlara karşı üstünlük hususunda ümitsizliğe kapılıp

yalanlandıklarını sandıkları bir sırada... ”Küzibû" meçhul ve şeddesiz okunmuştur. Yani galip geleceklerini fısıldadıkları zaman, sanki nefisleri kendilerine yalan söylüyormuş zannettiler.

İbn Abbas ise şöyle demiştir: ”Allah'ın kendilerine vadettiği zaferin gerçekleşmeyeceğini sandılar. Çünkü onlar da insandı." İbn Abbas bunu destekleyen şu âyeti okudu: ”Peygamberler ve onunla beraber olan mü’minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek kadar sarsılmışlardı." (Bakara: 214)

Ummadıkları bir sırada aniden

onlara yardımımız gelir yani zaman uzayıp dünyada artık zafer elde edemeyeceklerini zannettikleri bir sırada ve ortada bir işaret yokken birden bire yardımımız gelir

de, dilediğimizi kurtarırız. Bunlar peygamberler ve onlara uyanlardır.

Azabımız, üzerlerine indiği zaman

suçlular topluluğundan asla geri çevrilmez.

111

Yemin olsun ki, onların yani peygamberlerin

kıssalarında, akıl sahipleri için ibret vardır. ”Kıssalar''dan maksat, peygamberler ve ümmetlerinin haberleridir, ”ibret"; ders almak demek olan itibar kelimesinden isimdir. Aslı ise; düşünerek bir şeyi araştırmak demektir. ”Akıl"dan maksat; duygusallık şüphelerinden uzak olan akıldır.

Ebu'l-Leys Semerkandî, Bahru'l-Ulûm'da şöyle demiştir: ”Sonradan gelen akıl sahipleri, geçmiş ümmetlerden haber verilen helak ve ilâhî azabı gerektirecek şeylere cüret etmezler. Aksine bu gibi şeylerden kaçınırlar. Çünkü böyle şeyleri işleyenlerin başına da bu tür felâketler gelir."

Sözün kısası; Yûsuf ve kardeşlerinin kıssasında akıl sahipleri için düşünme ve ders alma vardır. Bu ders de şudur: Halkından birinin keleşiyken Onu Mısır'a kral yapıp Yûsuf'u aziz kılan Allah (celle celalühü), Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i de aziz kılmaya ve ona yardım etmeye kadirdir.

O, yani Kur'an

uydurulabilen bir söz değildir. Kur'an ve orada geçen şeyler, bir insanın uydurması değildir.

Ancak kendinden öncekilerin tasdiki, daha önce peygamberlere indirilmiş semavî kitapların onaylanması ve onların doğru olduğunun delilidir. Çünkü Kur'an mucizedir. Diğer kitaplar ise mucize değildir. Onlar, içindekilerin doğruluğu konusunda Kur'an'ın şahadetine muhtaçtırlar. Üzerinde ittifak edilen şeyin, delilin şahitliğine ihtiyaç duyduğu gibi.

Her şeyin açıklanması, din işlerinden her şeyin detayı

ve iman eden bir toplum için bir rehber ve rahmettir. Kesin iman sahipleri için sapıklıktan kurtuluş rehberi ve azaba karşı bir rahmettir.

Şüphesiz Kur'an, bütün kademeleri içine alır. Onda dinin içi ve dışına ilişkin geniş açıklamalar vardır.

Akıllı kimsenin; Kurandaki nasihatlerden ders alması, Kur'an gerçekleriyle aydınlanması, Kur'an ahlakıyla ardaklanması ve onu sadece okumakla yetinmemesi gerekir.

Allah'ın yardımıyla Yûsuf Sûresinin tefsiri sona erdi.

0 ﴿