TAHA SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 135 âyettir. 1Tâ. Hâ. İslâm âlimleri bu kelimenin mahiyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, Tâhâ Kur'an'ın adıdır, ya da sûrenin ismidir derken, bir başkası, Tâhâ Rasûlüllah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ”Ahmed", ”Yasin" ve başka diğer isimleri gibi isimlerinden biridir demiştir. İkinci âyette ”Aleyke/sana" ifadesi de bu görüşü güçlendirmektedir. Buna göre, nida harfi mahzuftur. Bu açıklamaların doğrultusunda âyetin şekli ”Yâ Tâhâ=(Ey Tâhâ)" takdirinde olur. 2Biz Kur'an'ı sana güçlük çekesin diye değil... Âyette geçen ”liteşkâ" kelimesinin kökü olan ”eşşaka" kelimesi yorgunluk duymak, güçlük çekmek manasınadır. Bu kelime yorgunluk duymak, güçlük çekmek anlamına gelince âyetin manası: Biz Kur'an'ı sana Kureyşlilerin inkârına aşırı derecede üzülmen nedeniyle güçlük çekesin diye indirmedik. Çünkü sana düşen sadece tebliğ etmektir ve sen de bunu yerine getirdin. Artık bu görevden sonra onların inanmamasından sen sorumlu değilsin, demek olur. Âyeti şu şekilde anlamak da mümkündür: Biz Kur'an'ı sana çok riyazat yapman, çok teheccüd namazı kılman ve bütün geceyi namazla geçirmen suretiyle güçlük çekesin diye indirmedik. Çünkü sen ancak din-i hanif ile gönderildin. 3Ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik. Âyetin bu son kısmı mefulün leh (sebep bildiren tümleç Vtir. Sanki şöyle söylenmektedir: Biz Kur'an'ı sana tebliğinde yorulup güçlük çekesin diye indirmedik, fakat bir öğüt ve hatırlatma olarak indirdik. Bu öğüt ve hatırlatma yüce Allah'ın bunları duyup korkacak olduğunu bilen kimseler içindir. 4(Kur'an) yeri ve yüce gökleri yaratan onları yokluktan varlık âlemine çıkaran (Allah) tarafından peyderpey indirilmiştir. Âyet metninde ”yaratılma" olgusunun sadece yeryüzüne ve göklere tahsis edilmesinin sebebi, bunların kâinatın belkemiği ve aslı olmalarından dolayıdır. Göklerin ”yücelik" le nitelenmesi bunların yükseklikleri sebebiyle yaratıcısının kudretinin azametine delâlet etmeleri nedeniyledir. 5Rahman meleklerin taşıdığı Arş'a istiva etmiştir. ”Arş" kelimesi Arapçada hükümdarın kürsüsü anlamına gelir. ”İstiva" istikrar anlamınadır. Bazı âlimler derler ki: ”Bizler yüce Allah'ın mekândan münezzeh olduğuna kesin olarak inanmaktayız. Eğer böyle olmasaydı ”mekân" unsurunun da kadîm olması gerekirdi. Oysa Allahu teâlâ'dan başka kadîm olmadığına ve Onun ”istiva" dan ”istikrar ve oturma" yı kastetmediğine delil mevcuttur." (1) 1- Allah'ın sıfatlarıyla ilgili âyetler ve hadisler hakkında selef âlimlerinin görüşleri isabetlidir. Onların da dediği gibi, bizler bu sıfatlara onları herhangi bir mahlukun sıfatına benzetmeksizin ve inkâr etmeksizin, cisimlendirme ve başkasına benzetmeye meyletmeden, olduğu gibi inanırız. Bu konudaki ifadeleri herhangi bir te'vile sapmadan zahirine göre değerlendiririz, lin sağlam ve en isabetli yol budur. Buradaki maksadı başka bir şeydir. Ancak bizler hataya düşmekten korktuğumuz için bu maksadın ne olduğunu belirlemekle meşgul olmayız. Müteşabih âyetlerin te'vilini selef âlimlerinin ekserisinin görüşüne uygun olarak Allahu teâlâ'ya havale ederiz. Nitekim İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel’in: ”İstiva malumdur. Nasılhğı ve niceliği meçhuldür. Bunu araştırmak bid'attir," dedikleri rivayet olunur. Bu iki büyük imamın sözkonusu ifadeleriyle maksatları bu konudaki münakaşayı ve tartışmayı önlemektir. Cumhur âlimlerinin hareketleri de böyle olmuştur. Zira bu konuda açılacak olan tartışma ve münakaşa kapısı, Allah'ın kullarının çoğuna büyük zarar verecektir. 6Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O'nundur. Göklerde ve yerde bulunan, atmosferde olan varlıklar, bulutlar, kuşlar sadece O'nundur. O'ndan başkasının ne ortaklık tarzında ve ne de bağımsız olarak bu yaratıklar üzerinde herhangi bir hakkı yoktur. Bütün bu zikrol unan kır mülkiyet, tasarruf, yaşatma, öldürme, yoktan varetme ve yoketme bakımından hep O'nundur. Âyet metninde yeralan ”serâ" kelimesi rutubetli toprak anlamınadır. 7Eğer sen sözü açıktan söylersen, yüce Allah'ın zikrini ve O'na olan duayı açıkça yaparsan bilmiş ol ki Allahu teâlâ senin ilânına ve açıkça duana muhtaç değildir. Şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir. Yani Allah, başkasına gizlice söylediğin şeyi de, bundan daha gizli olan, kelimelerini telaffuz etmeksizin sadece hatırına getirdiğin şeyleri de bilir. Âyetin bu ifadesi, ya yüksek sesle yakarmayı yasaklama anlamınadır. Ya da kullara bir yol göstermedir. Birinci ihtimale göre âyet, ”Kendi kendine, yalvararak ve iirpererek yüksek olmayan bir sesle sabah akşam Rabbini an. Gafillerden olma" (Â'raf: 205) âyet-i kerimesinin benzeri olur. İkinci ihtimale gelince, âyet kullara yol gösteriyor ki, yüksek sesle yakarma, Allahu teâlâ'ya işittirmek amacıyla değil, insanın nefsinin zikri tasavvur etmesi, bunun insanın, gönlünde yerleşmesi, nefsin zikirden başka şeylerle meşgul olmasına engel olmak gibi başka gayeler içindir. Bu hedeflere ek olarak vesvesenin insan nefsine yaklaşamaması ve onun yakarma ile uzaklaştırılması, başkasının uyarılması, zikredenin sesinin ulaşabildiği yere kadar bereketin yayılması, zikre şahit olacak kişileri artırmak ve benzeri ... gibi hedefler de vardır. Rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hayber'e yönelince sahabeler bir vadinin başına yaklaştılar. Burada yüksek sesle Allahu ekber, Allahu ekber demeye başladılar. Bunun üzerine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kendinize yumuşak davranınız. Seslerinizi yükseltmekte aşırı gitmeyiniz. Çünkü sizler ne bir sağıra, ne de burada mevcut olmayan birisine seslenmektesiniz. Sizler işiten ve sizlerle birlikte olan ve sizlere yakın birisine seslenmektesiniz," buyurur. ”(2) 8Zikredilen yüce sıfatlarla sıfatlanmış olan Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. Yerde ve gökte O'ndan başka hiçbir mabud yoktur. O, duyu organlarıyla algılanamaz. Ezelde mevcut olan Allahu teâlâ'dır. Bu âyette güzel bir mana vardır. O da yüce Allah'ın, duyu organlarının algılamasından yüce ve münezzeh oluşudur. İşte bu sebeple yüce Allah, gaip olmadığı halde gaip zamiri olan ”o" zamirine lâyık olmuştur. Nitekim bu nükte Bahru'l-Ulüm’da bu şekilde zikredilmektedir. En güzel isimler O'na mahsustur. Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın zatında herhangi bir çokluk olmaksızın zikredilen isim ve sıfatlarını beyan etmektedir. Çünkü rivayete göre müşrikler Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ”Ya Allah, Ya Rahman" dediğini duyunca: Muhammed bizim iki ilâha tapmamızı yasaklarken, kendisi bir başka tanrıya duâ ediyor, derler. Âyet metninde Allah'ın isimlerinin ”en güzel" biçiminde en üstün gösterilmesi, bu isimlerin O'nu kutsal kılma, tazim etme ve ululama manalarına gelmelerinden dolayıdır. 9Mûsanın haberi sana ulaştı mı? Bu sorunun anlamı Mûsa'nın haberi ve hikâyesi sana ulaşmadı. Bu sebeple ona dikkat et. Kavmine bunların içinde tevhide ve benzerine dair meselelerden bahset demektir. Âyetin manası buna ihtimal verdiği gibi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a daha önce Mûsa'nın haberinin gelmiş olması da ihtimal dahilindedir. Dolayısıyla âyetteki som ”istifham-ı takrîrî" olur. Bu takdirde sanki ”Mûsa'nın haberi sana ulaştı," denmiş olur. 10Hani o bir ateş görmüş, uzaktan bir ateş gömıüştü. Rivayet olunduğuna göre Mûsa (aleyhisselâm) Şuayb (aleyhisselâm)'ın kızı Safuriya ile evlenir. Mûsa (aleyhisselâm) kayınpederi Şuayb (aleyhisselâm)'dan Medyen'den çıkıp ve Mısır'da bulunan annesini ve kardeşi Harun'u ziyarete gitmek üzere izin ister. İstediği izni alınca ailesiyle yola çıkar. Ancak Şam hükümdarlarından korktuğu için başka bir yol tutar. Tur Dağı'nın batı tarafında bulunan Tuva vadisine gelince karanlık, soğuk ve karlı bir kış gecesinde çocuğu dünyaya gelir. Mûsa (aleyhisselâm) çakmağım çakar, ancak çakmaktan ateş yerine sesten başka birşey çıkmaz. O, tam bu durumda iken Tur Dağı'nın yan tarafında yolun solunda uzaktan bir ateş görür ve bu ateşin çoban ateşi olduğunu zanneder. Ve ailesine, karısına, çocuğuna ve hizmetçisine: 'Bekleyin, olduğunuz yerde kalın, arkamdan gelmeyin. Eminim ki bir ateş gördüm der. Âyetin metninde yer alan ”iynas" kelimesi bir şeyi ayan beyan göımek anlamınadır. Buna göre âyetin manası, hiç şüphesiz bir biçimde eminim ki bir ateş gördüm, demek olur. Belki ondan size bir meşale getiririm. Âyet metninde yer alan ”kabes" kelimesi ateşten bir parça, ateşin büyük kütlesinden alınmış alev parçası anlamınadır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre Hazret-i Mûsa'nın görmüş olduğu aslında ateş değil, tersine yüce Allah'ın nuru idi. Ateş kelimesinin zikredilmesi Mûsa (aleyhisselâm)'nın onu ateş zannetmesinden dolayıdır. İmam (Fahreddin er-Râzî) der ki: Mûsa (aleyhisselâm) nuru değil, bizzat ateşi gömıüştü. Vermiş olduğu haberin gerçeğe uygun düşmesi buna bağlıdır. Çünkü Peygamberlerin yalan söylemeleri caiz değildir. Veya ateşin yanında bana yolu gösterecek bir rehber bulurum,' demişti. Çünkü ateş olup da yanında birilerinin bulunmaması çok nadirdir. 11Mûsa ona vardığında... görmüş olduğu ateşe ulaştığında... İbn Abbas der ki: ”Mûsa (aleyhisselâm) yemyeşil bir ağaç görür. Bu ağacı en alt dallarından en tepesine kadar bembeyaz bir ateş kuşatmıştır ve olabileceği en büyük ateşle ve ışıkla tutuşmuş yanmaktadır. Mûsa (aleyhisselâm) orada hiç kimseyi görmez. Ateşin ışığının ve ağacın yeşilliğinin şiddetine hayretinden olduğu yerele dona kalır. Ne ateş, ağacın yeşilliğini değiştirmiştir ve ne de ağacın bünyesindeki çok su, onun ışığında ve alevinde herhangi bir azalmaya yol açın ıştır. Bunun ardından Hazret-i Mûsa, meleklerin tesbih (Sübhanellah) lerini işitir ve büyük bir nur görür. Bu nur, onun görmesine engel olur. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa iki eliyle gözlerini kapatır, korkar ve şaşa kalır. Ardından üzerine iç huzuru ve sükûnet bırakılır ve sonra da. Kendisine (tarafımızdan): 'Ev Mûsa!' diye seslenildi. 12'Muhakkak ki Ben, evet Ben senin Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar. Ben, evet Ben seninle konuşan Rabbinim. Hemen edep ve terbiye gereği pabuçlarını ayağından çıkar ve gel. Çünkü sen kutsal tertemiz vadi Tuva'dasın. Tuva, vadinin ismidir. Rivayete göre Mûsa (aleyhisselâm), pabuçlarını çıkarır ve onları vadinin gerisine atar. 13Ben seni seçtim. Peygamberlik ve ris al et için seni tercih ettim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Sana vahy ol unan emirlere ve yasaklara kulak ver. 14Muhakkak ki Ben, yalnızca Ben Allah'ım. Burada imanın asılları teferruattan önce getirilmiştir. Çünkü tevhid, inanç sisteminin temel meselelerindendir. Daha sonra gelecek olan ibadet ise bu sisteme dayalı detaylardandır. Benden başka ilâh yoktur. Benden başka hiçbir mabud yoktur. Madem ki durum böyledir, o halde Bana kulluk et, ibadeti ve tevhidi yalnız Bana mahsus kıl. Bana ibadet ederken hiç kimseyi ortak kılma. Beni anmak için, beni anman ve zikreden kişi olman için namaz kıl. Çünkü gerektiği biçimde Allah'ı zikretmek, Allah'a dil, organ ve bütün azalarıyla ibadetle meşgul olmak demektir. İşte namaz bütün bunları bir araya getiren ibadettir. Namaz kıl. ”Namaz kıl" emri, fazileti dolayısıyla ibadetin bir bölümü olarak daha genel olan ”kulluk et" fiiline atfedilin iştir. 15Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Bu ifade Allah'a ibadetin vacib oluşunun sebebini belirtmektedir. Âyet metninde geçen ”saat" kelimesi kıyametin kopacağı zamanın adıdır. Kıyametin kopacak olduğu ana ”saat" denmesi kıyametin kopacağında kuşku olmayan gerçek bir saat olmasından dolayıdır. Herkese çalıştığının karşılığı verilsin diye itaatkâr, isyankârdan ayrılsın diye herkese çalıştığının ve amelinin - ister iyi olsun, ister kötü olsun - karşılığı verilsin diye neredeyse onu gizleyeceğim. İnsanları korkutmak ve kıyamet hakkında tazim duygusunu canlandırmak için neredeyse onu gizleyeceğim. Âyette kıyametin vakti mahlukattan gizlenmiştir. Böylece onların her an kıyametten kaçınma ve ihtiyat içinde olmaları amaçlanmıştır. 16Ona kıyamete inanmayan, nefislerinin arzularına uyan kimseler nefislerinin arzulamış olduğu fani ve maddî lezzetlerin peşinden koşanlar sakın seni ondan alıkoymasın. Bu kimseler sakın seni kıyameti hatırlamaktan ve onu gözönüne almaktan alıkoymasın. Sonra mahvolursun helak olursun, çünkü kıyametten ve onun korkularından insanı kurtaracak olan vesileleri elde etmekten gafil olmak hiç şüphesiz helaki getirir. Âyetteki bu yasaklamadan maksat dinde istikamet ve doğruluk üzere olmayı emirdir. Âyetin hitabı her ne kadar Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ise de, maksat başkalarıdır. Yüce Allah Hazret-i Mûsa ile konuşup o ”kelîmullah" olurken acaba neden diğer peygamberlerle konuşmadı ve onlar da kelîmullah olmadılar diye bir soru sorulacak olursa denilebilir ki, herhangi bir amele verilecek karşılık, yapılan amelin cinsindendir. Çünkü Mûsa (aleyhisselâm)'nın dili, Firavun'un uyguladığı imtihan esnasında yanmıştı. Yüce Allah da onun kelâmını işitmesi için yapmış olduğu yakarışına bu şekilde karşılık vermiş oldu. Âlimlerden birisi öldükten sonra rüyada görülür. Kendisine sorulur: ”Allahu teâlâ sana nasıl muamelede bulundu?" Der ki: ”Allah benden hoşnut oldu ve bana rahmet eyledi, bana buyurdu ki: 'Gece uykusunu Kur'an okuyarak bölen ey kişi! Şimdi ye bakalım. Cihad günü düşmanın karşısından kaçmayıp sebat eden kişi, şimdi iç bakalım.'" Âlimlerden birisinin havada yürüdüğü görülür ve kendisine bunun sebebi sorulur: ”Bu keramete ne ile ulaştın?" Cevap verir: ”O'nun nevası (istekleri) uğruna kendi hevânıı terkettim. O da benim emrime havasım verdi, havada yürüyebiliyorum" der. 17Şu sağ elindeki âsâ nedir ey Mûsa?' Elinde taşımış olduğun bu baston nedir ey Mûsa? 18Mûsa: 'O, benim asanıdır, dedi. Mûsa (aleyhisselâm) asayı ”asanıdır" diyerek kendine nispet etmiştir. Böylece sağ elinde olmasının sebebini açıklamıştır. Ona dayanırım, yolda yorulduğumda ya da yürürken bastonuma dayanırım. Onunla davarlarıma yaprak silkelerim, davarlarım yesin diye bastonumla yaprak silkeler ve onlara yaprak düşürürüm. Ve benim ona başka ihtiyaçlarım da vardır' dedi. Âyetin sonunda ”ahar" denilmeyip de ”ıdırâ" denilmesi âyet sonlarındaki ”fasıla'lamı (kafiyelerin) korunması içindir. Buna göre âyetin manası: Ve benim ona yaslanmaktan, davarlara yaprak silkelemekten başka ihtiyaçlarım da vardır. Bunlar yolculuk yaparken bastonunu omzuna atmak, ona yayını, ok torbasını asmak ve üzerinde azığım taşımak gibi ihtiyaçlardır. 19Allah: 'At onu ey Mûsa!' dedi. Ey Mûsa o bastonu at ki, hiç hatırından geçmeyen şeyleri göresin. 20Mûsa onu hemen yere attı, bir de ne görsün hızla sürünen bir yılan değil mi! ”Say" kelimesi hızla hafif ve hareketli bir biçimde yürümek demektir. Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Mûsa bastonunu yere attığı zaman baston kendi kalınlığında sarı bir yılana dönüşür. Sonra şişer, şişer, büyür ve bu sebeple bazan ”cân"a (yılan) benzetilir. Cân, yılanın hafif olanının adıdır. Nitekim yüce Allah ”Asanı at! Mûsa (asayı atıp) onu yılan gibi deprenir görünce dönüp arkasına bakmadan kaçtı." (Neml: 10) buyurur. Bastonun yılana dönüştüğü ilk durum gözönüne alınarak buna ”cân" denmiştir. Burada yılan, hem büyük ve hem de küçük haline verilen isim ile genel adıyla ifade olunmuştur. Daha büyük ihtimale göre baston, ilk anda ”su'ban" (ejderha)ya dönüşmüştür. Buraya en uygun olanı da bastonun ejderhaya dönmüş olmasıdır. Nitekim yüce Allah bunu şöyle dile getirmektedir: ”Bunun üzerine Mûsa asasını yere attı. O, hemen apaçık bir ejderha oluverdi." (A'raf: 107) Şu halde yılana dönüşen bu baston çeviklikte ve hızlı hareket etmede ”cân"a benzetilmiştir. 21Allah buyurdu: 'Al onu, korkma. Rivayet olunduğuna göre Mûsa (aleyhisselâm)'nın bastonu erkek bir ejderhaya dönüşür ve önüne ne gelirse kaya parçası, taş, her şeyi yutar. Gözleri ateş gibi yanmaktadır. Dişlerinden çok şiddetli bir ses duyulmaktadır. Onu bu şekilde kim görse kaçar. Çünkü yılan ve benzeri hayvanlardan korkup kaçmak insanoğlunun tabiatı gereğidir. Biz onu şimdi ilk haline sokacağız. İlk biçimi olan âsâ şeklinden çıkarıp başka şekle koyduktan sonra şimdi onu ilk haline getireceğiz. Yüce Allah'ın Hazret-i Mûsa'ya bu mucizeyi göstermesinin sebebi Firavun'un yanına vardığında elindeki baston yılan şekline dönüştüğünde korkmaması içindir. 22Bir de sağ elini koltuğunun altına sok ki... Âyet metninde geçen ”cenah ” kelimesi insanın yan tarafı ve koltuk altına kadar pazusu demektir. Buna göre âyetin manası: Elini pazu altı olan koltuğunun altına sok demek olur. Bastonun yılana dönmesi dışında bir başka mucize olmak üzere o, kusursuz ve lekesiz beyazlık da çıksın. Elini koltuğunun altına sok ki herhangi bir ayıp ve çirkinlik olmaksızın elin, beyaz ve aydınlık olarak çıksın. Yüce Allah bu ifadesiyle ”baras" (alaca hastalığı) nı ifade etmiştir. Bunun sebebi insanların alaca hastalığını hoşgörmemesi ve iğrenmesi dolayısıyladır. Rivayet olunduğuna göre Mûsa (aleyhisselâm), esmer renkli idi. Sağ elini sol koltuğunun altına sokup çıkarınca, elinde tıpkı güneş ışığı gibi göz alıcı ve ufku kaplayan bir ışık oluştu. Sonra Mûsa (aleyhisselâm), elini tekrar koltuğunun altına sokunca eli ilk rengi ne ise ona döndü, herhangi bir ışık ve parıltı kalmadı. 23Ta ki sana en büyük âyetlerimizden bazılarını gösterelim. Biz âsânın yılana çevrilmesi, elin bembeyaz kılınması gibi mucizeleri, bunlarla birlikte en büyük âyetlerimizden bazılarını sana gösterelim diye yaptık. Çünkü asanın ejderhaya dönmesi ve elin bembeyaz olması en büyük âyetlerdendir. Bu âyetler (mucizeler), yüce Allah'ın ”Yemin olsun Biz Mûsa'ya açık açık dokuz âyet verdik." (İsra: 101) âyetinde işaret olunduğu üzere dokuz tanedir. Mûsa (aleyhisselâm)'run mucizeleriyle Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın mucizeleri arasındaki farka gelince; Mûsa (aleyhisselâm)'nın mucizeleri sadece yeryüzünün bazı acayip olaylarıdır. Oysa bizim. Peygamberimizin mucizeleri yeryüzünde ve göklerdeki bir takım harikulade olaylardır. Mûsa (aleyhisselâm), elini koltuğunun altına sokup da lekesiz bir beyazlıkta çıkarmasına karşılık, bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'nın Tebrik Gazvesi'nde parmaklarının arasından su kaynamış, bu sudan birçok kimse içmiş ve yararlanmıştır. Rasûlüllah yerden toprak alarak düşmanların yüzlerine saçmış, onlar mağlup olmuşlardır ve Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın avcunun içinde taşlar Allah'ı tesbih etmişlerdir. 24Ey Mûsa! Bu sesleniş bir çağrı ve uyarı yollu bir sesleniştir. Bu iki mucize ile, asa ve el mucizesiyle Firavun'a ve onun topluluğuna git. ”Asâ ve el mucizesi ile Firavun'a git" şeklindeki tefsirimizin delili Yüce Allah'ın: ”Sen ve kardeşin birlikte âyetlerimi götürün." (Tâhâ: 42) âyet-i kerimesidir. Bu emrin iki kardeşe verilmesinin anlamı inşaallah ileride gelecektir. Çünkü o gerçekten azdı.' Çünkü Firavun ”Ben sizin en yüce Rabbinizim." (Naziât: 24) ifadesinde olduğu gibi ilâhlık iddiasında bulunarak kulluk sınırını aştı. 25(Mûsa) yüce Allah'tan yardım dileyerek: 'Rabbim,' dedi: 'Yüreğime genişlik ver. Kalbime genişlik ver ki, inatçıların sefihi iğinden ve yüzçevirmelerinden daralmasın. Onların çokluğundan, güç ve kuvvetlerinden korkmasın. Yüce Allah'ın ”Şerhu's-Sadr" (göğüs genişliği) vermesi Peygamberlere bahşetmiş olduğu nimetlerindendir. Bizim Peygamberimiz de bu nimetten en büyük payı almıştır. Çünkü o, göğüs genişliğini hem maddeten ve hem de manen elde etmiştir. Zira çocukluğunda göğsü yarılmış, kalbinin içinde şeytanın hissesi olan et parçası alınmıştır. Sonra kalbi, altın bir leğende yıkanmıştır. Bir de Hak teâlâ'nın sırlarını alabilmesi için miracda göğsü yarılmıştır. 26İşimi bana kolaylaştır. Tebliğ görevimi bana kolay kıl. 27Dilimden (şu) bağı çöz. Dilimdeki ağırlığı ve ifade zorluğunu at. Âyet metninde ”ukde" (bağ) kelimesinin harfi tarifsiz getirilmesi aslında bunun az olduğuna delâlet etmektedir. Derler ki: ”Dili olmayınca insan, ancak başıboş salıverilmiş bir hayvan, ya da belli bir biçime bürünmüş şekilden ibarettir. İnsan iki küçük organıyla, kalbi ve diliyle insandır." 28Ki sözümü anlasınlar. Firavun ve kavmi Peygamberlik görevini tebliğ ederken benim ifademi anlasınlar. Tebliğ de, ancak çok güzel konuşabilen kimse tarafından yapılırsa güzel olur. Hazret-i Mûsa'nın dilinde bir zamanlar ağzına almış olduğu ateşten dolayı bir düğüm meydana gelmişti. Olay şöyle olmuştu. Mûsa'nın çocukluğunda bir gün Firavun onu kucağına alır. Firavun'un sakalı mücevherlerle süslü olduğu için yolmaya başlar. Bunun üzerine Firavun kızar ve: ”Hiç şüphesiz bu çocuk benim aradığım düşman imdir" der ve katledilmesini emreder. Firavun'un hanımı Asiye derki: ”Ey hükümdar! O daha çocuktur. Ateşle yakutu birbirinden ayıramıyor. Bunun üzerine Mûsa'nın önüne bir leğende ateş koru, bir leğende de yakut koyarlar. Mûsa mücevheri almaya yönelir, fakat Cebrail elini ateşin olduğu leğene uzatır ve Mûsa ağzına ateş götürür, dili yanar. İşte bundan dolayı Mûsa'da dil tutukluğu ve telâffuz zayıflığı ortaya çıkar. 29Bana ailemden, akrabalarım ve özel adamlarımın içinden bir de vezir ver. Vezir, Hükümdarın sağ kolu, yanında bulunan kişi ve taşımış olduğu yükü taşıyan özel adamlarından fikirleriyle ona yardımcı olan kişidir. Bu açıklamaların ışığı altında âyetin manası şöyle olur: Bana üzerime yüklenen yükü taşımakta yardımcı olacak bir vezir ver. 30Kardeşim Harun'u. Harun, kendisine yardımcı olmak için vezir olarak verilmiştir. Çünkü Hazret-i Mûsa'nın en öncelikli isteği bir vezir taleb etmekti. 31Onun sayesinde arkamı kuvvetlendir. Âyette yer alan ”ezr" kelimesi güç, kuvvet ve sırt demektir. Buna göre âyetin manası Harun'la kuvvetimi sağlanıl aştır, ya da onunla arkamı kuvvetlendir, demek olur. 32Ve onu işime ortak kıl. Peygamberlik görevinde Harun'u ortağım kıl ki, böylece bu görevi gereği gibi yerine getirirken birbirimizle yardımlaşalım. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Peygamberlik yüce Allah'ın tercihi ve seçimi ile olan bir makam olduğuna göre, Mûsa (aleyhisselâm) kardeşi için peygamberliği nasıl isteyebiliyor? Buna cevap olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah'ın bu isteği kabul etmiş olması, Mûsa'nın isteğinin yüce Allah'ın izniyle ve O'nun ilhanlıyla olduğuna bir delildir. Harun (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)'nın peygamber olarak gönderildiğinde Mısır'da idi. 33Böylece Sen’i bol bol tesbih edelim. Bu son âyet-i kerime Mûsa (aleyhisselâm)'nin yapmış olduğu üç duanın sonuncusudur. Âyetin manası ise: Böylece Sen’i lâyık olmadığın fiillerden ve sıfatlardan tenzih edelim ki, bu fiil ve sıfatların arasında Firavun'un iddia ettiği tanrılık da mevcuttur. 34Ve çok analını Sen'i. Ve her halükârda çok analım Sen’i. Ardından lâyık olduğun kemâl, cemâl ve celâl sıfatlarıyla vasıflayalım. 35Şüphesiz Sen bizi görmektesin.' Sen bizim durumumuzu bilmektesin. Birbirimizle yardımlaşmak bizi düzeltecektir. Çünkü Harun, bana emretmiş olduğun hususlarda ne güzel bir vezir ve yardımcıdır. Çünkü o benden yaşça daha büyük, dili daha açıktır. Harun (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)'dan dört yaş daha büyüktü. 36(Allah): 'Ey Mûsa!' dedi. 'İstediğin sana verildi. Taleb ettiğin ve arzuladığın şey sana verildi. Bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Allahu teâlâ herhangi bir hükümdar hakkında iyilik murad ederse ona sadık bir vezir nasib eder. Bu vezir, hükümdar unuttuğunda kendisine hatırlatır. Unutmadığı zaman da yardımcı olur. 37Yemin olsun Biz sana diğer bir zamanda bu içinde bulunduğun vakitten bir başka vakitte daha lütufta bulunmuştuk. Âyetin metninde yeralan ”menennâ" kelimesi Iütufta ve ihsanda bulunmak an lam madır. Burada lütuf ve ihsan zikrolunurken bunun ”minnet" kelimesiyle ifade edilmiş olması sıkıntı verici olmaz mı? Oysa ifadenin söylendiği yer lütuf ve ihsanın bildirildiği yerdir, diye sorulacak bir soruya şöyle cevap vermek mümkündür: Yüce Allah'ın ”başa kakmak" anlamı da olan ”minnet" kelimesini seçmesinin sebebi Hazret-i Mûsa'ya aslında kendisinin kişi olarak bu nimeti kazanmadığını, sırf yüce Allah'ın bir ihsanı olarak bunların kendisine verilmiş olduğunu öğretmek ve bildirmek içindir. Ayetin manası buna göre şu şekilde olur: Yemin olsun ey Mûsa! Biz sana, sen Bizden istemediğin halde nimetler verdik ve sana üstünlük ve şeref bahşettik. 38Hani vahy edilecek şeyi bir sandığın içine konularak Nil Nehri'ne bırakılmasını. Yüce Allah bu âyette önce ”vahyedilecek şey" şeklinde bunu belirsiz kılmış, bundan sonraki âyette de açıklamıştır. Bunun sebebi önce Mûsa (aleyhisselâm)'yı korkutmak ve sonra da ona bir şeref bahşetmek içindir. Bunun ardından gelecek âyette yüce Allah neyi vahyettiğini ruhunda iyice yer etsin diye tefsir etmiştir. Annene (şöylece) vahyetmiştik: Bu âyette ”vahiy" kelimesinden maksat, Allahu teâlâ tarafından Peygamberlere gelen vahiy değildir. Tam tersine bunun anlamı ”ilham" dır. Nitekim bunun bir benzeri ”Rabbim bal arısına: Bu dağlardan, ağaçlardan ... kovanlar edin... diye ilham etti." (Nahl: 68) âyet-i kerim esidir. Buna göre Yüce Allah, Hazret-i Mûsa'nın annesinin kalbine bir sandık bulması ve çocuğunu içine koyarak Nil Nehri'nin sularına bırakması yolunda kesin bir karar ve irade verdi, demek olur. El-Es’iletü'l-Mukhame isimli eserde şöyle denir: ”Hazret-i Mûsa'nın annesi sırf bir ilhama dayanarak nasıl olur da çocuğunu nehre bırakır ve onu tehlikelere atar? Bu soruya şöyle cevap veriliyor: ”Mûsa'nın annesi iki tehlikeden birisini tercih etmek zorundaydı. O da bu iki belâdan daha hafifini seçmiştir." 39Mûsa'nın annesine onu sandığa koy dedik. ”Atmak" anlamına da gelen ”kazf kelimesi burada koymak, bırakmak anlamınadır. Sonra da onu nehire bırak. Bu âyetteki ”kazf kelimesinden maksat ise, sandık olmaksızın suya bırakmak değildir. Âyet metninde yeralan ”yenim" kelimesi ile kastedilen, bütün müfessirlerin ortaklaşa görüşüne göre Mısır'daki Nil Nehri'dir. Çünkü Arapcada ”yemm" kelimesi hem denizin adıdır, hem de büyük nehre yemin denilir. Nehir onu kıyıya atsın da Mûsa (aleyhisselâm)'nın nehre bırakılması, yüce Allah'ın iradesinin bu olayla ilgilenmesi ile meydana gelmesi vacip olaylardan olunca, nehir de tıpkı iyiyi kötüden ayırma yeteneği olan, kendisine verilen emre itaatkâr birisi imiş gibi kılınmıştır. Benim düşmanım ve onun düşmanı olan biri onu alsın. Bu son cümle Arapça dilbilgisi kurallarına göre yukarıda verilen emrin cevabıdır. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Ey Mûsa'nın annesi! Çocuğunu nehre bırak ki onu düşman alsın. Çünkü Ben. Bana dost olanı düşmanın kucağında yetiştirmeye, kalbinde ona karşı bir sevgi meydana getirerek kötülüklerinden kendisini korumaya kadirim. Rivayete göre Mûsa'nın annesi, sandığın içine pamuk serer ve çocuğunu onun içine bırakır. Sonra içine su sızmasın diye zift ile güzelce sıvar ve sonra çocuğunu nehre bırakır. Nil Nehri'nden Firavun'un bahçesine bir kol ayrılmaktadır. Nehrin suyu Mûsa'yı o kanala sürükler ve onu götürüp bahçedeki bir su birikintisine bırakır. O esnada Firavun, eşi Müzahim kızı Asiye ile birlikte oturmaktadır. Firavun sandığın sudan çıkarılmasını emreder. Sandık getirilince açılır. Bir de ne görsünler! Sandığın içinde ay gibi parlak yüzlü bir çocuk. Firavun onu nehirde bir ağacın yanında bulunca Mûsa diye isim verir. ”Mu" kelimesi Kıptî dilinde su anlamına ve ”sa" kelimesi de ağaç anlamındadır. Firavun çocuğu o kadar çok sever ki ondan ayrılmaya neredeyse dayanamaz. (Ey Mûsa)! Benim nezaretimde yetiştirilmen için şefkatle, merhametle yetiştirilmen ve sana iyi bakılması için seni gözeten ve koruyan Ben’im. Sana kendimden büyük bir sevgi verdim.' Bu sevgiyi insanların kalplerine aşıladım. Öylesine ki, seni bir kere gören artık görmeden duramaz. Bu sebeple seni Allah'ın düşmanı da sevdi. 40Hani kızkardeşin Meryem, Firavun ailesine gidip Mûsa hiçbir kadının memesini emmediğinden Firavun ve Asiye'nin çocuk için memesini kabul edeceği bir sütanne aradıklarını görünce: 'Ona bakacak çocuğu bağrına basacak ve yetiştirecek birini size bulayım mı?' diyordu. Rivayete göre bu haber, yani Firavun ailesinin Nil Nehri Tiden bir erkek çocuk bulduğu ve bu çocuğun da hiçbir kadının memesini emmediği, buna karşılık ailenin kadın aramak mecburiyetinde kaldıkları haberi Mısır'da yayılınca Meryem bu haberi öğrenmek üzere evinden çıkar. Kıyafet değişti imiş olarak Firavun ailesine gelir ve onlara yukarıdaki sözleri söyler. Firavun ailesi: ”Bu bakacak kadın kimdir," diye sorunca Meryem, annemdir der. Annesini saraya getirir ve çocuk annesinin memesini emer. Böylece seni gözü, gönlü mutluluk dolsun sana kavuştuğu için gönlü hoş olsun ve seni kaybedip de üzülmesin diye annene geri verdik. Bu ifade tıpkı ”'Mûsa'nin anasına, onu emzir... Hiç korkup kaygılanma çünkü Biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız diye bildirdik." (Kasas: 7) âyet-i kelimesindeki, ifadeyle aynıdır. Ve sen birini bir Kipliyi öldürdün de seni endişeden kurtardık. Allah'ın verecek olduğu cezadan ve Firavun'un uygulayacak olduğu kısastan kaynaklanan Kıptîyi öldürme kederinden seni kurtardık. Allah'ın cezası bakımından mağfiret ederek. Firavun'un kısası yönünden de Medyen'e hicret ettirerek kurtardık. Ve seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Âyetin metninde yeralan ”fitne, fûtun" kelimeleri meşakkat ve insana ağır gelen her şey anlam madır. Buna göre âyetin manası: ”Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik" demek olur. Bir âlime göre âyetin manası: ”Seni belâlarla iyiden iyiye öğüttük" demektir. Mûsa'nın uğramış olduğu belâ ve sıkıntılardan bazıları Kıptî'yi öldürmesi, vatanından hicret etmesi, sevdiği kimselerden ayrılması, azıksız olarak yaya yürümek zorunda kalması ve Medyen'e varmadan önce meydana gelen başka benzeri olaylardır. Bunun için yıllarca on yıl Medyen halkı arasında kaldın. Koyunları otlatmak için Şuayb (aleyhisselâm)'ın yanında kaldın. Çünkü Şuayb (aleyhisselâm), Mûsa (aleyhisselâm)'ya kendisine sekiz yıl hizmet etmesi karşılığında kızını nikahlamıştı. O da daha uzun süreyi doldurmak üzere Şuayb'a on yıl hizmet etmişti. Sonra takdire göre seninle konuşmayı ve Peygamberlik vermeyi, belirlenmiş vaktini geçirmeden ve öne almadan ettiğim takdire gore ya da Peygamberlere vahyin gelmiş olduğu belli bir yaşa ulaştıktan sonra, yolunu şaşırmış iken ve kapkaranlık bir gecede koyunlarını dağıttığın sırada mukaddes vadiye geldin ey Mûsa! Yüce Allah'ın ”Ey Mûsa!" diye tekrar etmesi, Peygamberine şeref bahşetmek ve bu olaydan önce anlatılan Tâhâ Sûresi 37-40. âyetlerde belirtilen kıssanın bittiğine dikkati çekmek içindir. 41'Seni kendim için elçi seçtim. Bu ifade ”Ben seni seçtim." (Tâhâ: 13) âyet-i kerimesini hatırlatmaktadır. Buna göre âyetin manası sana Peygamberlik görevi vererek ve seninle konuşmak suretiyle seni insanlara tercih ettim. Bu ifade Yüce Allah'ın Hazret-i Mûsa'ya bahşetmiş olduğu büyük şerefi temsil yoluyla canlandırmadır. Bu canlandırma, herhangi bir hükümdarın çevresindeki özel adamlarından birisini kendine daha yakın kılması ve kendisi için tercih etmesi, bazı önemli gördüğü işlerini yürütmek için aday olarak seçmesi gibi unsurlar kullanılmak suretiyle yapılmıştır. 42Ey Mûsa sen ve kardeşin Hanın âyetlerimi mucizelerimi götürün. Çünkü maksat, Mûsa'nın ve Harun'un mucizelerle birlikte Firavun'a gitmeleri, Peygamberlik görevini yerine getirirken, davet vazifesini tamamlarken bu mucizelere dayanmalarıdır. İbn Abbas der ki: ”Bu âyetteki mucize ifadesiyle Hazret-i Mûsa'ya indirilen dokuz mucize kastolunmaktadır. Her ne kadar bu mucizelerden bir kısmı henüz vuku bulmamış ve ileride gerçekleşeceği bekleniyor olsa bile." Beni anmayı ihmal etmeyin. Her halükârda lisanen ve organlarla Benim zikrime devam edin. Çünkü Benim zikrim her türlü amaca ulaşmak için bir araçtır. Çünkü Benim zikrim olmaksızın herhangi bir kimsenin hiçbir işi doğru gitmez. Âlimlerden biri der ki: ”Bu âyeti kerimede insana yüklenen yükümlülüğün hikmeti şudur: Yüce Allah'ın celâlini ve azametini hatırlayan kimse artık başkalarını hafif görür. Allah'tan başka hiç kimseden korkmaz ve böylece bu zikirle birlikte ruhu güçlenir, herhangi bir amaç ve gayeyi elde etmeye çaba gösterirken ruhî zaaf duymaz." 43Firavun'a gidin. Bu ifade, ya ”tağlîb" yoluyla söylenmiş bir ifadedir, ya da iki kardeş birbiriyle buluştuktan sonra verilmiş bir emirdir. Gitme emrinin tekrar edilmesi daha sonra gelen ifadelerin bu ifadeye dayanmasını sağlamak içindir. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. ”Tuğyan" isyan konusunda haddi aşmak demektir. Bir başka ifadeyle Rabblık, tanrılık iddiasıyla kulluk sınırını aşmak demektir. El-Arâis isimli eserde denir ki: ”Yüce Allah'ın Mûsa ve Harun (aleyhisselâm)'a Firavun'a gitmelerini emretmesinin sebebi Firavun'un ileride ileri sürecek olduğu mazeretini ortadan kaldırmak ve iddiasında yalancı olduğunu ortaya çıkarmak içindir. Bu ifade, iddiada bulunup da beraberinde iddiasını destekleyecek Yüce Allah'tan gelen herhangi bir delili bulunmayan herkese bir tehclittir. Peygamberlerin düşmanlara gönderilmesindeki hikmet onların halka, Allah'a giden yolu göstermekte âciz olduklarını bilmeleri içindir. Başkasına doğru yolu göstermekten âciz olan kimse kendi nefsine hidayet etmekten de âcizdir. Bu tıpkı başkalarını tedavi edemeyen doktor örneğine benzer. Başkasını tedavi edemeyen doktor kendisini de şifaya kavuşturamaz. Peygamberlerin düşmanlara gönderilmesindeki bir başka hikmet peygamberliğin çalışıp çaba göstermekle elde edilemiyeceğini bilmeleri ve Yüce Allah'ın lütfuyla kendilerine vermiş olduğu nimete şükretmeleri içindir." 44Ona yumuşak söz söyleyin. Firavun'la yumuşak konuşun. Kendisine haşin davranmadan, azarlayıp parlamadan yumuşaklıkla hitap edin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayım Çünkü ”Herhangi bir şeyin içine yumuşaklık girdi mi onu süsler, herhangi bir meseleye zorluk girince onu çirkinleştirir." Firavun zalim hükümdarlardandı. Bunlara vaaz ve nasihatta sert davranıldığı zaman kendilerinin de daha çok zorbalaşmaları âdetlerindendi. Bu gibi hükümdarların yanında yumuşaklık çok daha yararlı ve çok daha sağlam bir yol oluyordu. Bu tıpkı normal insanlara sertlik ve kabalığın hikmetçe daha uygun ve davete daha elverişli olması gibidir. Yahya b. Muaz rahimehullah'ın yanında adamın biri bu âyeti okuyunca Yahya b. Muaz ağlar ve der ki: ”Ey Allahım! Bu ”Ben tanrıyım" diyene yumuşaklığın bu olduğuna göre ”Sen ilâhsın," diyene acaba nasıl tecelli eder?" Belki o, aklını başına alır veya korkar.' Belki o, sizin Benim zikrime dair tebliğ ettiğiniz şeylerden öğüt alır, teşvik ettiğiniz doğru yolu ister, ya da benim verecek olduğum cezadan korkar. 45Dediler ki: 'Rabbimiz! Burada aslında bu sözü söyleyen Hazret-i Mûsa olduğu halde tağlîb metoduyla her ikisi birden söylemiş gibi ”dediler" ifadesi kullanılmıştır. Doğrusu biz, onun bize aşırı derecede kötü davranmasından, bizlere ceza vermesinden, yapacağımız daveti tamamlamamıza, mucizelerimizi göstermemize sabretmeyeceğinden ve böylece ona gönderilmekteki hedeflenen gayenin gerçekleşmeyeceğinden yahut iyice azmasından azgınlığı iyice ileriye götürerek aşırı cesareti ve kalbinin katılığı nedeniyle senin hakkında yakışıksız sözler söyleyeceğinden korkuyoruz.'“Havf kelimesi Arapçada bilinen, ya da zannedilen bir takım belirtilere dayanarak istenmeyen kötü bir şeyin başa gelmesini beklemek anlamınadır. Tıpkı ”reca" kelimesinin bilinen, ya da zanna dayanan bir emare aracılığıyla sevilen bir şeyin gelmesini beklemek anlamına olduğu gibi. Korku anlamına gelen ”havf" kelimesinin zıddı, emniyettir. Allah'tan korku tabiriyle kastolunan, masiyetlerden kaçınmak ve taati tercih etmektir. 46Buyurdu ki: Ortaya çıkacağını tahmin ettiğiniz iki sakıncadan dolayı 'korkmayın, çünkü Ben mükemmel bir koruma ve yardımla birlikte sizinle beraberim. Sizinle onun arasında geçecek konuşmayı ve hareketleri işitir ve görürüm ve her halükârda o duruma lâyık olan herhangi bir zararın ve kötülüğün giderilmesi, faydanın ve iyiliğin sağlanmasına yarayacak neyse onun gereğini yaparım. Allahu teâlâ kiminle birlikteyse Yüce Allah onu bütün inatçı zorbaların elinden muhafaza eder, korur. 47Haydi ona gidin de. Firavun'un yanına varın da ilk iş olarak deyin ki: 'Biz senin Rabbinin elçileriyiz. Böylece o azgın hükümdar sizin isteğinizi öğrensin ve bu isteğe kendi cevabını dayandırsın. İsrail oğullarını hemen bizimle birlikte gönder, onlara daha önce çekmiş oldukları azap üzere kendilerini bırakmak suretiyle eziyet etme. Çünkü onlar Kıpt memleketi idaresi alt nidalar. Kiptiler İsrail oğullarını zor ve insanın meşakkatini artıran toprak kazısı, taş taşıma ve benzeri ağır işlerde çalıştırıyorlar, erkek çocuklarını yıldan yıla katlediyorlar ve kadınlarını hizmetçi olarak kullanıyorlardı. Biz sana Rabbinden bir âyet getirdik. Biz sana Rabbinden iddia ettiğimiz Peygamberlik görevimizin doğruluğuna dair bir delil getirdik. Selâm, Yüce Allah'tan, meleklerden ve onların dışında Müslümanlardan her iki dünya selâmetini sağlayan selâm, Yüce Allah'ın hakka götüren âyetlerini tasdik etmek suretiyle hidayete tabi olanlara olsun. 48Gerçekten Rabbimiz katından bize vahyolundu ki... Vahiy olayı ya Cebrail’in lisanı üzere gizli konuşma ile olur, ya da ilham yoluyla veya uykuda görülen rüya biçiminde olur. Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve Peygamberlerin getirmiş olduğu şeyleri inkâr eden ki yalanlama sözde ve fiilde olur ve neva ve hevesinin peşinden giderek bunları kabul etmeyip yüzçevirenlere azap edilecektir'.' Bu gibi kimselere dünyevî ve sürekli olan uhrevî azap vardır. 49Firavun: 'Rabbiniz de kimmiş? Siz ikiniz Rabbi nizin iki elçisi iseniz bana haber verin. Sizleri bana gönderen Rabbiniz de kimmiş? Burada iki kardeş Peygamber ”Biz senin Rabbinin elçileriyiz." (Tâhâ: 47) dedikleri halde Firavun ”Benim Rabbim de kimmiş?" dememekte, tersine âyette olduğu gibi ”Rabbiniz de kimmiş?" demektedir. Bunu, haddi aşmakta ve azgınlıkta ileri gittiği için söylemektedir. Ey Mûsa!' dedi. Görüldüğü üzere Firavun önce ”Rabbiniz de kimmiş?" diyerek her ikisine hitab etmiş, ardından sadece Mûsa'ya seslenmiştir. Çünkü Firavun biliyordu ki Mûsa bu konuda asıldır, Harun da onun veziri ve ona tabidir. 50O da yani Firavun'a cevap vermek üzere Mûsa da: 'Rabbi iniz sırf rahmetinden dolayı bütün canlılardan her şeye hilkatini suretini bütün menfaat ve özelliklerini taşımak üzere kendisine lâyık olan şeklini veren, sonra da doğru yolu gösterendir,' dedi. Bu yaratıklardan her birine kendi haline uygun özelliği gösterendir. Bunun sonucu olarak bu yol tıpkı cansızlarda olduğu gibi o yaratık için bir tabiat ve karakter olmakta canlılarda olduğu gibi de bir istek ve içgüdü olmaktadır. ”Doğru yolu gösterendir" yani ne için yaratılmışsa yaratılış gayesine göre o yaratığı hazırlayandır. Hiçbir yaratık yoktur ki Yüce Allah'ı bilmesi için gerekli yeteneklerle donatılmamış olsun. 51Firavun: 'Öyleyse önceki milletlerin hali ne olacak?' dedi. Geçmiş milletlerin hali nice olacak? Nuh, Âd ve Semûd kavimleri gibi geçip gitmiş milletlerin haberi nedir? Başlarından hangi olaylar geçmiştir ve bu olayların ayrıntı lan nasıldır? 52Mûsa: 'Onlar hakkındaki bilgi Rabbimin yanında... Bu milletlerin ahvaline dair haberleri Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Peygamberlik makamı dolayısıyla peygamberlerin onların ahvaline dair bilgilerini karıştırmamak gerekir. Bu bilgilerden ben ancak peygamberlik görevimle ilgili olanlarını biliyorum. Bu olaylar bütün ayrıntılarıyla Levh-i Mahfuz'da kaydedilen bir kitapta bulunur. Rabbim ne yanılır, ne de unutur,' dedi. Rabbim ilk başta hata etmez, tersine bütün bilinecek şeylerin hepsim bilir ve daha sonra ebediyyete kadar bu bilgileri unutmaz. Tam tersine onlar sonsuza kadar sabit olurlar. Âyetin bu son kısmı. Yüce Allah'ın bunları Levh-i Mahfuz'a yazmasının onları ilk başta ve dalia sonra da sonsuza dek bilmesi için buna muhtaç olmadığını beyan etmek içindir. Kainatta cereyan edecek olayların bir kitapta toplanması, bunların meleklere gösterilmesi ve onların da bunlardan yararlanarak Yüce Allah'ın ilminin unutmaktan ve gafletten ne derece uzak olduğuna dair bilgilerinin artması içindir, 53'O, yeri size beşik yapan ”Mehd", ”mihad" kelimeleri üzerine basmak için hazırlanmış mekân anlamınadır. Ve onda size yollar açan, size yani sizden başkası için değil, sizin için birçok yollar açan, çeşitli ihtiyaçlarınızı gidermek ve bunlardan elde edeceğiniz faydalarla yararlanmanız için yeryüzünün bir köşesinden diğer noktasına giderken tutmuş olduğunuz yolları dağların, vadilerin, ovaların arasına yayan, gökten de, buluttan da su indirendir.' Burada ”su" dan maksat yağmurdur. Yağmur, bulutun bir kısmının diğer kısmı ile kaynaştığı esnada oluşan su parçacıklarıdır. Onunla bu su sebebiyle Biz çeşitli bitkilerden sınıf sınıf bitkilerden çiftler çıkardık, bitirdik. Âyet metninde yenil an ”ezvac" kelimesi sınıf sınıf demektir. Bitkilerin bu şekilde isimlendirilmesi onların çift çift olmalarından, bazılarının bazılarına yaklaşmalarındandır. Çünkü bir başkasına yakın olan şeye ister ona onun benzeri olsun isterse zıddı bulunsun ”zevç" denilir. Birbiriyle ciñiesen bütün hayvanlarda birbirine yakın olan dişi ve erkeğe ”zevç" denir. Hayvanların dışında birbirine yakın olan her çifte ”zevç" denir. Bir çift mest, bir çift nalın (ayakkabı) dendiği gibi. Âyetin metninde yer alan ”nebat"yeryüzünden çıkan ve büyüyen şeylere denir. İster ağaç gibi gövdesi olsun, isterse bakla gibi olmasın. ”Çeşitli" kelimesinden maksat tatlı, kokusu, biçimi ve faydaları çeşit çeşit bitkiler demektir. Bunların bir kısmı faydalan farklı olarak insanlara yararlı iken, bir kısmı da hayvanlar için faydalıdır. 54Yeyiniz, bunlardan bu meyvelerden, tahıllardan ve benzeri şeylerden yiyiniz. Hayvanlarınızı bunlar deve, sığır, koyun ve keçidir, otlatınız. Hayvanlarınızı etlendiriniz ve semirtiniz. Biz bunca bitkiden bir kısmını kendiniz yiyesiniz, bir kısmını hayvanlarınıza yem veresiniz diye hazırladık. Yüce Allah burada işaret ediyor ki, bütün gökyüzü, su, bitkiler ve hayvanlar sizler için yaratılmışlardır. Şayet bu sayılanlarla hatta bütün yaratıklar vasıtasıyla yaşamaya ihtiyacınız olmasaydı Ben onları yaratmazdım. Şüphesiz bunda bunca ilâhî olaylarda ve işlerde yeryüzünü beşik kılmak, orada yollar açmak, sonra su indirip çeşitli bitkileri bitirmek gibi ilâhî olaylarda akıl sahipleri için... Âyet metninde yeralan ”nuhâ" kelimesi ”nuhıye" nitı çoğuludur. Akla ”nuhâ" denmesi, aklın insanın bâtıla uymasına, kötü şeyleri işlemesine engel olmasından dolayıdır. Nitekim bu manevî güce ”akıl" ve ”hier" denmesi de akıl sahiplerini bu gibi hareketleri yapmaktan menetmesi ve engellemesinden dolayıdır. Çünkü böylesi akıl, akıl sahiplerini bâtıllara kaymaktan korur. Bu bâtılların içerisinde zorba ve azgın kişilerin iddia ettikleri, onlardan da sapık bir zümrenin alıp kabul ettiği şeyler vardır. Yukarıda sayılan âyetler ve deliller aslında âlimler için birer âyetken bunların ”akıl sahipleri" için tahsis edilmesi, ayrılması, onların bu sözkonusu âyetten faydalanmaları itibariyledir. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için çok yüce yaratıcıyı ve O'nun vahdetini, yüce kudretini ve göz alıcı hikmetini gösteren işaretler vardır. 55Aslınız Âdem vasıtasıyla sizi ondan topraktan yarattık, "Âdem vasıtasıyla" dememizin sebebi Âdem ile Havva'nın dışında bütün insanların nutfeden yaratılmış olmalarından dolayıdır. Öldüğünüz zaman defnetmek suretiyle yine sizi oraya döndüreceğiz ve çürümüş vücut parçalarınızı bir araya getiınıek ve cesedinizi yeniden düzenlemek, ardından hesap ve ceza görülmesi için ruhları tekrar cesetlere koymak suretiyle dirilme esnasında bir kez daha sizi ondan çıkaracağız. Bu çıkarılışın ”bir kez daha" olması, her ne kadar başlangıçta topraktan yaratılma, ikinci çıkarılmanın biçiminde olmasa bile insanların topraktan yaratılmalarının oradan çıkarılma sayılması itibariyledir. Yahya b. Muaz (radıyallahü anh)'a sorulur: ”İnsanoğlu niçin dünyayı sever?" Yahya b. Muaz der ki: ”İnsanın dünyayı sevmesinde şaşılacak bir taraf yoktur. Çünkü insan topraktan yaratıldı. O halde toprak, insanın anasıdır. Geçimini ve rızkını ondan elde eder. O halde toprak, insanın can damarıdır ve öldüğünde yine toprağa iade edilecektir. Şu halde toprak, onun toplanma yeridir. Sonra insan cenneti burada kazanır. O hakle dünya, insanın saadetinin ve mutluluğunun başlangıç noktasıdır ve dünya, sâlih kimselerin Yüce Allah'a yürüyüp gittikleri bir yoldur. Bütün bunlardan sonra insanı Rabbinin yanına götüren yolu nasıl olur da insanoğlu sevmez." 56Yemin olsun Biz ona bütün delillerimizi gösterdik. Yemin olsun Biz, Firavun'a Mûsa vasıtasıyla âsâ, beyaz el ve zaman içinde buna benzer diğer delillerimizi gösterdik, ya da bu delillerin doğru olduklarını ona öğrettik ve bunların neye delâlet ettiklerini açıkladık. Yine de bütün delilleri aşırı inadından dolayı hiçbir tereddüt göstermeksizin ve düşünmeden yalanladı bunların birer sihirden ibaret olduğunu iddia etti ve aşın azgınlığından dolayı bunları kabul etmemekte diretti. 57'Bizi büyün ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi bize geldin ey Mûsa?' dedi. Ayetin birinci ihtimale göre manası bulunduğun yerden ayrıldıktan sonra bizi yaptığın büyü ile yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin? Bir diğer ihtimale göre Mısır topraklarına galebe çalarak ortaya koyduğun sihir vasıtasıyla hakim olarak bizi buradan çıkarmak için mi geldin ey Mûsa? Çünkü bunlar imkânsızı yapmaya kalkışmak demek olduğu için aklı başında bir kimsenin kalkışacak olduğu hareketler değildir. Alimlerin birisine göre Firavun'un bu ifadesi onun Mûsa'yı haklı gördüğüne bir delildir. Zaten bundan dolayı Firavun kendi saltanatının elinden gideceğinden korkmuştur. Çünkü hiçbir sihirbaz. Firavunun hükümranlığı gibi bir hükümranlığı Mısır topraklarından söküp atmaya kadir değildir. Firavun'un bu şekilde ifadede bulunması Mûsa'nın maksadının sırf İsrail oğullarını Firavun'un elinden kurtanuak değil, tam tersine Kıptîleri vatanlarından çıkarmak, mallarını, mülklerini tamamıyle ele geçinmek olduğunu ortaya çıkararak onlan son derece hiddetlendirmek ve böylece arkasından hiç kimsenin gitmemesini sağlamak, savunmada ve karşı koymada iyice direnmelerini sağlamaktır. Firavun'un, Mûsa (aleyhisselâm)ın göstermiş olduğu göz alıcı mucizelere ”büyü" demesi, Kıptîleri ona karşı koymaya cesaretiendirmek içindir. 58'Öyleyse muhakkak surette biz de sana aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Madem ki durum böyledir. O halde Yemin olsun biz de ey Mûsa senin sihrin gibi bir büyü getireceğiz ve sen bize üstün gelemeyeceksin. Şimdi sen, bu sihri ortaya çıkarmak için seninle bizim aramızda ne senin, ne de bizim buluşma zamanı üzerinde muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir buluşma yeri ayarla.' Seninle bizim aramızda âdil, mesafe bakımından iki tarafı birbirine eşit, orta bir buluşma yeri ayarla. Bu yerin iki ucu eşit olsun. Bir ucu diğerinden daha farklı olmasın. Bu, âyetin birinci manasıdır. Bir başka ihtimal, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz, insanın bakışını engelleyebilecek şekilde tümseği ve çukuru olmayan düz bir yer ayarla. 59Mûsa: 'Buluşma zamanınız bayram günü bütün herkesin, her yöreden gelip toplandığı ve bayram yaptıkları gün olsun dedi. Bu randevunun bayram günü olarak belirlenmesi sihirbazların yapacakları büyünün Hazret-i Mûsa tarafından iptal edilmesinden sonra onların halktan utanarak mucizeyi inkâr etmemeleri ümididir. Burada karşı taraf randevu için yer belirlenmesini istemişler, kendilerine cevap olarak randevu zamanı bildirilmiş çünkü âyetin deyimi ile ”ziynet günü" (bayram günü) ifadesi zaten insanların o günü toplanacakları meşhur olan mekâna delâlet etmektedir. Şüpheden uzak olması bakımından kuşluk vaktinde insanların toplanma zamanı olsun,' dedi. 60Bunun üzerine Firavun dönüp gitti, o meclisten ve mekândan ayrıldı. Sihirbazları toplamak için Medain'e haber gönderdi. Hilesini, hile yapmak için kullanacak olduğu sihirbazları ve onların araç- gereçlerini topladı, sonra buluşma yerine, yanında toplamış olduğu sihirbazlarla birlikte geri geldi. Firavun oraya hemen hızlıca gelmedi. Tam tersine bir süre sonra geldi. 61Mûsa nasihat eder bir tonda onlara: 'Yazıklar olsun sizeî Âyet metninde ye ra lan ”veyl" ifadesi aslında bir kimsenin helâkma yapılan bedduadır. Manası: Allah sana azab etsin ve seni yoketsin, demektir. Buradaki manası ise caydırma, vazgeçirme, Allah hakkında yalan uydurmaktan vazgeçmeye teşvik ani anı madır. Benim iki elimde ortaya çıkan mucizelerin birer büyüden ibaret olduğunu iddia ederek Allah hakkında yalan uydurmayın. Ya da Allah'a hiç kimseyi ortak koşmayın. Âyet metninde yeralan ”iftira" kelimesi kasten birisi hakkında asılsız söz uydurmak ve yalan söylemektir. Sonra O, kimsenin benzerini yapamayacağı çok korkunç bir azap ile kökünüzü keser. Sizi helak eder. Hangi şekilde olursa olsun ve her kim olursa olsun Allah'a iftira eden muhakkak perişan olur.' dedi. 62Bunun üzerine onlar, Mûsa'nın sözünü duydukları zaman sihirbazlar durumlarını kendilerinden istenen Mûsa (aleyhisselâm)'ya galip gelme durumlarını ve ona nasıl karşı gelineceğini aralarında tartıştılar. Bu konuda her türlü ihtimali konuştular. Gizli gizli fısıldaştılar. Mûsa (aleyhisselâm) fısıltılarını duyup da kendilerine karşı savunma yapanı asın diye seslerini iyice kıstılar. 63Gizli ve fısıltı halinde şöyle dediler: 'Bu ikisi muhakkak ki daha önce ortaya koydukları sihirleriyle sizi yurdunuzdan sizlere galip gelerek ve yurdunuza hakim olmak suretiyle Mısır topraklarından çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdır sadece. Sizin, yolların en üstünü olan ve en ideali olan yolunuzu kendi görüşlerini ortaya koyarak ve dinlerini açıklamak suretiyle ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar. Bu sözü söyleyen sihirbazlar ”örnek yol" ile sihir metodunu değil, Firavun'un kavminin tabi olduğu dini kastediyorlardı. Buna ”Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden., korkuyorum." (Mü'min: 26) âyet-i kerimesi delildir. Çünkü onlar si hi re bir din olarak inanmıyorlardı. 64Öyleyse hilenizi kurun. Madem ki Mûsa ile Harun birer büyücüdürler o halde siz bu konudaki hilenizi, tuzağınızı sağlamca kurun. Bu hileyi herkesin ortaklaşa kabul edeceği bir biçime sokun. Öylesine ki içinizden hiçbiri bu hilenin isabetsiz olduğunu ileri süremesin. Yani hepiniz aynı görüşte birleşin. Sonra daha heybetli olmanız ve yaptığınız işin daha düzgün olması için randevu yerine hep birlikte sıra halinde gelin. Muhakkak ki bugün üstün gelen kazanmıştır.' Bugün hasmına galip ve üstün gelen kazanmış ve istediği, canının çektiği herşeyi ekle etmiştir. 65Sihirbazlar bir araya gelip toplantı yerine ulaştıktan ve sıra haline geldikten sonra dediler ki: 'Ey Mûsa! Ya sen at ya sen âsânı elinden yere at veya ipleri ve sopaları önce atan biz olalım.' Yani âsânı ne zaman atacağını tercih et, Bu âyet-i kerimede işaret, olunuyor ki sihirbazlar Mûsa (aleyhisselâm)'ya asasını yere atma hususunda bir öncelik ve seçim hakkı tanımak suretiyle ona değer verince Yüce Allah da onlara gerçek imanı bahşederek aziz kılmış ve böylece imanın nuruyla Mûsa'nın mucizesini görebilmişler, ona taklidi bir iman yerine tahkîkî bir imanla iman etmişlerdir. 66Mûsa onlara: 'Hayır, atacak olduğunuz ne ise öncelikle sız atın' dedi. Acizane kanaatimize göre: Zahir olan odur ki Allah sihirbazlara Mûsa'yı muhayyer bırakmalarını ilham etti ve Mûsa, hakkın bâtıldan ayrılması ve ortaya çıkması için önce sihirbazların asalarını ve iplerini atmayı tercih edeceklerini öğrendi. Çünkü hak, bâtılı savuşturur ve yok eder. Şayet bastonunu ilk atacak olan Mûsa olsaydı, insanlar ejderhadan korkularına darmadağın olur, kaçarlardı. Tıpkı Mûsa'nın asasının sihirbazların sopalarını ve iplerini yuttuğunu gördüklerinde kaçtıkları gibi. Oysa bu da gerçek amaca aykırıydı. İmam (Fahreddin er-Râzî) der ki: ”Onların yaptıkları bir büyü ve inkâr olduğuna göre Mûsa (aleyhisselâm) onlara bu emri nasıl olur da verir diye sorulacak olursa buna cevabımız şudur: Şüphenin ortadan kalkması için sihir tek yol olarak kalmışsa bu takdirde sihire başvurmak caizdir." Denilmiştir ki: Aslında bu ifade bir emir değildir. O sadece bu vasıtayla karşıdakileri hafife almak ve onlara aldırış edilmediğini beyan etmektir. Çünkü Hazret-i Mûsa (aleyhisselâm) biliyordu ki bu olay, hakkın ortaya çıkmasına ve bâtılın yok olmasına sebeptir. Bir de baktı ki büyüleri sayesinde ipleri ve sopalan kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Âyet metninde yeralan ”tehayyül" kelimesi herhangi bir şeyin hayalinin insanın ruhunda canlanması demektir. Bu açıklamaların ışığı altında âyetin manası şudur: Sihirbazlar iplerini ve sopalarını attılar. Onların ipleri ve sopalan, büyüleri sebebiyle Mûsa'ya ansızın yürüyormuş gibi gelince ... Sihirbazlar onları civa ile boyamışlardı. Güneş ci vaya vurunca ip kıpırdamış, sarsılmış ve böylece Mûsa'ya hareket ediyorlarmış gibi gelmiştir. 67Mûsa, birden içinde bir korku duydu. ”veces" kelimesi gizli ses anlamınadır. ”Teveccüs" ise işitmek, kulak vermek manasınadır. Buna göre âyetin manası; Mûsa, kendi içinde ansızın karşılaştığı manzaradan dolayı, insan olması hasebiyle yılandan kaçma, ısırması ve benzeri tehlikeli durumlarından sakınma sebepleriyle yılandan bir parça korku duydu. 68Hayal gördüğün bu şeyden 'korkma' dedik. Üstün gelecek olan kesinlikle sensin. Çünkü her halükârda, her zaman Biz senin yanında iken onlara galip gelecek olan sensin. et-Tevilât en-Necmiyye isimli eserde denir ki: ”Bu âyette işaret olunuyor ki insanın insan olarak duymuş olduğu bir takım korkular, kişi Peygamber bile olsa mayasında mevcuttur. Bu korku Yüce Allah'ın onu, insandan ilâhî bir çekişle çekip almasına kadar sürer. Nitekim buna ”Korkma dedik. Üstün gelecek olan sensin." âyet-i kerimesi işaret etmektedir. Bunun manası yaratıcı olan hâlikten başka mahlukattan korkmayacak en yüce dereceye çıkacak olan sensin, demektir. 69Sağ elindekini, bastonunu at da... Burada ”bastonunu" denilmeyip de ”elindekini" denmesi ve kapalı bir ifade kullanılması Mûsa'nın asasının değerini yüceltmek içindir. Onların yaptıklarını yutsun. Onların yapmış oldukları ipi ve sana yürü yormuş gibi gelen ve bu sebeple senin de korkmuş olduğun sopasını yutsun. Burada ipin ve sopanın ”onların yaptıkları" şeklinde ifade edilmesi bunları tahkir etmek ve onların göz boyadıklarına, sahte iş yaptıklarına işaret etmek içindir. Şu halde ”onların yaptıkları" nelan maksat onların uydurdukları ve sahte olarak yaptıkları anlamınadır. Yaptıkları sadece bir büyücü hilesidir. Bunların yaptıkları, büyücülerin yaptıkları hile ve tuzak cinsinden bir şeydir. Burada ”büyücü" kelimesinin elif lamsız getirilmesi büyücüleri tahkir, aşağılamak içindir. Âyet metninde yeralan ”keyd" bir çeşit hile demek olup çoğunlukla kötü alanda kullanılmakla birlikte iyisi ve kötüsü vardır. İstidrac ve mekir de böyledir. Büyücü ise yeryüzünde nereye varsa, orada ne yaparsa iflah olmaz,' Bu çeşit bir isteğine asla ulaşamaz. et-Te'vîlâtün-Necmiyye isimli eserde denir ki: ”Burada Yüce Allah işaret ediyor ki: Ey Mûsa! Senin sağ elinde bulunan şey Benim yaptığımdır. Sihirbazların yaptığı da ancak onların yaptıkları ve hileleridir. Benim yaptığım ve Benim yarattığım hile varken sihir ve sihir mahsulü şeyler başarıya ulaşamaz. Çünkü Benim hilem çetindir. Bilindiği üzere felah iki çeşittir. Bunlardan birincisi dünyevî olanıdır. Dünyevî felah dünya hayatını hoş kılan bir takım mutlulukları elde etmektir ki bunlar, yaşamak, zengin olmak, iyi mertebelere yükselmektir. Diğeri ise uhrevî olan felahtır ki bunlar dört tanedir: Sonsuza dek bakî kalmak, hiç fakirlik yüzü gömleksizin zengin olmak, zillete düşmeksizin azîz olmak ve cehaletten uzak âlim olmak gibidir. Çünkü dünya ehlinin, felahının akıbeti kayıptır, hüsrandır." Sihirle uğraşan kimse yakalanmadan önce tevbe edecek olursa tevbesi kabul olunur. Buna karşılık yakalanır da sonra tevbe ederse tevbesi kabul, olunmaz cezası verilir. Ebû Hanife'ye göre büyü ile uğraşan, kimse büyücülük yaptığı bilinir ve tevbe etmediği sabit olursa ceza olarak katlonulur. ”Sihri bırakıyorum ve tevbe ediyorum" şeklindeki sözü kabul olunmaz. Herhangi bir kimse büyücü olduğunu ikrar ederse kam dokunulmazlığını kaybeder. Sihirbaz ister erkek olsun, ister kadın yeryüzünde fesadı yaymak ve helak etmek amacıyla dolaşıyorsa katlolunur. Buna karşılık inkarcı olarak dolaşıyorsa erkek sihirbaz kati ol un urken, kadınlar öldürülmez. Fürûa ait kitaplarda kaydedildiğine göre Müslüman kadın sihirbaz öldürülmez fakat dövülür ve hapse konulur. Çünkü böylesi büyük bir cürüm işlemiş demektir. Öldürülmemesinin sebebi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kadınların mutlak olarak öldürülmelerini yasaklayan hadisidir. Sözlükte sihir: Lâtif ve ince olan her şey demektir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ”Muhakkak ki beyanda sihir gücü vardır." hadi s-i şerifinde geçen sihir kelimesi lügat manasınadır. Sihir insanların vücutlarına ve kalplerine etki eden bir takım atılmış düğümler, okunmuş rukye, afsundan ibarettir. Buna maruz kalan kişi sonuç olarak hastalanır ve ölür. Sihir vasıtasıyla kişiyle karısı arası açılır. İmamlara göre sihir bir gerçektir. Mutezile mezhebi ise der ki: ”Sihir gerçek değildir. İnsan vücuduna herhangi bir etkisi olamaz. Tersine o, aslı, hakikati olmayan bir şeyi varmış gibi göstermekten ibarettir. Bu tıpkı el hafifliği, ya da el çabukluğu sebebiyle birtakım şeyleri yapan gözboyacıların yaptıkları işe benzer." Mutezileye karşılık bizim iki yaklaşımımız vardır. Bunlardan birincisi sihrin mümkün olduğunu, ikincisi de bizzat yapılmış olduğunu gösterir. Mümkün olduğunu gösteren delile göre sihir bizzat mümkündür ve Yüce Allah'ın kudreti dahilindedir. Çünkü Allah yaratıcıdır. Sihirbaz ise sadece bir fail ve bu olayı gerçekleştiren aktördür. Öte yandan bu konuda fıkıh âlimlerinin icmaı vardır. Fıkıh bilginleri sihrin mümkün olup olmadığında değil, hükmünde ihtilâf ederler. İkinci yaklaşımımıza gelince buradaki delilimiz şu âyet-i kerimedir: ”Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lakin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı... Onlar o iki melekten karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler." (Bakara: 102) Bu âyet-i kerime işaret ediyor ki sihir sırf bir gösterme ve göz boyama değil, tam tersine sabit ve gerçektir. Ve yine işaret ediyor ki gerçek müessir ve yaratıcı bir olan Yüce Allah'tır. 70Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. Mûsa asasını yere attı ve onun âsâsı, sihirbazların sopalarını ve iplerini yuttu. Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandılar. Kendilerini öylesine secdeye attılar ki sanki sihirbazları, birisi tutup yere çakmış gibi oldu. Rivayete göre sihirbazlar derler ki: ”Bizler insanlara galip gelirdik ve kullandığımız âletler yanımızda kalırdı. Mûsa'nın yaptığı eğer sihirse bizim yere attığımız âletlerimiz nerede? Ve böylece onlar, cisimlerin, onların yaratıcısı âlim ve kadir olan Allah'a göre durumlarının değişebileceğini anladılar. Bunun üzerine tevbe ettiler ve boyun eğmenin en son sınırı olan secde du ılımıma geldiler." Carullah der ki: ”Sihirbazların durumu ne kadar tuhaf! İplerini kâfirlik ve inkâr için yere attılar, sonra da şükür ve secde için başlarını yere koydular. Bu iki dumm arasında ne kadar da büyük fark var." Secdelerinde: 'Harun'un ve Mûsa'nın Rabbine iman ettik' dediler. Bu âyet-i kerimede önce Harun'un sonra Mûsa'nın zikredilmesi, âyet sonundaki fasılaların tutturulabilmesi içindir. Rabbin, Harun ve Mûsa'ya izafe edilmesinin sebebi Allah'a bu iki Peygamberin duâ etmesinden ve bir takım mucizeleri o iki Peygamberin ellerinde gerçekleştirmesinden dolayıdır. 71Firavun sesindeki azarlama tonuyla sihirbazlara şöyle dedi: 'Ben size izin vermeden önce ona iman eti nenize ve bunu size emretmemden önce O'na Mûsa'nın ve Harun'un Rabbine inandınız öyle mi? Bu âyetteki ”amentum lehti' ifadesi ”amentum bihi" demektir. Buna delil ise ”Ben size izin vermeden O'na iman mı ettiniz?" (Araf: 123) âyet-i kerimesinde aynı konu anlatılırken geçen ”amentum bihi" ifadesidir. Hakikat şu ki o Mûsa size büyü öğreten ulun uzdur. üstadınızdır. Bu yaptığınız işte önceden onunla anlaştınız. Firavun, bu sözleriyle, iman etmek suretiyle sihirbazlara uymaması için kavminin kafasını karıştı mı ak istemistir. Çünkü o biliyordu ki Mûsa, kendi seçtiği ve topladığı sihirbazlara sihir öğretmem işti. Bir başka ifadeyle, bu söylenen söz, Firavun'un uydurmuş olduğu ve kavmine ileri sürdüğü bir şüpheden ibarettir. Firavun onlara imanın kendi iznine bağlı olduğunu göstermişti. Sihirbazlar kendisinden izin almadan iman edince bu imanlarının geçerli olmadığını ve onların Mûsa'nın birer öğrencisi olduklarım söylemişti. Bütün bunları Firavun, halk sihirbazlara tabi olup Allah'a iman edecekler diye korku duyunca ileri sürmüştür. Ardından da Firavun'un pekiştirilmiş tehdidi gelmektedir. Çünkü bunun ardından Firavun şöyle söyler: Şimdi ellerinizle ayaklarınızı tereddüt etmeden çaprazlama her bir tarafınızdan bir organınızı yani sağ el ile sol ayağınızı, böylesi çok daha feci olacağı için keseceğim. Allah'a yemin ederim ki sizin ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim. Ve sizi hurma dallarına asacağım. Ayetin metninde geçen ”salb" kelimesi herhangi bir insanı öldürmek için asmak anlamına gelir. Buna göre âyetin manası Nil kıyısında Hurma dallarına sizi asacağım demektir. Asma cezasını ilk uygulayan kişi Firavun olmuştur. Böylece hangimizin benim veya Mûsa'nın azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız.' Burada Mûsa'nın da azabından sözedilivor. Oysa Mûsa, hiçbir şekilde başkalarına azap etmiş değildi. Ancak Firavun zannetti ki sihirbazlar Mûsa'nın asasının kendi sopalarını ve iplerini yuttuğunu görünce kendilerine de birşey olacağından korktular. İşte bu zanna dayanarak Firavun yukarıdaki ”Hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız." ifadesini kullandı. Bazı âlimlere göre ”eyyünâ" (hangimizin) ifadesiyle Firavun kendini ve Mûsa'nın Rabbi ni kastetmiştir. ”Daha şiddetli azap" demesi de kendisinin dünya azabını ve bunun şiddetini göımüş olmasındandır. Çünkü o, âhiret azabını ve şiddetini görmemişti. 72Sihirbazlar Firavun'un tehditlerine aldı ım aks izin dediler ki: 'Seni Mûsa'nın elinde Yüce Allah'tan bize gelen açık açık hakikatinde ve varlığında hiç şüphe olmayan mucizelere... Sihirbazların delillere bakarak ulaştıkları sonuçlardan birisi de şuydu: ”Eğer Mûsa'nın yaptığı bir sikirse o zaman bizim yere bıraktığımız ipimiz ve sopamız nerede? ”Onlar mucizelere bakıp bunlarda Yüce Allah'ın zatının ve sıfatlarının nurlarını görmüşler bu sebeple en büyük belâlar bile kendilerine hafif gelmiştir. Kim ki Yüce Allah'ı başka şeylere tercih eder ona Yüce Allah'ın uğrunda başına gelen belâlar hiç gelir. Büyüklerden birisi der ki: ”Başına gelen belânın Allah'tan geldiğine dair olan bilgin sana olan elemini ve acısını hafifletir." Ve bizi yaratana bizi ve başka yaratıkları yoktan varedene Yemin olsun tercih edemeyiz. İman etmekte ve peşinden gitmekte seni tercih edemeyiz. ”Bizi yaratana Yemin olsun" ifadesi yemin manasına olup cevabı mahzuftur. Çünkü yukarıdaki geçen tercih edemeyiz cümlesi bunun cevabının ne olduğunu göstermektedir. Buna göre mana şöyle olur: Bizi yoktan va red en Allah hakkı için seni tercih edemeyiz. Öyleyse yapacağını yap. Ne yapacaksan yap veya bizim hakkımızda elimizi ve ayağımızı kesecek misin, bizi asacak mısın, bu konuda hangi hükmü verirsen ver. Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin. Sen ancak bu dünya hayatında istediğini ve keyfine geleni yapabilirsin. Sonra çok yakın bir zamanda senin emrin ve hükümranlığın yok olur, gider. 73Bize inkâr ve günah gibi hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması âhirette bizi hesaba çekmemesi ve bizleri uzak Medain şehrinden getirip toplamak ve zorlamak suretiyle Mûsa'ya karşı koymak uğrunda yapmış olduğumuz sihir günahını bağışlaması için Kahirimize iman ettik. Allah en hayırlı ve en sürekli olandır.' Eğer kendisine itaat edersek, sevap açısından Allah, bize en hayırlt olan ve isyan edersek azabı en sürekli olandır. et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye isimli eserde bu âyet şu şekilde tefsir edilmektedir: Hayrı nasib etmede ve senin şerrini savmada ”Allah en hayırlı ve" hayrı senin hayrından, azabı da seninkinden ”en sürekli olandır. ” Hasan-ı Basrî der ki: ”Sübhanellah! Kâfir bir kavim, hem de inkârda en ileri giden bir topluluk göz açıp kapayıncaya kadar kalplerinde iman yer ediyor ve sonra Allah uğrunda Firavun'a ”Öyleyse yapacağını yap." diyebiliyorlar ve bundan kesinlikle korkmuyorlar. Oysa bugün Allah'a hamdolsıın öyleleri var ki altmış sene Kur'an'la birlikte yaşıyor, sonra da çok değersiz bir fiyata dinini satıyor." İşte arınanların mükâfatı budur. îman etmek ve iyi ameller işlemek suretiyle inkârın ve masiyetlerin kirinden arman kimselerin mükâfatı budur. Bir hadis -i şerifte şöyle söylenir: ” Üstün derecelere eren kimseleri, onlardan daha alt derecede bulunan kimseler, sizlerin semanın ufkunda yıldızları gördüğünüz gibi (uzaktan) görürler. Ebû Bekir, Ömer işte bunlardandır ve bu ikisi bu nimete layıktırlar." (4) 74Şurası muhakkak ki bu ifade Yüce Allah'ın neden daha en hayırlı ve daha en sürekli olduğunun sebebini bildirmek üzere getirilmiş bir ifadedir. Kim Rabbi ne günahkâr olarak varırsa günahına dalmış, günah içinde iken inkâr ve masiyete dalmışken ölmek suretiyle kim Rabbine varırsa cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ki böylece azabı sona ersin ve rahata kavuşsun. Bu ifade Yüce Allah'ın azabının neden daha sürekli olduğunu açıklamak içindir. Ne de faydalanacak olduğu bir hayatı yaşar. 75Kim de iyi davranışlarda bulunmuş... İyi davranış: Aklî ve naklî delillerle doğru olduğu bilinen amellerdir. Bir mü'min olarak Allahu teâlâ'ya ve O'nun katından gelen mucizelere inanan biri olarak O'na varırsa üstün dereceler, cennette yüce mertebeler, iman ve iyi ameller sebebiyle işte sırf bunlar iman edip iyi amel işleyenler içindir. 76İçinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn Cenneti. Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya: ”Kullarımla birlikte geceleyin yola çık da size yetişilmesinden korkmaksızın ve endişe etmeksizin onlara denizde kuru bir yol aç" diye vahy etmiştik. 77Dokuz mucizenin gerçekleşmesinden sonra Yemin olsun ki Biz Mûsa'ya: 'Kullarımla birlikle geceleyin yola çık da... Âyet metninde yeralan ”isrâ" kelimesi geceleyin yürümek anlamınadır. Buna göre âyetin manası. Mısır'dan İsrail oğullarıyla geceleyin yola çık demek olur. Yüce Allah'ın gece yola çıkmayı emretmesi Firavun'un adamlarının onları yollarından engellememesi içindir. Size yetişilmesinden korkmaksızın düşmanın size yetişme korkusundan emin olarak ve boğulmaktan endişe etmeksizin onlara denizde Kızıldeniz'de kuru bir yol aç', kuru bir yol edin, onlara kuru bir yol yap diye vahyetnıiştik. Âyet metninde yer alan ”tarîk" kelimesi yaya yürünen ve gidilen yol anlamınadır. 78Bunun üzerine Firavun askerleriyle birlikte onların peşine düştü. Mûsa (aleyhisselâm), geceleyin yola çıkma bir kuru yol açma ve o yolu tutma şeklinde kendisine verilen ilâhi emri yerine getirir ve Firavun askerleriyle birlikte peşlerine düşerler. Sonunda güneşin doğumu vakti onlara yetişirler. Rivayet olunduğuna göre Mûsa (aleyhisselâm) İsrail oğullarını gecenin ilk saatlerinde yola çıkarır. İsrail oğulları 670.000 kişi idiler. Firavun bunun haberini alınca askerleriyle birlikte ont arm arkasına düşer. Firavun'un öncü birliği 700.000 kişidir. Firavun, İsrail oğullarının izlerini takip eder ve onlara yetişir. Böylece iki topluluk birbirini görebilecek kadar birbirlerine yaklaşırlar. İşte o esnada Mûsa (aleyhisselâm) asasını denize vurur ve deniz de on iki yol açılır ve her bölük koca bir dağ gibidir. Yolların arasında yine su mevcuttur. Mûsa (aleyhisselâm), beraberindeki oymaklarla birlikte sağ salim denizi aşar. Firavun, askerleriyle birlikte onların ardına düşer. Deniz Ki zildeniz nasıl olduğunu Allah'tan başka kimsenin bilmediği korkunç dalgalarla onları gömüp boğuverdi. Onları kapattı ve üzerlerine çıktı. 79Firavun kavmini saptırdı, Firavun onları öyle bir yola soktu ki bu yol sonunda onları dünyada da hayal kırıklığına ve hüsrana uğrattı. Çünkü âhiret azabına bitişik olan dünya azabıyla birlikte inkâr üzere öldüler. Doğru yola sevketmedi. Yani Firavun onları hayır ve istikamet yoluna sevketmedi. Ayetin bu ifadesi ”Firavun .. size ancak doğru yolu gösteriyorum dedi." (Mü'min: 29) âyetiyle işaret olunan Firavun'un sözünü alaya almak vardır. Tabi olmanın en iyisi iman etmek ve tevhidi benimsemektir. Çünkü bütün Peygamberler bu iki unsurda söz birliği halindedirler. Mü'min olan kimse Yüce Allah'ın, kendisini dünyada ve âhirette açık ve gizli düşmanlarından korumuş olduğu bir kale içinde demektir. Rivayet olunduğuna göre Haccac, Enes b. Malik’i huzuruna getirtir ve ona der ki: ”Seni çok feci bir şekilde öldürmek istiyorum." Enes: ”Bilsem ki bunu yapmak senin elindedir. Allah'ı bırakır, sana kulluk ederdim," der. Haccac: ”Neden olmasın," deyince Enes: ”Çünkü Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her sabah okumuş olduğu bir duayı bana öğretti. Bu duayı hiç kimse bilmiyor ve ben bu sabah bu duayı okudum," der. Haccac: ”Onu bana öğret," deyince Enes: ”Sen hayatta olduğun sürece onu kimseye öğretmem. Bundan Allah'a sığınırım," der. Bunun üzerine Haccac adamlarına onu salıverin der. Daha sonra bu konuda kendisine Enes ”i neden salıverdiği sorulunca Haccac der ki: ”Onun iki omzu üzerinde ağzını ardına kadar açmış iki büyük aslan gördüm," der. Daha sonraları Hazret-i Enes ölüm döşeğindeyken hizmetçisine der ki: Senin benim üzerimde hakların var ve ardından sözkonusu duayı ona öğretir: ”İsimlerin en hayırlısı Allah ismiyle. Yeryüzünde ve gökte O'nun ismi varken hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah adıyla." 80Ey İsrail oğulları! Firavun'u ve kavmini denizde boğduktan sonra onlara böyle seslendik. Sizi düşmanınızdan Firavun ve kavminden kurtardık. Hani onlar sizin kadınlarınızı yaşasınlar diye sağ bırakıyor, erkek çocuklarınızı kesiyorlardı ve sizleri zor işlerde çalıştırıyorlardı. Tur'un sağ tarafına gelmeniz için size vâde tanıdık. Peygamberiniz vasıtasıyla size Mısır'dan Şam'a giden kimseye göre Tûr'un sağ tarafına gelmeniz için vade tamdık. ”Mısır'dan Şam'a" diye tefsir etmemizin sebebi herhangi bir dağın sağ ve sol kavramının olmamasından dolayıdır. Bu vadenin biçiimesi, Mûsa'nın Rabbine münâcatı ve kendisine Tevrat'ın indirilmesidir. Ve size kudret helvasıyla kudret helvası, ağaçların üzerine düşen çiğ şeklinde tatlı olan bir yaşlıktır. Bıldırcın eti lütfettik. İsrâiloğullarına kudret helvası, onlar Tih Çölü'nde iken, şafak sökümünden güneşin doğumuna kadar tıpkı kar gibi indirilmiştir. Sonra üzerlerine bıldırcın gönderilmiş, herkes kendine yetecek kadar bıldırcını yakalayıp kesmiştir. Tih: İnsanın yolunu şaşırdığı büyük çöl demektir. Bu olay şöyle olmuştu. İsrâiloğullarına zorbaların şehrine girmeleri emrolunur. Ancak bu emri dinlemezler. Yüce Allah da onları yeryüzünde kırk yıl çölde dolaşma cezasıyla cezalandırır. Bu tıpkı âsi çocuğunu terbiye etmek üzere döven, ondan iyiliğim kesen şefkatli babanın durumuna benzer. İsrail oğulları çölde dolaşma cezasıyla cezalandırılmışlar, ancak hiçbir yorgunluk ve meşakkat çekmeden rızıklandırılmışlardır. 81Onlara dedik ki: Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından lezzetlilerinden ya da helâl olanlarından yeyiniz. Âyet metninde yeralan ”tıyb" kelimesinin aslı insanın lezzet duyduğu şey demektir. Şeriat dilinde ”tıyb yiyecek" demek caiz olan yerden caiz olacak miktarda alman şey elemektir. Herhangi bir yiyecek bu vasıflarda ise hem şimdi ve hem ileride ”tıyb" demektir. Bu hususta taşkınlık ve nankörlük etmeyiniz. Size rızık verdiğimiz bu konuda şükrünü ihlâl ederek, israf edip şımararak haddi aşmayınız. Sonra sizi gazabım çarpar. Her kim ki kendisini gazabım çarparsa hakikaten o, yıkılıp gitmiştir. Yıkılmış, helak olmuştur. Âyet metninde yeralan ”hevâ" kelimesinin aslı yüksek bir dağdan düşüp ölmek anlamınadır. Zemahşeri'nin belâgatlı cümlelerinden birisi de şudur: ”Kim nefsini hevâ ile gönderirse (arzularının peşinden gönderirse) en yüksek havadan (yüksekten) düşer." 82Şu da muhakkak ki Ben şirkten ve yukarıda zikredilen taşkınlığın da arasında bulunduğu günahlardan tevbe eden, iman edilmesi vacip olan şeylere inanan ve yararlı iş yapan, Şeriat nezrimde ve aklen doğru iş yapan sonra doğru yokla giden kimseyi bağışlarım. Doğru yolu, hidayet yolunu tutup da ölünceye kadar bu yoldan ayrılmayanı bağışlanın. İşte hidayete erenlerin durumu böylelikle daha yüce ve üstün olmaktadır. Çünkü bütün şeref hidayettedir. Hidayet insanın ayağının kayabilecek olduğu bir noktadır. İbn Atâ bu âyete, ”Muhakkak ki Ben tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan kimseyi bağışlarım" âyet-i kerimesine şu şekilde mana vermiştir: Muhakkak ki Ben muhalefet yolundan dönüp, muvafakat yoluna gireni, Allah'ın bu husustaki vadini tasdik edeni ve sünnete uyanı ”sonra da doğru yolda giden kimseyi" doğru yola girip ondan başka yol ve yön istemeyen kimseyi ”bağışlarım." et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye isimli eserde ”Sonra doğru yolda giden kimse" azgınlıktan vazgeçip Rahman'a ibadete dönen; ”yararlı iş yapan" kısmı ise kulluk etmek suretiyle yararlı iş yapan şeklinde tefsir olunmuştur. Şurası muhakkak ki tevbe, sabun mesabesindedir. Nasıl ki sabun, kirleri giderir, tevbe de aynen böyle batınî kirleri, bir başka ifadeyle günahları giderir. Rivayet olunduğuna göre adamın biri Dîneverî'ye der ki: ”Ne yapayım? Mevlanın kapısına her durduğumda bir belâ beni bundan alıkoydu." Dîneverî cevap verir: ”Annesinin yanında bulunan küçük çocuk gibi ol. Nasıl ki o çocuğu annesi her döğdükçe onun önünde ağlayıp sızlar ve annesi onu bağrına basıncaya kadar böyle kalmaya devam eder, sen de aynen böyle ol." Tevbe çeşit çeşittir: Avamın tevbesi günahlardandır. Havassın tevbesiyse küçük hatalar ve gafletlerden dolayıdır. Büyüklerin tevbesi yaptıkları hasenata ve itaati ara yönelmelerindendir. Tevbenin şartı üçtür: Kalpten pişmanlık duymak, dil ile özür beyan etmek, organlarla günahlardan vazgeçmektir. 83Mûsa Bizimle buluşma yerine ilk geldiği esnada kendisine şöyle dedik: Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevkeden nedir, ey Mûsa? Kavminden aceleyle seni ayrılmaya teşvik eden ve iten nedir ey Mûsa? Bunlar Mûsa ile birlikte Tur Dağı'na çıkmak üzere seçilmiş olan yetmiş başkandı. İşte Hazret-i Mûsa Yüce Allah ile buluşmaya olan aşırı düşkünlüğünden onların önüne geçmiş ve kendilerine, Celaleyn Tefsirinde işaret olunduğu gibi, kendisini izlemelerini emretmişti. 84Mûsa: 'İşte' dedi. 'Onlar da benim peşimdeler. Arkamdan geliyorlar. Ben Sen’in emrine sarılmak. Sana vermiş olduğu söze özen göstermekteki hızlı davranışım sebebiyle benden memnun olasın diye sana aceleyle geldim Rabbi mî' Bu âyet-i kerimede dinî konularda acelenin övülen bir özellik olduğuna işaret vardır. Nitekim Yüce Allah ”Rabbinizin bağışına ... koşun." (Âl-i İmrân: 133) buyurur. 85Allah buyurdu: 'Senden sonra Biz kavmini imtihan ettik, sen onların aralarından çıkıp gittikten sonra onların başına bir fitne musallat ettik. Buzağı yaratmak suretiyle onları imanları hakkında denedik. Burada kastedilen kimseler, Mûsa (aleyhisselâm)'nın kardeşi Harun'un yanında, deniz sahilinde geri bıraktığı kimselerdir. Ve Samirî onları yoldan çıkardı.' Çünkü onları buzağıya tapmaya çağıran ve bu işi plânlayan o idi. Samirî, Samira kabilesine mensup İsrail oğullarından bir kişidir. Bunlar sığıra taparlardı. İsrailoğullarmın diyarına girince Samirî onlarla birlikte Müslüman olur ve kalbinde sığıra tapma sevgisi vardır. İşte Yüce Allah İsrai loğu Harını böylece dener. 86Bunun üzerine Mûsa kavminin buzağıya tapmasına öfkeli ve üzüntülü olarak kırk günü geçirdikten ve üzerinde Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları aldıktan sonra kavmine döndü. 'Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Yani Rabbiniz size güzellikte son derece güzel bir doğru vaadde bulunmuştu. Çünkü Yüce Allah onlara içinde hidayet ve nur olan Tevrat'ı vermeyi vaadetmişti. Bundan daha güzel ve daha hoş bir vaad olamaz. Şu halde size zaman mı çok uzun geldi, Allahu teâlâ size vaadetti de bu vaadin gerçekleşmesi zamanı mı uzun geldi de, bu sebeple hata ettiniz, yoksa üstünüze aptallık ve ahmaklığa örnek olan bir ibadet ediş sebebiyle Rahibinizin her şeyinize hakim olan ve malik olan yaratıcınızın gazabının büyük azabının ve şiddetli intikamının inmesini mi istediniz ki bana olan vaadinizden size emretmiş olduğumuz şeylerde sebat etmeye dair vermiş olduğunuz sözünüzden döndünüz?' dedi. Bu âyete şu şekilde mânâ verenler de olmuştur: Uzun zamanın geçmesi nedeniyle verdiğiniz sözü unutup da mı o vaadinizden döndünüz, yoksa gazabın üzerinize inmesini tercih ettiniz de mi kasten bundan döndünüz? 87Dediler ki: 'Biz sana olan vaadimizden bize emretmiş olduğun şeyde sebat edeceğimize dair sana vermiş olduğumuz sözümüzden kendi kudretimizle kendi gücümüz ve tercihimizle dönmedik. Fakat Samiri'nin kuımuş olduğu hile nedeniyle bizler mağlup olduk. Fakat biz o kavmin ziynet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiş, Kiptilerin ziynet eşyalarından ödünç olarak almış olduğumuz birtakım ağırlıklar yüklenmiş sonra da onları atmıştık. Sonra da o ziynet eşyalarını kendileri yüzünden kazanmış olduğumuz günahlardan kurtulma ümidiyle ateşe attık. Aynı şekilde Samirî de kendi yanında bulunan ziynet eşyalarını atmıştı.' Samiri onlara kendisinin de ziynet eşyalarını attığını göstermişti. Oysa Samirî'nin asıl attığı Cebrail’in atının izinden almış olduğu topraktı. 88Bu toprak sebebiyle bu (adam) yani Sâmiri, onlar için konuşan o kimseler için, ateşte erimiş olan ziynet eşyalarından böğürebilen, buzağı sesi çıkarabilen bir buzağı heykeli, canı ve kendini koruma gücü olmayan altından bir buzağı heykeli icad etti. Ve orada bulunanlar buna secde ettiler. Bunun üzerine Samiri ve onunla birlikte heykeli ilk kez görüp buna aldanan kimseler hep birlikte: 'İşte bu buzağı, sizin de, Mûsa'nın da tanrısı dır. Fakat onu unuttu' dediler. Mûsa bu tanrıyı unuttu. Onu sahralarda ve dağlarda aramaya gitti. 89O şeyin kendilerine hiçbir sözle mukabele edemeyeceğini, kendilerine konuşamayacağını, sözlerine cevap veremeyeceğini kendilerine ne bir zarar, ne de bir fayda vermek gücünde olmadığını, kendilerinin uğramış olduğu herhangi bir zararı savuşturmak, ya da herhangi bir faydayı temin etmek kudretinde olmadığını görmezler mi? O halde böyle bir şeyin ilâh olduğunu nasıl tasavvur ediyorlar? 90Yemin olsun Harun onlara daha önce: ”Ey kavmim,' demişti de onlara nasihat etmiş, meselenin içyüzü hakkında Mûsa'nın kendilerine dönmesinden önce onları şöyle diyerek uyarmıştı: Siz bunun yüzünden, bu buzağı yüzünden sadece fitneye uğradınız ve doğru yoldan saptırıldınız. Yani size bu fitne, doğru yola ensesiniz diye yapılmadı. Sizin ibadete lâyık olan Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan bütün nimetleri sizlere veren Allah'tır. Yoksa buzağı değildir. Şu halde dinde sebat hususunda bana uyunuz, bu emrime itaat ediniz.' Durumunu bildiğiniz şeye ibadet etmeyi bırakınız. İşte bu vaaz ve nasihat, ne güzel bir vaazdır. Çünkü onları ”Siz bunun yüzünden sadece fitneye uğradınız." sözü ile bâtıla sapmaktan menetmiştir. Böylece ilkin şüpheleri izale etmiştir. Bu ifade tıpkı gelip geçene zarar veren nesnenin yoldan kaldırılması mesabesindedir. İkinci olarak Harun (aleyhisselâm) onları ”Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah'tır." ifadesiyle Allah'ı tanımaya çağırmıştır. Çünkü asıl olan Allah'ı tanımaktır. Ardından da ”Bana uyunuz." ifadesiyle Peygamberliği tanımaya ve bunun arkasından ”Emrime itaat ediniz." ifadesiyle şeriatleri tanımaya davet etmiştir. Bu vaaz ve nasihatte. Peygamberin, hem kendine ve de insanlara şefkati sözkonusudur. Eğer o, marufu emretmeyip, münkeri yasaklamasaydı Allahu teâlâ'nın ve Mûsa'nın emrine aykırı davranmış olurdu. Allahu teâlâ Yûşa (aleyhisselâm)'ya şöyle vahyetmiştir: ”Ben senin kavminin seçkinlerinden kırk bin, kötülerinden altmış bin kişiyi helak edeceğim." Yûşa: ”Ya Rabbi! Kötüleri anladık, seçkinlerin günahı ne?" diye sorar. Yüce Allah: ”Onlar Benim gazab ettiğim şeye gazab etmediler." buyurur. Bir hadis-i şerifte: ” Mü'minlerin birbirlerini sevmeleri, birbirlerine merhamet etmeleri ve yumuşak davranmalarının örneği tıpkı ceset örneği gibidir, insanın vücudunun herhangi bir organı rahatsız olursa vücudun diğer parçaları o organın rahatsızlığına uykusuz kalarak ve ateş yükselmesi şeklinde iştirak ederler."(5) 91Onlar Harun'a cevap olarak: 'Biz, Mûsa aramıza dönünceye kadar buna, buzağıya tapmaktan, ona ibadet etmekten asla vazgeçmeyeceğiz? dediler. ”Ukûf kelimesi herhangi bir şeye yönelmek ve tazim ederek kendisinden ayrılmamak anlamınadır. el-Kebîr’de denir ki: ”İsrail oğullarını Firavun'un afetinden Allah'ın rahmeti kurtardı. Sonra onlar cahillikleri nedeniyle buna taklid ile karşılık verdiler ve dediler ki: ”Mûsa aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz." Senin delilini değil, Mûsa'nınkini kabul edeceğiz. Bu sözlerini bir delile sarılmak biçiminde ve geleceğe atfederek söylediler. Onlar bu ifadenin altında Hazret-i Mûsa'nın Samirî karşısında dayanak olabilecek herhangi bir delil ile dönemeyeceği fikrini ima etmiş ve bunu gizlemişlerdi. Rivayet olunduğuna göre bu sözü söylediklerinde Harun (aleyhisselâm) on iki bin kişiyle onlardan ayrılmıştı. Bu kişiler buzağıya taprnayanlardı. Mûsa geri dönüp de çığlık seslerini duyduğunda onlar buzağının etrafında raksedip dönüyorlardı. Mûsa kendisiyle birlikte Tur'a giden yetmiş kişilik gruba: ”Bu, fitne sesi" demiş, ardından da yukarıda işaret edilen sözlerini söylemiş ve onlardan da cevaplarını almıştı." 92Bak. Âyet 93. 93Mûsa döndüğünde kızgın olarak kardeşi Harun'un sakalını ve başını tutarak: 'Ey Harun,' dedi. 'Sana ne engel oldu da bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit buzağıya taparak Allah'a ibadet yolunda hataya düştükleri ve inatlarında ileri giderek işi sana o çirkin sözü söylemeye vardırdıklarında peşimden gelmedin, onların saptıklarını gördüğünde sana ne engel oldu da Allah için gazab etme ve O'nu inkâr edenle çarpışma uğrunda peşimden gelmedin? Emrime âsi mi oldun?' Bana muhalef et edip de emrime karşı mı geldin? 94Harun: 'Ey annemin oğlu,' dedi. ”Saçımı, sakalımı tutma. Blirada Harun'un ”annemin oğlu" şeklinde Mûsa'yı annesine nispet etmesi, annenin hakkını büyütmek, Mûsa'nın kalbini yumuşatmak, anneden kaynaklanan nesebi, neseb olarak kabul etmek ve her ikisinin de aynı batından geldiklerine işaret etmek içindir. Rivayete göre Mûsa, Allah için olan gazabından ve kininin şiddetinden Harun'un sağ eliyle başındaki saçları, sol eliyle de sakalını tutmuş idi. Mûsa (aleyhisselâm) her hususta kaya gibi sert, çelik gibi katı itli. İsrail oğullarının buzağıya taptıklarını görünce kentline hakim olamamış ve kavminin gözünün önünde kardeşine yapacağını yapmıştı. Ben senin 'İsrail oğullarının arasına görüşünle ayrılık düşürdün, Burada Harun, ”ayrılığa düşürmek" ifadesiyle çarpışmanın sebep olduğu ve bir daha biraraya gelmenin umulmadığı ayrılığı kastetmiştir. Sözümü tutmadın,' onların başına benim yerime güzel biçimde vekil olma şeklindeki tavsiyemi tutmadın. Demenden korktum.' Harun (aleyhisselâm) bu sözüyle Hazret-i Mûsa'nın: ”Mûsa, kardeşi Harun'a dedi ki: Kavmimin içinde yerime geç, onlan ıslah et, bozguncuların yoluna uyma." (A'raf: 142) sözünü kastetmektedir. Ariflerden birisi der ki: ”Ahlâkını güzelleştiren kimsenin yaşaması hoş olur, selâmeti devam eder, insanların gönüllerinde onun sevgisi yerleşir. Ahlâkı kötü olanın ise yaşantısı bulanık olur, kendisine olan bıığuz devam eder ve herkes ondan kaçar." Şair der ki: Hilm görülür bazan zillet Ama bazan efendi yapar seni elbet. Hilm: Sabırlı ve hazımlı olmak, akıllı ve ağırbaşlı olmaktır. Aristo der ki: ”Alçak gönüllülük ile sevgi artar. Hilm ile taraftarlar çoğalır, rıfk ve yumuşaklık ile kalpler kabul eder, vefa ile kardeşlik devam eder." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hiçbir zaman, rıfk ve yumuşaklık sınırını aşmamıştır. Bu sebeple Allahu teâlâ onun vasıflarını beyan ederken: ”O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir." (Tev be: 128) buyurmaktadır. 95Kavmin ve Harun'un özür beyan etmelerinden sonra Mûsa: 'Ya senin zorun nedir ey Samirî?' dedi. Âyet metninde yeralan ”hatb" kelimesi büyük iş, mesele, dert, zor anlamınadır. Buna göre âyetin manası: Yaptığın hareketten senin amacın nedir? Seni buna sevkeden nedir ey Samirî, demektir. Mûsa (aleyhisselâm)'nın Samirî'ye bu soruyu sormasının sebebi insanlara onu itiraf ettirerek kurduğu hilenin asılsız olduğunu ortaya çıkarmaktır. 96O da: Mûsa (aleyhisselâm)'ya cevap olarak Samirî de: 'Ben onların görmediklerini gördüm, İsrail oğullarının görmedikleri şeyi gördüm dedi. Samirî, Cebrail’i bir ata binmiş olarak görür. At, ön ayaklarını ya da ait ayaklan nı kuru yola her bastığında atın ayağının altından derhal bir bitki çıkar. Böylece Samirî anlar ki bu önemli bir kişidir ve bunun üzerine atın bastığı yerden bir avuç toprak alır. Samirî Mûsa'ya cevabına devam eder: Senin kavminin benden kendilerine bir ilâh yapmalarını istediklerini gördüğümde nefsim bana bu hareketi hoş gösterdi. Buna şu ifadeyle işaret olunmaktadır: Zira o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu attım. Sana gönderilen meleğin binmiş olduğu atın bastığı yerden bir avuç toprak aldım ve onu eriyen ziynet eşyalarının üstüne attım ve olan oklu. Bunu benim bu bedbahtlığımı ve çilemi böyle, nefsim bana hoş gösterdi,' dedi. Âyet metninde yeralan ”Tesvil" insanın nefsinin birşeyi güzel ve süslü göstermesi, çirkin olan birşeyi güzel bir şekle ve biçime koymasıdır. 97Mûsa: yaptıklarına karşılık olmak üzere insanların arasından "defol' dedi. 'Artık hayatın boyunca sen yaptıklarına ceza olmak üzere 'bana dokunmayın,' diyeceksin. Humma hastalığından korkarak hayatın boyu kimse bana dokunmasın, ben de kimseye dokunmayayım diyeceksin. Rivayete göre Samirî birisine dokunduğu zaman hem kendisi ve hem de dokunduğu kimse şiddetli bir hummaya tutuluyorlardı ve böylece bütün insanlar hummaya tutulmuşlar ve onu da hummalı yapmışlardı. Bana dokunmayın diye en yüksek sesiyle bağırıyordu. Ardından gidenlerin kendisiyle yüz-yüze gelmesini yasaklamıştı. Samirî sonunda tek başına ve bir kenara atılmış duruma düştü. Artık sahralarda vahşi ve yırtıcı hayvanlarla şaşkın şaşkın dolaşıyordu. Ayrıca senin için kurtulamayacağın dünyada çektiğin bu cezadan başka Yüce Allah'ın vaadinden dönmeyeceği ve mutlaka yerine getireceği şirk ve ifsada karşılık âhirette bir ceza vaadi var. Tapınakta olduğun, ibadetine devam ettiğin ve mabudun olduğunu zannettiğin tanrına da bak. Yemin ederim biz onu yakacağız, sonra da onu parça parça edip denize savuracağız.' Kendisinden ne bir iz ve ne de bir eser kalmayacak şekilde küllerini denize savuracağız. 98Sizin ilâhınız ibadete lâyık olan mabudunuz yalnızca şu varlık aleminde kendisinden başka ilâh olmayan kendisine hiçbir biçimde hiçbir şeyin ortak olmadığı Allah'tır. O'nun ilini olan ve olmayan her şeyi kuşatmıştır. O, herşeyi bilir ve ilmiyle kuşatır. Şurası gerçek ki her bâtıla sapanın karşısında hak yolu tutan, her bozguncunun karşısında da bir ıslah eden vardır. Meselâ Firavun inkâr, yalanlama, zulüm ve günahlarla yeryüzünde fesat çıkarmış, Mûsa (aleyhisselâm) da imanla, tasdikle, adalet ve itaatla orayı düzeltmiştir. Ardından Samirî din aynasını kendi elleriyle yapmış olduğu buzağıyla bulandırmak istemiş, karşısına Mûsa (aleyhisselâm) dikilerek bunu yok etmiştir. Kıyamete kadar durum hep böyle sürüp gidecektir. 99İşte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bu gözalıcı hikâye gibi bir kısmını sana anlatıyoruz. Ey Rasülüm Muhammed senin mucizelerine mucizeler katmak ve ümmetin arasından basireti açık olanlara hatırlatmada bulunmak üzere daha önce geçen ümmetlerin yaşadıkları bazı olayları sana anlatıyoruz. Şüphesiz ki tarafımızdan sana bir zikir, bu hikâyeleri ve haberleri içinde bulunduran, üzerinde düşünmeye ve ibret almaya lâyık, şerefli bir kitap verdik. 100Kim ondan bu şanı yüce, kurtuluş ve mutluluk yollarını içinde bulunduran zikirden yüzçevirirse şüphesiz ki kıyamet gününde o, bu zikirden yüzçeviren ağır bir (günah) yükü(nü) inkârına ve diğer günahlarına karşı ağır bir cezayı yüklenecektir. Burada ”ceza" kelimesine ”yük" denmesi, ağırlık açısından hummalın belini kıracak gibi olan ve ona ağır gelen yüke benzetilmesi dolayısıyladır. 101Bu kimseler o (yükün altı)nda, bu yükün içinde ebedî kalırlar. Çünkü cehennemde ebedi kalmak cehennemliklerin birarada bulunmalarım sağlar. Onlar için kıyamet gününde bu günahları ne kötü bir yüktür. Şurası gerçek ki tevhid, ibadetlerden daha üstündür. Allah'ı zikretmek ibadetlerin içinde en yakın olanıdır. Yüce Allah namaz, oruç, hac ve benzeri ibadetler için belli bir süre tayin etmiştir. Bütün bunların içerisinde süre belirlenmeyen tek ibadet zikirdir. Çünkü Yüce Allah zikri, her dumm için emretmiştir. Zikir, ayakta, otururken, yatarken, hareket halinde veya herhangi bir hareket yapmazken ve ister gece ister gündüz, ister yaz ister kış her zamanda emrolunmuştur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kalbin cilasının ne olduğu sorulunca bu soruya: ”Allah'ı zikretmek ve Kur'an okumaktır" diye cevap vermiştir. Rivayete göre Mûsa (aleyhisselâm): ”Ey Allah'ım! Bana öyle bir şey öğret ki onunla Sen’i zikretmiş olayım," diye yakarır. Yüce Allah buyurur ki: ”La ilahe illallah" de. Mûsa: ”Ya Rabbi! Bunu her kulun söylüyor," deyince Yüce Allah: ”Ey Mûsa! Eğer semalar ve yeryüzü terazinin bir kefesine konulsaydı ve Lâ ilahe illallah sözü de diğer kefeye konulsaydı bu kelime daha ağır basardı," buyurur. 102O günde sura üflenir Ey Rasülüm Muhammed! Kavmine İsrafil’in üfürrrıek için ağzına almış olduğu sura üfürecek olduğu günden bahset. Ve Biz o zaman günahkârları her türlü günaha dalanları ki bunlar kâfirler ve müşriklerdir, gözleri gömgök bir halde kabirlerinden çıkararak mahşerde toplarız. Mavi renk; göz rengi içinde Araplara en sevimsiz olanı ve onların en kızdıkları renktir. İmam Fahreddin er-Râzî'ye göre gözlerinin nuru sönmüş kör bir halde demektir. Çünkü gözün nuru söndüğü zaman o göz, gömgök mavi hale dönüşür, 103Kalpleri korkudan ve zilletten dopdolu olduğu için seslerini yükseltmeksizin aralarında birbirlerine gizli gizli şöyle derler: 'Dünyada sadece on gün on gece, ya da on saat kaldınız,' Dünyada geçirdikleri günler gelip geçtiği ve kalma sürelerini kısa gördükleri için böyle söylerler. Çünkü rahatlık içinde geçen günler az sayılır. 104Aralarında konuştukları konuyu bu konu dünyada kalış süreleridir. Biz daha iyi biliriz. Onların en olgun ve akıllı olanı aklı ve görüşü en çok olanı o zaman: 'Bir günden daha fazla kalmadınız,' der. Bu söz, onların ne kadar çok korktuklarını daha iyi ortaya koyduğu için ifade olunmuştur. Şu halde aklı başında olan kimseye düşen, vaktini dünyaya ve içindeki şehvetlere harcayarak geçirmemektir. Çünkü vakit çok değerli bir nakittir. Hakir bir şey uğruna harcanması gerekmez. Bilindiği gibi dünya hayatı kısadır ve Yüce Allah katındaki değeri çok küçüktür. Bir başka ifadeyle dünya, Yüce Allah'ın nezdinde bir sivrisineğin kanadına eş olmadığına göre bu kanadı kim yüceltir, büyütürse ondan daha küçük hale gelir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) der ki: ”Denizin dalgasına kim ev yapar? İşte dünya önünüzde. Sakın dünyayı kendinize kalacak yer olarak almayınız." 105Sana dağlar hakkında sorarlar. Soru bilgi edinmek, ya da bilgiye götürecek şeyi öğrenmek için karşı tarafa yöneltilen bir taleptir. Buna göre âyetin manası şu şekildedir: Sana dağların ilerideki akıbetlerinin ne olacağını soruyorlar. Bu soruyu Sakîf kabilesinden bir kişi sormuş ve şöyle demişti: ”Ey Allah'ın Rasûlü! Kıyamet günü dağlara ne olacak?" De ki: 'Rabbim onları ufalayıp savuracak. Rabbim onları kökünden sökecek ve havada savrulan toz ya da kum gibi yapacak, ardından üzerine rüzgârları gönderip bunları darmadağın ve un ufak edecek. 106Böylece yerlerini sanki hepsi bir, her yönden aynı saftaki parçalarmış gibi dümdüz, bomboş bırakacaktır. Âyet metninde yeralan ”el-ka'“ kelimesi düz ve ovalık olan yeryüzü parçası demektir. 107Orada dağların olduğu yerde ne çıplak gözle ve ne tie basiret gözüyle ne bir iniş, ne de bir yokuş basit ve ufak bir tümsek görebileceksin. Yeryüzü o katlar düz olacak ki zerre katlar iniş-yokuş olmayacak. ez-Zernahşerî der ki: ”Âyet metninde yeralan ”emtâ" kelimesi, yeryüzündeki çok hafif tümsek anlamınadır." Celaleyn Tefsiri'nde âyetin bu kısmı için ”iniş ve yokuş" manaları verilmiştir. 108O gün dağların ufalanıp savrulduğu gün (insanlar) kendilerini mahşere ve mahşerde durmaya çağıran davetçiye uyacaklar, buradaki tlavetçi İsrafil (aleyhisselâm) olup sura ikinci üfürüş esnasında insanları davet etmek için şöyle söyleyecektir: ”Ey çürümüş kemikler ve darmadağın olmuş mafsallar, paramparça olmuş etler! Rahman'ın tayin ettiği mahşer yerine kalkıp gidin." Bu çağrıdan sonra onlar sesin yönüne tloğru her yönden hareket edeceklerdir. Ona karşı yan çizmek yoktur. Kendisine çağrı yapılan herkes bu söze karşı yan çizip başka yöne gidemez, tam tersine sesin geldiği yöne takılarak sağa sola sapmaksızın dümdüz oraya gider. Artık çok merhamet edici Allah hürmetine sesler kısılmıştır. Korkunun şiddetinden ve yüce Allah'ın heybetinden sesler kısılmıştır. Bu yüzden fısıltıdan gizli sesten başka bir ses işitemezsin.' İmam Gazali ed-Dürretu'l-Fâhira isimli eserinde der ki: ”Sura birinci kez üfürüklüğüntle dağlar, yerlerinden uçuşmaya, nehirler fışkırmaya başlar ve bütün hava ve boşluk su ile dolar. Yıldızlar saçılır, yeryüzü ve sema değişir, bütün canlılar ölür. Böylece yeryüzü ve gökyüzü bomboş olur. Ardından bir ateş alevi çıkar ve bu alev denizleri yakıp tutuşturur. Sonra denizler kurur, arşın altından çok hoş bir rüzgâr eser ve yeryüzü, içinde dağlar olmaksızın inişsiz ve çıkışsız bir biçimde ortaya çıkar. Sonra Allahu teâlâ İsrafil (aleyhisselâm)’i diriltir ve o, Beyt-i Makdis'te olan bir kayaya üfürür ve bütün ruhlar kentli sayılarınca bir delikten dışarıya çıkarlar ve her ruh, vahşi hayvan ve kuşa varıncaya katlar gidip kentli cesedine girer ve canlılar bir tie ne görsünler! Yeryüzünün içindeyken şimdi yerin üstüntleler." İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre: ”Kabirlerinden dinletiler benibeyaz gümüşten yaratılmış ve üzerinde yaratıldı yaratı lalı Allah'a isyan edilmemiş bir toprak parçasında mahşere gelirler." 109O gün yukarıda anlatılan korkunç olayların meydana geldiği gün Rahman 'ın şefaat etmesine izin verdiği ve kendisi hakkında şefaatçinin konuşması için sözünden hoşlandığından başkasının şefaati fayda vermez. er-Râğıb der ki: ”Şefaat bir başkasına yardımcı olmak için onun yanında yeralmak demektir. Buna göre şefaat daha yüksek mertebedeki birisinden, bundan daha aşağı mertebede olana yapılır. Rahman'ın hoşlanmadığı kimselerin ise şefaati asla fayda vermez. Bunun delili Yüce Allah'ın 'Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.' (Müddessir: 48) âyet-i kerimesidir." 110O, Allah insanların geleceklerini de, geçmişlerini de geçmişten daha önceki durumlarını da bilir. Onların ilmi ise bunu kapsayamaz. Çünkü Allahu teâlâ kadîmdir. Mahlukatın ilmi, kadîm olanı kuş atamaz. el-Vâsıtî der ki: ”İnsan nasıl olur da ilmiyle kuşatma yolunu taleb edebilir? Çünkü o, ne kendi nefsine ve ne de semaya dair kuşatıcı bir bilgiye sahip değildir. Oysa Allah, bunların cevherini görmektedir. Yarasaların gözleri güneşin ışığına nasıl dayanır?" 111Bütün yüzler diri ve herşeye hakim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Buradaki yüzlerden maksat, âsilerin yüzleridir. Delil Yüce Allah'ın ”Ama onu (azabı) yakından gördükleri zaman inkâr edenlerin yüzleri kararacak ..." (Mülk: 27) âyet-i kerimesidir. Buna göre âyetin manası, haşr günü yüzler zelil olacak ve diri her şeye hakim olan Allah için çok kahhâr olan bir hükümdarın elindeki esirlerin boyun eğmesi gibi O'na boyun eğeceklerdir. Onların arasında zulüm yüklenen ise Allah'a şirk koşup tevbe etmeyen ise gerçekten perişan olmuştur. Hüsrana uğramıştır. 112Her kim, mü'min olarak çünkü iman, yapılacak itaatlerin sahih olması ve iyiliklerin kabulü için şarttır. İyi olan işlerden iyi işlerin bazılarını yaparsa, artık o, ne zulümden vaad sebebiyle hakettiği sevabın engellenmesinden ne de hakkının eksiltilmesinden sevabı eksiltilmek suretiyle bir küçük kırıntısının bile eksiltilmesinden korkar. O hakle kişiye düşen, iyi işler yapmaya yönelmek, kötü şeylerden elini çekmektir. Çünkü herkes yaptığı amel ağacının meyvesi ne ise onu bulur ve amelleriyle bütün emellerine ulaşır. Amellerin en üstünü haramlardan kaçınarak farz olan ibadetlerin eda edilmesidir. Süleyman b. Abdülmelik, Ebû Hazim'e der ki: ”Bana nasihat et ve bunu çok kısa kelimelerle yap." Ebû Hâzim şöyle söyler: ”Evet ey mü'minlerin emiri! Rabbinden çekin, seni yasak ettiği yerlerde göımesin. Emrettiği yerlerde de aramasın. (Yani emirlerini yerine getir.) İşte böyle davranarak Rabbi ne tazim et." Âlimlerden biri der ki: ”Hevaya uymuş olmanın alâmeti, nafile olan hayırlara koşmaya karşılık vacipleri yerine getirmekte gevşeklik göstermektir. Bu, Yüce Allah'ın korumuş olduğu kimseler bir yana, insanların ekserisinin durumudur. İnsanlardan bazılarım görürüz. Çok çok vird ve sayısız ağır nafilelerle meşgul olurlarken Allah rızası için bir tek farzı yerine gerilmezler." 113Biz onu, Kur'an'ın bütününü böylece bu ifade, daha önce geçen âyetlerin indirilişine işaret etmektedir. Buna göre âyetin manası, Biz Kur'an'ı işte şu indiriliş gibi indirdik, demek olur. Arapça, Arapların dilinde bir Kur'an olarak Araplar onu anlasınlar, mucize olduğunu, insanların ifadelerinin seviyesinin dışında değişik bir kitap olduğunu kavrasınlar diye Arapça olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık. Âyet metninde yeralan ”es-sarf kelimesi bir şeyi bir durumdan bir başka duruma çevirmek demektir. Buna göre âyetin manası Biz Kur'an'da bazı ikazları tekrar tekrar açıkladık ve beyan ettik, demek olur. Umulur ki onlar inkârdan ve isyandan korunurlar, yahut da o, kendileri için bir ibret olarak ortaya koyar. Yani Kur'an onlar için kendilerinden önce geçenlerin helak edilmelerinden ibret almaları ve uyanmaları için Kur'an onlara bir zikir ve ibret ortaya koyar. 114Hükümranlığında ve ulûhiyyetinde gerçek hükümdar emri ve yasağı geçerli olan sultan ve vaadinden ümit beklenmeye, tehdidinden korkulmaya lâyık olan Allah yücedir. Bu ifade Yüce Allah'ı ve kullarını kendisine göre yönetmiş olduğu işlerini tazim eden bir ifadedir. Buna göre âyetin manası şöyledir: Gerçek hükümdar olan Allah zatıyla yücedir. Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde yaratıklara benzemekten münezzehtir. Sana O'nun vahyi O'nun vahyi aktarması ve okuması tamamlanmazdan eda edilmeden, bitirilmeden önce Kur'an'ı (okumakta) acele etme. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Cebrail vahiy getirdiği zaman, vahyi almaya ve ezberlemeye olan aşırı dikkatinden dolayı Cebrail’in söylediği her harf ve her kelimeyi hemen arkasından tekrarlayıp alıyordu. İşte Rasûlü İlah'a bu yasak edildi. Buna göre âyetin manası şöyledir: Cebrail, okumasını daha tamamlamadan, telkinini ve tebliğini bitirmeden önce unuturum, gözden kaçırırım korkusuyla Kur'an'ı okumakta acele etme. Cebrail tebliğini bitirince sen de oku ve kendi kendine 'Rabbim, benim ilmimi gerçekleri kavrayabilin em ve O'nun yaratıkları ndan faydalanabilmem için artır,' de. Çünkü gerçekler sonsuzdur. İbn Mes'ud bu âyeti okuduğu zaman derdi ki: ”Ya Rabbi! Benim imanımı ve sana olan yakînî bilgimi artır." Bu tefsir, bu âyetin tefsirleri içinde en iyisi ve en incesidir. 115Yemin olsun ki Biz daha önce de bu zamandan evvel de Adem'e ahid vermiştik. Âyet metninde yeralan ”ahid vermek" birisine bir şey verip bunu korumasını istemektir. Buna göre âyetin manası : Yemin olsun Biz bundan önce Âdem'e şu ağaçtan yememesini emretmiş ve tavsiye etmiştik. Ne var ki o, bu ahdi unuttu. Buna gereği gibi önem vermedi ve gafil oldu. Âyet metninde yeralan ”nisyan" kelimesi hatırlamamak anlamınadır. Onda azim de bulmadık. Yani herhangi bir görüşü kararlaştırmak, meselelerde sebat etmek onda olmadığı için bilgimiz buna şahit olmadı. Çünkü Âdem, eğer böyle sebatkâr ve azimli olsaydı şeytan onun ayağını kaydıramayacak ve asla aldatamayacaktı. 116Ey Rasülüm Muhammed! Bir zaman Biz yerde ve semada bulunan meleklere: 'Âdem'e secde edin' demiştik. Âdem'e selâm ve ikram secdesi edin, demiştik. Bu âyet-i kerime işaret ediyor ki Âdem’in, meleklerin secdelerine lâyık olması birçok sebebe dayanmaktadır: Bunlardan birisi Âdem (aleyhisselâm)’in halifelik gibi büyük bir görev için yaratılmış olmasıdır. İşte Âdem bu yönüyle onların secdesine lâyık olmuştur. Bir diğeri ise Yüce Allah'ın Âdem’i, âlem-i halk ve âlem-i emirle âlem-i mülk ve melekutun birleştiği nokta kılmasıdır. Oysa melekler âlem-i halkta değil alem-i emir ve melekûtta yaratılmışlardır. Bir diğer sebep Yüce Allah'ın Âdem’i en güzel biçimde, en güzel şekliyle yaratmış olmasıdır. Hazret-i Âdem’in her iki halde de üstünlüğü sözkonusudur. Bu sebeple de üstünlük dolayısıyla onların secdelerine lâyık olmuştur. Bir başka sebep Yüce Allah'ın Âdem’i müşerref kılmasıdır. Bir diğeri bütün isimlerin bilgisinin sadece ona verilmiş olmasıdır. Bir başkası da Yüce Allah'ın Âdem’i yarattığı zaman onda bütün sıfatlarıyla tecelli etmiş olmasındandır. Bu tecelliden sonra Yüce Allah meleklerini ona tazim etmeleri, tekrirn etmeleri ve yüceltmeleri için secde etmelerini emretmiş olmasıdır. Onlar Rablerinin emrine tazim ve sarılmak için hemen secde ettiler yalnız İblis hariç, Çünkü o secde etmedi ve kibir elbisesini çıkarıp atmadı. Alçak gönüllü olmadı. Tam tersine kibirlendi, büyüklük tasladı ve ümitsizliğe düştü, şaşırdı. Arapçada ”eblese" denilir ki bunun manası ümitsizliğe düştü ve şaşırdı demektir. O secde etmekten diretti ve bundan kaçındı. 117Bunun üzerine: 'Ey Âdem!' dedik. 'Bu hakir hem senin için, hem de eşin Havva için büyük bir düşmandır. İblis’in düşmanlıkları çeşitlidir: Birincisi İblis çok kıskançtır. Allahu teâlâ'nın Âdem'e olan nimetlerini görünce onu kıskandı ve kendisine düşman oldu. İkincisi Âdem (aleyhisselâm) genç ve âlimdi. İblis ise yaşlı ve cahildi. Yaşlı ve cahil olan kişi daima bilgili ve genç olanın düşmanı olur. Üçüncüsü İblis ateşten, Âdem ise su ve topraktan yaratılmıştır. Bu iki yaratığın temel cevherleri arasında bir düşmanlık vardır. İşte bu düşmanlık onların arasında düşmanlık olarak kalmaya devam etmiştir. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sakın sizlerin cennetten çıkmanıza sebep olmasın. Sonra bedbaht olursun. Bu ifade yukarıdaki yasağın cevabı (sonucu) dur. Bedbahtlığın sadece Âdem'e nispet edilmesi âyet sonlarındaki fasılaların gözetilmesi ve Âdem’in asıl, Havva'nın O'na tâbi olmasındandır. ”Şekavet" saadetin zıddıdır. Nasıl ki saadet (mutluluk), dünya saadeti, âhiret saadeti diye ikiye ayrılıyorsa ve sonra da dünya saadeti nefsi (ruhî), bedenî ve haricî olmak üzere üçe ayrılıyorsa bedbahtlık da aynen böyle üçe ayrılır. Âhirete dair bedbahtlık hakkında Yüce Allah ”Kim Benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz." (Tâhâ: 123) buyurmakta, dünyevî bedbahtlık hakkında da ”Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra bedbaht olursun." (Tâhâ: 117) buyurmaktadır. Buna göre âyetin manası, ey Âdem! Cennetten çıkmaya sebep olacak fîilleri sakın yapmayasm, böylece bedbahtlık hasıl olur. Bu da tarla sürmek, ekin ekmek, hasad etmek, değirmende buğday öğütmek, hamur yapmak, ekmek pişirmek vb. insanların geçimlerini ve yaşantılarını sürdürme hususunda yapmaktan vazgeçemeyecekleri dünya yorgunlukları ve çileleridir. Bu manayı âyetin bundan sonra gelen kısmı şu şekilde desteklemektedir. 118Şimdi burada senin için ne acıkmak vardır, Yani Biz şöyle dedik: Sen cennette olduğun sürece acıkmama durumunda olacaksın. Çünkü bütün nimetler orada mevcuttur. Ne de elbisesiz kalarak çıplak kalmak. Çünkü bütün giyim eşyası cennette mevcuttur. 119Burada susuzluk çekmeyecek, susamayacaksın. Çünkü su kaynaklan ve nehirler devamlı olarak akmaktadır. Sıcaktan da bunalmayacaksın.' Cennette sana güneşin harareti dokunmayacak. Zira orada güneş olmayacak ve cennetlikler uzanan gölgelerin altında olacaktır. 120Derken şeytan onun aklını karıştırıp Adem'e vesvese verdi. Arapçada vesvese gizli ses demektir. Yine ziynet eşyaları ses çıkardıkları için aynı kelime, aynı manaya ”visvâsu'l-huliyyi" denmiştir. İblis: 'Ey Âdem! Sana ebedîlik ağacını kendisinden yiyenin ebedi kaldığı ve asla ölmediği ağacı ve sonu gelmez bir saltanatı hiçbir şekilde sona ermez ve bozulmaz saltanatı göstereyim mi?' dedi. 121Nihayet ondan yediler. Bunun üzerine ayıp yerleri, avret mahalleri kendilerine göründü. Apaçık ortaya çıktı. Burada Yüce Allah erkeklik ve kadınlık organını ”sev et" kelimesiyle kinaye yollu ifade buyurmuştur. İki kelimenin arasındaki anlam münasebeti şöyledir: Bu organların açığa çıkması insanı üzer, gam ve kedere sevkeder. Bu sebeple üzülme kökünden türeme ”sev'et" kelimesi, kinaye yollu kullanılmıştır. İbn Abbas der ki: ”Âdem ile Havva Yüce Allah'ın kendilerine giydirmiş olduğu nurdan soyulup erkeklik ve kadınlık organları ortaya çıkacak kadar çırılçıplak oldular." el - Hasîri der ki: ”Âdem ile Havva'nın ayıp yerleri kendilerine göründü. Kendilerinin dışında başkasına görünmedi. Bunun sebebi başkalarının, işledikleri suçun cezasını onların bildiği şekilde bilmemesi idi. Eğer onların ayıp yerleri başkalarına da görünseydi Yüce Allah ”Onlara ayıp yerleri göründü." demez ”Onların ayıp yerleri göründü." derdi." Üstlerini cennet yaprağıyla örtmeye çalıştılar. Tesettürü sağlamak için cennet yaprağını ayıp yerlerinin, üzerine yapıştırdılar. (Bu suretle) Adem, söz konusu ağaçtan yemek suretiyle Rabbine âsi olup yolunu şaşırdı. Asıl gayesi olan ebedîlik yolunu şaşırdı. Bilindiği üzere masiyet, kasıtlı olarak yapılan haram, kılınmış bir fiili işlemek demektir. ”Zelle" ise bunu yapan kimse açısından masiyet değildir. Çünkü zelle failin işlerken kastetmediği fakat mubah bir fiili yapmayı amaçlarken işlemiş olduğu haram fiildir. Peygamberlerin, ismeti konusunda zikredilen zellenin manası; onların haktan sapıp bâtıla kaymaları değildir. Fakat bunun manası onların daha üstünü dururken, bunu yapmayıp bir alt derecedeki üstün olanı yapmaları demektir. Peygamberler Allah katındaki makamları ve değerleri yüce olduğu için böylesi bir zelleyle kınanırlar. Âdem (aleyhisselâm), sözkonusu ağaçtan yememeyi, masiyeti kastetmiş olduğu için değil, ictihad yaparak terketmiştir. İçtihadında düşünce tarzı şöyle olmuştur: Hazret-i Âdem, bu konudaki yasaklığm bizzat muayyen bir ağaca yönelik olduğunu, yoksa o ağacın cinsine ait olmadığını düşünmüştür. el-Kebîr'de denir ki: ”Bu açıklama Âdem tarafından işlenen fiilin büyük günah olduğunu göstermez mi? Çünkü masiyet kötü bir isimdir ve ancak büyük günah işleyen kimselere uygun bir isimlendirme değil midir? Çünkü âyetin ifadesiyle ”ğavâ" dan türeme ”ğavâye" kelimesi dalâletle eş anlamlı ve doğru görüşlü olmanın zıddıdır. Böylesi bir kelime ancak fıska dalmış olanlara isim olarak verilmez mi? şeklindeki bir soruya şu şekilde cevap verilmiştir: Masiyet, emrin aksine yapılan şeydir. Emir, bazen mendubun emredilmesi olabilir. ”Ona ilâç içmesini emrettim, bana karşı geldi," cümlesinde durum böyledir. O halde Âdem'e verilen emrin bu manada olması uzak bir ihtimal değildir. Buna göre Hazret-i Âdem vacibi değil, mendubu terketmiş olur. Hiç kimse Âdem Rabbine âsi idi, yolunu şaşırmıştı diyemez. Bunun birçok sebepleri vardır: Birincisi şudur: el-Utbâ der ki: ”Herhangi bir kumaşı kesip diken adam için ”kumaşı biçti ve dikti" denir ama böyle bir kimseye sözkonusu fiili tekrar tekrar yapmadıkça ”terzi" denmez. Zelle de Hazret-i Âdem tarafından bir kez işlenmiştir. O halde onun için zellede bulunan kimse denemez." İkincisi: Zelle herhangi bir Peygamber için Peygamberlik görevinden önce olmuşsa Yüce Allah'ın kendisini Peygamberlik göreviyle şerefli kılmasından sonra artık bu nitelik o Peygamber'e verilemez. Eğer Peygamberlik görevi geldikten sonra zellede bulunmuşsa ve sonra tevbe etmişse yine verilemez. Tıpkı günahlarına tevbe eden Müslümana Müslümanlıktan ve tevbesinden önce yapmış oklukları dikkate alınarak kâfir veya zinakâr ya da şarapçı denemeyeceği gibi. Üçüncüsü ”âsi ve ğâvî" kelimeleri ekseriyetle Âdem’in isyanda bulunduğunu ve Allah'ı tanımaktan saptığı fikrini çağrıştırır. Oysa bu âyette anlatılan olayda maksat bu değildir. Şu halde böyle bozuk bir kanaati uyandırmaması için Peygambere ”âsi veya ğâvî" denemez. Dördüncüsü Allah'tan başkasının söylemesinin caiz olmadığı şeyi Allah'ın söyleyebilmesi gerçeğidir. Tıpkı herhangi bir efendinin çocuğuna ve kölesine masiyet işlediklerinde başkalarının söylemelerinin caiz olmadığı şeyleri ifade edebilmesi gibi. el-Hasen der ki: ”Yemin olsun Âdem Allah'a ancak unutarak isyan etti. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur: ”Ne var ki o unuttu, onda azim de bulmadık." (Tâhâ: 115)" 122Sonra Rabbi onu seçti de tevbeye teşvik etmek ve bunu ona nasib etmek suretiyle kendine yakın kıldı da ”Dediler ki ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen mutlaka ziyan edenlerden oluruz." (A'raf:23) diyerek kendisi ve eşi tevbe ettiği zaman tevbesini kabul etti ve doğru yola iletti. Ona tevbede sebata ve ismetin sebeplerine yapışmaya giden yolu gösterdi. İbn Atâ der ki: ”İsyan kelimesi kötü manayadır. Ancak Yüce Allah'ın ifadesiyle ”ictebâ, istifa" (seçme) fiilleri bu kötü ismin Âdem'e yapışmasına engel olmuşlardır. Bir hadis-i şerifte şöyle ifade olunur: ”Âdem ile Mûsa birbirleriyle tartışırlar. Mûsa der ki: Ey Âdem! Sen bizim babamız olarak bizi hayal kırıklığına uğrattın ve işlemiş olduğun o günah nedeniyle cennetten çıkmamıza sebep oldun. Adem buna şöyle karşılık verir: Sen Mûsa'sın. Allah sana kendisiyle konuşma fırsatı bahşederek seni seçti. Sana kendi eliyle Tevrat'ı yazdı. Şimdi sen Yüce Allah'ın bana takdir etmiş olduğu bir meselede beni kınıyor musun? Rasûlüllah sonunda şöyle buyurur: Adem Mûsa'ya tartışmada galip geldi. Ona üstün geldi. ”(6) Hadisin bazı rivayetlerinde şu kısım da mevcuttur: ”Adem der ki: Ben yaratı imadan ne kadar sene önce Yüce Allah senin için Tevrat'ı yazmıştır, dersin? Mûsa der ki: Kırk yıl. Âdem: Tevrat'ta 'Adem Rahhine asi oldu." ifadesi var mı, yok mu? Rasûlüllah hu olayı naklettikten sonra: Böylece Âdem tartışmada Mûsa'ya galip geldi, der." 123Yüce Allah, Âdem ile Havva'ya bu zelleyi işledikten sonra Dedi ki: 'Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan cennetten yeryüzüne inin. Bazılarınızın çocukları diğerlerine tıpkı günümüzde insanların birbiriyle didiştikleri gibi geçim hususunda düşman olarak cennetten yeryüzüne inin. Onların arasında Âdem (aleyhisselâm) ”Allah tarantıdan seçilme" özelliğine sahip olduğu için Yüce Allah ona doğru yolu göstermeyi vaadetmiş ve şöyle buyurmuştur: Ey Âdem ve Havva'nın zürriyyeti, çocukları: Artık Beuden size hidayet kitap. Peygamber geldiğinde, kim benini hidayetime uyarsa kim kitaba inanır ve Peygamberi tasdik ederse o dünyada sağ olduğu sürece doğru olan dinin yolundan sapmaz ve âhirette de ceza almak suretiyle bedbaht olmaz. 124Kim de beni anmaktan Beni zikreden kitaptan. Bana çağıran Peygamberden yüzçevirirse şüphesiz onun dünyada sıkıntılı, dar bir hayatı olur. Çünkü o, bütün bakışını dünyadaki hedeflere yöneltmiştir ve dünya menfaatlerinden daha fazla pay alabilmek için adeta kendini parçalamaktadır. Ve Biz onu bu yüzçeviren kişiyi kıyamet günü kör olarak hasrederiz.'“Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun hasredeceğiz." (İsrâ: 97) âyetinde işaret olunduğu üzere gözleri görmez biçimde hasredeceğiz. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) der ki: ”Dünyada Allah'ı tanımayanı Allah da âhirette tanımaz." 125(O zaman:) 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben dünyada iken hakikaten görür idim, der. 126Allah buyurur ki: 'İşte böyle. İşte sen böyle hareket ettin. Çünkü sana âyetlerimiz kitabın âyetleri, ya da kudret delilleri, vahdaniyyetin alâmetleri hiç kimseye kapalı kalmayacak biçimde apaçık, apaydınlık olarak geldi ama sen onları unuttun. Bunca delile gözünü kapadın ve onları asla hiç hatırlanmayan, bir kenara bırakılmış şeylerin atıldığı gibi bıraktın, terkettin. Bugün de aynı şekilde dünyada iken senin unutmuş olduğun şekilde sen unutuluyorsun.' Yaptığına karşılık ve tam uyumlu olarak azaba ve ilgisizliğe terk olunuyorsun. Fakat bazılarının söyledi gibi bu sonsuza dek değil, tersine Yüce Allah'ın dilediği vakte kadardır. Sonra Yüce Allah kıyamet gününün korkularını görsün, cehennemdeki kalacak olduğu yeri müşahade etsin diye bu terkedilmişliği ve unutulmuşluğu onun üzerinden alır ve böylece ona azab üstüne azab verilmiş olur. Dilsiz ve sağır olanlar da böyledirler. Yüce Allah onlardan dilsizliği ve sağırlığı kaldıracaktır. Onlar Bizim huzurumuza çıkacakları gün (başlarına gelecek olanları) ne iyi duyarlar ve ne iyi görürler (bir görsen)! (Meryem:38) 127İsyanında haddi aşanı âyet metninde yer alan israf kelimesi insanın yapmış olduğu her fiilde haddi aşması demektir. Ve Rabbinin âyetlerine Kur’an’a ve ötekı mucizelere inanmayanı dahası bunları yalanlayıp yuz çevireni işte böyle suça tam uygun olan böylesi bir ceza ile cezalandırırız. Âhiret azabı ve cehennem azabı, Elbette dünyada iken onları cezalandırmış olduğumuz geçim darlığı ve benzeri azaptan Daha şiddetli ve hiç kesilmediği için daha süreklidir. Kim âhiret azabından kurtulmak ve sevabına ermek isterse ona düsen Allah'a itaat uğrunda dünyada karşılaşmış olduğu sıkıntılara sabretmek masiyetlerden ve dünya şehvetlerinden kaçınmaktır. Çünkü sahih bir hadiste yer aldığı üzere cennetin etrafı sevilmeyen şeylerle, cehenneminki ise şehvetli şeylerle kuşatılmıştır. 128Bizim onlardan önce nice nesilleri helak etmiş olmamız kendilerini yola getirmedi mi? Bu âyetin başındaki soru edatı olan ”hemze" azarlama ve inkâr, bir başka ifadeyle daha önceki nesillerin helak edilmiş olmasının kendilerini yola getirmediğini ifade eden hemzedir. Âyet metninde yer alan ”hidayet" kelimesi açıklama ve beyan etme anlamınadır. Buna göre âyetin manası şu şekilde olmaktadır: Onlar Bizim daha önce geçmiş nice nesilleri helak etmiş olmamızdan gafil mi oldular. Bu helak edişimiz kendilerini yola getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar. Oysa onlar bu helak edilen kimselerin yurtlarında emniyet içerisinde gezer dolaşırlar, ya da bunlar onların yurtlarında dolaştıkları halde hâlâ o nesilleri helak etmiş olmamız kendilerini yola gerilmedi mi? Onlar Şam'a sefere çıktıklarında helak edilenlerin kaldıkları yerlerden geçerler. Onların helak edilişlerine dair izleri müşahade ederler. Oysa bütün bunlar, daha önce helak edilenlerin başlarına gelenler bunların da başlarına gelmemesi için doğru yola girip ibret almalarını gerektiren şeylerdendir. Bunda azap ederek helak edilmelerinde cihetteki akü sahipleri için nice ibretler, çok, hidayeti apaçık ve hakka delâleti ayan beyan ibretler vardır. Âyet metninde yeralan ”nuhâ" kelimesi kötülükleri nehyeden akıl manasınadır. Buna göre âyetin manası, bunda el betteki çirkin şeyleri yasak eden akıl sahipleri için nice ibretler vardır, demek olur. 129Eğer Rabbinden daha önce sadır olmuş bir söz, bir hikmet dolayısıyla bu ümmetin azabının tehir edileceğine dair yapılmış olan vaad ve tayin edilmiş bir vade olmasaydı yani onların ömürleri için tayin edilmiş bir ecel, ya da azap gön neleri için belirlenmiş olan bir süre olmasaydı ki bu süre kıyamet günüdür, onların azabı asla tehir olmazdı. Her halde (onlara da azap), işledikleri suçların cezası gelip yapışırdı. Bu kâfirlere azapları gelir, yapışırdı ve işledikleri suçtan bir an olsun geri kalmazdı. 130Sen onların söylediklerine sabret. Mademki durum burada zikredilen gibidir. Bir başka ifadeyle onların azaplarının tehir edilmesi ihmalden kaynaklanmamaktadır. Tam tersine kendilerine bir sürenin verilmesi sözkonusudur. O halde bu azap onlara mutlaka gelip yapışacaktır. O hakle onların, senin hakkında söylemiş oldukları inkâr sözlerine, büyücü ve deli olduğuna dair iddialarına Yüce Allah kendileri hakkında hükmünü verinceye dek sabret. Güneşin doğmasından önce de, batmasından önce de Rabbini övgüyle tesbih et. Rabbini sana olan hidayeti ve tevfiki için tesbih et, güneşin doğmasından önceki tesbihten maksat sabah namazı, batmasından öncekilerden murad ise öğle ve ikindi namazlarıdır. Çünkü bu iki namaz güneşin batmasından öncedir. Gecenin bir kısım saatleriyle gündüzün etrafında da tesbih et. Bundan maksat da akşam ve yatsı namazlarıdır. Bu âyette, ”tesbih et" emrinden önce namaz vakitlerinin getirilmesi, bu vakitlerin çok faziletli olmalarından ve insanın kalbinin o vakitlerde daha derli-toplu olmasından ve nefsinin istirahate daha meyilli olmasındandır. Şu halde akşam ve yatsı vaktinde ibadet etmek nefse daha ağır gelir. ”Gündüzün etrafında da tesbih" emri gündüzün çeşitli vakitlerinde nafile namaz kılma emridir. Buna göre âyetin manası gündüzün etrafında tesbih et demek olur ki maksat sabah namazının gündüzün başlangıç noktasına ait olan bir namaz olduğunu tekrarlamaktır. Böylece ”Hâs"“âam"a atfedilmiş olur. Taberî'nin bu konudaki görüşü farklıdır. Ona göre bu âyette ”Güneşin batmasından önce Rabbini övgüyle tesbih et." ifadesiyle kastedilen ikindi namazıdır. ”Gecenin bir kısım saatleri" ifadesiyle yatsı namazı kastedilmektedir. ”Gündüzün etrafı" ile kastedilen de öğle ve akşam namazlarıdır. Çünkü öğle vakti günün ilk ucudur. Akşam ise günün ikinci diğer ucudur. Öğleyle akşam sanki bir günün iki ayrı ucudur. Ki rızaya eresin. Bu vakitlerde Rabbinin katında nefsini hoşnut edecek ve kalbini sevindirecek bir şeye ulaşırsın ümidiyle Rabbini tesbih et. Bil ki, tesbih ile meşgul olmak, yardım dilemek demektir ve namaz, elem ve acıların giderilmesi için en büyük panzehirdir. Bu sebeple Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a herhangi bir iş güç geldiği zaman namaza sığınırdı. Rasûlüllah'ın en son tavsiyesi ”Namaz ve kişilerin sahip oldukları köleleri" olmuştur. Bu âyet-i kerime beş vakit namaza yer vermiştir. Cerir b. Abdillah (radıyallahü anh) dan rivayet olunuyor: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda oturuyorduk. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ayın dolunay şeklinde olduğu o gece ayı gördü ve şöyle buyurdu: Sizler şu ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz. Onu görürken bir araya toplanıp izdiham yaşamayacaksınız. Güneşin doğmasından ve batmasından önce namaz kılabilir seniz bunu yapınız. Rasûlüllah sonra ”Rabbini övgü ile tesbih et..." âyetini okudu." (7) 7- Bu hadisi Buharı, Müslim, Sünen imamları ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmişlerdir, Bkz. ed-Dürru'l-Mensûr, 4/312 Bir başka hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: ”Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı ve sabah namazıdır. Bu iki namazda olan sevabı şayet bilselerdi sürünerek bile olsa onları eda ederlerdi." (8) 8- Hadisi Buharı, Müslim, Ebû Davud, İbn Mace ve Ahmed b. Hanbel Müsned’inde rivayet ederler. Bkz. el-Fethu’l-Kebîr, 1/40 Âlimler derler ki: ”Beş vakit namazı cemaatle kılmaya devam eden kimsenin üzerinden Yüce Allah geçim darlığını ve kabir azabını kaldırır. Kendisine amel defteri sağ tarafından verilir. Sırat köprüsünden şimşek gibi geçer. Cennete sorgusuz sualsiz girer. Cemaatle namaza gereken önemi vermeyen kimsenin rızkmdaki ve çalışmasındaki bereketi Yüce Allah kaldırır. Yüzünden sâlih kimselerin simasını çeker, alır. Diğer amellerini kabul etmez. İnsanların kalbinde sevilmeyen kimse haline gelir, ruhu aç ve suzuz olarak alınır. Kabirde şiddetli bir sorgu, sual, kabir karanlığı, şiddetli bir hesap. Rabbin gazabı ve Allah'ın cehennem ateşinde ceza belalarıyla karşı karşıya gelir. 131Sakın kendilerini denemek için azabı hak etsinler diye denemiş olduğumuz kimselere yaptığımız muameleyi kendilerine yapmak için... Bu, onların nimetlerinin artırılması, buna karşılık onların da inkârı ve azgınlıklarını artırmaları şeklindedir. Onlardan bir kesimini putperest, ehl-i kitap. Yahudi ve Hristiyan gibi bir kesim kâfirleri faydalandırdığımız dünya hayatının süsünden yararlandırdığımız... Evin içinde kendisinden yararlanıldığı için ev eşyasına Arapçada ”metâu'l-beyt" denir ki bu tabir de âyetteki ”mettâna" tabiriyle aynı kökten türemektedir. Yine bu kökten türeme ”el-imtâ" kelimesi güzel manzaralardan lezzetlendirme, hoş sesleri işittirme, çekici olan kokuları koklatma ve bunun dışında elbise ve nikahlanma gibi diğer lezzetleri aldırma anlamınadır. Dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme. Âyet metninde yeralan ”temuddenne" kelimesinin kullanımı hakkında şunları söylemek mümkündür. Bu kökten türeme ”imdâd' daha çok sevilen şeylerde kullanılırken ”med" sevilmeyen şeylerde kullanılır. Sevimliye örnek olarak: ”Onlara canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik." (Tûr: 22) âyet-i kerimesini, diğerine de: ”Biz onun söylediğini yazacağız ve azabını uzattıkça uzatacağız." (Meryem: 79) âyet-i kerimesini verebiliriz. Buna göre âyetin manası bu şeylere istek ve arzu duyarak gözlerini dikme, demek olur. Bazı âlimlere göre: ”meddü'n-nazar" terimi gözün neredeyse hiç çevrilmemecesine bir şeye uzun uzun dikilmesidir. Bunu yapan kimse baktığı şeyi beğendiği, güzel gördüğü ve kendisinin de onun gibisini elde etmek istediğindendir. ”Faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliği" tabirinden maksat dünyanın süsü, güzelliği, parlaklığı demektir. Bu âyet-i kerime, fakirlere bir teselli ve moral ve önektedir. Çünkü insanların en hayırlısı olan ”Hazret-i Peygamber" dünyaya içindeki nimetleri güzel bulmak suretiyle göz dikmekten menolunmaktadır. el-Hasen der ki: ”Siz, fasıkların hayatı kolay sürdürdüklerine bakmayın. Asıl bu çürümüş kimselerden masiyetin zilleti nasıl zuhur ediyor, ona bakın." Rabbinin nimeti âhirette senin için saklamış olduğu sevap senin için hem fani olan dünyada hayat süsü olarak onlara ve mı iş olduğu şeylerden daha hayırlı, hem de daha süreklidir. Çünkü âhiret nimeti asla kesilecek değildir. 132Ailene namazı emret, Sana emretmiş olduğumuz namazı sen de aile efradına emret. Fakir olanın, fakirliğine çare olarak namazdan yardım dilemesi, maişet problemiyle ilgilenmemesi, zenginlere dönüp bakmaması gerekir. Kendin de ona sabırla devam et. Sen de geçim işleriyle meşgul olmaksızın namaza devam et. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her sabah Hazret-i Fatıma ve eşi Hazret-i Ali'ye gider ve ”Namazı kılın." diye onlara hatırlatırdı. Rasûlüllah bu hareketi aylarca yapıyordu. "Sabr" kökünden türeme âyette ye ra lan ”ıstıbar" kelimesi mücahede ve çaba makamı; ”sabr" ise, müşahede makamıdır. Bir başka ifadeyle ıstıbar, bir çaba sarf etme anlamı, sabr ise görülen şeylere tahammül etme makamıdır. İbn Ata der ki: ”Sabrın içinde en ağırı iştihardır. Istıbar insanın üstüne gelen belâ sağnakları altında gizlice ve kalpten duyulan sükundur. Sabır ise sadece nefisle yapılır." Senden rızık istemiyoruz. Biz kendini ve aile fertlerini rızıklandırma görevini sana yüklemiyoruz. Biz senden sadece ibadet etmeni istiyoruz. Aksine Biz seni ve onları rızıklandırıyoruz. O halde sen bütün düşünceni âhiret meselelerine ver. Çünkü kim Allah'a ait amellere kendini verirse Allah da onun amellerinde kendisine yardımcı olur. Güzel sonuç cennet takva iledir. Güzel sonuç, takva ehli içindir. Bir başka ifadeyle güzel sonuç, senin ve sana inanan kimseler içindir. Yoksa dünya ehli için değildir. Zira dünya âhiret le bir arada bulunmaz. 133Onlar Kureyş kâfirleri '(Muhammed) bize Peygamberliğine alâmet olsun diye Rabbinden bizim teklif etmiş olduğumuz bir mucize getirmeli değil miydi,' dediler. Böylece onlar inatlarında o kadar ileri gittiler ki müşahede ettikleri mucizeleri mucize saymadılar ve bu ağır kelimeyi konuşma cesaretini gösterdiler. Önce gelen kitaplardakiulu apaçık delili onlara gelmedi mi? Diğer deliller onlara gelmedi mi? Özellikle önce gelen kitaplardaki apaçık deliller onlara gelmedi mi? Bu sorunun manası evet, onlara âyetler geldi. Hem de bunlar âyetlerin anası ve mucize konusunda en büyüğü idi ki bu da içinde ilâhi kitaplarda olanların beyanı olan Kur'ân'dır. Kur'an, o kitaplarda olanların gerçek olduğuna ve geçmiş ümmetlere dair verilen haberlerin doğruluğuna şahittir. Kur'an'ı getiren ümmî bir kimse iken, içinde geçmiş ümmetlere dair haberlerin özünü bulundurması gayet açık bir mucizedir. 134Eğer Biz bundan önce bu delil gelmeden önce onları dünyada kökten kazıyıcı bir azapla helak etseydik kıyamet günü delil olmak üzere muhakkak ki şöyle diyeceklerdi: 'Ey Rabbimiz! Bize dünyada kitapla birlikte bir elçi gönderseydin de şu aşağılığa sapıklığın zilletine, dünyada kati olunmanın ve esir düşmenin zilletine ve âhiret azabına uğrayarak ve bugün cehenneme girerek rüsvayhğa düşmeden önce o elçi ile indirmiş olduğun âyetlerine uysaydik.' Bu, şu demektir: Fakat Biz onları âyetlerimiz gelmeden önce helak etmedik ve böylece ileri sürecek mazeretleri kalmadı. İşte o zaman itiraf ederler ve derler ki: Onlar şöyle cevap verirler: Evet, doğrusu bize (bu azap ile) korkutan bir Peygamber gelmişti. Fakat biz (onu) yalan saymış ve Allah'ın bir şey gönderdiği yok... demiştik." (Mülk: 9) 135O azgın ve isyankâr kâfirlere de ki: 'Herkes bizden ve sizden olan her fert beklemektedir. Herkes bir olayın meydana gelişim veya zevalini bekler gibi beklemektedir. Biz ve siz akibetimizin ne olacağını beklemekteyiz. Rivayete göre müşrikler derler ki: ”Muhammed'in başına zamanın belâlarının gelmesini bekliyoruz. O ölünce ondan kurtulacağız." İşte bu söze karşılık Yüce Allah: Öyle ise siz de bekleyin. Yakında Allah'ın emri geldiği zaman, anlayacaksınız. Doğru düzgün yolun yolcuları kimmiş ve dalâleti bırakıp da hidayette olan kimmiş?' Yani hidayette olan biz miymişiz, yoksa sizler mi imişsiniz, yakında bileceksiniz. Şairin birisi şöyle söyler: Tozlar dağılınca her şey açılacak Göreceksin o zaman bindiğin eşek midir, yoksa at? Bu âyet-i kerime, kâfirlere karşı yalanlamaları, inkârları ve azgınlıklarına devamları dolayısıyla şiddetli bir tehdidi içermektedir. Tâhâ Sûresi tamamlandı. El-hamdü lillahi Rabbi'l-âlemîn. |
﴾ 0 ﴿