RA'D SÛRESİMekke devrinde nazil olmuştur, 43 âyettir. 1Elif. Lâm. Mim. Râ. İbn Abbas, bu harflerin: ”Ben Allah'ım, yaratıkların bilmediklerini bilir, Arş'ın üstünden toprağın altına kadar, görülmeyeni görürüm," anlamında olduğunu söyler. Bunlar, yani bu sûrenin âyetleri Kitab'ın, Kuranın âyetleridir. Sana Rabbinden indirilen Kur'an haktır. Müşriklerin dedikleri gibi, onu sen kendinden getirmedin. Ama insanların çoğu Kur'an'a inanmazlar. Onun hakikatini inkâr ederler. Çünkü inatlarında ileri gitmişler, hak yoldan sapmışlar, onun mânâlarını düşünmemişlerdir. Ama onların inkârları, Kur'an'ın hak olup yüce Allah katından indirildiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Şüphesiz kör görmese de, güneş güneştir. Bundan sonraki âyette Yüce Allah rubûbiyyetinin (Rab olduğunun) ve birliğinin delillerini açıklayarak şöyle buyurmuştur: 2Allah, görmekte olduğunuz gökleri bir direk olmadan yükselten... Allah gökleri yükselmiş olarak yarattı. Onunla yer arasında, yaya olarak beş yüz yıllık bir mesafe vardır. O, gördüğün gökyüzünü, dikilmiş direkler ve sütunlar olmadan yükseltmiştir. Sonra Arş'a istiva eden... Arş, kıralın tahtı demektir. Burada, halen mevcut büyük bir yaratık anlamındadır. O, yaratıkların en büyüğüdür. Yüce Allah'ın şu âyette haber verdiği gibi, altında tatlı su vardır: ”...Onun arşı su üzerindedir..." (Hûd: 7) Güneşi ve ayı emrine boyun eğdirendir. Allah onları, kendilerinden istenilen şey için boyun eğdirdi. Bu da, kullarının onlarla yılların sayısını bilmek suretiyle faydalanmaları, güneşin ve ayın hareketini hesaplamalarıdır. Güneş ve ay gece gündüz insanlara ışık verirler. Yere, bedenlere, ağaçlara ve bitkilere faydalıdırlar. Hepsi, güneş ve ayın ikisi de belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. Yani, bilinen bir vakte kadar... Bu da dünyanın son bulması, dönmesini tamamlamasıdır. Güneşin ve ayın bir takını konak yerleri vardır. Bunlar her gece bir menzilde doğup, ötekinde batarlar. Bu, son durak yerine kadar böylece devam eder. O, işi düzenler. Sahibi olduğu varlıkların, vermek ve vermemek, diriltmek ve öldürmek, günahlarını bağışlamak, sıkıntılarını gidermek, bazı toplulukları yükseltip bazılarını alçaltmak türünden olan işlerini takdir eder ve düzenler. Birliğine, öldükten sonra dirilmeye, kudret ve hikmetinin kemaline işaret eden âyetleri, delilleri açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza tam olarak inanırsınız. Yani. Allah (celle celalühü) bu delil ve işaretleri, onlar üzerinde derinlemesine düşünüp bakmanız için açıklar. Siz böylece bunlarla, onun varlığına, birliğine, kudret ve hikmetine delil bulur, gökleri ve arşı yaratmaya, iriliklerine rağmen güneşi ve ayı boyun eğdirmeye, bütün işleri idare etmeye güç vetiren Allah'ın, bunlara göre daha kolay olan, insanı yalatmaya, tekrar diriltmeye ve cezalandırmaya öncelikle muktedir olduğunu kesin bir şekilde bilip, inanırsınız. 3Yeryüzünü uzatan, uzunlamasına ve enlemesine yayan, ayakların sağlam bir şekilde basması ve hayvanların hareketi için genişleten O'dur. O, yeryüzünü, bir yerde topluca bulunan bir bütün olarak değil, yayılmış olarak yaratmıştır. Dünyanın yayılmış oluşu, onun yuvarlaklığına aykırı değildir. Çünkü yeryüzünün tamamı büyük bir kütledir. Yuvarlak bir cisim son derece büyükse, onun her parçası düz bir satıh gibi görünür. Orada yeryüzünün sallanmaması, kendisinin ve üstündekilerin düzgün durması için, yerin direkleri olan sabit dağlar ve akan nehirler vare-' den... Dağların, nehirlerin çıkış yerleri olması dolayısıyla burada, nehirler dağlara eklenmiş ve ikisi tek bir fiile bağlanmıştır . Yeryüzünün içlerinden çıkan buharlar, yükseldiğinde sıkışır ve birbirine girer. Sonunda dağlarda büyük sular meydana gelir. Sonra sular, çokluğu ve kuvvetinden dolayı dağı delerek çıkar ve yeryüzünde akar. Ve orada her türlü meyveden çifter çifter yaratan O'dur. Burada, Arapların konuşmalarında âdet olduğu üzere ”zevçeyn" kelimesi ”isneyn" kelimesiyle pekiştirilmiştir. Allah yeryüzünde her türlü meyveyi tatlı, ekşi; siyah, beyaz; sarı, kırmızı; küçük ve büyük olarak çifter çifter yaratmıştır. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor. Yani geceyi, karanlığıyla gündüzü kaplayan, gündüzün aydınlığını gideren bir örtü yapıyor. Böylece aydınlık olan hava, karanlığa bürünüyor. Burada ”örtmek" şeklinde çevirdiğimiz ”iğsâ" kelimesi, bir şeyin üzerine başka bir şeyi giydirmek demektir. Şüphesiz bütün bunlarda yani yer, dağlar, nehirler ve meyvelerde düşünen bir topluluk için yaratanın kudretine, hikmetine ve idaresine işaret eden âyetler vardır. Yeryüzündeki âyet, onun, üstündekiler için halı gibi yayılması açısındandır. Orada yollar, vadiler, pınarlar, mâdenler ve hayvanlar vardır. Dağların âyet oluşu, onların sabiti ilikleri, yükseklikleri, sertlikleri ve ağırlıklarıdır. Çadırın kazıklarla sabitleştirilmesi gibi, yeryüzü de dağlarla sabitleştirilir. Nehirlerin âyet oluşu; onların, dağların, her yanından değil, bir tarafından çıkmasıdır. Bu da, üstün hikmet sahibi olan ve istediğini yapan yüce bir güce dayanmasındandır. Meyvelerin âyet oluşu ise şudur: Tohum yere düşer ve yeryüzünün nemi onu etkileyerek yetişip büyümesini sağlar. Üst ve alt tarafı yarılır. Üst taraftaki yarıktan yüksek ağaç, alt taraftakinden ise yerin derinliklerine gömülen kökler çıkar. Bu, insanı hayrete düşürecek işlerden biridir. Çünkü bu tohum tek bir özelliğe sahiptir. Tabiat olaylarının, yıldız ve gezegenlerin ona olan etkisi de tektir. Sonra onun bir tarafından havaya doğru yükselen bir gövde, diğer taraftan yerin dibine işleyen bir kök çıkıyor. Oysa tek bir tabiattan iki zıt tabiatın meydana gelmesi imkansız. Bu bize, bunun sebebinin hikmet sahibi bir idareci olduğunu gösteriyor. Ayrıca, bu tohumdan meydana gelen ağacın bir kısmı odun, bir kısmı çekirdek, bir kısmı da meyve oluyor. Bunları yaratan hikmet sahibi Allah, tüm kusurlardan münezzehtir. O'nu tesbih ederiz. İşte düşünen topluluklar, bütün bunlarda yaratıcının kudretine delil bulurlar. Burada ”düşünmek" şeklinde çevirdiğimiz ”tefekkür" kelimesi, kalbin, eşyanın manâlarını anlamaya yöneltilmesi demektir. Bu büyük âlemde, yeryüzü, dağlar, mâdenler, denizler, nehirler, ırmaklar ve arklar olduğu gibi, küçük âlem olan insanda da, bunların benzerleri vardır. Cesedi yeryüzü, kemikleri dağlar, beyni madenler, karnı deniz, bağırsakları nehirler, damarları ırmaklar, saçı bitki, soluk alış-verişi rüzgârlar, sesi gök gürültüsü, göz yaşları yağmur, sevinci gündüzün aydınlığı, kederi gece karanlığı, uykusu ölüm, uyanıklığı hayat gibidir. 4Yeryüzünde birbirlerine komşu yani birbirine bitişik, bir kısmı verimli olan ve birşeyler bitiren, bir kısmı çorak olup hiçbir şey bitirmeyen, bazıları az verimli ve sert, bazıları yumuşak, bir kısmı ağaca değil tarıma, bir kısmı da ağaca elverişli olan kıtalar, aynı sudan sulanan üzüm bağları... Araplar üzüme meyvesinin bolluğu, yükünün çokluğu, toplamak için alçak oluşu, dikeninin bulunmayışı, taze ve kuru olarak yenmesi dolayısıyla ”kenn" demişlerdir. Şüphesiz içerisindeki iman nurundan dolayı, mü'min kalbi bu adı almaya daha lâyıktır. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Sizden biriniz (üzüme) kernt demesin. Çünkü kerm müminin kalbidir," Duyulmuştur.(1) Bu yasaklamaya sebep: Arapların üzüme ve üzüm çubuğuna; ondan elde edilen şarabı, içenleri kereme sevkettiği için ”kerm" derlerdi. İsmin güzelliğinin insanları onu içmeye teşvik etmemesi için. Hazret-i Peygamber üzüme bu adın verilmesini hoş karşılamadı. Temizliği ve güzelliği dolayısıyie mü'minin kalbinin bununla nitelenmesini daha uygun buldu. Ekinler, bir kökten ve muhtelif köklerden dallanan hurma ağaçları vardır. Biz yemişlerinde şekil, miktar, tat, koku bakımından onların bazılarını bazılarına üstün kılarız. Ayrıca onlar içerisinde beyaz, siyah, büyük, küçük, tatlı, acı, iyi ve kötü olanlar vardır. Bunlar da, hikmet sahibi yaratana ve O'nun kudretine işaret eden şeylerdendir. Çünkü kökler ve sebepler aynı olduğu halde, şekil, renk, tad ve koku açısından çeşitli olan ağaçları bitilmek, ancak güçlü ve irade sahibi birisiyle mümkün olur. Eğer meyvelerin oluşumu su ve toprakla olsaydı, renkleri ve tad lan çeşitli olmazdı. Tek bir suyla aynı bahçede yetişen aynı cins ağaçlarda üstünlük bulunmazdı. Ayette geçen ”sınvân" kelimesi ”sınv" kelimesinin çoğuludur. ”Smv", aynı kökten türeyen iki hurma dalı demektir. Şüphesiz bunlarda bütün bu anılan şeylerde akıllarını kullanan akıllarının gereğiyle amel eden bir toplum için açık âyetler işaretler vardır. Şüphesiz şekil, renk, tad ve kokulan faildi olan meyveleri yaratmaya, yeryüzüne suyla hayat vemıeye ve orada güzel bahçeler oluşturmaya güç yetiren Allah, insanı da tekrar yaratmaya güç yetirir. Hatta bu, ona oranla daha kolay ve daha rahat bir biçimde güç yetirilecek bir şeydir. 5Ey Rasûlüm Muhammed veya ey dinleyici! Eğer bir şeye şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey, onların yani müşriklerin: 'Biz toprak olduğumuz zaman mı, biz mi yeniden yaratılacağız?' demeleridir. Âyetin manası şu şekildedir: Onlar kendilerini, başlangıçta hiçbir şey olmadan -Çünkü ruhlar, cesetler ve toprak yoktu- yaratan Allah'ın kudretine şaşmıyorlar. Oysa onları topraktan yaratması, O'nun için daha kolaydır. Asıl şaşılacak şey, Allah'ın onları tekrar yaratacağını hayretle karşılamalarıdır. İşte onlar, Rablerini inkâr edenlerdir. Çünkü Allah'ın yeniden diriltme gücünü inkâr ediyorlar. Ve işte onlar boyunlarında tasınalar bulunanlardır. Yani küfür ve sapıklıkla bağlıdırlar. Kurtulmaları mümkün değildir. Tasına diye terceme ettiğimiz ”ğul", elin boyuna bağlandığı halka şeklindeki tasmadır. Burada maksat, Allah'ın, onların boyunlarına bağladığı şekavet tasınalarıdır. Yine onlar cehennem ehlidir, orada sürekli kalacaklardır. Orada ebedî kalmakla nitelenenler; başkaları değil, onlardır. Kişi kendi nefsinin elinde esirdir. Hevâ, boynunda tasına gibidir. Onunla dünyasında özdeşleşen bu tasına manevîdir. Kıyamet günü ise gerçek bir hale gelecektir. Çünkü burada gizli olan orada gerçekleşecektir. Tıpkı şu olayda anlatılanlar gibi: Asilerden birisi ölmüş ve gömmek için bir kabir kazmışlar. Fakat kazılan kabirde büyük bir yılan bulmuşlar. Sonra yeni bir kabir kazdıklarında, aynı yılanı orada da bulmuşlar. Sonunda, kaçmak isteyen hiçbir kimsenin Allah'tan kaçamıyacağını ve Allah'a hiçbir şeyin galib olmayacağını anlayınca, ölüyü o yılanla birlikte defnetmişler. İşte bu yılan, onun amelidir. 6Onlar yani Mekke müşrikleri senden, iyilikten yani afiyet ve kendilerine mühlet verilmesi suretiyle ihsandan önce kötülüğü yani helak edici olan cezanın gelmesini -ceza onlara kötü geldiği için, kötülük diye adlandırıldı- acele istiyorlar. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekkeli müşrikleri bazen dünya azâbıyla, bazen de âhiret azâbıyla tehdit ediyordu. Âhiret azâbıyla her tehdit edişinde, kıyameti ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederlerdi. Dünya azâbıyla tehdit ettiğinde de, acele ediyorlar, ”azap ne zaman gelecek?" diyorlar ve alay ederek, Hazret-i Peygamberin söylediğinin aslı olmadığı inancında olduklarını açığa vurarak; afiyet, rahmet ve hayrın yerine, ceza, azap ve kötülüğü istiyorlardı. Bu yüzden: ”Ey Allahım! Eğer bu, senin katından gelmiş bir gerçekse, üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap getir." (Enfâl: 32) dediler. Oysa onlardan önce yani kendileri gibi yalanlayıcıların başına gelen, yere batırma, şekil değiştirme, sarsıntıya uğrama gibi azaplar gelip geçmiştir. Onlardan niçin ibret alınıyorlar? Şüphesiz Rabbin günahlarla kendi kendilerine zulmetmelerine rağmen, insanlara karşı mağfiret sahibidir. Onların suçlarını örter, peşlerine takılmaz. Aksi halde yeryüzünde bir tek hayvan bile bırakmazdı. Ama âsilerden dilediklerine karşı şüphesiz Rabbinin azabı da şiddetlidir. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah'ın şu buyruğudur: ”Kullarıma, benim çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu, azabımın da elem verici bir azab olduğunu haber ver." (Hicr: 49-50) İnsan sağlıklı olduğunda, korkması daha da faziletlidir. Böylece taatlere devama çalışır, kötülüklerden kaçınır. Hastalandığında ve dolayısıyla amellerinde güçsüzlüğe düştüğünde ise umutlanması daha faziletlidir. Allah (celle celalühü) Dâvud (aleyhisselâm)'a: ”Ey Davud! Günahkârlara müjde ver, sıddîkları korkut" diye vahyetti. Davud (aleyhisselâm): ”Ey Rabbim! Günahkârları nasıl müjdeler, sıddîkları nasıl korkuturum?" diye sorduğunda, yüce Allah: ”Günahkârları müjdele! Çünkü, bana büyük gelen her günahı bağışlarım. Sıddîkları da korkut ki, amellerini beğenmesinler. Çünkü ben birisine adaletimle muamele eder ve onu hesaba çekersem mutlaka helak olur" buyurdu. 7Kâfirler: 'Ona yani Muhammed'e Rabbinden peygamberliğinin doğruluğuna işaret eden bir âyet, açık ve net bir alâmet indirilmeli değil miydi?' derler. Çünkü Hazret-i Peygambere inen âyetleri saymıyorlardı. Rasûlüliah'tan, aydınlanmak için değil, inat olsun diye bir işaret istiyorlardı. Öyle olmasaydı, isteklerine cevap verilirdi. Bu, asanın yılana dönüşmesi, ölülerin diriltilmesi, kayadan deve çıkarılması gibi mucizelerdir. Bu yüzden Hazret-i Peygambere Allah (celle celalühü) tarafından: Sen ancak bir uyarıcısın yani onları uyarmak ve kötü akıbetten korkutmak için gönderildin, senin görevin onların isteklerine cevap vermek değil, Peygamberliğini doğrulayan şeyleri getirmektir, denildi. Çünkü o, her mucize gösterişinde, başka birisi gelip değişik bir mucize isterdi. Bu da peygamberlerin davetinin çökmesini gerektirir. Her toplumun bir rehberi var. Yani, her toplum için dönemlerinde revaçta olan konularda, o konuya uygun özel mucizeyle donatılmış, onları hakka yönelten ve doğruya çağıran bir peygamber gönderilmiştir. Hazret-i Mûsa döneminde sihir revaçta olduğu için, onun mucizesini onların yoluna yakın olan bir şekilde yaptı. İsâ (aleyhisselâm) döneminde tıp ileri olduğu için, onun mucizesini de tıpla uyuşan, ölüleri diriltmek, alaca hastalarını ve anadan doğma körleri tedavi etmek türünden yaptı. Bizim Peygamberimizin zamanında da, fesahat ve belagat egemen olduğu için, onun mucizesini de Kur'ân'ın fesahat ve belagatını insan gücünün ulaşamıyacağı bir seviyeye getirmesi şeklinde yaptı. Kendi yollarına ve yapılarına bu kadar yakın olmasına rağmen, bu mucizeye inanmadılar. Dolayısıyla daha başka mucizelere hiç inanmazlar. 8Her dişinin karnında ne taşıdığını, yani taşıdıkları yavruların erkek veya dişi tam veya eksik, güzel veya çirkin, uzun veya kısa, itaatkâr veya âsi, akıllı veya beyinsiz, kerem sahibi veya kötü ya da buna benzer o andaki ve ilerideki bütün diğer özelliklerini, rahimlerin neyi eksiltip, neyi artırdığını ancak Allah bilir. Rahim, karında çocuğun kaldığı yer ve kaptır. Alimler rahmin eksilttiği ve artırdığı şeyin ne olduğu konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bir görüşe göre bu, çocuğun cüssesidir. Çünkü o, bazan büyük, bazan küçüktür. Bazan organları tam, bazan eksik olur. İkinci bir görüşe göre doğum süresidir. Doğumun en alt süresi altı aydır. Normalde bu, dokuz aydır, hatta iki yıla kadar uzar. Hasan Basriden, eksiltmenin sekiz ay veya daha az, fazlalaştırırı anın da dokuz aydan daha fazla olduğu rivayet edilmiştir. Yine Hasan Basri'den, eksiltmenin, organları tamamlanmadan düşen cenin; artırmanın ise organları tam olarak dünyaya gelen çocuk olduğu rivayet edilmiştir. Her şey O'nun, yani yüce Allah'ın katında Levh-i Mahfuz'da yazılı, bilinen, rızık ve ecel konusunda belirlenmiş olan sınırı aşmayan bir takdire göredir. 9O, yani yüce Allah, adına genel olarak gayb denilen ve duyulardan saklı bulunan, aynı zamanda gizli sırları ve bilgilerin de içine girdiği görülmeyeni de... Bazı âlimler şöyle demişlerdir: ”Kuranda gaybla ilgili bilginin Allah'a nisbet edilmesi, bize oranladır. Çünkü Allah'a oranla gayb diye bir şey yoktur." Görüleni de yani duyulara açık olan ve algılanıp görülebilen bütün varlıkları da bilendir. O büyüktür. Şanı, hiçbir şeyin, O'nun bilgisi dışına çıkamayacağı şekilde yücedir. Kudreti ile her şeyin üstündedir. 10Ey insanlar! Sizden sözü gizleyen de onu açığa vuran da, sözü nefiste saklayan da, onu diliyle açığa vuran da, içinizden geceleyin karanlıkta saklanıp gizlenen de, gündüzün yollarda açıkça yürüyen ve görünen de Allah'ın ilminde eşittir. O, bunların hepsini görür. 11Onun, yani insanın önünde ve arkasında takipçileri vardır. Bunlar, gece ve gündüz melekleridir. Yeryüzüne inme konusunda birbirlerini izledikleri için, Meleklere ”takipçiler" denilmiştir. Onların bir kısmı gece, bir kısmı gündüz inerler. Bir grup geçince, onları başka bir grup izler. Yani gece melekleri gündüz meleklerini, gündüz melekleri de gece meleklerini takip eder. Hepsi sabah ve ikindi namazlarında toplanırlar. Âyetin bu bölümünün manası şöyledir. İnsan için, önünde ve arkasında birbirini takip eden, yâni onu dört bir yandan kuşatan melekler vardır. Onu Allah'ın emrinden yani azabından o, günah işlediği zaman, günahından tevbe eder umuduyla, biraz mühlet vermesi için duâ etmek suretiyle ya da, Allah'ın korumasını emrettiği zararlardan korurlar. Mücahid şöyle der: ”Her kul için, onu uyurken ve uyanıkken, insanlar, cinler ve hayvanlardan koruyan görevli bir melek vardır. Bunlardan birisi ona yaklaştığında, melek ”arkanda" der. Allah'ın izin verdiği şey ise, bunun dışındadır ve o gelip insana ulaşır." Ömer b. Ebî Cündüb'ün şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Biz Sıffin savaşında, Sâid b. Kays'ın yanında oturuyorduk. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) karanlık bastıktan sonra mızrağına dayanarak yanımıza geldi. Said: 'Sana birisinin pusu kurmasından korkmuyor musun?' diye sordu. Hazret-i Ali: 'Herkesin yanında Allah tarafından, onu kuyuya düşmekten, dağdan yuvarlanmaktan, kendisine bir taş değmesinden, hayvan saldırısından koruyan melekler vardır. Kader geldiğinde onunla kaderin arasından çekilirler' cevabını verdi." Bir toplum, şükrü terkedip iyi hallerden kötü hallere dönerek kendi durumlarını değiştirmedikçe, Allah onların afiyet ve nimet içindeki durumlarını değiştirmez. Allah bir toplum için kötülük yani azap ve helak dilediği zaman, artık onu geri çevirecek o kötülüğü engelleyecek yoktur. Zaten onların yani Allah'ın helak etmek istediklerinin, üzerlerinden azabı uzaklaştıracak ve işlerini üstlenecek O'ndan başka, Allah dışında gözeticileri yoktur. Çünkü her şeyin idaresi yalnızca O'na aittir ve O'nun hükmünü sorgulayacak herhangi bir kimse yoktur. 12Size, yıldırımdan ve evlerin yıkılması konusunda korku ve yağmur beklentisi ve onun sağlayacağı bereket konusunda ümit vererek... Yağmur bazı şeyler için zarar, bazı şeyler için de rahmettir. Yolcu ve ambarında üzüm ve hurma bulunanlar ondan korkar. Evlerinde oturanlar, çiftçiler ve bahçıvanlar ise onun yağmasını arzularlar. İşte bu şekilde, korku ve ümit içinde, bulutlardan parlayan şimşeği gösteren ve yağmurla yüklü ağır bulutları oluşturan, onu meydana getiren, yaratan O'dur. Yağmurun, gökten bulutlara mı indiği, yoksa Allah'ın bulutlarda yaratıp sonra onu yağmur olarak mı indirdiği konusunda görüş ayrılığı vardır. Ancak olayların, onlar üzerinde yüce Allah'ın etkisi olmadan tabiata isnat edilmesinin mümkün olmadığı bir gerçektir. Fakat etki edeni göz ardı etmeden, bir takım sebeplere dayandırmak kabul edilebilir bir şeydir. Çünkü bu dünya, sebepler ve hikmet dünyasıdır. İlâhi kudret içinde düşünülen bir şey, değer verilmeye ve önemsenmeye daha lâyıktır. 13O'nu, gök gürlemesi... Bu konuda âlimler görüş ayrılığı içindedirler. Gerçekte ”gök gürlemesi" anlamındaki ”rad" Allahın nurundan yaratılan bir meleğin adıdır ve deve sahibinin, develeri sürüp götürdüğü ve yönettiği gibi, meleğin, bulutları süren şiddetli sesi anlamına da gelir. Hamd ile, O'nu hamdederek... Göğün şiddetli gürlediği zamanlarda Hazret-i Peygamber: ”Ey Allahım! Öfkenle bizi mahvetme, azabınla bizi helak etme, bundan önce bize afiyet ver" diye duâ ederdi. Melekler de korkusundan Allah'ın heybet ve celâlinden korkarak tesbih ederler. Ra'd tesbih ettiği zaman -onun tesbihi duyulan sesidir- bütün melekler seslerini tesbihle yükseltirler, bunun üzerine yağmur yağar. Melekler Allah'tan korkarlar, ancak onların korkusu insanoğlunun korkusu gibi değildir. Çünkü onlardan hiçbiri sağında solunda olanı bilmez. Onları yemek içmek ve başka hiçbir şey Allah'a ibadetten alıkoymaz. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: ”Bir kimse gök gürlemesini duyar da: 'Gök gürlemesinin hamd ile meleklerin de korkusundan tesbih ettiği Allah, yücedir. O her şeye kadirdir' der ve sonra da kendisini yıldırım çarparsa, onun diyeti bana aittir." Onlar yani şu kâfirler bu delillerin açıkça görülmesine rağmen Allah hakkında Rasûlünü yalanlamaları dolayısıyla, onun nitelendirdiği azamet, birlik ve kusursuz gücü konusunda mücadele ederlerken, O, yıldırımlar gönderip... Yıldırım, buluttan meydana gelen ve yere düşen dumansız bir ateş parçasıdır. Bu dünyadaki ateşlerden daha kuvvetlidir. Çünkü buluttan indiği zaman, bazan denize gömülür ve su altındaki balıkları yakar. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Yahudiler, Hazret-i Peygambere Ra'd'ın ne olduğunu sordular. Rasûlüllah: ”O, bulutlarla görevli bir melektir. Onunla birlikte ateşten sapanlar vardır. Onlarla bulutları istedikleri tarafa sürerler," buyurdu. (3) Sapan diye terceme ettiğimiz ”mihrak" aslında: Çocukların birbirlerine vurdukları bükülmüş' kumaş parçasıdır. Burada, meleğin bulutları sürdüğü bir âlet anlamındadır. Dilediğini çarpar. Dilediğine isabet ettirip yok eder. O, düşmanlarına karşı tuzağı yani plânı pek şiddetli olandır. Onları hiç hesaba katmadıkları şekilde helak eder. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber bir adamı, cahiliye Araplarınm ileri gelenlerinden birine göndererek: ”Git onu bana çağır" buyurdu. Adam: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Adam azgın ve taşkının biri, gelmez" dedi. Rasûlüllah tekrar: ”Git, onu bana çağır" buyurdu. Gidip adama: ”Rasûlüllah seni çağırıyor" dedim O: ”Allah nedir? Altından mı, gümüşten mi, yoksa bakırdan mı?" dedi. Râvî Enes diyor ki: Rasûlüllah'ın gönderdiği sahâbî, Efendimize dönüp olanı haber verdi. ”Onun azgın ve taşkının biri olduğunu sana haber vermiştim. Şimdi de bana böyle böyle söyledi" dedi. Hazret-i Peygamber: ”Ona tekrar dön ve çağır" buyurdu. Sahabî tekrar gitti, önceki sözleri tekrarladı. Sonra Rasûlüllah'a dönüp olanları haber verdi. Rasûlüllah: ”Ona yine git," buyurdu. Bu zat üçüncü kez gidip aynı şeyleri söyledi. O müşrik konuşurken, aniden Allah (celle celalühü) tam başının üstüne bir bulut gönderdi. Bulut gürledi ve bir yıldırım düşerek kâfirin, kaf atasını deldi. Bunun üzerine Allah (celle celalühü): ”Onlar Allah hakkında mücadele ederlerken, O, yıldırımlar gönderip, dilediğini çarpar. O, tuzağı pek şiddetli olandır," âyetini indirdi. 14Gerçek, yani hak olan, ya da karşılık verilen duâ, ancak O'nadır. Yani yüce Allah'adır. ”Karşılık verilen duâ" diye belirttiğimiz ikinci manâ, ”hak"kın boşa gitmeyen sabit anlamında anlaşılması halindedir. Çünkü duâ edene karşılık veren, başkası değil sadece O'dur. Duâ edip isteyene, istediğini verir. O'nun dışında duâ ettikleri şeyler, yâni kâfirlerin. Allah'ın hakkına tecavüz ederek duâ ettikleri putlar onlara yani kâfirlere hiçbir şeyle karşılık vermezler. Onlar tıpkı ağzına gelsin diye, diliyle çağırarak, eliyle ağzına ulaşması için işaret ederek suya doğru iki elini açan kişi gibidirler. Yani putların onlara verecekleri karşılık; suyun, elini uzatana vereceği karşılık gibidir. Ama su, onun ağzına gelmez. Çünkü cansızdır. Elini uzatanı da, onun susuzluğunu ve ihtiyacını da hissetmez. Onun duasına karşılık vermeye gücü yetmez. Onların duâ ettikleri putlar da tıpkı bunlar gibi cansız ve donuk varlıklardır, dualarını duymazlar. Karşılık veremezler, onlara fayda sağlamaya güçleri yetmez. Kâfirlerin putlara yaptıkları duaları boşa gitmektedir. Ziyan olmakta, hasara uğramakta ve bâtıl bir hale gelmektedir. Çünkü o putlar karşılık verme gücüne sahip değillerdir. Kâfirlerin Allah'a yaptıkları duâ ise, bizim mezhebimize göre, karşılık görebilir. Nitekim Allah (celle celalühü), şeytanın ve başka kâfirlerin dualarına karşılık vermiştir. 15Göklerde Melekler, Peygamberlerin, velîlerin ve mü'minlerden üst derecelere erenlerin ruhları ve yerde meleklerden, insanlardan ve cinlerden inanmış olanlar ve onlara uyarak onların gölgeleri, sabah akşam... ”akşam" diye terceme ettiğimiz ”asıl" kelimesi, Bahru'l-Ulûm adındaki eserde bildirildiğine göre; güneşin zevalinden batmasına kadar olan zamandır. Kevâşî adındaki eserde ise, bu kelimenin ikindi ile akşam arasındaki vakit için kullanıldığı söylenir. Hem şiddet, hem de rahat hallerinde isteyerek ve şiddet ve zaruret hallerinde de istemeyerek... Bu, kâfir ve münafıklar için söz konusudur. Bir hadiste: ”Rabbin, cennete zincirlerle götürülen topluma şaştı," buyurulmuştur.(5) Sadece Allah'a secde ederler. Buradaki secdeden gerçek anlamı yanında mecazi anlamının olması da mümkündür. Bu da, Allah'ın onlar hakkında yarattığı şeylere ister istesinler, ister istemesinler, boyun eğmeleridir. Bu açıklamaya göre, gölgelerinin boyun eğmesi, Allah'ın onları uzatarak ve kısaltarak değiştirmesi, bir yönden başka bir yöne çevrilmesidir. Her şey Allah'a boyun eğmiş ve onun takdir ve hükmü altına girmişlerdir. Buradaki secde, tilâvet secdesidir. A'raf sûresinin sonunda tilâvet secdesiyle ilgili bilgiler verilmişti. Şükür secdesi ise, kişinin tekbir alması ve kıbleye karşı yere kapanmasıdır. Secdede Allah'a hamd, şükür ve tesbih eder, sonra da tekbir alarak başını yerden kaldırır. İmam Şafiî, bir çocuk dünyaya gelmesi, düşmana karşı zafer kazanılması gibi yeni bir nimete nail olunduğu ve düşmandan ve boğulmaktan kurtulmak gibi bir musibetten kurtulunduğu hallerde şükür secdesi yapmanın müstehap olduğunu söyler. Ebû Hanife ve İmam Mâlik'ten bir rivayette ise, şükür secdesi mekruhtur. İmam Nevevî: ”Birçok sapık ve cahilin, şeyhlerin huzurunda secde yapmaları bu kabildendir. Bu tür secdeler her halükârda, ister kıbleye karşı olsun, ister başka bir yöne, ister Allah kastedilsin, ister edilmesin kesinlikle haramdır. Hattâ bazı hallerde küfürdür" der. 16Ey Rasûlüm Muhammed! Müşriklere de ki: 'Göklerin ve yerin Rabbi yaratanı, sahibi, işlerini idare edeni kimdir?' Sonra onların bunu itiraf etmekten başka cevapları olamayacağı için, cevap olarak de ki: 'Allah'tır.' Ardından onları ilzam için: 'O halde, O'nu bırakıp da, kendilerine bile bir fayda ve zarar veremeyen, kendileri için faydası olan bir şeyi elde etmeye ve zararı olan bir şeyi savmaya güç yet iremeyen dostlar mı edindiniz?' de. Buna güç yetiremediklerine göre, başkalarına menfaat sağlamaktan ve onlardan zararı savmaktan daha da âcizdirler. Böyle birisine nasıl tapılır, ve dost edinilir? Bu, onların bilgisizliğini ortaya koymak, aptallık ve sapıklıklarına şahitlik etmektir. ”Dostlar mı edindiniz?" cümlesindeki soru edatı, onların yaptıklarının beğenilmediğini ifade manasında kullanılmıştır. ”Fa" harfi de, yaptıklarının yadırgandığını ifade içindir. Yani: ”Sizin göklerin ve yerin yaratıcısının ve sahibinin Allah olduğunu bilip ikrar etmenize rağmen, Allah'tan başka putlar edinmeniz, ne kadar şaşılacak şeydir," anlamındadır. Yine de ki: 'Hiç körle gören bir olur mu? Yani iyilik açısından gözleri görmeyen bir kimseyle gören kimse eşit olmadığı gibi, Allah'ın azamet ve kudretini bilmeyen müşrik de, bunları bilen muvahhidle eşit değildir. Buradaki ”kör"den maksat, hakka karşı kör olup, batılı görendir. ”Gören ”den maksat da hakkı görüp bâtıla karşı gözü kapalı olandır. Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu?' Bunlar eşit olmadığı gibi, şirk ve inkârla tevhid ve marifet de eşit değildir. Âyetteki, şirki ifade için kullanılan ”karanlık" kelimesi, şirkin çeşitli şekilleri olduğu için, çoğul kullanılmıştır. Bunlar, Hristiyanların şirki, Yahudilerin şirki, puta tapıcıların şirki ve mecusilerin şirkidir. Tevhid ise bunun aksine tektir. Yoksa Allah'a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da... Bu cümledeki soru edatı da, inkâr içindir. Yani, ”Allah'ın yarattığı gibi yaratan ortaklar yoktur" demektir. Bu yaratma kendilerince birbirine benzer mi göründü? Yani onların yaratması ve Allah'ın yaratması birbirine benzedi, karıştı da o kâfirler: ”Allah'ın yaratmaya gücü yettiği gibi, bunların da gücü yeter. Dolayısıyla, Allah'ın ibadete lâyık olduğu gibi, bunlar da lâyık mı dediler? Hayır durum öyle değildir. Onlar, yaratan Allah'ın güç yetirdiği şeylere gücü yetmeyen âcizleri ortak edindiler. De ki: 'Allah, cisimlerden ve renkler vs. gibi arazlardan her şeyi yaratandır. Allah'tan başka yaratıcı yok ki, ibâdette onu ortak etsinler! O ulûhiyette birlenmesi gereken tektir. Her şeye üstün gelen karşı durulmaz bir güç sahibidir.' O halde,-onun yardımcıları ve ortakları olduğu vehmine nasıl kapılıyorlar? 17Yüce Allah gökten buluta, oradan da yer yüzüne bir su yani yağmur indirdi de... Bu, yağmurun yer yüzündeki suların buharlaşarak gök yüzüne çıkıp orada soğuk havanın şiddetinden dolayı su olup tekrar yere indiğini söyleyenlerin sözünü reddir. Bu sudan vadiler... Vadi, içersinde bolca su akan yerdir. Burada, aktığı yerin anılmasıyla, o yerde bulunan şeyin amaçlanması suretiyle nehirlere işaret edilmiştir. Kendi ölçüşünce insanların zarar görmeyeceği bir miktarda dolup taştı. Yüce Allah (celle celalühü) yağmuru, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Allah katından getirdiği hak için bir örnek olarak vermiştir. O halde yağmurun, zarardan uzak olarak katıksız bir menfaat olması gerekir. O, silip süpüren bazı yağmurlar ve seller gibi değildir. Burada ”ölçüşünce" anlamındaki ”bi kadrihâ" kelimesindeki zamirin, vadinin hakiki manasına ait olması da caizdir. O zaman, yağmurun vadilerin büyüklük ve küçüklüklerine göre, eğer vâdi genişse su çok, küçükse az olduğu şeklinde bir anlama geldiği anlaşılır. Sel, sudan üste çıkan, yükselen köpüğü yüklenip götürdü. Süs eşyası, zinetlerin çoğu altın ve gümüşten olur veya bir meta yapmak isteyerek, yararlandıkları bakır, demir, tunç gibi şeyler... Bunlar eritilerek birçok kaplar, savaş ve tarım âletleri yapılır. Ateşte erittikleri şeylerde de... Burada ”erittikleri" diye terceme edilen ”yûkıdûne" kelimesi, bir şeyin erimesi için altına ateş koymaları anlamındadır. İnsanların erimesi için altına ateş yaktıkları altın, gümüş, demir, bakır, kurşun, civa ve tunçtan oluşan yedi madende buna benzer bir köpük olur. Yani bundan da, su köpüğü gibi bir köpük meydana gelir. Eritildiğinde üstüne çıkar. Bu, köpüktür. İşte Allah, bu açıklama ve örnek gibi, hak ile bâtılı böyle bir benzetmeyle anlatır. Yüce Allah hakkı, kararlılık ve fayda konusunda, faydalı olan su ve kendisinden süs eşyası ve çeşitli kaplar yapılarak faydalanılan mâdenlere benzetmiştir. Bunun yanında bâtılı da, hızla yok olması ve faydasının bulunmaması dolayısıyla su köpüğüne ve eridiğinde üste çıkan maden köpüğüne benzetmiştir. Şüphesiz köpük, suyun üstüne çıksa da, hemen yok olur. İşte bâtıl da böyledir. Bazı hallerde üste çıksa da, Allah onu yok edecektir. Sonuç hakkın ve hakka uyanlarındır. Nitekim ”Hak için devlet, batıl için savlet (atılma) var" denilmiştir. Köpük yani bâtıl yok olup gider. Bunun yanında, su ve madenlerin özü gibi, insanlara fayda veren şey ise, yer yüzünde kalır. Kaybolup gitmez. İnsanlar ondan yararlanırlar. Suyun bir kısmı, insanlığın yararlanması için yerin üstünde kalır, bir kısmı da toprağın derinliklerindeki pınarlara ve kuyulara akar. Madenler ise uzun süre kalırlar. İşte Allah böyle misaller verir ve biribirine benzer şeyleri böyle açıklar. Benzetme cahil ve habersiz kimselere gerçeği anlatmanın en etkili yoludur. Bu, bir bakıma bilinmeyen vahşiyi, bilinenlerle açıklamaktır. 18Rablerinin emrine yani dünyada iken Allah'ın davet ettiği tevhide ve itaata, uyanlar yani mü'minler için en güzeli yani ahirette en güzel mükâfat vardır. Burada Allah'ın vereceği mükâfat, yani cennet ”en güzel" (hüsnâ) şeklinde adlandırılmıştır. Çünkü o, başkasından değil, kendi zatından olan ezelî cemal sıfatlarının eserlerinden olduğu için, güzelliğin zirvesindedir. Bununla, en güzele davet edenin Allah, bu ilâhî davete uyanların da mü'minler olduğu anlaşılıyor. Cennet ve onun nimetleri de, en büyük ziyafettir. Ona uymayanlara gelince ki onlar Allah'ı inkâr eden, O'na itaat etmeyenlerdir. Yeryüzündeki para, mal ve mülk cinsinden olan her şey ve daha bir katı kendilerinin olsa, canlarını azaptan kurtarmak için onu fidye verirlerdi. Fakat buna rağmen, onların verdiği bu şeyler kabul edilmez. Bunun sırrı, onların dünya nimetleri sebebiyle Allah'tan uzaklaşmaları, O'ndan habersiz olmaları, ölüm ve öldükten sonraki dirilmeyle uyandıklarında, dünya ve onun içindeki şeylerin gözlerinde küçülmesidir. Eğer güçleri yetse hepsini dağıtmaya hazırdırlar. Ancak kabul zamanı konusunda yanılmışlar, bunu altın veya gümüşün hiçbir fayda vermediği bir zamanda temenni etmişlerdir. İşte onlar, hesabı en kötü olanlardır. Bu, kişinin günahı sebebiyle hesaba çekilip, ondan hiçbir şeyin bağışlanmanıasıdır. Hazret-i Âişe'den şöyle rivayet edilmiştir: ”Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Kıyamet günü hesaba çekilen herkes mutlaka helak olmuştur' buyurdu. Beır.'Allah (celle celalühü): 'Kolay bir hesapla hesaba çekilecek' (İnşikâk: 8) buyurmadı mı?' dedim. 'Bu sadece arzdır. Ama hesaba çekilenler helak olmuştur buyurdu."(7) Onların, hesaba çekildikten sonra dönecekleri yer de cehennemdir. Eğer: ”Onların döneceği yer ateştir." şeklinde olması daha uygun olmaz mıydı?" şeklinde bir soru sorulursa, buna şöyle cevap veririz: Cehennem kelimesi daha korkutucu ve ürkütücüdür. Cehennem'in ”nâr"m en derin çukuru olması da muhtemeldir. O yani cehennem ne kötü yatakdir yani ne kötü bir kalınacak yerdir. Rivayet edildiğine göre, Mûsa (aleyhisselâm), Rabbine yalvararak: ”Ey Rabbim! Yaratıkları yarattın, nimetinle besleyip büyüttün. Sonra da kıyamet günü cehenneme atıyorsun. Bu nasıl iş?" demiş. Allah (celle celalühü) kendisine: ”Ey Mûsa! Kalk ve bir ekin ek," diye vahyetmiş. Hazret-i Mûsa ekin ekip sulamış, bakımını yapmış ve hasadını kaldırmış. Sonra yüce Allah: ”Ekinini ne yaptın?" diye sormuş. Mûsa: ”Topladım, hasat ettim," diye cevap vermiş. Allah (celle celalühü): ”Hiçbir şey bırakmadın mı?" diye sorunca, Hazret-i Mûsa: ”Ey Rabbim! İşe yaramayanları bıraktım," diye cevap vermiş. Yüce Allah: ”Ey Mûsa! İşte Ben de ”Lâ ilahe illallah" demekten kaçınan, işe yaramaz hayırsızları cehenneme soktum," buyurmuş. 19Rabbinden sana indirilenin yani Allah'ın indirdiği Kur'an'ın hak olduğunu bilen kimse... O, Hazret-i Hamza veya Ammar'dır. Kalbi kör olup da, Kur'an'ı inkâr eden -o da Ebû Cehil'dir- kimse gibi olur mu? Yani, hakkı görüp de ona tâbi olanla, onu görmeyip tâbi olmayan bir olmaz. Bu benzetme, bu durumda olan herkesi kapsamaktadır. (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar. Yani Kur'an'ın öğüdünü ancak, saf akıl sahipleri kabul eder. Öğüt alma ancak, yaratılış örtüsünün kabuğundan kurtulan akıl sahibi için söz konusudur. Yüce Allah bir âyette: ”Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar." (Bakara: 269) buyurmuştur. Unutmak, ancak gaflet perdeleri sebebiyle meydana gelir. Allah (celle celalühü) şeriat hükümlerini bu perdeleri kaldırmak için emretmiştir. Mükellefin, göz, kulak, dil, el, karın, cinsel organ, ayak ve kalb olmak üzere sekiz organı vardır ve bu organlardan her biri özel bir şer'î hükümden sorumludur. 20Onlar, yani ”evet şahid olduk" dedikleri zaman; Allah'ın rubûbiyetini itiraf ve şehadetten ibaret olan Allah'ın ahdini yerine getirenler, yani kendileriyle Allah ve yine kendileriyle insanlar arasında yerine getirilmek üzere verdikleri sözü bozmayanlardır. 21Allah'ın gözetilmesini istediği, gözetmekle emrettiği şeyleri gözetirler. Bu âyet, bir takım konuları içermektedir: 1- Sıla-i rahim: Bu hüküm, ister mahrem olsun, ister olmasın, ister vâris olsun, isterse olmasın, tüm akrabaları içerir. Sahih olan görüş budur. Bilinmelidir ki, akrabayı ziyaret edip gözetmek farz, onlarla ilgiyi kesmek ise haramdır. Sıla-i rahim'in anlamı, ziyaret etmek ve hediye vermek suretiyle onlarla ilgilenmek, sözle ve fiille onlara yardımcı olmak ve onları unutmamaktır. Bunun en düşük seviyesi selâm vermek ve selâm göndermektir. Sıla-i rahim için şer'an belirlenmiş bir süre yoktur. Bu konuda örf ve âdete itibar edilir. Sıla-i rahim, ömrün uzamasına ve rızkın artmasına sebep olur. Ana ve babaya itaatsizlik türünden bir sıla-i rahime riayetsizliğin sonuçları hızla gerçekleşir. Anaya babaya itaatsizlik edene genelde mühlet verilmez, hemen cezaları verilir. Melekler, aralarında akrabalarına ilgiyi kesenlerin bulunduğu bir topluma rahmetle inmezler. 2- Peygamberlerin hepsine iman: Bazı sapıkların: ”Bir kısmına iman ederiz, bir kısmına inanmayız" (Nisa: 150) demeleri, Allah'ın gözetilmesini istediği şeyi terketmek, kesmektir. 3- Müminlerle irtibatlı olmak: Çünkü bir kimsenin mümin kardeşlerini, tarikat ihvanını ve salihleri, komşularını, akrabalarını, dostlarını ziyaret etmesi, onlara karşı ikram ve iyilikte bulunması güçlü bir müstehaptır. Onların gözetilmesi, hallerine ve mevkilerine göre farklılıklar gösterir. Ziyaretçinin ziyareti, ziyaret edilenlerin hoşlanmadıkları bir şekilde olmamalıdır. Kardeşinin, kendisini ziyaret etmesini ve yanında kalmasını istediğini biliyorsa, daha sık ziyaret etmeli ve yanında daha çok kalmalıdır. Ama onun ibadet veya başka şeylerle meşgul olduğunu, ya da yalnızlığı sevdiğini bilirse, onu işinden alıkoymamak için ziyareti azaltmalıdır. Hasta ziyaretinde de durum aynıdır. Hasta onunla birlik olup yalnızlığını gidermek istemiyorsa, yanında uzun süre kalmamalıdır. Müslümanlarla karşılaşıldığında, musafaha yapmak da, onları gözetmek türündendir. Mûsafaha ile birlikte güler yüzlü olmak, bağışlanması için duâ etmek gibi şeyler de müstehaptır. 4- Tüm yaratıkların hukukuna riayet: Hatta kedinin ve tavuğun hakkını gözetmek de bu konuya dahildir. Rivayet edildiğine göre, bir kediyi hapsedip ölünceye kadar aç bırakan bir kadın azaba uğramış, papucuyla susayan bir köpeğe su verdiği için de bir başka kadın yüce Allah'ın bağışına ve merhametine nail olmuştur. Üveys el-Karânî yiyecek ve giyeceğini çöplükten temin ederdi. Bir gün ona, çöplükte bir köpek havladı. Üveys: ”Sen önündekini ye, ben de önümdekini yiyeyim. Bana havlama. Eğer ben sıratı geçersem, senden daha hayırlıyım. Geçemezsem sen daha hayırlısın dedi. Nitekim bir deyimde: ”Nice hayvan var ki, binicisinden daha hayırlıdır," denilmiştir. Rablerinden yani genel olarak O'nun tehdidinden çekinirler, kötü hesaptan korkarlar. Hesaba çekilmeden önce kendilerini hesaba çekerler. 22Onlar, riya ve gösterişle yaratıkları hoşnut etmeye bakmadan, sırf Rablerinin rızâsını isteyerek nefislerinin hoşlanmadığı çeşitli musibetlere ve kendilerine teklif edilen zor şeyler hususunda arzularına muhalefet ederek sabredenler... Bir kudsî hadiste, şöyle buyurulmaktadır: ”Kulumu iki sevgilisi -yani gözleri- ile imtihan ettiğimde sabrederse, onlara karşdık cenneti veririm." (8) Rivayete göre Şakik b. İbrahim el-Belhî kendini tanıtmadan Abdullah b. Mübarek'in yanına girdi. Bunun üzerine Abdullah: ”Nereden geldin?" diye sordu. Şakik: ”Belh'ten" dedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti: ”Şakik'i tanır mısın?" dedi. Şakik: ”Evet" dedi. Abdullah: ”Onun arkadaşları nasıl bir yol izlerler?" diye sordu. Şakik: ”Mahrum bırakıldıklarında sabrederler, kendilerine verildiğinde şükrederler." dedi. Abdullah: ”Bizim köpeklerimiz de böyle yapar." dedi. Bunun üzerine Şakik: ”Öyleyse nasıl olmalı?" diye sordu. Abdullah b. Mübarek bu soruya: ”Kâmil olanlar, mahrum bırakıldıklarında şükreden, kendilerine verildiğinde dağıtanlardır." diye cevap verdi. Farz namazı kılanlar, yani namaza devam edenler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan. Allah yolunda harcamaları vacib olan kısmını - ki bundan maksat zekâttır. Nitekim onun kardeşi olan namazla birlikte anılması buna işaret eder- gizli çünkü gizli vermek daha sevaptır ve açık, yani gizli ve açık vakitlerde veya gizli ve açık olarak vermekle Allah yolunda harcayanlar... Nafileleri gizli, farzları ise açık şekilde yapmak daha faziletlidir. Fakir oldukları takdirde, ana babaya vermek de, farz olan intaktandır. Âyette yüce Allah, kendi yolunda harcamayı kullara, rızık vermeyi ise kendi zâtına nisbet etmiştir. Bu onların, Allah'ın verdiği şeyde güvenilir kimseler ve vekiller olduğuna dikkat çekmek içindir. Çünkü vekil, tasarrufta, kendi adına değil, başkası adına tasarruf ederken, kendi arzularının veya yaratıkların tarafını değil, müvekkilin tarafını göz önünde bulundurması gerekir. Nitekim: ”Kim teşekkür veya övgü bekleyerek bir şey yaparsa, o cömert değil satıcıdır" denmiştir. Çünkü o, malına karşılık övgüyü satın almıştır. Cömertlik, hiçbir karşılık olmadan vermektir. Kötülüğü iyilikle savanlardır. Yani kötülüğü ihsanla, zulmü bağışla, mahrumiyeti vermekle aşanlardır. Ya da anlam: ”Kötülüğün peşinden iyilik yapıp onu yok edenlerdir," şeklinde anlaşılmalıdır. İbn Kayşan, âyetin bu cümlesini: ”Günah işledikleri zaman tevbe edenler" şeklinde yorumlamıştır. Buna göre iyilikten maksat tevbe, kötülükten maksat da günahlardır. Abdullah b. Mübarek, bu âyetlerde anlatılan sekiz özelliğin, cennetin sekiz kapısına götüren yollar olduğunu, söyler. İşte, dünya yurdunun iyi sonu ve dünya ehlinin döneceği iyi yer, sadece onlarındır. 23(Bu iyi son) Adn cennetleridir. Onlar ve atalarından, ana ve babalarından eşlerinden ve çocuklarından salih olanlar da oraya gireceklerdir. ”Adn" sözlükte ”oturmak" anlamındadır. Yani Adn Cennetine girdikten sonra bir daha çıkmamak üzere orada otururlar. Onların derecesine ulaşmasalar da, onlara tâbi olarak, şanlarını yüceltmek ve sevinçlerini artırmak için gireceklerdir. Şöyle denilmiştir: Onların toplanmaları ve dünyadaki durumlarını hatırlamaları, sonrada ondan kurtulup cennete nail olmaları dolayısıyla Allah'a şükretmeleri, onların en büyük sevinçlerindendir. Melekler de her kapıdan, evlerin kapılarından... Çünkü oturdukları yerlerin ve konakların her biri için birer kapı vardır. Onların yanlarına girip; 24Bu kapılardan giren bütün melekler: 'Sabrınıza karşılık, yani dünyada fakirliğe, ibadetlere devam konusundaki kararlılıkta sabrınız karşılığında ulaştığınız en büyük ikramlar için sizlere selâm olsun. Orada çok yoruldunuz. Şimdi burada dinlenin. Yüce Allah sizi azaptan ve korktuğunuz şeyden esenlikte kılsın" derler. Mukâtil şöyle der: ”Melekler onların yanına, yanlarında Allah'tan getirdikleri hediyeler olduğu halde üç kez girerler. Onlara esenliğin devamım müjdeleyerek 'Allah'ın selâmı üzerinize olsun.' derler." Dünya yurdunun sonu yani Adn Cennetleri ne güzeldir' derler. Yüce Allah bu kullarına şu üç şeyi va'detmiştir: 1- Cennet, 2- Ailesinden iman edenleri, onlar kadar amel etmeseler bile, kendilerine ilhak, 3- Kendilerine her kapıdan, selâmetin devamlılığını müjdeleyen meleklerin girmesi. Şeyh Abdülvâhid b. Zeyd rahimehullah'ın şöyle dediği nakledilmektedir: ”Ben bir gemide idim. Fırtına bizi bir adaya fırlattı. Orada puta tapan bir adamla karşılaştık. Kendisine: ”Ey adam! Kime ibâdet ediyorsun?" dedik. Putu işaret etti. Ona: ”Senin bu tanrın insan yapısı, bizim aramızda bunun bir benzerini yapacaklar var. Bu, tapınılacak bir tanrı değil" dedik. O bize: ”Siz kime ibâdet ediyorsunuz?" dedi. Biz de ona: ”Arşı semâda, gücü arzda, kazası öldürmek ve diriltmek olan Allah'a ibadet ediyoruz" dedik. ”Onu size kim öğretti?" dedi. ”Allah bize kerim bir elçi gönderdi, O da bunu bize haber verdi" dedik. ”Elçi sizin aranızda ne yaptı?" diye sorunca: ”Peygamberlik görevini îfâ edince Allah onu kendi yanına aldı. Bizim yanımızda bir kitap bıraktı" dedik. Kendisine bir mushaf verdik, ona bir sûre okuduk. Biz, süreyi bitirinceye kadar ağladı ve: ”Bu sözün sahibine isyan edilmemeli" dedi. Sonra Müslüman oldu. Biz adama dinin esaslarını ve Kurandan bazı sûreler öğrettik. Gece olunca yatsı namazını kıldık, istirahata çekildik. Adam: ”Ey topluluk, sizin bana öğrettiğiniz bu ilâh gece karanlık basınca uyur mu?" dedi. ”Hayır" dedik. Adam: ”Öyleyse siz ne kötü kullarsınız; mevlanız uyumuyor, siz uyuyosunuz" dedi. Adamın sözüne çok şaşırdık. Abadan'a varınca arkadaşlarıma: ”Bu yeni, İslama girdi" dedim. Onun için para toplayıp kendisine verdik. ”Bu ne?" dedi. ”Para, onu ihtiyacına sarfedersin" dedik. ”Lâ ilahe illallah, siz bana bir yol gösterdiniz, kendiniz izlemiyorsunuz. Ben denizin ortasında adalarda idim. Allah'a değil, puta tapıyordum. Ben onu bilmezken o beni ihmâl etmedi, şimdi bilip dururken neden ihmâl etsin ki?" dedi. Üç gün sonra bana, adamın ölmek üzere olduğu söylendi, hemen gidip, bir ihtiyacının olup olmadığını sordum. ”Sizinle, adaya gelen, benim ihtiyaçlarımı karşıladı" dedi. Üstüme bir ağırlık çöktü, orada uyuya kaldım. Rüyamda yeşil bir bahçe gördüm. Bahçede bir kubbe, kubbede bir yatak, yatakta da benzeri görülmemiş güzellikte bir cariye vardı. Cariye: ”Allah'a yemin ederim ki, o, bana acele gelsin. Çünkü, ona olan aşkım, iyice arttı" diyordu. Uyandım, bir de ne göreyim, adam vefat etmiş. Onu yıkadım, kefenledim ve defnettim. Geceleyin uyuyunca yine o bahçeyi, o kubbeyi oradaki yatağı ve yatak üzerinde o cariyeyi gördüm. Adam cariyenin yanında bu âyeti okuyordu; ”Melekler her kapıdan onların yanına girip: 'Sabrınıza karşılık size selâm olsun, dünya yurdunun sonu (cennet) ne güzeldir, (diyecekler.)" 25Allah'a iman ve itaat edeceklerine dair verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten ikrar ve kabul ettikten sonra bozanlar, Allah'ın riayet edilmesini emrettiği şeyi (sıla-i rahimi) ve müminlerle dostluğu terk erdenler, yeryüzünde zulüm yapmak, savaşları tahrik etmek suretiyle fitne ve fesat çıkaranlar var ya, -bir hadis-i şerifte: ”Fitne uyumaktadır, Allah onu uyandırana lanet etsin," buyuru imuştur. Fitne, insanlar arasında kargaşa meydana getirmek, ihtilâf çıkarmak demektir ve haramdır. Çünkü bu, yeryüzünde fesat çıkarmak, Müslümanlara zarar vermek ve dinde batıla meyletmektir.- İşte âhirette lanet onlara, yurdun kötüsü de, cehennem de onlara. ”Lanet", Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmak, ilâhî rahmetten kovulmak demektir. Lanet ve kötü akibet onlardan hiç ayrılmayacak, devamlı onlarla beraber olacaktır. Âyette, bu üç özellikten (Allah'a verilen sözü bozmak, sıla-i rahimi terketmek ve yeryüzünde fesat çıkarmak) Müslümanlar sakındırılın aktadır. 26Allah dilediğine dünyada rızkı bollaştırır ve dilediğine de azaltır. Ona yetecek kadar verir, fazla vermez. Dünyada rızık kapısını açmanın küfür ve imanla ilgisi yoktur. Bu, Allah'ın meşîetine (dilemesine) bağlıdır. Bu sebeple bazen mü’mini denemek, günahlarını affetmek ve derecesini yükseltmek için rızkını daraltır. Kâfirlerin de küfrünü artırmak için bol rızık verir. Nitekim Kureyş müşriklerinden bir çoğunun durumu böyle idi. Bir de Allahu teâlâ insanların bazısı için zenginliği hallerine uygun kılmış, bazısı için de fakirliği hallerine uygun kılmıştır. Bunların hepsinde hikmet ve yararlar vardır. Onlar, Mekke müşrikleri dünya hayatı ile dünyada kendilerine verilen mal ve mülkle sevindiler. Aslında ”fer ah-s ev inmek", istenilen şeye kavuşulunca kalpte meydana gelen lezzet demektir. Onların sevinmeleri, şımarmaları ve böbürlenmeleri demektir. Yoksa Allah'ın kendilerine verdiği nimetten dolayı şükretmek için sevinmeleri değildir. Oysa dünya hayatı, âhiretin yanında, âhiret hayatına kıyasla (geçici) bir metâdan çobanın ve yolcunun azığı gibi kendisi ile faydalanılan az birşeyden başka birşey değildir. Anlatıldığına göre krallardan birine mücevherle süslü bir kadeh gönderilmişti. Kral, buna çok sevinmiş ve yanında bulunan hakîm (bilge) kişilerden birine: ”Bunu nasıl görüyorsun?" diye sormuş, o da: ”Onu fakirlik ve bir musibet olarak görüyorum," demiştir. Kral, bu nasıl olur, deyince bilge kişi: "Kırılırsa tamiri mümkün olmayan bir musibet olur, çalınırsa ondan mahrum olur, ona muhtaç olursun. O sana gönderilmeden önce, sen fakirlik ve musibetten emindin," der. Bilge kişinin dediği gibi olur, bir gün kadeh kırdır, kral buna çok üzülür, adeta onun için bir musibet olur ve: ”Bilge kişi doğru söylemiş, keşke bu kadeh bana gönderilmeseydi," der. 27Kâfirler: Küfür ve inatlarında ısrar eden Mekke kâfirleri: Ona Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Rabbinden Mûsa (aleyhisselâm)'nın âsâsı ve İsa (aleyhisselâm)'nın ölüleri diriltmesi gibi, doğruluğuna delil ve işaret olarak bir mucize indirilmeli değil miydi?' derler. De ki: 'Allah kimi dilerse onu saptırır. Sapıklığı içerisinde bırakır, Allah hidayet etmezse mucizelerin çokluğu ona hiçbir şekilde fayda vermez. İnadından dönüp (Hakka) yöneleni de hidayete erdirir.' 28Onlar, iman edenler, gönülleri Allah'ın zikri ile huzura erenlerdir. Onlar Allah'ın anıldığını işitince, sevinirler ve onunla huzur bulurlar. Kâfirler ise dünya hayatı ile sevinirler ve Allah'tan başkası zikredilince huzur bulurlar. Nitekim bu husus Kur'an-ı Kerim'de şöyle belirtilmiştir: ”Allah tek olarak anıldığı zaman ahirete inanmayanların kalpleri nefretle çarpar, ama Allah'tan başka putlar anıldığı zaman hemen yüzleri güler." (Zümer: 45) Haberiniz olsun ki mü’minlerin kalpleri ancak Allah'ı zikirle huzur bulur ve kesin bilgi ve inanç orada karar kılar. Ebû Muâviye'den nakledilen bir hadis-i şerif şöyledir: Ebû Muâviye der ki: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birgün halka halinde oturmakta olan ashabının yanına uğradı ve: 'Sizi bu şekilde oturtturan nedir?' buyurdu. Onlar da: 'Allah'ı zikretmek ve bize nasib etmiş olduğu İslâm nimetinden dolayı O'na hamdetmek için oturduk.' dediler. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Allah aşkına sadece bunun için mi oturdunuz?' buyurdu. Onlar: 'Allah'a yemin ederiz ki sadece bunun için oturduk,' dediler. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Size inanmadığım için yemin vermedim. Fakat bana Cebrail (aleyhisselâm) geldi ve: Allah'ın meleklere karşı sizinle iftihar ettiğini haber verdi,' buyurdu."(9) 29Hem kalpleriyle iman edip hem de azalarıyla güzel işler yapanlara ne mutlu! Dönüp varılacak güzel yurt da onların. Güzel yurttan maksat cennettir. Onlar ahirette oraya döneceklerdir. Ayette geçen ”tûbâ" kelimesi ”tâbe" fiilinin mastarıdır. Gıpta, sürür ve sevinç manasınadır. 30Sana vahyettiğimizi Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerim'i ve içerisinde bulunan hükümleri onlara okuman için çünkü Kur'an'ın indirilmesinden maksat, içerisinde bulunan hükümlerle amel etmek ve güzel ahlâka sahip olmaktır. Yoksa onu sadece okumak ve mücerret dinlemek değildir. Ey Rasûlüm Muhammed! Senden önceki Peygamberleri ümmetlerine gönderdiğimiz gibi işte seni böylece kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçmiş olduğu bir ümmete gönderdik. Öyleyse senin, ümmetine peygamber olarak gönderilmen yeni birşey değildir, hiç yokken sonradan ortaya çıkmamıştır. Onlar Rahmân'ı, rahmeti bol olan Allah'ı inkâr ederler. O'nun rahmetinin kadrini, kendilerine peygamber gönderilmesi ve yüce Kur'an'ın indirilmesinin değerini bilmezler. Rivayet edildiğine göre Ebû Cehil, Hazret-i Peygamberin Kabe'de Hicr denilen yerde ”Yâ Allah, yâ Rahman" diye dua ettiğini işitir, hemen müşriklerin yanına dönerek: ”Muhammed iki ilâha dua ediyor; Allah'a dua ediyor, bir de Rahmana dua ediyor. Biz Yemame'deki rahmandan başka bir rahman bilmiyoruz." der. Ebû Cehil Yemame'deki rahman sözüyle Müseylemetu'l-Kezzâb olarak bilinen yalancı peygamberi kasdediyordu. Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara de ki: 'O, sizin inkâr ettiğiniz Rahman benim Rabbimdir. Beni yaratan ve idare edendir. O'ndan başka ilâh yoktur. İbadete müstehak olan sadece O'dur. Ulûhiyyet O'na mahsustur. Ben yalnız O'na güvendim, işlerimi O'na bıraktım. Benim dönüşüm de sizin dönüşünüz de sadece O'nadır, başkasına değil. Bana O, merhamet eder ve sizden intikamımı O alır. Ayetteki ”onlar Rahmân'ı inkâr eder." ifadesi işaret etmektedir ki küfür ve inkâr en kötü şeydir. İman ve ikrar ise en güzel şeydir. Hüsnü zan ve güzel itikadın büyük tesiri vardır. Rivayet edildiğine göre bir grup hırsız sınır boyundaki bir hana misafir olmuşlardı. Hanın sorumlusu onlara ne yaptıklarını sormuş, onlar da yaptıklarını söylemekten utanarak kendilerinin Allah yolunda savaşan mücahidler olduğunu söylemişlerdi. Kendilerine yemek hazırlanmış, orada bulunan bir kadın yemekten önce ellerini yıkamaları için bir tas ile su getirmiş ve: ”Benim kör bir kızım var, ellerinizi yıkadığınız su ile teberrüken kızımı yıkayacağım" demiş, gerçekten onların ellerini yıkadıkları su ile kızını yıkamış. Allah'ın izni ile kızının gözlen açılmış, bu durum hırsızların tevbe etmelerine sebep olmuştur. 31Eğer kendisiyle dağlar yürütülen yerlerinden nakledilip yeryüzünde hareket ettirilen veya kendisiyle yer parça parça edilen böylece nehirler ve su kaynaklan meydana getirilen ya da kendisiyle ölüler konuşturulan yani diriltilen bir Kur'an olsaydı (o, bu Kur'an olurdu.) Çünkü Kur'an, icazın zirvesinde ve insanlara öğüt vermede son noktadadır. Bu âyette kastedilen, Kur'an-ı Kerim'i tazimdir, onu yüceltmedir. Bir de büyüklenerek Kur'an'ın mucize olduğunu inkâr eden ve başka mucizeler isteyen müşriklere cevaptır. Ayrıca insanların dinlerinde kendilerine fayda veren şeyin, ziraat ve benzeri gibi dünyaları konusunda kendilerine fayda veren şeyden daha hayırlı olduğuna da dikkati çekilmektedir. Rivayet edildiğine göre Mekke müşrikleri, içlerinde Ebû Cehil ve Abdullah b. Ümeyye de olduğu halde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip dediler ki: ”Ey Muhammed! Sana inanmamızı ve tâbi olmamızı istiyorsan Kur'an'ınla şu dağlan yürüt, Mekke'den uzaklaştır. Çünkü Mekke dardır, biraz yerimiz genişlesin. Böylece bahçeler, tarlalar edinelim. Yeri yar. Şam'da olduğu gibi bizim için nehirler ve çaylar çıkart. Daha önce ölen dedelerimizden iki tanesini dirilt, onlarla konuşalım ve senin durumunu soralım, bakalım hak mı söylüyorsun, yoksa bâtıl mı?" İşte müşrikler böyle mucizeler isteyince bu âyet inmiştir. Fakat bütün işler Allah'a aittir. Her şeyde tasarruf yetkisine O sahiptir. İstediği şeye gücü yeter. Öyle ise onların istedikleri mucizeleri getirmeye de kadirdir. Şu kadar var ki Allah'ın iradesi bununla ilgilenmez, onlara fayda vermeyeceğini bildiği için böyle bir mucize getirmeyi murad etmez. İman edenler kâfirlerin imana gelmesinden ümit kesip bilmediler miki Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi. Hepsi iman ederlerdi. Âyette geçen ” yey'es" fiilinin mastarı olan ye's, bir şeyden ümidini kesmek demektir. Buradaki soru da emir manasınadır. Yani onların imana gelmesinden ümitlerini kessinler, demektir. Rivayet edildiğine göre mü'minlerden bir grup: ”Ya Rasûlallah! Bu kâfirlerin istedikleri mucizeyi getir, belki imana gelirler," dediler. Bunun üzerine Allahu teâlâ: ”Müminler, o kâfirlerin bunca delilleri ve mucizeleri müşahade ettikten sonra inatlarında direterek inanmayacaklarından hâlâ ümitlerini kesmediler mi?" buyurmuştur. Allah'ın vaadi yerine gelinceye onlar ölünceye veya kıyamet gününe kadar Allah'ı inkâr edenlerin yani Mekke kâfirlerinin başlarına, yaptıkları işler kötü amelleri ve küfürleri sebebiyle öldürülmeleri ve esir edilmeleri gibi ansızın bir belânın gelmesi veya evlerinin yakınına Mekke'ye inmesi devam edecektir. Onlar korkularından Mekke'yi terkederler ve o musibetin kıvılcımı üzerlerine uçuşur. Ya da ”tehullı" ifadesiyle Hazret-i Peygambere hitabedilmektedir. Buna göre mana: ”Evlerinin yakınına ineceksin," şeklinde olur. Gerçekten Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye yılında onların yurtlarına (Mekke'ye) yakın bir yere inmiş, onların mallarına ve hayvanlarına el koymuştur. Âyette geçen ”Kar'“ kelimesinin asıl anlamı vurmak ve yarmak demektir. Şüphesiz Allah vaadinden caymaz. Çünkü vaadinden caymak, bir kusur olup ulûhiyete zıttır. Âyette geçen ”mîâd" vaad manasınadır. 32Yemin olsun ki senin kavminin seninle alay ettiği gibi senden önceki peygamberlerle de alay edildi. Onlar da hor ve hakir görüldü. Ben de alay eden o kâfirlere bir süre mühlet verdim. İsyan ve günahta devam etmeleri için bolluk ve güven içerisindeki sürelerini uzattım, hemen onları cezalandırmadım. Sonra da onları cezalandırdım. O vakit azabını nasıl imiş (gördüler.) Peygamberlerimle alay edenlere nasıl azap ettiğimi gördüler. Bu ifade onları, çarptırdığı şiddetli azabından hayrete düşürmek içindir. 33İyi olsun, kötü olsun herkesin yaptığını işlediği hayır ve şerri gözeten ve ona göre mükâfat veya cezasını veren Allah (bunu yapmayan) faydası ve zararı dokunmayan (putlarla bir) olur mu? Yani her insanın yapmış olduğu hayır ve şerri bilen ve buna göre ona karşılığını veren zât, böyle olmayan, âciz, zayıf ve yapılanları bilmeyen kimse gibi olmaz. Böyle iken onlar Allah'a ortaklar koştular. Kâfirler Allah ile putları eşit tuttular, putlarını Allah'a ibadette ortak koştular. Onların, aralarındaki farkı bilmelerine rağmen putlarını Allah'a ortaklar koşmaları ve putları ile eşit tutmaları ne tuhaf şey! De ki: 'Onlara isim veriniz bakalım. Allah'a ortak koştuklarınızı isimleriyle ve sıfatlarıyla açıklayınız ve onlar gerçekten ibadete ve ortaklığa layıklar mı, bakınız bakalım. Allah'a yeryüzünde bilmediği yani yeryüzünde mevcut olmayan bir şeyi mi ibadete lâyık olan putları mı haber veriyorsunuz, yoksa anlamı olmayan kuru bir laf mı ediyorsunuz?' Yani ortaklarınızı aslı esası olmayan bir sözle mi isimlendiriyorsunuz? Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi. Nefisleri onlara birtakım asılsız şeyleri süsledi, sonra da onlar bunu gerçek zannettiler. ”Meler", insanı yapmak istediği birşeyden hile ile vazgeçirmektir. Ve hak yoldan alıkonuldular. Allah her kimi yolundan saptırırsa yardımsız bırakırsa artık ona doğru yolu gösteren bulunmaz. Hiç kimse onu hidayete erdiremez, buna muvaffak kılamaz. 34Onlar için dünya hayatında öldürülmek, esir alınmak ve diğer musibet ve mihnetlerle azap vardır. Âhiret azabı ise, cehennemdeki azap ise devamlı olduğu için elbette daha çetindir. Onları Allah'tan yani O'nun azabından koruyacak ve ona mani olacak da yoktur ki azap edilmesinler. Rivayet edildiğine göre İbn Mersed devamlı ağlar, gözlerinin yaşı dinmezdi. Kendisine bunun sebebi sorulunca şöyle cevap vermiştir: ”Nasıl ağlamayayım ki, Allah bana günah işlediğim zaman hamamda ebedî olarak alıkoyacağını söyleseydi bile bundan dolayı gözlerimin yasininin kesilmemesi yerinde olurdu. Oysa beni üç bin sene yakılmış bir ateşte cezalandıracağını vaadetmiştir. Bu ateş bin sene yakılınca kıpkırmızı kesilecek, bin sene daha yakılınca bembeyaz olacak, üçüncü bin sene yakılınca da karanlık gecenin siyahlığı gibi simsiyah kesilecektir. Ben nasıl ağlamayayım, gözlerimin yaşı nasıl dinsin?" 35Müttekîlere vaadolunan cennetin misali ve sıfatı şöyledir: Ağaçlarının altından ırmaklar akar, yemişleri süreklidir, dünyadaki meyveler gibi sadece belirli mevsimlerde olmaz, her zaman devam eder ve gölgesi de (süreklidir.) Dünyadaki gölgeler gibi güneşin durumuna göre yok olmaz. Çünkü cennette güneş, sıcaklık ve soğukluk yoktur. Âyette Cehmiyye mezhebinin görüşü reddedilmektedir. Çünkü onlar, cennetteki nimetler yok olacaktır, derler. Şair Lebîd'in şu beyti ne güzeldir: Allah'tan başka her şey boştur, Her nimet şüphesiz yok olacaktır. İşte bu, vasfı sana ulaşan ve ismini işittiğin cennet takva yolunu tutanların âkibetidir. Onlar, neticede oraya varacaklardır. Kâfirlerin âkibeti de başka değil ateştir. Takva cennete götüren yoldur, küfür de cehenneme götüren yoldur. 36Ve kendilerine kitap verdiklerimiz, sana indirilen Kur'an'ın bütünüy le sevinç duyuyorlar. Çünkü Kur'an Allah'ın, kullarına bir lütfü ve rahmetidir. Zira sağlam bir inanca sahip olan mü'min, Allah'ın kendisine olan lütuf ve ihsanından dolayı sevinir. Burada ”kendilerine kitap verilenler"den maksat, Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi Yahudilerden Müslüman olanlarla Hristiyanlardan Müslüman olan seksen kişidir. ”Kitap"dan maksat da Tevrat ve İncil'dir. Bununla beraber Ka'b b. Eşref gibi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karşı hizipleşenler birbirlerine yardım edenler den âyetlerin bir kısmını kendi şeriatlarına muhalif olan bölümleri inkâr edenler vardır. Ey Rasûlüm Muhammed! Bu inkâr edenlere de ki: 'Ben Allah'a kulluk etmekle ve O'na ortak koşmamakla emrolundum. Bana vahyedilenler içerisinde, ”Allah'a ibadet et ve O'nu birle" emri de vardır. Bunlar dinin esasıdır. Sizin şeriatınıza muhalif olan hususları inkâr etmenize gelince, cüz'î hükümlerde daha önceki ilahî kitaplara ve şeriatlara muhalefet etmek yeni bir şey değildir, bu hep olagelmiştir. Çünkü hikmet sahibi olan yüce Allah hep insanların gelişme seviyelerine ve hallerine uygun hükümler indirir. Bu, aynen bir tabibin, hastanın durumuna göre reçete vermesi, ilâç yazması gibidir. Ben bütün işlerimde sadece O'na, Allah'a dua ediyorum sizleri de O'nu birlemeye davet ediyorum ve dönüşüm de sadece O'nadır.' Amellerimizin karşılığını vermesi için benim dönüşüm de, sizin dönüşünüz de başkasına değil, sadece O'na olacaktır. 37İşte böylece Biz daha önceki kitapları, ümmetlerinin diliyle peygamberlere indirdiğimiz gibi Kur'an'ı da anlaşılması ve hıfzı kolay olması için Arapça bir hüküm olarak indirdik. ”Hüküm" den maksat, hikmetinin gereği olarak kullarının muhtaç olduğu her hükmü içerisinde bulunduran, her şeye hükmeden, ya da nesh ve değişmeyi kabul etmeyen muhkem demektir. Rivayet edildiğine göre müşrikler Hazret-i Peygamberi müşrik olan atalarının dinlerine uymaya çağırıyorlardı, Yahudiler de kıble, Bey t-i Makdis'ten Kabe'ye çevrildikten sonra kendi kıblelerine doğru namaz kılmaya çağırmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah: Yemin olsun ki sen, sana gelen doğruluğu apaçık delillerle bilinen ilimden, vahiyden sonra onların arzularına uyarsan, hiçbir makul delile ve makbul bir esasa dayanmaksızın seni davet ettikleri batıl dinlerine ve sapık yollarına uyarsan seni Allah'ın azabından koruyacak ne bir koruyucu, ne de bir dost vardır. Bu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaptır. Kasdolunan ise ümmetini dine sarılmaya teşvik ve Hazret-i Peygamberi çeşitli olaylar karşısında sarsılmaktan sakındırmaktır. Derecesi herkesten yüksek olan zât, böyle sakındırıhrsa, diğerleri öncelikle buna lâyıktır. 38Ey Rasûlüm Muhammed! Yemin olsun ki Biz senden önce de senin gibi insanlardan peygamberler gönderdik. Onlara da sana verdiğimiz gibi eşler ve çocuklar verdik. Yahudiler, Hazret-i Peygamberi kastederek demişlerdi ki: ”Bu adamın kadınlar ve evlenmekten başka düşüncesi yok, şayet peygamber olsaydı dünyadan yüzçevirir, ibadetle meşgul olurdu." İşte yukarıdaki âyet Yahudilerin bu sözlerine cevap vermektedir. Sadece Hazret-i Muhammed'in değil, diğer peygamberlerin de eşleri ve çocukları vardı. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Davud (aleyhisselâm)'un yüz hanımı, üç yüz cariyesi vardı. Oğlu Süleyman (aleyhisselâm)'nın üç yüz hanımı, yedi yüz cariyesi vardı. Durum böyle iken eşlerinin çok olması Peygamber efendimize nasıl zarar verebilir. Allah'ın izni olmadan hiçbir peygamber bir âyet getiremez. Allah'ın emri olmaksızın hiçbir peygamberin kendisinden istenen bir âyeti kendi istek ve arzusu ile getirmeye gücü yetmez. Çünkü onlar Allah'ın emrine boyun eğmiş kullardır. Her şeyin vakti ve süresi yazılmıştır. Allah'ın hükmettiği her şeyin yazılmış belirli bir vakti vardır. Bu vakit ve süre artmaz da, eksilmez de. Veya öne de alınmaz, geriye de bırakılmaz. 39Allah silmeyi dilediğini siler, yerinde bırakmayı dilediğini de yerinde bırakır. Silinmesini uygun gördüğünü siler, hükmünü kaldırır, onun yerine daha hayırlısını veya benzerini getirir, hikmetinin gerektirdiği şeyi de yerinde bırakır, hükmünü kaldırmaz. Âyetin manası şöyle de olabilir: Allah tevbe edenlerin günahlarını siler, onun yerine sevap yazar. Ya da hafaza (koruyucu) meleklerinin yazdıkları divandan (amel defterinden) hasene ve seyyie (sevap ve günah) olmayan şeyleri siler. Çünkü melekler insanın söylediği ve yaptığı her şeyi yazmakla emrolunmuşlardır. Pazartesi ve perşembe günleri hafaza meleklerinin yazmış oldukları şeyler, Levh-i Mahfuz'dakilerle karşılaştırılır, sevap ve günah terettüp etmeyenler silinir, sevap ve günah terettüp edenler ise bırakılır. Bir başka tefsire göre de saadet ve şekavet, rızık ve ecelle ilgili olan şeyleri siler veya yerinde bırakır. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Kabe'yi ağlayarak tavaf eder ve şöyle derdi: ”Ya Rabbi, beni saadet ehlinden (cennetliklerden) yazdı isen bunda sabit kıl. Eğer şekavet ehlinden (cehennemliklerden) yazdı isen beni sil, bağışla ve saadet ehlinden yaz. Çünkü sen dilediğini siler, dilediğini yazarsın. Kitabın aslı senin yanındadır." Bu konudaki değişiklik, silmek ve yazmak arızî olan saadet ve şekavete nisbetledir. Arızî olan saadet ve şekavette bunlar olabilir. Aslî olanlarda ise olmaz. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: ”Ana rahmine düşen meninin (spermanın) üzerinden kırk beş gün geçince bir melek gelir ve: ”Ya Rabbi, bu şaki (cehennemlik) mi, said (cennetlik) mi?" der. Allah hükmeder, melek de yazar. Sonra melek: ”Ya Rabbi! Erkek mi olacak, dişi mi?" der. Allah hükmünü bildirir, melek de yazar. Sonra melek, amelini ve rızkını sorar. Allah hükmünü bildirir, melek de yazar. Sonra defteri kapatılır. Artık bu ne artırılır, ne de eksiltilir"(10) İşte bazı âlimlerin: ”İnsanın cennetlik veya cehennemlik olması, ölümü ve hayatı, rızkı ve ömrü hariç Allah dilediğini siler, dilediğini yerinde bırakır," sözleri yukarıdaki hadise hamledilmiştir. Ana kitap O'nun katındadır. Ana kitap olarak tercüme edilen ”Ümmü'l-Kitab" dan maksat, ezelde yazdan ve içerisinden hiçbir şeyin değişmediği Kitabın aslı demektir. Bu, Allah'ın ezelî ve ebedî ilmidir. 40Ey peygamberlerin en faziletlisi! Onlara yani Mekke müşriklerine vaadettiğimiz azap, zelzele ve musibetler in bir kısmını hayatında sana göstersek de veya (bundan önce) senin temiz ruhunu kabzederek vefat ettirsek de üzülme. Yine de sana düşen sadece tebliğ etmek, Bize düşen de hesaba çekmektir. Evet senin görevin sadece peygamberlik görevini tebliğ etmek ve emaneti yerine getirmek, Bize düşen de kıyamet gününde onları hesaba çekip amellerinin karşılığını vermektir. Biz onlardan şiddetli bir şekilde intikam alacağız. Onların yüzçevirmesi seni üzmesin ve onlara azap verilmesi hususunda acele etme. 41Bizim emrimizin yere kâfirlerin yurduna gelip de etrafından onu küçülttüğümüzü şirk diyarını Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ve mü'minler vasıtasıyla fethederek küçülttüğümüzü görmüyorlar mı? Kâfirlerin yurtlarının küçülmesi, Müslümanların oraları istilâ edip ele geçirmeleri sonunda olur. Allahu teâlâ'nın onların yurtlarının bir kısmını ellerinden alıp Müslümanlara vermeye gücü yetince, tamamım Müslümanlara vermeye de gücü yeter. Onlar hala ibret almıyorlar mı? Allah öyle hükmeder ki, O'nun hükmünü takip edip bozacak yoktur. Allah, İs lamın galip geleceğine, ikbalin İslâmın olduğuna, küfrün de yok olacağına hükmetmiştir. Bu olacaktır, değiştirilmesi mümkün değildir. O, hesabı çabuk görür. Dünyada yurtlarından sürülme ve öldürülme gibi cezalarla cezalandırıldıktan sonra ahirette de kısa zamanda onları hesaba çekecektir. Bazı âlimlere göre yerin küçültülmesi âlimlerin, fakihlerin ve iyi kimselerin ölümü ile olur. Nitekim bir hadis-i şerifte: ”Allahu teâlâ ilmi kullarından çekip almak suretiyle almaz. Fakat O'nun ilmi alması, âlimleri öldürmesi suretiyle olur. Öyle ki artık yeryüzünde hiçbir âlim kalmaz, insanlar cahil kimseleri önder edinirler. Onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Böylece hem kendileri sapıtırlar, hem de insanları saptırırlarf (12) İbn Mübarek demiştir ki: ”Bu ümmetin bozulması şu beş grup seçkin kimseler yüzünden olur. Bunlar; âlimler, gaziler, zahidler, tacirler ve idarecilerdir. Bunlardan âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Zahidler yeryüzünün direkleridir. Gaziler Allah'ın yeryüzündeki askerleridir. Tacirler bu ümmet içerisinde Allah'ın güvenilir kullarıdır. İdareciler ise halkın çobanıdır. Âlim, ilmi bırakır da mala değer verirse cahil kime uyacak? Zahid, dünyaya rağbet ederse tevbe eden kime uyacak? Gazi, dünya malına tamah ederse düşmana, karşı nasıl zafer kazanır? Ticaret erbabı, hain olursa emanet nasıl hasıl olur? Çoban, kurt olursa sürü nasıl güdülür?" 42Onlardan öncekiler de tuzak kurdular. Bu ifade Rasûlüllah'ı teselli etmektedir. Mekke müşriklerinin Hazret-i Muhammed'e tuzak kurdukları gibi, onlardan önceki müşrikler de kendi peygamberlerine ve müminlere tuzak kurmuşlardır. ”Tuzak kurmak'Xm maksat peygamberlerini öldürme plânları ve onlara eziyet etmeleridir. Nitekim Nemrûd, Hazret-i İbrahim'e; Firavun, Hazret-i Mûsa'ya; Yahudiler, Hazret-i İsa'ya; Semûd, Hazret-i Salih'e; Mekke müşrikleri de Dâru'n-Nedve'de Hazret-i Peygambere tuzak kurmuşlar, onu öldürmek istemişlerdi. Sonuçta bütün tuzakların cezası Allah'a aittir. Allah da onlar için tuzak kurar. Allah'ın onlar için tuzak kurmasından maksat, hissetmeyecekleri bir yerden onları helak etmesi demektir. Allah'ın onları cezalandırıp helak etmesi, istiare sanatı yoluyla tuzak kuran kimsenin hilesine benzetilmiştir. Sonra Allah, tuzağının kuvvetini ve kemalini beyan ederek şöyle buyurmuştur: İster hayır olsun, ister şer olsun herkesin ne yaptığım O bilir ve ona göre cezasını verir. Kâfirler de kendileri gaflette iken kendileri için hazırlanan azap gelince bu yurdun sonunun kime ait olduğunu bilecekler. ”Ukbe'd-dâr" dan maksat, iyi sonuç demektir. Bu güzel sonuç mü'minler için Allah'ın rahmeti ve rızasına kavuşmaları, meleklerin ölüm anında onları müjde ile karşılamaları ve nihayet cennete girmeleridir. 43Kâfirler: Yani Mekke müşrikleri Hazret-i Muhammed'e: Ey Muhammed! 'Sen peygamber değilsin' derler. Nitekim filozoflar da Hazret-i Peygamber için: ”O bir hakimdir, yani bilge biridir, peygamber değildir," demişlerdir. De ki: 'Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında kitap bilgisi olan yeter.'“Allah'ın şahitliği 'nden maksat, Peygamberlik davasında doğru olduğuna delâlet eden mucizeler ortaya koymasıdır. ”Yanında kitap bilgisi olan"dmı maksat da Allah'ın kendisine Kur'an'ı ve beyanı öğrettiği Kur'an âyetlerini ve mucizelerini gösterdiği kimsedir ki o, bununla Hazret-i Muhammed'in peygamberliğinin hakikatini bilir ve buna şehadet eder. Bunlar müminlerdir. ”Ki tap ”tan maksat da Kurandır. Abdullah b. Selâm'dan: ”Bu âyet benim hakkımda indi, buradaki kitaptan maksat Tevrat'tır," dediği rivayet edilmiştir. Çünkü Abdullah b. Selâm ve arkadaşları Muhammed'in sıfatlarını kendi kitaplarında okumuşlar, biliyorlardı. Bu yüzden onun peygamberliğinin hakikatine şahitlik etmişlerdi. Onların şehadeti, ona inanmayanların iddiasını geçersiz kılmaktadır. Allah'ın yardımıyla Ra'd Sûresinin tefsiri sona erdi. |
﴾ 0 ﴿