KEHF SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 110 âyettir. 1Kuluna Kitab'ı indiren ve ona eğrilik koymayan Allah'a hamdolsun. Âyetin başlangıcında geçen ”elhamdü lillâh" ifadesindeki ”lam" harfi, istihkak ifade eder. ”Her türlü övme, sena ve şükre müstehak olan sadece Allah'tır." Anlamına gelir. Çünkü her şey O'nun verdiği nimetlerdir. O'ndan başka nimet verecek olan yoktur. Kaysarî şöyle der : ”Allah'a hamdetmek; sözle, hareketle ve hâl ile olur. Sözle olan hamd, dille yapılan hamd ve kendisini peygamberleri diliyle nasıl sena etmişse, aynen o şekilde sena etmektir. Hareketle olan hamd, Allah'ın rızasını kazanmak için ve onun tarafına yönelerek bedenle yapılan hayırlar ve ibadetlerdir. Dille hamdetmek gerekli olduğu gibi, bedenin her bir organına karşılık olarak ve her halükârda hamd etmesi gerekir. Nitekim, Rasûlüllah'ın şöyle buyurduğu vâriddir: 'Her durumda Allah'a hamdolsun.' Bunun için de, her organ ne için yaratılmış ise, o görevi yerine getirmek mecburiyetindedir. O görev, Hakk'a kulluk ve O'nun emrine boyun eğmektir. Hâl ile olan hamde gelince, o da ruh ve kalb ile yapılan hamddır. İlmî ve aklî olgunluğa ulaşmak, ilâhî ahlâkı elde etmek gibi. Çünkü insanlar, peygamberlerin ahlâklarıyla ahlâklanmakla emrolunınuşlardır. Ancak bu yolla onların kendileri ve nefisleri olgunluğa erişebilir." Kul’dan kasıt. Allah'tan başka her şeyden hür olan ve mutlak surette kul olmaya ehil olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Onun içindir ki o, herkesin kendi nefsini istediği zaman 'hen ümmetimi isterim, hen ümmetimi isterim' dileğinde bulunmuştur. Burada, Hazret-i Peygamberin şanının, kendisini gönderene 'kul' olmak olduğuna işaret vardır. Hristiyanlar'ın, Hazret-i İsa hakkında iddia ettikleri gibi değil. Âyette geçen ”Kitap", Kur'ân'dır. Burada da, Kur'ân'ın Allah'ın en büyük nimetlerinden birisi olduğuna dikkat çekilmiştir. Çünkü Kur'an'da, iki dünya mutluluğu vardır. Allah, indirmiş olduğu Kur'ân'a ne nazmında ve ne de manasında çelişik bir şey koymamıştır. Onda hiçbir eğrilik de yoktur. Kur'an okurken, ”eğrilik" anlamındaki ”ıvecâ" kelimesi üzerinde sekte yapılır. Sekte, tatlı bir şekilde okuyuşa ara verip, nefesi kesmektir. Bunun yapılmasının sebebi, kentlisinden sonra gelen kelimenin, sıfat olarak algılanmamasıdır. 2Onu dosdoğru (bir Kitap) olarak indirdi ki, Allah'ın katından gelecek şiddetli azaba karşı uyarsın. Dosdoğru bir kitap, ılımlı bir kitap. Onda ne ifrat var ne de tefrit. İkisi arası bir yol tutturan bir kitap. Yahut da, kulların dünya ve âhiret menfaatlerini koruyan bir kitap. Bu ifade, Kur'ân'ın kemal vasfını ifade ettikten sonra, tekmil vasfını da ifade ediyor. Çünkü kelime, mübalâğa kipiyle kullanılmıştır. Burada uyarıcı olan ya Kur'ân'dır, ya da Hazret-i Peygamber. İkinci anlayışa göre: Hazret-i Peygamber bu kitapla, ona inanmayan kimseleri, Allah'ın kendilerine vereceği azabı hatırlatıp uyarsın diye indirmiştir. Bu azabın sebebi, onların inkâr etmeleri ve yalanlamalarıdır. Bu azap, ya dünyada köklerinin kazınması ya da âhirette cehennemdir, yahut da her ikisi birdendir. Ve iyi işler yapan mü'minlere de, kendileri için güzel bir ödül bulunduğunu müjdelesin. Salih ameller işleyen -bunlar, Allah rızâsı için yapılan amellerdir- tasdik edici mü'minleri de cennetle müjdelemek için, kuluna kitabı indiımiştir. Onların, iman etmeleri ve belirtilen amelleri işlemeleri karşılığı olarak, kendilerine mükâfatlan, verilecektir. Bu mükâfat, güzel bir ödüldür ve içindeki nimetlerle birlikte cennettir. 3Onlar, sürekli olarak o ödül bu mükâfat içerisinde bulunacaklardır. Orada alacakları mükâfat, kesilmeyecek ve bitip tükenmek bilmeyecektir. 4Ve : 'Allah çocuk edindi' diyenleri de uyarsın. Ve yine özellikle; inkarcı Araplarla Yahudi ve Hristiyanlar gibi, Allah'a çocuk isnadında bulunanları uyarmak için, kuluna dosdoğru bir kitap indirmiştir. 5Bu hususta, ne kendilerinin ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından ne büyük söz çıkıyorî Onlar, yalandan başka bir şey söylemiyorlar. Allah'a çocuk isnadı konusunda, ne kendilerinin ve ne de taklit ettikleri atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Onların bu konudaki sözleri, Allah hakkında caiz olan ve olmayan konulara bakmadan ve düşünmeden cahilce söylemiş oldukları sözlerdir. Onların bu tür sözleri, alçaklık bakımından ne kadar büyük sözlerdir. Onlar, bu ağır sözleri, ne cesaretle söylerler! Kâdî şöyle der : ”Onların sözleri küfürde çok büyüktür. Çünkü, Allah'ı hem yaratıklara benzetmişler ve hem de ortak isnadında bulunmuşlardı. Ayrıca onlar, Allahü teâlâ 'yı, çocuğa ihtiyacı olma ve buna benzer bazı yanlış sıfatlarla anmışlardı." Onların bu konudaki sözleri, doğruluk ihtimali olmayan, yalan sözlerden başkası değildi. 6Demek sen, onlar bu söze yani Kur'an'a inanmazlarsa üzüntüden kendini helak edeceksin. Burada Hazret-i Peygamber'e: ”Kendini sakın üzme" denilmek isteniyor. Yani, onlar sana inanmadılar diye, belki de üzüntüden kendini helak edeceksin. Sakın yapma. Hazret-i Peygamber, onların Müslüman olmasını çok istiyordu. Onun içindir ki, onların dinden uzak kalmalarına çok üzülüyordu. Hazret-i Peygamber’in, halkın Kur'an'a imandan yüz çevirmelerinden dolayı şiddetli kederli hali, sevdiklerinden ayrılınca üzüntüsünden kendi canına kıyması beklenilen birisinin hâline benzetilmiştir. Bu, Rasûlüllah'ın ümmete karşı ne derece şefkatli olduğunun. Peygamberlik hukukunu ifade ve kullukta takatinin üstüne atılmakta ne katlar gayretli olduğunun ispatıdır. Emrolunduğu şeyi yapmakta en üstün gayreti sarfetmesi, Hazret-i Peygamber’in âdeti idi. 7Biz, yeryüzündeki şeyleri, ona süs olsun diye yarattık ki, onların hangisinin daha güzel iş yaptığını deneyelim. Yeryüzünde bulunan bütün hayvanları bitkileri, mâdenleri ve diğer varlıkları yaratmasının amacı, onların imtihan edilmesi ve hangisinin salih amel işlediğinin ortaya çıkmasıdır. Acaba hangileri dünyayı bırakıp, nefsinin isteklerine gem vurmak suretiyle Allah rızasına yöneldi? Acaba hangileri Allah'tan yüz çevirmek suretiyle en çirkin amelleri işledi? Kimlerin yanında kendisini azaptan kurtaracak ameller var, kimlerin yanında da kendisini perişan edecek olan bozuk ameller var? 8Elbette Biz, yerin üzerindekileri kupkuru bir toprak yapacağız. Dünyanın ömrü bitince, orada bulunanları bitkisiz kupkuru bir toprak yapacağız. Hiçbir yağmur yağmayan seneye, ” senet ûn ciniz ün" denir. İşte dünyanın başlangıcı parlaklık ve süs, sonu ise, harap ve perişanlık. Bu konuda şâir ne güzel söylemiş : Ey arkadaş! içerisinde yüzdüğün nimetlere kanma sen! Ömür tükenir, nimetler biter. Cenaze olarak kabre taşındığın zaman. Bilmiş ol ki artık, ondan sonra sadece taşınan bir yüksün sen! 9Yoksa sen, Kehf ve Rakını sahiplerine Bizim ibrete şâyân mucizelerimizden mi sandın? Buradaki hitap Hazret-i Peygamber'e olmakla birlikte, onun bütün ümmeti kastedilmiştir. Âyet, ”öyle sanma, sandığın gibi değildir" anlamına gelir. "Kehf kelimesi, dağdaki geniş mağara anlamına gelir. Geniş olmazsa, o zaman ”ğâr" kelimesi ile ifade edilir. Âyette gecen ”Rakîm" kelimesi hakkında bazı görüşler vardır. Bu kelimenin anlamı Kûmus’da şöyle açıklanmıştır: 1) Ashab-ı Kehfın bulunduğu köyün ya da dağlarının adı, 2) Düz bir taş parçası; üzerine, mağarada bulunanların isimleri, dinleri, kimden kaçtıkları yazılmıştır ve kapı girişine konmuştur. Onların, uzun müddet hayatta kalmaları, bizim mucizelerimizden ve kudretimizin delillerindendir. Bu durum, harika ve akıllara durgunluk veren bir durumdur. Ancak, diğer mucizelere göre o kadar da hayreti mûcib değildir. Gerçekten de Allahü teâlâ 'nın, akıllara durgunluk veren diğer bir çok kudret harikaları vardır. Buradaki hârikalık ise, diğerlerine göre basit kalmaktadır. 10Gençler mağaraya sığınmış ve : 'Ey Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver! Bize, şu durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla' demişlerdi. Rumların ileri gelenlerinden olan o gençlerin, kendilerini şirke zorlayan Dikyânus'a karşı direndiklerini ve kaçarak mağaraya sığındıklarını hatırla! Onlar mağaraya kaçmış ve orasını sığınak edinmişlerdi. Âyette geçen ”Fitye" kelimesi. ”Fetâ" kelimesinin çoğuludur. Fetâ kelimesi ise, güçlü genç ve yiğit delikanlı anlamlarına gelir. Bu kelime, yaşlı bile olsa köleye de müstear isim olarak verilir. Hazret-i Peygamber hadislerinde bu kelimeyi kullanarak şöyle buyurmuşlardır: ”Biriniz 'kulum ve cariyem' demesin! 'Genç yiğidim ve genç kızım' desin!" (1) Gençler mağaraya sığındıklarında Allah'a şöyle yalvarmışlardı: ”Ey Rabbimiz! Senin Rahmet hazinelerinde bulunan özel rahmetten bizlere de ihsan eyle! İçerisinde bulunduğumuz şu durumdan da, bize bir çıkış yolu nasip eyle!" Rahmet kelimesi; bağışlanma, rızık ve düşmanlara karşı güven anlamlarına gelir. Mağaradaki gençler, içerisinde bulundukları zor durumdan kurtulmak için, Allahü teâlâ 'dan kendilerine, hayırlı ve kendi menfaatlerine olan bir çıkış yolu istiyorlar. Kâfirlerden kaçtıkları bu yolda, kendilerine güven ve itaat duygularının verilmesini istiyorlar. Hidayette devam ve bulundukları yolun hakka ulaştıran bir yol olmasını istiyorlar. 11Bunun üzerine nice yıllar, onların kulaklarına mağarada ağırlık vurduk. Burada bir teşbih yapılmıştır. ”Onların kulaklarına ağırlık vurduk" ifadesinden kasıt, onların ağır bir uykuya daldınlmasıdır. Onlar mağarada, senelerce derin bir uykuya yatırılmıştır. Bu müddet üçyüz dokuz sene olup, geniş izahat ileride gelecektir. 12Sonra onları uyandırdık ki, iki gruptan hangisinin, kaldıkları müddeti daha iyi hesaplayacağını bilelim. Daha sonra onları, içerisine daldırmış olduğumuz ölüm gibi bu derin uykudan uyandırdık. Burada, ölümün uykunun kardeşi olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü, uyku da hayatı askıya alır ve insanı cansız varlık haline getirir. Âyette geçen ”hilelim" kelimesi ”deneyelim, imtihan edelim" anlamında mecaz olarak kullanılmıştır. ”Onları uyandırdık ki, kendilerini deneyip imtihan edelim" denmek istenmiştir. Böylece, mağarada kaklıkları müddet zarfında, iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi takdirde ve işleri Allah'a havalede daha isabetli olduklarını bilelim. Böylece aczi eri açığa çıksın da işlerini Allah'a havale etsinler. Durumlarını bilsinler ve Allahü teâlâ 'nın cesetlerini ve dinlerini koruyup muhafaza ettiğini çok iyi şekilde anlamış olsunlar. Allah'ın kudretinin yüceliğine olan imanları daha da güçlenmiş olsun. Âyette geçen ”emed" kelimesinin anlamı, müddet ve mesafedir. 13Biz sana, onların hikâyelerini gerçek olarak anlatıyoruz... Biz sana, mağaralıların (Ashab-ı Kehfin) ve Rakîm’in gerçekten ne olduğuna dair haberleri anlatıyoruz. Burada, hikâye anlatanların bir çoğunun, yalan ve uydurma şeyler anlattığına, anlattıklarına bazan eksik bazan da fazla şeyler eklediklerine işaret edilmiştir. Herkes, anlatmış olduğu şeyi değiştirerek anlattığına, kendi nevasına uygun bir üslûpta ve görüşlerine göre anlattığına. Allah'tan başka hiçbir kimsenin, doğruyu anlatmadığına işaret vardır. Onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Onların imanı, ilhamın ve ilâhî cazibenin neticesiydi. Onların bu iman yoluna girmesini sağlayan hiçbir delil yoktu. Nitekim tefsirler de buna işaret etmektedir. Bu olayın ne zaman gerçekleştiği konusunda ilim adamları değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları. Hazret-i İsa peygamberden önce gerçekleştiğini, bazıları da ondan daha sonra olduğunu ve o gençlerin Hazret-i İsa'nın getirdiği dine gore yaşadıklarını söyler. Taberî, ilim adamlarının çoğunluğunun ikinci görüşü benimsediğini belirtir. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık. Onları hak dinde sabit kılmış ve kendilerine onun gizli güzelliklerini göstermiştik. 14Onlar ayağa kalkıp : 'Rabbimiz, yerin ve göklerin sahibidir. Biz O’ll dan başkasına tanrı demeyiz. Şayet dersek, işte o zaman, Yemin olsun ki gerçekten saçmalamış oluruz' dediklerinde, gönüllerini hakka bağlamıştık. ”Onların ayağa kalkmaları" konusunda iki görüş vardır. Birincisi, dinin şiarlarını göstenuek için kalkmaları, ikincisi de; putlara tapmayı bıraktıkları için Dikyanus zorbası, onları azarladığında, onu hiç umursamadan onun önünde ayağa kalkmalarıdır. "Gönüllerinin Hakka bağlanması”ndan maksat: Ailelerini, vatanlarını, içerisinde bulundukları nimetleri ve arkadaşlarını terkederken uğrayacakları darlıklara karşı sabır gösterip, engelleri aşmaları için, kendilerine güç vermektir. Böylece onlar, çekinmeden ve korkmadan, hakkı açıklamaya ve zalim Dikyanusu terslemeye cesaret edebildiler. Hadiste: ”Cihadın en faziletlisi, zalim sultana karşı söylenen hak sözdür" buyurulmuştur. Çünkü mücahid, ümitle korku arasında bulunur. Yetkiyi elinde bulunduranlar ise, perişan olmaya mahkumdur. Bunun içindir ki, kendisinde korku hakimdir. Gönüllerin hakka bağlanması, kendilerine sabır ihsan edilmesi ve bununla birlikte, gönüllerinde endişe ve sıkntıya yer olmamasıdır. Bu bir temsildir. Kalplerin sabırla tesbit edilişi hayvanın iple bağlanışına benzetilmiştir. Bizim Rabbimiz, yerin ve göklerin yaratıcısı ve sahibidir. Biz, O'ndan başkasına kesinlikle ne tapınırız ve ne de O'ndan başkasını tanrı olarak tanırız. Eğer bunun dışında bir inanca sahip olursak, işte o zaman akü dışı bir söz söylemiş ve zalimlerden olmuş oluruz. 15'Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka tanrılar edindiler. Onlar, haklarında hiçbir bilgileri olmadıkları halde, sırf cahillikleri yüzünden putlara tapındılar. Putları tanrılar edindiler. Âyette geçen ”şu bizim kavmimiz" cümlesindeki ”şu" ifadesi, onları tahkir için kullanılan bir ifadedir. Onlar(ın tanrı olduğun)a dair apaçık bir delil getirseler ya!.. İddialarının doğruluğuna, tapındıklarının taunlar olduğuna dair açık deliller getirsinler bakalım! Yani onlar tanrılara tapmıyorlar ama onlara ibâdetin sıhhatine delâlet eden semavî bir delile sarılmıyorlar. Onlara tapınma konusunda, hiçbir bilimsel ve akılcı kanıtları da yoktur. Bu âyet, onların iddialarını reddetmekte, onları acze düşürmekte ve çürütmektedir. Çünkü, putlara tapınmaya delil getirmenin, imkânı yoktur. Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?' Allah'a ortak tanımak suretiyle O'na yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Allahü teâlâ, bu durumdan münezzehtir ve çok yücedir. Bu iddiada bulunanlar ise, zalimlerin en zâlimi, onların çekecekleri azap da, azapların en büyüğüdür. Çünkü zulüm, azabı gerektiren bir suçtur. En büyük azap, en zâlim insanadır. 16Onlardan biri şöyle demişti: 'Mademki siz, onlardan ve onların taptıklarından uzaklaştınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizden de size fayda hazırlasın!' Burada söz konusu olan konuşma, dinleri sebebiyle kaçmaya azmettikleri zaman mağaraya sığınanların, kendi aralarındaki konuşmalarıdır. ”Eğer inanç konusunda, onlardan ve onların Allah'tan başka olan tanrılarından veya Allah'tan başkalarına olan ibâdetlerinden ayrıldı iseniz mağaraya sığınınız. Eğer böyle yaparsanız, içinde bulunduğunuz sıkıntıdan kurtulma konusunda. Rabb’iniz size kendi katından ve rahmetinden kolaylıklar ihsan eder. Sizi iki dünyada da yüceltir. Çünkü sizler, din için yurdunuzu terkedip kalmışsınızdır. Onun içindir ki Allah, sizlere faydalanacağınız şeyleri ikram edecektir." Onların imanlarında şüphe şaibesi bulunmadığı için ve Allah'a olan güçlü bağlılıklarından dolayı böyle kesin bir dil kullanılmıştır. Bir hadiste, ”Allah'a kesin kabul edileceği inancıyla dua ediniz" buyuruldu. 17Güneşi, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğiliyor... Buradaki hitap, Hazret-i Peygambere ya da hitaba ve görmeye elverişli olanlaradır. Anlatılmak istenen şey ise, gerçekten güneşin görüldüğünü haber vermek olmayıp, mağaraya girildiği zaman, bakıldığı takdirde oradan güneşin görüldüğünü bildirmektir. Yani güneş doğduğu zaman, mağaraya giren kişi batıya doğru döndüğünde sağa doğru yatık geçiyor ve güneş ışınlan mağaranın içinde bulunanlara değmemiş oluyor ve de kendilerine rahatsızlık vermiyor. Çünkü mağara güney istikametinde idi. oradakilere bir lütuf olarak, güneşi hafif kaydırmak suretiyle geçiriyor ve olağanüstü bir durum Allahü teâlâ, meydana getiriyor. Battığı zaman da sola doğru makaslayıp geçiyor görürsün. Güneşi batarken de, sola yani mağaranın kuzeyine doğru makaslayarak geçtiğini ve içeride bulunanlara dokunmadığını görürsün. Güneş batarken, mağaranın güneyinden geçmek suretiyle, yine kendilerine değmiyor. ”Makaslayıp geçmek", mağarada bulunanları etkilemeden, onları bir tarafa bırakmak suretiyle güney taraflarından geçmeyi belirtir. Onlar orada, geniş bir alan içerisindedirler. ”Fecve" kelimesi, yerdeki geniş boşluk veya evin içerisinde bulunan boşluk yer anlamına gelir. Bu cümle, hal cümlesi olup, burada meydana gelen eşsiz bir durumu dile getiriyor. Yani denmek isteniyor ki ; ” Onlar bu boş alanda bulunurlarken, güneş ele onların kuzey ve güneylerinden bütün gün boyu geçiveriyor ve sıcaklığını onlara dokundurmuyor." Eğer Allah'ın takdiri güneşi onlardan uzak tutmasaydı mutlaka onlara değerdi. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kimi doğru yola iletirse, o hak yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, artık onun için yol gösterici bir dost bulamazsın. Güneşin doğup batarken sağa ve sola kayarak geçmek suretiyle onlara dokunmaması, onları makaslayıp geçmesi, Allahü teâlâ 'nın akıllara durgunluk veren kudretine ve ilminin, yüceliğine işaret eden mûcizelerindendir. Allahü teâlâ, bir kimseyi doğru yola iletmişse, o hidayete ermiştir. Kurtuluşu bulmuş, tüm saadetlere ulaşmıştır. Artık burada belirtilmek istenen, ya mağaradakileri hidayete erdirilmiş kişiler olmaları sebebiyle öğrnek veya Allahü teâlâ'nın bu tür birçok âyetleri olduğuna dikkat çekmektir. Fakat bu âyetlerden, ancak O'nun muvaffak kıldığı kimseler istifade edip yararlanabilir. Allahü teâlâ, bir kimse için de, tercihini o tarafa yönelttiği için, dalâleti yaratırsa yardımcı olabilecek biri de bulunmaz ki, onu doğru yola iletiversin. Bu konuda ki bütün uğraşma ve araştırmalar faydasız kalır. 18Uykuda oldukları halde, sen onları uyanıklar sanırsın. Onları sağa sola çeviririz. Onlar uykuda oldukları halde, bakana göre gözleri açık olduğu için sen kendilerini uyanık zannedersin. Onlar bu haldeyken, meleklerin elleriyle, kendilerini sağ ve sol taraflarına doğru çeviririz ki, yerde uzun zaman kalmak suretiyle, bedenleri aşınmış olmasın. Ebû Hureyre, bu çevirmenin ”senede iki defa" olduğunu söylerken, İbni Abbas da, ”toprağa değen bedenleri aşınmasın diye, senede bir tek defa döndürülürler. Bu da aşure günü olur" demektedir. Bu sözlere bazıları şaşar ve ”Allahü teâlâ onları sağa sola çevirmeden de bedenlerinin korunmasına güç yetirir" derler. Müftü Sa'dî onlara şu sözleriyle cevap veriyor : ” Allahü teâlâ nın mutlaka buna da gücü yeter. Fakat çoğu kez O, her şeye bir sebep yaratmıştır." Köpekleri de, çıkışta iki kolunu uzatmıştır. Bu köpek bir çoban köpeği olup, bağlandıkları dine uymuş ve onlarla birlikte mağaraya girmiştir. Burada, geçmiş bir durum anlatılmaktadır. ”Zira-Kol" kelimesi, dirsekten orta parmak ucuna kadar olan kısmı kapsar. ”Vesît-çıkış" kelimesi, mağara kapısının yerini ifade etmektedir. Kânın s'un ifadesine göre vesît, avlu ve eşik anlamına gelir. Süddî ise, mağarada ne kapı ve ne ele eşiğin olmadığını, o yerin ancak evdeki eşik yeri olabileceğini söyler. Mukâtil'den rivayet edildiğine göre, cennete girecek hayvanlar on tanedir. Bunlar : Hazret-i Salih peygamberin devesi, Hazret-i İbrahim peygamberin buzağısı, Hazret-i İsmail peygamberin koçu. Hazret-i Mûsâ peygamberin ineği, Hazret-i Yunus peygamberin balığı, Hazret-i Üzeyr’in eşeği, Hazret-i Süleyman'ın karıncası, Hazret-i Belkıs'ın hüdhütü. Ashab-ı Kehf’in köpeği ve Hazret-i Muhammed’in devesi. Bütün bunların cennete gireceği rivayet edilir. Bunlar, ”Mişkâtü'l-Envâr" da anlatılır. "Hayât'ül-Hayavân" isimli eserde şöyle denilmektedir: ”Tefsircilerin çoğunun görüşüne göre, Ashâb-ı Kehf in köpeği de diğer köpekler cinsindendir. İbni Cerir ise, bunun arslan olduğunu söyler. Arslana da köpek denir. Çünkü Hazret-i Peygamber, Utbe b. Ebû Leheb'e, kendisine köpeklerinin saldırması için beddua etmişti. Bu beddua üzerine ise, o zatı arslan yemişti." Köpekler iki kısımdır. Birincisi evcil köpektir. Diğeri ise, selûkî yani tazı olanıdır. Bu isim. Yemen'de bulunan ve adına Selûk denen bir kasabadan gelir. Selûkî köpekler de buraya nisbet edilir. Bu kasabada, uzun köpekler bulunur ve onlarla avlanırlar. Zemahşerî: ”Sokak insanları ve sokak köpekleri, kötü ahlâk ve insanlara yapacakları muamele bakımından, birbirlerinin aynıdırlar. Bu iki grup da, huy bakımından birbirlerine benzerler" demektedir. İbni Abbas şöyle der : ”Güvenilir köpek, hâin arkadaştan iyidir." Haris b. Sa'saa adında bir zat ve bu zatı hiç terketmeyen masa arkadaşları vardı. Haris arkadaşlarını çok severdi. Günün birinde arkadaşları ile birlikte kır gezisine çıkmışlardı. Onlardan birisi onlarla gitmeyip geride kalmıştı. Bu geri kalan adam, Hâris’in hanımıyla buluşmuş ve günlerini gün ettikten sonra uzanıp yatı vermişlerdi. Bir müddet sonra da köpek gelip üzerlerine çullanmak suretiyle, ikisini de öldürmüştü. Haris evine dönünce, karısını ve o arkadaşını ölmüş olarak buldu ve durumu anlayıp şu anlamda bir şiir yazdı: (O köpek) halâ benim zimmetimi gözetirse etrafında döner. Dostum ihanet ederken o, eşimi korur. Namusuma gözdiken dosta şaşarım. Onu koruyan şu köpeğe de hayret ederim. Yaratıkların hayret verici olaylarından şöyle bir olay anlatılır: İsfahanda bir zat, bir başka zatı öldürerek kuyuya atmıştı. Öldürülen adamın da bir köpeği vardı ve bu olayı izlemişti. Olayı izleyen köpek, her gün kuyunun başına gelip toprağı eşeliyordu. Katil adamı da görünce, ona havlamaya başlıyordu. Bu durum tekrarlanınca, insanlar oradaki toprağı kazımışlar ve öldürülen atkımı bulmuşlardı. Katili çağırmışlar ve suçunu itiraf etmişti. Sonunda da öldürülmüştü. Onları görseydin,.mutlaka dönüp giderdin ve onlardan dolayı için korku dolardı. Mağarada bulunan o gençleri görmüş olabilseydim onların heybetinden için korku dolar veya gerisin geri dönmek suretiyle kaçıp giderdin. Onların gözleri öyle açıktı ki, sanki konuşmak ister bir durumda idiler. Muaviye'den (radıyallahü anh) rivayet edildiğine göre, o rumiarla savaşmış ve bu mağaraya uğramıştı. ”Onlar bize açılsa da, onlara baksaydık." demişti. Bu istek üzerine İbni Abbas: ”Sana bu imkân sağlanmaz. Çünkü senden daha hayırlı olana bile sağlanmamıştır" demiş ve bu âyeti okumuştu: ”Onları görseydin, mutlaka dönüp giderdin..." Ayetin neresinden, imkân sağlanmadığı anlaşılıyor sorusuna şu cevabı verebiliriz. Bu durum, âyetin delâletinden anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ onlara, öyle bir heybet elbisesi giydirivermiştir ki, hiçbir kimsenin, araştırıcı gözle onlara bakmaya gücü yetmez. Bu fakir de der ki : ”..Onları görseydin.." ifadesi ve onu takip eden ifadeler, hiç şüphesiz Hazret-i Peygambere yapılan bir hitaptır. Ancak, bu ifadenin işareti, bütün ümmeti kapsamına alıyor. O hakle onların durumunu araştırmak boşunadır. Çünkü onun hârika ve hayrete düşürücü işlerinin şekillerinden çıkanı görmek herkese müyesser olmaz. Hazret-i Peygamber bile, kendisinde ruhsal durumun hakim olmuş olmasına rağmen, Cebrail’in kanatlan ile doğu ve batının arasını kaplayan Cebrail’in suretini gördüğü zaman, kendisinden geçmişti. Kehf ashabını düşünmek ve onları gönnek de, bu işe ehil olmayanlar açısından onları küçümsemektir. Allahü teâlâ 'nın sünneti de, dünyadaki böyle mânâ alanlarını ve Âhiret âleminin başlangıcı olan Berzah alemindeki suretleri gizlemektir. Ruh da görülmez. Çünkü, onu görecek olanın duygusu, o ruhu görmeye engeldir. Temiz ve mukaddes ceset de ruhun makamına bitişik olduğu için böyledir. Onun içindir ki, onu da toprak aşındırmaz. 19Yine böylece onları uyandırdık ki, birbirlerine sorsunlar . Onları uzun zaman uyuttuğumuz, elbise ve bedenlerini de yıpranmaktan koruduğumuz gibi, bizim kudretimizin delili olsun diye bu uykudan uyandırdık ki birbirlerine sorsunlar. Böylece de bazı hikmetler açıklığa kavuşmuş olur. ..İçlerinden biri, 'ne kadar kaldınız?' dedi. 'Bir gün, ya da günün bir parçası' dediler. Bu soruyu soran, onların başkanı olan Mekselmina'dır. Cümlenin gelişinden, orada bulunanların durumlarının, normal alışılagelenin dışında olduğu anlaşılmaktadır. Kendilerine sorulan soru da bunun içindir. Bu soruya onların bir kısmının verdikleri cevap ”bir gün, ya da günün bir parçası" şeklindedir. Deniyor ki, o gençler mağaraya girdikleri zaman sabahın erken vakitleri idi. Uyandıklarında ise, günün sonu idi. ”Bir gün kaldık" demeleri de bundandı. Güneşi henüz batmamış görünce de ”ya da günün bir parçası" ifadesini kullanmışlardı. Bu da galip zanna göre verilmiş bir cevaptı. Kendilerine yalan isnadında bulunulmaz. Bu konuda fakir şöyle der : Bu izah daha uygundur. Çünkü ”birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin" ifadesinden anlaşılıyor ki, şehre gidip dönünceye kadar bir zaman vardır. Şayet akşam olmuş olsaydı, bu ifade kullanılmazdı. Akşam yaklaşmış olsaydı, şehre gidip dönme imkânı bulunmayacağı için, gönderme olayı gerçekleşmezdi. Çünkü bu arada hayli mesafe vardır. 'Ne kadar kaldığınızı, Rabbiniz daha iyi bilir. Birinizi şu gümüş para ile şehre gönderin. Kentlilerine Allah'ın bazı deliller gösterdiği ya da ilham verdiği bir diğer grup da ”Ne kadar kaldığınızı Rabb’iniz daha iyi bilir.. Orada ne kadar kaklığınızı en iyi bilen Rabb’inizdir. Siz o müddeti bilemezsiniz. Çünkü o müddet, çok uzun bir müddettir ve miktarı da belli değil. Onu ancak Allah bilir" dediler. ”İçinizden biri olan Yemliha'yı şu gümüş para ile çarşıya gönderin" dediler. Bu derinliğini araştı mı anı ak ve kentlilerini ilgilendiren şeye yönelmek için söyledikleri bir sözdür. Âyette geçen ”verik: gümüş para", döküm ya da döküm olmayan bir gümüştür. Arkadaşları bu parayı, çarşıdan günlük yiyeceklerini satın alsın diye ona vermişlerdi. Bu parayı taşımış olmaları, onların tevekkülü bıraktıklarına delil değildir. Bu durum, tevekküle engel olmayıp, tam tersine, salih kimselerin ve kendini Allah'a adayanların yapageldiği şeylerdir. Mütevekkil görünenlerin yaptığı değil. Bu şehrin adı ise Tarsus'tur. Cahiliye döneminde buraya, Efesos denmekte idi. Baksın hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık getirsin. Fakat çok dikkatli davranıp, sakın sizi birisine sezdirmesin' dediler. Sizden biriniz gidip baksın ve insan hayatını idame ettirecek olan temiz ve helâl olan yiyeceklerin en ucuz ve en temizlerinden getirsin. Tanınmamak için dikkatlice davransın ve onu kimse sezmesin. Eğer şehir halkından bir kimse onun farkına varırsa, haberleriniz şehre yayılır. Onun için, bilmeden sakın bizi ele verecek bir davranışta bulunmasın. 20'Çünkü onlar, eğer sizi tanırlarsa taşlayarak öldürürler ya da kendi dinlerine döndürürler ki, o taktirde asla kurtuluşa eremezsiniz.' Tanınmamaya çok dikkat etsin. Eğer onlar, yani şehir halkı, sizi farkederse ve yakalarlarsa, sizi taşa tutmak suretiyle öldürürler. Sizin bu halinize devam etmiş olmanız, yani hak din üzere oluşunuz, onlara göre öldürülmenizi gerektirir. Onlar da sizi taşa tutarak öldürürler. Bu öldürme şekli çok fena bir ölüm şeklidir ve onlar bunu âdet haline getirmişlerdir. Yahut da onlar, sizi kendi dinlerine döndürürler. Sizi zorlayarak, inkarcılığa götürürler. Siz bunu istemeseniz bile onlar bunu yaparlar. Bundan sonra artık, kesinlikle felaha ulaşamazsınız. Ne dünyada ve ne de âhirette. 21Böylece insanları onlardan haberdar ettik ki, onları bir müddet uyuttuktan sonra, sonunda uyandırıp ve insanlara bu mağara ashabını tanıtıverdik ki, onlara yüce kudretimizi gösterelim ve hikmetimizi anlasınlar. İnsanlara bu olayları bildirmemizin gayesi, onları Bizim kudretimizi anlamaya teşvik etmektir. Çünkü, bir şeyi bilmeyen insan, onu görünce öğrenir. Onların bu Ashab-ı Kehf’e rastlamaları, onu bulmaları, onu bilmektir. Burada, sebebin ismi, sebep olan şeye verilmiştir. Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu, kıyametin mutlaka geleceğini ve onda asla şüphe olmadığını bilsinler. Bunların Ashab-ı Kehf’e rastlayıp onu bulmaları, âhireti ve kıyameti inkâr eden bu insanlar Allahü teâlâ 'nın, ruhu ve bedeni öldükten sonra tekrar diriltmesi konusundaki vaadinin hak olduğunu bilmeleri içindir. Bunda hiçbir çelişki ve ihtilâf yoktur. Onların uyuyup daha sonra da uyanmaları, önce ölüp sonra da dirilmeye benzer bir durumdur. Çünkü, uyku ölümün kardeşidir. Kıyametin kopacağında hiçbir şüphe yoktur. Kıyamet; bütün yaratıkların. Allah huzurunda hesap verip, herkesin yaptığının karşılığını göreceği diriliş vaktinden ibarettir. İşte bu hesap gününün meydana geleceğinde hiçbir şek ve şüphe yoktur. Allah'ın kendilerini üçyüz küsur sene uykuya daldırıp, cesetlerine hiçbir değişiklik verdirmeden, daha sonra da onları eski hallerine döndürdüğünü gören kimse, Allah'ın nefisleri öldürmeye ve sonradan tekrar dirilterek bilye re toplamaya ve yaptıklarının hesabını sormaya muktedir olduğuna da kesin inanır. Bunlar, o sırada kendi aralarında, onların (Ashab-ı Kehf’in) durumlarını tartışıyorlardı. Kendi aralarında konuşanlar, Dekyanus'un kavmidir ve Ashab-ı Kehf in durumunu görüşüyorlardı. Allahü teâlâ bunları, ikinci kez öldürdüğü zaman, bunları nasıl gizleyiverecekler ve bulunmalarına nasıl engel olacaklardır. Aralarındaki tartışma konusu işte budur! 'Onların üzerine bir bina yapın" dediler. Rableri onları daha iyi bilir. Onların işine galip gelenler : 'Mutlaka onların üstüne bir mescid yapacağız' dediler. Tartışma esnasında kent halkından bazıları" Mağara kapısı üzerine bir bina yapın. Böyle yapılınca, onların toprağı insanlardan gizlenmiş olur ve hiçbir insan onların yerini bilme imkânı bulamaz," dediler. Halbuki, onların yerlerinin insanlar tarafından bilinmesine ihtiyaç yoktur. Onların hal ve durumlarını Rableri çok iyi bilmektedir. Onların durumunu bilen, çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar ve onların idarecileri ise, Mağara kapısı üzerine orada Müslümanların namaz kılıp, bereket elde edecekleri bir mescit yapmak istediler. 22'Onlar üçtür, dördüncüleri köpekleridir' diyecekler. 'Beştir, altıncıları köpekleridir' diyecekler. Hep görünmeyene taş atıyorlar. 'Yedidir, sekizincileri köpekleridir' diyecekler. Burada geçen her üç fiildeki zamirler de, Hazret-i Peygamber dönemindeki kitap ehline ve Müslümanlara ait hikâyeler anlatanlara aittir. Yahudiler, Ashab-ı Kehf’in üç kişi olduğunu söyleyecekler. Bir de köpeklerini ekleyerek dörde çıkaracaklar. Hristiyanlar ise, bunların beş olduğunu söyleyecekler ve bir de köpeklerini eklemek suretiyle altıya çıkaracaklar. Bunlar, hakkında bilgileri olmayan konuda konuşmak suretiyle veya gayb konusunda zanna dayanarak bilinmeyene taş atar durumdadırlar. Müslümanlar ise, bunların yedi kişi olduğunu, sekizincisinin köpekleri olduğunu söylerler. Müslümanlar bunu, bu âyete ve ondaki görünmeyene taş atanlara uymamaları konusundaki uyarıya dayanarak söylüyorlar. Hakkı isbat ve daha öncekileri reddetmek için : De ki : 'Onların sayısını Rabbim daha iyi bilir. Onları bilen azdır. Rabbim, ilim yönünden daha güçlü ve keyfiyyet yönünden de daha fazla bilgiye sahiptir. Kesin bilgi (yakîn) nin dereceleri, kuvvet yönünden farklıdır. Onların sayısını, insanların pek azı bilir. Allahü teâlâ onları, bu bilgiye bu delillerle şahit getirmek için muvaffak kılmıştır. Onun için, onlar hakkında, yüzeysel tartışma dışında, derin tartışmaya girme ve onlar hakkında bunlardan hiçbirine birşey sorma!' İlk iki görüş sahiplerinin, Ashab-ı Kehf hakkındaki cahilliklerini bilince sakın onlarla derin tartışmaya ginne! Sadece yüzeysel olarak tartış. Kur'ân'da anlatıldığı kadarını anlat! Onların bilgisizliklerini ve çirkefliklerini ortaya dökme! Çünkü böyle yapmak, güzel ahlâk ölçülerine sığmayan bir durumdur. Ayrıca, Ashab-ı Kehf hakkında hikâyeler anlatanlardan hiçbirine tie onlar hakkında bir şey sonna! Çünkü onların anlatacakları şeyler, olaydan uzak olan şeylerdir. Üstelik, onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. 23Hiçbir şey hakkında: 'Bunu yarın yapacağım' deme. Burada yetiştirici, yani disipline edici bir yasaklama vardır. Yapmaya karar vermiş olduğun bir şey için, onu ”yarın, yani mutlak anlamda gelecek bir zamanda, yapacağım" deme! Bu âyet, Yahudilerin Kureyşlilere gelerek, Hazret-i Peygambere; ruhu, Ashab-ı Kehf’i ve Zü’lkarneyn’i sormalarını söylemeleri üzerine nazil olmuştur. Onlar da Hazret-i Peygambere (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek bu üç konuda sorular sormuşlar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber onlara: ”Yarın gelin de size bilgi vereyim" demiş, ”İnşallah" dememiştir. Bu olaydan sonra, birkaç gün vahiy gelmemiştir. Hazret-i Peygamber'e bu durum çok ağır gelmiştir. Kureyşliler ise, onu yalanlamak suretiyle, ” Rabbi onu terketti, ona kızdı." demişlerdi. İşte bu olay üzerine bu âyet inmiştir. 24Ancak 'Allah dilerse yapacağım' de. Burada istisna edilen şey mevcut değildir. (İstisna-i Mufarrağ) Yani, hiçbir zaman kesinlikle böyle deme! Âdet olduğu üzere, Allah'ın iradesine bırakarak söyle: O da: ”İnşallah-Allah dilerse" ifadesini kullanmak suretiyle olur. Bu ifadelerde, seçme ve irade sahibinin, sadece Allahü teâlâ olduğuna işaret edilmektedir. Kulların fiillerinin tümü, Allah Te âlâ'nin iradesine bağlıdır. Nitekim âyette: ”Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz" buyurulmuştur. (İnsan: 30) Unuttuğun zaman Rabbini an inşallah de, ve hatırladıktan sonra da: 'Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir bilgiye ulaştırır' de. Yani Ashab-ı Kehf’e dair haberlerden daha belirgin bir bilgiye ulaştırır. Ki bu bilgiler de, peygamberliğime dair her türlü delillerdir. Bu bilgilerle, insanları hakka çağırır ve onları irşad ederim. Nitekim durum böyle olmuştur. Allahü teâlâ ona, mağaradakilerin durumlarından daha büyük ve açık mucizeleri göstermiştir. Çok eski zamanlarda yaşayan peygamberlerin durumlarını ve olaylarını anlatan bilgiler, kıyamete kadar yaşayacak olan insanların asırlar boyu başlarına gelecek olanlar... gibi. Semerkandî, Bahr'ul-Ulûm adlı eserinde şunları söyler : "Âyetin açık anlamı, ”bir şeyi unuttuğun zaman, Rabbim an" şeklindedir. Rabbini anman da ”Umulur ki Rabbim bana, unuttuğumdan daha iyi ve hayırlısını nasip eder. Bu da benim için, unuttuğumdan daha iyi ve hayırlı olur" demendir." İmam Fahreddin Râzî tefsirinde şunları söyler: ”Bu ifadenin (inşallah ifadesinin) mutlaka kullanılmasının sebebi şudur: Bir insan 'yarın şunu yapacağım' dese, yarın gelmeden önce ölmesi uzak bir ihtimal değildir. Yahut da, yarma kadar araya bir engel girmek suretiyle, hayatta bile olsa, dilemiş olduğu o işi yapanıayabilir. Şayet ‘İnşallah' dememiş idiyse, bu sözünde yalancı olmuş olur. Yalan ise, çok çirkin bir durumdur. Peygamberlere asla yakışmaz. Bu sebepten dolayıdır ki, ‘İnşallah' demesi gerekir. Eğer bu durumda sözünü yerine getiremezse, işte o zaman yalancı olmuş olmaz, bir çirkinlik de meydana gelmez." Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivayet eder: ”Davud'un oğlu Süleyman dedi ki : 'Gecede yüz kadını dolaşırım. Her kadın da Allah yolunda savaşacak bir çocuk doğurur, - inşallah demeyi unutur - Onlardan hiçbiri çocuk doğurmaz. Ancak bir tek kadın, o da yarım çocuk doğurur. Burada peygamber buyurur ki, ”Nefsim Kudret Elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer ‘İnşallah' demiş olsaydı, bunlar doğurulurdu." Hatip’in Ravda'sında şöyle bir lâtife anlatılır : Adamın birisine ”Nereye?" diye sormuşlar. O da ”pazar yerine eşek satın almaya gidiyorum" cevabını vermiş. Bu adama ”inşallah" demesi için ısrar etmişlerse de, adam hiç oralı olmamış ve : ”Böyle bir istisna yapmaya (inşallah demeye) ihtiyacım yok. Param kesemde, eşek ise pazarda" deyivermiş. Pazar yerine varmadan da kesesindeki parası çalınmış ve adam gerisin geri dönmüş. Bu sefer ona ”Nereden geldin?" diye sonn uslar. Adamın verdiği cevaplara bakınız : ”Pazar yerinden inşallah. Kesemden paralarım çalındı inşallah." İbni Abbas (radıyallahü anh), bu âyete dayanarak, sözden sonra inşaallah denilmesini caiz görmüştür. Fıkıhçıların Cumhur’u yani çoğunluğu onun görüşünde değillerdir. Eğer bu durum sahih olsa; ne ikrar, ne talak ve ne de köle azad etmek gerçekleşemezdi. Gelecekteki işlerden haberler vermede sözün yalan mı gerçek mi olduğu bilinemezdi. Kurtubî bu âyetin tefsirinde şöyle der : ”Bu, hüküm günahtan kaçınmak ve kurtulmakta telâfi içindir. Hükmü değiştiren istisna ise, sadece bitişik olandır." Ebû Hanife'nin Menkıbeleri isimli eserde de şöyle anlatılır : Meğazî müellifi Muhammed b. İshak, Ebû Hanife'yi kıskanıyorum. Çünkü Halife Mansur, Ebû Hanife'yi diğer bilginlerden daha üstün tutuyormuş. Günün birinde, Halife Ebû Cafer el-Mansur'un huzurunda bulunurlarken, Muhammed b. İshak, Ebû Hanife'ye: ”Yemin edip sonra da susan, daha sonra yeminini bitirince de inşallah diyen adam" hakkındaki görüşün nedir? demiş: Ebû Hanife buna ”istisna tesir etmez. Çünkü ara açılmıştır. Ara bitişik olsaydı ona fayda verirdi" demiştir. Muhammed b. İshak sözüne devamla şöyle sorar : ”Bu istisna nasıl faydasız olabilir? Şu anda yanımızda olan Müminlerin emirinin dedesi İbni Abbas, aradan bir sene bile geçse istisna yapılabileceği görüşündeydi. Dayanağı da ”..Unuttuğun zaman Rabbini zikret" âyeti idi." Bu olay üzerine müminlerin emiri ona: ”Dedem öyle mi demişti?" diye sorar. O da ”evet" der. Bunun üzerine Halife Ebû Mansur : ”Ey Ebû Hanife! Sen dedeme muhalefet mi ediyorsun?" diye sorar, Ebû Hanife şu cevabı verir: ” İbni Abbas'ın sözünde, doğruya karşı çıkan bir te'vil vardır" der ve Halife'ye dönerek şunu ekler: ”Bu adam ve yandaşları, seni halifeliğe lâyık görmezler. Çünkü sana biat ettikten sonra dışarı çıkarak ‘İnşallah' derler. Böylelikle de sana biat etmenin sorumluluğundan sıyrılmış olurlar. Yeminlerini de bozmuş olmazlar." Ebû Hanife'nin bu sözleri üzerine Halife, yardımcılarına, Muhammed b. İshak'ın yakalanmasını emreder. Onlar da yakalayıp hapse atarlar. 25Mağaralarında üçyüz yıl kaldılar. Dokuz da eklediler. Gençler, mağaralarında ”uyuyan canlılar" olarak üç yüz sene kaldılar. Dokuz yıl da eklediler. Buradaki hesap Ehl-i Kitab'ın kullanmış olduğu güneş yılı hesabına göredir. Araplar ise, kamerî takvimi kullanıyorlardı. Ay yılı ile güneş yılı arasında dokuz yıllık bir fark vardır. Bu iki hesap arasında, her yüz yılda üç yıl fark atıyor. Böylece de, üç yüz yılda dokuz yıla ulaşıyor. Onun içindir ki ”dokuz yıl da eklediler" ifadesi kullanılmıştır. Güneş yılı; güneşin, burç içerisinde, ayrıldığı noktaya varıncaya kadar geçen zamandır. Bu müddet de, üçyüz altmış beş gün altı saattir. Ay yılı ise; on iki kamerî aydır. Bunun müddeti ise, üçyüz elli dört gün sekiz saattir. 26De ki : 'Onların ne kadar kaldıklarını Allah en iyi bilir. Bu konuda Beğavî şunu söyler : ”Onların mağarada kalış müddetleri söylemiş olduğumuz kadardır. Eğer bu konuda seninle tartışmaya girerlerse, onlara de ki : ”Onların ne kadar kaldıklarını Allah en iyi bilir." Çünkü gizliliklerin bilgisi, sadece Allah katındadır. Onları ancak O bilir. Bunun için şöyle buyurmuştur: Göklerin ve yerin gaybı insanlara gâib olan şeyler, sâdece O'nündür. O ne güzel görendir, ne güzel işitendir! Yeryüzünde yaşayan insanlara gaip olan şeyler, ancak Allahü teâlâ tarafından bilinir. O Allah, ne güzel gören ve ne güzel işitendir! Her şeyi O işitir ve her şeyi O bilir. Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur ve O, kendi hükmüne kimseyi ortak etmez.' Yerde ve göklerde olanların, Allah'tan başka hiçbir bir yardımcıları yoktur. Onlara tek başına yardımcılık edecek ve onların işlerini görecek kimse de yoktur. Allahu teâlâ hiç kimseyi, kendi yüce zatına, ne ezelî hükmünde ve ne de ezelî varlığında ortak etmez. İmam Fahreddin Râzî şöyle der: ”Allahu teâlâ o kadar kaldıklarını söyledikten sonra, bir başkasının ona zıt bir şey söylemesi mümkün değildir." 27Rabb’inin Kitabı'ndan sana vahyedileni oku! Kur'an'ı okumak suretiyle Allah'a yaklaşmak, onunla amel etmek ve ondaki yüce gizliliklere ulaşmak için oku! O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O'ndan başka bir sığınak da bulamazsın. Allah Te âlâdan başka hiçbir kimse, o Kur'an'ı değiştirmeye ya da bozmaya güç yettiremez. Ne kadar didinirsen didin, asırlar boyu bir musibet indiğinde, Allah'tan başka sığınacak bir yer bulamazsın. Biliniz ki Kur'an, kesinlikle sonsuza kadar olduğu gibi devanı edecektir ve o hiçbir surette değişmeyecektir. Ne eksiltilebilir ve ne de ona bir şey eklenebilir. Onun hükümleri de öyledir. Hem metin hem de mana olarak insanlar tarafından ezberlenmiş olup, gönüllerde korunmaya alınmıştır. Ancak, zamanın değişmesiyle, ilim, amel, bilgisizlik ve onu terketme başlar ki bu durumdan da Allah'a sığınırız. Tasavvuf ehli olduğunu iddia eden bid'atciler içerisinde, ”İlhâmiye" adında bir grup vardır. Bunlar ilim ve dersle uğraşmayı bırakmışlar ve şunu söylemişlerdir: ”Kur'an bir perdedir. Şiirler ise tarikatın Kur'an'ı dır." Onlar bunu söyleyerek, Kur'an'ı bir tarafa bırakıp, şiirler öğrenmeye çalışırlar. Böylece de perişan olurlar. İbrahim el-Havvâs şöyle der : "Kalbin cilâsı ve ilâcı beştir. 1) Düşünerek Kur'an okumak, 2) Karnı boşaltmak, (az yemek) 3) Gece ibadeti yapmak, 4) Seher vakitlerinde Allah'a yalvarmak, 5) Salih kişilerle dostluk kurmak. Bu zor şeyleri bir kenara bırakıp da, zevku safa ve şehveti peşinde koşanlar, ruhsal hastalıklarını devam ettirmiş olurlar. Kendileri için de Allah'ın azabı ve felâketten başka bir sığmak bulamazlar. Bak ey bî edeb! Allahu teâlâdan başka dönüş yeri yok! Sen ve hevâ ehli benzerlerinin Allah'ın sana gönderdiği ve onunla amel etmeyi emrettiği Kur'an'ın yerine uydurmuş olduğu şiirlerle, ona nasıl dönersin?! Mukarrebûn'un dahi korkudan dizleri üzerine çöktüğü zaman sen ne cevap vereceksin?" 28Sabah akşam Rablerine, O'nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Kendine sahip ol ve sabah akşam Allah'a yalvaranlarla birlikte ol. Bütün vakitlerde Allah'a dua etmeye devam et. Ya da sabahları, Allah'tan başarı ve kolaylık; akşamları da O'ndan hatalarının bağışlanmasını dile! Bu ayetin inişine sebep olan olay şudur: Müslümanların yoksullarından olan: Suhayb, Ammar, Habbab ve diğerleri, Hazret-i Peygamberle birlikte oturup, onun yanında bulunuyorlardı. Kâfirlerin liderleri ise, bunu istemiyorlar ve onların peygamberin yanından uzaklaştırılmalarını istiyorlardı. Diyorlardı ki: "Şu pis kokulu insanları yanından kovarsan, biz de senin yanına gelir ve seninle otururuz. Biz Müslüman olursak diğer insanlar da Müslüman olurlar. Bizim sana uymamıza onlar engel oluyorlar. Çünkü onlar alçak bir topluluktur." Tıpkı, Nuh peygamber zamanındaki milletin ona: ”Sana bir sürü aşağı kişiler uymuşken biz inanır mıyız" (Şuara: 111) dedikleri gibi. Allahü teâlâ, kâfirlerden kalabalık bir grubun Müslüman olması pahasına da olsa, Müslüman fakirlerin Hazret-i Peygamber’in yanından uzaklaştırılmasına izin vermemiştir. Akla şöyle bir soru gelebilir : Daha önemli olan, önemli olana tercih edilebilir. Fakirler kovulmak suretiyle, sadece onların kişilikleri rencide edilirdi. Bu da küçük bir zarardı. Halbuki diğer taraftan, kalabalık bir gurubun kâfir olarak kalmasına meydan verildi. Bu durum daha büyük bir zarar değil midir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Fakirlerle birlikte olmaktan çekinerek iman etmeyenin, imanı gerçek iman değildir. Onun ki, olsa olsa çirkin bir nifak olur. Bunlara iltifat etmemek gerekir. Falı redd in Râzî'nin tefsirinde de böyle anlatılır. Birlikte olacağın o kimseler, dualarıyla sadece Allah'ın rızasını isterler. Dünyadan nimetlerinden hiçbir istekleri ve arzuları yoktur. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan çevirme. Gözlerin, onlardan başkasına bakmasın! Bu ifadede, iki göz men edilmiş, o iki gözün sahibi kastedilmiştir. Hazret-i Peygamer’in gözünü başkalarına dikmek suretiyle, o Müslüman fakirlerden yüz çevirmesi yasaklanmıştır. Onların kılık kıyafetlerinin eski olması sebebiyle, kâfir zenginlerin kıyafetlerine tamah edip ve Müslüman fakirleri hor görmesi yasaklanmıştır. Zünnun şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ Hazret-i Peygamber'e hitap ederek onu uyarmıştır. Demiştir ki: 'Ruhu, canı ve kalbiyle Bizimle olanlarla ol. Onlar, akşam sabah Bizim huzurumuzu terketmeyen kimselerdir. Ey Peygamber! Bizim huzurumuzdan ayrılmayanları koruyup, onları gözetmen gerekir! Onları terketmen gerekmez.'" Benden bir an bile gözünü ayırmayandan gözünü ayırmaman, onlardan bakışlarını esirgememen gerekir. Bu durum, onların dünyadayken ulaştıkları mükâfatlandır. Ey Rasülüm Muhammed! ”Dünya hayatının süsünü isteyerek" zenginler, eşraf ve dünya ehli olanlarla birlikte olmayı isteme! Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseyle boyun eğme. Fakir fukarayı kendi bulunduğun topluluktan uzaklaştırmak suretiyle, fıtraten kalbleri beni anmaktan uzak tutulan ve kalpleri tevhide karşı mühürlenmiş olan Kureyş ileri gelenleri gibi kimselerin sözlerine uyma! Bir kimse, herhangi bir şeyi sevip ondan hoşlanınca, ”zevkine uydu" denir. Bu kelime, hem iyi hem de kötü arzular için kullanılırdı. Fakat daha sonraları, sadece iyi olmayan arzular için kullanılır oldu. Bir kimse yerilmek istendiği zaman, ”falanca kimse nevasına uydu" denilir. Yine bir kimse, kasten sünnetten sapınca, ”falan adam hevâ ehlinden oldu" deriz. Kısacası heva ve nefse uymak: kendi şahsî istek ve arzulan peşinde gitmek suretiyle, Allah'ın istemediği tarafa yönelmek anlamına gelir. Âyette geçen ”Furut-aşırılık" kelimesinden, zulüm, saldırganlık ve aşırılık anlaşılır. Gerçeklere sırtını çevirmek suretiyle, hakkın ve doğru olanın önüne geçmek de anlaşılır. ”Feresûn furt'un" cümlesi, ”diğer atları geçen at" anlamına gelir. 29De ki : 'Hak Rabbinizdendir. Öyleyse, dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.' Kendi nefislerinin arzu ve isteklerine uymak suretiyle, haktan yüz çeviren o gafil kimselere: ”Hak, ancak Rabbiniz tarafındandır. Sizin istekleriniz değil. Çünkü onlar batıl şeylerdir. Veya bana vahiy suretiyle bildirilen şeyler haktır. Rabbiniz tarafındandır. Hak gelince, hastalıklı ve sakat şeyler çekilip gitti. Sadece sizin, kendi hür iradenizle kendiniz için seçip istediğiniz helak ve kurtuluş kaldı. Mutlu kişilerden olmak isteyenler, iman etsinler, mutsuz olmak isteyenler ise, iman etmesinler, inkâr etsinler." Bu ifadeler, insanı serbest bırakmak için değil, tehdit edip ceza vaadi içindir. Allahu teâlâ'nın burada, onların iman veya küfürde olmalarının, ona ne zarar ne de fayda sağlayamıyacağınt bildirmek istemiştir . Dilerseniz iman edin, dilerseniz inkâr edin! Eğer inkâr ederseniz, biliniz ki Allahü teâlâ size azap edecektir. Eğer iman ederseniz, yine biliniz ki Allah, size mükâfatınızı verecektir. Bahr'ul-Ulûm isimli eserde şöyle denir : ”İman etmek isteyen kimse, gücünü ve isteğini imanı kazanma yönüne çevirsin. Bu da. Allahü teâlâ tarafi ndan gönderilenlerin tümünü birden, gönülden tasdik etmektir. Başka bir şey isteyen de istediğini yapsın. Ben hiç birisine aldırmam." Burada; kulun iman ya da inkâr etmesinin, kendi dilek ve iradesiyle gerçekleştiğine işaret vardır. İkisi de, Allah'ın yaratması ve kulun işlemesiyle beraberce gerçekleşen fiillerdir. Kulların, hür iradeleriyle işlemiş oldukları diğer fiilleri de böyledir. Namaz, oruç., gibi. Bunların her biri, Allah'ın yaratması ve kulun kazanması ile gerçekleşir. Zorlama ve kudret (cebr ve kader) arasında olan gerçek de budur işte. Böyle olmasaydı, şu aşağıdaki cümlede söylenenle kullar fiillerinden dolayı bir şey hakedemezlerdi. Şüphesiz Biz, zâlimlere öyle bir ateş hazırladık ki, çadırı onları kuşatmıştır. Kendi hür iradesiyle, iman etmeyip inkârı seçmek suretiyle, kendisine haksızlık edenlere, öyle büyük ve acayip bir ateş hazırladık ki, o ateşin çadırı onları çepeçevre kuşatmıştır. Burada dili geçmiş zaman (mazi) kipi kullanılmış olması, kesinlik ifade eder. Burada bir teşbih yapılarak, onları kuşatan ateş çadıra benzetilmiştir. Eğer feryad edip yardım isteseler, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su ile kendilerine yardım edilir! O ne kötü bir içecektir ve ne kötü bir dayanaktır! İnkâr eden kimselere, su istekleri yerine maden gibi eritilmiş olan bir madde verilecektir. Bu ifade, onları küçümseyip azarlama için kullanılmış bir anlatım tarzıdır. Bu eritilmiş madde kendilerine sunulunca, (ki bu madde yağın aşırı bulanık hali, yani katran gibidir) hararetinden yüzlerinin derisi dökülür. O su, ne kötü bir içecektir. Çünkü, su içmekten gaye, harareti gidermekti. Bu ise, tam tersini yapıyor, yangını çok daha artırıyor. O ateş de, ne fena bir dayanak ve sığınaktır. Mü'minlerin yapmaları gereken şey; haksızlık ve Allah'a isyan etmekten kaçınmak, istiğfar, pişmanlık duyma, akideye güç kazandırma ve zikirle meşgul olmaktır. Aksi halde, yolculuk çok uzak, ateşin şiddeti ise çok çetin olacaktır. Cehennemin suyu ise, maden eriyiği ve irin, kelepçesi de demir olacaktır. Bir hadiste ifade edildiğine göre: ”Cehenneme gidenlerin en hafif azaba çarptırılacak olanı, ayaklarına ateşten iki pabuç giyip o ateşin verdiği hararetden, beyinleri kaynayanlardır." Mâlik b. Dinar şöyle anlatır: ”Bir çocuğa raslamıştım. Kendi kendime: 'Ey nefis! Hazret-i Peygamber, büyük küçük herkese selâm verirdi' dedim ve selâm verdim. Çocuk da 'Ve aleyküm selâm ve rahmetullah Ey Mâlik' diye cevap verdi. Bunun üzerine, 'Nefisle akıl arasındaki fark nedir?' dedim. Onun cevabı şöyle oldu: 'Selâm vermeni engellemeye çalışan nefis, seni selâm vermeye teşvik eden şey ise akıldır.' Ben: 'Toprakla niçin oynuyorsun?' diye sorunca, çocuktan şu cevabı aldım: 'Ondan yaratıldık ve ona döneceğiz.' 'Bu ağlama ve gülme de neyin nesi?' diye sordum. Çocuk şunu söyledi: 'Rabbimin azabını hatırlayınca ağlıyorum, rahmetini hatırlayınca da gülüyorum.' 'Evlâdım! Sen daha çocuksun. Günahın bile olmaz. Niçin ağlıyorsun ki?' dedim. Çocuğun cevabı şu oldu : 'Öyle deme! Annemi gördüm, küçük odunlar olmadan, büyükleri tutuşturamıyordu.' İşte bu çocuğun sözlerinden ibret almamız gerekiyor." 30İnanıp ve iyi işler yapanlara gelince... Kalbin yaptığı amel (iman) ile, bedenin yaptığı amelleri bir arada bulunduranlar... İyi işler (sâlihât) ise, asıl itibariyle sıfattır. Daha sonra Allahü teâlâ'nın güzel gördüğü bütün davranışlar için kullanılmıştır. Kendisiyle Allah'a yaklaşılan bütün davranış ve hareketler buna dahildir. Elbette Biz güzel iş yapanın ecrini zayi etmeyiz. ”Ecr", yapılan bir işe verilen karşılıktır. Tenvin ise ”azaltma" bildirir. 31Onlar için altlarından ırmaklar akan Adn Cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle bezen irler. Bahsi geçen bu yüce sıfatlara sahip olanlara, Adn Cennetleri vardır. ”Adn" kelimesinin sözlük anlamı, ikamet etmektir. Yani bu yüce sıfatlara sahip kişilere, ikamet edip içerisinde oturacakları cennetler verilecektir. Adn denen yerin, cennette özel bir yer olması da muhtemeldir. Burası, cennetin tam ortası ve en yüce yeri de olabilir. Cennetteki nehirler dört tanedir. Bunlardan şarap, süt, bal ve tatlı su akar. Çünkü, dünyadaki en güzel bahçe, altından nehirler akan bahçelerdir. Bu cennetlerde mü'minler, hanımların süslendikleri güzel takılarla süslenirler. Bu süsler; altın, gümüş ve bunlara benzer mücevherlerdendir. Orada bezenden takılardan birisi de, altın bileziktir. Bilezik kelimesinin nekre olarak gelmesinin sebebi, onun güzelliğinin fazlalığına işarettir. Bahru'l-Ulûm’da şöyle söylenir: ”Âyette geçen ” esâvir-bilezikler" kelimesinin nekre (belirsiz) olarak gelmesinin amacı, teksir-çoğaltma ve tazim-yüceltmedir. Said b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, orada her mü'min üç bilezikle süslenecektir. Bu bileziklerin biri altın, biri gümüş ve diğeri de inci ve yakuttandır. Oradaki mü'minler, bu bilezikleri, peş peşe takarlar, yahut da hepsini birden takarlar. Tıpkı, dünyadaki hanımların takmış oldukları gibi." Orada koltuklara yaslanarak, ince ve kaim ipekten yeşil elbiseler giyerler. Ne güzel sevap ve ne güzel dayanak! Yeşil, renklerin en güzeli, tazesi ve Al Iahu teâlâ tarafından da en çok sevilenidir. Âyette geçen ”sündüs ve ist ehr ak" kelimeleri, kalın ve ince ipekli bir cins elbisedir. Bilmiş olunuz ki bu dünyalıların giydiği elbise, süs elbisesi ya da örtünme elbisesidir. Allahü teâlâ bir âyette" süslenirler" derken, diğer bir âyette de ”giyinirler" buyurmaktadır. Burada akla şu soru gelebilir. Neden Allahü teâlâ, süslenme hususunda ”süslenirler" buyurarak, cümlenin öznesini belirtmiyor? Sündüs ve istebrak konusunda ise ”giyinirler" buyurarak, giyinmeyi oradakilere isnat ediyor. Bunun sebebi ne olabilir? Biz cevaben deriz ki: Burada onların faziletleri vurgulanmış ve kendilerini başkalarının süslediği açıklanmıştır. Giyinme konusunda ise, her kişinin bizzat kendisinin giyineceği açıklanmıştır. Fakir de şöyle der: Örtünmek için olan elbiseyi herkes bizzat kendisi giyer. Padişah bile olsa kendi elbisesini kendisi giyer. Onun için ”giyinirler" ifadesi kullanılmıştır. Süs için olan elbiseye gelince, bu elbiseyi genel olarak başkaları giydirir ve süslenme amacına yöneliktir. Padişahlarda ve gelinlerde gördüğümüz gibi. Onun içindir ki âyette, bu durum meçhul kipiyle ifade edilmek suretiyle, başkalarına isnat edilmiştir. Bunun sebebi ise, onların üstünlük ve yüceliklerini vurgulamaktır. Yine âyette ”erîke-koltuk" kelimesi geçmektedir. Erike, gelin odasında bulunan divandır. Fakat tek divana ”erike" denmez. Orada özellikle bir yaslanma olayı gündeme getiriliyor. Bu durum, nimete erişenlerin ve padişahların tahtlanndaki durumudur. İbni Ata şöyle der : ”Onlar orada, Allah'ın bahçelerinde, rahmet meydanlarında ünsiyet koltuklarına yaslanmış halde bulunurlar. Onlar vuslat (Allah'a varma) bahçelerindedirler." Adn Cennetinin sevabı ve orasının nimetleri ne güzeldir. Orası itaatin karşılığıdır. Ne güzel sevaptır o! O koltuklar ne güzel yaslanma yerleri ve ne güzel konaklardır. Biliniz ki burada, cennetin güzelliği ve özelliğinden değil, oraya nasıl hazırlanılacağından bahsediliyor. Salih ameller, oraya hazırlayayıcı sebeplerdendir. Salih ameller de, sırf Allah için olan; oruç, namaz ve bunlara benzer diğer hayır işleridir. İman eden ve amel işleyenler için, imanlarının ve amellerinin salih olma ve güzel olma durumlarına uygun karşılıkları vardır. O ameller içerisinde, sahibim cennete ve oradaki odalara götürecek olanlar vardır. Bunlar, iyi niyyet ve Allah'ın göstermiş olduğu şekilde Allah'a yapılan itaati ar ve bedenî ibadetlerdir. Bu ameller içerisinde öyleleri de vardır ki, onlar da sahibini Allah'a ulaştırır. Bunlar da, kalp ile yapılan amellerdir. Halis bir kalp ile Hakk'ı istemek, samimiyetle tevhide yapışmak ve dünyaya gönül vermemek, Allah'tan başkasından yüz çevirmek, bütünüyle O'na yönelmek ve kuruntulara aldanmamak., gibi. Tabiidir ki, arpa eken buğday biçemez, Şöyle bir hikâye anlatırlar : Belli kentinde bir adam, hizmetçisini çağırıp, buğday ekmesini emretmiş. Hizmetçi ise arpa ekmiş. Biçme zamanı gelince adam bunu görmüş ve hizmetçiye sebebini sormuş. Hizmetçi ise : ”Belki buğday olarak biter zannederek, arpa ektim" der. Adam: ”Be aptal, arpa ekip de buğday biçeni gördün mü hiç?" diye sorar. Kölenin cevabı çok enteresandır: ”Sen Allah'a isyan ederek O'nun rahmetini nasıl umarsın. Dünyanın, âhiretin tarlası olduğunu bilmiyor musun?" Adam, kölenin bu cevabı üzerine, bütün yaptıklarına tevbe eder ve kölesini hürriyete kavuşturur. Allahu teâlâ'nın, gaflet uykusundan uyandırdığı kimse, O'nu tanır ve O'nun rızasını kazanma yoluna girer. 32Ey Rasülüm Muhammed! Onlara şu iki adamı misal ver: Allah'ın nimetlerinden dört köşe olan o kâfirlere ve fakirliğin pençesinde kıvranan Müslümanlara, İsrail oğullarından şu iki kardeşin durumlarını misâl ver. Söylendiğine göre, bu iki kardeşten birinin adı Yahûda, diğerinin adı ise Katrûs idi. Yahuda mü'min. Katrus ise kâfirdi. Babalarından kendilerine, sekizbin dinar miras kalmıştı. Bu parayı aralarında paylaşmışlardı. Kâfir olan, bin dinara bir arazi satın almıştı. Bin dinara da üzerine bir bina yapmıştı. Bin dinara evlenmiş, bin dinara da öteberi ve hizmetçi temin etmişti. Mü'min olan kardeş ise : ”Ey Allah'ım! Kardeşim bin dinara bir arazi satın aldı. Ben de cennette senden bin dinara bir arazi satın alıyorum" demiş ve bin dinar sadaka vermişti. Kardeşim bin dinara arazisine bina yaptı. Bende cennette senden bin dinara bir köşk satın alıyorum" demiş ve bin dinar sadaka vermişti. ”Kardeşim bin dinara evlendi. Ben de bin dinarı hurilere mehir yapıyorum" dedi ve onu sadaka olarak dağıttı. ”Kardeşim bin dinara hizmetçi ve öteberi satınalmıştı. Ben de bin dinara senden cennette ebedî kalacak çocuklar satınalıyorum" demiş ve bin dinar sadaka vermişti. Daha sonra da muhtaç bir duruma düşerek, kardeşinin geçeceği yol üzerinde oturup, beklemeye durmuştu. Derken kardeşi haşmetli bir şekilde çıkagelmişti. Muhtaç kardeş ayağa kalkmış, kardeşine bakmıştı. Zengin olan kardeş: ”Bu halin nedir?" diye sorunca, ”Muhtaç durumdayım. Yardımın dokunur diye karşına çıktım" cevabını alır. Zengin kardeş : ”Malını ne yaptın?" diye sorunca, muhtaç kardeş durumunu anlatır. Zengin kardeş ise, malını sadaka olarak dağıttığından ötürü onu azarlar ve onu kovar. ikisinden birine iki üzüm bağı vermiş, onların etrafını hurmalarla çevirmiş, ortalarında da ekin bitirmiştik. O iki adamdan birisi kâfirdi ve ona, içerisinde her türlü üzüm bağı bulunan iki bahçe vermiştik. Bu bahçelerin etrafını da, hurmalarla çevirmiştik. Bu iki bahçenin ortasında da, ekin bitirmiştik. Böylece gerekli olan azığı ve en iyi şekilde meyveler hazırlamıştık. Bütün bunları en güzel tertip ve düzen üzere yapmıştık. 33Her iki bağ da yemişini vermiş, ondan hiçbir şeyi eksik etmemişti. Bu bahçelerin her ikisi de, en iyi şekilde meyvelerini vermişti. Diğer bahçelerde olduğu gibi meyvesini eksiltmiyordu. Çünkü âdeten bahçelerdeki meyveler, bir yıl tam olur, sonraki yıl da meyve vennez. Aynı şekilde bazı ağaçlar da, bazı yıllar meyve verip, diğer yıllar vermiyordu. İkisi arasından bir de ırmak fışkırtmıştık. Allahu teâlâ bu her iki bahçe ortasından birer de nehir akıtmıştı. Ta ki bu iki nehirin suyu ile bahçeler sulansın ve değerleri artsın. 34Bağ sahibi olan adamın başka geliri de vardı. Bu iki bahçeye sahip olan kişinin, bahçelerden başka malları da vardı. Bu konuda Şeyh şöyle der : ”Âyette geçen 'semer-ürün, meyveler' kelimesi, 'semere' kelimesinin çoğulu olup, meyvelerden toplanmış olana denir. Bahçede mutlaka meyve bulunduğu halde bu şekilde anlatılmış olmasının sebebi, bu iki bahçenin ve diğer mallarının ürününün çokluğuna işarettir." Arkadaşıyla konuşurken ona : 'Ben, malca senden zenginim. Adam sayısı bakımından da senden güçlüyüm' dedi. Kâfir olan kardeş mü'min olan kardeşe hitabederek: ”Ben mal ve taraftarlarım bakımından ve erkek çocuklar bakımından senden daha güçlüyüm" der. Muhammed b. Hasan der ki: ” 'Mal'; insanın sahip olmuş olduğu her türlü dinar, dirhem, altın, gümüş, buğday, ekmek, hayvan, elbise vs. şeylerdir." Âyette geçen ”nefer" kelimesi, yardımcı ve erkek çocuk anlamınadır. Üçten ona kadar olan erkekler için kullanılan bir tabirdir. Ondan sonrası için kullanılmaz. 35Böylece, kendisine zulmederek bağına girdi ve 'bunun yok olacağını hiç sanmam' dedi. İki bahçeye sahip olan Katrûs, Müslüman olan kardeşiyle birlikte bahçesine girer. Bahçesini kardeşine gezdirir, onlarla övünür ve onları beğenir. Böylece o, nefsine haksızlık eder ve kendisine zarar verir. Çünkü o, yaratılışı ve âhireti inkâr etmektedir. Bu ise, haksızlıkların en çirkinidir. Katrûs kardeşine ”bu bahçenin yok olacağını, bitip tükeneceğini hiç sanmam" der. 'Zan-sanma' kelimesi çoğu kez bilgi yerine kullanılır. Çünkü galip zan, bilgiye en yakın olanıdır. Hükümlerde de, bilgi yerinde kullanılır. Katrûs'un bu sözünün anlamı, onun, bahçesinin uzun müddet kalacağıdır. O müddet de hayatının sonuna kadar olan zamandır. Yoksa sonsuza dek kalmak değildir. Çünkü bunu hiçbir akıllı sanmaz. Onun böyle söylemesi, kardeşinin nasihatine karşılık, arzularının çokluğu, gafletinin devam etmiş olması ve bahçelerine aldanmış olmasıdır. 36'Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet Rabbime döndürülsem bile, orada da bundan daha güzel bir sonuç bulurum.'“Gelecekte, yeniden dirilme zamanı olan kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Senin iddia etmiş olduğun gibi, yeniden dirilerek Rabb’lmin huzuruna döndürülsem bile, orada da bugün içerisinde bulunduğum bu bahçelerden daha güzel bir bahçe bulurum." Bu ifadelerden, onun Rabb’ini bilip kabul ettiği anlamı çıkarılamaz. Üstelik, bilmek şirke sapmaya aykırı değildir. O, kâfir ve müşrikti. Burhan’da şunlar söylenir: ”Burada zikredilen ifadede ”rudidtü-döndürüldüm" fiili kullanılmıştır. Halbuki. (Hâmîm-Fussılet) sûresinde (50. âyet) ise aynı anlam ”ruci'tü-döndürüldüm" kelimesi ile ifade edilmiştir. Çünkü, bir şeye döndürülmek (red), döndürülen şeyin istenmediğini ifade eder. Kehf süresindeki: 'İçerisinde bulunduğum şu bahçeden Rabbime döndürülsem bile' ifadesinde ki döndürülme- red bir nevi kerahet, isteksizlik ifade eder. Fussilet süresindeki ifadede ise 'rucû' kelimesi kullanılmış olup, kerahat anlamı ifade etmez. Sûrenin genel akışı, buna daha lâyık olduğu için böyle gelmiştir." Burada söz konusu olan şahsın, bu kadar tamahkâr olmasının ve kötü bir yemin etmesinin sebebi, o şahsın. Allah'ın bu malı ona kentli şahsî kabiliyetinden ve ona liyâkatından dolayı verdiğine inanmış olmasıdır. Bunun bir is-t id rae olduğunun farkında değildir. Bu servet karşısında kâfirin Allah'ın emirlerine ve yasaklarına aykırı davrandığı halde: ”O çok cömerttir ve rahmet sahibidir. Âhirette bana, dünyada verdiklerinden daha çok verecektir." demesi Allahu teâlâ'ya karşı aldanış içerisinde oluşundandır. Allahü teâlâ : ”Ey insan! Çok kerîm olan Rabbi ne karşı seni aldatan nedir?" buyu mı ustur. (İnfitar: 6) 37Kendisiyle konuşan arkadaşı ona dedi ki : 'Seni topraktan... Kendisiyle konuşup mücadele etmiş olduğu kişi, onun Müslüman olan kardeşidir. İrşad isimli eserde şöyle denir : ”Buradaki hal cümlesinin faydası diyalog esnasında ona söylemiş olduğu sözlere dikkat çekmektir." Sonra nutfeden yaratan... İkinci aşamada ise seni anne karnında nutfeden yaratan O'dur. Nutfe, senin yakın olan maddendir. Sonra da seni adam şekline sokan... Seni kusursuz ve normal bir adam şekline O koydu. Seni bir erkek insan haline getirdi. Kâmus’da şöyle denir : ”Recül, gençlik çağına gelen, ihtilâm olan kimseye verilen addır." (Allah')ı inkâr mı ettin? ”Kıyametin kopacağını sanmıyorum" diyerek inkâr mı ettin? Bu, Allahu teâlâ'nın sıfatlarını ve kudretini inkâr etmektir. O Allah ki, senin aslın olan Hazret-i Âdem’i yaratmış olmanın zımnında seni tie yaratmıştır. Onu topraktan yaratmış olması, senin tie topraktan yaratılmış olman demektir. Âyette geçen soru, takrir ifade etler. Yani : ”İnkâr etmen gerekmez. Seni ilk etapta topraktan yaratanı niçin inkâr ettin?" anlamındadır. 38Fakat o Allah benim Rabbim dir. Burada o mulnin atkım kardeşine sanki şöyle demiştir: ”Sen Allah'ı inkâr eden bir kâfirsin. Fakat ben mü’min ve muvahhidim." Ben, Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam! Burada, onun inkarcı oluşunun, şirk koşmak suretiyle olduğuna işaret edilmiştir. 39Bağına girdiğin zaman : 'Maşallah! Allah'tan başka güç sahibi yoktur!' demen gerekmez miydi?.. Sen bahçene girdiğin zaman, işler Allah'ın dileğiyle olmaktadır demeli değil miydin? Buradaki maksat, o adama, hem kendisinin ve hem de servetinin, Allah'ın dileğiyle var olduğunu itirafa teşvik etmektir. Dilerse o bahçeyi mâmur olarak olduğu gibi bırakır, dilerse onu yok edip perişan eder. Yine sen, bahçene girdiğin zaman, kendi aczi yeti ni itiraf ederek, kendine verilen bu ömür ve nimetlerin Allah'ın yardımı ve takdiri ile olduğunu bilerek, 'Allah'tan başka güç ve kudret sahibi yoktur. Bütün bu varlıklar O'nun yardımı ve kudretiyle olmuştur' demen gerekmez miydi? Hadiste: ”Birisine hayırlı mal ve aile verildiğini gören kimse, onları gördüğü zaman ”Maşallah, Lâ havle velâ kuvvete illâ hi ilâh" derse, onlarda hiçbir çirkinlik görmez" buyurulmuştur. (4) Sen beni, malca ve evlâtça kendinden az görüyorsan. bil ki... Buradaki ”görme" olayı, ya bilmek yahut da hakikî gönnedir. 40Rabbim bana, senin bağından daha iyisini verebilir. Bu, onun imanından dolayı, kendisine âhirette verilecek olan şeydir. Çünkü, dünyadaki bahçe fânidir. Baki olan âhirette verilecek olandır. Ve o senin bağının üzerine de gökten yıldırımlar gönderebilir. Belki da Allahu teâlâ onun bahçesine, azap olarak, gökten bir dolu, yıldırım ya da ateş atar. Onun hakkında onu bekliyordu. Çünkü o, nankörlüğün sonunun o olduğunu biliyordu. Mal ve mülkten dolayı bir takım havalara girmek, perişan olmaya sebebiyet verir. Mü'min kardeşin ona söylediği bu sözler, inkarcı kardeşin: ”..Bunun yok olacağını hiç sanmam.." sözlerine cevap teşkil etmektedir. Böylece senin bağın, kupkuru bir toprak kesilir. Allahu teâlâ senin bağını, üzerindeki bitki ve ağaçları çekip koparmak suretiyle, kupkuru ve üzerinde kayılan dümdüz bir toprak haline getirebilir. 41Yahut suyu dibe çekilir de, artık onu bir daha bulamazsın.' Yahut da O, senin bahçenin suyunu dibe çökertir de, o diplere indirilen sudan, ne elleri nie ve ne de kovalarla bir gram su çıkaramazsın. Bu suyu ne bulmaya ve ne de bulursan geri çevirmeye gücün yetmez. 42Derken, o inkarcı kişinin ürünü yok edildi. Bu cümle anılmamış bir cümle üzerine atfedilmiştir. Yâni, onun beklediklerinin bir kısmı olmuş ve onun malları telef olmuştur. Buradaki ” semer-ürün" den kasıt, onun sahip olduğu bahçedir. Çardakları üzerine yıkılmış olan bağın karşısında, ona harcadıklarından dolayı, ellerini oğuşturinaya başladı. Adam, üzüntüsünden ve kaybetmiş olduğu bahçesine olan hasretinden dolayı, pişman olmuş bir halde ellerini birbirine vurup oğuştunnaya başlamış. Yapmış olduğu şeye pişman ol an kimseler, bir elini diğerine çarpmak suretiyle, pişmanlıklarını ifade ederler. Bahru'l-Ulûm'da şöyle anlatılır : ”Elleri birbirine vurmak, elini ve parmağını ısırmak, elini ısırmak, parmakları yemek ve dişleri gıcırdatmak gibi tabirler, pişmanlık ve hasret duymayı belirten kinaye lâfızlardır. Çünkü bunlar, pişmanlığın sonuçlarıdırlar, sonuçlar da, sonuç oldukları şeye nisbet edilir. Bu tür ifadeler kullanılmak suretiyle, sözler en yüksek noktaya vardırılır. Böylece de, dinleyiciye daha kolay kabul ettirilir." Âyette 'sanki pişman bir duruma gelmiştir' denmek istenmiştir. Çünkü o adam, o mal ve bahçeyi imar etmek için bir çok çabalar harcamıştı. Nihayet o sahip olunan bahçe ve bağlar, çardaklar direkleri üzerine yıkılıp perişan olmuş, herşey yerle bir olmuştur. Bir söylentiye göre ise, o bağa Allahu teâlâ ateş göndermiş ve bütün suyu çekilivermiştir. (Bu esnada da): 'Keski Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmamış olaydım!' diyordu. Başına gelen bu durumların. Allah'a şirk koştuğundan ötürü olduğunu anlamış ve mü'min kardeşinin öğütlerini hatırlamış gibidir. Müşrik olmayan, Allah'ın birliğini kabul eden bir mü'min olmayı temenni eder olmuştur. Fakat bu temennisini, temenni fayda vermiyeceği zam antla dile getirmiştir. İmanını dünyayı isteme yönünde kullandığı için samimi değildir. Bu saınimiyetsizliğintlen dolayı da, tevbesi tevbe sayılmaz. 43Allah'tan başka, kendisine yardım eden bir topluluk olmadı, kendi kendisini de kurtaramadı. Bu adamın başına gelen helaki önleyebilecek hiçbir kimsesi bulunamadı. Onun bir yardımcısı da olamadı. Çünkü, bu durumda ona yardım edebilecek olan, sadece Allah'tır. Fakat Allah da ona yardım etmiyecektir. Çünkü o adam, Allah'a isyan edip inkâra saptığından dolayı, yüzüstü bırakılmayı hak etmiştir. Allahu teâlâ'nın intikamına kendi gücüyle de engel olamamıştır. 44İşte o durumda yardım, yalnız hak olan Allah'a mahsustur. O, sevapça da hayırlıdır, sonuç bakımından da hayırlıdır. Bu gibi durumlarda yardım, ancak Allahu teâlâ'dan gelir. O'ndan başkasının yardım etmeye gücü yetmez. O, dostlarına hayırlı sonuçlar ihsan eder. Celâleyn Tefsirinde şöyle denir : ”Sevabı umulanlardan sevap bakımından en faziletlisidir. O'na itaat edene verilen hayırlı netice, başkasına itaat edene verilenden daha hayırlıdır." Biliniz ki, bu kıssa birçok faydaları kapsar. Onların en büyüğü, tevhid inancına sahip olmanın ve dünya sevgisini terketmenin iki dünyada da kurtuluşu elde etmeye sebep oluşudur. Şirk koşmak ve dünyayı sevmek ise, iki dünyada perişanlığın sebebidir. Vehb b. Münebbih şöyle rivayet eder : ”İsrail oğullarından bir ilim adamı, yetmiş sandık ilim kitabı toplamış. Her sandık yetmiş arş inmiş. Allahu teâlâ o zamanın peygamberine, o âlime şunu söylemesini vahy etmiş: ”Kat kat biriktirmiş olsan da, sende şu üç özellik bulunduğu müddetçe bu bilgiler sana fayda vermiyecektir. Dünyayı çok sevmen, şeytana uyman ve Müslümanlara eziyet vermen." Firavun da Mûsâ peygamberin peygamberliğini biliyordu. Fakat dünyayı sevmiş olması ve baş olma sevdası, onun Mûsa'ya uymasına engel olmuştu. Dolayısıyla onun sadece bilmesi onu kurtaramadı. İblis’in Âdem peygamberi bilmiş olması da böyledir. Yahudiler de Hazret-i Peygamberi bilip tanıyorlardı. Fakat onların bu sadece bilmeleri kendilerini mutlu etmeye yetmedi. Hayırlı sonuçları elde edemediler. Dinlemiş oldukları öğütle amel etmiş olsalardı, kurtulurlardı. 45Onlara, dünya hayatının tıpkı şöyle olduğunu anlat : Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz su gibidir. İçerisinde bulunmuş olduğun topluluğa, dünya hayatının durumunu ve ona benzeyen parlaklığının, tazeliklerinin ve çiçeklerinin hızla yok olacağını açıkla. Ta ki onlar da dünyaya kanıp oraya bağlanarak, âhiretten tamamen yüz çevirmesinler. Burada maksat, dünya hayatını, sadece gökten indirilen suya benzetme değildir. Maksat, su olmayınca, dünyadaki bütün varlıkların yok olmaya yüz tutacağına işarettir. Suyun varlığıyla, bütün bitkiler birbirleriyle sarmaş dolaş bir şekilde birbirine karışarak gelişip büyürler. Yerin bitkisi onunla birbirine karıştı (yemyeşil oldu), ardından rüzgârların savurduğu çöp kırıntısı haline geldi. Allah her şeye kadirdir. Bu parlaklık ve gümrahlıktan sonra ise, bu tazelik ve güzelliklerini bir kenara bırakmak suretiyle, rüzgârın savurduğu kırık kırpık yaprak parçaları ve çöpler haline gelirler. Allahu teâlâ her şeye kadirdir. Dilediğini hayatta bırakır, dilediğini yok eder. O hiçbir şeyden âciz değildir. Her şeye tam anlamıyla gücü yeter. Onun içindir ki, aklı başında olan hiçbir insanın, dünya hayatına kanmaması gerekir. Dünya hayatı biraz uzunca da olsa, sonunda yok olacaktır. Süsleri hoşa gitmiş olsa bile, solup gidecektir. 46Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. İnsanların öğünegeldikleri mallan ve çocukları, geçici olan dünya süsleridir. Kısa bir zaman sonra yok olacaklardır. Bakî kalacak olan güzel işler ise, Rabbinin katında sevapça da umutça da daha hayırlıdır. Namaz, oruç, hac gibi ibadetlerle, ”sühhanellahi velhamdülillâhi velâ ilahe illallahu vallahu ekber" gibi güzel sözlerden meydana gelen güzel amellerin meyveleri ise, ebedi olarak kalırlar. Rivayet edildiğine göre Hazret-i Peygamber, günün birinde halkın huzuruna çıkarak: ”Kalkanlarınızı kuşanınız!" der. Bunun üzerine halk: ”Düşman mı geliyor?" diye sorar. Hazret-i Peygamber : ”Hayır, ateşe karşı" der. Halk tekrar sorar: ”Ateşe karşı kalkanımız nedir?" Hazret-i Peygamber’in cevabı ise : ”Sühhanellahi velhamdü lillâhi velâ ilahe illallahu vallahu ekber"dir. (5) İşte bütün bu tür iyilikler, Allahu teâlâ katında, geçici ve yok olmaya mahkum olan mal ve çocuklardan daha hayırlıdır. Bunların faydası âhirette görülecek ve sevabı sahiplerine ulaşacaktır. Bunlar, umutça da hayırlıdırlar. Mü'min insanlar dünyada umut ettikleri şeyleri, âhirette bulacaklardır. İnsanlar, geçen mal ve evlâtlarına ise kavuşmayı umut etmezler. Bu âyet, dünya hayatının geçici süslerinden uzak durmaları için, müminleri uyanık tutmaya ve dünya hayatı ile böbürlenenleri kınamaya yöneliktir. Bilginlerden birisi şöyle söyler : ”İç dünyası, marifet nurlarıyla, sevgi ışığıyla ve şevk cilâsıyla; dış dünyası da, hizmet adabıyla, himmet şerefiyle ve nefs yüceliği ile bezenenlerden başkaları, dünya süslerinden kendilerini kurtaramazlar. Bu mertebelere ulaşan kimselerin iç dünyalarından zinet, dünya sevgisine Allah aşkı ile galip gelir." 47(Düşün) O günü ki, dağları yürütürüz. Dağları yerinden söküp yürüttüğümüz günü hatırla. O gün dağlar, oldukları gibi havada yürümektedirler. Yahut da dağlar, paramparça olmuş bir hale gelince, parçaları gezinip durmaktadırlar. Bunların hatırlatılmasmm sebebi, müşriklerin içerisinde bulundukları durumdan, kendilerini uyarmaktır. Yeri de çırılçıplak görürsün. Onların (ölenlerin) hiçbirini bırakmayıp, hepsini toplamışızdır. Ey Rasülüm Muhammed ve görebilen herkes! O gün, yer, bütünüyle cascavlak bir haldedir. Üzerinde ne bir örtü, ne bir bitki ve ne de bir ağaç görürsün. Yine o gün, bütün iman eden ve inkâr edenleri hep bir yere toplamışızdır. Yerin altında onlardan hiçbir kimseyi bırakmamışızdır. 48Ve hepsi, sıra halinde senin Rabbine sunulmuşlardır. Kıyamet gününde hasrolunan bütün yaratıklar, kararlan verilmek ve hesabı görülmek üzere sıralar halinde Rabbine sunulmuşlardır. Bu âyetteki ”saf kelimesi tekil olarak getirilmiş, çoğul kastedilmiştir. ”...Sonra sizi çocuk(lar) olarak çıkarırız..." (Mü'min: 67) âyetinde de bu şekildedir. Onlar peş peşe dizilmiş bir halde Rabbinin huzuruna çıkarılmışlardır. Birbirine karışık ve dağınık bir halde değillerdir. Onların bu durumları, haklarında istediği kararı vermesi için, padişahın huzuruna çıkarılan orduya benzetilmiştir. Orada onlara: 'Yemin olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi Bize geldiniz. denmiştir. Sizi ilk defa yaratmış olduğumuz zamandaki durumunuzla, yani çırılçıplak, yalınayak ve çoluk çocuklarınız olmadan Bize geldiniz. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh) validemiz Peygamber efendimize : "Ey Allah'ın Rasulü! İnsanlar kıyamet gününde nasıl haşrolunurlar?" diye sorduğunu, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in de : ”Yalınayak, çırılçıplak ve sünnetsiz olarak" cevap verdiğini biliyoruz. Bu cevap üzerine Hazret-i Âişe : ”Erkek ve kadınların hepsi birbirlerine bakar bir halde mi?" diye sorar. Hazret-i Peygamber ise: ”Durum, onunla ilgilenmekten daha çetindir" cevabını verir. Bir başka rivayette ise: ”Durum, birbirlerine bakmaktan daha önemlidir" şeklindedir. (6) Oysa size vadedilenlerin gerçekleşeceği bir zaman tayin etmediğimizi sanmıştınız (değil mi?)' Ey öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden kâfirler! Siz dünyadayken, size vaadettiklerimin gerçekleşmiyeceğini mi sandınız? Size peygamberleriniz aracılığı ile, öldükten sonra dirilip hesap vereceğinizi bildirmiştim. Ayette, onları şiddetli bir biçimde kınama ve uyarma vardır. Yine âyet, Allahü teâlâ 'nın kudret ve azametine işaret ederek, O'nun kahr, celâl sıfatlarını ve adaletinin eserlerini belirtiyor. Ta ki, uyumakta olanlar gaflet uykularından uyansın, gafil olanlar da bu şiddetli günden kurtulmak için sebeplere sarılarak hazırlansınlar. Allahü teâlâ 'nın hitabı ve cevabı için gizli ve açık durumlarını düzeltsinler. Çünkü, dönüp varılacak olan O'dur. Allah'ın huzuruna çıkış, en büyük huzura çıkıştır. Padişahın huzuruna çıkmaya hiç benzemez. Utbetü'l-Havas şöyle bir olay anlatır : Utbetu'l-ğulâm bir gece benim yanımda kaldı, bayılıncaya kadar ağladı. ”Seni ağlatan nedir?" diye sorduğumda şu cevabı .erdi : ”Sevenlerden ayrılıp, Allah'ın huzuruna varışı hatırladım." Mervan Halifelerinin yedincisi olan, Süleyman b. Abdülmclik, Ebu Hâzıın'a şöyle der : ”Neden bizler, dünyayı sevip âhiretten kaçınıyoruz?" Şu cevabı verdi: ”Çünkü sizler, dünyayı imar, âhireti harâb ettiniz. İmar edilen bir yerden, harap olan bir yere gitmek istemezsiniz de ondan." Bu cevap üzerine halife: ”Doğru söylüyorsun, keşke yarın Allah katında durumum ne olacak bilebilseydinı!" der. ”Eğer bunu öğrenmek istersen. Allah'ın kitabına bakı ver." Ebu Hazım onu nerede bulabilirim?" sorusuna da şu âyetleri okuyarak cevap verir: ”iyi kimseler Namı Cennetlcrindedirler. Kötüler ise ateştedirler." (İnfitar: 13-14) Halife tekrar sorar: ”Allah'ın huzuruna çıkış nasıl olacak?" Ebu Hazım bu soruya da şu cevabı verir: ”İyiler, kaybolup da ailelerine kavuşan kimseler gibi neşelidirler. Kötüler ise, kaçtıktan sonra yakalanmış olarak efendisinin huzuruna çıkarılan köle gibidir." Bu cevap üzerine halife, gözyaşı dökerek ağlar. 49Kitap da ortaya konmuştur. Suçluların, onun içindekilerden korktuklarını ve şöyle dediklerini görürsün. ”Kitap da ortaya konmuştur" ifadesinden kasıt, yapılan amellerin yazılı olduğu amel defterleri, kişilerin sağ tarafına yahut da, onların ölçüleceği teraziye konulmuş olmasıdır. Bu ameller ortaya konunca, günahlar ortaya çıkacağından dolayı, günahkâr kimseler korkacaklardır. Kitabın kabarıklığını görünce şaşkınlıkla, kendilerini helak eden şeyleri çağıracaklar ve şöyle diyeceklerdir : 'Vay hâlimize! Ey bizi helak edenler! Geliniz, bu zaman sizin zamanınızdır. Bu kitaba da ne oluyor! Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp, işlediklerimizin hepsini sayıp dökmüş.'“Bu kitaba da ne oluyor?" cümlesinde lâm harfi ayrı olarak, özel bir biçimde yazılmıştır. Bekâî, bunun, onların korku ve sıkıntılarına işaret olduğunu söyler. Âyetteki küçük günahlar, büyük günahların yanlarındaki zellelerdir. Said b. Cübeyr’in ifadesine göre, âyette geçen ”küçük"ten kasıt, dokunma, ”hüyük'len kasıt ise zinadır. Hadiste ise şöyle buyurulur : ”Küçümsenilen günahlardan sakının! Bu günahlar, bir vadinin ortasına konaklayan bir topluluğa benzer; birisi bir odun, bir başkası da bir odun getirip, böylece ekmeklerini pişirirler." (7) Yaptıklarını hazır olarak bulmuşlardır. Dünyadayken yaptıkları kötülükleri, ya da yaptıkları kötülüklerin karşılıklarını, amel defterlerine işlenmiş bir şekilde karşılarında bulmuşlardır. Rabbin kimseye haksızlık etmez. Rabbin, kimsenin yapmadığı şeyi yazmaz ve ameline uygun olan azabı artırmaz. Te'vilât adlı eserde şunlar anlatılır : ”Ruh sayfalarındaki ışık fazla ise, o kimse cennetliktir. Oradaki karanlık fazla ise, o kimse de perişan olmuştur. İşığı karanlığına karışmamış olan kimseler ise, yüksek mertebe ve üstün derece sahipleridir. Bunlar. Allahu teâlâ'nın huzurunda, sulk sandalyesinde otururlar." Senin yapman gereken şey, iyiliklere sımsıkı sarılmak ve kötülüklerden de sakınmaktır. Çünkü herkes, yapmış olduğu amellerinin ağacının meyvesini bulacaktır. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh), bir gün ağacın altında otururken, eli kapalı birkaçtın kendisine gelir. Hazret-i Âişe, elini niçin ortaya çıkarmadığını sorar. Kadın şunları anlatır : ”Sorma ey mü’minlerin annesi! Benim annem ve babam, vardı. Babam sadaka vermeyi çok sever, annem, ise hiç sevmezdi. .Annemin bir parça basit iç yağından, başka hiçbir sadaka verdiğini gönn emiştim. Öldüklerinde, rüyamda kıyametin koptuğunu gördüm. Annemi, ayakta dikilmiş bir durumda, o iç yağını yalarken gördüm.'Susadım!' diye bağırıyordu. Babamı ise, havuzun, kenarında su içerken gördüm. Babamın, dünya hayatında su vermekten daha çok sevdiği bir sadaka yoktu. Bir bardak su alıp anneme verdim. ”Ona su verenin eli kumsun" diye bir ses duyuldu. Rüyadan ayıklığımda, elim kurumuştu." (8) 50Meleklere: 'Âdem'e secde edin!' demiştik. İblis hariç hepsi hemen secde etti. Meleklere. Âdem'e secde edin dediğimizi hatırla! Buradaki ”secde"den maksat, onu selâmlamak ve onu değerli bilmektir. Yoksa ibadet etme secdesi değildir. Bu secde, geçmiş milletler zamanında meşrû-yasal iken. İslâm tarafından meşruluktan-yasal olmaktan çıkarıldı." İblis hariç, hepsi Hazret-i Âdem'e secde etti. O ise, böbürlenip diretti ve secde etmedi. Burada ”neden secde etmedi?" gibi bir soruya cevap verilmiş gibi bir durum var. Nihayet sorunun cevabı geliyor : O cinlerdendi. Onun aslı, ateşten, yaratılmış bir cindi. Meleklerden değildi. Burada ki muttasıl istisna sahihtir. (9) Çünkü, İblis de onlarla beraber secde etmekle emrolunmuştur. Daha sonra ise, onlardan birisi istisna edildiği gibi o istisna edilmiştir. Tıpkı : ”...Falan kadın hariç hepsi çıktılar" sözünde olduğu gibi. Burada hariç olan kişi, erkekler arasında bulunan bir kadındır. Bir görüşe göre, ”O cinlerdendi" cümlesinden kasıt, onun ilk cin olduğuna işarettir. Cinler ondandır. Hazret-i Âdem’in ins'den olduğu gibi. Çünkü Hazret-i Âdem, insanların ilkidir. Bir başka görüşe göre ise, Allahu teâlâ'nın Âdem'den önce yaratıp, yeryüzüne gönderdiği bir halk vardı. O halkın adı cindi. İblis de onların kalanlarından birisiydi. Onlar kan dökmüşler, melekler de onlarla savaşmıştı. Bağavi şöyle der: ”Onun Süryanicedeki adı Azâzîl, Arapçadaki adı ise Hâris'ti. İsyan edince, adı ve şekli değiştirildi, kendisine ”İblis" dendi. Çünkü o, rahmetten ümit kesmiştir. Bu gibi durumlardan Allah'a sığınırız." İblis denen o cin. Rabbinin emrinden çıktı. Allah'a itaat etmekten kaçındı. Gerçekten de öyle olmuştu. Allahu teâlâ, emrine uymamayı, ”emrinden çıktı" ifadesiyle anlatmıştır. Bundan maksadın, emredilen secdeyi yerine getirmemek olması da caizdir. Ayrıca, âyette geçen ”fâ" harfi sebep bildirir. Atıf harfi değildir. Yani, İblisin Allah'ın, emrinden çıkmasının sebebi, onun cinlerden oluşudur. Melek olmuş olsaydı, Allah'ın emri dışına çıkmazdı. Çünkü, insanlar ve cinler değil, sadece melekler hata yapmaktan korunmuşlardır. Şimdi sizler, Ben’i bırakıp da, onu ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Ayette geçen soru, inkâr ve hayret içindir. ”Zürriyet-nesil" kelimesi de mecaz olarak kullanılmış olup, onun çocukları ve yandaşlarıdır. Yani ey Âtlemoğullan! Siz bu işi bildiğiniz halde, İblise uyarak yoldan çıkıyor ve Beni bırakıp da onun zürriyetini dostlar mı ediniyorsunuz? Bana itaat etmeniz gerekirken, başkalarına itaat ediyorsunuz. Sizin bu haliniz, yani Beni bırakıp da başkalarını dostlar edinmeniz, çok kötü bir iştir. Gerçekten de hayret edilecek bir iştir. Oysa onlar sizin düşmanlarmızdır. Bu, zâlimler için ne kötü bir değişmedir! Halbuki İblis ve onun yandaşları, sizin düşmanlarmızdır. Sizin onlara dost değil, düşman olmanız gerekir. Allahu teâlâ'yı dost edinmeyi bir kenara bırakmak suretiyle, İblisi ve yandaşlarını dostlar edindiniz. Burada yapmış olduğunuz değ işti nue, ne kötü bir haksızlıktır. 51Ben onları, ne göklerin ve yerin yaratılmasına, ne de kendilerinin yaratılmasına şahit tuttum. Burada Allahu teâlâ, yaratmada onlara ihtiyacı olmadığını ve ulûhiyetine onların ortak olmadıklarını vurguluyor. Yâni İblisi ve yandaşlarını yaratma esnasında hazır bulundunnamıştır. Yoldan saptırıcıları yardımcı edinmiş değilim. Gökleri ve yeri yaratmam esnasında, onlardan yardım almadım. Onlarla ilgili düzenlemeler konusunda kendilerine danışmadım. Onları yaratırken, bazılarını diğerlerine şahit de tutmadım. Bu ifâde, cinlerin gaybı bildiğini iddia edenleri reddetmektedir. İnsanları sapıklığa düşürüp dinden uzaklaştıran şeytanları da yardımcı tutmuş değilim. Benim hiçbir işimde ve onları yaratmamda bu durum olmamıştır ki onlar benim ilâhlığıma bir ortaklık zannetmiş olsunlar. Burada, zamir kullanılması gereken yerde açık isim kullanılmakla onlar yerilmiş ve sapıklıkları tescil edilmiştir. 52O gün (Yüce Allah inkarcılara) der ki: 'Benim ortaklarım olduğunu iddia ettiklerinizi çağırın da, (sizi azabımdan kurtarıversinler!) Çağırdılar ama, kendilerine hiç cevap veremediler. Biz onların aralarına tehlikeli bir uçurum koyduk. Allahu teâlâ kıyamet gününde, inkarcıları hem rencide etmek ve hem de nâçar bırakmak için der ki : ”Benim ortaklarım olduğunu yâni şefaatçiler olup, size şefaat edeceklerini iddia ettiklerinizi çağırın da size aracı olup, yardımınıza koşsunlar." İmdada çağırılması istenenler, Allah'ın haricinde kulluk yapılan her şeydir. Onlar iddia ettiklerini yardım etmeleri için çağırdılar. Fakat hiçbiri cevap veremedi, yardımcı olamadı ve kendilerinin azabını gideremedi. Biz çağıranlarla çağırılanlar arasına perişan eden bir uçurum koyduk ki bunda ikisi de beraberce bulunsunlar. İşte o uçurum da cehennemdir. 53Suçlular ateşi görür görmez, orayı boylayacaklarını anladılar. Oradan kurtuluş yolu da bulamadılar. Suçlulara, ateşe girmeleri emredildiği zaman, içerisine atılıp oradakilere karışarak orayı boylayacaklarını kesin olarak anladılar. Oradan kaçabilecekleri bir yer de bulamadılar. Çünkü orası, kendilerini her taraftan kuşatıvermiştir. 54Yemin olsun ki Biz bu Kur'ân'da, insanlar için her türlü misâli sayıp dökmüşüzdür. Ama insan, tartışmaya her şeyden daha çok düşkündür. Yemin olsun ki Biz, Kur'ân'da birçok kere, iyiliğiniz ve menfaatiniz için muhtelif şekillerde size misaller verdik. Ta ki, hatırlayıp öğüt alasınız. Fakat insan, cibilliyet ve tînet olarak tartışma konusunda çok ileri gitmiştir. Her konuda tartışır. Fakat insanın tartışması, bütün tartışmacılardan daha çoktur. O burada makamının gereği olarak, batıla karşı son derece hasımdır. Bir hadiste şöyle buyurulur: ”Hiçbir topluluk, üzerinde olduğu hidayet yolundan sapmaz. Tartışmaya girenler bunun dışındadır. ” m 55Kendilerine hidayet geldiği zaman, insanları iman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan şey; sadece, öncekilerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini, yahut azabın göz göre göre kendilerine gelmesini beklemeleridir. Kendilerine hidayet olarak Hazret-i Peygamber ve Kur'an gelince. Mekkelilerin yine de iman edip içerisinde bulundukları şirki bırakmalarına ve Allah'tan bağışlanma dileğinde bulunmalarına engel olan şey, eski milletlerin başına gelen belâların, onların başlarına da gelmelerini beklemeleridir. Onların başına gelen, köklerinin kazınmasıdır. Yahut da âhirette azaba çarpılmalarıdır. Bu durum, göz göre göre onların başına gelen belâlardır. 56Biz peygamberleri, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise, hakkı ortadan kaldırmak için batıl yolu kullanarak mücadele verirler. Onlar, âyetlerimizi ve uyarıldıkları şeyleri alaya almışlardır. Milletlere göndermiş olduğumuz peygamberleri, mü'min ve itaatkâr olan kulları yüksek dereceler ve sevapla müjdelemek, inkarcı ve isyancı kulları da ceza ve aşağılıkla uyarmak için göndermişizdir. Kâfir olanlar, müjdeleyici ve uyarıcı olan, peygamberlerle bâtıl yolla mücadele ederler ve: ”Sizler de bizim gibi insanlarsınız. Eğer Allah dilemiş olsaydı, gökten melekler indirir" derler ve mucizelerin ortaya çıkışından sonra âyetler isterlerdi. Onlar bu mücadeleyi, Rasullerin getirdikleri hakkı çürütmek ve iptal etmek için yaparlar. Onlar, birlik ve kudretimizi gösteren âyetlerimizi ve uyarılıp korkutuldukları azabı alaya aldılar. 57Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığı halde, onlardan yüz çevirenden ve kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zalim kim vardır? Buradaki soru, kınama ve uyarma içindir. Yani, kendisine Kur'ân'la nasihat edildikten sonra, onu dinleyip anlamıyan ve düşünmeyen ve ondan yüz çeviren insandan daha zalim kim olabilir? Onlar, kendilerinin işlemiş oldukları inkâr ve isyan suçlarını unutmuşlar ve çekecekleri cezayı da düşünmemişler, iyilik yapanın da, kötülük yapanın da mutlaka karşılığını göreceğini nazarı itibara almamışlardır. İnsanlar, birçok işlerini elleriyle yaptıkları için, ellerinin dışındaki organlarıyla yapmış oldukları bazı şeyler de ”ellerinin yapmış olduğu" şeklinde ifade edilmiştir. Hatta, kalbiyle yapmış olduğu bazı şeylere de, ”bu senin elinin yaptığıdır" denir. Bazıları şöyle der: ”İnsanların, 'zalim' diye adlandırılmaya en lâyık olanları, Allah'ın âyetlerini gördüğü halde onlardan ibret almayan, hayır yolunu görüp de ondan yüz çevirenler ve şer yerleri görüp de oraları terketmeyip şer işlere koşanlarıdır." Biz, onların kalpleri üzerine, onu anlamalarına engel olan örtüler, kulaklarının içerisine de ağırlık koymuşuz. Onların unutmalarının ve yüz çevirmelerinin sebebi, kalplerinin mühürlenmiş olmasıdır. Kulaklarına da sağırlık konmuştur. Onun içindir ki, Allah'ın âyetlerini anhyamazlar. Onları doğru yola çağırsan da, bu halde asla doğru yola gelmezler. Onları, kurtuluş yolu olan İslâm'a çağırsan, hayatları boyunca asla kabul etmezler. 58Rabbin çok bağışlayan, çok merhamet edendir. Eğer, onları yaptıklarıyla hemen cezalandıracak olsaydı, onlar için azabı çabuklaştırırdı. Fakat onlar için vadedilen bir zaman vardır ki, ondan kaçıp sığınacak bir yer bulanuyacaklardır. Rabbin çok bağış sahibidir. Bağış (mağfiret): Kulların işlediği günahlardan vazgeçip ve onlara kulun işlediği kadar ceza vermemektir. O, yarattıklarına çok merhametlidir. Rahmet, nimet vermek demektir. Eğer Allah, kulların işlemiş olduklarına hemen ceza verecek olsaydı, onu ihmal etmeden dünyada derhal cezalandırırdı. Fakat O, bu konuda acele edip onları derhal cezaya çarptırmadı. Onlar için bir ceza zamanı vardır. O da Bedir ya da kıyamet günüdür. O zaman orada cezalarını çekeceklerdir. O zaman geldiğinde. Allahu teâlâ'dan başka kaçıp sığınacakları hiçbir yer bulamiyacaklartlir. 59İşte şu kentler! Ne zaman zulmettilerse, Biz de onları helak ettik. Onları helak etmek için de belli bir vakit tayin etmiştik. Bu kentlerden kasıt, Ad ve Semûd gibi milletlerin yaşadıkları kentlerdir. Onlar ne zaman Mekke'lilerin yaptığı gibi zulüm ve haksızlık yapmış iseler, kendilerini perişan etmişizdir. Mekke'liler; çeşitli yalanlama, isyan ve kavgalar ederek zulüm yapmışlardı. Onların helak olmaları için de belli bir vakit belirlemiş ve o vakitten geri kal anlamışlardı. Bu âyetlerde bir çok işaretler vardır : 1) İnsanların hidayete erimeleri için bir takım sebepler vardır. Ancak insanlar, Allah'ın hidayeti olmadan doğru yolu bulamazlar. 2) Bâtıla sapan kimseler, hakkı bâtıl, bâtılı da hak olarak görürler. Bunun sebebi, kalplerinin kör, akıllarının da zayıf olmasıdır. Peygamberleriyle, onları bilemediklerinden, ve sapıklıklarından mücadele ederler ve hakkı ortadan kaldırmaya çalışırlar. 3) Allahu teâlâ'nın dünyadaki rahmeti, hem mü'mini ere hem de kâfirlere olmak üzere geneldir. O, kâfirlere, işlediklerinin cezası olmak üzere hemen nzıklarını kesmez. Bizim sünnetimizde, zâlime zaman tanımak vardır, onu ihmal etmek yoktur. Mazlumun duası makbul olan dualardandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır : ” Mazlumun bedduasından korkunuz. Onun yapacağı beddua ile Allah arasında perde yoktur. ” 60Bir zaman Mûsâ, genç adamına demişti ki : Ben, iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayıp gideceğim, yahut da uzun zamanlar geçireceğim.' Rivayet edildiğine göre : Mûsâ peygamber, Kıptî'lerin helak oluşundan sonra, İsrail oğullarıyla birlikte Mısır'a çıktığında, Allahu teâlâ ona, milletine, Allah'ın kentlilerine verdiği nimetlerini hatırlatmasını emretmişti. Milletine etkili bir nutuk çekti. Onunla kalpler yumuşadı, gözlerden yaşlar aktı. Bunun üzerine İsrail oğullarının ilim adamlarından birisi, ”Ey Mûsâ kim daha iyi bilir?" diye sordu. Mûsâ da ”ben" cevabını verdi. Bunun üzerine Allahu teâlâ, Mûsâ peygamberi azarladı. Çünkü, en iyi bilmeyi Allah'a, nisbet etmemişti. Bundan sonra Allahu teâlâ Mûsa peygambere, iki denizin bitiştiği yerde bir kul olduğunu, bu kulun atlının Hızır olduğunu ve o kulun Mûsa'dan daha iyi bildiğini vahyetti. Bunun üzerine Mûsâ peygamber: ”Ey Rabbim! Onu nerede bulabilirim ve onunla nasıl görüşebilirim?" diye yalvardı. Allahu teâlâ: ”Onu, sahildeki kayanın yanında ara. Oradan sepetine bir balık al ki sana azık olsun. Onu kaybettiğinde, Hızır oradadır" dedi. Mûsâ da bir balık alıp zenbiline koydu ve genç adama: ”Balığı kaybedince bana bildir" dedi. Âyetin anlamı : ”Mûsâ b. İmran'ın, ibret olsun diye genç delikanlısına söylediği sözü hatırla." O genç delikanlı, Hazret-i Mûsa'nın kız kardeşinin çocuğu olan Yûşâ b. Nûn'dur. Mûsâ peygamberin ashabının büyüklerintlentiir ve ölünceye katlar ondan hiç ayrılmamıştır. Mûsa'nın ölümünden sonra, onun seri atini devam ettirmiştir. Mûsâ peygamberden sonra, İsrail oğullarının en büyüğüdür. ”Genç adamı" atlı verilmesinin sebebi, ona uyması ve ona hizmet etmesinden dolayıdır. Böyle denmesinin sebebi, edep kuralını öğretmektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): '"Genç yiğitim, genç kızım desin. 'Kölem, cariyem' demesin buyurmuştur." Mûsâ peygamber bu genç adamına, iki denizin birleştiği yere kadar durmayıp gideceğini, yahut da uzun zaman geçireceğini söylemişti. O iki denizin birleştiği yer, doğu tarafından Fars ve Rum denizinin birleştiği yerdir. Orası, Allahu teâlâ'nın. Hızır'la Mûsa'yı birleştirmeye söz verdiği yerdir. Mûsâ peygamber, bu yeri bulabilmek için uzun zaman gideceğini söylemiştir. Fahreddin Râzî, tier ki : ”Bu ifadeler. Mûsâ peygamberin, kendisinin çetin zorluklara katlanmaya hazırladığını belirtmektir. O, ilim elde etmek için, bu sıkıntılara katlanmıştır. Bundan dolayıdır ki, batıda olan bir öğrenci, doğudaki bir ilini almak için yolculuğa çıksa buna değer." Hatip’in Havza adlı eserinde de şöyle denilir: ”Adamın birisi, bir tek hadis ekle etmek için. Medine'den Mısır'a gelmiştir." Mûsâ ve Yûşâ' da yaya olarak gitmişlerdir. 61Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık, denizde bir deliğe doğru yola koyulmuştu. Yani o ikisi, iki denizin uzantılarının ortasında uzunlamasına olan nerde ise biri birine kavuşacak yerine ulaştılar. Fakat balıklarını unuttular. Mûsâ, balığı arkadaşına hatırlatmayı unuttu. Arkadaşı da olayı bildirmeyi unuttu. Balığın koyulmuş olduğu yol, denizde bir su deliğidir. Âyette geçen ”sereh" kelimesi, alt kısmında bir delik olan yeraltı evi anlamı taşır. Burası tünel değildir. Buranın çıkışı olmadığından ”sereb" kelimesiyle ifade edilmiştir. Çıkışı olsaydı, tünel denirdi. Allahu teâlâ, suyun balık üzerine akışını tuttu ve su da, balık yolundan çekilmek suretiyle, açık bir delik ve tünel haline geldi. Buhari ve Müslim'de bildirildiğine göre, Hazret-i Peygamber de bu durumu bu şekilde açıklamıştır. 62Buluşma yerini geçtiklerinde Mûsâ genç adamına: 'Getir bize kahvaltımızı! Gerçekten bu yolculuğumuzda epeyce sıkıntıyla karşılaştık' dedi. Günün kalan kısmında ise, buluşma yeri olarak tesbit edilen iki denizin bitiştiği yeri geçip gittiler. Sonraki gün balığı hatırlaması için Mûsa'ya açlık verilmişti. İşte o zaman eski isteğine dönmüş ve delikanlısına: ”Getir bize kahvaltınızı!. Gerçekten hu yolculuğumuzda epeyce sıkıntıyla karşılaştık" demişti. Burada yiyecekleri şey, balıkları idi. Kahvaltı (öadâ) günün başındaki yenen yemektir. Akşam yemeği ise ”Aşâ"dır. Yemin ederim ki buluşma yerini yürüyerek geçtikten sonra birçok yorgunlukla karşılaştık. Nevevî der ki : ”Mûsâ yemek istesin diye, kendisine açlık ve yorgunluk verilmiştir. Böylece Yûşâ' ona balığı hatırlatmıştır." Hadiste de buyurulur ki : ”Mûsâ, kendisine emredilen yeri geçinceye kadar sıkıntıya düşmemiştir. ” 63Genç adam: 'Gördün mü, kayaya sığındığımız zaman, balığı unutmuşum. Onu söylememi, bana şeytandan başkası unutturmadı. Denizde, kendisine şaşılacak bir yol tutup gitmişti' dedi. Yani, ”kayaya varıp da orada konakladığımızda, bana olanlara şaştım. Ben, orada balığı ve onda gördüğüm acayip durumları sana hatırlatmayı unuttum" dedi. Sonra da, ona bunları şeytanın unutturduğunu belirterek özür diledi. Çünkü, bunları Mûsa'ya hatırlatmış olsaydı, buluşma yerini geçmiyecekler ve yorulmayacaklardı. Balık da, denizde kendisine tuhaf bir yol tutup gitmişti. Denizde kendisine kemer ve su altı evi şeklinde bir yol açılmış ve oraya dalıp gitmişti. Burada sanki denmek istenmiştir ki : ”Balık canlandı, hareketlenip denize düştü. Sonra da kendisine acayip bir yol tutturarak oraya dalıp kayboldu." 64Mûsâ: 'İşte aradığımız o idi' dedi ve hemen izlerinin üzerine geri döndüler. Balık hakkında kendisine anlatılanlardan sonra Mûsâ, ”işte bizim aradığımız da bu idi" dedi. Çünkü bu durum. Hızırla buluşma isteğinin başarısına işaretti. Daha sonra ise, aynen geldikleri yolu takip etmek suretiyle geri döndüler. Ki orası, nehrin denize döküldüğü taraftı. Geri dönüp gitme esnasında, izlerini takip edip arayarak, balığın canlanıp denize atladığı kayaya kadar geldiler. 65Derken, kullarımızdan birini buldular ki, Biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve katımızdan ilim de öğretmiştik. Orada Allah'ın kullarından birisini buldular. Bu, kul elbisesine bürünmüştü. Hazret-i Mûsâ ona selâm verip kendisini tanıttı. Daha sonra da, kendisinden bazı şeyler öğrenmek için geldiğini anlattı. İlim adamlarının çoğunun görüşüne göre, bu kul Hızır'dır ve bu isim onun lâkabıdır. Hızır'a bu lâkabın veriliş sebebi, bir hadiste şöyle anlatılır: ”O kuru beyaz bir yere oturdu. Sonra peşinden oradaki yeşil otlar boy attı." Allahu teâlâ Hızır'a, kendi katından bir fazilet ve yetki vermişti ve yine onu vasıtasız bir şekilde birtakım bilgilerle donatmıştı. 66Mûsâ ona: Sana öğretilen ilimden, bana da doğruyu gösteren bir bilgi öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?' dedi. Mûsâ peygamber Hızır'la karşılaşıp tanıştıktan sonra, kendisine bazı bilgiler öğretmesi için, Hızır'a arkadaşlık teklifinde bulunuyor. Yani Mûsâ, Hızır'ın kendisine bilgi vermesi konusunda, kendisinden izin istiyor. Onun, öğrenmek için böyle demesi, uymanın şerefi konusunda yeterli delildir. O, Hızır'a uymakla, dini hakkında birtakım bilgiler elde edecektir. Buradaki kelimelerin dizilişinden. Mûsa'nın konuşmasının gayet mütevazi bir üslûpta cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Kişi, kendisinden daha çok bilene, çok mütevazi davranması gerekir. Fahreddin Râzî der ki : ”Mûsâ peygamber, bu konuşma esnasında, kendisini ona tâbi kılarak, bütün edep kurallarını tatbik etmiştir. Âyette bu durum açıkça görülmektedir. 'Sana tâbi olabilir miyim?' ifadesinde, kendisinin az bilgiye sahip olduğunun, Hızır'ın ise bilgili olduğunun ikrarı vardır. Ve ona uymak için izin istemiştir. 'Bana da öğretmen için’lfadesinden ise, Hızır'a verilen birçok ilimden, birazcık da ona öğretilmesi anlaşılır. Bilgi bakımından Hızır'la eşitlik değil de, ona verilen bilgiden biraz isteniyor. Fakir kimselerin, zenginlerin malından birazcık istemeleri gibi. 'Sana doğru yol olarak öğretilen ilimden' ifadesinden de, kendisini doğru yola iletmesi, aksi hakle haktan sapacağı anlaşılmaktadır." Katâde der ki : ”Eğer bir kimse, ilimle yetinecek olsaydı, Hazret-i Mûsâ yetinirdi. Fakat o yetinmedi, Hızır'a uymak istedi." Zeccâc da şunu söyler : ”Burada Peygamberlerin büyüklerinden olan Mûsa'nın yapmış olduğu şey, ilmi isteyerek yolculuğa çıkmanın gerekliliğine delildir. İlmin zirvesine bile varmış olsa durum aynıdır." 67O da Mûsa'ya :'Sen benimle beraberliğe sabr edemezsin' dedi. Burada Hızır, Mûsâ peygamberin kendisiyle arkadaşlığa sabredemiyeceğini, buna gücü yetmiyeceğini açıkça ifade ediyor. Sanki o ”Sen bu işi yapamazsın, olmaz" demek istiyor. 68'Mahiyetini kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredebilirsin?' Hakkında bilgin ve haberin olmayan şeylere nasıl sabredebilirsin? Buradan anlaşılıyor ki Hızır, dış gölünüm olarak kötü olan bazı gizli işleri yüklenmiştir. Salih bir kimsenin ise, böyle bir şeyi görünce sabretmesi imkânsızdır ve karşı çıkması gerekir. 69Mûsâ: 'İnşallah beni sabırlı bulursun. Emrine karşı gelmem' dedi. Burada Mûsâ peygamber, olayı Allah'ın dileğine bağlıyarak, kendisinin Hızır'a itiraz etmiyeceğini belirtiyor. Olayı Allah'ın dileğine bağlaması; ya sabırda Allah'ın başarı ve yardımını istediği için, ya uğur dilemek için veyahut da işin zor olduğunu bildiği içindir. Çünkü, onun için kötülük gördüğü zamanda sabretmesi, çok çetin bir iştir. Allahu teâlâ'nın desteği olmadan sabretmek imkânsız bir şeydir. ”Beni sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir konuda karşı çıkmayacağım. Bana verdiğin hiçbir emirden de kaçmıyacağım." dedi. Mûsa'nın bu sözleri üzerine. Hızır ilim öğrenmesi şartıyla ona uymasına izin veriyor. Fakat Mûsa'dan, onunla arkadaşlık yapması esnasında, uyması gereken bazı şartlar da istiyor. 70O kul: 'O halde, eğer bana tâbi olacaksan, ben sana anlatıncaya kadar, hiçbir şey hakkında bana soru sorma' dedi. Benim yaptığımı gördüğün şeylerde, hoşuna gitmeyenler olursa, benimle münakaşaya girme ve soru sorma yoluna gitme! Bütün bunlar bir hikmetten dolayı yapıldığı için, itiraz da etme! Tâ ki, ben sana açıklamalarda bulununcaya kadar. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Hızır'ın yapmış olduğu bütün işlerde, mutlaka bir iyi sonuç ve hikmet vardır. 71Bunun üzerine yürüyüp gittiler. Hızır ve Mûsâ (aleyhisselâm) sahilde gemiyi aramaya koyuldular. Genç adam Yûşâ' da onlara uymuş gidiyordu. Fakat burada zikredilmemiş tir. Bu duruma, Hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözü işaret etmektedir : ”Derken yanlarına bir gemi uğradı ve bu geminin kendilerini taşımalarım söylediler. Gemide bulunanlar Hızır'ı tanıdılar ve onları ücretsiz olarak taşıdılar. ” Gemiye bindiklerinde, onu deldi. Bu üçlü grup gemiye bindiklerinde, Hızır gemiyi deldi. Suyun tam ortasına vardıklarında. Hızır bir balta alıp, gemidekilere çaktırmadan gemiyi yardı. Yani, geminin suya gelen taraftaki tahtalarından iki tahtayı söktü. Buradan anlaşılan, geminin kusurlu olarak görünmesi için, yan tarafına bir yara açtı. Bu yara ile, gemide bulunanlar batma tehlikesine maruz kalmazlar. Mûsâ : 'Halkını boğmak için mi onu deldin. Doğrusu, kötü bir iş yaptın!' dedi. Mûsâ peygamber. Hızır'ın yaptığı bu işi beğenmiyerek: " Ey Hızır! İçinde bulunanları boğmak için mi gemiyi dektin? Gemiyi delmek, onun içerisine suyun girmesiyle batmasına sebep olacaktır. Halbuki onlar, bize iyilik ettiler, bizi ücretsiz olarak taşıyorlar. Onların bize yaptıkları bu iyiliğin karşılığı gemiyi delmek midir? Sen bu hareketinle, hoş olmayan ve tuhaf bir iş yaptın" der. 72O kul : 'Sen benimle olmaya sabredemezsin demedim mi?' dedi. Hızır, Hazret-i Mûsa'nın bu çıkışması üzerine, daha önce kendisine söylediği sözü hatırlatıyor ve: ”Ben sana, benimle olmaya kesinlikle dayanamazsın demiştim" diyor. Bu ifade, daha önce kendisine bir uyarı yapıldığına işaret eder ve Mûsa'nın sözünü yerine getiremediğine dikkatleri çeker. Bunun üzerine Mûsâ peygamber de : 73Mûsâ : 'Unuttuğum şeyden dolayı beni kınama. Yaptığın işlerin hikmetleri konusunda, bana açıklama yapmadıkça, sana soru sormamamı tavsiye etmiştin. Bunu unuttuğum için beni hesaba çekme. Çünkü, unutarak hata yapan hesaba çekilmez. Nitekim Buharî'ût bulunan sahih bir hadiste de şöyle huyundur : ”Mûsa'nın ilk yaptığı unutmadan, ikincisi aşırı hassasiyetten, üçüncüsü ise kasıtlı idi. ” Ve bu işimde bana güçlük çıkarma!' dedi. Bana birtakım sorumluluklar yükleyerek, sana tâbi olmam konusunda beni zorluk altında bırakma! Sana uymam için işimi zorlaştırma. Kolaylık göster bana. Ben seninle arkadaşlık yapmak istiyorum. Sana arkadaş olmanın ise, affetmek çekişmemek ve bazı şeyleri görmezlikten gelmekten başka yolu yoktur. 74Yine yürüyüp gittiler. Hızır, Mûsâ peygamberin özürünü kabul etti ve birlikte gemiden çıkıp gittiler. Derken bir oğlan çocuğuna rastladılar ve o kul hemen onu öldürdü. Uğramış oldukları köyün dışında bir çocuğa rastladılar ve hemen o çocuğu öldürdü. Bu konuda Hazret-i Peygamber tie şöyle buyurur : ”Sonra gemiden çıktılar. Sahilde giderlerken, Hızır, çocuklar arasında oynayan bir çocuk gördü ve kafasını tutup koparmak suretiyle onu öldür dü."(13) Sahihaynda Ubey b. Kâ'b'dan böyle bir rivayet de vardır. 13- Hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmişlerdir. Mûsâ: 'Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha! Henüz küçük olduğu için bulûğa ermiyen ve günah işlememiş tertemiz bir çocuğu öldürdün öyle mi? Bu görüş çoğunluğun görüşüdür. Yani, o çocuk bir kimseyi öldürmemiş ki, kısas olarak kendisi de öldürülmüş olsun. Hiçbir suç istemeksizin öldürüldü o çocuk. Gerçekten sen, bununla da çok kötü bir iş yaptın!' dedi. Sen çok fena bir iş yaptın. Buna sessiz kalınması mümkün değil. 75O kul: 'Sana, benimle beraber olmaya sabredemezsin demedim mi?' dedi. Burada Mûsâ peygambere, kendisine yapılan nasihati terkettiği için kesin bir uyarı vardır. Âyette geçen ”leke-sana" ifadesi, kendisine yapılan uyarının artırılmış olduğunu bildirir. Çünkü o, ikinci defa ahdini bozmuştu. 76Mûsâ da ona : 'Eğer bundan sonra, bir daha sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme! Bundan sonra benimle arkadaşlık etme, bana yakın olma ve beni kendinden uzaklaştır! Eğer bir daha sana arkadaşlık etmek isteğinde bulunursam, Muhakkak o zaman tarafımdan bir özre ulaşmışsındır' dedi. Yani, eğer bir defa daha sana arkadaşlık teklifinde bulunursam, artık benin arkadaşlığımı kabul etmemen için, senin yeterli özünün vardır. Çünkü sana, üçüncü kez muhalefet etmiş olurum. 77Bundan sonra, yine yürüyüp gittiler. Bu şartlar üzerinde anlaştıktan sonra, yine yollarına devam edip gittiler. Bir köy halkına vardılar ve onlardan yiyecek istediler. Burası Antakya'dır. Burada onlar, kendilerine yemek ikram edilmesini istediler. Her ne kadar ”istemediler" denildi ise de, oraya varmaları ve orada konaklamaları, onlardan yemek istedikleri anlamını ifade eder. Köy halkı ise, onları misafir etmekten kaçındı. Orada bulunan halk, bu konukları ağırlamaktan çekindiler. Derken, orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular ve Hızır onu doğrulttu. Hazret-i Peygamberden rivayet edildiğine göre Hızır, eliyle işaret etmek suretiyle yıkılmak üzere olan o duvarı düzeltti. Bunun üzerine Mûsâ: 'İsteseydin bunun ücretini alırdın' dedi. İsteseydin, yapmış olduğun bu işin karşılığında bir ücret alırdın ve onunla yemek satın alırdık. Böyle söylemesinin sebebi. Mûsa'nın yemeğe ihtiyacının olmasıydı. 78O kul: 'İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şu anda, seninle aramızın ayrılacağı zaman gelip çatmıştır. Artık üçüncü itiraz da gerçekleşmiş olup, ”bana arkadaşlık etme" diye söz verdikleri noktaya ulaşılmıştır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü bildireceğim' dedi. Âyette ki, ”iç yüzü" diye terceme ettiğimiz ”tevil" kelimesi; bir şeyi aslına döndürmek, manâsına gelir. Buradaki anlamı ise, işin dönüp dolaşıp varacağı nokta, netice ve sonuçtur. O, olayın te'vîli değil, bilgiler vermekti. Olayın iç yüzü şudur: Gemiyi düşman ellerden kurtarmak, çocuğun anne ve babasını en iyi bedel karşılığında o çocuğun şerrinden kurtarmak, ve de yetimlere ait olan hazinenin, yetimler büyüyünce ortaya çıkarılmasını istemekti. Bu konuda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur : ” Allahu teâlâ, o iki kişinin haberini bize bildirmesine kadar, Mûsâ peygamberin sabretmesini isterdik. ” Yani, bize onların durumlarını vahyetmesine kadar. 79'Deldiğim o gemi, denizde çalışan zavallılarındı. O zayıf kişiler on erkek kardeşti. Beş tanesi kronik hasta idi. Onun için, bu gemiyi zalimlere karşı koruyamazlardı. Onlar, kazanç elde etmek için, denizde ücretle çalışıyorlardı. Burada çalışma olayının hepsine isnat edilmesi, tağlib-ekseriyet içindir. Veya, vekillerin yaptığı işler, onları vekil edenlerin işleri anlam madır. Allahu teâlâ onları ”fakirler" değil, ”mesâkîn-zavallılar" olarak isimlendirmiştir. Bunun sebebi, onların zalim krala karşı âciz kalmaları ve bir kısmının müzmin hasta olmasıdır. Buradaki ”miskin-zavallı", bir şeyden ötürü âciz kalan kimsedir. Yoksa, kendisine zekât ve sadaka verilebilecek olan fakirler grubundan olan miskin değildir. İşin aslı budur. Allahu teâlâ'nın hikmet ve dileği gereği, Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü onların ilerisinde, bütün gemileri zorla alan bir kral vardı. Âyette geçen ”verâ-ileri, ön" kelimesi, her ne kadar ”arka" anlamında ise de, buradaki anlamı ”ileri"dir. Çünkü bu kelime, zıt anlamında da kullanılan kelimeler grubundandır. Nitekim bir yer de de ”Onların veralarında-önlerinde engel vardır" denmektedir. Adı geçen kral, inkarcı bir kraldı ve sağlam olan her gemiyi sahibinden zorla alırdı. Zorla ellerinden alma korkusu, o gemiyi kusurlu hale getirmesine sebeptir. 80Çocuğa gelince: Onun anne ve babası mü'min insanlardı. Bunun için onlara, azgınlık ve inkâr bulaştırmasından korktuk. Hızır'ın öldürmüş olduğu çocuğa gelince, o çocuğun anne ve babası, Allah'ı bir tek olarak tanıyan sevgili kullardandılar. Bu çocuk büyüdüğü zaman, onlara azgınlık ve sapıklık vermesinden korktuk. Onlar mü'mindiler. Fakat çocuklarına olan sevgileri, ona uyarak imandan sonra küfre girmelerine sebep olabilirdi. Hidayetten sonra sapıklığa düşebilirlerdi. Hızır bu durumlardan korkuyordu. Çünkü Allahu teâlâ ona, çocuğun inkarcı olarak yaratılmış olduğunu bildirmişti. 81Rablerinin o çocuktan daha temiz ve (onlara) daha çok merhamet eden birini vermesini istedik. Biz istedik ki, o anne ve babanın Rabbi olan Allah, o çocuk yerine onlara, günahlardan ve kötü ahlâktan arıtılmış ve anne babasına daha çok itaatkâr olan merhametli birisini versin. İbni Abbas (radıyallahü anh) şöyle der : ”Allahu teâlâ bunun yerine onlara bir kız çocuğu vermiş, bir peygamber de o kız ile evlenmiş ve çok değerli peygamberler doğmuştur." 82Duvar ise, şehirdeki iki yetim çocuğun idi. Altında, onlara ait bir hazine vardı. Sözü edilen duvar, daha önce geçen Antakya adındaki kentteki iki yetim çocuğun idi. Bu duvarın altında gömülü olan altın ve gümüşten bir hazine vardı. Bu durum Hazret-i Peygamberden merfu' olarak rivayet edilmiştir."4' Âyetteki hazineden maksadın, altın ve gümüş olduğu açıktır. Çünkü bir âyette geçen: ”...Altın ve gümüşü biriktirenler..." (Tevbe: 34) kapsamına giren ve yerilen bir altın ve gümüş biriktirme vardır ki, yerilen bu hazine, zekâtı verilmeyen, kendisine ait hukuk yerine getirilmeyen, hazinedir. Babaları da iyi bir kimse idi. Bunların babası güvenilir bir adamdı. Orada bulunan halk, emanetlerini ona teslim ederlerdi ve sağlam olarak da geri alırlardı. Babaları sâlih kimse olduğu için, o çocuklann canları ve malları korundu. Cafer b. Muhammed şöyle der : ”O ikisi ile sâlih babalan arasında yedi tane baba vardır. Burada gömülen hazine, yedinci dedelerinindi." Rabbin diledi ki, onlar büyüyüp akılları ersin ve Rabbinden bir lütuf olarak kendi hazinelerini çıkarsınlar. Rabbinin, duvarın düzeltilmesini dilemesinin sebebi, o iki yetim çocuğun büyüyüp rüştlerine erişerek, görüş sahibi olmalarını beklemektir. Burada Hızır, yapılan çirkin işi kendi nefsine isnad ederek: ”O gemiyi kusurlu yapmak istedim" diyor. Çocuğun öldürülmesi olayını ise ”Haşînâ-korktuk" kelimesiyle ifade ediyor ve çoğul ”nâ" sîgası (kipi) kullanıyor. Bunun sebebi, inkârdan herkesin korkmasının gerektiğine işaret etmektir. Duvarın düzeltilmesi konusunda ise : ”Rabbin diledi ki, onların akılları ersin" ifadesi kullanılmak suretiyle, akılların ermesinin ve insanların büyümesinin başkalarının değil de, sadece Allah'ın iradesine bağlı olduğu gerçeği vurgulanmıştır. Bu konuda, Allah'tan başka hiçbir varlığın etki ve tesiri o lamı yacağına dikkatler çekilmiştir. Birinci ifade, kendi zâtında çirkin bir kötülüktür. İkincisi, sadece bir hayır, üçüncüsü ise, hayır ve şer karışıktır. Hazret-i Hızır'ın duvarı düzeltmesinin sebebi, çocukların büyüyerek, duvarın altındaki hazineyi kendilerinin çıkarmalarını temin etmektir. Hızır (aleyhisselâm) demek istiyor ki: ”Eğer duvarı düzeltmeseydim, duvar yıkılacaktı ve altından hazine çıkacaktı. Çocukların bu hazineyi korumaya ve kullanmaya güçleri yoktu. Bütün varlıkları kaybolup gidecekti." Dense ki : ”O yetim çocukların biri veya onların vasisi, duvarın altında hazinenin olduğunu bilmiş olsa, duvarın yıkılmasını önlerdi. Eğer bunu bitmiyorlarsa, duvarın altındaki hazineyi nasıl çıkarabilirler ki?" Bu somya şu cevabı vermek mümkündür: ”İki yetim bu durumu bilmiyorlardır, sadece onların vasisi biliyordur. Fakat o esnada, vasisi de orada yoktur. Fahreddin Râzî'nin tefsirinde de aynı şey söyleniyor." Fakir de şöyle der: ”Çocukların onu bilmedikleri tezine, kesin güvenemeyiz. Çünkü Allahü teâlâ, duvar altında bulunan hazinenin yerini, herhangi bir yolla o yetimlere bildirmeye kadirdir. Allahü teâlâ bildirir ve çocuklar da onu kolaylıkla çıkarırdı. Sonra, hazine arayıcıları her zaman, yerini bilmedikleri defineleri bulurlar. Bu durum nadir olan bir durum değildir. Allahu teâlâ'nın Hızır'ı bu şekilde hareket ettirmesi, o iki çocuk için bir lütuftur. Allahu teâlâ onlara rahmetini ihsan etmiştir. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. Ey Mûsâ! Benim yaptığım işlerden görmüş oldukların; gemiyi delme olayı, çocuğu öldürme olayı ve duvarı düzeltme olayı, benim, kendi görüş ve içtihadımla yaptığım şeyler değildir. Ben onları, Allah'ın emri ve vahyi üzerine yaptım. Bu ifadeler, Mûsa'ya zor gelen problemlerin çözümü ve onun görünürde çirkin olan uygulamasına bir mazeret olarak zemin hazırlamaydı. Senin sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur işte!' İşte bu anlatılanlar, neticesine sabredemediğin durumların içyüzüdür. Rivayet edildiğine göre: Hazret-i Mûsa, Hızır'dan ayrılmak istediğinde, Hızır ona şöyle demiş : ”Eğer sabretseydin, bin türlü şaşırtıcı şey göreceksin. Gördüğün her şaşırtıcı şey de, bir önceki gördüğünden daha şaşırtıcıdır." Bu sözler üzerine Mûsâ, ayrılığına ağlamış ve ”bana nasihat et" demiştir. Hızır da ona ” bilgiyi, insanlara anlatmak için değil, onunla amel etmek için iste" demiştir. Hızır'ın diğer bazı öğütleri de şöyledir: ”Faydalı ol, zararlı olma! Güler yüzlü ol, asık suratlı olma! İnatçı olmaktan sakın! Boş yere dolaşma! (İhtiyacın olmadan yürüme!) Bîr tuhaflık olmadıkça gülme! Günah işleyenleri, pişmanlık duydukları zamandan sonra ayıplama! Sağ kaldığın müddetçe, kendi hataların için ağla! Bugünün işini yarına bırakma! Gayretini hedefine yönelt. Seni ilgilendirmeyen şeye karışma! Yapacağın şeyi açıktan açığa yap ve gücün olduğu müddetçe de iyilik yapmaya bak!" Bu nasihatler üzerine Hazret-i Mûsâ şöyle der : ”Çok güzel öğütler verdin. Allah sana bol nimetler ihsan etsin seni rahmetine daldırsın ve seni düşmanının şerrinden kurtarsın." Muhammed b. Münkedir de şöyle der : ”Allahu teâlâ, sâlih bir insanın hatırına, onun çocuklarını, torunlarını ve akrabasanı korur. Onlar, Allah'ın koruma ve gözetiminde olurlar." Said b. Müseyyeb de der ki : ”Ben namaz kılıyor ve oğlumu anıyorum. Böylece namazımı uzatmış oluyorum." "O ikisinin babası sâlih bir kimse idi" ifadesi hakkında İbni Abbas şunu söyler : ”O iki çocuk, babalarının sâlih kimse oluşları sebebiyle korunmuşlardır." Anlatıldığına göre, sâlihlerden bir kimsenin, kral aleyhine söylediği bazı sözler, kralın kulağına gitmiş. Kral da bu adamı öldürmeyi planlayarak, huzuruna çağı muş. Sâlih adam kralın huzuruna çıkınca, kralın ikramına maznar olmuş ve kral onu serbest bırakmış. Bu işi nasıl başarıp da kralın şerrinden kurtulduğunu soranlara şu cevabı ve mı iş : ”Ondan kurtulmak için, 'Ey babaları hatırına iki çocuğu koruyan Allah! Beni de atalarım hatırına koru!' dedim." 83Ey Rasülüm Muhammed! Sana Zü'l-Karneyn’i soruyorlar. Yahudiler, Hazret-i Peygamber'i imtihan etmek için, ona dünyânın doğusunu batısını gezen Zü'l-Karneyn’i sorarlar. Bu şahıs Yunanlı Büyük iskender b. Filikus'tur. Dünyanın her yerini dolaşan bir kişidir ve tüm dünyaya hükmeden bir kraldır. Mücâhid der ki: ”Yeryüzüne dört kişi hakim olmuştur. İkisi mü'min, ikisi de kâfir. Mü'min olanlar; Hazret-i Süleyman ve Zü'l-Karneyn, kâfir olanları ise, Nemrûd ve Buhtu'n-Nasr'tır." Zü'l-Karneyn, Hazret-i İbrahim döneminde yaşamış ve Nemrut'tan sonra gelmiş ve çok uzun zaman yaşamıştır. İbni Kesir şöyle der : ”Aslında o, ne peygamber, ne de melekti. Sadece sâlih ve âdil bir kraldı. Ülkelere hâkim olup, diğer kralları oraların halkını alt etmiş, ülkeler ona boyun eğmişti. Zü'l-Karneyn adı verilmesinin sebebi, onun, güneşin iki taralına da, yani hem batıya, hem de doğuya ulaşmış olmasından itli. İkinci Zü'l-Karneyn ise, Rûmî (Rum ol an-Yunanlı) İskender'dir. Rumlar onun günlerini tarih başı yaparlar. Birinci İskender'den çok sonraları, iki bin yıldan daha uzun sene sonra gelmiştir. İsa peygamberden üç yüz bir sene öncedir. Onun veziri filozof olan Aristo'dur. Bu İskender. Perslerle savaşıp, onları perişan etmiştir, topraklarını işgal etmiştir. Kâfirdi ve otuz altı sene yaşamıştır. Kur'ân'da geçen, birinci Zü'l-Karneyn'dir, ikincisi değildir." Kendilerine cevap olmak üzere De ki : 'Size onun hakkında bir haber okuyacağım.' Ey som soranlar! Onun hakkında birtakım açıklamalarda bulunup, size Zü'l-Karneyn’in durumu hakkında bilgi vereceğim. 84Gerçekten Biz onu, yeryüzünde iktidar sahibi kıldık. Bu ifade, ona kuvvet verilmek suretiyle, kendisine bir takım imkânların hazırlandığını belirtmektedir. ”Mekkenehû veya mekkene lehû" ifadelerinden, bir kimseye güç ve kuvvet verildiği anlaşılır. Birinci anlamı, onu güçlü ve kuvvetli kılmasıdır. İkinci anlamı ise, ona güç ve kuvvetin verilmiş olduğudur. Ve ona her şeyden bir sebep verdik. Ona mülküne ilişkin birtakım görevler ve hükümdarlığına ait bazı hedefler verdik ki, bunlar vasıtasıyla o güç ve kuvvete ulaşır. Buradaki sebepten maksat, hedefe ulaşmak için gerekli olan bilgi, güç, yahut da vasıtadır. 85O da bir yol tutup gitti. O da bu güç ve kuvvet vasıtasıyla, batıya ulaşmak istedi ve kendisini batıya ulaştıracak olan yola girip, oraya ulaşmak için yürüyüverdi. İbni Kemal şöyle der: ”İkinci birinciye ulaşmak istediği zaman, Tebiahû ittibâen denir. Ona uğrayıp da onunla geçip gitmek istediği zaman ise 'Tebiahû tebean' denir." 86Güneşin battığı yere varınca... Hiçbir kimsenin ul asamı yac ağı ve onu geçemiyeceği, batı yönünden yerin bittiği yere varıp, okyanusun kenarında durdu. Şeyh der ki : ”Ötelerinde hiçbir kimsenin bulunmadığı bir millete ulaştı. Çünkü, güneşin batış yerine ulaşması mümkün değildir." Onu kara balçıklı bir gözede... Güneşi, kara balçıklı bir gözede batarken gördü. Belki de o, okyanusun kenarına varınca, burasını öylece gördü. Çünkü, onun gözünün görebildiği yerde, sudan başka bir şey yoktu. O, deniz yolculuğuna çıkmış gibi olduğu için böyle söylemiştir, batar buldu. Bazıları bu konuda şöyle der : Batı yönünde, hiçbir imar eserinin bulunmadığı son noktaya varınca, güneşi de karanlık bir ünitede batar hakle buldu. Bu, gemi yolculuğu yapan kimsenin, güneşi denizde batar görmesi gibi. Kıyıyı göremeyince, gerçekten de güneş, deniz ötesinde kaybolur gibidir. Yoksa, bilinmelidir ki yer yuvarlaktır, gök de yerin etrafını kuşatmıştır. Güneş de yeryüzünden kat kat daha büyüktür. Bu kadar büyük bir şeyin, yeryüzündeki gözelerden birine girmesini nasıl düşünsün ki?! Onun yanında bir de kavim buldu. O gözenin yanında, yani imar izlerinin bulunmadığı yerde, bir milletle karşılaştı. Bu millet, putlara ve taşlara tapını rdı. Ona ilham yoluyla Dedik ki : 'Ey Zü'l-Karneyn! Onlara ya azap edersin, ya da kendilerine güzel davranırsın.' Onları İslâm'a davet ettikten sonra muhayyersin. İslâm'a girmekte direnirlerse, ya onları öldürürsün, ya onlara bağışı ihsan edersin yahut da onları esir alırsın. Onların öldürülmeyip bağışlanmasına ve esir edilmelerine ”ihsan" diye isim verilmiştir. Yani senin onlara karşı tutumun, ya kendilerine azap etmek olsun, ya da onlara ihsanda bulunmak olsun. Birincisi eski durumunu koruyanlar için, ikincisi ise, tevbe edip İslâm'a dönenler içindir. 87O da: 'Kim haksızlık ederse, ona azap edeceğiz. Sonra o, Rabbine döndürülecektir. Allah da ona, görülmemiş ölçüde azap edecektir' dedi. Züi-Karneyn onlara dedi ki: ”Benim dediklerime inanmayıp da eski inkarcı tutumunda ısrar ederek kendisine haksızlık edenlere, ben ve dünyada benimle bulunan kimseler ölümle azap edeceğiz, O kimse, âhirette de Rabbine döndürülmek suretiyle, orada da kendisine azap edilecektir. O azap öyle bir azaptır ki, dünyada eşi yoktur. O da cehennem azabıdır." 88'Fakat, inanıp iyi iş yapan kimseye de en güzel mükâfat vardır. Fakat her kim, benim çağrıma uymak suretiyle, iman eder ve imanının gereği olan sâlih amel işlerse, o kimse için her iki dünyada da âhirette karşılaşacağı mükâfatın -ki o da cennettir- yanı sıra en güzel karşılık vardır. Ona, buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz.' Ona emrettiğimiz şeyden kolay ve basit, olanı söyleriz. Zor olan şeyi ona emretmeyiz. Emrettiğimiz şeyler, kolay olan şeylerdir. 89Sonra yine bir yol tutup gitti. Daha sonra o, geri dönüp yola koyulmak suretiyle, batıdan doğuya yöneldi. 90Güneşin doğduğu yere varınca... Yeryüzünün mâmur bir mıntıkasında, güneşi ilk doğuş anında gördüğü bir yere varınca... Çünkü, güneşin doğduğu yere vannası mümkün değildir. Onu öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, onlara, kendilerini güneşten koruyacak bir siper yapmamıştık. Güneşi, onunla aralarında hiçbir perde bulunmayan ve çıplak halde bulunan bir milletin üzerine doğar halde buldu. O milletin güneşin hararetine karşı ne elbiseleri ve ne de içine girecekleri binaları vardı. Onun için de, güneş doğrudan doğruya üzerlerine vuruyor ve onun sıcağından korunamıyorlardı. Gölgelenecekleri bir sığınakları da yoktu. Çünkü, onların sahip oklukları topraklar, yumuşak olduğu için, üzerine bina yapılamıyordu. Güneşten korunabilmek için, oralarda bulunan yer altı inlerine veya denize girebiliyorlardı. Güneş batınca da girdikleri yerlerden çıkıyorlardı. 91İşte böyle. Zü'l-Karneyn’in durumu, sana anlattığımız gibidir. Kendisine mülk vermiş ve makamını yüceltmişizdir. Yahut da onun millet içerisindeki dununu, bu sûrenin 86. âyetinde belirtilen muhayyerlik durumu gibidir. Onunla ilgili her şeyden haberimiz vardı. Ona verilen bütün vasıta ve gereçlerin görünen ve görünmeyen yönünden haberimiz vardır. Yani ona verilen bunca İlmin miktarını ancak. Lâtif ve Habîr olan Allah bilebilir. Allahu teâlâ'nın, dilemiş olduğu kullara yapmış olduğu lütuf ve ihsanın genişliğine bakınız! 92Sonra yine bir yol tuttu. Bundan sonra üçüncü defada da, batı ile doğu arasında çaprazlama olarak, kuzey-güney yönüne doğru yola koyuldu. 93Sonunda iki set arasına ulaşınca, o ikisi arasında bir set oluşturmuş olan iki yüce dağa ulaşınca ki arkalarında Ye'cûc ve Me'cûc vardır. Onların önünde, neredeyse hiç söz anlamıyan bir kavim buldu. O iki şeddin önünde ve arkasında bir insan grubuyla karşılaştı. Bu insanlar, hiçbir insanın sözünü anlamıyorlardı. Diğer insanlar da onların sözünü anlamıyordu. Çünkü, onların dilleri yabancıydı. Zemahşerî şöyle diyor : ”Onların sözlerini çok gayret ve zorlukla anlayabiliyordu. Dilsizlerin yaptığı gibi, işaretlerle anlaşabiliyorlardı." 94Dediler ki: Onlar, bir şikâyette bulunarak, tercümanları aracılığıyla diyorlar ki.. Açık olan şu ki, Zü'l-Karneyn birçok dil biliyordu ve onların konuşmalarını anlıyordu. 'Ey Zü'l-Karneyn! Ye'cûc ve Me'cûc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bu iki isim, Nuh'un oğlu Yâfes’in oğullarindan iki yabancı isimdir. Bunlar, bizim ülkemizde kan dökmek, sabotaj yapmak ve ekinleri perişan etmek suretiyle bozgunculuk yapıyorlar. İlkbaharda çıkıyorlar ve buldukları her türlü yaş şeyi yiyip bitiriyorlar, kuru şeyleri de alıp götürüyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için, sana bir vergi verelim mi?' Bizimle onlar arasına bir set yapman ve böylece bu set, onların bize ulaşmasına engel olması için, mallarımızdan bir kısmını sana verelim. 95Bunun üzerine Zü'l-Karneyn dedi ki: 'Rabbimiri beni içerisinde bulundurduğu şey bütün nimetler; iktidar, mal-mülk ve diğer vasıtalar, sizin bana vermeyi istediğiniz haraçtan daha hayırlıdır. Benim ona ihtiyacım yoktur. Hazret-i Süleyman peygamber de bunun benzerini söylemişti." Allah'ın hana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır..." (Neml: 36) Siz bana güç yönünden yardım edin de, sizinle onlar arasına sağlam bir engel yapayım. Siz bana, güzel çalışan, iş ve bina yapabilen işçi ve ustalarla bunların kullanacakları âletleri verin de, sizinle onlar arasında sağlam engeller ve güçlü duvarlar yapayım. Bu, setten daha büyük ve daha güvenlidir. 96Bana demir kütleleri getirin.' Bu, gücün tefsiridir. Güç ve kuvvetten kasıt da, gerekli olan âlet ve malzemelerdir. Bu ifade, onun ücreti reddetmesine aykırı değildir. Çünkü, haraçla emredilme, para verme an lam madır. Âletlerin verilmesi ise, iş karşılığı ücret vermek değil, güç olarak yardım etmek anlamına gelmektedir. Âlimlerden birisi şöyle der: ”Su seviyesine varıncaya kadar, iki set arasını kazdı. Çamur yerine, eritilmiş bakır ve kayalardan oluşan bir temel attı." İki dağın arasını aynı seviyeye getirince : 'Üfleyin!' dedi. İki dağın arasını doldurup yükselterek aynı seviyeye getirince, (ki bu iki dağın arasını peyderpey en tepe noktasına kadar doldurmuştu ve yüksekliği ikiyüz, genişliği de beşyüz zira' olmuştu) etrafına körükler yerleştirdi ve işçilere, bu körüğü çalıştırıp ateşe ve demir kütlelerine üflemelerini emretti. Körükle üzerlerine hava verilmiş olan o demir kütlelerini bir ateş haline getirince: bakır eritme işini üstlenenlere: 'Getirin bana da üzerine erimiş bakır dökeyim' dedi. ”Bana erimiş bakır getirin de o bakırı kızgın demir üzerine dökeyim," dedi. 97Ye'cûc ve Me'cûc, onu ne aşabildiler, ne de delebildiler. Birbirlerine güç verip yardımlaşarak, kendilerine emredileni yaptılar. Çok katı ve sert bir dağ meydana geldi. Derken Ye'cûc ve Me'cûc geldi. Dağı aşmak ve onu delmek istediler. Dağ sert olduğu için ne aşabildiler ve ne de delebildiler. Yani, ne dağın altını delip geçebildiler, ne de tepesine tırmanıp dağı aşabildiler. Bu mucizedir. 98Zü'l-Karneyn: Bu, Rabbiinden bir rahmettir. Rabbimin vaadi geldiğinde, o, bu şeddi yerle bir eder. Bu set, Rabbimin bütün kullarına olan, yüce bir rahmeti ve büyük bir nimetidir. Rabbimin vaadi ve onun belirtileri olan Deccal’in çıkışı ve İsa peygamberin inişi gelmeye başlayınca bütün sert ve katılığına rağmen, Allah şeddi yerle bir eder. Rabbimin vaadi gerçektir' dedi. Allah'ın vaadettiği her şey ve bilinen bu vaadi gerçektir. Onun vaadettiği her şey, mutlaka olacaktır, onlarda hiçbir imkânsızlık yoktur. Müminlerin annesi ve Hazret-i Peygamber’in (sallallahü aleyhi ve sellem) eşi olan Hazret-i Zeynep'ten (radıyallahü anh) şöyle bir olay rivayet edilir. Bir gün Hazret-i Peygamber, telaşlı bir şekilde Hazret-i Zeyneb’in yanına girer ve şöyle der: ”Lâ ilahe illallah! Yaklaşan serden Arap'a yazık olacak! Bugün Ye'cûc ve Me'cûc'un şeddinden şu kadar açıldı." Bu arada o, baş ve işaret parmaklarını bitiştirip halka yaparak gösterir. Hazret-i Zeynep: ”Bizim aramızda sâlih kimseler var. Böyleyken bizler de mi helak olacağız?" Hazret-i Peygamber: ”Evet. Gayrı meşru işler ve Allah'a isyan çoğalır sa." cevabını verir.(15) 99O gün Biz onları, birbirine çarpıp dalgalanır bir halde bırakmışızdır. Biz, alâmetlerin gelmesi ile vaad geldiği o gün, yaratıkların bir kısmını diğer bir kısmına çarparak dalgalanır halde bırakırız. Denizin dalgalarının birbirlerine çarptığı gibi, insanlar ve cinler korkularının şiddetinden başıboş bir şekilde birbirlerine çarparlar. Ebussuûd Tefsiri'nde der ki: ”Belki de bu durum, birinci lif ley işten öncedir." Sûr'a da üfürülmüş... Bu da ikinci üfürüştür ki, daha sonraki kelimenin başındaki ”fâ" dan anlaşıldığına göre, bu da haşir zamanıdır. Belki de birinci sûrun anılmamış olması, ilk yaratılıştaki durum ve korkularla sonraki diriltiliş arasında ayırım olmasın di yedir. Ansızın kalkar ve bakarlar. Uyanık olanın hayal ettiği gibi, herkes uykuda olduğunu hayal eder. Ölüp de berzaha nakledildiğinde, orada uyanık gibi olmuştur. Onun için dünya hayatı, uyku gibidir. Âhirette ise, dünya ve berzahı, uyku içinde uyku olarak algılar. Gerçek uyanıklık hali ise, onun âhirette içerisinde bulunduğu durumdur ve orada uyku yoktur. Hazret-i Peygamber'e Sûr'u sordular. O da şu cevabı verdi: ”O, İsrafil tarafından ışıktan bir boynuzdur. Böylece onları, bütünüyle bir araya toplamışızdır. Cesetleri paramparça olduktan sonra, hesap görmek ve karşılıkları verilmek üzere, bütün yaratıkları bir yere toplamışız. Çok enteresandır ki, ne hayvanlardan, ne insanlardan, ne cinlerden ve ne de meleklerden hiçbirini geri bırakmamışızdır. 100O gün kâfirlere, cehennemi açıkça göstermişizdir. Bütün yaratıkları bir araya topladığımız o gün, görecekleri bir şekilde, kâfirlere cehennemi açıkça gösteririz, onun soluma ve kükremesini işitirler. Öyle ki, oranın aslını kimse bilemez. Hadiste şöyle buyurulur: ”O gün cehennem getirilir. Orada yetmiş bin yular var. Her yuları çeken yetmiş bin tane de melek var." (16) 101Onlar ki, Beni anmağa karşı, gözleri perdeli idi. Onlar dünyadayken, gözlerini bütün yönlerden kuşatan kalın perdeler vardı. Onun için, akıl sahiplerini Benim zikrimle hidayete erdirecek olan mucizelere uyup, tevhide yanaşamıyorlardı. Halbuki şairin ifadesiyle : Her şeyde Allah'ın varlığına bir delil vardır. Ve O'nun bir olduğunu bildirir. Ve (Kur'an'ı ) dinlemeye tahammül edemiyorlardı. Onlar, Hazret-i Peygamber'e olan aşırı düşmanlıklarından ve hakka karşı kulaklarının aşırı sağır olmasından. Benim kitabımı ve sözümü dinlemiyorlardı. Yani, onların durumu, sağırlıktan daha kötüydü. Çünkü, sağıra hızlı bağırınca duyar. Halbuki bu insanların, o duyuları kaybolmuş. Bu ifade, onların işitmeye bağlı delillerden ne derece yüz çevirdiklerini belirtir. 102Kâfirler, Beni bırakıp da kullarımı dostlar edineceklerini mi sandılar? Yüceliğime rağmen Beni inkâr ettiler de, buna karşılık olarak Benim kullarım olan Melekleri, İsa'yı ve Uzeyr’i dost edindiklerini mi sandılar? Bunlar da Benim hakimiyetim altındadır ve benim varlıklarımdır. İnkâr edenler benden vazgeçerek bana ibadeti nasıl terkettiler? Onları, edindikleri dostlarını mabutları sanıp kendilerine yardım ettiklerine inanırlar. Biz, cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık. Biz, yukarda anlatılan kâfirlere, konak olarak cehennemi hazırladık. Âyette geçen ”nüzül-konak" kelimesi, yolcu ve misafirler için hazırlanmış olan yer demektir. Kelimenin anlamı bu olunca, âyeti şöyle anlamak gerekir. ”Cehennemi, inkarcılara, misafire hazırlanan konak yeri gibi hazırladık." Bu ifadede, onlar alaya alınmıştır. Tıpkı ”Onlara acıklı azabı müjdele!" (Al-i İmrân: 21, Tevbe: 34, İnşikâk: 24) âyetlerinde olduğu gibi. Bu ifadeler, inkâr edenlere, cehennemin ötesinde de bazı azapların olduğunu ima etmektedir ki, onların bir benzeri de yoktur. Onlardan birisi de, Allahu teâlâ'yı gönne nimetinden mahrum bırakılmalarıdır. Bu konuda Allahu teâlâ şöyle buyurur: ”Hayır! Şüphesiz o gün onlar, Rablerini görmekten mahrum bırakılmışlardır. Sonra onlar, cehenneme girerler. ” (Mutaffifîn, 15-16) Bu âyette cehenneme girme olayı, ikinci derecede bir dumm olarak zikredilmiştir. Önce Allah'ı görmekten mahrumiyet zikredilmiş, sonra da cehennem belirtilmiştir. İbni Abbas konak kelimesini, ”inme ve dönüş yeri" olarak yorumlamıştır. Âyette işaret edildiğine göre, Allah'ı sevdiğini ve O'nun dostluğunu iddia eden kimse, O'ndan başkasını dost eclinmemelidir. Çünkü, Hakkin dostluğu ile halkın dostluğu bir arada bulunamaz. Allah'a olan dostluk nimetini inkâr ederek, O'ndan başkalarını dost edinenlerin yeri cehennemdir. Allah sevgisi, bütün hayırların etrafında döndüğü bir kutuptur. Bütün kerametleri bir araya getiren bir köktür. Allah sevgisinin belirtisi, emir ve yasakların gereğini yerine gerinmektir. Büyüklerden birisi şöyle der : ”O'nun emirlerini terketlerken veya yasaklarını yaparken, Allahu teâlâ'nın seni görmesinden sakın! O'nu tenzih et ve O'nu yücelt!" İnkâr edenler, bütün günlerini inkâr ve günahla boşa harcarlar. Olmayan şeye, her şeyi bilen ve mülkün sahibi olan Allah'tan başkasına tapınırlar. Dünya hayatlarında, hayvanlar gibi yerler ve içerler. Dolayısıyle Allahu teâlâ'nın onları, konak olarak cehenneme koymasında bir sakınca yoktur. Ne kötü yerdir orası! Mü'minler ise, ibâdet ve itaat etmek suretiyle Allah yolunda çalışırlar. Riyâzât ve mücahedat ile meşgul olurlar. Hiçbir zaman, gerçek varlık olan Allah'tan başkasına kulluk etmezler. Allahu teâlâ'nın bu kullara da, yüksek dereceler ihsan etmesinde bir engel yoktur. Kurtuluş, ancak dereceleri yücelten yüce Allah'a yönelmekle olur. 103De ki : 'Size, yaptıkları işler bakımından en çok zarara uğrayanları haber verelim mi? Ey inkarcılar! Yapmış oldukları işlerde, en büyük hüsrana uğrayanları ve en fena ahlâka sahip olan toplulukları size bildirelim mi? Bu ifade, inkarcıların kendi hesaplarına göre iyilik saydıkları şeyleri açıklamaktadır. Bu iyilikler; sıla-i rahim, fakirlere ikram, köle azadı., gibi şeylerdir. İnkarcılar, kendi düşüncelerine göre, yapmış oldukları bu amelleri beğeniyor, sevap alacaklarına güveniyor ve neticelerini göreceklerini ümit ediyorlardı. 104Bunlar iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünyâ hayatındaki çabaları boşa giden kimselerdir.' Onlar, yaptıklarının iyi şeyler olduğunu sanıyorlardı, ama onlar tamamen batıl şeylerdi ve boşa çıkmış oldu. Buradaki boşa çıkma durumu, sapıklığa değil, çalışmalarına ilişkindir. Çünkü onların çalışmalarının boşa çıkması, sadece dünya ile ilgili değildir. Yani onlar, âhirette kendilerine fayda verecek olan şeyler yaptıklarını sanıyorlardı. Onlar, bu amelleri en uygun şekilde yaptıklarını zannediyorlardı. Bu durum, yaptıkları işleri beğenmelerinden ve onu elde etmek için çaba sarfetmelerinden kaynaklanıyordu. Âyet, sapık ve bid'at mezheplere mensup olanlara ve ehl-i riyaya işaret etmektedir. Riyanın en basiti dahî şirktir ve şirk de kulun bütün amellerini boşa çıkaran bir durumdur. Allahu teâlâ bunu şu âyetiyle bildirmiştir : ”...Eğer şirk koşarsan, bütün amelin kesinlikle boşa çıkar..." (Zümer: 65) Netice olarak, inkâra bitişik olan bir amel batıldır. Bu amel ibadet ve taat bile olmuş olsa. Riyacılar, bidatçılar ve desinler için amel yapanlar gibi. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, ”Harfira ehli" hakkında bu hükmü vermiştir. Bunlar, hâricilerdir ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bunlara savaş açmıştır. Hâriciler Kûfe'de bulunan zâhid bir topluluktu. Mua vive ile kendisi arasında tahkim olayına razı olduğu için, Hazret-i Ali'ye isyan etmişlerdi . ”Ali hakem'e razı olmakla kâfir oldu. Hüküm ancak Allah'ındır" demişlerdi. Bu grup on iki bin kişi idi. Toplanıp ayrılık sancağını dikmişlerdi. Kanlar akıtıp, yollar kesmişlerdi. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bunların karşısına çıkmış, dönmelerini istemişti. Fakat hiçbir netice alınamamıştı, onlar inatlarında direnmişlerdi. Böylece de savaş kaçınılmaz olmuştu. Hazret-i Ali bunlarla Nehrevân'da savaşmış ve köklerini kazımıştı. Onların çok azı kurtulabilmişti ki. Hazret-i Peygamber bunlar hakkında şöyle buyurmuştu: ”Sizin içinizden öyle bir grup türeyecektir ki, onların namazları yanında kendi namazlarınızı, onların oruçları yanında kendi oruçlarınızı küçümseyecelisiniz. Halbuki onların imanları, köprücük kemiklerini geçemez." 105İşte, Rabblerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr eden. Bu sıfatlarla anılanlar; çalışmaları boşa çıkanlar, aklî ve nakli olarak da tevhide çağıran delilleri inkâr edenler ve bununla da kalmayarak, öldükten sonra dirilmeyi, âhireti ve oradakileri inkâr edenlerdir. Ve bu yüzden de amelleri boşa giden kimselerdir. İşte bunlar anılan bütün amelleri boşa giden ve hiçbir sevap alamayan kimselerdir. Ki Biz onlar için, kıyamet gününde hiçbir ölçü koymayacağız. Biz onlara hiç önem vermeyiz ve değer ve itibarları da olmaz. Çünkü, değerin sebebi sâlih amellerdir. Onların amelleri ise, boşa gitmiştir. Hadiste şöyle buyurulur : ”Kıyamet gününde, yiyip içmiş ve boyunu boşunu almış birisi gelir ve sivrisinek kadar ağırlığı olmaz. Dilerseniz 'Biz onlar için kıyamet gününde hiçbir ölçü koymayacağız' âyetini okuyunuz." 106İşte inkâr ettikleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya aldıkları için iman ve ikrar etmeleri gerekirken, onları inkâr ve reddettikleri, Kur'an'ı ve diğer ilâhî kitapları, Allah'ın rasûllerini ve nebilerini alaya ve hafife aldıkları için onların cezası cehennemdir.' Hadiste şöyle buyurulur: ”insanlarla alay eden birisine cennet kapısı açılır ve 'gel gel' denir. Üzüntü ve sıkıntısı da getirilir. Geldiğinde de önünde kapı kapanır. Bu hal o kadar devanı eder ki adama kapı açılır. Ona 'gel gel" denir, fakat gelmez."(19) 107İman edip iyi davranışlarda bulunanlara gelince, dünya hayatlarında iken, iman edererek sadece Allah rızası için sâlih ameller işleyenlere., Allah katında onlar için makam olarak Firdevs Cennetleri vardır. Kâmus’da şunlar söylenir : ”Firdevs Cenneti, her türlü bahçedekileri içerisinde bulunduran, içerisinde bağlar olan bahçedir." Âyette geçen ”nüzul" kelimesi, gelen misafirler için hazırlanan evdir. Firdevs Cennetleri ise, onlara hazırlanan konaklardır. Yahut da. Firdevs Cenneti meyveleridir. Yani onlara, ziyafet olmak üzere cennet meyveleri hazırlanmıştır. 108Orada sürekli olarak kalacaklardır. Bu cennetlerde sonsuza dek kalacakları takdir edilmiştir. Oradan ayrılmak istemezler hiç. Arzuya uygun olmayan evden, başka bir yere gidildiği gibi oradan ayrılıp bir başka yere gitmek istemezler. Çünkü orası her isteğin bulunduğu, daha fazla bir şey istenmeyen bir yerdir. Fahreddin Râzî şöyle der : ”Bu tanıtım, kemalin zirvesine işaret eder. Çünkü insan, dünyada kendisine mutluluk veren herhangi bir yüksek rütbeye varınca, ondan daha yükseğine göz diker. Hadiste de şöyle denilir : 'Cennet yüz kademedir. Her kademe arası yerle gök kadardır. Firdevs ise en üst kademesidir. Oradan dört nehir fışkırır. Oranın üzerinde Arşu'r-Ralıman vardır. Allah'tan istediğinizde. Firdevs’i isteyin. ”,(20) 109De ki: 'Eğer deniz, Rabbi inin sözleri için mürekkep olsa.... Burada cins kastedilmiştir, yani deniz suyu cinsine işaret edilmiştir. Bütün denizler mürekkep olsa, yine de Rabbinin ilim ve hikmetini yazamazsın. Sen O'nun ilim ve hikmetini yazarken, denizler kadar olan mürekkep bile yetersiz kalır. Bir o kadar deniz da eklesek, Mevcut denizin suyu kadar da başka ziyâde ilâve etsek, o da biter ve yine de yazıp bitiremezsin. Rabbinin ilim ve hikmeti bitmez. Buna. Allahu teâlâ'nın şu sözü de ayrı bir kanıttır : ”Şayet yeryüzünde ki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz eklenerek (mürekkep olsa), yine de Allah'ın sözleri yazmakla tükenmez." (Lokman: 27) Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir.' Deniz suyunun o kadar çok olmasına rağmen, ondan hiçbir şey kalmaz. Çünkü, her cismin bir sonu vardır. Tükenmeyen sadece Rabbinin ilim ve hikmetidir. Çünkü O'nun ilim ve hikmetinin sonu yoktur. Bu sözde deniz tükendikten sonra, Allah'ın sözünün tükeneceğini gösteren bir işaret yoktur. 110De ki : 'Ben, sadece sizin gibi bir beşerim. Ey Rasülüm Muhammed! De ki : ”Ben de şekil olarak sizin gibi insanım. Bazı beşerî vasıflarda sizinle aynı seviyedeyim. Ancak bana, ilâhınızın sadece bir tek ilâh olduğu valley ediliyor. Ancak bana, Rabbim tarafından, ilâhınızın sadece bir tek ilâh olduğu ve ulûhi yetin sadece O'na ait olduğu vahyed iliyor. O'nun zatında hiçbir ortağı ve sıfatında benzeri yoktur. Yani ben, bir beşer olduğumu itiraf ediyorum. Ancak Allahu teâlâ sizin içinizden bana, nübüvvet ve risalet ihsan etti. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa... Kavuşmaktan kasıt, Rabbin ikramına ulaşmaktır. Kim Allah'ın ikramını elde etmek isterse, ve onu gönneyi dilerse iyi iş yapsın. İşte her kim, bu yüce makamı elde etmeyi arzu ediyorsa, Allah'a sunulabilecek amelleri işlesin. Zünnûn şöyle der : ”Sâlih amel, riyadan alındırılmış olan ameldir." Ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.' Rabbine ibadette riyakârların yaptığı gibi ne açık ne de kapalı hiçbir şirk karıştırmasın. İbni Abbas (radıyallahü anh) şöyle der : ”Riyakâr, yaptığı işten dolayı kendisini övmelerini isteyen kişidir." Hasan da şunu söyler: ”Bu âyet, yaptığı amelle Allahı ve insanları isteyerek şirke girenler hakkındadır." Rivayet edilir ki : Cündüb b. Züheyr Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle der : ”Ben. Allah rızası için bir amel işliyorum. Fakat bunu insanlardan birisi duyduğunda zevk alıyorum." Bu söz üzerine Hazret-i Peygamber: ”Allahu teâlâ, kendi rızasını kazanmak için ve ihlâsla yapılandan başkasını kabul etmez" buyurdu. Bu âyet de Hazret-i Peygamberi tasdik için nazil olmuştur. Bu hal niyete bağlıdır. Allah'tan başkasını terkeden bâzı hâlis Müslümanların yaptıkları gibi kendisine uyulması için bilinmesine sevinirse, bunda sakınca yok. Fakat sadece kendisini övsünler diye bazı şeyler yaparsa, nam için yaparsa, kendisini anmaları için yaparsa, işte bütün bunlar sadece gösteriş ve şirktir. Kendisine uyan kimse de, amelinin boşa gitmesinden korkar ve sakınır. Abdullah b. Galip, sabah olduğunda şöyle derails : ”Dün Allah bana hayır ihsan etti. Şunu okudum, şöyle namaz kıldım." Kendisine, ”Bunları senin gibi bir söyleyen daha var mı?" diye sorduklarında o: ”Rabbinin nimetini an." (Duhâ: 11) âyetini okuyarak: ”Siz Allah'ın nimetini söylemeyin diyorsunuz" diye cevap vermiştir. İşte bu misalde olduğu gibi, bir lütfün belirtilmesi ve kendisinin örnek alınması için söylenirse, sakıncalı değildir. Ancak, kendisinin fitneye düşmesinden emin olmalıdır. Kendisini gizlemek ise, en iyi olanıdır. Eğer o gösteriş ve riya ehline benzemek için yaparsa kendisine gösterişi yeterlidir. Bu âyet, ilim ve amelin özetini kapsar. Onlar da, tevhid ve amelde ihlâstır. Bahru'l-Ulûm’da şunlar anlatılır: Riyanın (gösteriş) anlamı nedir diye sorarsanız, ”Allah'tan başkası için amel etmektir" deriz. Bunun delili ise, Hazret-i Peygamberin şu sözüdür : ”Ümmetim hakkında korktuğum en korkunç şey, onların Allah'a şirk koşmalarıdır. Ben onların; güneşe, aya, ağaca ve puta tapındıklarını söylemiyorum. Fakat Allah'tan başkasına amel ederler." Bir başka hadiste de şöyle buyurulur : ”Allahu teâlâ kıyamet gününde, yani kendisinde şüphe olmayan o günde, eskileri ve yenileri bir araya topladığında, birisi söyle seslenir: Allah için yapılması gereken bir ameli, O'ndan başkası için yapan kimse varsa, yaptığı amelinin karşılığını Allah 'tan başkasından alsın! Çünkü Allah, kendisine şirk koşulanlardan, şirke en ihtiyaçsız olanıdır: ” KEHF SÛRESİNİN FAZİLETİ HAKKINDAKİ HADİSLER: 1) Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh), Hazret-i Peygamberin şöyle dediğini rivayet eder : ”Kehf Sûresi'nin ilk on âyetini ezberleyen, Deccâl'dan korunmuş olur." (Müslim) 2) Nesâî'nin rivayeti de şöyledir : ”Kehf Suresi'rıin son on âyetini okuyan, Deccâl fitnesinden korunmuş olur." Ey Allah'ım! Bizi hevâ ve hevesin sapıtmasından, Mesih Deccal'ın fitnesinden koru. Rahmetini umarız ey Rahmet sahibi Allah'ım! Efendimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun âl ve ashabına salât ve selâm ederiz. El-hamdü-lillahi Rabbil-âlemin. |
﴾ 0 ﴿