İBRAHİM SÛRESİMekke devrinde nazil olmuştur, 52 âyettir. 1Elif, Lâm, Râ. Buradaki ”elif ile, ilâhî nimetler anlamına gelen ”âlâ"' ile yemin edildiğine; ”lâm" ile O'nun lütuf ve keremine; ”râ" ile de Kur'an'a işaret edilmektedir. Buna göre bu ifadenin yorumu şu olur: ”Nimetlerime yemin olsun ki, benim lütuf ve keremim Kur'an-ı Kerim'in indirilmesini gerektirmiştir. Rivayet edildiğine göre bir adam, İmam Nesefi'yi ölümünden sonra rüyasında görür ve: ”Münker ile Nekir'in sorgulamaları nasıl geçti?" diye bir soru sorar. Bunun üzerine İmam şu cevabı verir: ”Yüce Allah ruhumu iade ettikten sonra Münker ile Nekir bana kabir sorularını sormaya başladılar. Ben onlara dedim ki, sorularınıza nesir halinde mi, yoksa şiir olarak mı cevap vereyim?" Dediler ki: ”Cevaplarını şiir halinde söyle; bunun üzerine ben onlara şu şekilde cevap verdim: Rabbim Allah'tır, O'ndan başka ilâh yoktur. Hazret-i Muhammed O'nun Peygamberi ve seçkin kuludur. Dinim İslâmdır, fiillerim ise çok çirkin, Bu yüzden ben O'nun bağışlamasını ve lütfunu diliyorum. Bundan sonra adam rüyasından uyanır ve bu mısraları ezberlediğini görür.... Ey Rasûlüm Muhammed! Bu, insanları Rablerinin gücü, kuvveti ve izniyle karanlıklardan aydınlığa, çeşitli sapıklıklardan hidayete, inkarcılık ve münafıklık karanlığından iman ve İhlasın aydınlığına, her şeye galip ve övülmeye layık olan Allah'ın yoluna, cennete ulaştıran İslâm dinine, dinine sarılanları, düşmanlarına üstün kılan ve kullarının ibadetlerini kabul eden Yüce Allah'ın yoluna çıkarman için, Cebrail aracılığıyla sana indirdiğimiz bir kitaptır. Birçok sûresi olan bu kitap, senin Peygamberliğinin başlıca kanıtıdır. Bu kitabı göndermemizin başlıca sebebi, tüm insanları onunla, Allah'ın yoluna çağırman, onları aydınlatman, gerçek inancı ve dünya ile ahiretlerine yararlı hükümleri onlara açıklamandır. Burada Allahü teâlâ onların mürebbisi, terbiye edicisi olduğu için ”Rabbi him" denilmiştir. Ayrıca ”senin Rabbinin izniyle" ifadesinin yerine ”Rablerinin izniyle" denilmesinin hikmeti ise gerçek koruyucu, terbiye edici ve eğiticinin Peygamber değil, Allah olduğuna işaret etmek içindir. 2Bu yol, göklerde ve yerdekilerin canlı-cansız, şuurlu-şuursuz bütün varlıkların sahibi olan Allah'ın yoludur. Uğrayacakları şiddetli azaptan dolayı, ilâhî cezaya çarptırılacak kâfirlerin vay haline! 3Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler, geçici hayatı, ebedî hayattan daha üstün tutarlar. İbn Abbas bu ifadeleri açıklarken der ki: ”Ahireti hafife alarak, dünyada peşin olarak gördükleri şeylere yapışırlar. Bu da gerçek kâfirin niteliklerindendir. Çünkü kâfir, bütün çabalarını, dünyanın zevklerini elde etmek için kullanır, ahireti küçümser. Arzularına uymayıp seriate uyduğu takdirde birtakım sıkıntılara maruz kalacağını düşünerek ebedî hayat için çalışmaz." Ayrıca bu kâfirler, insanları Allah'ın yolundan uzaklaştırırlar, O'nun dinini kabul etmelerine engel olurlar. Allah'ın doğru yolunu eğri göstermeye çalışırlar. Saptırmak istedikleri kimseye, Allah'ın yolunun eğri olduğunu ve dosdoğru olmadığını söylerler. İşte onlar, büyük bir sapıklık içindedirler. Doğru yoldan sapıp ondan fersah fersah uzaklaşmışlardır. 4Biz, her Peygamberi emrolunduklarını, gönderildikleri insanlara kolayca açıklayabilmeleri için, kabul etmekle emrolundukları ilâhî mesaj ve daveti kendilerine rahatlıkla anlaşılabilecek şekilde açıklamaları için aralarından görevlendirildikleri kavimlerinin diliyle gönderdik. Böylece peygamberlerin kavimleri de aldıkları direktifleri başkalarına iletme imkânı bulurlar. Ayrıca insanları ilâhî yola çağırmak ve onları uyarmak, herkesten önce Peygamberlere ilk iman edenlerin görevidir. Bu yüzden Hazret-i Peygambere de: ”Önce en yakın akrabalarını uyar." (Şuarâ: 214) diye emredilmiştir. Allah, saptırmasını dilediğini saptırır, onda küfür ve dalalet tohumu yaratır; yani onu, dalalete götürücü etkenlerle karşı karşıya getirir. Doğru yola yönelmesini dilediğini de doğru yola iletir. Gerçeği benimsemeye eğilimli olduğu ve hidayeti hakettiği için Yüce Allah, onun yapısında iman ve hidayeti meydana getirir. Allah her şeye galiptir, dolayısıyla, istediğini yapabilme gücüne sahiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. Bu yüzden saptırma ve doğru yola iletme gibi yaptığı işler, mutlaka önemli bir sebep ve hikmetten dolayıdır. Şu halde Peygamberlerin görevi sade ilâhî mesajları tebliğ etmek, gerçekleri açıklamak ve aydınlatmaktan ibarettir. İnsanları hidayete erdirip hakka yöneltmek ise Yüce Allah'ın elindedir. Allah dilediğini yapar ve irade ettiği şekilde hüküm verir. 5Şüphesiz Mûsa'yı Peygamberliğinin doğruluğunu belgeleyen pırıl pırıl beyaz el, âsâ ve benzeri mucizelerimizle donatılmış olarak gönderdik. Daha sonra da (ona şöyle dedik:) 'Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar, Onları, bütünüyle karanlıklardan ibaret olan inkarcılık, cehalet ve şüphe gibi sapıklık türlerinden kurtarıp iman, ilim, kesin inanç ve benzeri hidayet aydınlığına ulaştır. Ebu's-suûd şöyle der: ”Buradaki mucizelerden amaç, İsrail oğullarına gösterilen mucizelerdir. Yani, Firavun'un helak edilmesinden sonra İsrailoğullannı küfür ve cehaletlerden çıkarıp Allah'a iman etmek ve birliğine inanmak şeklinde açıklanan inanca ulaştır..." Ayrıca ey Mûsa, sen onlara, Allah'ın hadiseli günlerini hatırlat.' Nuh, Âd, Semûd gibi eski kavimlerin başlarına gelen felâketleri anlatarak onlara öğüt ver, onları uyar. Eski tarihte geçen olaylarla birlikte Arap milletinin yakın tarihte geçirdiği olayları, savaş ve sıkıntılı günleri, Huneyn, Bedir ve benzeri muharebeleri onlara anlat. Belki böylece iman edip kötülükten sakınırlar. Bir kısım müfessirlere göre de buradaki ifadelerin anlamı şudur: ”Ey Rasûlüm Muhammed! Onlara nimetlerimi hatırlat ki, Bana iman etsinler." Nitekim, rivayet edildiğine göre Yüce Allah, Hazret-i Mûsa'ya: ”Beni kullarıma sevdir." diye emretti. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa: ”Ey Rabbim, kalpler Senin dindeyken ben Seni onlara nasıl sevdirebilirim ki?" dedi. Yüce Allah da şöyle buyurdu: ”Bunu gerçekleştirmek için nimetlerimi onlara hatırlat." Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, insanın yanında gerçekleşmesini istediği bir şeyi konuşmak güzel bir davranıştır. Örneğin herhangi bir adama: Üzülme, Yüce Allah mutlaka seni hacca gitmeye muvaffak kılar, ya da Allah seni savaşta muzaffer kılar veya ilim tahsil etme konusunda seni başarılı kılar demek, yahut hayırlı olan herhangi bir şey söylemek çok güzel bir harekettir... En azından sözkonusu adam senin hakkında kötülük düşünüyor idiyse bu durumda kötülük yapmaktan vazgeçer. Bu da güzel bir sonuçtur. Şüphesiz ki bunda her sabredip şükreden için ibadet etme ve musibetlere katlanma konusunda sabırlı olup Allah'ın nimetlerine karşı şükür görevini yapan kimseler için nice ibretler vardır. Kısacası yarısı sabretmek, diğer yarısı da şükretmekten ibaret olan imanı elde eden kâmil mü'minler, bundan büyük ders alırlar. 6Ey Rasûlüm Muhammed! İnsanlara bir de şunu hatırlat: Hani bir zaman, Mûsa kavmine, İsrail oğullarına şöyle demişti: 'Allah'ın sizlere verdiği nimeti hatırlayın! Allah, bir zamanlar size, dayanılmaz işkenceler yapan azabın her türlüsünü çektiren, sizi en zor işlerde çalıştırıp size büyük sıkıntılar veren ve oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden, sizi kurtarmıştı. ”Oğulların boğazlanması" da ”dayanılmaz bir işkence" olduğu halde edebî bir sanat olarak genel bir biçimde belirtilen ”dayanılmaz işkenceler" ifadesi atıf harfi olan vav ile atfedilmesi şiddetli ve iğrenç bir iş olduğuna dikkat çekmek içindir. Bu durumda ”oğulların boğazlanması" meselesi başlıbaşma büyük bir felâkettir. Sıradan değil, apayrı bir işkencedir. İfadenin başında yeralan ”ve" kelimesi de bunu göstermektedir. Eğer başında ”ve" kelimesi yer almasaydı tıpkı Bakara ve A'râf sûrelerinde olduğu gibi işkencenin bir açıklaması olurdu. Bu işkenceleri yapmalarının başlıca sebebi de şudur: Firavun, rüyasında Beytu’l-Makdis tarafından bir ateşin çıktığını ve İsrail oğullarının değil, sadece Kıptîlerin evlerini yaktığını görmüştü. Bunun üzerine kâhinler Firavun'u korkutmuşlar, İsrail oğullarından bir çocuk dünyaya geleceğini ve bu çocuğun, saltanatıyla birlikte Firavun'u ortadan kaldıracağını söylemişlerdi... Bu yüzden kin ve nefret dolu olan Firavun paçalarını ve kollarını sıvadı, olayı kökünden halletme yoluna başvurdu. İsrail oğullarının erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını ve kızlarını sağ bıraktı. Onları da köle ve hizmetçi olarak kullanacaktı. Kadınları, kocalarından ayırıyor ve beraber olmalarına engel oluyordu. Aslında bu öldürmekten de beterdi, hatta ölüm daha kolaydı. Bütün bunlarda, sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.' Bütün bu acı ve dayanılması güç olaylar, sizin için için bir sınav niteliğindedir. 7Yine hatırlayın, bir zaman Rabbiniz, ortada herhangi bir şüphe kalmayacak şekilde, kesin bir biçimde size şunu bildirmişti: ya da başka bir yoruma göre, şunu yapacağına kesin olarak söz vermişti ve şöyle buyurmuştu: 'Yemin olsun ki, şükrederseniz, ey İsrail oğulları, eğer düşmanlarınızı yok ettiği ve sizleri kurtardığı için bu ve benzeri nimetlerine karşılık Yüce Allah'a şükürde bulunursanız, daha sonra da imanda kararlılık gösterip salih ve yararlı ameller işlerseniz, size olan nimetlerimi mutlaka artırırım. Size verdiğim nimetlere nimet katıp sizleri refaha kavuştururum. Şayet, şükretmeyip nankörlük ederseniz, nimetlerimi unutup inkâra saparsanız, sizi mutlaka azaplandırırım. Şüphesiz ki azabını çok şiddetlidir.' Bu son cümle, ikinci şıkkın yani nankörlüğe karşı cezalandırmanın sebebidir. Nankörlüğün cezası, doğrudan doğruya belirtilmemiş, ona işaretle yetinilmiştir. Öte yandan verilecek mükâfatın açıkça belirtilip, tehdide işaretle yetinilmesi geleneği, saygın kişilerin özelliklerindendir. Bu konuda yüceler yücesi Yüce Allah'ın durumunu siz düşününüz. Bu yüzden ”şayet nankörlük ederseniz azabım size dokunacaktır" dememiş, ”şayet nankörlük ederseniz" cümlesinden sonra ”Şüphesiz ki azabım çok şiddetlidir" buyurmakla yetinmiştir. Nitekim: ”Ey Peygamber! Kullarıma Benim, son derece bağışlayıcı ve merhametli olduğumu, azabımın da gerçekten can yakıcı bir azap olduğunu söyle" (Hicr: 49-50) âyetleri de böyledir. 8Mûsa şöyle demişti: Ey İsrail oğulları! 'Sizler ve yeryüzündeki bütün cin ve insanlar, Allah'ın nimetlerine nankörlük etseniz, ve hiç şükretmezseniz (Allah'a hiçbir zarar veremezsiniz.) Sadece siz zararlı çıkarsınız. Çünkü Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, Sizin ve başkalarının şükrüne ihtiyacı yoktur. Yüce Allah övülmeye layıktır.' Övülmüş oluşu da kendi zâtından, sıfatlarından ve fiillerinden kaynaklanır. Dolayısıyla O'nun, ne kimsenin imanına ihtiyacı vardır, ne de O, kimsenin inkârından etkilenir. 9Sizden önce gelen Nuh kavminin inkarcılığa sapıp Allah'ın nimetlerine karşı şükür görevlerini yapmadıkları için tufanla bozduruldukları, Ad kavminin rüzgârla helak edildikleri ve Semûd kavminin bir bağırışla yok edildikleri, bu Peygamberlerin kavimlerinin ve onlardan sonra gelenlerin İbrahim kavmi, Medyen halkı ve ”altüst olan ülke" halkı gibi diğer milletlerin haberleri Mûsa (aleyhisselâm) aracılığıyla size ulaşmadı mı? Bu, ispat amaçlı yadırgayıcı bir sorudur. Yani yukarıda anlatılan milletlerle ilgili haberler size kesinlikle ulaştı... Onları Allah'tan başkası bilmez. Bunların durumlarını Allah'tan başkası bilemez. Çünkü onların haberleri kesilmiş, izleri silinmiştir. Nitekim Mâlik, herhangi bir kişinin, Hazret-i Âdem'e kadar olan babalarını tek tek saymasından, atalarını bir bir sayarak tâ Hazret-i Âdem'e dayandırıncaya kadar ben falancanın, falancanın... oğluyum diye sıralamasından hoşlanmazdı. İbn Mes'ûdun da bu âyeti okurken: ”Neseb bilimiyle uğraşanlar yalan söylüyorlar." dediği nakledilir. Çünkü Yüce Allah, bunun gerçek mahiyetinin ancak kendisi tarafından bilinebileceğini, dolayısıyla kullara böyle bir bilginin verilmediğini belirtir. Peygamberler; onlara, içinde ufak bir şüphe bulunmayan apaçık mucizelerle geldiler. Fakat onlar, ellerini ağızlarına götürerek dilleriyle tasdik etmeyeceklerine işaret ederek, ya da Peygamberlerin susınalarını sağlamak için ağızlanın kapamalarına işarette bulunarak, Peygamberlerin yalan söylediklerini îmâ ederek şöyle dediler: 'Biz, sizin getirdiklerinize inanmıyoruz. Kitap ve risalete iman önerilerinizi reddediyoruz. Bizi davet ettiğiniz şeyden de şüphe ve kaygı içindeyiz.' Allah'a inanmak ve O'nu birlemek gibi çağrılarınızın gerçekliği konusunda ciddi kuşkularımız vardır. Katûde der ki: ”Yani onlar peygamberleri yalanladılar ve getirdiklerini reddettiler." Ebu's-suûd der ki: ”Yukarıdaki ”sizin getirdikleriniz" den amaç, Peygamberlerin kanıt olarak ortaya koydukları mucizelerdir. Buna göre, inkarcıların mucizeleri inkâr etmesi, sözkonusu mucizelerin Peygamberliğin doğruluğuna delil olmasını kabul etmemesi anlamındadır." 10İnkarcıların aptalca sergiledikleri söz ve davranışları yadırgayan Peygamberleri de: 'Gökleri ve yeri yaratan içindeki yaratıklarla birlikte onları yoktan vareden Allah'tan hiç şüphe edilir mi? Varlığının kanıtları her şeyden daha belirgin iken O'nun varlığı ve birliği hakkında şüpheye düşülür mü? Hayır, kesinlikle!... Halbuki O, sizi, günahlarınızın bir kısmını yani zulüm, haksızlık ve kul hakkı dışındaki günahlarınızı affetmek ve kendisinin takdir ettiği belirli bir zamana kadar da size müsade etmek için çağırıyor.' dediler. Yani ömrünüzün sonuna kadar size süre tanıyor. Bu zaman zarfında iman ettiğiniz takdirde O'nun bağışlaması na mazhar olacaksınız. Aksi halele, sizi ivedi olarak ortadan kaldıracakdır. Kavimleri de Peygamberlerine, şöyle dediler: 'Siz de bizim gibi insandan başka bir şey değilsiniz. Hal ve hareketlerinizle bizden farksızsınız. Peygamberliğinizi gerektirecek bir ayrıcalığınız yoktur. Öyleyse niye biz değil de siz Peygambersiniz. Ayrıca siz (davet ettiğiniz şeylerle) bizi, atalarımızın taptıklarından yıllarca ibadet ettikleri putlarından uzaklaştırmak istiyorsunuz! Eğer bizim söylediklerimiz doğru değil de, siz Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamberseniz bize apaçık bir delil getirin.' Böylece Peygamber olduğunuzu. Peygamberliğe lâyık bir nitelik taşıdığınızı, yüce bir fazilete sahip bulunduğunuzu anlayalım... Ancak inkarcılar, Peygamberlerin getirdikleri mucize ve kanıtlara önem veırneyerek yeni yeni mucize isteğinde bulundular. Şüphesiz tüm bunlar, inat ve inkarcılıktan kaynaklanıyordu. 11Peygamberleri insan oluşlarını itiraf edip Yüce Allah'ın üzerlerindeki nimetlere dikkat çekerek onlara şöyle dediler: 'Evet, bizler de sizler gibi birer insanız. Tıpkı sizin de belirttiğiniz gibi insan olduğumuzu inkâr etmiyoruz. Fakat Allah, kullarından dilediğine lütufta bulunur (ve onu Peygamber seçer.) Vahiy ve risalede şereflendirir... Bu ifadeden anlaşılıyor ki. Peygamberlik de tıpkı vahiy gibi sırf ilâhî bir lütuftur, vehbîdir. Başka bir deyimle Peygamberlik, saltanat ve bakanlık gibi çalışarak elde edilebilen bir şey değildir. Daha sonra Peygamberleri sözlerine şöyle devam ediyorlar: Biz sizin istediğiniz delilleri, ancak Allah'ın izniyle getirebiliriz. Başka bir şekilde bunu gerçekleştirmemiz mümkün değildir. Çünkü bu. Allah'ın iradesine bağlıdır. Biz ise birer kuluz. Öyleyse mü'minler sadece Allah'a güvensinler. başkasına değil. Kısacası, mü'minlere yakışan, Allah'tan başkasına güvenmemeleridir. 12Allah'a nasıl güvenmeyelim? Bu hususta herhangi bir özürümüz var mı ki? Herhangi bir bahane ileri sürebilir miyiz? Halbuki O, bizi doğru yolumuza şevketti. Bizim için benimsediği ve gerekli gördüğü din yoluna bizleri yöneltti. Kâfirlerin vereceği işkencelerin, tevekkülü zorlaştıracak duruma gelse bile imanlarından dönmeyeceklerini vurgulayan Peygamberler kâfirlere şöyle seslendiler: Bize verdiğiniz eziyetlere, elbette sabredeceğiz. Canımız ve malımız konusunda bize işkence de etseniz, buna katlanacağız, dayanacağız. Bu yüzden: tevekkül edenler sadece Allah'a tevekkül(de sebat) etsinler.' Buradaki birinci yani bundan önceki âyetteki ”tevekkül", tevekkülün varlığına, ikincisi ise onda sebat edene işaret eder. Dolayısıyla herhangi bir tekrar ve fazlalık sözkonusu değildir. Öte yandan tevekkül; işi, her şeye gücü yetene havale etmek demektir. Bu yüzden mütevekkil, yani tevekkül eden kimse: ”Başına gelen herhagi bir felâketi -Allah'a isyan anlamına gelecek bir şekilde- defetmeye çalışmayan kimsedir." Buna göre herhangi bir sıkıntıya düşüp, başkasına başvuran kimse tevekkül sınırını aşmış olmaz. Çünkü başına gelen felâketi Allah'a isyan gibi bir vasıtayla giderme yoluna başvurmuş sayılmaz. 13Kâfirler Peygamberlerine şöyle dediler: 'Ya sizi kesinlikle memleketimizden yurdumuz ve ülkemizden sürgün edeceğiz veya mutlaka dinimize gireceksiniz.' Bizim milletimizin inancını benimseyeceksiniz. Bu âyetin en güzel yorumu budur. Çünkü Peygamberler, hiçbir dönemde milletlerinin batıl inançlarını benimsememişlerdir. Öte yandan âyetteki ” leteûdunne" fiili ”geri dönmek" anlamında da yorumlanabilir. Buna göre mana: Ya da bizim dinimize girip milletimize geri döneceksiniz, şeklinde olur. Şüphesiz tüm bunlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir teselli olarak anlatılmıştır. Böylece kendisinden önceki Peygamberler gibi kendisi de kâfirlerin işkencelerine katlanacak ve eziyetlerine karşı sabredecektir. Bunun üzerine Rableri, ve tüm işlerinin yöneticisi olan Yüce Allah Peygamberlerine şöyle vahyetti: 'Zalimleri mutlaka helak edeceğiz. Buradaki ”zalimler" ifadesi ”müşrikler" anlamındadır. Çünkü şirk, gerçekten büyük bir zulümdür. 14Size söyledikleri: ”Sizi kesinlikle memleketimizden sürgün edeceğiz." (İbrahim: 13) şeklindeki sözlerinin cezası olarak da tam aksine: onları yok ettikten sonra, yerlerine sizleri yerleştireceğiz. O zalimlerin yurtlarında sizleri barındıracağız. Nitekim ”Kim komşusuna eziyet ederse, Yüce Allah zulmettiği komşusunu onun evine vâris kılar," şeklinde meşhur bir söz vardır. Zemahşerî der ki: ”Ben bu gerçeği çok yakın bir zamanda gözümle gördüm. Şöyle ki: Benim bir dayım vardı. Köyün ağası ona haksızlık ediyor ve ona bağlı olarak bana da zulmediyordu. Günün birinde sözkonusu ağa öldü ve Yüce Allah beni onun servetine kondurdu. Birgün baktım ki dayımın çocukları onun konağına girip çıkıyorlar; sağa-sola birtakım emir ve yasaklar savuruyorlar. Bunun üzerine ben onlara: 'Kim komşusuna eziyet ederse Yüce Allah, zulmettiği komşusunu onun evine vâris kılar,' sözünü hatırlattım ve eski olayları anlattım. Sonra hep birlikte Yüce Allah'a şükür secdesine kapandık." Bu da, yani sözkonusu mükâfatın yukarıdaki biçimde gerçekleşmesi olayı da makamımdan yani kıyamet günü hesap meydanındaki konumumdan ve azap ile cezaya ilişkin vaadimden korkanlar içindir.' Şüphesiz hesap verme olayı, müminler için -tıpkı namaz kılmak gibi- son derece basittir. Kıyamet günü de onlar için gündüzün normal bir saati gibidir. Kısacası Yüce Allah'ın azap ve cezasından korkup gereğini yapanlar, yukarıdaki mükâfatlara kavuşurlar. 15Peygamberler Rablerinden yardım dilediler. Düşmanlarına ya da kâfirlere karşı başarılı olabilmeleri için Yüce Allah'tan fetih, imdat ve muvaffakiyet temenni ettiler. Her zorba, her inatçı hüsrana uğradı. İlâhî azabın inmesiyle birlikte Peygamberlerin inatçı kavimleri yok olup gittiler. 16Önünde de cehennem vardır. Sözkonusu olan zorba ve inatçı, dünyada cehennemin kıyısında olduğu gibi; âhirette de oraya gönderilecektir. Ondan kurtulması mümkün değildir. Âhirette cehenneme atılacak ve (orada,) ona normal bir su değil, kanla karışık irinli sudan ya da cehennemliklerin vücutlarından ve zinakârların tenasül organlarından akan sudan içirilecektir. 17Aşırı hararet ve susamaktan dolayı o, suyu yutkunur... Aşırı acılığı, sıcaklığı ve kötü kokusu dolayısıyla bir defa değil, defalarca yudum yudum yutmaya çalışır. Ancak bir türlü yutamaz. Bu yüzden azabı uzar. Bir yandan şiddetli susuzluk ve hararetten ötürü, öte yandan da böylesi bir yutkunmadan dolayı azap üstüne azap görür. Diğer taraftan hadiste sözkonusu cehennemliklerden bahisle şöyle buyurulmuştur: ”Bunlar cehennemdeki o suya tiksinerek de olsa yaklaşıp eğildikleri zaman yüzleri kavrulur, başlarındaki saçları dökülüverir. İçtikleri zaman ise bağırsakları kopup arkalarından çıkar..!" Aşırı ızdırap ve işkencelerden dolayı ölüm sebepleri her yerden kendisine gelir, altı yönden de onu kuşatır, ama ölüp kurtulamaz. Tam anlamıyla ölüp rahata kavuşamaz. Buradaki ”her yerden" ifadesinden amaç, her yönden ve taraftan olabileceği gibi vücudunun her yerinden de olabilir. Peşinden de irinli suyun hemen ardından da çetin bir azap vardır. Her an, birbirinden şiddetli azaplarla karşılaşacak, mahiyeti bilinmeyen işkencelere maruz kalacaktır. Nitekim hadiste şöyle buyurulmuştur: ”Kıyamet gününde en hafifiyle cezalandırılan cehennem ehline: ”Eğer bütün dünya malı senin olsaydı bu azaptan kurtulmak için tümünü fidye verir miydin?" diye sorulacak, o da: ”Evet" diye cevap verecektir. Bunun üzerine kendisine şöyle seslenilecektir: ”Ben daha, sen Adem 'in sulbündeyken bunun daha basitini, yani Bana hiçbir şeyi ortak koşmamanı istedim. Sen ise tam tersine Bana ortak koşmaktan başka bir şey yapmadın.'"1' 18Rablerini inkâr edenlerin ilginç durumları, şu enterasan örnekle canlandırılabilir: Sanki amelleri tıpkı fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu ve dağıtıp götürdüğü küle benzer. İşte bunlar da tıpkı bu örnekte olduğu gibi, dünyada kazandıklarından hiçbir şeyi yani hayırlı amellerini kıyamet gününde ellerinde tutamazlar. Azaplarını hafifletme konusunda hiçbir faydasını göremezler. Rüzgârda uçuşan külün kaybolup gittiği, görülemediği gibi bunların dünyada işledikleri sevaplar da yok olur, kendilerine hiçbir yarar sağlamaz. İşte bu, yani bu örnekte canlandırılan inkarcılıkları ve bu inkarcılık ile kibir ve gösterişten kaynaklanan niyet ve düşünceleri en uzak sapıklığın ta kendisidir. Yani böyle bir düşünce, onları haktan ve doğru yoldan fersah fersah uzaklaştırır. Burada Yüce Allah, kâfirlerin sadaka ve sıla-i rahim gibi iyilik adına yaptıkları şeylerin hiçbir yarar sağlamadığına ve boşa gittiğine dikkat çekmekte ve şiddetli bir fırtınayla havaya uçurulan küle benzetmektedir. Çünkü yaptıkları iyilikler Allah'ı tanıma ve O'na iman etme esasına dayanmamakta ve O'nun rızası için yerine getirilmemektedir. 19Allah'ın gökler ve yeri, hikmetli bir biçimde ve lüzumsuzluktan uzak bir şekilde dosdoğru ve yerli yerince yarattığını görmez inisin? Sanatının eserlerini farketmez misin? Gözünün önüne serilen harikalara bakmaz mısın? Buradaki hitap Hazret-i Peygambere ise de amaç, onun ümmetine seslenmektir. Nitekim âyetin içindeki ”Eğer dilerse sizi yok eder" ifadesi de bunu göstermektedir. Şüphesiz ümmetten maksat da kıyamete kadar davetine muhatap olan ümmetidir. Buradaki görmekten amaç ise kalp gözüyle görmektir. Soru da ispata yöneliktir. Yani, kesinlikle görüyorsun. Ey insanlar! Eğer Allah dilerse sizi bütünüyle yokeder, tamamen ortadan kaldırır, yerinize sizden daha iyi ve Allah'a daha çok itaat eden yeni bir kavim getirir. Yüce Allah'ın burada, kudret ve gücünü, göklerin ve yerin yerli yerince olağanüstü bir sanatla yaratılması olayıyla açıklaması varlık ve kudretine delil getirilmesi içindir. Buna göre büyük ve muhteşem cisimleri yaratmaya gücü yeten kimse, bir kavmi ortadan kaldırıp yerine yenilerini koymaya daha fazla gücü yeter. Bu yüzden bir sonraki âyette şöyle buyurulmuştur: 20Bu, Allah için asla zor değildir. Yani ey insanlar! Sizin ortadan kaldırılmanız ve yerinize yeni bir kavmin getirilmesi olayı Allah için son derece basittir; O'na zor ve ağır gelmez. Çünkü O, herhangi bir şeye: ”Ol" dediği zaman, hemen oluverir. Bu yüzden inanılmaya, ibadet edilmeye, kendisinden sevap beklenip azabından korkulmaya en fazla lâyık olan O'dur. İşte bu âyet, O'nun kudretini belgelemekte ve olağanüstü sabrına işaret etmektedir. Nitekim günahkârların yakasına hemen yapışmaması da O'nun sabrını göstermektedir. Sahih-i Buhârî'de yeralan ve Ebû Mûsa'ya dayandırılan bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır: ”işittiği sıkıntı verici olaylara karsı, Yüce Allah'tan daha fazla sabredici kimse yoktur. Çünkü insanlar tarafından ortak koşulduğu ve O'na çocuk nispet edildiği halde yine onlara sıhhat-afiyet verir ve onları rızıklandırır."(2) Öte yandan ilâhî cezanın ertelen ilmesinin pek çok hikmeti vardır. Meselâ, tevbe edenin dönüşü ve ısrar edicinin ileri sürdüğü kanıtın ortadan kalkması gibi... Onlar da şöyle derler: ”Eğer Allah bizi doğru yola sevketmiş olsaydı, biz de sizi o yola sevkederdik. (Bugün) sızlanmamız da, sabretmemiz de aynıdır. Bizler için kurtuluş yolu yoktur. ” 21Yer altında bekleme süreleri tamamlandıktan ve ikinci kez Sûr'a üfürüldükten sonra, mü'min-kâfir insanların hepsi kabirlerinden çıkıp mahşer meydanına gidecekler ve hesap vermek üzere Allah'ın huzuruna çıkacaklar, ve sorgulanacaklardır. Nitekim Yüce Allah bir âyette: ”...Sonra ona (sûr'a) bir üflenince hemen bakakal acaklardır." (Zümer. 68) buyurmakta, başka bir âyette de: ” ...Hiçbirini bırakmaksızın onları mahşerde toplamış olacağız." (Kehf: 47) demektedir. İşte o zaman güçsüz kimseler uydu durumunda olan sıradan insanlar, Allah'ın yolundan ve itaatimi an çıkıp reis konumunda olan ve büyüklük taslayanlara, şöyle diyecekler: 'Biz, dünyada iken size uymuştuk, Peygamberleri yalanlama ve nasihatlarını dinlememe konusunda sizin emirlerinizi yerine getirmiştik, sizin direktiflerinize uymuştuk. Allah'ın azabının bir kısmını bizden uzaklaştırır mısınız?' Bizi ilâhî azaptan kurtarır mısınız?... Aslında bu bir kınama ve sitemde bulunmadır. Kendilerine uyan insanların bu kınamaları karşısında onlar da yani büyüklük taslayanlar da cevap olarak şöyle derler: 'Eğer Allah bizi doğru yola iman ve hidayet yoluna sevketmiş olup bizi bu konuda başarıya ulaştırmış olsaydı, biz de sizi o yola sevkederdik, Ancak ne yazık ki biz de, siz de eğri yola yöneldik ve hak yoldan çıktık. Bu yüzden (bugün) sızlanmamız da, sabretmemiz de aynıdır. Azaptan ve yok olmak tehlikesinden kurtulmak için sızlanıp sabırsızlık göstermek ile rahmet beklentisi içerisine girerek sabırlı davranmak arasında bizim için bir fark yoktur. Başka bir deyişle kurtuluşumuzun imkânsızlığı konusunda sabırlılık, ya da sabırsızlık herhangi bir şekilde sonucu değiştirmez. Kısacası ne yaparsak yapalım kurtulmamız mümkün değildir. Böylece güçsüzler, büsbütün ümitsizliğe sevkedilmiş oluyorlar. Nitekim sözlerinin devamında şöyle diyorlar: Bizler için kurtuluş yolu yoktur.' İlâhî azaptan kaçıp kurtulmak mümkün değildir. 22Allah'ın verdiği emir yerine gelince, belirlediği hükümler gerçekleşip hesap olayı bitince, başka bir deyimle, cennetlikler cennete ve cehennemlikler cehenneme girince güçsüzleri ve büyüklük taslayanları aldatan şeytan şöyle der: 'Şüphesiz Allah, size gerçek bir vaadde bulunmuştu. İşte vaadini yerine getirdi. Ben de size, ölümden sonra dirilmenin ve hesaba çekilmenin olmayacağına ilişkin yalan ve geçersiz bir vaadde bulunmuştum. Fakat vaadimi bozdum. Sözümü yerine getirmedim. Aslında vaadi bozmak, gücü yettiği halde verdiği sözü gerçekleştirmemek anlamına gelir. Benim sizin üzerinizde bir nüfuzum yoktur. Ben sizi zorla küfür ve isyana sevketmedim. Fakat sizi, (sapıklığa) çağırdım. Size vesvese vermek ve kendi yolumu süslü göstermek suretiyle sizi kendi yoluma davet ettim. Bana itaat etmeye çağırdım. Siz de bana uydunuz. Kendi isteğinizle gönüllü olarak çağrıma olumlu cevap verdiniz. O halde size, yalan yanlış birtakım vaadlerde bulunduğum için beni kınamayın, Çünkü ben bunun için yaratıldım ve sizin apaçık düşmanınızım. Üstelik düşmanlığım konusunda Yüce Allah sizi uyardı. Öyleyse beni değil, kendi nefsinizi kınayın. Kendi isteğinizle günah yolunu seçtiğiniz ve ona sevgi beslediğiniz için kendinizi suçlaym. Gerçekleri yalanlama konusunda beni onayladınız. Öyleyse kınanma ve azarlanmayı benden fazla siz hakettiniz. Artık ne ben sizi içinde bulunduğunuz azaptan kurtarabilirim, ne de siz beni içinde bulunduğum azaptan kurtarabilirsiniz. Kısacası ilâhî azaptan kurtulma konusunda birbirimize herhangi bir yararımız dokunmaz. Birbirimizin imdadına koşmamız sözkonusu olamaz. Daha önce henüz dünyada iken beni Allah'a ortak koşmanızı, itaat konusunda beni O'na ortak yapmanızı bugün reddediyorum.' Böyle bir şeyi kabullenmiyor, ilgim olmadığını belirtiyor ve böyle bir şeyden nefret ettiğimi ilân ediyorum. Daha sonra Yüce Allah söze şöyle başlıyor: Elbette zalimlere, şeytana ve ona uyan insanlara can yakıcı bir azap vardır. Ardından mü'minlerin durum ve akıbetleri Yüce Allah tarafından şöyle açıklanıyor: 23iman edip salih ameller işleyenler, sadece birisiyle yetinmeyerek hem imanı, hem de salih ameli eksiksiz yerine getirenler, altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirilecekler ve Rablerinin izniyle O'nun emri ya da tevfik ve hidayetiyle orada ebediyyen kalacaklardır. Orada 'selâm' diyerek selâmlaşırlar. Melekler onları selâmlarlar, felâketlerden salim kalmalarını dilerler. Ya da mü'minler cennette birbiriyle ”selâm" diye selâmlaşırlar. Bilindiği gibi dünyada da müminlerin selamlaşması bu sözcük iledir. 24Ey Rasûlüm Muhammed! Peygamberlik nuruyla görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir sözü, yani şehadet kelimesini kökü yani aşağı tarafı yerde sabit, dalları yani baş kısmı gökte yukarılarda olan güzel bir ağaca benzetti. Öte yandan ”güzel söz" kapsamına Kur'an okumak, tesbih etmek, Allah'a hamdetmek, bağışlanma talebinde bulunmak, tevbe etmek, İslama çağırmak ve bunlara benzer her türlü hak, adalet, iyilik ve güzellik ifade eden güzel sözler de girer. İşte Yüce Allah bu güzel sözlerin, sözkonusu ağaç gibi olduğuna hükmetmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmaktadır: ”Kur'an okuyan mü'min hem tadı, hem kokusu güzel olan turunca; Kur'an okumayan mü'min ise kokusuz olup, tadı güzel olan hurmaya; Kur'an okuyan münafık kokusu güzel olup tadı acı olan fesleğene; Kur'an okumayan münafık ise hem kokusuz, hem de acı olan ehucehil karpuzuna benzer."(3) 25O ağaç Rabbinin izniyle yaratıcısının iradesi, oluşturması ve şekillendirmesiyle. O'nun belirlediği her zaman zarfında meyvelerini verir. Bu süre, genelde bir yıldır. Nitekim hurma ağacı, yılda bir kez meyve verir. Bir kısım âlimler de buradaki ”her zaman" ifadesini herhangi bir sınırlamaya tabi tutmadan ”her an" şeklinde yorumlamışlardır. Yani söz konusu ağaçların meyvesinden her an yararlanılır. Nitekim hurma, gece-gündüz, yaz-kış kendisinden yararlanılan bir meyvedir. Üstelik yaş ve kuru bütün dönemlerinde de istifadeye hazırdır. İşte tıpkı bu ağacın yükselişi gibi mü’minin ameli de günün her saatinde; başından sonuna kadar kesintiye uğramaksızın yükselir. Allah insanlara misaller veriyor ki öğüt ders ve ibret alsınlar. Anlamları, çok somut bir biçimde canlandırdıkları için kavrama ve etkilenme konusunda misallerin çok büyük önemi vardır. Nitekim İncil'de ”Misaller" isminde bir bölüm vardır. Öte yandan Peygamberlerin, âlimlerin ve filozofların söyledikleri sözlerin çoğu sayısız misallerle doludur. 26Çirkin olan ve inkarcılığı ifade eden söz ise, toprağın üstünden sökülüp atılmış, kökleri derinlere inmediği ve toprağın yüzeyine yakın olduğu için bütünüyle sökülüp fırlatılmış kararsız (sabit duramayan), kötü bir ağaca örneğin Ebucehil karpuzuna benzer. Öte yandan kötülük ifade eden inkarcılığa davet ve hakkı yalanlama anlamına gelen her türlü söz de bu hükme girer. Evet, kötü insan tıpkı kötü ağaç gibi hayırsız ürünler ortaya koyar, kötü sözler sarfeder. Îmanın ağaca benzetilmesinin hikmetiyle ilgili olarak denilmiştir ki: ”Nasıl ki ağacın sabit kökleri ayakta dikilen dalları ve yüksek tepesi olması zorunluysa iman için de aynı şekilde, tasdik eden bir kalbin, ikrar eden bir dilin ve imanın gereğini fiilen ortaya koyan bir bedenin olması gerekir. ” 27Allah, iman edenleri dünya hayatında yani ölümlerinden önce ve ahirette yani kabir hayatında, Münker-Nekir sualleri sırasında ve benzeri yerlerde o sağlam söz ile sabit kılar. Yani onları tevhid inancında ve tevhid kelimesinde kararlı kılar. Çünkü tevhid kelimesi, müminin kalbinde tam anlamıyla yerleşir. Öte yandan burada kabir hayatının ahiret yurdundan sayılması, kabrin ahiret duraklarının birincisi olduğundan dolayıdır. Allah zalimleri ise saptırır. Yani Yüce Allah dünyada iken sapıklığa düşen kâfirlerin içinde o zaman sapıklık tohumları yaratır. Allah dilediğini yapar. Kararlılığı ve sapıklığı yaratma konusunda serbesttir. Hiç kimse O'na itirazda bulunamaz. Bu âyet, kabirdeki sorgulamanın gerçekliğine işaret ettiği gibi, mü'minlerin kabirde nimetlendirileceklerini de gösterir. Çünkü gerçekten Yüce Allah, mümini kabirde tevhid inancı üzerine sabit ve kararlı kılması, nimetlerin en büyüğüdür. İslâm hukukçusu Ebu'l-Leys der ki: Âlimler kabir azâbıyla ilgili olarak çeşitli görüşler belirtirler. Bir kısmı şöyle der: ”Kabirde -tıpkı dünyada olduğu gibi- ölen kişinin ruhu bedenine yerleştirilir ve oturtulur. Ardından ona, kendisi siyah, gözleri mavi olan, çok kızgın ve öfkeli bulunan, gözleri gözalıcı şimşek gibi parlayan, sesleri şiddetli gök gürültüsü gibi çınlayan ve ellerinde demir çubuk bulunan iki melek gelir ve şu soruları yöneltirler: Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir? Mü'min olan kimse bu soruları: ”Rabbim Allah'tır, dinim İslâmdır, Hazret-i Muhammed benim Peygamberimdir." şeklinde cevaplandırır. İşte âyette sözkonusu edilen Yüce Allah'ın mü'mini hak ve hakikatte sabit kılması olayı budur. Kâfirler ve münafıklar ise bütün bu sorulara ”Bilmiyorum" karşılığını verirler. Bunun üzerine sorgu melekleri ellerindeki demir çubuk ile onları döverler. Dolayısıyla bağırmaya ve inlemeye başlarlar. Seslerini, insanlar ve cinler dışındaki tüm varlıklar işitirler. Diğer bir kısım âlimler ise, ruhun ceset ile kefen arasında yeraldığı görüşündedirler. Şüphesiz tüm bu görüşlerle ilgili rivayetlere rastlanır. Ancak en doğrusu kabir azabının varlığına inanmak, nasıl olacağına ilişkin detaya girmemek, yani keyfiyetiyle meşgul olmamak ve onun için yapılan dua, sadaka, istiğfar, hac sevabı ya da yakınları veya başkaları tarafından okunan ve kendisine ulaşan Kur'an ile kabir azabının kesileceğine inanmaktır. Nitekim el-Feth isimli eserde de bu hususlara yer verilir. Öte yandan hadiste de şöyle buyurulmaktadır: ”Allahım, cimrilikten Sana sığınırım. Korkaklıktan Sana sığınırım. Aşağılık bir konuma girmekten, dayanılmaz bir yaşa ulaşmaktan Sana sığınırım. Deccal'in fitnesinden Sana sığınırım ve kabir azabından Sana sığınırım."'4' Öte yandan Hazret-i Peygamber herhangi bir adamın defin işini tamamladıktan sonra kabrin başında durur ve şöyle buyururdu: ”Kardeşiniz için bağışlanma talebinde bulunun. Kararlı ve sabit olması için Allah'a dua edin. Çünkü o, şu anda sorguya çekilmektedir."(5) 28Allah'ın nimetini şükürle karşılayacakları ve herbirini yerli yerince kullanacakları yerde bu nimeti nankörlüğe çevirenleri ve sonunda kavimlerini şirk ve dalalet yoluna sevkederek onları helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Yani acaba bunlara benzer bir kimseyi gördün mü? Nitekim Yüce Allah, Mekke halkını yaratıp onları kendi Harem bölgesine yerleştirdiği, onlara bol rızık kapıları açtığı ve Hazret-i Muhammed'le şereflendirdiği halde yine de nankörlüğe yeltenip ilâhî nimetlerin değerini bilemediler. Bu yüzden de yedi yıl kıtlıkla cezalandırılarak Bedir gazvesinde bir kısmı esir edilip bir kısmı öldürüldüler. Sonuçta perişan edilip ilâhî nimetten yoksun bırakıldılar. 29Onlar cehenneme gireceklerdir. Onun ateşine maruz bırakılacaklardır. O ne kötü bir karargâhtır. Varılacak yerlerin en kötüsü cehennemdir. 30Müşrikler, kendi sapıklıkları gereği kavimlerini Allah'ın doğru tevhid yolundan saptırmak ve küfür bataklığına sürüklemek için yerde ve gökte ortağı bulunmayan biricik Allah'a ortaklar koştular. Putlarına ilâh adını verdiler. Ey Peygamber! Bu sapık olan ve saptıran müşrikleri tehdit ederek de ki: ”Yaşayın içinde bulunduğunuz çirkefliği, bu arada büyük nimetlere karşı nankörlükte bulunmayı sürdürün bakalım, Şunu unutmayın ki, kıyamet gününde en son varacağınız yer ateştir.' Cehennemden başka varacağınız hiçbir yer yoktur. Yukarıdaki iki âyet, birkaç hususa işaret eder: Birincisi nankörlük, nimetlerin bütünüyle ortadan kalkmasına sebep olduğu gibi nimetlere karşı şükür de nimetlerin artmasına sebep olur. İkincisi kötü arkadaş insanı cehenneme sürükler ve helak yurduna girmesine sebep olur. Bu yüzden mü’min nifak ve bidat taraftarlarıyla arkadaşlık etmemelidir. Böylece onların kötü inanç ve bilgilerinden korunmuş olur. Nitekim günümüzde bu tip kötü insanlara pek çok rastlanır. Bunların çoğu da tasavvufçu kılığına bürünerek ortaya çıkarlar. Üçüncüsü cehennem kötülerin karargâhıdır. Cehennemin hararetinin şiddetini nitelendirmek de mümkün değildir. Nitekim Numan b. Beş ir'in naklettiğine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Cehennem azabının en basit ve hafif olanı şudur ki, bir kısım cehennemliklerin ayaklarının altındaki çukura birer kor parçası yerleştirilir. Tıpkı buhar kazanının kaynaması gibi beyni bu kor parçalarından dolayı kaynar."(6) 31İman eden kullarıma söyle: Bir kısım bilginler diyorlar ki: Yüce Allah, ”kullar" anlamına gelen ”ibad" sözcüğünün sonuna bir ”ben" anlamındaki ”ye" zamirini eklemek suretiyle kullarını şereflendirmiştir. Bu, kendileri için dünyadan ve içinde bulunan her şeyden daha hayırlıdır. Çünkü Yüce Allah'ın kullarını bizzat kendi nefsine izafe etmesi ve ”kullarım" demesi sözkonusudur. Nitekim Bâyezid-i Bestamî şöyle der: ”İnsanlar ilâhî hesaba çekilmekten kaçıyorlar. Ben ise istiyorum. Çünkü sorgulama esnasında Rabbim bana bir kerecik ”kulum" diye seslense şeref olarak bana yeter..." Evet ya Muhammed! Mü’min kullarıma söyle: 'Alışveriş ve dostluğun fayda vermeyeceği kaçırılan fırsatları değerlendirme imkânı olmayacağı, kimsenin kimseyi savunamayacağı, sadece ve sadece dünyada iken Allah için itaat etmenin ve O'nun yolunda harcamada bulunmanın faydasının görülebileceği gün yani kıyamet günü gelmeden, farz kılınan namazı gereği gibi kılsınlar, kendilerine verdiğimiz rızıklarm bir kısmını gizli ve açık olarak Allah yolunda harcasınlar.' Allah'ın kullarına iyilikte bulunsunlar. Şu halde kıyamet gününde yapılacak bir alışveriş ve dostluğun yararı görülmez. Ne gerekiyorsa bu dünyada yapılmalıdır. Öte yandan ”gizli ve açık" ifadesine gelince gönüllü olarak yapılan sadakaların gizlice, zekât gibi zorunlu olan harcamaların ise açıktan verilmesi uygundur. 32Gökleri ve yeri yaratan, içlerindeki ulvî cisimleri ve çeşitli yaratıkları yoktan vareden, semadan yani oradaki bulutlardan su indirip yağmur yağdırıp onunla size rızık olarak meyveler çıkaran, toprağa kabullenme gücü verdiği gibi suya da etkin bir kuvvet verip bu sayede size yiyecek, içecek ve giyecek türünden çeşitli nimetler veren, izniyle yani O'nun irade ve yönlendirmesiyle denizde seyretmek üzere gemileri hizmetinize veren, sözkonusu gemileri nasıl yapacağınızı, onları nasıl kullanacağınızı ilham etmek suretiyle size öğreten, ırmakları emrinize âmâde kılan onları menfaatinize sunan, ekin, bağ, bahçe ve benzeri malları sulamanızı sağlayan Yüce Allah'tır. Yukarıda göklerden ve yerden sözedilirken, göklerin öne alınmasının hikmeti, onların tıpkı erkeğin dişiye karşı olan konumuna benzer bir konumda olduğundan dolayıdır. Semadan indirildiği belirtilen sudan amaç ise suyun bir çeşidi olan yağmurdur. Öte yandan yukarıda bulunan her şeye ”semâ" denilebildiği için ”bulutlardan" ifadesi yerine ”semâdan" ifadesi kullanılmıştır. Denizde seyreden gemilerden sözedilmesi ise ayrı bir inceliktir. Nitekim Hazret-i Ömer, birgün Amr b. As'a: ”Bana denizi tarif et." deyince Aınr şu karşılığı vermiş: ”Ey müminlerin emiri! Deniz, -tıpkı bir kurtçuğun kocaman bir dala tırmanması gibi- güçsüz bir yaratığın bindiği muhteşem bir varlıktır." Öte yandan Bahru'l-Ulûm adlı eserde yukarıda sözkonusu edilen nehirlerden amacın beş büyük nehir olduğu belirtilir ve bunlar şöyle sıralanır: 1-Hind nehri olan Seyhun, 2- Belh nehri olan Ceyhun, 3 ve 4- lrak nehirleri olan Dicle ile Fırat, 5- Mısır nehri olan Nil. Allah, bunların beşini de cennetteki bir kaynaktan indirmiş, onları çeşitli dağlara emanet edip yeryüzüne akıtılmalarını sağlamış ve insanların hizmetine sunarak çeşitli şekillerde yararlanmalarına imkân hazırlamıştır. Diğer tüm nehirler ise bunlara tabidir ve bunların detayları sayılır. Başka bir deyimle yeryüzündeki tüm akarsuların aslı sanki bu beş nehirdir. 33Vazifelerini devamlı yerine getiren yeryüzüne, bedenlere ve bitkilere hayat verme görevlerini kıyamet gününe kadar sürdürecek olan ve bu vazifeden geri kalmayan güneşi ve ayı hizmetinize veren, uzayıp kısalmak suretiyle birbirini izliyen geceyi ve gündüzü emrinize âmâde kılan aydınlık ve karanlığından sizi yararlandıran, hareket etmenizi ve dinlenmenizi sağlayan, başka bir deyimle geçiminizi sağlamanız, uykunuzu almanız ve meyvelerinizin olgunlaştığını görmeniz için geceyi ve gündüzü hizmetinize sunan yine Allah'tır. Öte yandan günlerin en yücesi Cuma günüdür. Bu yüzden Arefe gününün Cumaya denk geldiği haccın, diğerlerinden kat kat daha çok sevaplı olduğu belirtilir. Bu da Cumanın faziletini gösterir. Gecelerin en faziletlisi ise Hazret-i Muhammed'in doğum gecesidir. 34Allah, istediğiniz her şeyden size verdi. Sizin yararınıza olup sizin tarafınızdan talep edilen pek çok nimeti size sundu. Şüphesiz bu açıklama, âyetin içinde vera lan ”mm" edatının açıklayıcı olduğu, ”küll" kelimesinin de teksir-çoğaltma anlamına geldiği yorumuna göredir. Gerek sizin istediğinize binaen verilen, gerekse siz istemediğiniz halde size bahşedilen Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, bitiremezsiniz. Yüce Allah'ın nimetleri sayısız ve sınırsız olduğu için onları toplu halde ve özet biçimde bile saymanız mümkün değildir. Öte yandan nimetler, başlıca iki kısına ayrılır: Birincisi, beden sağlığı, can güvenliği, yiyecek ve içeceklerden lezzet alınması, giyecekler, evlenmeler, mal ve çocuklar gibi menfaatleri celbetme nimeti... İkincisi, hastalıklar, sıkıntılar, fakirlik ve musibet gibi hususlardan kurtulma ile ilgili zararları bertaraf etme nimeti... Ancak nimetlerin en büyüğü ilâhî marifetin bağışlanması nimetidir. Şüphesiz ki insan, nefsine son derece zulmettiği ve nimetlerden yoksun bırakılmasına sebep olduğu için çok zalim ve o nimetlere karşı nankörlük ettiği, sürekli şikayette bulunduğu, nimetleri toplayıp başkasından engellediği için de çok nankördür. Âyette geçen ”insan" kelimesinin başındaki ”el" takısı, cins ve türe işaret içindir. Yani insan cinsi saydığımız özelliklere sahiptir. Rivayet edildiğine göre fakirlerden biri eski âlimlerden birisine fakirliğini şikayet edip içinde bulunduğu sıkıntıyı dile getirdi. Bunun üzerine sözkonusu bilgin, adı geçen fakire şöyle bir soru yöneltti: ”Senin gözlerin âmâ olsun da on bin dirhem paran olsun, ister misin?" Fakir: ”Hayır, bu duruma sevinmem," cevabını verdi. Daha sonra bilgin: ”Peki, ellerin ve ayakların kesik olsun da yirmi bin dirhem paran olsun, ister misin?" deyince, fakir yine: ”Hayır," cevabını verdi. Ardından bilgin sözlerine şöyle devam etti: ”Peki, Allah seni delirtsin de on bin dirhem paran olsun, ister misin?" Fakir, buna da: ”Hayır," deyince bilgin sözlerine şöyle devam etti: ”Kırk bin dirhemiik bir sermayen olmasına rağmen, efendini şikâyet etmekten utanmıyor musun? Meşhur Vaiz İbn Semmak halifelerden birinin huzuruna girer. Tam bu sırada Halifenin elinde bir bardak olup su içmektedir. Halife İbn Semmak'ı görünce: ”Bana nasihatta bulun." der. Bunun üzerine halife şöyle der: ”Bu su karşılığında ya malının tümünü vermek veya susuz kalmak gibi bir tercihle karşı karşıya kalsan, malının tümünü bu bir bardak su karşılığında verir misin?" Halife ”Evet." cevabını verir. Bunun üzerine İbn Semmak tekrar: ”Peki, ya susuz kalacaksın veya mülkünü yani saltanatını vereceksin, denilse mülkünü verir misin?" deyince yine Halife: ”Evet, veririm." karşılığında bulunur. Sonra halifeye şöyle der: ”Öyleyse bir yudum suya değmeyen mal ve mülkünle gururlanma." Bana göre, susuzluk anındaki Allah'ın, kuluna bahşettiği bir yudumluk su nimeti, tüm yeryüzü mülkünden daha değerlidir. Hatta, alıp verdiğimiz bir nefes bile dünya mülkünden daha değerlidir. Çünkü bir an için insan nefessiz bırakılsa ölür. Sıcak havalı bir yere ya da rutubetli bir kuyuya hapsedil se kederinden ölür. Şu halde insan bedeninin her bir zerresi sayısız nimetlerle doludur. 35Şunu hatırla ki, Beytullah'ın inşaatını bitirdikten sonra dua niyetiyle bir zaman ibrahim şöyle demişti: 'Rabbim! Bu beldeyi, halkı emin olan bir belde yap. Bu beldede her türlü korku, kötülük ve iğrençliklerden emin olunsun. Yani öldürme, yağmalama, kötürüm ve cüzzam gibi iğrenç hastalıklar sözkonusu olmasın. Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan koru. Onlardan uzaklaştır. Bizleri her türlü şirkten ve putlara boyun eğmekten uzak bir biçimde, üzerinde bulunduğumuz tevhid ve İslâm inancı konusunda kararlı kıl. 36Rabbim! Çünkü onlar yani putlar (kendilerine tapan) birçok insanın sapmasına sebep oldular. İşte bu yüzden beni ve oğullarımı sözkonusu putların saptırmasından koruman için Sana yalvarıyor, Sana sığınıyorum. Kim bana uyarsa çağırdığım tevhid ve İslâm inancını benimserse şüphesiz ki o, bendendir. Benim dinimden ve inancımdan ayrılmama konusunda tıpkı benden bir parça gibidir. Kim de bana karşı gelirse ve bana uymazsa şüphesiz ki Sen, af ve merhameti bol olansın. Başlangıçta ya da tevbe etmelerinden sonra Senin, sözkonusu isyancıları affetmeye gücün yeter. Bu âyetten şirk dahil her türlü günahı affetme ve bağışlama yetkisinin Allah'a mahsus olduğu anlaşılsa da ilâhî tehdit, şirki diğer günahlardan ayırmıştır. Çünkü mevcut sem'î (yani işitmeye dayanan) delilden, şirk günahının affedilmeyeceği anlaşılıyor ki sözkonusu delil de şudur: ”Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulma günahını bağışlamaz." (Nisa: 48,116) Başka bir deyişle, Yüce Allah'ın sözkonusu insanları affetmesi aklen mümkün ise de durum böyledir. Yani kendi hakkı olan cezalandırmadan vazgeçebilirse de deliller. Yüce Allah'ın kendisine ortak koşulma cezasını affetmeyeceğini gösteriyor. Öte yandan et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye adlı eserde buradaki bir inceliğe dikkat çekilmiştir. Şöyle ki: Burada Yüce Allah'a hitaben ”... kim de bana karşı gelirse..." denilmiş, yani kim de Sana karşı gelirse" denilmemiştir. Böylece de Yüce Allah'a karşı gelenin affedilmeyi haketmeyeceği gerçeğine işaret edilmiştir. 37Ey Rabbimiz! Soyumdan bazılarını, İsmâîl ve zürriyetini kutsal 'Ev'inin yanındaki çorak vadiye, içinde hiçbir şey yeşermeyen taşlık, ya da Şeyh Fahrettin er-Râzî'nin tefsirinde belirtilen deyimle iki dağ arasında bulunan susuz ve ziraatsiz Mekke vadisine -ey Rabbimiz!- sadece ve sadece namaz kılmaları için yerleştirdim. Onları kutsal evinin (Beyt-i Harem'inin) yanında yerleştirmemin başka bir dünyevî amacı yoktur. Evin Allah'a nispet edilmesi ona şeref kazandırmak içindir. Öte yandan ona ”kutsal" denilmesinin sebebi ise Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günden beri ona kötülükle saldırmayı haram kıldığından, orada savaş ve avlanmayı yasakladığından, oraya ihramsız girilemeyeceğini vurguladığından, Tufan'ın orayı istila etmesine izin vermediğinden dolayıdır. Böylece ona ”atîk-azatlı" yani sözkonusu kötülüklerden ve istilalardan azat edilmiş yer denilmiştir. Bu yüzden çok büyük değere sahiptir. Öte yandan Hazret-i İbrahim'in ”Rabbimiz" şeklinde çoğul ifadeyle Yüce Allah'a seslenmesi, kendisi ve soyu adına konuştuğundan ötürüdür. Seslenmesi esnasında ikinci kez ”ey Rabbimiz" demesinin sebebi ise hemen ardından, söyleyeceği hususun dikkate alınmasını şiddetle arzuladığından dolayıdır. Bir kısım insanların kalplerini onlara meylettir. Seve seve onlara doğru koşsunlar. Onları yani orada yerleştirdiğim zürriyyetimi çeşitli meyvelerle rızıklandır ki şükretsinler. Onların orada çeşitli meyvelerle rızıklandırılmaları için ya oraya yakın bir yerde çeşitli meyvelerin yetişebileceği birtakım yerleşim birimleri kurulacaktı, ya da dünyanın çeşitli yerlerinden değişik meyve çeşitlerinin getirilmesi sağlanacaktı. Nitekim her iki husus da gerçekleştirilmiş ve orası hem baharlık, hem yazlık, hem de sonbaharlık meyvelerin aynı günde bulunabilir hale gelmiştir. Âcizane diyorum ki bu duanın, Kabe'nin inşasından sonra mı, yoksa Mekke'ye ilk geldiklerinde yani Kabe'nin inşasından önce mi yapıldığı hususunda İslâm âlimleri ihtilaf etmişlerdir. Ancak ”Rabbim, bu beldeyi.." (İbrahim, 35) ifadesi birinci görüşü teyicl ediyor. Çünkü ”bu ..." derken varolan birşeye bizzat işaret edilmiştir. Ayrıca bu âyetteki ”Kutsal evinin yanındaki..." ifadesiyle ”Yaşlandığım bir sırada bana İsmâîl'i, sonra İshak'ı veren Allah'a hamdolsun." (İbrahim: 39) ifadesi yine bu duanın, Kabe'nin inşasından sonra yapıldığı görüşünü desteklemektedir. Çünkü Kabe'nin inşasından önce henüz îshak dünyaya gelmemiştir. Bir kısım âlimler ise sözkonusu işaretin, belde kurulmadan önce zihinde tasarlanan bir hususa yapıldığını; çünkü Yüce Allah'ın onun yerini belirlediğini dolayısıyla ona işaret etmenin mümkün olabileceğini savunmuşlardır. 38Ey Rabbimiz! Sen bizim gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da çok iyi bilirsin. Hem içimizde gizlediğimiz, hem de açıkça dile getirdiğimiz tüm ihtiyaçların ve benzeri hususların farkındasın. İbrahim (aleyhisselâm)'in ihtiyaçlarını Allah'a arzetmesinin sebebi, kulluğunu belirtmek, rahmetine muhtaç olduğunu vurgulamak ve nimetlerine bir an önce kavuşmak içindir. Yoksa yerde ve gökte hiçbir şey Allah'tan gizli kalmaz. Çünkü O'nun için geçmiş ve gelecek sözkonusu değildir. O, gaybı en iyi şekilde bilendir. Çünkü O'nun ilmi zatîdir, kendisinden kaynaklanır. Dolayısıyla O'nun bilinen her şeye nisbeti eşit düzeydedir. O'nun için gizlilik ve açıklık sözkonusu değildir. Bu ifadeyle sanki şu husus dile getirilmek istenmiştir: ”Ey Rabbimiz! Herhangi bir yerdeki hiçbir şey Sana gizli kalmaz. Öyleyse hakkımızda hayırlı olan şeyi başımıza getir." 39Yaşlandığım çocuk sahibi olmaktan ümitsizlendiğim bir sırada, büyük bir nimet olarak bana İsmâîl'i, sonra İshak'ı veren Allah'a hamdolsun. Rivayet edildiğine göre Hazret-i İbrahim, İsmâîl doğduğunda doksan dokuz, İshak doğduğunda ise yüzoniki yaşında imiş. Yani İsmâîl on üç yaşında iken kardeşi İshak doğmuş. Şüphesiz çocuk sahibi olma ümidinin kesildiği bir dönemde ihtiyar Hazret-i İbrahim'in çocuk sahibi olması büyük bir nimettir. İşte Hazret-i İbrahim bu nimetin şükrünü eda etmeye çalışıyor, sonra da şöyle diyor: Şüphesiz ki Rabbim, ve malikim olan Allah duayı çok iyi işitir. ve duama cevap verir. Bundan da anlaşılıyor ki Hazret-i İbrahim ümitsizliğe düştüğü bir dönemde, kendisine çocuk ihsan etmesi için Allah'a yalvarmış. O da duasını kabul edip ona çocuk ihsan etmiş, böylece nimetlerin en büyüğüne ve en belirginine kavuşmuştur. 40Rabbim! Beni ve soyumdan gelen bir kısım insanları, namazını dosdoğru kılanlardan ona samimiyetle sarılıp devam edenlerden eyle! Burada Hazret-i İbrahim'in ”soyumdan gelen bir kısım insanları..." demesinde ince bir nükte var. Şöyle ki. Yüce Allah'ın kendisine bağışladığı bilgi sayesinde Hazret-i İbrahim kesinlikle biliyordu ki, onun soyundan gelen insanların diğer bir kısmı inkarcı olacaklar ve küfre girecekler. Bu yüzden ”bir kısım insanları ..:" diye dua etmiştir. Ey Rabbimiz! Duamı kabul eyle. 41Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba çekileceği mükelleflerin hesabının adaletli bir biçimde yapılıp sonuca bağlanacağı günde, insan olarak yaptığım birtakım hatalardan dolayı beni, annemi, babamı ve soyumdan olsun-olmasın bütün mü'minleri affet.' Hazret-i İbrahim'in anne-babasına dua etmesi, onların son durumlarını tam olarak bilmediği zamana rastlar. Nitekim Kevaşi'nin yazarı der ki: ”Hazret-i İbrahim henüz hayatta oldukları bir dönemde hidayete erebileceklerini umarak ve arzulayarak onlara dua etmiştir." Hadiste de şöyle buyurulmaktadır: ”Hazret-i ibrahim, kıyamet gününde babası Azer'e yüzü küllü, tozlu bir biçimde rastlar ve ona der ki: ”Ben sana, hana isyan etme demedim mi?" Bunun üzerine Azer der ki: ”Bugünden sonra artık sana isyan etmeyeceğim." Sonra Hazret-i ibrahim Yüce Allah'a: ”Ya Rabbi! Kıyamette seni rezil etmeyeceğim dememiş miydin? diye yalvarır ve şöyle devam eder: ”Babamın cehennemde oluşundan daha büyük bir rezalet mi olur?" Bunun üzerine Yüce Allah şöyle cevap verir: ”Ben cenneti, kesinlikle kâfirlere yasakladım." Sonra Hazret-i ibrahim'e: ”Ey ibrahim, ayaklarının altında ki ne bak bakalım" diye seslenilecek, o da bakar ki çok kıllı ve üzeri kirli paslı erkek bir sırtlan, işte onun ayaklarından tutulur ve cehenneme fırlatılır." Öte yandan inanan hanımlar da mü'min erkeklere hükümlerde tabi oldukları için âyetle ”li'l-mü’minin" denilerek erkek mü’minlere işaret etmekle yetinilmiştir. Nitekim bu dua hem erkek, hem de kadınlar için kabul edilmiştir. Ayrıca kişi dua ettiğinde duayı sadece kendisiyle sınırlı tutmaması sünnettendir. Nitekim el-Esrar'da şöyle bir hadisin olduğu kaydedilir: ”Herhangi bir topluluğa imam olan kimse, dua ettiğinde kendisini anıp da onları unutmasın. Aksi takdirde onlara hainlik etmiş olur." Hadisi Sevban rivayet etmiştir. Duâ eden yalnız da olsa evlâ olan ”bizi bağışla" şeklinde çoğul sîgası kullanmasıdır. 42Ey Peygamber! Sakın Mekke halkı ve benzeri müşrik zalimlerin yaptıklarından Allah'ın habersiz olduğunu sanma. Böyle bir zanna kapılma. Hazret-i Peygambere yönelik olan bu seslenişin manası şudur: Ey Peygamber! Yüce Allah'ın onların yaptıklarından haberi olmadığı şeklindeki zarının imkânsızlığı inancını devam ettir ve onların hak ettikleri cezaya hemen çarptırılmayıp ertelenilmesinden dolayı da üzülme. Çünkü Allah, onları yani hak ettikleri cezayı gözlerin belerdiği o zor güne bırakır. Kısacası onların azabını, şiddetinden ve heybetinden dolayı gözlerin apaçık donup kalacağı, korkudan dışarı fırlayacağı o korkunç kıyamet gününe erteler. Bu erteleme gaflet ve ihmalden değil, daha çok işkence ve azap çektirmek içindir. 43Onlar, başlarını göğe kaldırarak, korka korka endişeli ve ezik bir biçimde çağırıldıkları yere doğru koşacaklardır. Âyetteki başlarını göğe kaldırma anlamındaki ”mukrıî'" kelimesinin mastarı olan ”ikna"' ile ilgili olarak Tehzibu'l-Masadır isimli eserde şu açıklama yapılmaktadır: ”İkna, kişinin kendi kafasını yukarıya dikip gözucuyla önüne bakmaya çalışması anlamına gelir." Nitekim Hasan Basri der ki: ”Kıyamet gününde herkesin yüzü göğe dönüktür, dolayısıyla kimse kimseye bakamaz. ” İşte bunların gözleri donacak, göz kapakları hareket etmeden gözler apaçık kalacak gönülleri ise bomboş kalacaktır. Olağanüstü bir şaşkınlık ve dehşet içerisinde olduklarından akıl, kavrayış ve anlama adına hiçbir şeyleri kalmayacaktır. Sanki içinde hiçbir şey bulunmayan bir boşluktan ibaret kalacaklardır. Özetlemek gerekirse o günün dehşetinden dolayı gözler donacak, başlar yukarı doğru çakılacak ve gönüller bomboş kalacaktır. Allah cümlemizi o gün kararlı, inançlı ve problemsiz olanlardan eylesin. Bu âyet, Hazret-i Peygamber için bir teselli, zulme uğrayanlar için bir taziye ve gönül alma, zalimler için ise bir tehditten ibarettir. Kevaşı’de belirtildiğine göre bir kısım âlimler mazlumun uğradığı zulümle birlikte ölmesini delil göstererek kıyametin mutlaka vuku bulacağını ispatlamaya çalışmışlar ve bir kayanın kenarında şu mısralara rastlandığını ileri sürmüşlerdir: Gözlerin uykuya daldı, Ancak mazlum uyanıktır. O, sana beddua okumaktadır. Yüce Allah'ın gözlerine ise hiçbir suretle uyku girmez. 44Ey Rasûlüm Muhammed! İnsanları, azabın geleceği gün olan kıyamet günü ile uyar. Onların hepsini korkut. O gün zalimler yani şirk ve yalanlama ile zalim olan insanlar şöyle derler: 'Ey Rabbimiz! Bizi dünyaya geri gönder ve kısa bir zamana kadar bize süre tanı, bize müsaade et de davetini kabul edelim, Azabımızı erteleyip bizi tekrar en yakın yer olan dünyaya gönder ki Sana ve tevhidine yönelik çağrına kulak verelim. Peygamberlere uyalım.' Böylece daveti kabul etme ve Peygamberlerin sözlerini dinleme konusunda kaçırdığımız fırsatlan yakalayalım... Sonra onlar, bu istekleri karşısında azarlanıp yadırganacaklar ve onlara denilecek ki: Daha önce siz bize hiçbir zeval yoktur diye yemin etmemiş miydiniz? Gururlu bir biçimde dünyadan ahirete intikal etmeyeceklerini söyleyenler siz değil miydiniz? Öyle ya, siz büyük hayaller peşindeydiniz. Ahirete göçeceğiniz hiç aklınıza gelmemişti. İçinde bulunduğunuz nimetleri yitirmeyeceğinize ilişkin yemin ediyordunuz . 45Allah'a ortak koşup isyan ederek kendilerine haksızlık yapan Ad ve Semûd kavimleri gibi zulmedenlerin yerlerinde kalmıştınız. Üstelik yaptıkları kötülüklerden dolayı uğradıkları azabı hiç hatırlamadınız, ibret ve ders almadınız. Oysa onlara ne yaptığımızı görmüştünüz. Ya harap olan yurtlarının kalıntılarını gördünüz veya tevatür derecesine varacak şekilde size anlatıldı. Yaptıkları zulüm ve bozgunculuk dolayısıyla başlarına getirdiğimiz felâketleri ve onların kötü sonlanın öğrendiniz. Ayrıca size misaller de vermiştik. İbret almanız ve kendinizi onlarla mukayese ederek inkarcılık ve isyana düşmemeniz için yaptıkları amelleri ve başlarına gelen felâketleri Kur'an-ı Kerim'de açıklamıştık. 46Müşrikler, çeşitli hilelere başvurdular. Hakkı ortadan kaldırıp batılı yerleştirmek için çeşitli yollar denediler. Bu konuda bütün gayretlerini ortaya koydular ve her türlü meşru kuralı çiğnediler. Onların tuzakları Allah tarafından çok iyi bilinir, dolayısıyla başvurdukları hilelere en uygun cezayı O verir. İsterse tuzakları büyüklük ve korkunçlukta dağları yerinden oynatacak olsun. Başka bir deyimle, kurdukları tuzakların çok güçlü olması, Yüce Allah'ın tasarrufunu etkilemez. Bu hususun bu şekilde ifade edilmesi, bu konuda önemli bir örnek teşkil etti-ğ indendir. 47Ey Peygamber! Sakın Allah'ın Peygamberlerine zalimleri cezalandırıp, inananlara yardım edeceğine ilişkin olan vaadinden döneceğini sanma! Böyle bir zanna kapılına. Şüphesiz Allah, her şeye galiptir. Kendisine hile yapılamaz. Hak edenleri cezalandırır. Dostlarının intikamını düşmanlarından alacak güçtedir. 48Ey Peygamber! Ayrıca şunu da hatırla ki, bilinen, tanınan ve içinde yaşanılan bu yerin tanınmayacak bir başka yere, bilinen şu göklerin başka göklere çevrileceği değiştirileceği ve bütün varlıkların kabirlerinden çıkıp bir ve her şeye galip olan, sorgulaması ve karşılık vermesi için Allah'ın huzuruna vardıkları o dehşetli günde. Evet, işte o günde herkes yaptığının karşılığını alacaktır. Ayrıca o haşir gününde, insanlar sırat köprüsü üzerinde bulunacaklardır. Nitekim Hazret-i Âişe diyor ki: ”Ben bir seferinde Hazret-i Peygambere yerin başka bir yere değiştirileceği o günde insanlar nerede olacaklardır" diye bir soru sordum. Allah'ın Rasûlü buyurdu ki: ”Bana öyle bir şey sordun ki daha önce hiç kimse bana böyle bir şey sormamıştı: insanlar o gün sırat üzerinde olacaklardır." Öte yandan Kurtubî'nin el-İfsah müellifinden naklettiğine göre yer ve gök iki kez değiştirileceklerdir. Sûr’un üfürülüşünden önce meydana gelen birinci seferde sadece özellikleri kaybolur, yani yıldızlar dökülür, dağılır. Ay ve güneşin ışıkları gider, erir, öyle ki erimiş yağ ve katran gibi kesilir. Yer soyulur, dağları tıpkı bulutlar gibi hareket etmeye başlar. Vadileri düzleşir. Ağaçları sökülür, dümdüz bir kıraç oluverir. Haşir meydanında toplanıldığı zaman meydana gelen değişiklik, yani ikinci sefer ise mahiyetleri değişir. İşte o zaman şimdiki yer, gümüşten bir yere değiştiriliverir. Sahire adı verilen o yer günahlardan temizdir. Gökler de altından olacaktır. Nitekim bu hususlar Hazret-i Ali'den de rivayet edilmiştir. Bu âyetin sonunda ”bir" ve ”her şeye galip" şeklinde Yüce Allah'ın iki sıfatından bahsedilmesinin sebebi, olayın şiddetli boyutuna işaret etmek içindir. Nitekim başka bir âyette de aynı ifadeler kullanılarak şöyle buyurulmuştur: ”Mülk kimindir bugün? Bir ve her şeye galip olan Allah'ın..." (Mü'min: 16) Şu halde eğer her şey, bir olan ve yenilmeyen birisinin elindeyse, yardım istenecek olan ve sığınılan da yalnız O olacaktır. 49Kabirlerinden çıktıkları o gün suçluların birlikte zincire vurulduklarını görürsün. Birbirlerine bağlandıklarını, ya da el ve ayaklarının boyunlarına bağlandığını, kayıtlanıp kelepçelendiklerini müşahade edersin. Burada zincir anlamına gelen ”esfad" kelimesi ”safed" sözcüğünün çoğuludur. Aslında safed, sıkı sıkıya bağlama anlamına gelir. 50Gömlekleri hemencecik tutuşup süratle yanan, pis kokulu siyah katrandandır. Cehennem ehlinin vücutları bu pis katrana batırılır, sonuçta bu katran onlara gömlek gibi oluverir. Başka bir deyimle, bu katran gömleği sayesinde azabın dört türlüsünü tadarlar. Yani katranın acısını, vücutlarını yakan ateşin işkencesini, ürkütücü rengi ve pis kokuyu beraber alırlar. Yüzlerini ateş kaplar. Katrandan gömlekle kaplı olan vücutlarını yakan sözkonusu ateş, onların yüzlerini de istila eder. Çünkü bu yüzlerle Hakka yönelmemişler ve Hakkı anlamak ve kavramak amacıyla yaratılan duygularım o uğurda harekete geçirmemişlerdir. 51Bütün bunları Allah, günahkâr olan herkesin (dünyada) işlediğinin karşılığını vermek için yaptıkları inkâr ve isyanların her türlüsüne karşılık, onları cezalandırmak için yapar. Amellerine uygun ceza verir. Şüphesiz ki, Allah'ın hesaba çekmesi çok süratlidir. Çünkü O'nu herhangi bir hesabın, başka bir hesaptan alıkoyması sözkonusu değildir. Bu yüzden tüm hesapları en kısa sürede tamamlar. 52Bu Kur'an, içindeki tüm uyarı ve olağanüstülüklerle beraber uyarılsmlar, Allah'ın ancak bir ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara bir tebliğdir. Bu tebliğ, sakındırılmak için yeterli uyarıcıdır, çünkü ölümle uyarmak insanlara fayda vermiyor. Öyleyse âyetlerinden ibret dersi almak için Kur'an yeterlidir. Böylece Allah'ın ortaksız olduğunu anlarlar. O'na ibadet ederler ve O'ndan başka dünyanın herhangi bir şeyine tapmazlar. Artık akıllılar, Allah'ın tarafını seçip O'nun emirlerine uyar, yasaklarından kaçınırlar. Nitekim Yüce Allah da gelmiş-geçmiş tüm akıl sahiplerine bu hususları emretmiş ve şöyle buyurmuştur: ”Biz, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de hep Allah'tan korkun diye tavsiye ettik." (Nisa: 131) Allah'ın yardımıyla İbrahim Sûresi sona erdi. |
﴾ 0 ﴿