HICR SURESİ

1

Elif. Lâm. Râ. Bunlar cumhûr'un tercihine göre sûrenin ismidir. Bir başka ifadeyle burada söylenmek isteniyor ki; bu sûrenin adı ”Elif, Lâm, Râ"dır.

Bunlar, şanı yüce, mükemmel kitap ismini almaya lâyık olan

Kitab'ın ve içinde bulunan hükümler ve maslahatlar

apaçık bir şekilde hak ile batılı birbirinden ayıran, şanı yüce

bir Kur'an'ın âyetleridir.

2

Kur'an'ı ve onun, Yüce Allah'ın katından olduğunu

inkâr edenler, keşke biz de dünyada iken

Müslüman olsaydık Yüce Allah'ın ahkâmına, emirlerine ve yasaklarına teslim olsaydık

diye âhirette

çok arzu edecekler. Âyet metninde yeralan ”rubemâ" burada çokluk bildirmektedir.

Rivayete göre; Kıyamet günü olup da cehennemlikler Yüce Allah'ın Ehl-i Kıble olmalarını dilediği kişilerle bir araya toplandıklarında kâfirler. Ehl-i Kıble olup da cehennemlik olanlara derler ki: ”Sizler Müslüman değil miydiniz?" Onlar: ”Evet" diye cevap verirler. Kâfirler: ”Şu halde baksanıza sizin Müslümanlığınız sizlere fayda vermemiş. Burada cehennemde bizimle birliktesiniz" derler. Ehl-i Kıble olanlar: ”Bizlerin işlemiş olduğumuz günahlarımız vardı. Bu günahlar sebebiyle cezalandırıldık" diye cevap verirler. Bunun üzerine Yüce Allah geniş rahmeti ile kâfirlere gazap eder ve cehennemde ne kadar Ehl-i Kıble varsa onlar için emreder ve cehennemden çıkarılırlar. İşte o zaman kâfirler, keşke biz de Müslüman olsaydık diye temenni ederler.

3

Onları bırak, ey Muhammed, kâfirlere nasihat ve hatırlatmada bulunarak içinde bulundukları durumlarını yasaklamayı bırak. Onların bundan vazgeçmelerine imkân yoktur.

Bu âyet-i kerime cihad âyetiyle nesh edilmiş, hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.

Onlar hayvanlar gibi

yesinler, dünyalarıyla, şehvetleriyle

eğlensinler ve boş ümit uzun ömür beklentileri ve arzularına erişebilme ümitleri

onları oyalayadursun. Bütün bunlar onların sana uymalarına engel olsun, ya da akıbetleri için hazırlık yapmaktan onları oyalayıp dursun. Aslında ”emel" (ümit) ümmet için rahmettir. Eğer ümit olmasaydı birçok şey gerçekleşmezdi, geçim ve hayat vesilelerinin en büyüğü etkisiz kalırdı. Bu sebeple denmiştir ki: Ahmaklar olmasaydı dünya harap olurdu.

Alimlerden birisi der ki: ”İnsanların hepsi akıllı olsalardı olgun, taze hurma yemez ve soğuk su içemezdik. Yani akıllılar hurma toplamak için ağaca çıkmazlar, yerden su çıkarmak üzere kuyu kazmazlardı."

Onlar

yakında cezalarını apaçık gördüklerinde yaptıkları şeyin kötülüğünü

bilecekler. Bu ifade onlara bir tehdittir.

4

Bu âyetten itibaren Yüce Allah, onların azaplarının kıyamet gününe tehir edilmesindeki sırrı beyan etmeye başlıyor ve buyuruyor ki: Kendisiyle birlikte halkını yerin dibine geçirmek suretiyle

helak ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında Bizce

bilinen asla unutulmayan ve hakkında gaflete düşülmeyen

bir yazgı, Levh-i Mahfuz'da yazılı takdir edilmiş bir ecel

olmasın. Buna göre âyetin manası şöyledir: Hangi dununda olursa olsun Bizim helak ettiğimiz her ülke için mutlaka daha önceden helak edilmeleri için yazmış olduğumuz belli bir ecel vardır. Bu süre gelmeden hiçbir ülkeyi helak etmeyiz. Sözkonusu süre belli bir süre olup asla dikkatten kaçırılmaz ki bu süreye öne alınarak veya geri bırakılarak aykırı davranmak mümkün olsun.

5

Helâk olmuş milletlerden ve başkalarından

hiçbir millet, kendi kitabında yazılı

ecelinin önüne geçemez yani yazılan vakit gelmeden hiçbir milletin helaki gelip çatmaz,

ve onu geciktiremez. Hiçbir millet, haklarında yazılı ecellerinden geri kalmazlar.

6

Mekke müşrikleri ve Arap kâfirler azgınlıkta ve zulümde son derece ısrar etmelerinden dolayı

dediler ki:

Ey kendisine Kur'an indirilen Muhammed! Alay olsun diye Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a bu şekilde hitap ettiler.

Sen mutlaka bir mecnunsun. Sen Allah'ın kendine Kur'an'ı indirdiğini iddia ederken, mecnunların söylemiş olduğu şeyi söylüyorsun.

7

Eğer davanda

doğru söyleyenlerden idiysen bize melekleri getirmeli değil miydin?' ki senin Peygamberliğinin doğru ve gerçek olduğuna şahitlik etsinler ve uyarı görevinde seni desteklesinler. Bu teklif tıpkı Kur'an'ın diliyle onların şu sözlerine benzer: ”Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı." (Furkân: 7) Çünkü Allah'ın, melek getimıeye kudreti, üzerinde şüphe olmayan hususlardandır.

8

Biz melekleri ancak hak ile indiririz. Biz, melekleri kendilerinin indirilmelerinin lâyık olduğu ve hikmetin gerektirdiği bir biçimde indiririz. Eğer bu yapılırsa onların bir anda tamamen yeryüzünden kökleri kazınır.

O zaman onlara mühlet verilmez. Âyetin manası şudur: Şayet Biz melek indirirsek, meleklerin inmesinden sonra onlar tıpkı Peygamberlerini yalanlayan ve alaya alan öteki milletlerin durumunda olduğu gibi bir an bile geri kalamazlar. Aslında böyle bir cezaya lâyık olmakla birlikte kaza ve kader kalemi onların azaplarının kıyamet gününe kadar tehir edilmesi yönünde onların kaderlerini yazmıştır. Çünkü Allahü teâlâ'nın ilmi ve iradesi onların nesillerinden gelecek bazılarının imana girmelerini istemiştir.

9

Şanımız azîm ve yüce olduğu için

Kur'an'ı, onların inkâr ettikleri ve sana indiğini kabul etmeyip bu sebeple sana delilik isnad ettikleri zikri

kesinlikle Biz indirdik. Elbette onu her zaman kendisine lâyık olmayan hakkında ileri geri konuşmak, tahrif etmek, değiştirmek, âyetlerine ekleme yapmak, eksiltmede bulunmak vb. zararlı hareketlerden

yine Biz koruyacağız. Buna karşılık önceki kitapların ise Yüce Allah korunmasını üzerine almamış, bunu insanlardan istemişti. İşte bu sebeple o kitaplara bir takım kötü niyetli eller uzanmış ve aslını bozmuştur.

10

Yemin olsun senden önce de, evvelki milletler arasından âyet metninde yeralan ”siya" kelimesi, ”şîa" kelimesinin çoğuludur. Manası, herhangi bir görüş ve düşünüşte ortak olan insan topluluğu elemektir. Böyle ortak mezhep ve görüşü benimseyen kişilere şîa denmesi, onların birbirlerini desteklemeleri, birbiderin ardından gitmelerinden dolayıdır,

elçiler gönderdik. Burada ”elçiler" ifadesi, âyetin daha sonrasının buna delâlet etmesi dolayısıyla zikrolunmamıştır.

11

Onlara bir Peygamber gelmeyedursun, bu şiya'dan herhangi birine, kendilerine has özel bir Peygamber gelmeyedursun tıpkı bu kâfirlerin yaptıkları gibi

hemen onunla alay ederlerdi. Bu ifade Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı, burada ifade edilen hareketler cahillerin Peygamberlere karşı âdetleridir denilerek teselli etmektedir.

12

işte böylece öncekilerin kalplerine alay hastalığını koyduğumuz gibi

Biz onu yani alaycılığı,

suçluların kalplerine sokarız. Âyet metninde yeralan ”neslukuhû" kelimesinin aslı olan ”silk", birşeyi birşeye katmak demektir. Meselâ iğneye iplik takmak böyledir. Burada ”suçlular" dan maksat, Mekke müşrikleri ile yalanlamada ve alaya almada onlara uyan diğer kâfirlerdir.

13

Öncekiler hakkında Allah'ın

âdeti geçmişken onlar hala buna Kur'an'a

inanmıyorlar. Yani Peygamberleri yalanlayıp, alaya aldıklarında Yüce Allah'ın, onları helak etme hususunda kendine çizmiş olduğu âdeti geçmiş iken onlar hala Kur'an'a inanmıyorlar.

14

Onlara, inatçı ve başka mucizeler teklif eden bu kişilere

gökten herhangi bir kapı açsak da herhangi bir araçla, ya da araç olmaksızın

oradan yukarı çıksalar ve gökyüzündeki acayip olayları bizzat gözleriyle görseler (yine de hakkı kabul etmezler. Çünkü) inatçılığın zirvesine çıktıklarından ve hak hususunda şüpheye düştüklerinden

15

'Gözlerimiz boyandı, gözlerimizin görme yeteneği kapandı

daha doğrusu bize büyü yapılmıştır' derler. Âyet metninde yer alan ”sükkirat ” kelimesi el-Kâmus'ta gözlerimiz bakamadı, şaşırıp kaldı ya da kapandı ve ona perde indi şeklinde açıklanmaktadır. Şayet onlar göklere çıkıp o acayip olayları görselerdi, bize büyü yapılmıştır yani Muhammed bizi büyülemiştir, derler. Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim'de onların bu durumunu şöyle anlatır: ”Onlar bir mucize görürlerse hemen yüzçevirirler ve eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler." (Kamer: 2) Kısaca ifade etmek gerekirse bunlara istedikleri mucizelerin tamamı verilse, inkârda ve inatta devam ettikleri için yine ”bunlar yalandır ” derlerdi.

Sihir (büyü) harikulade, olağanüstü olaylardandır. Büyü ancak kâfir veya fâsık kimselerin elinde ortaya çıkar. Kâhinlik, kum ve çakılla fala bakma ve buna benzer şeyler de böyledir. Çakıl vurma, kadınların yaptığı şeydir. Buna Arapça’da ”ettargu" denir.

Denilmiştir ki kum üzerine çizgi çizmek ve karşılığında bir bedel almak haramdır.

Şeyh Salâhaddîn es-Safedî der ki: ”Sihir (büyü) birtakım şeylere üfürmek, yazmak ve düğüm atmak demektir. Bunlar insanların bedenlerine ve kalplerine etki ederler. Bu etkiyle kişi hastalanır, ölür. Sihirle, karı-koca arası açılabilir. Büyü üç imama göre bâtıl olmakla birlikte gerçektir, böyle bir şey vardır. Sihir öğrenmek âlimlerin görüş birliğiyle haramdır ve yine kâhinliği, göz boyacılığını, yıldıza bakmayı, arpa ile fala bakmayı öğrenmek de haramdır."

Çarpılmış kimseye sihir kelimeleriyle okuyan ve cin topladığını, onların kendisine itaat ettiklerini iddia eden kimseyi bizim imamlarımız sihirbazların arasında zikrederler. Ahmed b. Hanbel'in böyle bir kimse hakkında fetva vermeyip tevakkuf ettiği (durduğu) rivayet olunur. Said b. el-Müseyyeb'e karısına yaklaşamayan bu yüzden kendini tedavi edecek birini arayan bir adamın durumu sorulur. Said: ”Allahü teâlâ zarar veren şeyi yasaklamıştır, faydalı olanı yasaklamamıştır. Kardeşine faydalı birşey yapabileceksen bunu yap" demiştir.

16

Yemin olsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık, yedi gezegenin inmiş olduğu köşkler yarattık. Bunlar meşhur gökyüzündeki on iki adet burçtur

ve seyredenler için üzerinde düşünen, ibret alan ve bunlarla o burçları yaratan yaratıcının kudretini bulan kimseler için

onu, gökyüzünü bu değişik şekildeki burçlarla

süsledik.

17

Onu, gökyüzünü

taşlanmış kovulmuş, arkalarından yıldızların fırlatıldığı

her şeytandan koruduk. Artık hiçbir şeytan oraya çıkamaz, göktekilere vesvese verip onlar hakkında dilediğini yapamaz ve onların durumu hakkında bilgi alamaz.

18

Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Fakat kulak hırsızlığı yapan bundan müstesnadır. Âyetin içerisinde geçen kelimeden türeme ”el-müsterik" bir şeyi gizlice dinleyen, ona kulak veren demektir. Âyet metninde yeralan ”sem'" kelimesi, işitilen şey anlamınadır. Buna göre ”istirakus-sem ” gizlice dinlemek ve bir şeyler kapmak demektir.

Onun da peşine görenler için, durumu gayet

açık bir alev sütunu düşmüştür. Âyet metninde yeralan ”şihâb", yanıp tutuşan ateşten kopan bir parça anlamına gelmektedir. Burada üzerinde durulması gereken nokta sözkonusu olayın Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan önce meydana gelmiş bir olay olmasıdır. Şeytanlar, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olarak gönderilmeden önce bazı durumları kulak hırsızlığı yapar, öğrenirlerdi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Peygamber olarak gönderilince şeytanların arkasından atılan taşlar çoğaldı ve onların, doğrudan doğruya ve tam olarak kulak hırsızlığı yapmaları engellendi. Bu görüşü İbn Abbas'tan rivayet olunan şu ifadeler desteklemektedir: ”İlk zamanlar şeytanların gökyüzüne çıkmaları engellenmiyordu. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyaya teşrif edince artık bir alev sütunuyla onların semalara çıkmaları engellenmiştir."

Kulak hırsızlığı yapana âyet-i kerimenin deyimiyle ”şihâb" atılmaktadır. Şeytanlara yıldızların bizatihi kendileri atı İmam aktadır. Çünkü gökyüzünde gezegenler yörüngelerinden ayrılmamaktadır. O halde bu şihâb sadece ateşten alınmış bir parça olsa gerektir. Ateş ise tam ve eksilmez biçimde sabittir. Şeytanlar arasında yüzü, alnı ve eli ile Yüce Allah'ın dilemiş olduğu başka yerleri yanmış olanları vardır. Aralarında aklını yitiren ve bu sebeple bir daha kulak hırsızlığı yapmak üzere semaya geri dönemeyen şeytanlar vardır.

19

Yeri uzatıp yaydık. Yeryüzünü, yeryüzü sakinleri için yaydık ve hazırladık.

Orada sabit dağlar yerleştirdik. Bu dağlar olmasaydı yeryüzü hızla çalkalanırdı ve üzerinde hiçbir şey sabit olarak kalamazdı. Âyet metninde yeralan ”revâsiye"“resâ-yersû-resven-rüsuvven" fiillerinden türemedir. Manası, sabit oldu demektir.

Yine orada yeryüzünde

miktarı ve ölçüsü belirli olan şeyler bitirdik. Bu ölçüsü belirli olan şeyler, hikmetin terazisiyle ölçülmüş olan şeylerdir. Buna göre âyetin manası; orada miktarı ve ölçüsü belirli, güzel ve münasip olan şeyler bitirdik, demek olur. Nitekim aynı kelimeyle Arapçada ölçülü söz için

kelâmun mevzunun denilir.

20

Orada hem sizin için, hem de rızıklarını temin edemeyeceğiniz çoluğunuz, çocuğunuz, köleleriniz, hizmetçileriniz gibi

kimseler için birçok geçim vasıtaları yarattık. Âyet metninde yer alan ”meâyiş",

maişet kelimesinin çoğuludur. Buna göre mana; orada sizin için, yaşamanızı temin ettiğiniz yiyecek, giyecek şeyler ve başka nesneler yarattık. Bütün bunlar sizin, dünyada kalmanızla ilgili şeylerdir. Yüce Allah'ın, burada ”rızıklarını temin edemeyeceğiniz kimseler" buyurması, onların rızıklarını kendilerinin verdiği yolundaki zanlarını reddetmek ve Yüce Allah'ın hem kendilerini ve hem de onları rızıklandırdığını ortaya çıkarmaktır.

21

Her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Âyetin metninde yeralan ”hazâin" kelimesi, ”hizâne" kelimesinin çoğulu olup, depo edilmiş, saklanmış anlamınadır. Hizâne, aynı zamanda içerisinde değerli malların muhafaza edildiği yerdir. Yüce Allah'ın, depo edilmiş nefis mallara olan kudreti, sultanların hazinelerine benzetilmiştir.

Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz. Yoktan varettiğimiz şeyleri ve yaratmış olduğumuz bu eşyayı ancak belli bir ölçüye göre indiririz. Bir başka ifadeyle hikmetin gerektirdiği belli bir miktara göre indiririz. Bu kadar çok olmakla birlikte Bizim yoktan varettiğimiz ve vücut verdiğimiz şeyler maslahata göre hesap edilmiş şeylerdir.

22

Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik. Burada, yağmur yüklü bulutlar oluşturmak suretiyle hayır ve bereket getiren rüzgâr, hamile olan kadına, böyle olmayanlar ise kısır olan kadına benzetilmiştir.

Ebû Ubeyde der ki: ”Âyetin metninde yeralan ”levâkih" (aşılayıcı) kelimesi, ”mülkiha" anlamına gelmektedir. Çünkü rüzgâr hem bulutları ve hem de ağaçları aşılamaktadır. Ağaçları güçlendirerek ve olgunlaştırıp meyve verecek hale getirerek aşılamaktadır." Peygamber Efendimizin: ”Allahım, o rüzgârı 'riyâh' (rüzgârlar) kıl fakat 'rıh' kılma." şeklinde duâ ettiği rivayet edilmiştir.

Ve gökten yukarıdan

bir su ”mâen" kelimesinin elif lamsız olmasının da işaret ettiği gibi bir kısım su

indirdik de yani yukarıda zikri geçen rüzgârlarla yağmur yüklü bulutlar meydana getirdikten sonra size yukarınızdan biraz su indirdik. Âyet metninde ”semâ" (gök) kelimesi ile kastedilen, insanın yukarısı demektir. Çünkü insanı evin tavanı gibi yukarıdan kuşatan her şeye Arapçada ”semâ" denir. Yukarıdan indirilen, suyun bir kısmıdır. Çünkü herkes bilir ki semadan suyun tamamı indirilmez. Tanı tersine insanların yararlanabilecekleri ve zarardan korunabilecekleri kadar su indirilir.

Onunla su ihtiyacınızı karşıladık. Yani gökten inen yağmuru, sizi sulayacak bir unsur olarak yarattık. Artık bu yağmur suyunu içersiniz ve onunla hayvanlarınızı ve tarlalarınızı sularsınız.

Siz onu yukarıdan indirilen yağmuru

depolayamazsınız. O suyu yoktan varetmeye, bulutlarda depolamaya ve gökten indirmeye kadir olan Biziz. Sizler buna kadir değilsiniz. Âyet-i kerimeye şu şekilde de mana verenler olmuştur: Yağmuru gökten yağdırdıktan sonra onları göllerde, kuyularda ve su kaynaklarında sizler depolayamazsınız. Tanı tersine suyun karakteri çekilmek, yere sızmak olduğu halde onları buralarda depolayan Biziz. Su ihtiyacınızı gidermek için muhafaza eden de Biziz.

23

Şüphesiz hayat verilmeye müsait bazı cisimlere hayat vererek

Biz diriltir o cisimlerde hayatı yokederek ve alarak

Biz öldürürüz. Hayat verme ve öldürme kavramı hem hayvanlara, hem de bitkilere şamildir. Allahü teâlâ ilkbahar mevsiminde yağmur yağdırarak yeryüzünü diriltir.

Sonbaharda da öldürür. Yine O, iman nasip ederek diriltir, inkâr ile öldürür.

Ve her şeye

Biz vâris oluruz. Bütün mahlukatı yokettikten sonra geride kalacak olan Biziz. Mülkün zamanı bittiğinde bütün mülke mâlik olacak olan Biziz. En başta da ve en sonda da her şeye hakim olacak olan Biziz.

24

Yemin olsun Biz, sizden önce gelip geçenleri de biliriz, yani doğumu da ölümü de sizden önce gerçekleşmiş olanları, bir başka ifadeyle Hazret-i Adem'den şu ana kadar gelip geçmiş olanları Biz biliriz.

Geri kalanları da biliriz. Sizden sonra doğacak ve ölecekleri, bir başka ifadeyle kıyamete kadar sizden sonra gelecekleri Biz biliriz.

25

Başkası değil

şüphesiz senin Rabbin onları toplayacaktır. Yani önce geçenleri de, kıyamete kadar gelecek olanları da yaptıklarının karşılıklarını vermek üzere senin Rabbin toplayacaktır. Bu ifade öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlere bir cevap teşkil etmektedir.

Çünkü O, hakimdir, büyük bir hikmet sahibi ve fiillerini sağlam yapandır.

Alimdir O'nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.

İmam el-Vâhidî, Eshâbü'n-Nüzûl isimli eserinde der ki: ”İbn Abbas (radıyallahü anh) der ki: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında kadınların en arka safında güzel bir kadın namaz kılıyordu. Sahâbilerden biri o kadını görmek için erkeklerin son safına geçiyordu ve rükû ettiği zaman koltuk altlarından geriye doğru o kadına bakıyordu. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur."

Bir başka rivayet de şöyledir: ”Kadınlar cemaate namaz kılmaya geliyorlardı ve erkeklerin arkasında namaza duruyorlardı. Erkeklerden, kalbinde şüphe olan bazıları erkeklerin en arka safında namaza duruyor, kadınlardan da aynı şekilde kalbi bozuk olanlar erkeklere yakın olsunlar diye kadın saflarının en önünde namaza duruyorlardı. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur."

Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Erkeklerin saflarının en hayırlısı birinci saf, en kötüsü de son saftır. Kadınların saflarının en hayırlısı ise en arka saf en kötüsü de en öndeki saftır."(1)

Fethu’l-Garîb isimli eserde denir ki: ”Bu hadis, umumu üzere anlaşılmamalıdır. Tam tersine eğer kadınlarla erkekler birlikte cemaat olacaklarsa hadiste emredildiği şekilde saf tutmalıdırlar. Eğer kadınlar erkeklerden ayrı bir yerde namaz kılacaklarsa o zaman onların hükmü de erkekler gibidir. Erkeklerin ve kadınların saflarının en kötüsü tabirinden maksat, bu safların sevabının ve faziletinin daha az olacağı ve şeriatın arzusundan daha uzak bulunacağıdır. En hayırlısı da bunun tam tersidir. ”

26

Yemin olsun Biz insanı, kuru bir çamurdan, pişirilmemiş kuru çamurdan yarattık. Ayetin metninde geçen ”salsâl" kelimesi, pişmemiş, vurulduğunda ses çıkaran kuru çamur anlamına gelmektedir.

Kokuşmuş, mayalanmış

kara balçıktan rengi değişmiş ve suyla ıslandıktan sonra uzun müddet kaldığı için kararmış ve kokuşmuş kara balçıktan

yarattık. Yani insan nev'ini yarattık. İnsanın aslını ve ilk ferdini herhangi bir misli ve benzeri olmaksızın diğer fertlerin yaratılış çekirdeğini de içinde taşımak üzere çamurdan, kokuşmuş kara balçıktan yarattık.

27

Cinleri de... Âyet metninde yeralan ”cân" İblis anlamınadır ve İblis, cinlerin babasıdır. Cân kelimesi, şekil itibariyle tekil, fakat mana itibariyle çoğul olarak cinler anlamınadır. Cinlere bu ismin verilmesi gizlenmesi dolayısıyladır.

Daha önce insanlığı yaratmadan önce

harareti müthiş ateşten yaratmıştık. Burada geçen ”semûm" kelimesi, harareti çok yüksek ve şiddetli ateş anlamına gelmektedir. Sözlükte ”semûm" kelimesi, harareti olan rüzgâr demektir. Hararetli olan rüzgârda da ateş vardır. ”Semûm" ile ”harûr" arasındaki farka gelince ”semûm" daha ziyade gündüzün esen, buna karşılık ”harûr" ise gece esen sıcak rüzgâr demektir. Ateşin ”semûm" şeklinde nitelenmesi, vücudun bütün gözeneklerine nüfuz etmesinden dolayıdır. Çünkü ”gözenekler" bu kelimeden türeme ”mesâm" demektir.

28

Ey Rasûlüm Muhammed! Allah'ın şu sözlerini hatırla:

Hani Rabbin meleklere demişti ki: Burada hitap edilen bütün meleklerdir. Bunların arasına Cebrail ve benzeri büyük meleklerle küçük melekler dahildir.

'Ben gelecekte mutlaka

kupkuru bir çamurdan, kokuşmuş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Burada geçen ”beşer" kelimesi, erkek veya kadın insan demektir. Burada Yüce Allah, Hazret-i Âdem'in daha yaratılmadan önce yaratılacağını meleklere haber vermiştir. Böylece onların kendilerini Âdem'e hemen secde etmeleri hususunda ruhen hazırlamayı amaçlamıştır.

29

Ona şekil verdiğim, onu insan suretinde ve beşer biçiminde şekillendirdiğim

ve ona ruhumdan üflediğim zaman... Burada geçen ”nefh" (üfleme), içerisinde havayı tutmaya ve havayla dolmaya elverişli bir cismin içine hava üflemek ve doldurmak demektir. Bu ifade vücuda hayat vermenin kinayeli yoldan anlatımıdır. Yüce Allah'ın üfürme fiilini kendi zatına izafe etmesi, Âdem'e şekil verme ve onu insan kılığına sokmaya bizzat kendisinin başlamış olmasından dolayıdır. O halde Yüce Allah Âdem'i yaratmış, insan biçimine sokmuş ve mukaddes elleriyle onu düzgün bir şekilde yaratmış, ardından da herhangi bir vasıtayla değil, bizatihi kendisi, kendi izafi ruhundan ona üfürmüştür. Buradaki ”izafi ruh" terimi ile kastedilen, vücut ismiyle anılan Rahmanı nefestir. Buna göre âyetin manası: Âdem'in vücuduna gerekli yetenekleri verip tamamladığımda ve ona ruh verdiğimde ve bu ruhun izleri bütün organlarının boşluklarına kadar ulaştığında ve hisseden, solunum yapan bir hale geldiği zaman

siz hemen onun için Yüce Allah'ın emrine sarılmak, Âdem'e selâm, tazim ve onu şereflendirmek üzere

secdeye kapanın.' Bu emir üzerine melekler, Âdem bir kıble mesabesinde olarak Yüce Allah'a secdeye kapandılar. Zira onda Yüce Allah'ın kudretinin ve hikmetinin acayip tecellileri ortaya çıkmıştı.

30

Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Yüce Allah, Âdem'i yarattı, insan biçimine koydu, ona ruh üfledi ve meleklerin tamamı içlerinden hiçbiri müstesna olmaksızın yerdeki, ya da gökteki meleklerin tamamı ona secdeye kapandılar. Bu konuda hiçbir melek geri kalmadı. Tam tersine hepsi birden secde ettiler.

"Ecmaûn" kelimesi, ”hepsi" anlamına gelen ve daha önce geçen ”küllühüm" kelimesinden sonra ikinci bir te'kid (pekiştirme) ifade etmektedir. Çünkü ”Melekler secde etti" ifadesi açıkça bütün meleklerin secdeye kapandıklarını belirtmektedir. Çünkü Arapça dilbilgisi kurallarına göre ”elif-lam" ile marife olan çoğul kelimelerin o ismin bütün fertlerini içine aldığı açıktır. Böyle bir kelime o ismin bütün fertlerini kapsar. Fakat bu genellik tahsise ve fertlerin bir kısmının irade edilmiş olmasına da muhtemeldir. İşte bu ihtimal âyette yeralan ”ecmaûn" kelimesiyle ortadan kaldırılmıştır ve bu kelime sözkonusu cümleye bir pekiştirme katmıştır.

31

Fakat İblis hariç. Buradaki istisna ”muttasıl" istisnadır. Bir başka ifadeyle istisna edilenle, geride kalanların aynı cinsten olduğu istisnadır.

Zira İblis de, meleklerin arasında gizli bir cindi. Yüce Allah onlarla birlikte secde etmesini emretmişti. Ancak burada ayrıca cinler söylenmemiş ve hepsi ”Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. ” ifadesinde meleklerin arasına katılmışlardır. Bu tıpkı kadınlarla erkeklerin birlikte bulunmalarında Arapça dilbilgisi kurallarına göre erkeklere ait zamirin ve fiilin kullanılması gibidir.

O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. Onun secde etmeyişi, yaşamış olduğu bir tereddütten değildi. Tam tersine karşı gelmesinden, böbürlenip yüzçevirmesinden idi. Yukarıdaki istisnanın ”munkatı" olması da mümkündür. Bu takdirde ifade, daha sonra gelen ifadeyle bitişir ve mana olarak o ifadelerle bütünlük taşır. İstisna munkatı olursa âyetin manası şöyle olur: ”Fakat İblis, Âdem'e meleklerle secde edenlerden olmaktan yüzçevirdi." Bu ifade İblis'in görüşünün ne kadar sakat olduğunu göstermektedir. Çünkü bir tek masiyet içinde üç tane günahı birden işlemiş olmaktadır. Bunlar; emre karşı gelmek, Âdem'i hakir görerek kibirlenmek ve cemaatten ayrılmaktır. Âyetin ifadesiyle ”ehâ" o şerefli ve mukarrabîn olan meleklerin arasında yeralmaktan yüz çevirmeyi ifade eder. Sahih bir hadiste şu ifadeler yeralır: ”Âdemoğlu secde âyetini okuduğu zaman ve secde ettiğinde şeytan oradan uzaklaşır ve ağlamaya haşlar. Ardından şöyle der: Yazıklar olsun hana! Adernoğluna secde etmesi emrolundu ve secde etti cenneti kazandı. Bana secde etmem emrolundu, karşı geldim. Benim için de cehennem vardır."

32

Allah: 'Ey İblis! Şerefçe mertebeleri yüksek olmakla birlikte, Âdem'e

secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir?' dedi.

33

(İblis): 'Ben kuru bir çamurdan, kokuşmuş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim,' dedi. Yani benim durumum, secde etmeme uygun değildir, doğru da olmaz. Çünkü o yoğun bir cisimdir, ben ise ruhanî cevherim. Senin kokuşmuş kara çamurdan yarattığın böyle bir beşere secde edecek değilim. Benim delilim ise şudur: Sen beni ateşten yarattın. Ateş, lâtif, nûrâni, yüce bir cevherdir. Onu ise çamurdan yarattın. Çamur kesiftir, zulmânîdir (karanlıktır) ve süflidir. O halde ben ondan bu delillere göre daha hayırlıyım.

İblis bu akıl yürütmeyle ne kadar cahil ve ne kadar zayıf akıllı olduğuna işaret etmektedir. İblis zannetti ki Yüce Allah, Âdem'in meleklere secdeye lâyık olmasını beşer oluşuna ve çamurdan yaratılmış olmasına bağlamıştır. Oysa onun ruhuna verilen ”halifelik" sırrına bakmadı. Hem de bu ruh, Yüce Allah'ın bizatihi kendisine izafe olma şerefi taşıyşan, O'nun özel üfürmesi ile şereflenen, bütün isimleri öğrenen, Yüce Allah'ın cemâlinin ve celâlinin tecellisine müsait ve uygun bir ruhtu. İşte bu noktadan hareket edilerek İblis için tek gözlü denmiştir. Çünkü o, iki gözünden biriyle olaylara bakmaktadır. Zira bu olayda Adem'in sadece beşer yönünü müşahede etmiş, Yüce Allah'ın bu beşere bahşetmiş olduğu değersiz, hayvânî sıfatlara, fesat ve kan dökme kaynağı olan özelliklere bakmıştır. İblis kördü. Çünkü insanın rûhâniyetine verilmiş olan halifelik sırrına, eşyanın isimlerini bilme, Yüce Allah'ın özel üfürmesiyle yaratılma ve bu üfürülmenin bizzat Allah'ın kendi nefsine izafe edilme şerefi ve bunların dışında diğer seçilme ve tercih edilme gibi olaylarla mükerrem kılınmasına hiç bakmamıştı.

34

(Allah) şöyle buyurdu: 'Öyleyse oradan çık, Yüce Allah İblise onu değersiz kılmak ve uzaklaştırmak için cennetten çıkma emri vermiştir. İblis'in cennetten çıkması vesvese yoluyla oraya girmesine engel değildir.

Ebu'l-Kasım el-Ensâri der ki: ”Allahü teâlâ meleklerle cinleri ve insanları birbirlerinden şekil ve suret itibariyle farklı kılmıştır. Eğer Allah meleğe insan bünyesi verse melek olmaktan çıkar. Diğerlerini de buna mukayese etmek mümkündür."

Artık kovuldun. Burada geçen ”racîm" kelimesi ”er-racmü bi'l-hacer" taş atmaktan türemedir. Buna göre şeytanın racîm olması, Allah'ın rahmetinden ve her türlü hayır ve şereften kovulması anlamına gelir.

35

Muhakkak ki din gününe kadar ceza ve ukubet gününe kadar

lanet, rahmetten uzaklaştırılma

senin üzerine olacaktır.' Bu âyet-i kerimede işaret olunuyor ki İblis'in cezası ve ikâbı, ceza gününe kadar ertelenmiştir ve yine son derece çirkin olmakla birlikte burada ifade edilen lanet, onun fiilinin bir cezası değildir. Asıl İblis'in cezası, o ceza günü tahakkuk edecektir.

36

(İblis): 'Rabbim, öyleyse onların tekrar dirileceği güne kadar

Adem'in ve zürriyyetinin öldükten sonra ceza veya mükâfat görmek üzere dirilecekleri güne kadar

bana mühlet ver,' dedi. Madem ki beni kovulmuş kıldın. O halde onların dirileceği güne kadar bana mühlet ver, cezamı tehir et dedi. Bu sözüyle, insanları saptırmasına devam etmeyi, onlardan intikam almayı ve ölümden kurtulmayı murad etmiştir. Çünkü insanlar dirildikten sonra artık ölmek diye bir şey yoktur. Yüce Allah da İblis'in mühlet isteğine kabul, diğer isteğine red cevabı vermiştir.

37

(Allah): 'Sen bilinen vaktin gününe kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin,' Ecelleri ezelde tehir edilmiş olanlardansın

buyurdu.

38

Bak. Âyet 37

39

(İblis) dedi ki: Rabbim, Yemin olsun ki beni azdırman sebebiyle ben de yeryüzünde, aldanma yurdu olan dünyada

onlara günahları, şehvetleri ve lezzetleri

süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Onların hepsini azgınlığa ve sapıklığa sürükleyeceğim.

40

Ancak onlardan senin tâatına halis kıldığın ve kendilerini şirkin kirlerinden temizlediğin

ihlâslı kulların müstesna.' Çünkü onlar gerçek tevhid ehli olup, içinde bulundukları duruma basiret gözüyle bakabilen uyanık kimselerdir.

Bir haberde şu ifadeler yeralır: ”İblis Rabbine, Senin izzetine ve celâline yemin ederim ki Âdemoğullarının ruhları bedenlerinde olduğu sürece onları azdırmaya devam edeceğim." Allahü teâlâ da: ”İzzetime ve celâlime Yemin olsun ki onlar Benden istiğfar ettikleri sürece Ben de onları bağışlayacağım," buyurur.

Allahü teâlâ İblis'i, sevimli olan dosttan düşmanı, itaatkârdan itaat etmeyeni kendisi vasıtasıyla ayırmak için yaratmıştır. Allahü Zülcelâl, Peygamberleri de itaatkâr olan kulları onlara uysunlar diye yaratmıştır. İblis'i ise itaatkâr olmayanlar, ardından gitsinler diye yaratmıştır.

İblis cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır. İblis'in malı dünyadır. Bu malını kâfirlere sunduğunda sorulur: Bu malın değeri nedir? İblis, bunun değeri dini terketmektir, der ve dünyayı satın alanlar dinlerini vererek İblis'in malını alırlar. Zahidler ise dünyayı terkederler, ondan yüz çevirirler.

Bir grup insan Ebû Medyen'in huzuruna girerler ve şeytanın vesvesesiyle başa çıkamadıklarından şikayetçi olurlar. Ebû Medyen: ”Şeytan şimdi benim yanımdan çıktı gitti ve sizden şikayetçi oldu. Şeytan bana dedi ki: Arkadaşlarına söyle, benim dünyamı terketsinler ki ben de onlara dinlerini bırakayım dedi," der.

Ahmed b. Hanbel rahimehullah der ki: ”İnsanın düşmanı dörttür: Birincisi dünyadır. Dünyanın silahı halkla bharada bulunmaktır. Bu silâhın panzehiri uzlettir. İkinci düşman şeytandır. Şeytanın silâhı tokluktur. Bu silâhın panzehiri ise açlıktır. Üçüncü düşman nefistir. Silâhı uyku, panzehiri uyumamaktır. Son düşman hevâdır. Bunun silâhı konuşmaktır. Bu silâha karşı çare ise susınaktır."

41

(Allah) İblis'e

şöyle buyurdu: 'İşte -taahhüt ederim- Eğrisi büğrüsü olmayan ve asla kendisinden sapılmayan

dosdoğru yol budur. Burada geçen ”aleyye" ifadesi (benim üzerime bir hak ve taahhüttür) demektir. Ancak bunun manası, uyulması gerekli olan hak gibidir, demektir. Böylece bu taahhüdün mutlaka yerine geleceği ve gerçekleşeceği pekiştirilmiş olmaktadır. Zira Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadına göre Allah'a hiçbir şeyi yapması vacip değildir.

42

Şüphesiz, imanlarında samimi oldukları ve şeytandan yakalarını kurtardıkları için Yüce Allah'ın nezdinde ağırlanmaya lâyık

kullarım üzerinde onların kalpleri üzerinde

senin bir hakimiyetin yoktur. Herhangi bir tasallutun ve azdırman mümkün değildir.

Şeytana sorulur: ”Salih kullarla durumun nasıldır?" O cevap verir: ”Büyük bir okyanusa onu kirletmek için idrarını yapan bir adam durumundayım. Hiç deniz bu adamdan etkilenir mi, ya da güneşin nurunu kendi kendine söndürmeye çalışan bir adama da benzetebilirsin. Sen hiç bu adamdan daha cahilini gördün mü," diye cevap verir.

Âlimlerden birine sorarlar: ”Senin, şeytanla mücadelen nasıldır?" Cevap verir: ”Şeytan da kim oluyor? Bizler bütün düşüncemizi Allahü teâlâ'ya çevirmiş bir milletiz. Allah'a dönünce, O'nun dışındakilere hiç ihtiyaç kalmaz." Bundan sonra şu manada bir şiir söylemiştir:

Dünya hayatından çekildim sayesinde O'nun Gözüm bakar dünyama, hayatım görmez beni Günlere sor bilmez adım nedir, Bilmez mekânım nedir, neresi eğler beni!

Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesna.' Burada şöyle bir soru insanın aklına takılabilir: Allahü teâlâ İblis'in, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a musallat, olmasına engel olmuş mudur, yoksa olmamış mıdır? Bu soruya bizim cevabımız: Yüce Allah İblis'i Rasûlullah'a musallat kılmıştır. Fakat sonra Peygamberini ondan korumuştur. İşte bu sebeple Rasûlüllah'ın şeytanı onun elinde Müslüman olmuştur.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) der ki: ”Bizim namazımızla, Ehl-i Kitabın namazı arasındaki fark şeytanın vesvesesidir. Şeytan, kâfirlerin amellerini bırakmıştır. Zira onlar zaten şeytanın emirlerine uymuşlardır. Herhangi bir kimse kâfir olduğu zaman şeytan: Ben senden uzağım der. Mü'min ise şeytanın emirlerine aykırı davranır. Çünkü şeytanla mücadele, onun isteklerine uymamak suretiyle olur: ”Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin yoktur." âyet-i kerimesi bunların hakkında nazil olmuştur. ”

43

Muhakkak ki cehennem, onların, şeytana uyanların

hepsine vaadolunan yerdir. Onların varacakları son duraktır. Cehenneme bu ismin verilmesi, çok derin olmasından dolayıdır. Arapçada dibi çok derin olan kuyuya ”bi'rıın cihinnâmun" denilir. Cehennem, ahirette Yüce Allah'ın hapishanesidir.

44

Onun yedi kapısı vardır. O kapılardan cehennemlikler içeri girerler. Cehennemin tabakasına göre her kapı üstünde başka bir kapı vardır. Yani her tabakanın bir kapısı vardır.

Onlardan bu tabakalardan her bir tabakaya açılan kapılardan

her kapı için şeytana tabi olanların girecek olduğu

birer grup ayrılmıştır. Herkesin kendi yeteneğine göre muayyen bir grup vardır. Birinci tabaka cehennemin en üst tabakası olup, Müslümanların âsileri buraya girecektir.

Cehennemin tabakalarının tertip ve sıralanışı hakkında rivayetler çeşit çeşittir. Ekserisinde cehennem tabakası birinci tabakadır. Buraya cehennem isminin neden verildiği yukarıda ifade edilmişti. Sonra ”lezâ" tabakası gelir. Bu, şiddetli yakıcılığından dolayı bu ismi almıştır. ”Hulame" tabakası ise bir diğer tabakadır. Çünkü burası, içinde bulunanların kemiklerini kırar. Bir diğer tabaka ”saîr" tabakası dır. Bu ismi almasının sebebi, tutuşturulmuş olmasından dolayıdır. Sonra ”sekar" tabakası gelir. Burada ateşin alevleri çok şiddetli olduğundan bu ismi almıştır. ”Cahîm" tabakası ise derinliğinden dolayı bu ismi alırken, ”hâviye" ise çok aşağıda ve çukur olmasından dolayı böyle isimlendirilmiştir. Cehennemde yaratıkların arasında en şiddetli azabı, şirk denen olayı ilk icad eden ”İblis" çekecektir. Onun azabının ekserisi yaratılış unsurunda çoğunluğu teşkil eden ateşin zıddı ile verilecektir. Bir başka ifadeyle İblis, cehennemdeki ”Zemherîr" soğuğu ile azaplanacaktır.

Yüce Allah günahkârların akıbetini zikrettikten sonra şimdi bundan sonra müttakîlerin akıbetlerini belirtmeye başlıyor ve şöyle buyuruyor:

45

Takva sahipleri mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Takva anlamına gelen ”ittikâ", üç şekilde olur: Allah'ın haramlarından kaçınma, dünya ve onun şehvetlerinden kaçınma, Yüce Allah'tan başkalarından sakınma. Bunlardan birincisi avamın, ikincisi havassın, üçüncüsü de havassın da havâssının takvasıdır. İşte bu takva sahipleri cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar, içlerinden her birinin bir cenneti ve pınarı olacaktır.

46

Onlar, cennetin kapısına ulaştıklarında kendilerine

oraya afetlerden

emniyet ve selâmetle girin denilir. Burada ”selâmetle girin" ifadesi, iki şekilde tefsir olunabilir. Birincisi her türlü korkunç şeyden salim olarak cennete girin, şeklinde olabilir. Ya da Allahü teâlâ'nın selâmıyla oraya girin demek de, olabilir.

47

Biz, onların göniillerindeki kini söküp attık. Kalplerinde dünyadaki düşmanlık sebebiyle yerleşmiş olan kinlerini söküp attık, demektir.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle söylediği rivayet olunur: ”Umarım ki ben, Osman, Talhâ ve Zübeyr bu âyette anlatılan, kalplerinden kinlerin sökülüp atıldığı kimselerin zümresinden oluruz. ”

Onlar artık tahtlar üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar. Burada ”kardeşler" olacakları ifade edilirken, A'raf sûresinde aynı konuya değinen âyet-i kerimede bu ayrıntı yer almamaktadır. Bu sûrede ”kardeşler" olmalarının vurgulanması, âyet-i kerimenin Rasûlüllah'ın sahabeleri hakkında inmiş olmasından dolayıdır. Bu sûrenin dışındaki âyetler ise bütün müminleri içine alan genel bir ifadedir. Onlar birbirlerine candan kardeş olunca artık aralarında ne dünyada ilim ve irfan farklılığından dolayı ve ne de ahirette cennet dereceleri ve Allah'a yakınlık mertebelerine karşılık herhangi bir kıskançlık kalmaz ve âyette işaret olunduğu gibi köşkler üzerinde karşı karşıya otururlar.

Mücahicl der ki: ”Oturdukları tahtlar, ne tarafa dönmek isterlerse o tarafa kendilerini çevirirler. Onlar her halükârda birbirleriyle yüzyüze olurlar. Herkes birbirini görür. İşte bu, onların dünyada iken birbirlerine karşı candan dost olmalarının sonucudur."

48

Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek, istemiş oldukları şeyleri asla herhangi bir faaliyet göstermeden elde edeceklerinden dolayı herhangi bir yorgunluk duymayacaklar. Ya da çok güçlü oldukları için bu yorgunluğu hissetmeyecekler.

Ve onlar oradan ebediyyen

çıkarılmayacaklardır. Çünkü bir nimet ebediyyen almıyorsa tam olur. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: ”Cennete ilk gireceklerin suretleri ayın dolunay gecesindeki biçimi gibi olacaktır. Onlar oraya asla tükürmezler, burunlarını sümkürmezler ve dışkı çıkarmazlar. Ellerindeki kabları altından, saçlarını taradıkları tarakları altın ve gümüştendir. Buhurdanlıklarında öd ağacı yakılır. Terleri misk kokar, her birinin iki adet zevcesi (eşi) vardır. Güzelliğinden dolayı etlerinin gerisinden, bacaklarının içindeki ilik görülmektedir. Onların arasında hiçbir anlaşmazlık ve karşılıklı kin gütme yoktur. Kalpleri bir kalpmiş gibi uyum içindedir. Sabah ve akşam Allah'ı tespih ederler. ” (3)

Fethu'l-Garîb'de şu satırları görmekteyiz: ”Onlar sabah ve akşam Allah'ı tespih ederler. Cennetin gün ve saat cinsinden vakitleri takdir iledir. Çünkü gün ve saat, gece ve gündüzün farklılığından, güneşin ve ayın hareketlerinden doğmakta ve buna göre takdir olunmaktadır. Oysa cennette bu takdir araçları, gece, ay, güneş yoktur."

Kurtubî der ki: ”Cennetliklerin sözkonusu bu tespihleri herhangi bir mükellefiyetten ve icbardan dolayı değildir. Çünkü cennet mükellefiyet mahalli değildir. Cennet, asıl yapılan amellerin karşılığının alındığı yerdir. Bundan dolayı cennetliklerin tespihi sadece bir ilham ve nasip etmeden kaynaklanmaktadır. Nitekim başka bir rivayette bunu anlıyoruz: ”Cennetliklere tıpkı nefes almaları, insanlara ilham olunduğu gibi tespih, tahmîd ve tekbir getirmeleri de ilham olunur." Buradaki benzerlik noktası şudur: Nasıl ki insanın nefes alıp, solunum yapması şarttır, kaçınılmazdır ve bu solunum yapılırken insan en ufak bir külfet ve meşakkat çekmez, işte cennetliklerin tespih vesaire çekmeleri de böylesine meşakkatsizdir. Bunun sırrı şudur: Cennetliklerin kalpleri Allah'ın marifetiyle nurlannıış, gözleri onu görmek suretiyle nimetlenmiş ve Allah'ın mükemmel nimetleri onları kuşatmıştır. Yüce Allah kendi sevgisiyle onların kalbini doldurmuştur. İşte dilleri de Allah'ı zikirden asla geri durmaz ve O'na şükür eder. İnsan birşeyi sevdi mi onu çok zikreder."

49

Kullarıma Benim çok bağışlayıcı ve pek esirgeyici olduğumu haber ver. Yani kullarıma yaptıkları her türlü amellerini karşılıksız bırakmayacağımı, amellerini zayi etmeyeceğimi, onlara cenneti sadece Benim vereceğimi, Benden başka hiç kimsenin buna kadir olamayacağını haber ver.

50

Benim azabımın elem verici bir azap olduğunu da bildir. Yani Benim azabımın elem verici bir azaptan başka bir şey olmadığını onlara haber ver.

51

Ey Rasûlüm Muhammed:

Onlara ümmetine

İbrahim'in misafirlerinden de haber ver. İbrahim'in misafirleri Cebrail ve buluğ çağına yaklaşmış, yüzleri parlak erkek çocuk kılığında on bir adet melekti. Yüce Allah bunlara ”misafir" demektedir. Çünkü onlar misafir kılığında idiler. Ya da İbrahim (aleyhisselâm)'in zannına göre misafir olduklarından, kendilerine bu niteleme yapılmıştır.

52

Onun yanına girdikleri zaman 'selâm' dediler. Yani sana selâm veriyoruz, dediler. O da, ”size de selâm" dedi ve hemen kızartılmış bir buzağı getirdi.

(İbrahim): 'Biz sizden korkuyoruz,' dedi. Burada geçen ”vecel", insanın başına kötü bir şey geleceğini tahmininden dolayı ruhunda çalkantı hissetmesi demektir. İbrahim (aleyhisselâm), bu sözü melek misafirler kendilerine takdim edilen kızartılmış buzağıyı yemeyip, ellerini sürmediklerini görünce söylemiştir. Çünkü o zamanki örf ve âdete göre onlara bir misafir konaklayınca kendisine takdim edilen yemeği yemediğinde bu misafirin bir hayır getirmediğini, kötü niyetle geldiğini zannederlerdi.

53

Melekler

dediler ki: Ey İbrahim!

'Korkma, biz sana buluğ çağına eriştiğinde

bilgin olacak

bir oğul müjdeliyoruz' Bu cümle dilbilgisi açısından yeni bir cümledir ve sebep bildirmektedir. Burada bildirilen sebep, İbrahim (aleyhisselâm)'in ve ailesinin uzun bir zaman afiyet, sıhhat ve selâmet içinde kalacaklarının müjdesidir. Arapçada ”bişârat", haber verildiğinde insanı sevindiren bir şeyi iletmek, müjdelemek demektir.

54

(İbrahim): 'Bana ihtiyarlık çökmesine rağmen beni müjdeliyor musunuz? Buradaki soru hem hayret bildirmeyi ifade etmekte ve hem de yaşının ilerlemiş olmasına rağmen çocuğunun olma ihtimalini uzak görmeyi ifade etmektedir. Bir başka ifadeyle İbrahim (aleyhisselâm) şöyle demiş olmaktadır. İhtiyarlayıp kocadıktan sonra bunca yaş ilerlemiş iken çocuk dünyaya getirmek alışılmamış bir iştir.

Beni ne ile müjdeliyorsunuz?' dedi. Âyetin başındaki ”mâ", soru edatı olup, hayret manası ifade etmek üzere getirilmiştir. Sanki şöyle denmektedir: ”Beni hangi şaşılacak şeyle müjdeliyorsunuz?"

55

'Sana kesin olarak meydana gelecek

gerçeği müjdeledik. Sakın ümitsizliğe düşenlerden olma,' dediler. Çünkü Allahü teâlâ anne ve baba olmaksızın bir insan yaratmaya kadir olduğuna göre nasıl olur da yaşı ilerlemiş bir piri fâni ile kısır bir kocakarıdan çocuk dünyaya getiremez?

56

(İbrahim) dedi ki: 'Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka, marifet yolunu ve doğru yolu şaşırmışlardan başka

kim ümit keser? Buradaki soru edatı ”inkârî" dir. Buna göre mana; Rabbinin rahmeti nden sapıklardan başka hiç kimse ümit kesmez demek olur. Marifet yolunu şaşıranlar ise O'nun rahmetinin genişliğini, ilminin ve kudretinin mükemmelliğini bilmezler. Nitekim Yakûb (aleyhisselâm) bu konuda şöyle söylüyordu: ”Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yûsuf: 87)

Bu açıklamaların ışığı altında İbrahim (aleyhisselâm)'in maksadı; kendisinin Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmadığını en beliğ bir şekilde ifade etmektir. Yani demiş olmaktadır ki, Allah'ın rahmetinden ümitsizlik diye bir şey bende mevcut değildir. Benim bütün söylemek istediğim şu durumumun bana verilecek olan o büyük nimete uymadığını, birbiriyle çeliştiğini ifade etmektir.

57

İbrahim:

Ey elçiler! (Başka) ne işiniz var,' dedi. Yani başka önemli işiniz nedir? Her halde İbrahim (aleyhisselâm) karineler vasıtasıyla anladı ki meleklerin gelişleri sadece kendisine müjde vermek için değildi. Tam tersine onların başka bir görevleri daha vardı ve bunun için gönderilmişlerdi.

58

Melekler

dediler ki: 'Biz suçlu bir topluma suçunda ısrar eden, günaha alabildiğine dalan Lût kavmine

gönderildik.

59

Ancak Lût ailesi hariç. Bu ifadeyle Lût (aleyhisselâm)'un, mü'min olan aile efradı kastedilmektedir.

Onların hepsini kavmin diğer fertlerine isabet edecek olan azaptan yani şehirlerinin altüst edilmesi azabından

kurtaracağız.

60

(Fakat Lût'un) karısı müstesna. Biz onun, kâfirlerle birlikte helak olması için

geri kalanlardan olmasını takdir ettik'.

61

Elçiler yani melekler

Lût ailesine gelince

62

(Lût) onlara: 'Hakikaten siz tanınmayan garip, üzerinde yolculuk yaptığına dair sefer elbisesi olmayan

kimselersiniz.' Bundan dolayı bana kötülük yapacağınızdan korkuyorum,

dedi.

63

Dediler ki: Biz sana tanınmaz kılığa girmemize sebep olan şeyi getirmedik.

'Aksine biz sana onların şüphe etmekte oldukları şeyi getirdik. Yani seni düşmanlarından kurtaracak olan şeyi, bir başka ifadeyle azabı getirdik. Âyette geçen ”yemterûn" üzerinde şüphe ettikleri, cehalet ve inatlarından dolayı yalanladıkları şey demektir.

64

Sana gerçeği getirdik. Üzerinde şek ve şüpheye asla mahal olmayan kesin bir gerçeği yani onların azabını getirdik.

Biz hakikaten onların başına gelecek olan şeyi haber verirken

doğru söyleyenleriz.

65

Gecenin bir bölümünde aile fertlerini yola çıkar, sen de arkalarından yürü. Onları sevketmek, yürütmek ve durumlarından haberdar olmak için arkalarından yürü. Ne sen ve ne de onlardan yani

sizden hiç kimse sakın dönüp de ardına bakmasın. Bakarsa ardındaki korkunç olayları görür de buna dayanamaz.

Size emredilen yere gidin.' Yüce Allah'ın, gitmenizi emrettiği Şam'a veya Şam'daki bir şehre gidiniz.

66

Ona Lût'a

şu hükmümüzü kesin bir hüküm olarak

vahyettik: 'Sabaha çıkarlarken mutlaka onların o günahkârların

ardı kesilmiş kökünden kazınmış ve son ferdine kadar helak edilmiş

olacaktır.' Onlardan hiçbir fert geriye kalmayacaktır. Âyet metninde yeralan ”musbihîn" (sabaha çıkarlarken) ifadesi helak olacakları vakti tayin eden bir ifadedir. Nitekim Yüce Allah ”...Onlara vaadolunan (helak) zamanı sabah vaktidir." (Hûd: 81) buyurmaktadır. Kısaca ifade etmek gerekirse Biz Lût'a variyettik ki onların hepsi sabah vakti helak olacaklardır ve nitekim de aynen bu şekilde olmuştur.

Bu âyetlerde bir takım işaretler vardır. Bunlar:

1- Hiçbir zaman nesep, akrabalık ve arkadaşlığa itibar yoktur. Tam tersine asıl itibar edilecek faydalı ilim, salih ameldir. Görüldüğü gibi Yüce Allah, Lût (aleyhisselâm)'un karısını kurtulacak olan aile fertlerinden ayırmış, onu helak olacakların arasında kılmıştır. Hazret-i Lût'un karısına böyle bir Peygamberin hanımı olması fayda vermemiştir. Nitekim Hazret-i Nûh ile oğlu Kenan arasında da babalık oğulluk ilişkisi olduğu halde bu ilişki de Nuh'un oğluna fayda vermemiştir.

2- Şek ve şüphe kâfirlerin sıfatlarındandır. Buna karşılık yakın ise müminlerin niteliklerindendir.

3- Hak yolu tutan kimsenin Allah'tan başka hiçbir şeye iltifat etmemesi gerekir. Çünkü en uzak ve en yüce maksat ve arzu Allahü teâlâ'dır.

67

Şehir halkı sevine sevine geldi. Sedum halkı Lût (aleyhisselâm)'un evine sevine sevine geldi. Lût kavminin şehirleri dört tane idi. Bazı âlimlere göre ise yedi tane idi. En büyüğü Sedum'dur. Bunlar o çirkin fiili işlemek maksadıyla Lût'un evine son derece güzel, yakışıklı ve bıyığı yeni terlemiş oğlanlar gelmiş diye sevine sevine geldiler.

68

Onlar Lût'un misafirlerine göz dikince

Lût onlara: 'Bunlar benim misafirimdir, Burada meleklere misafir denmesi, misafir elbisesi ve kılığı içinde olmalarından dolayı Lût'un böyle inanmış olması takdirine göredir.

Sakın onlara bir kötülüğe kalkışmak suretiyle

beni utandırmayın. Ya da misafirlerime karşı rezalet çıkarmak suretiyle beni rezil etmeyin. Çünkü insanın misafirine önem verilmeyince kendisine değer verilmemiş olur. Nitekim misafirine ikram edildiğinde de kendine ikram edilmiş gibi olmaktadır. Bu çirkin fiili işleme hususunda

69

Allah'tan korkun, Allah'ın size emrettiğine uyup, yasakladığından kaçının,

beni rezil etmeyin,' dedi. Onlara bu çirkin ve kötü fiili yapmaya kalkışmak suretiyle beni rezil etmeyin ve hakir duruma düşürmeyin, dedi.

70

'Biz seni, elâlemin işine karışmaktan menetmemiş miydik,' dediler. Biz sana daha önce gelip de, bizi onlara karşı fiilimizi işlemeye engel olmanı yasaklamamış mıydık, dediler. Çünkü onlar gelen her yabancıya kötülük yapmak üzere sataşıyor, karşısına dikiliyorlardı. Lût (aleyhisselâm)'da gücü yettiği kadar onlara engel oluyor, buna karşılık onlar da Lût (aleyhisselâm)'un hiç kimseyi himaye etmemesini istiyorlar, kendisini Kur'an'ın ifadesiyle şöyle tehdit ediyorlardı: ”Ey Lût! (Bu davadan) vazgeçmezsen, iyi bil ki sürgün edilmişlerden olacaksın." (Şuarâ: 167)

71

Lût: 'Alacaksanız işte benim kızlarım' dedi. Yani işte benim kavmimin kızları. Onlarla evlenirsiniz. Lût (aleyhisselâm)'un kavminin kızlarını, kendi kızı olarak nitelemesinin sebebi, her peygamberin şefkat ve terbiye açısından ümmetinin babası olması dolayısıyladır. Ya da Lût (aleyhisselâm), bu ifadeyle kendi öz kızlarını da kastetmiş olabilir. Buna göre Hazret-i Lût şöyle demiş olmaktadır: İşte kızlarım, onlarla evlenin, misafirlerime sataşmayın. Onlar daha önce de Lût'un kızlarını istiyorlar fakat ahlâksız ve pis olduklarından ve bir peygamberin kızına denk olmadıklarından kendilerine olumlu bir cevap vermiyordu. Bunun için Lût (aleyhisselâm) onlara, eğer şehvetinizi tatmin edecekseniz bunu Allah'ın helâl kıldığı yollardan yapın, haram ettiği yoldan vazgeçin demiş olmaktadır. Çünkü Yüce Allah kadınları erkekler için yaratmıştır. Yoksa erkekleri erkekler için yaratmış değildir.

Bu âyetlerde de bir çok nükteler vardır:

1- Misafire ikram etmek, vatanından uzak düşmüş kimseleri görüp gözetmek Peygamberlerin ve velîlerin ahlâkındandır. Bu hareket iyi şekilde anılmanın sebeplerindendir.

2- Her muttaki ve mü'min olan kişinin, şer nereden geliyorsa o kapıyı her türlü araçla mümkün olduğu oranda tıkaması gerekir. Görüldüğü üzere Lût (aleyhisselâm) pis niyetli kimseleri başından savacak bir çare bulamayınca onlara kendi kızına denk olmadıkları halde bir fesadı savuşturmak için kendi kızlarıyla nikâhlanmalarını teklif etmiştir.

3- Cinsel yönden tatmin mahalli erkekler değil, kadınlardır. Nitekim âlimler bıyığı yeni terlemiş delikanlılara bakmak daha beterdir. Çünkü oğlanlardan, cinsel yönden yararlanmak helâl değildir, demişlerdir.

72

Ey Rasûlüm Muhammed!

Hayatın hakkı için onlar, sarhoşlukları içinde oğlanları bırakıp kızlara yönelmeyerek azgınlıkları ve sapıklıkları içinde

bocalıyorlardı. Şaşkınlık ve mücadele içinde bocalayıp dururlar. Böyleleri nasihata nasıl olur da kulak verirler?

Bu âyet-i kerimede Allahü teâlâ Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hayatına yemin etmektedir. Bu tarz ifadeler meşhurdur ve Cumhur da bu kanaattedir. Aslında Arapçada ”amr", ”umr" kelimeleri aynı anlamdadır ve ömür demektir. Ancak Araplar ömre yemin edilecekse bunun ”amr" şeklinde olanını özellikle kullanmışlardır. Bunu daha kolayım tercih ettikleri için yapmışlardır. Zaten bu amaçtan dolayı amr kelimesinin haberini (yüklemini) hazfetmişlerdir. Cümlenin haziften önceki hali: ”Le amrüke kasemî" demektir.

Yine bu âyette geçen ”ya'mehûn" ifadesiyle ilgili olarak el-Kamus'da denir ki: ”el-ameh", bir kimsenin kendisine doğru yolu gösterecek delili bilmediği için sapıklık içinde bocalaması demektir.

İbn Abbas (radıyallahü anhüma)'nın şöyle dediği rivayet olunur: ”Allahü teâlâ kendi katında Hazret-i Muhammed'den daha şerefli hiçbir nefis yaratmamıştır. Çünkü O'nun Muhammed'den başka hiç kimsenin hayatına yemin ettiğini görmüyoruz."

Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de yedi yerde kendi nefsi üzerine yemin etmiştir. Kur'an'daki diğer yeminler O'nun mahlukatı üzerine yapılmış kasemlerdir. Mesela

"İncire, zeytine ... yemin ederim ki" (Tin: 1),

"Saf saf dizilmişlere ... yemin ederim ki" (Saffât: 1),

"Güneşe ... yemin ederim ki" (Şems: 1),

"Kuşluk vaktine ... yemin ederim ki" (Duhâ: 1) vb.

Burada şöyle bir soru insanın aklına gelebilir: Acaba Yüce Allah'ın yemin etmesinin hikmeti nedir? Eğer mü'min için yemin ediyorsa, mü'min zaten sadece haber verilmek suretiyle yeminsiz ifadelere inanmaktadır. Eğer kâfir içinse herhangi bir faydayı zaten vermeyecektir. O halde bu yeminin hikmeti nedir? Bu soruya cevabımız şöyledir: Kur'an-ı Kerim Arapça nazil olmuştur. Arapların âdeti herhangi bir şeyi pekiştirmek istediklerinde yemin etmektir.

Allahü teâlâ'dan başkası adına yemin etmek yasaklandığı halde Yüce Allah'ın, yaratıkları üstüne yemin etmesinin hikmeti nedir diye sorulacak olursa bunun bir kaç yönden açıklaması vardır. Bunlar:

1- Bu kelimelerin başında gizli bir muzaf (tamlanan) vardır. Buna göre ”İncirin Rabbine, güneşin Rabbine ve ömrü bahşeden Rabbe yemin ederim." demek olur.

2- Araplar, üzerine yemin edilen bu nesneleri tazim ederler ve bunlara yemin ederlerdi. Kur'an-ı Kerim de onların gelenek haline getirdikleri bu üslup üzere indiği için bu nesneler üzerine yemin edilmiştir.

3- Yemin, üzerine yemin edilen nesneyi tazim eden ve büyüten neyse onun adına yapılır. Yüce Allah bazen kendi üzerine ve bazen de yarattığı eşyalar üzerine yemin etmiştir. O, yarattığı nesnelerden dilediği şeylerin üzerine yemin etmiştir. Ancak Yüce Allah'ın dışında hiç kimse Allah'tan başkası üzerine yemin edemez. Bu ”imtinân" (minnet altına sokma) yı yasaklamak gibidir. Nitekim Yüce Allah; ”Onlar İslama girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar... Bilesiniz ki sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütuf ta bulunmuştur, (minnet altına sokmuştur.)" (Hucurât: 17) ve yine Allah'tan başkası adına yemin etme yasağı nefsi tezkiye etme ve methetme yasağı kabilindendir. Yüce Allah, kendisi kendi nefsini methetmiştir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerimede ”Hayatın hakkı için" ifadesinde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın adına yemin etmiştir. Böylece, O'nun kendi katında ne kadar büyük ve mertebesinin yüce olduğunu insanların öğrenmesini murad etmiştir. Yemin, üzerine yemin edilen şeyin ya faziletinden ya da ”İncire, zeytine ... yemin ederim ki" (Tîn: 1,2) âyet-i kerimesinde olduğu gibi bir menfaat ve yararından dolayı edilir. Cahiliyet döneminde babaların ve dedelerin üstüne yemin etmek âdetten idi. Allahü teâlâ, İslâm’ı getirince Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların Allah'tan başkası adına yemin etmelerini yasaklamıştır. Allah'tan başkası üzerine yeminin yasaklanmasının hikmeti şudur: Yemin, üzerine yemin edilen nesnenin ta’zimini gerektirir. Gerçek azamet ise sadece Allahü teâlâ'ya mahsustur. Çünkü Allah'ın üzerinde adına yemin edilecek yüce bir şey yoktur.

73

Güneş doğarken bir başka ifadeyle güneşin doğduğu vakte onlar ererlerken

onları. Lût kavmini

o korkunç ses yakaladı. Cibril (aleyhisselâm)'in sesi yakaladı. ”Güneş doğarken" ifadesi tıpkı daha önce geçen ”Sabaha çıkarlarken mutlaka onların ardı kesilmiş olacaktır." (Hicr: 66) âyet-i kerimesinde olduğu gibidir.

74

Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik. Şehirlerini Cebrail'in kanadında göğe doğru yükselttik, sonra tepelerine ters çevirdik. Böylece şehirleri başlarına geçmiş oldu.

Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık. Burada geçen ”siccîl" kelimesi taşlaşmış çamur demektir. Bu taşların üzerinde kime atılacaksa onun ismi yazılıdır ve böylece yere geçirilerek ve taşlanarak helak olup gitmişlerdir.

75

İşte bunda zikredilen bu kıssada

iyice düşünen feraset sahibi kimse

ler için işaretler vardır. Alâmetler vardır. Onlar bu alâmetlere bakarak hakkın hakikatini elde ederler ve bundan ibret alırlar. Bu iyice düşünen kimseler birşeyin hakikatini, içyüzünü, vasıflarını öğrenmek için bakışlarını iyice yayarlar. Ayetin metninde geçen ” mütevessimîn", Arapçada ”tevesseme'ş-şey'e" kökünden türemedir. Manası iyice düşündü ve seçti demektir.

76

Onlar hala gözler önünde duran bir yol üzerindedirler. Onlar, insanların gelip geçtiği Mekke ile Şam arasındaki o şehirlerin kalıntılarını görürler. Ey Kureyş! Siz de onların kalıntılarına bakarak ibret ahmz.

77

Hakikaten bunda helak olan bu kavme ait helak izlerinin, insanların gözlerinin önlerinde oluşlarında ve gidip gelirken bu izleri müşahede edişlerinde Allah'a ve O'nun Peygamberine

iman edenler için büyük

bir ibret vardır. Çünkü o iman edenler, helak edilenlerin başlarına gelen ve diyarlarını dümdüz eden o azabın yaptıkları kötü fiilleri neticesi başlarına geldiğini bilmektedirler.

Bu âyet-i kerimelerde bir takım nükteler vardır:

1- Âyet-i kerimede ”feraset" yani isabetli bir bakış ve anlayış methedilmektedir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem); ”Mü’minin ferasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah'ın nuruyla bakar." buyurmuş, sonra da ”işte bunda iyice düşünenler için işaretler vardır" (Hicr: 75) âyet-i kerimesini okumuştur."

2- Geçmiş ümmetlerin helak edilmesi, müminlerin de kurtarılması olayı bir uyarı, vaad ve tehdit içermektedir. Onların durumlarından ibret almak, fiillerinden kaçınmak ve ağlamak lazımdır. Çünkü zalimlerin diyarları ve akıbetleri gözler önündedir.

78

Eyke halkı da gerçekten zalim idiler. Haddi aşmışlardı. Eyke halkı Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavmidir. ”Eyke" kelimesi, sık ormanlık demektir.

79

Biz onlardan da intikam aldık. Yüce Allah'ın, onlardan intikamı şöyle olmuştu: Allahü teâlâ onların üzerlerine yedi gün sıcak bir havagönderir. Onlar, sıcaklığın şiddetinden serinlemek üzere ormana çıkarlar. İşte bunun üzerine Semûm rüzgârı (sam yeli) bir ateş getirir ve hepsini yakar. Bu azap ”yevmu'z-zulle" (gölge gününün azabı) dır. Onların zulümleri Allah'a şirk koşmak, yol kesmek, ölçü ve tartıda hile yapmak idi. Allahü teâlâ da bunlardan korkunç bir sesle sarsıntıyla ve gölge gününün azabıyla intikam aldı. Şuayb (aleyhisselâm)'ın kavmi Lût kavmine yakın idiler.

İkisi de Lût kavminin yaşadığı şehirler ve Eyke

açık bir yol üzerindedir.

Âyet metninde yeralan ”imâm" kelimesi, kendisine uyulan anlamında bir isimdir. Nitekim kelime bu manasıyla Kur'an-ı Kerim'de bir kaç yerde geçmektedir.

Meselâ; ”Bir zamanlar Rabbi, ibrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, onları tam olarak yerine getirince: 'Ben seni insanlara imam/önder yapacağım,' demişti." (Bakara: 124) Buradaki ”imam" kelimesi, kendisine uyulan anlamınadır.

Kitaba da imam dendiğini görmekteyiz: ”Her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağımız o günde..." (İsrâ: 71) Buradaki önderden maksat, o ümmetlerin kitabıdır.

Bir başka misal; ”...Biz her şeyi apaçık bir ”imâm" da sayıp yazmışızdır ." (Yâsîn: 12) Buradaki ”imâm" dan murat da Levh-ı Mahfûz'dur. Ayrıca yola da imâm denilir. Çünkü misafir yola uyar ve ona bakarak gideceği yolu bulur.

Rivayet olunduğuna göre adamın biri kendisine ait bir gemide şarap satıyordu. Gemide kendisiyle birlikte bir de maymun vardı. Adam şaraba su katıyordu. Birden maymun onun elindeki keseyi alıp geminin zirvesine çıkar, keseyi açar, içinden bir dinarını gemiye, bir dinarını denize atar. Böylece paraların yarısı gemiye, yarısı denize atılmış olur. (Böylece şaraba kattığı sudan elde ettiği paralar suya gitmiş olur.)

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: ”Emanet zayi olundu mu kıyameti bekle." Bir başka hadis-i şerifte ise: ”insanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki kişi parayı helâlden mi, yoksa haramdan mı kazandığına aldırmayacaktır. ”

Ey Âdemoğlu! Gözün harama dikilmiş, dilin günahlara dalmış, vücudun dünya malı toplamak için yorulmaktadır. Ey zavallı, uyansana. Sen bu gaflet içinde debelenirken ömrün gelip geçiyor. Selâmetine giden delil nerede?

Aşırt gitme, gideceğin yol ”orta yol"

İstersen bunu iste, en üstünü çünkü ”orta yol"

İnsanoğlu arzular dünyayı ve süsünü

Hiç sormaz kendine akıbeti ne yol?

Elden gidince dünya ayırınca gözünü.

Çıkar ortaya aklanan kim, kim vermiş musibetlere yol!

80

Yemin olsun Hicr halkı da Peygamberleri yalanlamıştı. ”Hicr" Salih (aleyhisselâm)'in kavmi Semûd arazisinin adıdır. Burası Medine ile Şam arasında bulunmaktadır. Semûd kavmi Arap kökenli idiler. Salih (aleyhisselâm) onların içinde neseb bakımından en üstünü idi. Allahü teâlâ onlara bir Peygamber gönderdi ve Hicr halkı, yani Semûd, Peygamberleri bir başka ifadeyle Salih (aleyhisselâm)'i yalanladılar.

Sadece bir Peygamberi yalanladıkları halde ”Peygamberleri yalanladılar. ” denmesi şundandır. Bir kimse Peygamberlerden herhangi birini yalanlıyorsa bütün Peygamberleri yalanlıyor demektir. Çünkü bütün Peygamberler aynı tevhid inancını getirmişler, milletten millete ve şehirden şen ire farklılık göstermeyen, dinin temel ilkelerini tebliğ etmişlerdir. Bu ifadenin benzeri şöyle bir cümle olabilir: Filan kimse elbiseler giyip hayvanlara biniyor. Oysa onun bir elbise ve bir hayvanı vardır. Çoğul kelime kullanıldığı halde tekil kasdedilmiştir.

81

Biz onlara Semûd'a

mucizelerimizi vermiştik, Bu mucize Salih (aleyhisselâm)'in devesi idi. Bu devede birçok mucizeler vardı. Salih (aleyhisselâm) durmadan onları dine davet edince kendilerine mucize olarak bir deve çıkarması teklifinde bulunurlar. Deveyle Semûd kavminin hikâyesi Kur'an-ı Kerim'de zikredildiği gibidir.

Fakat onlardan bu mucizelerden tam manasıyla

yüz çevirmişlerdi. Dahası bu mucizeye karşı gelmişlerdi. Çünkü deveye yapacaklarını yapmışlardı.

İbnu’l-Cevzî der ki: ”Semûd kavmi ne deveden ibret aldılar ve ne de kendilerine verilen süte şükrettiler. Nimet veren Hakka karşı geldiler ve şımardı lar. Her bir mucizeyi gördüklerinde inkâr ettiler. Çünkü kötü bir karakter asla değişmez. Onların takdir olunan kaderleri sapıklıktır. Bu asla ortadan kalkmaz."

82

Onlar dağlardan sağlam olduğu için yıkılmaktan, hırsızların girmesinden, düşmanların tahribatından ya da azap ve musibetlerden

emniyet içinde kalacakları evler oyarlardı. Âyet metninde yeralan ”cibâl", (cebel) kelimesinin çoğuludur. Cebel, yeryüzüne kazık gibi çakılan uzun ve büyük nesneye denir. Eğer bu nesne tek ise Arapçada bunun adı ”ekeme" (tepe) dir. Ayette geçen ”Büyüt" ise ”beyt" kelimesinin çoğuludur. Beyt, üzeri örtülü, içinde gecelemek için yapılan ev demektir.

83

Onları da sabaha çıkarlarken dördüncü günü sabah vaktine girerlerken

o korkunç ses Cebrail'in sesi

yakaladı. Çünkü Cebrail onların arasında öyle bir çığlık attı ki hepsi birden helak oldular.

84

Sağlam ev yapmaları, bol bol para kazanmaları ve sayılarının çoklu-! ğu gibi

kazanmakta oldukları şeyler onlardan hiçbir zararı savmadı.

Onların başına gelecek azabı savamadı.

Rivayete göre Salih (aleyhisselâm) kavmi helak olduktan sonra Müslüman olanlarla birlikte Şam'a geçer. Orada Filistin de bulunan Remle şehrinde konaklarlar. Sonra Mekke'ye gider ve orada vefat eder. Vefat ettiğinde yaşı ellisekizdir. Salih (aleyhisselâm), kavmi arasında yirmi sene kalmıştır.

Cabir (radıyallahü anh)'dan rivayet olunur: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hicr'e gittik. Rasûlüllah bize buyurdu ki: ”Nefislerine zulmeden kimselerin meskenlerine, onlara isabet eden azabın aynısı başınıza gelmesin diye ancak ağlayarak giriniz." Bu olay Tebuk Gazvesi sırasında meydana gelmişti. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu diyardan ashabının, orada yaşayanların başına gelenlerden ibret almadan geçeceklerinden korkmuş ve onları uyarmıştı. Rasûlüllah insanın, zalimlerin bulundukları yerde mesken edinmesinin doğru olmayacağı yolunda ashabını ikaz etmişti. Çünkü o, zâlimlerin yurtları şu anda boş bile olsa onların başına gelen azabın, ashabının da başlarına geleceklerinden, ya da onların ahlâklarından etkileneceklerinden korkuyordu. Çünkü bu zâlimler her ne kadar şu an için orada olmasalar da helâklarına dair izler onların ahvalini hatırlatmaktadır ve belki de bu izler bir kalp katılığı ve zorbalık doğurabilir.

85

Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık. Hak ve hikmet ile yarattık. Yoksa batıl ve boş yere yaratmadık. Hak ile yarattık ki benim kullarım onlara baksınlar da ibret alsınlar.

O saat kıyamet

mutlaka gelecektir. Kaçınılmaz olarak mutlaka gerçekleşecektir. Burada kıyamet gününe ”saat" denmesi, her saat kopmasının beklenmesinden dolayıdır. Çünkü kıyamet bir andır ve bu bir an içinde büyük bir olay olacaktır.

Kıyamet kopunca ey Muhammed, Allahü teâlâ o gün senin düşmanlarından intikam alacaktır.

Şimdilik güzel bir şekilde (onlardan) yüz çevir. Yani sen yalancılardan güzel bir şekilde yüz çevir. Onların eziyetlerine tahammül et ve kendilerine ağırbaşlı ve bağışlayıcı bir kimse gibi muamele et.

86

Şüphesiz seni kemalin zervesine ulaştıracak olan

Rabbin, hakkıyla seni, onları ve diğer varlıkları

yaratan, senin ve onların ahvalini

pek iyi bilendir. O halde senin Rabbin bütün her türlü şeyi kendisine aralarında hüküm vermek üzere havale etmene lâyık bir Rabdir.

Bu âyet-i kerime, muhaliflere bile güzel ahlâk ile muamele etmeyi emretmektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) insanların içinde ahlâkı en güzel olanı, ağırbaşlılık itibariyle en önde bulunanı, en çok bağışlayanı ve en fazla cömert olanı, idi.

Zeyne'l-Âbidîn affı, bağışlaması çok büyük bir kişiydi. Hatta adamın biri ona ağır bir söz söylemiş, Zeyne'l-Âbidîn bunu duymamazlıktan gelmişti. Bunun üzerine adam, Zeyne'l-Âbidîn'e: Seni kasdediyorum, demiş, o da ben de senden yüzçeviriyorum demişti. Zeyne'l-Âbidîn bu sözüyle; ”Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüzçevir." (A'raf: 199) âyet-i kerimesine işaret ediyordu.

Medine valisi Abbasilerden Cafer b. Süleyman, İmam Malik (radıyallahü anh)'i döver, kötü sözler söyler ve bayıltır. İmam Malik aydınca: ”Hepiniz şahid olunuz, bana vurana hakkımı helâl ediyorum," der. Sonra bunun sebebi kendisine sorulur. İmam Malik: ”Öleceğimden ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ailesine mensup bir kişinin, benim sebebimle cehenneme gitmesi dolayısıyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı mahcup olacağımdan korktum," der. Halife Mansur, Medine'ye gelince Cafer'den kısasen hakkını alması için İmam Malik'i çağırır. İmam: ”Allah'a sığınırım, Yüce Allah'a yemin ederim ki bana vurmuş olduğu her kamçıyı ben affettim. Çünkü o, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın akrabasıdır," der.

Âlimler, ”hilm" (sabırlı ve hazımlı olmak) ahlâkın tuzudur, demişlerdir.

87

Ey Rasûlüm Muhammed!

Yemin olsun ki Biz sana (Kur'an'dan) tekrarlanan yedi âyeti Fatiha'yı çünkü Fatiha âlimlerin ittifakıyla yedi âyettir,

ve yüce Kur'an'ı verdik. Burada geçen ”mesânî" kelimesi Kur'an demektir. Âyet metninde yeralan ”min" kelimesi kısım bildirmektedir. Nitekim bunun benzeri Zümer sûresinde şöyle geçmektedir:

"Allah, sözün en güzelini birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi." (Zümer: 23) Burada yeralan ”mesânî" kelimesi, ”mesnâ" kelimesinin çoğuludur. Bu ismi alması tekrar edilmesinden dolayıdır. Gerçekten Kur'an-ı Kerim'de birbiriyle eş olarak tekrar edilen terimler vardır: Vaad-tehdit, emir-nehiy (yasaklama), sevap-ikâb (ceza verme) ve kasas (hikâyeler) bunlardan bazılarıdır. Âyet metninde yer alan ”Yüce Kur'an" ifadesi, tümün bir kısına atfedilmesi olayıdır. Bir başka ifadeyle Kur'an'dan bir parça olan Fatiha sûresine Kur'an-ı Kerim'in tamamı burada atfedilmiştir. Âyeti bu şekilde anlamak ve açıklamak mümkün olduğu gibi ”min" kelimesinin, beyan ifade etmiş olması da mümkündür. Bu takdirde âyette yeralan ”seb'an" kelimesi ”mesânî"nin aynısı olur. Yani Kur'an'dan olan Fatiha" demek olur. Bunun benzeri şu âyet-i kerimedir:

"O halde pislikten, putlardan sakının." (Hâc: 30) Bu âyeti yukarıdaki gibi açıklarsak pislikten kaçının demek olur.

Burada Fatiha'ya mesâniye denmesi, namazlarda okunuşunun tekrar edilmesinden dolayıdır. Çünkü Fatiha kendisinden sonra okunan sûre ve âyetlerle tekrar edilir, her rekâtta okunur. Sonra Fatma'nın yansı kulun Rabbine övgüsü, yarısı da Rabbin kula olan ihsanını ihtiva eder. Bu açıklamayı Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın Ebû Saîd'e söylemiş olduğu şu ifadeler desteklemektedir: ”Sana öyle bir sûre öğreteceğim ki bu sûre Kur'an'daki en büyük sûredir." Ebû Saîd: ”Nedir o sûre yâ Rasûlallah?" diye sorunca Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn'dir. Bu sûre Seb'u'l- Mesânî'dir ve hana verilen Yüce Kur'an dır" buyurur.

88

Sakın onlardan bazı sınıflara kâfirlerden bazılarına

verdiğimiz dünya malına dünyanın süsüne, zînetine, güzelliğine ve depdebesine hayran kalarak ve senin de aynısının olmasını temenni ederek

göz dikme göz dikip de iştah kabartarak tamah etme. Yani gözünü dikip durma. Çünkü dünya malı ve serveti sana verilen Peygamberlik, Kur'an ve faziletlerle kıyaslanacak olursa çok hakir kalır, aldırmaya bile değmez. Çünkü sana verilen şey en büyük nimettir. Sana bahşedilen şeylerle müstağni ol, dünya metâına dönüp de bakma. Şu hadis-i şerif bu manayı vurgular: ”Kur'an ile müstağni olmayan bizden değildir. ”

El-Hafız bu hadisin manasıyla ilgili dört çeşit açıklama yapmıştır:

1- Buradaki ”teğannî" den maksat, sesi yükseltmektir.

2- Başka kitaplara muhtaç olmaksızın Kur'anla yetinmektir. Çünkü Kur'an üstün bir kitaptır. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) der ki: ”Herhangi bir kimseye Kur'an verilse de o, kendisine dünyalık verilen birinin kendisine verilenden daha değerli bir şey aldığı kanaatini taşısa, yüce olan Kur'an'ı küçültmüş, küçük olan şeyi tazim etmiş olur."

3- ”Teğannî" manayı bozmayacak şekilde sesi güzelleştirerek okumak demektir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Arapların şiir söylerken teğannî yapmalarını bırakıp, şiir okurken alıştıkları bu teğannîyi Kur'an okurken yapmalarını tercih etmiştir.

4- ”Teğannî" insanın sesini güzelleştirmesi, Kur'an okurken sesini dalgalandırın aksızın hoş bir şekilde okumasıdır.

Onlardan kâfirlerden

dolayı üzülme ve mü'minlere alçak gönüllü ol. Seninle birlikte bulunan fakir mü'minlere alçak gönüllü ol ve onlara acı. Âyet metninde yeralan ”vahfid cenâlıake" (kanatlarını yay) ifadesi kuşun yere inerken kanatlarını yayması fiilinden istiare yoluyla alçak gönüllü olmak manasına kullanılmıştır.

89

De ki: 'Şüphesiz ben apaçık bir uyarıcıyım.' Allah'ın azabının ineceğini size ifade eden ve bu konuda sizi ikaz edenim.

Bu âyetin nüzul sebebi olarak ”Yemin olsun ki Biz sana Kur'an'dan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı verdik" âyet-i kerimesidir. Ebû Cehil'e ait bir kervan Şam'dan büyük bir mal yükü ile geliverir. Bu kervan yedi kafileden ibarettir. Rasûlüllah ve ashabı kervanın getirdiği mallara bakmaktadırlar. Peygamberin ashabının ekserisi aç ve çıplaktır. Rasûlü Halı (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın aklından, ashabının ihtiyaç içinde olduğu geçer. Bunun üzerine âyet-i kerime nazil olur. Yani Yüce Allah Rasûlüllah'a demiş olmaktadır ki, yedi kafileye bedel olarak sana Kur'an'dan yedi âyettik Fatihayı verdik. O halde Ebû Cehil'e verdiklerimize bakma. O, alçak dünya metaldir. Sonra ashabının haline de üzülme. Onlara alçak gönüllü ol. Çünkü senin onlara alçak gönüllü olman, sevilen dünyalık elde etmelerinden daha fazla onların kalbini hoş edecektir.

90

Tıpkı kısımlara ayıranlara indirdiğimiz gibi indirdik. Bu ifade yukarıda geçen ”Yemin olsun ki Biz sana Kur'an'dan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı verdik" âyet-i kerimesine bağlıdır. Bir başka ifadeyle burada sana Kur'an'dan yedi âyeti ve yüce Kur'an'ı tıpkı kısımlara ayıran Yahudi ve Hristiyanlara iki kitabı indirmemize benzer biçimde indirdik demek olur.

91

Ey Rasûlüm Muhammed!

Onlar sana indirilen

Kur'an'ı bölüp ayıranlardır. Kur'an'ı, hak ve batıl diye bölüp ayıranlardır. Çünkü inatla ve düşmanca diyorlar ki: ”Kur'an'ın bir kısmı haktır, Tevrat'a ve İncil'e uygundur.

Bir kısmı da batıldır ve bu kitaplara aykırıdır." Burada verdiğimiz mana İbn Abbas (radıyallahü anhüma)'dan rivayet olunmuştur.

Âyet metninde geçen ”idin" kelimesi, ”ıda" kelimesinin çoğuludur. Kelime, fırka, grup demektir. Burada Kur'an'ın, bölünmesi canlı olan bir varlığın bölündüğünde hayatının sona ermesiyle sonuçlanacak bir parçalanma deyimi ile ifade edilmesi onların yüce Kur'an'a karşı yaptıkları hareketin ne kadar çok çirkin olduğunu vurgulamak içindir. Nitekim bazı âlimler Kur'an'ı bölen kimselerin on iki kişi olduklarını ve kendilerini hac mevsiminde el-Velîd b. Muğîre'nin gönderdiğini, gönderilenlerin Mekke'nin çeşitli yörelerine ve yollarına dağıldıklarından bahsederler. Bunlar orada Mekke'nin giriş kapılarında otururlar, hacılar geldiğinde içlerinden birisi, bu adama aldırış etmeyin o, delinin birisidir der. Diğeri kâhindir, bir başkası müneccimdir, bir diğeri şâirdir, bir başkası büyücüdür derdi ve her biri insanları Peygamber efendimizin peşinden gitmekten alıkoyarlar, gelenleri kendi yanlarında alıkoyarlardı. Bunların hepsini Yüce Allah Bedir savaşında helak etmiştir.

92

Rabbin hakkı için mutlaka onların hepsini 'ne yapıyordunuz' diye sorguya çekeceğiz. Bu soru bir azarlama ve niçin böyle yaptınız şeklinde bir çıkışma sorusudur. Yüce Allah Rahman sûresinde şöyle buyurur:

"İşte bugün insana da, cine de günahı sorulmaz." (Rahman: 39) Bunun manası şudur: Kendilerinden öğrenilmek üzere ne yaptınız diye sorulmaz. Çünkü bilgi alma sorusu, her şeyi bilen ve mülkün sahibi Allah açısından gereksizdir.

93

Bak. Âyet 92

94

Sana emrolunanı açıkça söyle sana emrolunan şeriatı açıktan açığa ifade et ve ortaya çıkar. Arapçada ”sadaa bi’l-hucceti" denilir ki manası, delilini açıktan açığa ortaya koydu demektir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyetin nüzulünden önce kendine gelen şeriatı gizliyordu. Allahü teâlâ'nın indirmiş olduğu şeylerden hiçbirini ”Sana emrolunanı açıkça söyle." âyet-i kerimesi ininceye kadar açıkça söylememiştir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şeriat ve ahkâm kabilinden olan şeyleri açığa vurması emrolunmuştur, yoksa bilgi kabilinden olanlar değil.

Ve ortak koşanlardan yüzçevir. Onların dediklerine aldırma ve dönüp bakma ve onlardan intikam almaya kalkışma.

95

(Seninle) alay edenlere karşı Biz sana yeteriz. Onları helak eder köklerini kazırız.

96

Onlar Allah ile beraber başka bir tanrı edinenlerdir. Yani putları ve başka şeyleri tanrı edinenlerdir. Alay edenlerin burada Allah ile beraber başka bir tanrı edinme vasfıyla nitelendirildiklerini görmekteyiz. Onların bu şekilde tavsif edilmeleri Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmek ve kendisine yapılan hitabı değersiz kılmak, önemsiz olduğunu ifade etmek içindir. Bu ifade alaycıların alaylarını sadece ona yöneltmediklerini, tam tersine daha büyük bir günah olan Allah'a şirk koşmaya cürete kalkıştıklarını vurgulayarak yapılmaktadır.

Yakında bilecekler. Bu ifade bir tehdit ifadesidir. Hükümdarların vaadlerinde ve tehditlerinde yeralan ”sevfe", ”lealle" ve ”asâ" ifadeleri o hükümdarın bu vaadinde ve tehdidinde doğru söylediğini ve ciddi olduğunu gösterir. Artık o sözden sonra vaadin veya tehdidin doğruluğu üzerinde herhangi bir şüphe yoktur. İşte bu âyette Yüce Allah'ın vaadi ve tehdidi de aynı üslûp üzere cereyan etmektedir.

Cumhura göre bu âyet-i kerime Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a eziyet etmekte ve onu alaya almakta ileri giden müşriklerin önde gelenlerden beş kişi hakkında nazil olmuştur. Yüce Allah bunları aynı günde helak etmiştir. Bunların helak edilişi Bedirden önceydi. Aralarında Amr b. El-Âs'ın babası el-Âs b. Vâil de bulunuyordu. el-Âs, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasından burnuyla ve ağzıyla hareket ediyor, Peygamberi alaya alıyordu. Yağmurlu bir günde biniti üzerinde iki oğluyla birlikte sefere çıkar. Mekke'deki vadilerden birisine konaklar. Ayağını yere koyar koymaz beni yılan soktu der. Yılanı araştırırlar, fakat hiçbir şey bulamazlar. Ayağı şişe şişe deve boynu gibi olur ve oracıkta oluverir.

Bu beş kişiden birisi de el-Hâris b. el-Kays'tır. Bu adam tuzlu bir balık yer. Ardından şiddetli bir hararet vücudunu sarar. Nihayet su içe içe karnı patlar ve bulunduğu yerde o da ölür.

Bir üçüncüsü el-Esved b. el-Muttalib b. el-Hâris'tir. Bu zât oğluyla birlikte birgün çıkar. Kendine Cebrail gelir. el-Esved bir ağacın dibinde oturmaktadır. Cebrail dibinde oturduğu ağacı başına vurmaya başlar. Oğlundan yardım diler. Oğlu: Sana ilişen hiç kimseyi görmüyorum. Kendinden başka sana birşey yapan yok, der. Böylece el-Esved de olduğu yerde ölüp kalır. el-Esved ve arkadaşları, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a göz işaretiyle alay eder, onu gördüklerinde hep birlikte ıslık çalarlardı.

Bu bedbahtlardan bir diğeri de Esved b. Abdi Yeğûs'tur. Bu adam, ailesiyle birlikte yola çıkar. Kendisine öyle şiddetli bir ateş gelir ki sonunda kömür gibi kapkara olur. Bu kişi Müslümanları görünce sahabeyi alaya alarak arkadaşlarına derdi ki: ”Bakın, bakın. Kisrâların ve kayserlerin mülküne vâris olacak yeryüzü hükümdarları geliyor." Çünkü sahabenin elbiseleri eski, yaşantıları meşakkatli idi.

Beşinci bedbaht ise el-Velid b. el-Muğîre idi. Bu adam Halid b. Velid'in babası, Ebû Cehil'in amcasıydı. Birgün salınarak ve böbürlenerek yola koyulur. Nihayet ok yapan bir adamın yanında durur. Elbisesine bir ok takılır. Kibirinden dönüp de oku üzerinden atmaz. Ridâsının ucunu omzuna almak üzere çeker. İşte bu esnada ok, kolundaki hayat damarına rastlar ve o damarı keser. Ardından kanı bir daha hiç dinmez ve sonunda ölür.

97

Onların söyledikleri şirk sözleri, Kur'an hakkındaki ifadeleri ve seninle bunun yanında Kuranla alay etmeleri gibi

şeyler yüzünden senin canının sıkıldığını -Yemin olsun- biliyoruz.

98

Sen şimdi hamd ile Rabbini tespih et sen Rabbine sığın. Başına gelenlerden ve iç sıkıntısından Rabbine sığın.

Bilindiği üzere ”sübhânellah" kelimesi Allahü teâlâ'nın zâtından ve sıfatlarından noksanlığı ve ayıbı çekip alan bir kelimedir. O'nun el-kuddûs ve es-selâm gibi selbî isimleri bu kelimenin içinde mevcuttur. el-Kuddûs; her türlü ayıptan temiz, es-Selâm her türlü âfetten salim demektir.

"Elhamdülillah" ifadesi ise her türlü kemâlin ve mükemmemmiğin, Allahü teâlâ'nın zatına ve sıfatlarına tanınmasını ifade eden bir kelimedir. Allahü teâlâ'nın isbat içeren, alîm, kadîr, semî', basîr vb. hiçbir ismi yoktur ki elhamdülillah kelimesinin içinde yer almasın.

Sübhanellâh ifadesiyle aklımızın erdiği her ayıbı ve anladığımız her noksanı Allahü teâlâ'dan uzaklaştırıyoruz. Elhamdülillah ifadesiyle de bildiğimiz her mükemmelliği, aklımızın erdiği her yüceliği O'na veriyoruz demektir.

Ve secde edenlerden namaz kılanlardan

ol ki bu sana yetsin ve üzüntüyü senden gidersin.

Rivayete göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a herhangi bir iş ağır geldiği zaman hemen namaza sığınırdı.

Şerhu'l-Hikem'de denir ki: ”Kalplerin muradına eremediği ve alıştığı şeyler birbirine karıştığında meydana gelen üzüntü ve kederleri, açıkça görme halinden engellenmelerinden dolayıdır. Çünkü kalpler failin güzelliğini görebilselerdi uzaklığın elemi onlara güzel gelirdi. Bu tıpkı Yûsuf'un güzelliği karşısında ellerini kesip doğrayan kadınların hikâyesine benzer. ”

99

Ve sana yakîn ölüm

gelinceye kadar Rabbine ibadet et. Bulunduğun ibadet halini sürdürmeye devam et. Burada ölüme ”yakîn" denilmiştir. Çünkü her canlı mahluka ölümün birgün gelip çatacağı kesindir. Buna göre âyetin manası; sen hayatta sağ olduğun sürece ibadetlerini bir an olsun aksatmadan devam et, demektir. Bu tıpkı Meryem süresindeki şu âyete benzer: ”Nerede olursam olayım O, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekâtı emretti." (Meryem: 31)

Allahü teâlâ bu âyet-i kerimede ibadeti ölümle sınırlamıştır. Böylece ibadetin ölümün dışında bir şeyle biteceği gibi yanlış bir izlenimi ve kanaati ortadan kaldırmıştır. İnsanoğlu öldüğü zaman ameli kesilir ve artık geriye sevabı kalır.

Allah'a hamd ve şükür olsun ki Hicr Sûresi sona erdi.

0 ﴿